28 Şubat’tan bu yana, burjuvazi cephesinde, çok ciddi bölünme ve parçalanma belirtilerinin ortaya çıktığı koşullar oluşmaktadır.
Bir önceki dönemde “şeriat tehlikesi” karşısında DYP ve RP (sonra FP) ve uzantıları dışlanarak sağlanan birlik, yerini yeniden bölünmelere bırakmaya başlamıştır. Şimdi artık, eski bölünmelere ek olarak yeni bir dizi tartışma, dışlama girişimleri, yeni hesaplaşmalar ve dolayısıyla yeni arayışlar ve bölünme belirtileriyle karşı karşıyayız.
Tartışma, arayış ve bölünme belirtileri kategorik olarak iki farklı düzlemde oluşma eğilimindedir. Dolayısıyla birbirinden farklılıklar taşıyan iki ayrı bölünme türünden söz etmek mümkündür. Bu bölünme belirtileri, bugünden ne düzeyde gelişecekleri ve nasıl sonuçlanacaklarına dair kesin öngörülerde bulunmak olanaklı olmasa bile, sınıfsal güç ilişkilerini etkileyecek, hatta yeniden mevzilenmelere de neden olabilecek türdendir.
Genel hatlarıyla söylemek gerekirse, bir tartışma, hesaplaşma ve bölünme belirtileri grubu, uluslararası sermayenin IMF aracılığıyla dayattığı, işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından benimsenip savunulan ve hükümet tarafından uygulanan program ve politikalar etrafında birlik sağlamış burjuva gerici güçler arasındaki çekişmeler olarak ortaya çıkmaktadır. TÜSİAD gibi dernekleri, işveren sendikaları, partileri, hükümeti, medyası, her türden bürokratik kurumlarıyla, özellikle ekonomi politikaları üzerinde tam birlik sağlamış burjuva güçler arasındaki bu tartışma ve bölünme belirtileri, sınıf karakteri bakımından, çıkarları uluslararası burjuvazi ve emperyalizmle birleşmiş olan büyük burjuvazinin, işbirlikçi tekelci burjuvazinin iç çekişmeleri durumundadır.
İkinci grup tartışma ve bölünme belirtileri ise değişik bir düzeyde ortaya çıkıyor. İzlenmekte olan IMF-hükümet program ve politikalarına yönelik olarak İTO (İstanbul Ticaret Odası) ve ASO (Ankara Sanayi Odası) başkanlarıyla birçok KOBİ (Küçük ve Orta Boyutlu İşletmeler) sahip ve temsilcisinin yakınmaları ve çok sayıda Ziraat Odası’ndan gelen itirazlar, birincisinden kategorik olarak farklı, değişik türden tartışmalar ve bölünme belirtilerine tekabül etmektedir. Burada söz konusu olan, sınıf karakteri bakımından, işbirlikçi tekelci burjuvazi ile tekel-dışı burjuvazi arasındaki çelişmeler, çıkar çatışmalarına dayalı tartışmalar ve ayrılıklardır.
Burjuvazi cephesinde ortaya çıkmakla birlikte kendi içinde farklılaşan, burjuvazinin iç çelişmeleri olarak türdeşmiş gibi görünen ancak Türkiye’nin sosyal, ekonomik, politik koşulları ve bu çerçevede çeşitli katmanlarıyla burjuvazinin konumlanışı dikkate alındığında türdeş olmadığı görülebilecek olan, çoğu durumda birbiriyle iç içe geçen bu iki farklı grup -bölünmeye götürebilecek- çelişme ve çatışmanın birbirinden ayrı ele alınması zorunludur.
TEKELLER ARASINDAKİ ÇELİŞMELER
12 Eylülle birlikte 24 Ocak Programı etrafında güce başvurularak, dayatmayla farklılıkları yok edilmeye çalışılan tekellerin çıkarlarının savunucusu grup, dernek, parti vb. güçler, dergimizin geçen sayısında da belirtildiği üzere bir dizi zig-zagla birlikte, sonunda, IMF programı etrafında birlik sağlamış durumdadırlar. Partileri hemen bütünüyle aynılaşmış, özellikle ekonomi politikaları bakımından tek partiye dönüşmüşler; ’70’lerde hükümetini devirdikleri Ecevit’le TÜSİAD tam bir politik birlik içine girmişler; eskiden MHP ve sonra Özal (ANAP) ile anlaşmazlık halindeki sosyal demokrasi şimdi Ecevit’in şahsında bu iki parti ile kurduğu koalisyonu tek parti hükümeti gibi işletebilme noktasına ulaşmış, sosyal demokrasinin diğer kanadını oluşturan CHP, Baykal’ın ağzından hükümetin izlediği IMF programının alternatifsizliğini ilan etmiştir. Muhalefetteki DYP ve FP’nin ise izlenmekte olan politikalara ve onların çerçevesini çizen IMF programına bir itirazları bulunmamaktadır.
Bugün tekellerin çıkarlarını savunan, onların siyasal temsilciliğine soyunmuş partiler, TÜSİAD gibi dernekleriyle birlikte, IMF programında ifadesini bulan uluslararası sermaye ile bütünleşme, Türkiye ekonomisini kapitalist dünya ekonomisine bir serbest pazar olarak entegre etme hedefinde birleşmiş haldedirler. Üstelik birliklerini sadece sözü edilen genel hedef etrafında gerçekleştirmiş olmakla kalmamaktadırlar. Bu hedefe ulaşmanın yol ve yöntemleri, bunun için gereken uygulamalar üzerinde de tam birlik sağlamışlardır. Özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, tarımın öldürülmesi demek olan “tarım reformu”, memur kıyımı demek olan “personel reformu”, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi, sağlık ve eğitim de içinde olmak üzere hizmetlerin tamamen paralı hale getirilerek metalaştırılması gibi politikalarla, hukuk sistemi de (uluslararası tahkim örneğinde olduğu gibi) dâhil olmak üzere ekonomi dışı alanları da kapsayarak ülkenin bağımsızlığının son kırıntılarından bile vazgeçilerek emperyalizme tam bağımlılık vb. üzerinde birleşmiş bulunuyorlar.
Ancak böyle bir birliğin sağlanmış olması, tekeller arasındaki bütün çelişmelerin tükenmiş olması anlamına gelmiyor. Tekelci gericilik, bir program etrafında birleşmiş olmasına rağmen kendi içinde çelişmelere sahip olmaya devam ediyor. Bu tür çelişmelerin varlık nedeni, tekellerin varlığıdır, tekeller-arası rekabettir. Farklı tekel ve tekel grupları var olmaya devam ettikçe, bu tekeller, tüm uluslararasılaşma eğilimine karşın hâlâ ABD, Avrupa ülkeleri, Japonya ve hatta Rusya ve Çin gibi merkezler oluşturdukça, tekeller arasında çekişmeler devam edecektir. Tekellerin uluslararası gruplaşmalarından Türkiye’ye yansıyan çelişmelerin yanında, ülkenin iç koşulları dolayısıyla oluşan çelişmeler de eklendiğinde; işbirlikçi tekelci gericilik, ne denli bir program etrafında birleşmiş olursa olsun, kendi içinde sürtüşme ve çatışmalardan, hatta birtakım bölünme eğilimlerinden kaçınmakta zorlanacak demektir. Bu çelişme ve çatışmaların kaynağı, belirtildiği gibi, tekeller arasındaki rekabettir; dolayısıyla dünyanın 16. büyük ekonomisi haline gelmiş dev denebilecek Türkiye “pastası”nın paylaşılmasında sorunlar, çekişme ve çatışmalar ortaya çıkması hiç de şaşırtıcı değildir.
Hele yolsuzluk sıralamasında dünya dördüncülüğünü kaptığı açıklanan Türkiye’de bu çelişme ve çatışmaların oldukça sert yaşanmasında bir anormallik hiç yoktur. Yüzlerce yıllık devlet geleneğinde merkeziyetçi bürokratik yapılanmanın egemen olduğu bir ülkede, ne denli “neoliberal” rüzgârlarla karşılaşılırsa karşılaşılsın, bürokratik tepedencilik; hâlâ hem yolsuzluk hem kastlaşmış yönetsel çıkarlar ve hem de devlet borçları, ihaleleri vb. üzerinden dalavereler bakımından, önemli bir parçası haline geldiği tekelci gericiliğin iç çekişmelerini keskinleştirip tırmandırıcı bir etki yapmamazlık edemez. Günümüzde bunların tümüne tanık olunuyor.
Üstelik ABD’den başlayarak dünya ekonomisinde bir daralma sürecine girildiği, dolayısıyla paylaşılacak “pasta”nın küçüleceği, küçülmekte olduğu, IMF programının hem öngörülen enflasyon hedefine ulaşamama gibi bir fiyaskoyla hem de mali piyasalarda başlayıp banka iflaslarından üretim alanını kapsayarak tüm piyasalara sıçrayan krizle sonuçlandığı koşullarda, tekelci gericilik içindeki çelişme ve çatışmalar çok daha anlaşılır olmaktadır.
Bankacılık yasasının sınırlarını zorlamasına rağmen, Sabancı ve Karamehmet bankalarının pozisyonunu düzeltecek aktarımları sağlamayarak Demirbank’ı batırmaları ve el konulmasına yol açmaları, salt ekonomik boyutlu bir tekeller-arası rekabet örneği olarak, bu cephede yaşanan diğer çekişme ve çatışmaların yanında pek “temiz” kalmaktadır. Kriz söylentisi ile bir gecede 7 milyar doların dışarıya transferini ateşleyen bu olay, durumun vahametini gösterdiği kadar, bu koşullarda yaşanabilecek çekişme ve çatışmalara ve boyutlarına da ışık tutmaktadır.
MEŞRUİYET SORUNU YA DA HALKIN DÜZENDEN KOPMA EĞİLİMİ
Küçük bir azınlığın büyük çoğunluk üzerindeki tahakkümünün (ekonomik, siyasal, kültürel vb.) örgütlenmesi olan her gerici sistem, ancak azınlığın kendi çıkarlarını, sömürülen ve ezilen çoğunluğu da kapsamak üzere tüm toplumun çıkarı olarak gösterebildiği ölçüde ayakta durabilir. Aksi halde, çoğunluğun gözünde meşruiyetini kaybeder ve sonunun başlangıcına gelip dayanmış demektir. Kuşkusuz baskı ve zor, azınlığın egemenliğini besler ve gericilik, özellikle meşruiyeti tartışma konusu olduğu koşullarda -bugün olduğu gibi- şiddetini tırmandırır. Ancak yalnızca zora dayanarak, cop ve kurşunla bir azınlığın egemenliğini devam ettirebilmesi olanaksızdır. Düzenin, egemenlerin, bu nedenle, ideologlara, kendi zümre çıkarlarını çoğunluğun çıkarı gibi sunacak aygıtlara, örneğin medyaya, bu yönde eğitim veren okullara, dinsel yatıştırıcılığa, milliyetçi saptırıcılığa vb. ihtiyacı büyüktür. Sömürülüp ezilen geniş kitlelerin, egemenlerin kendilerine yönelik saldırılarının, ülkenin esenliğe çıkması ve örneğin istihdam sorununun çözülmesi, yoksulluğun hafifletilmesi vb. gibi sonuçlara da ulaşılması bakımından zorunlu olduğuna, yoksa “herkesin içinde olduğu geminin” yani memleketin batacağına inandırılması, bunun için her yola başvurularak aldatılması, sonuç olarak, düzene ve yönetimi elinde tutanlara güveninin sağlanması ve kendi bağımsız çıkarlarının peşine düşmelerinin önlenmesi, gericilik bakımından yaşamsal önemdedir.
Türkiye’de egemenler ve düzen, bu yönüyle bir süredir zorlanmaktadır. 28 Şubat’ın sağladığı başarı ve emekçiler içinde yarattığı bölünmenin ardından geniş bir tabana sahip 3 partili hükümetin başlangıçta yarattığı “umut”, kısa denebilecek bir süre sonra yerini hoşnutsuzluk ve kopuşa terk etmiştir. IMF programı pervasızca uygulanarak tüm emekçi kesimlere yöneltilen amansız saldırılarla birlikte, bu programın bir krizle nihayetlenmesi ve üstelik neredeyse tüm saldırıların gerekçesi olarak ilan edilen enflasyonunun düşürülmesinde ortaya çıkan fiyasko; tekelci medyanın köşelerine kurulmuş kalemşorların “temsil krizi”, “yönetemeyen demokrasi” vb. adlar taktıkları “yukarıdaki” çatışmaların da başlıca itici güçlerinden biri olarak, hükümet başta olmak üzere yönetenlerin meşruiyetini, geniş kitleler nezdinde tartışma masasına yatırmıştır. Ancak, anket vb. verilerin gösterdiği gibi, tartışılır olan yalnızca hükümet ve hükümet ortaklarının meşruiyeti değildir. Hükümetin uyguladığı IMF programına tek bir sözcükle bile muhalefet etmeyen, bu programı ve özelleştirme, tarımın ve hayvancılığın öldürülmesi, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi gibi taktiklerini de benimseyen “muhalif” partiler de, emekçi kitleler nezdinde bir umut oluşturamadıkları gibi itibarlarını kaybetmeye devam etmektedirler. Olağan günlerde görülen hükümet partileri yıpranırken kayıkçı dövüşü ile muhalefetin güç toplamasına bugün rastlanmıyor. Ötesi, artık köy ve büyük şehirlerin semt kahvelerine kadar Cottarelli’ye küfür olağanlaşmış, IMF düşmanlığı kadar, hükümete ve izlediği politikalara kökten karşıtlık yaygınlaşmıştır. Emekçi kitleler hızla eskisi gibi aldatılamaz olmakta, bir önceki seçimde oy verdikleri partilerden koparken “muhalif” partilerin etkisine de girmemekte, düzeni sorgulamaya yönelmektedirler.
Son bir ay içinde farklı odaklar tarafından yaptırılan 3 anket de benzer sonuçlara işaret etmektedir. Son seçimde birkaç parti tarafından toplanan yüzde yirmilik oyların yerinde yeller esmektedir. En “babayiğit” partiler yüzde on dolayında seyretmektedir. “Muhalifler”de bir artış görülmemektedir. Ve en önemlisi, “kararsız” da değil ama “hiçbiri” diyenler yüzde 25 ile 36,5 arasında oynamaktadır. Ezilenlerin üçte bir ile dörtte bir arasında bir bölümü, tüm partilere ve politikalarına karşı bir konuma geçmiştir. Yani bir uyanma ve kopuş başlamış, sadece hükümetin değil ama düzenin meşruiyet sorunu oluşmuştur.
Cumhurbaşkanı Sezer’in yüksek görünen itibarını bu çerçevede açıklamak gereklidir. İçerikleri açısından olmasa bile biçimsel olarak hükümet politika ve kararlarına muhalefet ediyor görünen Sezer’dir ve bunu kuşkusuz yalnızca “hukukun üstünlüğü” kaygısıyla yapmamaktadır; bugün Türkiye’de başka türlü itibar sahibi olma olanağı kalmamıştır. Dolayısıyla “meşruiyet sorunu” ya da geniş kitlelerin düzen dışına kayma ve başta IMF olmak üzere hükümet gibi onunla birleşen siyasal güç ve kurumlan sorgulama eğilimine girmesi; “yukarıdaki” çekişme ve çatışmaları koşullandırmakta ve körüklemektedir.
KURUMSAL ÇATIŞMALAR
Sezer, memur kararnamesini ve onun kadar önemli kamu bankalarının özelleştirilmesine dair KHK’yı onaylamazken “zirve”de bir “kapışma” yaşanmıştır. Hele ikinci KHK’yı geri çevirirken Sezer, kamu bankalarına ilişkin düzenlemenin yapılmasına bağlanmış birkaç milyar dolarlık dış kredinin alınamaması gibi “büyük bir yük” altına girmeyi bile göze almıştır. “Kapışma”nın vardığı nokta, hükümetin Sezer’in görev süresini kısaltmak üzere tartışmalı bir Anayasa değişikliğine yönelmesi olmuştur. Hükümet ile Cumhurbaşkanı çekişme halindedir.
“Yukarıdaki” tek çatışma bu değildir. Örneğin Cumhurbaşkanı ayrıca YÖK ile çekişmelidir ve YÖK’e onun yönetiminin adaylarını değil ama kendi adaylarını atamıştır.
Daha da önemlisi, Genelkurmay, hükümet ile çekişme halindedir, MİT ile sorunludur; bunlara değineceğiz.
Hükümet TBMM ile çekişme halindedir. S. Demirel’in cumhurbaşkanlığı süresini uzatmada, hükümet ortakları arasında ve hükümetle meclis arasında ortaya çıkan çekişme, Af Yasası tartışmaları sırasında hükümet-Cumhurbaşkanı çekişmesini de kapsayarak sürmüştür. Sonunda iş, TBMM içtüzüğü ile oynamaya, işlevi, işlevsiz tartışmalar yaparak halkın aldatılmasına katkıda bulunma olan meclisin bu işlevinden de arındırılması ve tartışma yapılmayan bir meclis yaratılması noktasına gelmiştir. 28 Şubat ve takip eden askeri baskılardan sonra, üzerine bir de bu binince, meclis, varlığı ile yokluğu belli olmaz bir “kurum” durumundadır, ezilenler tarafından artık hemen hiç dikkate alınmaz haldedir.
Bu arada düzenin bir silahlı gücü hükümete kazan kaldırmış, Çevik Kuvvet “muhalif bir güç” gibi silah sallayarak gösteri yapma tutumuna girmiştir.
Binlerce polis, hiyerarşik mekanizmayı geçersiz kılarak kendilerini durdurmaya çalışan müdürlerini ezip geçerken, içişleri Bakanı’nı da suçlayarak, belli başlı merkezlerde isyan havasında yürüyüşler yaptılar. MİT ile Genelkurmay arasındaki “tartışma”dan sonra, düzenin bir diğer silahlı örgütü içinden çatırdadı. Silahlarıyla gösteri yapan polisler, belki bardağı taşıran damla olabilecek ancak kesinlikle iki polisin ölümüne duyulan tepki ile izah edilemeyecek bir kaos unsuru görünümü verdiler. Düzenin temel bir direği bel verdi.
Şimdilik sorun geçiştiriliyor görünüyor. Soruşturmalar açıldı, yürüyüşçüler gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefetten mahkemeye verildiler ama beraat kararları gelmeye başladı.
Oysa durumun küçümsenir bir yanı yoktur. Yılların saldırgan birikimi, sonunda kimseyi dinlemez bir meyve vermiş, küçük çaplı olsa ve bir darbe içeriği taşımasa bile ortaya düpedüz bir isyan çıkmıştır. Gericiliğin olaydan üzerine düşen dersi aldığı ve gereğini yapacağı kesindir. Olayın önemi ise, düzenin sürüklendiği noktayı göstermesindedir. Tüm gericiliği etrafında birleştiren “güvenilir” bir siyasi otorite koşullarında mümkün olmayan böyle bir olay, gericilik içindeki çekişme ve çatışmaların tuzu biberi olmuştur.
Ardından “yargı” ile “yürütme”, “yüce mahkeme” olan Anayasa Mahkemesi ile hükümetin kapışması sahne almıştır. Ülke tarihinde ilk kez, askerlerin de karşı olduğu “parti kapatmaların zorlaştırılması” içerikli anayasa değişikliği nedeniyle mahkeme, hükümete bir “muhtıra” vermiş ve değişiklik taslağı askıya alınmıştır.
Yargıtay Başkanı S. Selçuk öteden beri ayrı bir baş çekmekte, hükümetle ve baskı politikalarıyla uyuşmaz bir görüntü vermekte, bir yandan demokratikleşmeyi diğer yandan ise bunu olanaksızlaştıran küreselleşme politikalarıyla AB üyeliğini savunmaktadır. Onun karşıtı bir zorbalık yanlısı olan Başsavcı V. Savaş, koltuğuna yeniden atanmayınca, önüne gelene sataşmalarıyla, herkese, “ülkeyi kimler koruyup kolluyormuş” dedirtmiştir.
Her uygulamasının problemler ve çatışmalarla birlikte gerçekleşmesi dolayısıyla “hükümetin her elini attığı işte bir sorun çıkıyor” ya da “beceriksiz hükümet” eleştirilerinin gazete köşelerinde görünmeye başlaması, kuşkusuz kalemşorların düzeni değil hükümeti feda etme eğilimi göstermelerinden kaynaklanmaktadır. Sorun, hükümetin becerisi sorunu değil, ama meşruiyetinin yalama olması sorunudur. Hükümet, bunca çekişme ve sorunlar oluşmasından, bu nedenle kaçınamamaktadır.
Son sorun ise, “Beyaz Enerji Operasyonu” soruşturmasında, DGM savcısı Talat Şalk’ın girişimleri üzerine patlak vermiştir. Bundan sonra yeni sorunların daha sık patlak vereceği öngörülmelidir.
Son sorun, gelişmelerin varabileceği noktayı göstermesi bakımından önemlidir. Enerji soruşturmasının, Şalk’ın yönünden özelleştirme politikalarının -yolsuzluklarla bağlantısı açısından da olsa- gözden geçirilmesi gerekliliğine doğru geliştiği anlaşılmaktadır. Adalet Bakanı, bu gözden geçirmenin gerekli olmadığını açıklamış ve bunun bir siyasi sorun olduğunu ileri sürerek Şalk’a “sen haddini bil!” mealinde bir açıklama ile yanıt vermiştir.
Savcı-hükümet çekişmesinde bir başka önemli unsur, Şalk’ın hükümetten değil ama IMF, Dünya Bankası ve AB temsilciliğinden konuya ilişkin bilgi ve belge istemiş olmasıdır. Burada, ya hükümete güvensizlik vardır -bunda şaşırtıcı bir yan bulunamaz, çünkü soruşturulan Enerji Bakanı’nın sorumluluğundaki uygulamalardır- ya da savcı, bilgi ve belgeleri asıl kaynağından toplama yoluna giderek hükümeti yine aşağılamış olmaktadır. Şöyle ya da böyle, hükümetin yargı ile çekişmesinin “münferit” olaylarla ve yalnızca Anayasa Mahkemesi ile sınırlı olmadığı kesindir.
Burjuva kuvvetler ayrılığı prensibine konu olan üç erkin de, hem yasama, hem yürütme ve hem de yargının birbirleriyle çekiştikleri ve çatışma halinde oldukları, artık herkes tarafından kabul edilmektedir. Hele parlamento, hem kendi yaptıkları ve yapmadıklarıyla hem de hükümet, askeriye ve yargıdan gelen baskılarla düşürüldüğü konumuyla işçi ve emekçiler nezdinde en küçük bir itibara bile sahip değildir.
“TEMİZLİK OPERASYONLARI”
500 büyük firmanın 2000 yılı gelirlerinin yüzde 80’ninden fazlasının üretim dışı alanlardan rant geliri olarak elde edildiği bir ülkede, ekonominin karakterine ilişkin olduğu kadar kayıt-dışı ekonomi alanındaki vurgunların, yolsuzluğun, rüşvetin boyutları hakkında da bir fikir sahibi olmak mümkündür. Ülke ekonomisinin sıradan tahminlerin ötesindeki büyüklükte bir ölçeği, yolsuzluk, rüşvet ve vurgun “ekonomisi” durumundadır. Bu durum, olağan ekonominin işleyişini etkilediği kadar, siyasi iradenin, bürokrasinin “illegal” yolla da olsa dolaysızca ekonomiye bağlanmasının “anası”dır.
Bu “ekonomik yapılanma”, ekonominin sağlığa kavuşturulması amacıyla olmasa bile, geniş ölçüde devlet imkânlarını kullanarak ülkenin zenginliklerinin kaymağını yiyen grupların paylaşım kavgalarından kaynaklanan çatışmaları su yüzüne çıkarmıştır. Giderek takılacak isim bulunma zorluğu çekilen “Bufalo”, “Fırtına”, “Balina” vb. “operasyonları” bu çatışmanın görünümleri olarak gündeme gelmiştir. Sözü edilen operasyonların en fazla kendine özgü gibi görünenleri bile, kıyısından köşesinden değil ama can alıcı yerlerinden büyük paylaşım gruplarına bağlanmakta; bir kısmının altından “Susurluk”, bir kısmının altından da eski cumhurbaşkanı Demirel ya da ANAP çıkmaktadır. Bir dönem banka ya da büyük işletmelerin özelleştirilmesinde en büyük alıcılar durumunda olan isimlerden bir kısmı bugün cezaevindedir.
Hesaplaşmaların ayrıntısına inmek yazımızın amacı dışında. Ancak şu saptamayı rahatlıkla yapabiliriz: Eskiden S. Demirel’in “aile fotoğrafında yer alan isimlerin tümü ve dolayısıyla paylaşımda önemli pay sahibi olan “Demirel ekibi”, şimdi devre dışı bırakılmıştır. Banka sahipleri M. Demirel, A. Balkaner, C. Çağlar ve faaliyetleri yasa ve düzen dışına sürülmüş, K. Çörtük ve Bayındırbank, içinden zor çıkacakları bir duruma düşürülmüş, S. Demirel’e tavuk beslemek olmasa bile gelir getirmeyen “barış elçiliği” kalmıştır.
Eskiden “5+5” diye bilinen cumhurbaşkanının görev süresinin uzatılması tartışmasında ANAP’la (Yılmaz) Demirel arasındaki tartışma ve kopuşmaya yol açan gerginliğin kaynağında yatan “Mavi Enerji” -Azerbaycan üzerinden Kazak ve Türkmen enerjisi proje ve ihaleleri dolayısıyla paylaşım kavgası, bir ekibin devre dışı kalmasından sonra, ikincisinin başına çorap örülmesi noktasına gelmiştir. Rusya ile ortak enerji projesi olan ve ihaleleri önemli ölçüde yapılan “Mavi Enerji” projesi de içinde olmak üzere bütün ihaleleri “Beyaz Enerji Operasyonu” adıyla soruşturma konusu olan Enerji Bakanlığı ve bağlı genel müdürlük TEAŞ’ın içine düşürüldüğü durum, şimdi pay kavgasında ANAP ekibinin zor durumda olduğuna işarettir. Enerji bakanlığı ANAP’ın elindeki kasadır ve ANAP, daha geri noktada bir paylaşıma razı edilerek/olarak şimdilik savuşturmuş göründüğü bir saldırıya uğramıştır. Çatışmanın bu noktada durulup durulmayacağı, Enerji Bakanının koltuğunu korumasıyla şimdilik sağlanmış olduğu anlaşılan uzlaşmanın sürüp sürmeyeceğini göreceğiz. Ancak hemen ardından bir ANAP’lı Belediye Başkanının yolsuzluk suçlamasıyla yine jandarma tarafından ekibiyle birlikte yaka paça gözaltına alınması ve askerlerin enerji soruşturması dolayısıyla bir general başkanlığında Avrupa’da iz sürmeye girişmesi, suların kolaylıkla durulmayacağı izlenimi veriyor.
AB ÜYELİĞİ VE ÜYELİK KOŞULLARI MERKEZLİ TARTIŞMALAR
İrili ufaklı kurum ve temsilcileriyle tekelci büyük patronların büyük bir tantanayla ilan ettikleri AB ve AB üyeliğine ilişkin “aşkları”nın “nikâh”la mutlu bir izdivaca dönüşmesinde karşılaşılan güçlükler, egemenler arasında öteden beri var olan sürtüşmeleri güçlendirerek yeni ve sertleşen tartışma ve çatışmalarının nedenini oluşturmuştur. Uluslararası sermayenin farklı mihrakları (başlıca ABD ve AB içinde yakınlaşan ve birliği hedefleyen Avrupa ülkeleri) arasındaki çelişmelerden yansıyan iç çekişmeler, Kopenhag, Helsinki ve son olarak Nice’te ileri sürülen ortaklık koşullarının yarattığı dalgalanmanın etkisiyle genişlemiş ve keskinleşme eğilimi göstermiştir. Bu çerçevede devletin çeşitli kurumlan birbirleriyle, büyük sermayenin siyasal partileri kendi aralarında ve çeşitli devlet kurumlarıyla çatışma görüntüsü vermeye başlamışlardır.
Başbakanlığı ve dışişlerini elinde tutan DSP, AB üyeliği ve bunun için Katılım Ortaklığı Belgesi’nde öngörülen koşulların Kıbrıs ve Ege’ye ilişkin olanları dışındakilerin karşılanmasına yatkın bir pozisyonda almış; “olmaz!” dediği Kıbrıs ve Ege sorunlarının ise zamana yayılarak tavsatılabileceğini düşünerek üyelik fikrine yakın durmaktadır. MİT Müsteşarı’nın “durup dururken” yaptığı ve “televole”lere de itiraz ettiği konuşmasında, Kürtçe TV ve eğitimin sorun oluşturmayacağını, hatta Kürtlerin düzene kazanılması bakımından bir ihtiyaç olduğunu ileri sürmesinin, Başbakan’ın (ve partisinin) kendi önünü açmak ve görüşlerine destek oluşturmak üzere gündem aldığı hemen her yerde konuşulup yazılmıştır. Ancak bu konuşma hemen önemli bir itiraz almıştır ve itiraz özellikle Başbakan Nice’deki AB toplantısındayken yüksek perdeden dile getirilmiştir. İtiraz eden, görüşleri önemsenmeyecek ikincil bir kişi ya da kurum değil, Genelkurmaydır ve itiraz, genelkurmay başkanı tarafından dile getirilmiştir.
Bu itiraz, çatışmanın alevlenmesinin ve bütün ağırlığıyla dışa vurmasının başlangıcı olmuş ve arkası çorap söküğü gibi gelmiştir. Genelkurmay sözcüsü, Harp Akademileri Komutanı ve bir dizi muvazzaf ve emekli asker AB ve koşulları konusunda görüşlerini belki farklı dozlarla ama aynı içerikte dile getirmiştir, içeriği, “AB üyeliği amacımızdır, Atatürk bize muasır medeniyet seviyesini ve Batı’yı işaret etmiştir, ancak Avrupalılar zorluk çıkarıyor ve bizi istemezmiş gibi davranıyorlar, üniter devletten ödün verilemez, Kürtçe TV ve eğitim bölünmeyi getirir” biçiminde olan askeri açıklamalar, hatta AB sözcülerinin PKK ağzıyla konuştuğunu, Sevr’i gündeme getirdiklerini ve bölücülük yaptıklarını ileri sürmeye kadar vardırılmıştır. Diplomatik bir dil kullanılan askeri açıklamalardan anlaşılan, Genelkurmay’ın AB ve üyelik karşısında en azından mesafeli durduğudur. Bunda, üyelik koşullarından olan MGK’nın işlev ve bileşiminin değiştirilmesinin rolü olduğu kadar, “Avrupa Ordusu” olarak anılan Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği sorununda Avrupa ülkeleriyle Türkiye arasında yaşanan tartışmanın da rolü vardır. Her iki sorun da, AB üyeliği durumunda Genelkurmay’ın bugünkü tayin edici konumunu ortadan kaldırıcı niteliktedir ve öncesi bir yana Cumhuriyet’ten bu yana iktidarı asıl olarak elinde tutan bu kurum tarafından, işlevsizleşmenin kolaylıkla kabul edilebileceği beklenemez. Sonuç olarak, gerek üniterizm yüceltisi gerekse işlev kaybı dolayısıyla bugünkü koşullarda Genelkurmay’ın, diplomatik dille yaptığı “biz de istiyoruz, ama…” açıklamalarıyla AB üyeliğine karşı pozisyonda olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kuşkusuz, bu değişmez bir pozisyon değildir ve yeni faktörlerin de katılmasıyla yeni pazarlıklar ve tutum değişiklikleri mümkündür. Ancak başında bulunduğu ülkenin ve onun içinde yer aldığı bölgenin her açıdan öneminin en çok farkında olanlar arasında yer alan Genelkurmay’ın, elindeki kozları sonuna kadar kullanmadan, kendi imtiyazları da içinde olmak üzere, AB ile “kötü” bir pazarlığa pek yanaşmayacağı gibi, bu yöndeki gidişe de engel çıkaracağı tahmin edilebilir. Nitekim en çok AB üyeliğine eğilim gösteren ve katılım ortaklığı belgesinde ileri sürülen tüm koşulları kabul edilebilir bulan ANAP’ın son günlerde başına gelenlerin, bu görüş farklılığıyla izah edilmesi için pek çok neden ileri sürülebilir. “Beyaz Enerji Operasyonu”nun dün değil de bugün patlak vermesi, jandarma eliyle yürütülmesi, “çizin onun üstünü” diyen ve bulunamaması askeri hiyerarşi içinde imkânsız olan askeri yetkilinin bir türlü tespit edilemeyişi, ANAP’ın dosyasının belirli bir işaretle çekmecelerden çıkarıldığının belirtileridir.
Öte yandan, Macaristan, Çekoslovakya ve Polonya’nın gerçekleşmekte olan AB üyeliği üzerinden, başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupalı emperyalistlerin Rusya ile sınırdaş hale gelecek olmaları, onlar açısından da jeostratejik konumu açısından Türkiye’nin önemini azaltmakta, “dik başlılığının” yanı sıra dev ekonomik ve sosyal sorunlarıyla Türkiye’den ve kuşkusuz finansmanından uzak durmalarını beslemektedir. Dolayısıyla Türkiye açısından olduğu kadar Avrupa ülkeleri açısından da Türkiye’nin üyeliğinin iyice tavsadığı söylenebilir.
Fransa’nın, Ermeni soykırımı yasasını kabul etmesinden sonra gerginleşen ve daha da gerginleşme işareti veren Türkiye-Fransa ilişkileri, Türkiye’nin AB karşısındaki pozisyonunu etkileyecek ve AB üyeliğine yakın duran güçlerin pozisyonlarını zorlaştıracak görünmektedir. Nitekim Fransız firmalarına karşı başlayan ihale tırpanları, AB’den yana duran TÜSİAD’ın da bu konuda sesini şimdiden kısmış gibidir. Fransa ve AB’den gelmesi muhtemel yanıt ya da yanıtların AB üyeliği macerasını ve bu maceraya atılma heveslilerini daha da olumsuz etkileyeceği ise, şimdiden tahmin edilebilir.
Öte yandan Türkiye-Yunanistan ilişkileri, deprem sonrası girdiği bahar havasından sıyrılmakta, işler yeniden sarpa sarmaktadır. Hem ABD ve hem de AB politikalarının değişik amaçlarla da olsa öngördüğü Türkiye-Yunanistan yakınlaşması, bölgedeki paylaşım kavgası nedeniyle gerçekleşecek gibi görünmemektedir. Kıbrıs’ın AB üyeliği, KKTC’nin durumu ya da Türkiye’nin Kıbrıs’tan tümüyle vazgeçmeyi düşünmemesi
(bunu, Türkiye ile birlikte ABD ve İsrail’in düşünmesi için bir neden yoktur), bir NATO manevrasında yine sorun olan Fır hattı ve kıta sahanlığıyla birlikte Ege sorunu, bugün için Türkiye-Yunanistan anlaşmazlığının çözülebilir olmadığını göstermektedir. Ve Türkiye açısından sorun, yalnızca Yunanistan ile olan bir anlaşmazlığın ötesinde, aynı zamanda, AB ve farklı bir içerikle olmakla birlikte ABD ile bir anlaşmazlık konusu oluşturmasındadır. Türkiye bu yönden de sıkışık bir durumda bulunmaktadır.
IRAK İLİŞKİLERİ VE KÜRT SORUNU
AB tartışmalarının merkezinde yer almış görünen Kürtçe TV ve eğitim. ABD ve Irak’la ilişkilerde de önemli bir köşe taşı durumundadır. ABD’nin Barzani ile Talabani’yi Amerika’da buluşturması ve “devlet olmayan bir Kürt devleti”nin temellerinin burada atılmasıyla, Irak sorununun Türkiye bakımından önemi arttı. Gerçi Barzani ve Talabani’nin ardından Ankara’da bir araya gelerek yaptıkları bir Ankara antlaşmasından söz edildi, ancak Kürt sorununa ilişkin ABD ve Türkiye’nin birbiriyle çakışmayan yaklaşımları ve kuşkular varlığını korudu. ABD, Irak merkezi yönetimini, lanetlediği Saddam’ı ileri sürerek hesap dışı tutar ve Kürt muhalefetinin omurgasını oluşturduğu Irak muhalefetine oynarken, Kürt muhalefeti, Türkiye için hep bir kaygı unsuru ve Türkiye’yi ve ülkedeki muhalif Kürt potansiyelini olumsuz etkileyecek bir unsur olarak ele alındı, ancak PKK’ye karşı kullanılmak bakımından bir değer taşıdı. Sonunda Türkiye, Irak’a insani yardım gerekçesiyle ambargo ve hava ulaşımı yasağını deldiği gibi diplomatik ilişki kurmak üzere düğmeye bastı. Şimdi Irak, ABD’nin “terörist ülke” saydığı bir konumdayken Türkiye onunla ilişki kurmuş durumda.
Öte yandan A. Öcalan teslim alınırken ABD ile yapıldığı anlaşılan “öldürülmeyeceği”ne ve Kürt sorununa belirli bir çözüm bulunacağına dair anlaşmaya karşın, özellikle Genelkurmay’ın sorunun askeri yöntemle kökten halli politikasında ısrarlı olduğu, son Kuzey Irak harekâtından anlaşılıyor. PKK’nin hiç eylem yapmamacasına tamamen sınırların ötesine çekilmesiyle yetinilmediği, KDP ile YNK’nin PKK’nin üzerine yöneltilerek ve arkadan kuşatılarak PKK sorununun bitirilmek istendiği görülüyor. Ancak olayın bundan ve hatta bugün için Kürt sorunundan önemli yanı, Irak’la da ilişkili olarak, ABD-Türkiye ilişkileridir. Türkiye bu noktada ABD karşısında belirli bir diklenme tavrı içindedir. Bu durum, CIA’nın 2015 perspektif raporuna yansımış ve bölge “ikinci dereceden güvenilmez bölge” olarak tanımlanmış bulunmaktadır.
Irak ve Kürt sorunu dolayısıyla ABD çıkar ve politikalarıyla içine düşülen çelişkili durumun, zaten sorunlu olan Kafkasya, Orta Asya üzerindeki ABD ile işbirliğini etkileyeceği ortadadır. Başlıca enerji sorununda baş gösterebilecek anlaşmazlığın ciddi sonuçları olabilecektir. Şimdiden Bakû-Ceyhan boru hattıyla Azeri ve Kafkas ötesi petrollerin değerlendirilmesi projesinde ortaya çıkan yeni tıkanma, herhalde, ekonomik kârlılık gibi ölçütlerden çok, öncelikle bu çerçevede ele alınmak gerekmektedir.
ABD ile olan ilişkiler, şimdilik devlet politikası olarak başlıca Genelkurmay’ın inisiyatifi ile yürütülmekte, ülke içinde henüz muhalifi ortaya çıkmamış görünmektedir. Ancak muhatabı ABD olunca, bu durumun ya değişeceği ya da muhalifsiz devam etmeyeceğini söylemek yanlış olmaz. Üstelik ABD’nin bugünden Fethullah Gülen türünden bir muhalifi kendi ülkesinde barındırdığı hatırlanmalıdır.
MHP FAKTÖRÜ
Bu hengâme içinde, eline geçirdiği büyük parti olma ve hükümet ortaklığı imkânını en iyi değerlendirmeye çalışan ve -özellikle Ecevit sonrası için- tekellerin asıl partisi olmayı hedefleyen MHP, orijininden gelen ideolojik tutumların da etkisiyle, Genelkurmaydı en yakın ve onun tutumlarını en çok gözeten parti olarak durmaktadır. Ancak onun da hemen her irili ufaklı olayda suçlanmaktan kaçamadığı zayıf karnı, vurdulu kırdılı pratiğine yön veren ideolojik eğilimleriyle birlikte, geçmişidir.
Örneğin özelleştirmeleri, yani ülkenin stratejik değere sahip olanları da içinde olmak üzere bütün işletmelerinin haraç mezat satılmasını benimseyen, örneğin ülkenin hukuk sistemi ve mahkemelerinin emperyalist tekeller lehine yetkisizleştirilmelerini, yani uluslararası tahkimi onaylayan ve bu yönleriyle önde gelen ideolojik argüman olarak kullana-geldiği “vatan” ya da “üniter devletin savunulmasının adını anmayan MHP’nin; Kıbrıs, Ege, Kürtçe TV ve eğitim sorunlarında eski argümanlarını kullanmak işine gelmekte ve kullanmaktadır. Bu işine geleni yapma pragmatizmi, MHP’nin büyük sermayenin esas ve büyük partisi haline gelebilmesi için zorunludur; ancak eskinin kalıntıları, bu partiyi hâlâ zora sokmaya devam etmektedir.
Af sorununda MHP’nin tam işbirliği yaptığı DSP ve Ecevit’i vatan hainlerini savunmakla suçlayan bir milletvekili bu partiden çıktığı gibi, son TBMM içtüzük değişikliği tartışmalarında yaşanan kavga ve DYP milletvekilinin ölümü olayının kahramanları bu partidendir ve MHP olayın göbeğindedir. Haluk Kırcı ve diğer Susurlukçularla bağlantısı dönüp gelip sık sık MHP’nin ayağına dolaşmaktadır. Kendi bakanını cumhurbaşkanlığına aday olduğu gerekçesiyle döven milletvekili bu partide hâlâ el üstündedir. “Bizi satanı biz de satarız” sloganını başlıca MHP’ye karşı atan ve onu eski tutumuna çağıran Çevik Kuvvet polislerinin isyanı ve yaptıkları gösteri yürüyüşü, genel sloganları dolayısıyla, aynı zamanda, hemen MHP bağlantısını kurdurmuştur. Ulaştırma Bakanı eski ideolojik kaygılarını ciddiye alsa gerek, Telekom’un bütünüyle özelleştirilmesine karşı çıkmasa bile, satışa sunulan yüzde otuz küsur hisseye yönetim hakkının da verilmesine itiraz etmiş ve el altından Telekom Genel Müdürü ile birlikte itirazını hâlâ sürdürüyor görünmektedir. Sonuçta, hangi olur olmaz taşın altından ne zaman çıkacağı belli olmayan görüntüden kurtulamayan bir MHP, büyük sermayeye ana parti olabilme açısından en azından henüz güven vermez görünmekte; ama bu uğraş içinde bir yandan “aklıselimi” oynamaya çaba göstermekte, bir yandan da en sağlam görünen Genelkurmay’a göre kendi hizasını almaktadır.
MHP’nin, verdiği görüntü de içinde olmak üzere, işini zorlaştıran temel faktör; “vatan” ve “millet’in hastalıklı bir yüceltisine dayanan tüm geçmiş tutumlarıyla birlikte özellikle son seçimde ileri sürdüğü bütün vaatlerle çelişen IMF politika ve uygulamalarının “koç başları”ndan biri olarak, halkı aldatabilir olmaktan hızla uzaklaşması ve ezilenler nezdinde itibarını ciddi biçimde kaybetmeye başlamasıdır.
DALGALI MUHALEFET
Muhalefetteki DYP ve Çiller, S. Demirel’in örgütlemesi muhtemel saldırıdan kurtulmuş görünmektedir. Kolu kanadı kırılmış, ekibi dağıtılmış, hareket edemez hale gelmiş Demirel, İsmet Sezgin, İlhan Kesici ve Yalım Erez ekibi ile yeni bir parti kurma girişiminden vazgeçmiş haldedir. Demirelsiz böyle bir parti girişiminin tutmayacağı ise eski örneklerinden bellidir.
DYP, ANAP’la eskiden sürdürdüğü yarışma ve çekişmenin, hem kendisi hem de ANAP’ın pozisyonlarını yitirmeleri nedeniyle sonuna yaklaşmıştır; ancak yine de ANAP’ın ayağını kaydırarak yerini almaya oynamaktadır. Bu partinin bir süredir MHP ile sürtüşmeleri artmaktadır. DYP’deki eski MHP’liler, transfer hesapları, aynı tabana oynamak ve MHP’nin “ana parti” olmaya soyunması, bu sürtüşmenin kaynağı görünümündedir; nitekim meclis kavgasında kalp krizinden ölen DYP Urfa milletvekilinin Viranşehir’deki son cenaze töreninde yoğun olarak “kahrolsun MHP” sloganları atılmıştır.
Bunun ötesinde, DYP, 28 Şubat’la birlikte “lanetli” ilan edilmiştir ve Genelkurmayla arası açılmıştır, işi bu yönüyle zordur ve ciddi bir değişiklik geçirmeden yeniden yıldızının parlaması pek mümkün görünmemektedir.
FP’ye gelince, 28 Şubatın gelişmesinin önünü kestiği ve güçlerini dağıttığı bu parti, bir yandan hâlâ kapatılma tehdidi altında bir “lanetli”dir, diğer yandan ciddi bir bölünme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bölünme, doğrudan 28 Şubat baskısının sonucudur. Bu baskıyla, bütün eski programı ve politikalarından vazgeçme durumunda kalan parti içinde, şimdi yeni duruma olduğu kadar küreselleşme politikalarına tam uyum öngören bir yapılanma baş göstermiştir. “Yenilikçiler” adıyla ortaya çıkan ekip, son FP Kongresi’ni kıl payı kaybetmiştir ve şimdi ayrı parti kurmayı tartışmaktadır. Özal’ın “dört eğilimi birleştirme” politikasına atıflarda bulunan ve yeni liberal görünümlü bir partiyi hedefleyen “Yenilikçiler”, aslında yeni yapılanma öngördükleri “pazar”da pek de boşluk olmaması nedeniyle, parti olarak ortaya çıktıklarında hüsrana uğramaktan kaçınamayabilirler, ama satacak malları olduğuna inanmaktadırlar. Ancak öyle ya da böyle FP’de bir bölünme kendisini dayatmış durumdadır.
Üzerinde durulan çekişme ve çatışmaların hiçbir tarafının, emekçilerin hareketine doğrudan yardımının olabilmesi, kuşkusuz beklenmemelidir. Çatışan taraflardan ya da oluşabilecek bölünmelerden hiçbiri, emekçilerin çıkarını ve hayrını gözetiyor değildir. Dolayısıyla emekçiler bu taraflardan herhangi birine katiyen bel bağlayamaz ve kendi geleceğini bu güçlerden birinde bulamaz. Ne TÜSİAD, ne ABD, ne AB, ne Çevik Kuvvet ne de tekellerin partilerinden biri, emekçileri, talep ve hareketini gözeten güçlerden değildir. Birinin diğerine üstün gelmesi, emekçiler ve hareketi açısından doğrudan bir ilerletici faktör değildir, olamaz.
Şubat 2001