Cezaevleri sorunu, 2000’in son günlerinde, Türkiye’nin yoğun gündemi içinde kendisine yer bulan bir konu oldu.
Kuşkusuz Türkiye gibi bir ülkede, cezaevleri sorunu her zaman şöyle ya da böyle gündeme gelmiştir. Ancak “ölüm orucu” merkezli ve “F tipi cezaevlerinin açılması” gibi önemli argümanlarla gündeme gelmesi ve yol açtığı katliamla gelişmeler kamuoyunu derinden sarsan etkiler bıraktı. Ve olup bitenler; cezaevleri sorunundan da öte Türkiye’nin siyaset ve yargı sisteminin, kimi siyasi çevrelerin “devrimcilik” anlayışı ve “politika yapma tarzları”nın da sorgulandığı bir sürece karşılık geldi ve öyle görünmektedir ki; bundan böyle de, bu tartışma her iki yönüyle de sürecektir.
Cezaevleri, her sistemin aynasıdır.
Eğer bir ülkede cezaevleri siyasi mahkûmlarla doldurulmuşsa, o ülkede “demokrasi var” deniyorsa; cezaevleri o ülkede hüküm sürenin sadece laf demokrasisi olduğunun göstergesidir. Ya da bir ülkede, cezaevlerine kapatılmış olanlar; ayrıca bir baskı altında tutuluyor, cezaevlerine konulan mahkûmlar arasında ayrımcılık yapılıyorsa; mahkemelerin verdiği kararlardan öte ayrıca bir cezalandırma olarak infaz yöntemi devreye giriyorsa, o ülkede kuşkusuz ki resmi sistemin çağrıştırdığından çok daha acımasız, daha baskıcı bir sistemin yürürlükte olduğu apaçıktır.
F tipi cezaevi sistemi; aslında Türkiye’de rejimin ne kadar “demokratik” olduğunu, bırakalım demokrasiyi, kendi tarif ettikleri “demokrasi” ile bile çeliştiklerini, tarif edilen ile gerçekte olanın tamamen farklı olduğunu gösteren bir örnektir. Çünkü F tipi cezaevi sistemi, sadece siyasi tutuklu ve mahkûmları “tecrit” eden değil, aynı zamanda mahkûmlar arasında ayrım yapan, az çok demokratik bir yargı ve infaz sisteminde görülmeyecek biçimde ayrımcı bir sistemi de temsil etmektedir.
12 Eylül sonrasının Türkiye’si, cezaevlerinin siyasi mahkûmlarla doldurulduğu, siyasi mahkûmların sayısının on binlerle ifade edildiği bir ülkedir. Bu yüzden de; öncesini bir yana bıraksak bile, 20 yılı aşkın bir zamandan beri cezaevleri devrimci mücadelenin, sınıflar mücadelesinin bir alanı olagelmişlerdir. Bu sadece Türkiye için değil, ama sisteme karşı mücadele edenlerin, egemen sınıfların siyasi rakiplerinin az çok kitlesel olarak cezaevlerine konulduğu her ülkede ve her dönemde cezaevlerinin demokrasi ve özgürlük mücadelesinin bir alanı olduğu, sınıflar mücadelesine dair en çok bilinen gerçeklerden birisidir.
Türkiye’de de cezaevleri, ülkenin yakın tarihinde, önce “12 Mart darbesi” sonrasında devrimcilerin kitlesel olarak cezaevlerine kapatılmasıyla bu anlamda gündeme gelmiş, mücadelenin bir alanı olarak işlev görmüştür. 12 Eylül’den sonraki yıllarda (ve günümüzde de) cezaevleri mücadelenin bir alanı olarak rol oynamışlardır. En azından devrimcilerin kendi kişiliklerini korumaları, siyasi görüşlerinin gereği gibi yaşama ve davranma imkânlarını elde etmek için bir mücadele içinde oldukları alanlar olmuşlardır. Ancak, cezaevlerinde devrimciliği devletle, devletin silahlı güçleriyle devrimci siyasi gruplar arasında bir çatışmaya indirgeyen anlayışların etkin olduğu ölçüde cezaevlerindeki mücadele “sol cenah”ta, sınıflar mücadelesi ve onun temposu ve sorunlarından bağımsız olarak daha çok öne çıkarılmış, dışarıdaki etkinliği azalan siyasi gruplar bu etkinliklerini sürdürmek için cezaevlerindeki mücadeleyi “belirleyici” bir düzeye çıkarırken, açlık grevi, ölüm orucu gibi, kısmen ve sınırlı bir alanda kullanıldığında bir anlamda etkili ve propagandif bir değeri olabilecek yöntemler, kullananı vuracak bir araca da dönüşmüşlerdir. Özellikle işçi ve emekçi sınıfların kurtuluşu için yola çıktığını iddia eden grupların işçilerden, emekçilerden umutları kesildiği ölçüde, kendilerinin “kurtarıcı” olduğuna dair kanıları güçlenmiş, böylece de; kendileri neredeyse orayı “devrimin kalesi” olarak ilan eden, öznel idealist “devrimci anlayış” her şeyin üstünü örten bir “dayatma” halini almıştır.
Geçmişte, kendileri üniversitede yoğunlukta olduğu için “üniversitelerin devrimin kalesi” olduğunu öne süren siyasi görüşler, kendilerinin cezaevlerindeki sayılan arttığı ölçüde, “kalenin yerini” değiştirme ihtiyacı ortaya çıkmış ve bu tartışmalar içinde “cezaevleri kalelerimiz” iddiası öne çıkmış, cezaevindeki her eylem, “dışarıya” bir mesaj, “içeri”nin “dışarı”ya bir “yol göstericiliği” olarak algılanır, savunulur olmuştur. Böyle bir anlayışı savunmanın imkanları kısıtlandıkça da; cezaevlerindeki eylemler üstüne övgünün dozu artmış ve bu eylemlere biçilen misyon büyütülmüş, böylece de hem dışarıdaki hem de “içerdeki” yandaşlar daha büyük sorumluluk altına alınmak istenmiştir. Öyle ki; kavramlar üstünden kavgalar yürütülmüş, cezaevi ve buradaki siyasi hükümlü ve tutukluların adlandırmalarına ilişkin terminoloji bile “yeniden kurulmuş”tur.
YANLIŞI SAVUNMAK İÇİN BU GAYRET NİYE?
“Cezaevleri kalelerimizdir” sloganını bayrak edinmiş siyasi çevrelerin yanlışlığının en dramatik biçimde açığa çıktığı gelişmeler, 2000’in son günlerinde yaşandı.
“F tipi cezaevlerinin açılmasının önlenmesi” için, 2000 yılının ekim ayında başlatılan açlık grevleri ve ölüm oruçları, 30’u aşkın kişinin ölümü ve F tipi cezaevlerinin açılmasıyla yeni bir aşamaya geçti.
Bu süreç, Türkiye toplumunun en duyarlı kesimlerinin harekete geçtiği, olup biteni hemen herkesin yakından izlediği bir süreç olarak gelişti. Bu yüzden de burada, sorunun ayrıntılarına inmek, kimin hangi rolü oynadığını tartışmak yerine, sürece yön veren düşünceleri tarif etmek, bu düşüncelerin kaynaklan ve güncel bakımdan karşılık geldikleri politikaları tartışmakla sınırlı bir değerlendirme yapacağız.
Bir cezaevi eylemi için oldukça uzun olan (şu satırlar yazılırken bile “ölüm oruçları” sürüyordu) süreci iki aşamada ele alabiliriz.
Sürecin birinci aşaması, ilerici, devrimci, demokrat kamuoyu olarak ifade edebileceğimiz kesimlerin önemli bir bölümünün cezaevlerindeki baskı ve şiddete dikkatlerinin çevrildiği, F tipi cezaevlerinin ülkemizdeki demokrasi mücadelesine, insanca yaşama fikrine yönelmiş bir tehdit olarak, “kabul edilemez” olduğunu anlayıp, harekete geçtiği aşamadır ki bu aşama cezaevinde, ölüm orucunda olanlarla görüşmeye giden baro, TMMOB, TTB, İHD gibi kitle örgütü temsilcilerinin suçlanıp, devreden çıkarılmasına kadar gelişen aşamadır. “F tipi cezaevleri açılmasın”, “Ölüm oruçları ölümsüz bitirilsin” talebi etrafında oluşun ittifakın parçalanması sonrasında, cezaevlerine yönelik kanlı operasyon ve F tiplerinin açılmasıyla gelişen olaylar ise; sürecin ikinci aşaması olarak değerlendirilebilir. Ama bu yazı daha çok sürecin birinci aşamasının anlamı ve izlenen tutumun sonuçlarıyla sınırlı olacaktır.
Sürecin birinci aşamasında, F tipi cezaevlerinin ne olduğu kamuoyunda tartışılmış, aynı zamanda da, bu cezaevlerinin, bir cezaevinde bile olmasının kabul edilemeyeceği “tecrit”i esas alan bir “mimari yapı” ve “yasayı” esas aldığı anlaşılarak muhalefet genişlemiştir. Barolardan çeşitli siyasi partilere, TMMOB’dan TTB’ye, sendikalara kadar çeşitli emekçi örgütleri az çok bir tutum belirlemişler, “F tipi cezaevlerinin insani olmadığı”, bu yüzden de açılmaması gerektiğinde (açılacaksa bile mimari yapısı da dâhil “tecridi” esas alan yapı ve yönetim tarzı değiştirilerek açılması, bu değişiklikler yapılıncaya kadar açılmaması) ortaklaşarak mücadelenin içinde yer almışlardır. Yine bu mücadele içinde bir araya gelen parti, sendika ve kitle örgütleri, cezaevlerinde süren ölüm orucu ve açlık grevlerinin bitirilmesi için, hükümetin ve Adalet Bakanlığı’nın hükümlü ve tutukluların isteklerine tatmin edici bir yanıt vermelerini istemişlerdir.
İşte bu gelişmeler içinde, hükümet ve Adalet Bakanlığı, önce F tipi cezaevlerini “görücüye” çıkarmış, ne kadar “rahat” ve “modern” cezaevleri inşa ettiklerini, basını da kullanarak propaganda etmeye çalışmış, (tutuklu yakınları, basın mensupları, baro ve diğer kitle örgütü temsilcilerini cezaevlerine götürerek gezdirmiş ancak bu tutmayınca, adım adım F tipi cezaevlerindeki “eksik ve yanlışları” kabul ederek, Terörle Mücadele Yasası’nın 16. Maddesi’ni değiştirmek, denetleme kurulları vb. oluşturmak, F tipi cezaevleri üstünde toplumsal bir uzlaşma sağlanmasına kadar açılmasını ertelemek, F tiplerinin “mimari yapısı”nı tartışmaya açmak gibi “seçenekler”i gündeme getirmiştir. Ve bu sürecin ilerleyen safhalarında çeşitli heyetler cezaevlerine giderek, ölüm orucundakilerle görüşmüşlerdir. Burada şu gerçeklerin görülmesi gerekir;
1. Bu sürece katılan çeşitli kesimler; ne cezaevlerinde sürdürülen mücadele konusunda, ne de F tipiyle ilgili olarak, ölüm orucunda olanlarla aynı görüştedirler. Bu yüzden de “dışarıda” mücadeleye katılan çevreler; “ölüm orucu”nu tarz olarak benimsemediklerini, desteklemediklerini açıklamışlar; ama insani bir açıdan tutuklu ve hükümlüleri ölüm orucuna zorlayan koşulların kaldırılması, F tipi cezaevlerinin yargı ve siyasi bakımından demokratik ve insani olmadığı için “içerdeki mücadele” ile bütünleştiklerini açıkça ifade etmişlerdir.
2. Hükümet ve bakanlığın, süreç içinde “geri adım atması”nın nedeni, en azından sadece, hükümlü ve tutukluların açlık grevi ve ölüm orucunda olması değildir. Tersine; ortada belirli bir aşamadan sonra niyetleri ve eyleme katılış tarzları farklı da olsa ortak bir mücadele platformu etrafında birleşmiş, geniş bir kesimin yer almasıdır. Dahası, “ölüm orucu”nda olanlar, “Bunlar sadece destekçidir, asıl eylemci biziz” gibi garip ve anlaşılamaz bir ayrımın arkasına sığınarak yaptıklarını mazur göstermeyi amaçlasa da, bu “açıklama”, belirli bir aşamadan sonra, “ortak bir eylem”in oluştuğunu ortadan kaldırmaz. Yani süreç içinde eylem içerdekilerin ve dışarıdakilerin ortak bir eylemi haline gelmiştir. Yoksa malum siyasi çevrelerin göstermeye çalıştığı gibi, ortada bu “kahraman kişiler” tarafından yürütülen bir eylem var, dışarıdakiler de, kendi siyasetleri, kendi iradeleri olmayan bir kuru kalabalık olarak onların estirdiği cereyana kapılmış şekilsiz “destekçiler” olarak ortaya çıkmış, sonra da kaybolmuş değillerdir. Tam tersine, bu kesimde yer alan siyasi çevreler, insan hakları savunucuları ve çeşitli meslek örgütleri, yöntem olarak “ölüm orucunu” benimsemeyen örgütlerdir, bunu da her biri çeşitli vesilelerle açıklamışlardır, ama cezaevlerindeki zulme son verilmesini isteyen, “insani nedenlerde de, ölüm orucundaki insanların kurtarılması, onların ölmelerinin engellenmesi için çaba harcayan, bunun için eyleme geçmiş kesimlerdir. Yani bu çevrelerin de; eyleme katılırken kendilerine göre siyasi, ahlaki, mesleki vb. nedenleri vardır.
Ne var ki, ölüm orucu içinde yer alan çevrelerin en azından en kalabalık katılımla bu eylemi sürdürenlerin olup biteni böyle anlamadığı, anlamak istemediği görülmüştür. Tersine, “Mademki biz halk için ölen fedaileriz, kendisini halktan yana görenler de bizi kayıtsız koşulsuz desteklemelidir” dayatmasını kendilerine kılavuz edinmişlerdir. Bu yüzden de “ölüm orucu”nu “dışarıda” sürdürmek isteyenlere parti binalarını tahsis etmeyenler, “ölüm orucu doğru bir yöntem değil” diyenler, “şöyle bir noktada uzlaşılmalıdır” diye fikir belirtenler “karşı tarafın adamı”, “cezaevlerine saldırı düzenlenmesinin zeminini hazırlayanlar”, “Emin Çölaşan’la aynı saftakiler” olarak ilan edilmiştir. Bu da; “eylemin nasıl sonlandırılacağına sadece ölüm orucunda olanlar karar verebilir” denilerek bir “hukuka”, “meşruiyete” kavuşturulmak istenmiştir. Ama bu iddia ile yazılan bildiride, o koşullarda asla mümkün olmayan “ön koşullar” da öne sürülerek, aslında eylemin devamını ve nereye kadar devam edeceğine bildiriyi yazanlar karar vermiş, ama sadece lafta da “ölüm orucunda olanların karar vereceği” söylenmiştir.
Kaldı ki, bu tezin öne sürüldüğü günlerde, ölüm orucunda olanların sağlıklı karar vermesi için koşullarının hiç de uygun olmadığı herkesin malumuydu. Ancak bütün bir siyasi yaşamları boyunca dayatmacılığı, dünyanın merkezine kendilerini koymayı, narsisizmi, kendileri dışındaki herkesi sadece kendilerini desteklemek, kullanılmak için var olmuş saymayı, kamu vicdanına sığınmayı, şu veya bu vesileyle oluşmuş birlikleri kırıp yıkmayı bir politika tarzı olarak benimseyenlerin bu hassas ilişkileri, devletin cezaevleri politikası karşısında oluşmuş bu en geniş ittifakı görüp anlaması elbette beklenemezdi ve öyle de oldu. Cezaevi koşullarında, kendileriyle görüşmeye giden heyet üyelerine karşı bile aşağılayıcı suçlamalar yapmaktan çekinmeyen bu siyasi dar görüşlülük sonunda; o çok karşı göründüğü devletin, amacına varmasını kolaylaştıracak, kendilerini yalnızlaştırıp hükümetin kamuoyunda güç toplayacağı ne varsa onu yaptı. Ve kendileriyle ölüm orucunda birlikte olan bir siyasi çevrenin giriştiği polis otobüsüne yapılan saldırı da; bu halka ve emekçilere karşı sorumsuz, ölmeyi meziyet düzeyine yükseltmiş siyasi çevrelerin şiddeti üstlerine davette vardıkları son nokta oldu.
İTTİFAK PARÇALAMAK ÖVÜNÜLECEK BİR MARİFET MİDİR?
Bu aşamayla birlikte; ilerici kamuoyunun cezaevlerine olan ilgisi bölündü. Ve süreç içinde ortak davranış içine giren siyasi parti ve kitle örgütü temsilcileri; “bunlarla birlikte hiçbir şey yapılamaz” fikrine vararak, bulundukları noktadan bir adım geri çekilerek, sadece sorunun “bir an önce” ve “ölümler olmadan” çözülmesini isteyen bir çizgiye çekilmek zorunda kaldılar.
Ve bütün bu dar görüşlülük, müttefikleri içinde bölünme yaratan ve sonunda kendilerini tecrit ederek hükümetin ve bakanlığın hedefi haline getiren politikalarına mazeret olarak bu çevreler; “Bak Adalet Bakanlığının güvenilmez olduğu görüldü. F tipleri açılmayacak dendi, açıldı” olgusunu kullanıyorlar. Âlemi kör ve herkesi sersem yerine koyarak da; kendilerinin bu süreçteki rollerini, oluşmuş ittifakı bozan ve kendilerini de şiddete açık hale getiren politikalarını sorgulamak yerine; “İstanbul Barosu’nun önerisi çerçevesinde uzlaşılabilirdi” diyenleri de, “devlete” ve “cici Adalet Bakanı’na güvenen” safdiller olarak suçluyorlar.
Ve böylece de; bir kez daha onca keskinliğin, nasıl bir devlete güvenme inancının öteki yüzü olduğu görüldü. Çünkü onca cezaevi deneyimi olan kişilerin, ”devletten güvence” istemesinin, verdiği sözde durmasını beklemenin başka ne anlamı olabilir ki? Bırakalım F tipi gibi bir konuyu, basit cezaevi taleplerinde bile cezaevi yönetimlerinin; sadece bir tepki göreceğinden, başına daha çok bela açılacağından çekindikleri için “sözlerinde durduğunu” herkes bilirken, bu ulema devrimcilerin, kamuoyu desteği ve kendi aralarında ve kendileriyle kamuoyu arasında sağlanmış birliği koruma ötesinde hangi güvenceyi devletten alabilirlerdi ki? Ama ne yazık ki, bu devletten güvence peşinde koşanlar, aslında tek güvencelerini, F tipi cezaevlerine karşı oluşmuş birliği tahrip etmişler, böylece Adalet Bakanlığı ve hükümetin elini kolunu serbest hale getirmişler, onların amacına varması için yolu döşemişlerdir.
Bu konuda aslında çok lafa gerek yoktur. Olup bitenler ortada. F tiplerinin açılmaması için oluşmuş olan toplumsal muhalefetin dağılması, 30’dan fazla ölü, onlarca yaralı (şu anda 100. gününü de aşmış olan “ölüm oruçlarında daha ne kadar ölü ve kalıcı sakatlığın ortaya çıkacağı bilinmemesi de işin ayrı bir yanıdır) ve bunlardan da öte, “girmeyeceğiz”‘diye ilan edilen F tipleri bakanlığın umduğundan bile çabuk açılmıştır. Bunun da ötesinde bugün hükümet için en kazançlı yön ise; hükümetlerin yıllardır çözemediğini itiraf ettiği bir sorun olan cezaevleri sorununu, en azından şekli bakımdan çözmüş olmasıdır.
Peki, bu eylem halka, bırakalım halkı bu eylemi bir “kahramanlık destanı”, bir “zafer” olarak sunan devrimci gruplara hangi kazancı sağlamıştır? Hiçbir şey! Kayıpların ise ilk bilânçosu bile çok acı ve dramatiktir. Daha büyük etkileri, halkın içinde yarattığı tahribat ise, zamanla daha iyi görülecektir.
BİR ÖZELEŞTİRİNİN ZORUNLULUĞU DÖNEMİ
Cezaevleri gibi, ne kadar “iradeyle duvarların öneminin kalmayacağı” iddia edilirse edilsin, tecrit bir ortamda başlatılan ve gelişen, gerek ölüm orucuna katılanlar gerekse halk arasında büyük tahribatlara yol açan eylemin sonuçları üstünden iki değerlendirme yapılabilirdi. Birinci değerlendirme; bu eylemin bir anlayışın iflas etmiş olduğunun ilanı olarak görülmesi olabilirdi. Böylece de; bu eylemi, bu hale getirenlerin, koşullar doğru değerlendirilse başarılı olabilecek bir çıkışı yıkıma götürenlerin bundan böyle mücadeleye zarar vermeyecekleri bir eylem çizgisine dönmeleri söz konusu olabilirdi. Ya da tersi yapılabilirdi: ‘Bu eylem kahramanca hazırlanmış, kahramanca bitirilmiş, önceden belirlenmiş hedeflere varılmış bir eylemdir’ denilebilirdi. Böylece, bir kez daha “bizim dışımızdakilerin devrimcilikten, mücadeleden korktuğunu ispatladık”, “devrimcilik ölmektir”, “feda eylemlerimiz ses getirdi” vb. üstünde laf kalabalığı ile hâlâ olup biteni anlamayacak kadar kalın kafalı olanlarla bir koro oluşturulup doğru ile yanlışın sınır çizgisinin belirsizleştirilmesi üstünden bir çıkış yolu aranırdı.
Öyle görünmektedir ki ve ne yazık ki, bir yıkımla sonuçlanan bu gelişmelerin birinci dereceden sorumluları olanlar ikinci yolu seçmişlerdir. İnternet aracılığı ile yayınladıkları bildiriler, çağrılar, tepki gösterdikleri kişilere gönderdikleri “e-mailler” ve gazetelerine yazdıkları yazılarla ancak derin bir sübjektivizm içinde olanlarda görülebilecek bir ruh halini, hamasi bir kahramanlık edebiyatıyla harmanlayıp taraftarları için yutulur hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bu satırların yazarına gönderdikleri mektupta, (aynı mektup Vatan dergisinde de yayınlandı) “Hadi hadi durma, Narodniklerden başla yine… ‘Narodnikler de çok kahramandılar… Ama’ diye devam et. Hâlâ ordasınız demek ki!” diye, kendilerine nasıl eleştiri yöneltmemiz gerektiği konusunda yol gösterecek kadar “benmerkezcileşmiş”lerdir. Ama onca laf kalabalığı arasında bir şeyi unutmuşlardır ki, kendilerinin Narodniklikle suçlandığı dönemler çok gerilerde kalmıştır. Ve elbette kendilerine söylense hoşlarına gideceği anlaşılan “Narodnikçe kahramanlık” da onlar için çok gerilerde kalmıştır.
Çünkü her şeyden önce Narodnikleri “kahraman” yapan da, mazur gösteren de; onların henüz işçi sınıfının dünya görüşünün, Marksizm’in hemen hemen hiç bilinmediği bir ülkede ortaya çıkıp, kendi bildiklerini, halk için yararlı olduğuna inandıkları bir politika tarzını samimi bir biçimde uygulamaya yönelimleriydi. Bunu 1960’ların, 1970’lerin Türkiye’deki devrimci kuşakları için de söyleyebiliriz. Çünkü onlar da Marksizm kaynaklarından çok Marigellacı, Maocu, Guevaracı yorumlarından öğrenmişler, Marksizm adına her laf edeni Marksist sayacak, her sosyalizm diyene inanacak kadar samimi, bu anlamda da saf devrimcilerdiler. Bu yüzden de bir “Narodnizm”, “devrimci kahramanlık” sıfatlandırması onlar için geçerlidir ve aynı nedenlerle onların yanlışları hem mazur görülebilir hem devrimciler onların kahramanca çıkışlarından, halka bağlılıklarından pek çok değeri alıp öğrenmeyi, bu yanıyla da onları kendi eylemleri için örnek ve öğretmen olarak görmeye devam ederler, ediyorlar da. Eğer biraz zorlanırsa, ‘70 sonlarının kuşağı ve 12 Eylül sonrasındaki hesaplaşmalar öncesindeki devrimcileri de “Narodnizm”le eleştirebiliriz. Ama 2000 yılında, Türkiye’de onca acılı deneyimler yaşanıp dünyada olup bitenler bu ölçüde açıkça ortaya çıktıktan sonra, Narodnikleri taklit edenleri Narodniklikle eleştirmek elbette anlamsızdır. Ve bugün bireysel terörizmi esas alan politik anlayışlar, ölüm oruçlarını, intihar eylemlerini politikanın bir tarzı olarak gündeme getirenlere, devrimci saflara bunları “devrimci eylem biçimi” olarak sokmak isteyenlere Narodnik demek onlara paye vermek olur. Nitekim bunlar, eskiden kendisine Narodnik dendiği için tepki gösterenlerin, şimdi; “Hadi bize Narodnik deyin” diye, “Narodnik” denmekten gizli bir hoşnutluk duyacaklarını itiraf etmiş olmaları onların Marksizm’den ne kadar uzaklaştıklarının bir ifadesidir.
Elbette ki burada tartışma konusu yaptığımız, “ölüm orucu” ya da “feda” eylemine katılan kişilerin birer birer devrime inanç düzeyini tartışmak değil. Mutlaka onlar, inandıkları bir dava için, böylesi doğru olduğunu düşündükleri, ya da bir ortak karara boyun eğmeyi kendi devrimci anlayışlarına uygun gördükleri için bu yola girmişlerdir. Ama bu tarzı politika olarak benimseyen politik çizgi, politik hareketler, bugün geçmişte olduğu gibi bir samimiyet, bir saflık, dünyada olup bitenleri yeterince anlamamış gibi mazeretlerle mazur görülemez.
‘YAŞASIN ÖLÜM ORUCU DİRENİŞİMİZ’DEN ‘FEDA EYLEMİ’NİN KUTSALLIĞINA
“Ölüm orucu” üstünden politika yapan kesimlerin, cezaevlerine yönelik kanlı baskın sırasında “feda eylemi” diye niteledikleri kendini yakmalar ve nihayet “bomba insan” protestoları sonrasında gazete ve dergi sayfalarında, “feda eylemlerinin” önemi ve ne kadar büyük bir devrimci eylem olduğu üstüne övgülere ağırlık verildi. Ve “devrimcilik” yeniden tarif edildi.
Evet, devrimci mücadelenin her alanında fedakârlık vardır ve bu fedakârlık olmadan devrimciliğin olmayacağı da ortadadır. Elbette ki; koşullar gerektirdiğinde devrimcinin cezaevine düşmesini, hayatını vermekten çekinmemesini de kapsar. Ama bunlar devrimcilerin intihar eylemlerini desteklediği, kendisini öldürtmek için her vesileyi kullanacağı anlamına gelmez.
Örneğin yurt savunmasındaki her devrimci, bırakalım devrimciyi her asker, daha gerideki arkadaşlarına zaman kazandırmak, kendisinden boşalacak yere yeni kuvvetler gelmesi için zaman kazandırmak için yaşamını feda etmeyi göze alacak bir direnişe girer ve ölür ya da kalır ama “sonuna kadar” savaşır. Ya da; bir devrimci arkadaşlarının yaşamını kurtarmak için kendi yaşamını feda edecek bir eyleme girebilir. Yerine göre ağzından çıkmış bir lafı geri almamak için ölümü göze alır ya da mahkemelerde “yanlışını kabul et, seni idam etmeyelim” önerisini geri çevirir. Bu tür örnekler, hemen her ülkede her zaman görülen, devrimcilerin örnek alınacak eylemleridir. Ama cezaevlerindeki şu ya da bu talep için, günümüz koşullarında, bir cezaevi içi mücadele için, birçok devrimcinin hayatını ortaya atmak, üstelik sorunu “ya ölürüz, ya da hükümet isteklerimizi kabul eder” noktasına sürüklemek, eğer burjuvazi ve hükümetin “hükümlü ve tutukluların ölümü karşısında vicdanı sızlar ve geri adım atar” diye bir ön kabul yapılmıyorsa; yapılan, elbette bir fedakârlıktan çok bir “intihar eylemi” olarak değerlendirilebilir. Ya da, devrimcilerin karşı tarafı protesto etmek için “kendini yakması”nın anlamı devrimcinin mücadele içinde yaşamını ortaya koyması ile benzeştirilemez ve bu nedenle olumlanacak bir şey olamaz.
Nitekim bu zihniyet; slogan olup, dışarıdaki destekçilerde de “Yaşasın ölüm orucu direnişimiz” gibi, direnişin ve ölümün kendisini amaç haline getiren, ölmeyi, geri kalanları kurtarma ya da davanın ilerlemesinin bir dayanağı değil, kendi başına kutsal bir eyleme dönüştüren bir mistisizmde simgelemektedir. Çünkü “ölüm orucu”nun kendisi bile tartışmalı bir eylemken, böylesi yüceltilip sloganlaştırılması elbette ki sadece eylemi değil ama bu eylemleri kutsayıp yücelten ideolojik-siyasi hattı da sorgulanır bir duruma itmektedir.
“Ölüm orucu” yoluyla bir hükümlü ve tutuklu kitlesinin ölüm kıskacına alınması, arkasından devletin saldırısını protesto için “kendini yakma” eylemleri, sonrasında da “bomba insanlar”ın ortaya çıkması aslında bu eylemlere yön veren düşünceyi de sergilemektedir. Ama aynı zamanda bir çelişkiyi de hatırlatmaktadır. Benzer eylemleri PKK yaparken eleştirellerin, bunları kendileri yaptığında “feda eylemi” adı altında yüceltmesi ayrı bir tartışma konusu olacak mahiyettedir.
“Ölüm orucu” yapan siyasi çevrelerin dergi ve gazetelerine bakıldığında da, artık onlar için ne emekçi sınıfların, ne halk yığınlarının talepleri ne de emek mücadelesinin sorunları kalmıştır. Bu yüzdendir ki; bu grupların çıkardığı her tür yayın; “ölüm oruçları”, “F tipi cezaevleri”, “ölüm” üstünden oluşturulmuş mistik bir ölüm tapıcılığı edebiyatıyla doldurulmaktadır. Onca olup bitenler; IMF programının krize saplanması, özelleştirmeler, işten atmalar, yabancı sermayeye ve rantiyecilere tanınan ayrıcalıklar, yeri göğü inleten yolsuzluklar, hırsızlıklar; bütün bunlar karşısında emekçi sınıfların mücadelesi ve kendi iktidar yollarındaki sorunlar bu bayların dikkati dâhilinde değildir. Onlar için varsa yoksa kendi “devrimcilikleri”, kendi “kahramanlıkları”dır! Bu yüzdendir ki; bu dergiler adeta bir kapalı devre yayına kilitlenmiş; kendilerini, kendi yaptıklarını övme ötesinde dünyadaki tüm sorunları ortadan kaldırmış bir benmerkezcilik etrafında dönüp durmaktadırlar.
Bu durum bile bu siyasi hareketlerin emekçi sınıflara, onların mücadelesine; emekçi sınıfların talepleri üstünden, yeni bir dünyanın, F tipi ya da başka tipten bir cezaevinin olmadığı bir dünya kurma mücadelesi olan gerçek bir devrimci mücadeleye ne kadar yabancılaştıklarını, ne kadar öznel idealizme, narsisizme sürüklenmiş olduklarını göstermektedir.
NARSİSİZMİ VOLONTARİZMLE AŞMAK YA DA ACILI ÇÖKÜŞ SÜRECİ!
Eğer devrimci olduğunu iddia eden bir siyasi hareket, emekçi sınıfların mücadelesiyle doğrudan bağlı olmayan bir “devrimcilik icat etmiş” ve sonra da kendi icadı bu devrimciliğe tapınmaya başlamışsa; söylenecek çok şey kalmamıştır. Dahası burada sözü edilen devrimcilik anlayışı; (ya da anlayışları) kendisini övmeyi öyle bir safhaya çıkarmıştır ki; bunun dışındakiler ancak kendilerini kayıtsız koşulsuz desteklerse, “iyi” olma şansına sahiptirler. Aksi halde, onlar ya işbirlikçidir ya da karşı tarafa hizmet etmektedir.
Bu yüzden de; bu çevrelerin davranışlarını adlandırırken siyasi literatürden çok mitoloji ve sanata ait bir kavramı, “narsisizmi” öne çıkarmak durumunda kalıyoruz. Çünkü bu siyasi çevrelerin bugün ulaştıkları aşama için başka herhangi bir adlandırma, durumu tam olarak ifade etmeye yetmemektedir.
“İrade”nin devrimci bir role sahip olabilmesi için; özgürlüğü, “zorunluluğun bilincine varılması” olarak tanımlayan Marksistlerden farklı olarak, bu çevreler “iradeyi her şey” sayan, böylece bir şey kendileri nasıl tarif ederse öyle olacağını sanmaya (yerine göre üniversitelerin, yerine göre cezaevlerinin “kale” ilan edilmesi, iradenin her şeyi değiştireceğine dair keskin saptamalar vs.) fırsat veren “volontarizmi” kendilerine kılavuz edinmektedirler. Üstelik bunun için, hem uluslararası hem de Türkiye’de dayanakları vardır. Örneğin “insan kendisini kendisi yaratır” diyen bir öznel idealizme dayanan varoluşçuluk (intihar bu öğretide dayanak bulur) bunlar için uluslararası dayanaktır. Dahası varoluşçular kadar bir öznel idealizm batağına batmadan; nesnel koşulları görmezden gelerek, “devrimci iradenin her şeyi değiştireceği” saçmalığı inandırıcı bulunamaz. Baylar, elbette ipliği pazara çıkmış bir varoluşçuluğu kendilerine yakıştıramazlar ama aynı iddiayı örneğin “Marksizm deterministtir ama Leninizm volontaristtir” diye yenileyen ve volontarist saflarda yer aldığını söylemekten çekinmeyen Mahir Çayan’ın benimsemekten çekinmeyecekleri bir ideolojik dayanağa sahiptirler.
Dahası bu çevreler; kendilerine yakıştırdıkları “kahramanlığı”, övünmeyi, sınıflar mücadelesi dışında tarif ettikleri “devrimciliği”, bu açık narsisizmi, kabul edilir kılmak için de bu çevrelerin volontarizm ihtiyaçları vardır. “Devrimci, iradesiyle her şeyi aşan”dır; bu yüzden de, yığınların yerine de, öncünün yerine de, silahlı ordunun yerine de onun geçirilmesi mümkün olduğuna göre, hem devrimci her övgüye layıktır hem de devrimciye övgü, sınıfa, halka, her şeye övgü yapmakla eşdeğerdir! Bütün mantıkları buna dayanmaktadır.
Böyle bir tarz, narsisizm ne kadar sağlıklı bir insan davranışıysa, böyle bir anlayış da ancak o kadar sağlıklı bir ideolojik tutum, ancak o kadar sağlıklı bir devrimcilik anlayışıdır.
Marksizm’in, işçi sınıfı hareketi içinde bir otorite olmasından bu yana, sınıflar mücadelesinin az çok önem kazandığı her ülkede ve her dönemde, Marksizm iddiasıyla ortaya çıkmış ama ona tam karşı bir doğrultuda davranan siyasi eğilimler ortaya çıkmıştır. Ama bu eğilimlerin Marksizm’den uzaklığı, dönemlere ve sınıf hareketinin görevleri ile ilişkilerine göre değişmiştir. Türkiye’de ise bu süreç giderek bu grupların Marksizm’den tümüyle uzaklaşarak, açıkça öznel idealist, volontarist bir çizgiye kaymaları süreci olarak gelişmiştir. Bugün ölüm orucunu başlıca eylem tarzı gören, açıkça sınıf hareketinin ihtiyaçlarından bağımsız bir devrimciliği yücelten, dahası ölümü kutsayan siyasi hareketler; sonuçta bir tür tarikatçılığa, bir tür mezhepçiliğe doğru ilerlemiştir.
Bu noktadan bakıldığında açıkça görülmektedir ki, bu siyasi çevreler, bir içe kapanma, dünyayı kendilerinden, kendi fikirlerinden ibaret görme hattında ilerlemektedirler. Son gelişmeler, ölümün açıkça kutsanarak, “feda” dedikleri intiharların, toplu ölümlerin yüceltilmesine vararak, ideolojik-siyasi bakımdan bir “son”a da işaret etmektedir. Bu nedenle olup bitenler; başka şeylerin yanı sıra, bu ideolojik-siyasi hattın (birçok siyasi grubu içeren bir hat) acılı çöküşünü yansıtmaktadır.
Şubat 2001