Ölümün kutsanması ve bir ideolojik-siyasi hattın çöküşü

Cezaevleri sorunu, 2000’in son günlerinde, Türkiye’nin yoğun gündemi içinde kendisine yer bulan bir konu oldu.
Kuşkusuz Türkiye gibi bir ülkede, cezaevleri sorunu her zaman şöyle ya da böyle gündeme gelmiştir. Ancak “ölüm orucu” merkezli ve “F tipi cezaevlerinin açılması” gibi önemli argümanlarla gündeme gelmesi ve yol açtığı katliamla gelişmeler kamuoyunu derinden sarsan etkiler bıraktı. Ve olup bitenler; cezaevleri sorunundan da öte Türkiye’nin siyaset ve yargı sisteminin, kimi siyasi çevrelerin “devrimcilik” anlayışı ve “politika yapma tarzları”nın da sorgulandığı bir sürece karşılık geldi ve öyle görünmektedir ki; bundan böyle de, bu tartışma her iki yönüyle de sürecektir.
Cezaevleri, her sistemin aynasıdır.
Eğer bir ülkede cezaevleri siyasi mahkûmlarla doldurulmuşsa, o ülkede “demokrasi var” deniyorsa; cezaevleri o ülkede hüküm sürenin sadece laf demokrasisi olduğunun göstergesidir. Ya da bir ülkede, cezaevlerine kapatılmış olanlar; ayrıca bir baskı altında tutuluyor, cezaevlerine konulan mahkûmlar arasında ayrımcılık yapılıyorsa; mahkemelerin verdiği kararlardan öte ayrıca bir cezalandırma olarak infaz yöntemi devreye giriyorsa, o ülkede kuşkusuz ki resmi sistemin çağrıştırdığından çok daha acımasız, daha baskıcı bir sistemin yürürlükte olduğu apaçıktır.
F tipi cezaevi sistemi; aslında Türkiye’de rejimin ne kadar “demokratik” olduğunu, bırakalım demokrasiyi, kendi tarif ettikleri “demokrasi” ile bile çeliştiklerini, tarif edilen ile gerçekte olanın tamamen farklı olduğunu gösteren bir örnektir. Çünkü F tipi cezaevi sistemi, sadece siyasi tutuklu ve mahkûmları “tecrit” eden değil, aynı zamanda mahkûmlar arasında ayrım yapan, az çok demokratik bir yargı ve infaz sisteminde görülmeyecek biçimde ayrımcı bir sistemi de temsil etmektedir.
12 Eylül sonrasının Türkiye’si, cezaevlerinin siyasi mahkûmlarla doldurulduğu, siyasi mahkûmların sayısının on binlerle ifade edildiği bir ülkedir. Bu yüzden de; öncesini bir yana bıraksak bile, 20 yılı aşkın bir zamandan beri cezaevleri devrimci mücadelenin, sınıflar mücadelesinin bir alanı olagelmişlerdir. Bu sadece Türkiye için değil, ama sisteme karşı mücadele edenlerin, egemen sınıfların siyasi rakiplerinin az çok kitlesel olarak cezaevlerine konulduğu her ülkede ve her dönemde cezaevlerinin demokrasi ve özgürlük mücadelesinin bir alanı olduğu, sınıflar mücadelesine dair en çok bilinen gerçeklerden birisidir.
Türkiye’de de cezaevleri, ülkenin yakın tarihinde, önce “12 Mart darbesi” sonrasında devrimcilerin kitlesel olarak cezaevlerine kapatılmasıyla bu anlamda gündeme gelmiş, mücadelenin bir alanı olarak işlev görmüştür. 12 Eylül’den sonraki yıllarda (ve günümüzde de) cezaevleri mücadelenin bir alanı olarak rol oynamışlardır. En azından devrimcilerin kendi kişiliklerini korumaları, siyasi görüşlerinin gereği gibi yaşama ve davranma imkânlarını elde etmek için bir mücadele içinde oldukları alanlar olmuşlardır. Ancak, cezaevlerinde devrimciliği devletle, devletin silahlı güçleriyle devrimci siyasi gruplar arasında bir çatışmaya indirgeyen anlayışların etkin olduğu ölçüde cezaevlerindeki mücadele “sol cenah”ta, sınıflar mücadelesi ve onun temposu ve sorunlarından bağımsız olarak daha çok öne çıkarılmış, dışarıdaki etkinliği azalan siyasi gruplar bu etkinliklerini sürdürmek için cezaevlerindeki mücadeleyi “belirleyici” bir düzeye çıkarırken, açlık grevi, ölüm orucu gibi, kısmen ve sınırlı bir alanda kullanıldığında bir anlamda etkili ve propagandif bir değeri olabilecek yöntemler, kullananı vuracak bir araca da dönüşmüşlerdir. Özellikle işçi ve emekçi sınıfların kurtuluşu için yola çıktığını iddia eden grupların işçilerden, emekçilerden umutları kesildiği ölçüde, kendilerinin “kurtarıcı” olduğuna dair kanıları güçlenmiş, böylece de; kendileri neredeyse orayı “devrimin kalesi” olarak ilan eden, öznel idealist “devrimci anlayış” her şeyin üstünü örten bir “dayatma” halini almıştır.
Geçmişte, kendileri üniversitede yoğunlukta olduğu için “üniversitelerin devrimin kalesi” olduğunu öne süren siyasi görüşler, kendilerinin cezaevlerindeki sayılan arttığı ölçüde, “kalenin yerini” değiştirme ihtiyacı ortaya çıkmış ve bu tartışmalar içinde “cezaevleri kalelerimiz” iddiası öne çıkmış, cezaevindeki her eylem, “dışarıya” bir mesaj, “içeri”nin “dışarı”ya bir “yol göstericiliği” olarak algılanır, savunulur olmuştur. Böyle bir anlayışı savunmanın imkanları kısıtlandıkça da; cezaevlerindeki eylemler üstüne övgünün dozu artmış ve bu eylemlere biçilen misyon büyütülmüş, böylece de hem dışarıdaki hem de “içerdeki” yandaşlar daha büyük sorumluluk altına alınmak istenmiştir. Öyle ki; kavramlar üstünden kavgalar yürütülmüş, cezaevi ve buradaki siyasi hükümlü ve tutukluların adlandırmalarına ilişkin terminoloji bile “yeniden kurulmuş”tur.

YANLIŞI SAVUNMAK İÇİN BU GAYRET NİYE?
“Cezaevleri kalelerimizdir” sloganını bayrak edinmiş siyasi çevrelerin yanlışlığının en dramatik biçimde açığa çıktığı gelişmeler, 2000’in son günlerinde yaşandı.
“F tipi cezaevlerinin açılmasının önlenmesi” için, 2000 yılının ekim ayında başlatılan açlık grevleri ve ölüm oruçları, 30’u aşkın kişinin ölümü ve F tipi cezaevlerinin açılmasıyla yeni bir aşamaya geçti.
Bu süreç, Türkiye toplumunun en duyarlı kesimlerinin harekete geçtiği, olup biteni hemen herkesin yakından izlediği bir süreç olarak gelişti. Bu yüzden de burada, sorunun ayrıntılarına inmek, kimin hangi rolü oynadığını tartışmak yerine, sürece yön veren düşünceleri tarif etmek, bu düşüncelerin kaynaklan ve güncel bakımdan karşılık geldikleri politikaları tartışmakla sınırlı bir değerlendirme yapacağız.
Bir cezaevi eylemi için oldukça uzun olan (şu satırlar yazılırken bile “ölüm oruçları” sürüyordu) süreci iki aşamada ele alabiliriz.
Sürecin birinci aşaması, ilerici, devrimci, demokrat kamuoyu olarak ifade edebileceğimiz kesimlerin önemli bir bölümünün cezaevlerindeki baskı ve şiddete dikkatlerinin çevrildiği, F tipi cezaevlerinin ülkemizdeki demokrasi mücadelesine, insanca yaşama fikrine yönelmiş bir tehdit olarak, “kabul edilemez” olduğunu anlayıp, harekete geçtiği aşamadır ki bu aşama cezaevinde, ölüm orucunda olanlarla görüşmeye giden baro, TMMOB, TTB, İHD gibi kitle örgütü temsilcilerinin suçlanıp, devreden çıkarılmasına kadar gelişen aşamadır. “F tipi cezaevleri açılmasın”, “Ölüm oruçları ölümsüz bitirilsin” talebi etrafında oluşun ittifakın parçalanması sonrasında, cezaevlerine yönelik kanlı operasyon ve F tiplerinin açılmasıyla gelişen olaylar ise; sürecin ikinci aşaması olarak değerlendirilebilir. Ama bu yazı daha çok sürecin birinci aşamasının anlamı ve izlenen tutumun sonuçlarıyla sınırlı olacaktır.
Sürecin birinci aşamasında, F tipi cezaevlerinin ne olduğu kamuoyunda tartışılmış, aynı zamanda da, bu cezaevlerinin, bir cezaevinde bile olmasının kabul edilemeyeceği “tecrit”i esas alan bir “mimari yapı” ve “yasayı” esas aldığı anlaşılarak muhalefet genişlemiştir. Barolardan çeşitli siyasi partilere, TMMOB’dan TTB’ye, sendikalara kadar çeşitli emekçi örgütleri az çok bir tutum belirlemişler, “F tipi cezaevlerinin insani olmadığı”, bu yüzden de açılmaması gerektiğinde (açılacaksa bile mimari yapısı da dâhil “tecridi” esas alan yapı ve yönetim tarzı değiştirilerek açılması, bu değişiklikler yapılıncaya kadar açılmaması) ortaklaşarak mücadelenin içinde yer almışlardır. Yine bu mücadele içinde bir araya gelen parti, sendika ve kitle örgütleri, cezaevlerinde süren ölüm orucu ve açlık grevlerinin bitirilmesi için, hükümetin ve Adalet Bakanlığı’nın hükümlü ve tutukluların isteklerine tatmin edici bir yanıt vermelerini istemişlerdir.
İşte bu gelişmeler içinde, hükümet ve Adalet Bakanlığı, önce F tipi cezaevlerini “görücüye” çıkarmış, ne kadar “rahat” ve “modern” cezaevleri inşa ettiklerini, basını da kullanarak propaganda etmeye çalışmış, (tutuklu yakınları, basın mensupları, baro ve diğer kitle örgütü temsilcilerini cezaevlerine götürerek gezdirmiş ancak bu tutmayınca, adım adım F tipi cezaevlerindeki “eksik ve yanlışları” kabul ederek, Terörle Mücadele Yasası’nın 16. Maddesi’ni değiştirmek, denetleme kurulları vb. oluşturmak, F tipi cezaevleri üstünde toplumsal bir uzlaşma sağlanmasına kadar açılmasını ertelemek, F tiplerinin “mimari yapısı”nı tartışmaya açmak gibi “seçenekler”i gündeme getirmiştir. Ve bu sürecin ilerleyen safhalarında çeşitli heyetler cezaevlerine giderek, ölüm orucundakilerle görüşmüşlerdir. Burada şu gerçeklerin görülmesi gerekir;
1. Bu sürece katılan çeşitli kesimler; ne cezaevlerinde sürdürülen mücadele konusunda, ne de F tipiyle ilgili olarak, ölüm orucunda olanlarla aynı görüştedirler. Bu yüzden de “dışarıda” mücadeleye katılan çevreler; “ölüm orucu”nu tarz olarak benimsemediklerini, desteklemediklerini açıklamışlar; ama insani bir açıdan tutuklu ve hükümlüleri ölüm orucuna zorlayan koşulların kaldırılması, F tipi cezaevlerinin yargı ve siyasi bakımından demokratik ve insani olmadığı için “içerdeki mücadele” ile bütünleştiklerini açıkça ifade etmişlerdir.
2. Hükümet ve bakanlığın, süreç içinde “geri adım atması”nın nedeni, en azından sadece, hükümlü ve tutukluların açlık grevi ve ölüm orucunda olması değildir. Tersine; ortada belirli bir aşamadan sonra niyetleri ve eyleme katılış tarzları farklı da olsa ortak bir mücadele platformu etrafında birleşmiş, geniş bir kesimin yer almasıdır. Dahası, “ölüm orucu”nda olanlar, “Bunlar sadece destekçidir, asıl eylemci biziz” gibi garip ve anlaşılamaz bir ayrımın arkasına sığınarak yaptıklarını mazur göstermeyi amaçlasa da, bu “açıklama”, belirli bir aşamadan sonra, “ortak bir eylem”in oluştuğunu ortadan kaldırmaz. Yani süreç içinde eylem içerdekilerin ve dışarıdakilerin ortak bir eylemi haline gelmiştir. Yoksa malum siyasi çevrelerin göstermeye çalıştığı gibi, ortada bu “kahraman kişiler” tarafından yürütülen bir eylem var, dışarıdakiler de, kendi siyasetleri, kendi iradeleri olmayan bir kuru kalabalık olarak onların estirdiği cereyana kapılmış şekilsiz “destekçiler” olarak ortaya çıkmış, sonra da kaybolmuş değillerdir. Tam tersine, bu kesimde yer alan siyasi çevreler, insan hakları savunucuları ve çeşitli meslek örgütleri, yöntem olarak “ölüm orucunu” benimsemeyen örgütlerdir, bunu da her biri çeşitli vesilelerle açıklamışlardır, ama cezaevlerindeki zulme son verilmesini isteyen, “insani nedenlerde de, ölüm orucundaki insanların kurtarılması, onların ölmelerinin engellenmesi için çaba harcayan, bunun için eyleme geçmiş kesimlerdir. Yani bu çevrelerin de; eyleme katılırken kendilerine göre siyasi, ahlaki, mesleki vb. nedenleri vardır.
Ne var ki, ölüm orucu içinde yer alan çevrelerin en azından en kalabalık katılımla bu eylemi sürdürenlerin olup biteni böyle anlamadığı, anlamak istemediği görülmüştür. Tersine, “Mademki biz halk için ölen fedaileriz, kendisini halktan yana görenler de bizi kayıtsız koşulsuz desteklemelidir” dayatmasını kendilerine kılavuz edinmişlerdir. Bu yüzden de “ölüm orucu”nu “dışarıda” sürdürmek isteyenlere parti binalarını tahsis etmeyenler, “ölüm orucu doğru bir yöntem değil” diyenler, “şöyle bir noktada uzlaşılmalıdır” diye fikir belirtenler “karşı tarafın adamı”, “cezaevlerine saldırı düzenlenmesinin zeminini hazırlayanlar”, “Emin Çölaşan’la aynı saftakiler” olarak ilan edilmiştir. Bu da; “eylemin nasıl sonlandırılacağına sadece ölüm orucunda olanlar karar verebilir” denilerek bir “hukuka”, “meşruiyete” kavuşturulmak istenmiştir. Ama bu iddia ile yazılan bildiride, o koşullarda asla mümkün olmayan “ön koşullar” da öne sürülerek, aslında eylemin devamını ve nereye kadar devam edeceğine bildiriyi yazanlar karar vermiş, ama sadece lafta da “ölüm orucunda olanların karar vereceği” söylenmiştir.
Kaldı ki, bu tezin öne sürüldüğü günlerde, ölüm orucunda olanların sağlıklı karar vermesi için koşullarının hiç de uygun olmadığı herkesin malumuydu. Ancak bütün bir siyasi yaşamları boyunca dayatmacılığı, dünyanın merkezine kendilerini koymayı, narsisizmi, kendileri dışındaki herkesi sadece kendilerini desteklemek, kullanılmak için var olmuş saymayı, kamu vicdanına sığınmayı, şu veya bu vesileyle oluşmuş birlikleri kırıp yıkmayı bir politika tarzı olarak benimseyenlerin bu hassas ilişkileri, devletin cezaevleri politikası karşısında oluşmuş bu en geniş ittifakı görüp anlaması elbette beklenemezdi ve öyle de oldu. Cezaevi koşullarında, kendileriyle görüşmeye giden heyet üyelerine karşı bile aşağılayıcı suçlamalar yapmaktan çekinmeyen bu siyasi dar görüşlülük sonunda; o çok karşı göründüğü devletin, amacına varmasını kolaylaştıracak, kendilerini yalnızlaştırıp hükümetin kamuoyunda güç toplayacağı ne varsa onu yaptı. Ve kendileriyle ölüm orucunda birlikte olan bir siyasi çevrenin giriştiği polis otobüsüne yapılan saldırı da; bu halka ve emekçilere karşı sorumsuz, ölmeyi meziyet düzeyine yükseltmiş siyasi çevrelerin şiddeti üstlerine davette vardıkları son nokta oldu.

İTTİFAK PARÇALAMAK ÖVÜNÜLECEK BİR MARİFET MİDİR?
Bu aşamayla birlikte; ilerici kamuoyunun cezaevlerine olan ilgisi bölündü. Ve süreç içinde ortak davranış içine giren siyasi parti ve kitle örgütü temsilcileri; “bunlarla birlikte hiçbir şey yapılamaz” fikrine vararak, bulundukları noktadan bir adım geri çekilerek, sadece sorunun “bir an önce” ve “ölümler olmadan” çözülmesini isteyen bir çizgiye çekilmek zorunda kaldılar.
Ve bütün bu dar görüşlülük, müttefikleri içinde bölünme yaratan ve sonunda kendilerini tecrit ederek hükümetin ve bakanlığın hedefi haline getiren politikalarına mazeret olarak bu çevreler; “Bak Adalet Bakanlığının güvenilmez olduğu görüldü. F tipleri açılmayacak dendi, açıldı” olgusunu kullanıyorlar. Âlemi kör ve herkesi sersem yerine koyarak da; kendilerinin bu süreçteki rollerini, oluşmuş ittifakı bozan ve kendilerini de şiddete açık hale getiren politikalarını sorgulamak yerine; “İstanbul Barosu’nun önerisi çerçevesinde uzlaşılabilirdi” diyenleri de, “devlete” ve “cici Adalet Bakanı’na güvenen” safdiller olarak suçluyorlar.
Ve böylece de; bir kez daha onca keskinliğin, nasıl bir devlete güvenme inancının öteki yüzü olduğu görüldü. Çünkü onca cezaevi deneyimi olan kişilerin, ”devletten güvence” istemesinin, verdiği sözde durmasını beklemenin başka ne anlamı olabilir ki? Bırakalım F tipi gibi bir konuyu, basit cezaevi taleplerinde bile cezaevi yönetimlerinin; sadece bir tepki göreceğinden, başına daha çok bela açılacağından çekindikleri için “sözlerinde durduğunu” herkes bilirken, bu ulema devrimcilerin, kamuoyu desteği ve kendi aralarında ve kendileriyle kamuoyu arasında sağlanmış birliği koruma ötesinde hangi güvenceyi devletten alabilirlerdi ki? Ama ne yazık ki, bu devletten güvence peşinde koşanlar, aslında tek güvencelerini, F tipi cezaevlerine karşı oluşmuş birliği tahrip etmişler, böylece Adalet Bakanlığı ve hükümetin elini kolunu serbest hale getirmişler, onların amacına varması için yolu döşemişlerdir.
Bu konuda aslında çok lafa gerek yoktur. Olup bitenler ortada. F tiplerinin açılmaması için oluşmuş olan toplumsal muhalefetin dağılması, 30’dan fazla ölü, onlarca yaralı (şu anda 100. gününü de aşmış olan “ölüm oruçlarında daha ne kadar ölü ve kalıcı sakatlığın ortaya çıkacağı bilinmemesi de işin ayrı bir yanıdır) ve bunlardan da öte, “girmeyeceğiz”‘diye ilan edilen F tipleri bakanlığın umduğundan bile çabuk açılmıştır. Bunun da ötesinde bugün hükümet için en kazançlı yön ise; hükümetlerin yıllardır çözemediğini itiraf ettiği bir sorun olan cezaevleri sorununu, en azından şekli bakımdan çözmüş olmasıdır.
Peki, bu eylem halka, bırakalım halkı bu eylemi bir “kahramanlık destanı”, bir “zafer” olarak sunan devrimci gruplara hangi kazancı sağlamıştır? Hiçbir şey! Kayıpların ise ilk bilânçosu bile çok acı ve dramatiktir. Daha büyük etkileri, halkın içinde yarattığı tahribat ise, zamanla daha iyi görülecektir.

BİR ÖZELEŞTİRİNİN ZORUNLULUĞU DÖNEMİ
Cezaevleri gibi, ne kadar “iradeyle duvarların öneminin kalmayacağı” iddia edilirse edilsin, tecrit bir ortamda başlatılan ve gelişen, gerek ölüm orucuna katılanlar gerekse halk arasında büyük tahribatlara yol açan eylemin sonuçları üstünden iki değerlendirme yapılabilirdi. Birinci değerlendirme; bu eylemin bir anlayışın iflas etmiş olduğunun ilanı olarak görülmesi olabilirdi. Böylece de; bu eylemi, bu hale getirenlerin, koşullar doğru değerlendirilse başarılı olabilecek bir çıkışı yıkıma götürenlerin bundan böyle mücadeleye zarar vermeyecekleri bir eylem çizgisine dönmeleri söz konusu olabilirdi. Ya da tersi yapılabilirdi: ‘Bu eylem kahramanca hazırlanmış, kahramanca bitirilmiş, önceden belirlenmiş hedeflere varılmış bir eylemdir’ denilebilirdi. Böylece, bir kez daha “bizim dışımızdakilerin devrimcilikten, mücadeleden korktuğunu ispatladık”, “devrimcilik ölmektir”, “feda eylemlerimiz ses getirdi” vb. üstünde laf kalabalığı ile hâlâ olup biteni anlamayacak kadar kalın kafalı olanlarla bir koro oluşturulup doğru ile yanlışın sınır çizgisinin belirsizleştirilmesi üstünden bir çıkış yolu aranırdı.
Öyle görünmektedir ki ve ne yazık ki, bir yıkımla sonuçlanan bu gelişmelerin birinci dereceden sorumluları olanlar ikinci yolu seçmişlerdir. İnternet aracılığı ile yayınladıkları bildiriler, çağrılar, tepki gösterdikleri kişilere gönderdikleri “e-mailler” ve gazetelerine yazdıkları yazılarla ancak derin bir sübjektivizm içinde olanlarda görülebilecek bir ruh halini, hamasi bir kahramanlık edebiyatıyla harmanlayıp taraftarları için yutulur hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bu satırların yazarına gönderdikleri mektupta, (aynı mektup Vatan dergisinde de yayınlandı) “Hadi hadi durma, Narodniklerden başla yine… ‘Narodnikler de çok kahramandılar… Ama’ diye devam et. Hâlâ ordasınız demek ki!” diye, kendilerine nasıl eleştiri yöneltmemiz gerektiği konusunda yol gösterecek kadar “benmerkezcileşmiş”lerdir. Ama onca laf kalabalığı arasında bir şeyi unutmuşlardır ki, kendilerinin Narodniklikle suçlandığı dönemler çok gerilerde kalmıştır. Ve elbette kendilerine söylense hoşlarına gideceği anlaşılan “Narodnikçe kahramanlık” da onlar için çok gerilerde kalmıştır.
Çünkü her şeyden önce Narodnikleri “kahraman” yapan da, mazur gösteren de; onların henüz işçi sınıfının dünya görüşünün, Marksizm’in hemen hemen hiç bilinmediği bir ülkede ortaya çıkıp, kendi bildiklerini, halk için yararlı olduğuna inandıkları bir politika tarzını samimi bir biçimde uygulamaya yönelimleriydi. Bunu 1960’ların, 1970’lerin Türkiye’deki devrimci kuşakları için de söyleyebiliriz. Çünkü onlar da Marksizm kaynaklarından çok Marigellacı, Maocu, Guevaracı yorumlarından öğrenmişler, Marksizm adına her laf edeni Marksist sayacak, her sosyalizm diyene inanacak kadar samimi, bu anlamda da saf devrimcilerdiler. Bu yüzden de bir “Narodnizm”, “devrimci kahramanlık” sıfatlandırması onlar için geçerlidir ve aynı nedenlerle onların yanlışları hem mazur görülebilir hem devrimciler onların kahramanca çıkışlarından, halka bağlılıklarından pek çok değeri alıp öğrenmeyi, bu yanıyla da onları kendi eylemleri için örnek ve öğretmen olarak görmeye devam ederler, ediyorlar da. Eğer biraz zorlanırsa, ‘70 sonlarının kuşağı ve 12 Eylül sonrasındaki hesaplaşmalar öncesindeki devrimcileri de “Narodnizm”le eleştirebiliriz. Ama 2000 yılında, Türkiye’de onca acılı deneyimler yaşanıp dünyada olup bitenler bu ölçüde açıkça ortaya çıktıktan sonra, Narodnikleri taklit edenleri Narodniklikle eleştirmek elbette anlamsızdır. Ve bugün bireysel terörizmi esas alan politik anlayışlar, ölüm oruçlarını, intihar eylemlerini politikanın bir tarzı olarak gündeme getirenlere, devrimci saflara bunları “devrimci eylem biçimi” olarak sokmak isteyenlere Narodnik demek onlara paye vermek olur. Nitekim bunlar, eskiden kendisine Narodnik dendiği için tepki gösterenlerin, şimdi; “Hadi bize Narodnik deyin” diye, “Narodnik” denmekten gizli bir hoşnutluk duyacaklarını itiraf etmiş olmaları onların Marksizm’den ne kadar uzaklaştıklarının bir ifadesidir.
Elbette ki burada tartışma konusu yaptığımız, “ölüm orucu” ya da “feda” eylemine katılan kişilerin birer birer devrime inanç düzeyini tartışmak değil. Mutlaka onlar, inandıkları bir dava için, böylesi doğru olduğunu düşündükleri, ya da bir ortak karara boyun eğmeyi kendi devrimci anlayışlarına uygun gördükleri için bu yola girmişlerdir. Ama bu tarzı politika olarak benimseyen politik çizgi, politik hareketler, bugün geçmişte olduğu gibi bir samimiyet, bir saflık, dünyada olup bitenleri yeterince anlamamış gibi mazeretlerle mazur görülemez.

‘YAŞASIN ÖLÜM ORUCU DİRENİŞİMİZ’DEN ‘FEDA EYLEMİ’NİN KUTSALLIĞINA
“Ölüm orucu” üstünden politika yapan kesimlerin, cezaevlerine yönelik kanlı baskın sırasında “feda eylemi” diye niteledikleri kendini yakmalar ve nihayet “bomba insan” protestoları sonrasında gazete ve dergi sayfalarında, “feda eylemlerinin” önemi ve ne kadar büyük bir devrimci eylem olduğu üstüne övgülere ağırlık verildi. Ve “devrimcilik” yeniden tarif edildi.
Evet, devrimci mücadelenin her alanında fedakârlık vardır ve bu fedakârlık olmadan devrimciliğin olmayacağı da ortadadır. Elbette ki; koşullar gerektirdiğinde devrimcinin cezaevine düşmesini, hayatını vermekten çekinmemesini de kapsar. Ama bunlar devrimcilerin intihar eylemlerini desteklediği, kendisini öldürtmek için her vesileyi kullanacağı anlamına gelmez.
Örneğin yurt savunmasındaki her devrimci, bırakalım devrimciyi her asker, daha gerideki arkadaşlarına zaman kazandırmak, kendisinden boşalacak yere yeni kuvvetler gelmesi için zaman kazandırmak için yaşamını feda etmeyi göze alacak bir direnişe girer ve ölür ya da kalır ama “sonuna kadar” savaşır. Ya da; bir devrimci arkadaşlarının yaşamını kurtarmak için kendi yaşamını feda edecek bir eyleme girebilir. Yerine göre ağzından çıkmış bir lafı geri almamak için ölümü göze alır ya da mahkemelerde “yanlışını kabul et, seni idam etmeyelim” önerisini geri çevirir. Bu tür örnekler, hemen her ülkede her zaman görülen, devrimcilerin örnek alınacak eylemleridir. Ama cezaevlerindeki şu ya da bu talep için, günümüz koşullarında, bir cezaevi içi mücadele için, birçok devrimcinin hayatını ortaya atmak, üstelik sorunu “ya ölürüz, ya da hükümet isteklerimizi kabul eder” noktasına sürüklemek, eğer burjuvazi ve hükümetin “hükümlü ve tutukluların ölümü karşısında vicdanı sızlar ve geri adım atar” diye bir ön kabul yapılmıyorsa; yapılan, elbette bir fedakârlıktan çok bir “intihar eylemi” olarak değerlendirilebilir. Ya da, devrimcilerin karşı tarafı protesto etmek için “kendini yakması”nın anlamı devrimcinin mücadele içinde yaşamını ortaya koyması ile benzeştirilemez ve bu nedenle olumlanacak bir şey olamaz.
Nitekim bu zihniyet; slogan olup, dışarıdaki destekçilerde de “Yaşasın ölüm orucu direnişimiz” gibi, direnişin ve ölümün kendisini amaç haline getiren, ölmeyi, geri kalanları kurtarma ya da davanın ilerlemesinin bir dayanağı değil, kendi başına kutsal bir eyleme dönüştüren bir mistisizmde simgelemektedir. Çünkü “ölüm orucu”nun kendisi bile tartışmalı bir eylemken, böylesi yüceltilip sloganlaştırılması elbette ki sadece eylemi değil ama bu eylemleri kutsayıp yücelten ideolojik-siyasi hattı da sorgulanır bir duruma itmektedir.
“Ölüm orucu” yoluyla bir hükümlü ve tutuklu kitlesinin ölüm kıskacına alınması, arkasından devletin saldırısını protesto için “kendini yakma” eylemleri, sonrasında da “bomba insanlar”ın ortaya çıkması aslında bu eylemlere yön veren düşünceyi de sergilemektedir. Ama aynı zamanda bir çelişkiyi de hatırlatmaktadır. Benzer eylemleri PKK yaparken eleştirellerin, bunları kendileri yaptığında “feda eylemi” adı altında yüceltmesi ayrı bir tartışma konusu olacak mahiyettedir.
“Ölüm orucu” yapan siyasi çevrelerin dergi ve gazetelerine bakıldığında da, artık onlar için ne emekçi sınıfların, ne halk yığınlarının talepleri ne de emek mücadelesinin sorunları kalmıştır. Bu yüzdendir ki; bu grupların çıkardığı her tür yayın; “ölüm oruçları”, “F tipi cezaevleri”, “ölüm” üstünden oluşturulmuş mistik bir ölüm tapıcılığı edebiyatıyla doldurulmaktadır. Onca olup bitenler; IMF programının krize saplanması, özelleştirmeler, işten atmalar, yabancı sermayeye ve rantiyecilere tanınan ayrıcalıklar, yeri göğü inleten yolsuzluklar, hırsızlıklar; bütün bunlar karşısında emekçi sınıfların mücadelesi ve kendi iktidar yollarındaki sorunlar bu bayların dikkati dâhilinde değildir. Onlar için varsa yoksa kendi “devrimcilikleri”, kendi “kahramanlıkları”dır! Bu yüzdendir ki; bu dergiler adeta bir kapalı devre yayına kilitlenmiş; kendilerini, kendi yaptıklarını övme ötesinde dünyadaki tüm sorunları ortadan kaldırmış bir benmerkezcilik etrafında dönüp durmaktadırlar.
Bu durum bile bu siyasi hareketlerin emekçi sınıflara, onların mücadelesine; emekçi sınıfların talepleri üstünden, yeni bir dünyanın, F tipi ya da başka tipten bir cezaevinin olmadığı bir dünya kurma mücadelesi olan gerçek bir devrimci mücadeleye ne kadar yabancılaştıklarını, ne kadar öznel idealizme, narsisizme sürüklenmiş olduklarını göstermektedir.

NARSİSİZMİ VOLONTARİZMLE AŞMAK YA DA ACILI ÇÖKÜŞ SÜRECİ!
Eğer devrimci olduğunu iddia eden bir siyasi hareket, emekçi sınıfların mücadelesiyle doğrudan bağlı olmayan bir “devrimcilik icat etmiş” ve sonra da kendi icadı bu devrimciliğe tapınmaya başlamışsa; söylenecek çok şey kalmamıştır. Dahası burada sözü edilen devrimcilik anlayışı; (ya da anlayışları) kendisini övmeyi öyle bir safhaya çıkarmıştır ki; bunun dışındakiler ancak kendilerini kayıtsız koşulsuz desteklerse, “iyi” olma şansına sahiptirler. Aksi halde, onlar ya işbirlikçidir ya da karşı tarafa hizmet etmektedir.
Bu yüzden de; bu çevrelerin davranışlarını adlandırırken siyasi literatürden çok mitoloji ve sanata ait bir kavramı, “narsisizmi” öne çıkarmak durumunda kalıyoruz. Çünkü bu siyasi çevrelerin bugün ulaştıkları aşama için başka herhangi bir adlandırma, durumu tam olarak ifade etmeye yetmemektedir.
“İrade”nin devrimci bir role sahip olabilmesi için; özgürlüğü, “zorunluluğun bilincine varılması” olarak tanımlayan Marksistlerden farklı olarak, bu çevreler “iradeyi her şey” sayan, böylece bir şey kendileri nasıl tarif ederse öyle olacağını sanmaya (yerine göre üniversitelerin, yerine göre cezaevlerinin “kale” ilan edilmesi, iradenin her şeyi değiştireceğine dair keskin saptamalar vs.) fırsat veren “volontarizmi” kendilerine kılavuz edinmektedirler. Üstelik bunun için, hem uluslararası hem de Türkiye’de dayanakları vardır. Örneğin “insan kendisini kendisi yaratır” diyen bir öznel idealizme dayanan varoluşçuluk (intihar bu öğretide dayanak bulur) bunlar için uluslararası dayanaktır. Dahası varoluşçular kadar bir öznel idealizm batağına batmadan; nesnel koşulları görmezden gelerek, “devrimci iradenin her şeyi değiştireceği” saçmalığı inandırıcı bulunamaz. Baylar, elbette ipliği pazara çıkmış bir varoluşçuluğu kendilerine yakıştıramazlar ama aynı iddiayı örneğin “Marksizm deterministtir ama Leninizm volontaristtir” diye yenileyen ve volontarist saflarda yer aldığını söylemekten çekinmeyen Mahir Çayan’ın benimsemekten çekinmeyecekleri bir ideolojik dayanağa sahiptirler.
Dahası bu çevreler; kendilerine yakıştırdıkları “kahramanlığı”, övünmeyi, sınıflar mücadelesi dışında tarif ettikleri “devrimciliği”, bu açık narsisizmi, kabul edilir kılmak için de bu çevrelerin volontarizm ihtiyaçları vardır. “Devrimci, iradesiyle her şeyi aşan”dır; bu yüzden de, yığınların yerine de, öncünün yerine de, silahlı ordunun yerine de onun geçirilmesi mümkün olduğuna göre, hem devrimci her övgüye layıktır hem de devrimciye övgü, sınıfa, halka, her şeye övgü yapmakla eşdeğerdir! Bütün mantıkları buna dayanmaktadır.
Böyle bir tarz, narsisizm ne kadar sağlıklı bir insan davranışıysa, böyle bir anlayış da ancak o kadar sağlıklı bir ideolojik tutum, ancak o kadar sağlıklı bir devrimcilik anlayışıdır.
Marksizm’in, işçi sınıfı hareketi içinde bir otorite olmasından bu yana, sınıflar mücadelesinin az çok önem kazandığı her ülkede ve her dönemde, Marksizm iddiasıyla ortaya çıkmış ama ona tam karşı bir doğrultuda davranan siyasi eğilimler ortaya çıkmıştır. Ama bu eğilimlerin Marksizm’den uzaklığı, dönemlere ve sınıf hareketinin görevleri ile ilişkilerine göre değişmiştir. Türkiye’de ise bu süreç giderek bu grupların Marksizm’den tümüyle uzaklaşarak, açıkça öznel idealist, volontarist bir çizgiye kaymaları süreci olarak gelişmiştir. Bugün ölüm orucunu başlıca eylem tarzı gören, açıkça sınıf hareketinin ihtiyaçlarından bağımsız bir devrimciliği yücelten, dahası ölümü kutsayan siyasi hareketler; sonuçta bir tür tarikatçılığa, bir tür mezhepçiliğe doğru ilerlemiştir.
Bu noktadan bakıldığında açıkça görülmektedir ki, bu siyasi çevreler, bir içe kapanma, dünyayı kendilerinden, kendi fikirlerinden ibaret görme hattında ilerlemektedirler. Son gelişmeler, ölümün açıkça kutsanarak, “feda” dedikleri intiharların, toplu ölümlerin yüceltilmesine vararak, ideolojik-siyasi bakımdan bir “son”a da işaret etmektedir. Bu nedenle olup bitenler; başka şeylerin yanı sıra, bu ideolojik-siyasi hattın (birçok siyasi grubu içeren bir hat) acılı çöküşünü yansıtmaktadır.

Şubat 2001

Burjuvazinin iç çatışmaları ve genişleyen olanaklar

28 Şubat’tan bu yana, burjuvazi cephesinde, çok ciddi bölünme ve parçalanma belirtilerinin ortaya çıktığı koşullar oluşmaktadır.
Bir önceki dönemde “şeriat tehlikesi” karşısında DYP ve RP (sonra FP) ve uzantıları dışlanarak sağlanan birlik, yerini yeniden bölünmelere bırakmaya başlamıştır. Şimdi artık, eski bölünmelere ek olarak yeni bir dizi tartışma, dışlama girişimleri, yeni hesaplaşmalar ve dolayısıyla yeni arayışlar ve bölünme belirtileriyle karşı karşıyayız.
Tartışma, arayış ve bölünme belirtileri kategorik olarak iki farklı düzlemde oluşma eğilimindedir. Dolayısıyla birbirinden farklılıklar taşıyan iki ayrı bölünme türünden söz etmek mümkündür. Bu bölünme belirtileri, bugünden ne düzeyde gelişecekleri ve nasıl sonuçlanacaklarına dair kesin öngörülerde bulunmak olanaklı olmasa bile, sınıfsal güç ilişkilerini etkileyecek, hatta yeniden mevzilenmelere de neden olabilecek türdendir.
Genel hatlarıyla söylemek gerekirse, bir tartışma, hesaplaşma ve bölünme belirtileri grubu, uluslararası sermayenin IMF aracılığıyla dayattığı, işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından benimsenip savunulan ve hükümet tarafından uygulanan program ve politikalar etrafında birlik sağlamış burjuva gerici güçler arasındaki çekişmeler olarak ortaya çıkmaktadır. TÜSİAD gibi dernekleri, işveren sendikaları, partileri, hükümeti, medyası, her türden bürokratik kurumlarıyla, özellikle ekonomi politikaları üzerinde tam birlik sağlamış burjuva güçler arasındaki bu tartışma ve bölünme belirtileri, sınıf karakteri bakımından, çıkarları uluslararası burjuvazi ve emperyalizmle birleşmiş olan büyük burjuvazinin, işbirlikçi tekelci burjuvazinin iç çekişmeleri durumundadır.
İkinci grup tartışma ve bölünme belirtileri ise değişik bir düzeyde ortaya çıkıyor. İzlenmekte olan IMF-hükümet program ve politikalarına yönelik olarak İTO (İstanbul Ticaret Odası) ve ASO (Ankara Sanayi Odası) başkanlarıyla birçok KOBİ (Küçük ve Orta Boyutlu İşletmeler) sahip ve temsilcisinin yakınmaları ve çok sayıda Ziraat Odası’ndan gelen itirazlar, birincisinden kategorik olarak farklı, değişik türden tartışmalar ve bölünme belirtilerine tekabül etmektedir. Burada söz konusu olan, sınıf karakteri bakımından, işbirlikçi tekelci burjuvazi ile tekel-dışı burjuvazi arasındaki çelişmeler, çıkar çatışmalarına dayalı tartışmalar ve ayrılıklardır.
Burjuvazi cephesinde ortaya çıkmakla birlikte kendi içinde farklılaşan, burjuvazinin iç çelişmeleri olarak türdeşmiş gibi görünen ancak Türkiye’nin sosyal, ekonomik, politik koşulları ve bu çerçevede çeşitli katmanlarıyla burjuvazinin konumlanışı dikkate alındığında türdeş olmadığı görülebilecek olan, çoğu durumda birbiriyle iç içe geçen bu iki farklı grup -bölünmeye götürebilecek- çelişme ve çatışmanın birbirinden ayrı ele alınması zorunludur.

TEKELLER ARASINDAKİ ÇELİŞMELER
12 Eylülle birlikte 24 Ocak Programı etrafında güce başvurularak, dayatmayla farklılıkları yok edilmeye çalışılan tekellerin çıkarlarının savunucusu grup, dernek, parti vb. güçler, dergimizin geçen sayısında da belirtildiği üzere bir dizi zig-zagla birlikte, sonunda, IMF programı etrafında birlik sağlamış durumdadırlar. Partileri hemen bütünüyle aynılaşmış, özellikle ekonomi politikaları bakımından tek partiye dönüşmüşler; ’70’lerde hükümetini devirdikleri Ecevit’le TÜSİAD tam bir politik birlik içine girmişler; eskiden MHP ve sonra Özal (ANAP) ile anlaşmazlık halindeki sosyal demokrasi şimdi Ecevit’in şahsında bu iki parti ile kurduğu koalisyonu tek parti hükümeti gibi işletebilme noktasına ulaşmış, sosyal demokrasinin diğer kanadını oluşturan CHP, Baykal’ın ağzından hükümetin izlediği IMF programının alternatifsizliğini ilan etmiştir. Muhalefetteki DYP ve FP’nin ise izlenmekte olan politikalara ve onların çerçevesini çizen IMF programına bir itirazları bulunmamaktadır.
Bugün tekellerin çıkarlarını savunan, onların siyasal temsilciliğine soyunmuş partiler, TÜSİAD gibi dernekleriyle birlikte, IMF programında ifadesini bulan uluslararası sermaye ile bütünleşme, Türkiye ekonomisini kapitalist dünya ekonomisine bir serbest pazar olarak entegre etme hedefinde birleşmiş haldedirler. Üstelik birliklerini sadece sözü edilen genel hedef etrafında gerçekleştirmiş olmakla kalmamaktadırlar. Bu hedefe ulaşmanın yol ve yöntemleri, bunun için gereken uygulamalar üzerinde de tam birlik sağlamışlardır. Özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, tarımın öldürülmesi demek olan “tarım reformu”, memur kıyımı demek olan “personel reformu”, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi, sağlık ve eğitim de içinde olmak üzere hizmetlerin tamamen paralı hale getirilerek metalaştırılması gibi politikalarla, hukuk sistemi de (uluslararası tahkim örneğinde olduğu gibi) dâhil olmak üzere ekonomi dışı alanları da kapsayarak ülkenin bağımsızlığının son kırıntılarından bile vazgeçilerek emperyalizme tam bağımlılık vb. üzerinde birleşmiş bulunuyorlar.
Ancak böyle bir birliğin sağlanmış olması, tekeller arasındaki bütün çelişmelerin tükenmiş olması anlamına gelmiyor. Tekelci gericilik, bir program etrafında birleşmiş olmasına rağmen kendi içinde çelişmelere sahip olmaya devam ediyor. Bu tür çelişmelerin varlık nedeni, tekellerin varlığıdır, tekeller-arası rekabettir. Farklı tekel ve tekel grupları var olmaya devam ettikçe, bu tekeller, tüm uluslararasılaşma eğilimine karşın hâlâ ABD, Avrupa ülkeleri, Japonya ve hatta Rusya ve Çin gibi merkezler oluşturdukça, tekeller arasında çekişmeler devam edecektir. Tekellerin uluslararası gruplaşmalarından Türkiye’ye yansıyan çelişmelerin yanında, ülkenin iç koşulları dolayısıyla oluşan çelişmeler de eklendiğinde; işbirlikçi tekelci gericilik, ne denli bir program etrafında birleşmiş olursa olsun, kendi içinde sürtüşme ve çatışmalardan, hatta birtakım bölünme eğilimlerinden kaçınmakta zorlanacak demektir. Bu çelişme ve çatışmaların kaynağı, belirtildiği gibi, tekeller arasındaki rekabettir; dolayısıyla dünyanın 16. büyük ekonomisi haline gelmiş dev denebilecek Türkiye “pastası”nın paylaşılmasında sorunlar, çekişme ve çatışmalar ortaya çıkması hiç de şaşırtıcı değildir.
Hele yolsuzluk sıralamasında dünya dördüncülüğünü kaptığı açıklanan Türkiye’de bu çelişme ve çatışmaların oldukça sert yaşanmasında bir anormallik hiç yoktur. Yüzlerce yıllık devlet geleneğinde merkeziyetçi bürokratik yapılanmanın egemen olduğu bir ülkede, ne denli “neoliberal” rüzgârlarla karşılaşılırsa karşılaşılsın, bürokratik tepedencilik; hâlâ hem yolsuzluk hem kastlaşmış yönetsel çıkarlar ve hem de devlet borçları, ihaleleri vb. üzerinden dalavereler bakımından, önemli bir parçası haline geldiği tekelci gericiliğin iç çekişmelerini keskinleştirip tırmandırıcı bir etki yapmamazlık edemez. Günümüzde bunların tümüne tanık olunuyor.
Üstelik ABD’den başlayarak dünya ekonomisinde bir daralma sürecine girildiği, dolayısıyla paylaşılacak “pasta”nın küçüleceği, küçülmekte olduğu, IMF programının hem öngörülen enflasyon hedefine ulaşamama gibi bir fiyaskoyla hem de mali piyasalarda başlayıp banka iflaslarından üretim alanını kapsayarak tüm piyasalara sıçrayan krizle sonuçlandığı koşullarda, tekelci gericilik içindeki çelişme ve çatışmalar çok daha anlaşılır olmaktadır.
Bankacılık yasasının sınırlarını zorlamasına rağmen, Sabancı ve Karamehmet bankalarının pozisyonunu düzeltecek aktarımları sağlamayarak Demirbank’ı batırmaları ve el konulmasına yol açmaları, salt ekonomik boyutlu bir tekeller-arası rekabet örneği olarak, bu cephede yaşanan diğer çekişme ve çatışmaların yanında pek “temiz” kalmaktadır. Kriz söylentisi ile bir gecede 7 milyar doların dışarıya transferini ateşleyen bu olay, durumun vahametini gösterdiği kadar, bu koşullarda yaşanabilecek çekişme ve çatışmalara ve boyutlarına da ışık tutmaktadır.

MEŞRUİYET SORUNU YA DA HALKIN DÜZENDEN KOPMA EĞİLİMİ
Küçük bir azınlığın büyük çoğunluk üzerindeki tahakkümünün (ekonomik, siyasal, kültürel vb.) örgütlenmesi olan her gerici sistem, ancak azınlığın kendi çıkarlarını, sömürülen ve ezilen çoğunluğu da kapsamak üzere tüm toplumun çıkarı olarak gösterebildiği ölçüde ayakta durabilir. Aksi halde, çoğunluğun gözünde meşruiyetini kaybeder ve sonunun başlangıcına gelip dayanmış demektir. Kuşkusuz baskı ve zor, azınlığın egemenliğini besler ve gericilik, özellikle meşruiyeti tartışma konusu olduğu koşullarda -bugün olduğu gibi- şiddetini tırmandırır. Ancak yalnızca zora dayanarak, cop ve kurşunla bir azınlığın egemenliğini devam ettirebilmesi olanaksızdır. Düzenin, egemenlerin, bu nedenle, ideologlara, kendi zümre çıkarlarını çoğunluğun çıkarı gibi sunacak aygıtlara, örneğin medyaya, bu yönde eğitim veren okullara, dinsel yatıştırıcılığa, milliyetçi saptırıcılığa vb. ihtiyacı büyüktür. Sömürülüp ezilen geniş kitlelerin, egemenlerin kendilerine yönelik saldırılarının, ülkenin esenliğe çıkması ve örneğin istihdam sorununun çözülmesi, yoksulluğun hafifletilmesi vb. gibi sonuçlara da ulaşılması bakımından zorunlu olduğuna, yoksa “herkesin içinde olduğu geminin” yani memleketin batacağına inandırılması, bunun için her yola başvurularak aldatılması, sonuç olarak, düzene ve yönetimi elinde tutanlara güveninin sağlanması ve kendi bağımsız çıkarlarının peşine düşmelerinin önlenmesi, gericilik bakımından yaşamsal önemdedir.
Türkiye’de egemenler ve düzen, bu yönüyle bir süredir zorlanmaktadır. 28 Şubat’ın sağladığı başarı ve emekçiler içinde yarattığı bölünmenin ardından geniş bir tabana sahip 3 partili hükümetin başlangıçta yarattığı “umut”, kısa denebilecek bir süre sonra yerini hoşnutsuzluk ve kopuşa terk etmiştir. IMF programı pervasızca uygulanarak tüm emekçi kesimlere yöneltilen amansız saldırılarla birlikte, bu programın bir krizle nihayetlenmesi ve üstelik neredeyse tüm saldırıların gerekçesi olarak ilan edilen enflasyonunun düşürülmesinde ortaya çıkan fiyasko; tekelci medyanın köşelerine kurulmuş kalemşorların “temsil krizi”, “yönetemeyen demokrasi” vb. adlar taktıkları “yukarıdaki” çatışmaların da başlıca itici güçlerinden biri olarak, hükümet başta olmak üzere yönetenlerin meşruiyetini, geniş kitleler nezdinde tartışma masasına yatırmıştır. Ancak, anket vb. verilerin gösterdiği gibi, tartışılır olan yalnızca hükümet ve hükümet ortaklarının meşruiyeti değildir. Hükümetin uyguladığı IMF programına tek bir sözcükle bile muhalefet etmeyen, bu programı ve özelleştirme, tarımın ve hayvancılığın öldürülmesi, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi gibi taktiklerini de benimseyen “muhalif” partiler de, emekçi kitleler nezdinde bir umut oluşturamadıkları gibi itibarlarını kaybetmeye devam etmektedirler. Olağan günlerde görülen hükümet partileri yıpranırken kayıkçı dövüşü ile muhalefetin güç toplamasına bugün rastlanmıyor. Ötesi, artık köy ve büyük şehirlerin semt kahvelerine kadar Cottarelli’ye küfür olağanlaşmış, IMF düşmanlığı kadar, hükümete ve izlediği politikalara kökten karşıtlık yaygınlaşmıştır. Emekçi kitleler hızla eskisi gibi aldatılamaz olmakta, bir önceki seçimde oy verdikleri partilerden koparken “muhalif” partilerin etkisine de girmemekte, düzeni sorgulamaya yönelmektedirler.
Son bir ay içinde farklı odaklar tarafından yaptırılan 3 anket de benzer sonuçlara işaret etmektedir. Son seçimde birkaç parti tarafından toplanan yüzde yirmilik oyların yerinde yeller esmektedir. En “babayiğit” partiler yüzde on dolayında seyretmektedir. “Muhalifler”de bir artış görülmemektedir. Ve en önemlisi, “kararsız” da değil ama “hiçbiri” diyenler yüzde 25 ile 36,5 arasında oynamaktadır. Ezilenlerin üçte bir ile dörtte bir arasında bir bölümü, tüm partilere ve politikalarına karşı bir konuma geçmiştir. Yani bir uyanma ve kopuş başlamış, sadece hükümetin değil ama düzenin meşruiyet sorunu oluşmuştur.
Cumhurbaşkanı Sezer’in yüksek görünen itibarını bu çerçevede açıklamak gereklidir. İçerikleri açısından olmasa bile biçimsel olarak hükümet politika ve kararlarına muhalefet ediyor görünen Sezer’dir ve bunu kuşkusuz yalnızca “hukukun üstünlüğü” kaygısıyla yapmamaktadır; bugün Türkiye’de başka türlü itibar sahibi olma olanağı kalmamıştır. Dolayısıyla “meşruiyet sorunu” ya da geniş kitlelerin düzen dışına kayma ve başta IMF olmak üzere hükümet gibi onunla birleşen siyasal güç ve kurumlan sorgulama eğilimine girmesi; “yukarıdaki” çekişme ve çatışmaları koşullandırmakta ve körüklemektedir.

KURUMSAL ÇATIŞMALAR
Sezer, memur kararnamesini ve onun kadar önemli kamu bankalarının özelleştirilmesine dair KHK’yı onaylamazken “zirve”de bir “kapışma” yaşanmıştır. Hele ikinci KHK’yı geri çevirirken Sezer, kamu bankalarına ilişkin düzenlemenin yapılmasına bağlanmış birkaç milyar dolarlık dış kredinin alınamaması gibi “büyük bir yük” altına girmeyi bile göze almıştır. “Kapışma”nın vardığı nokta, hükümetin Sezer’in görev süresini kısaltmak üzere tartışmalı bir Anayasa değişikliğine yönelmesi olmuştur. Hükümet ile Cumhurbaşkanı çekişme halindedir.
“Yukarıdaki” tek çatışma bu değildir. Örneğin Cumhurbaşkanı ayrıca YÖK ile çekişmelidir ve YÖK’e onun yönetiminin adaylarını değil ama kendi adaylarını atamıştır.
Daha da önemlisi, Genelkurmay, hükümet ile çekişme halindedir, MİT ile sorunludur; bunlara değineceğiz.
Hükümet TBMM ile çekişme halindedir. S. Demirel’in cumhurbaşkanlığı süresini uzatmada, hükümet ortakları arasında ve hükümetle meclis arasında ortaya çıkan çekişme, Af Yasası tartışmaları sırasında hükümet-Cumhurbaşkanı çekişmesini de kapsayarak sürmüştür. Sonunda iş, TBMM içtüzüğü ile oynamaya, işlevi, işlevsiz tartışmalar yaparak halkın aldatılmasına katkıda bulunma olan meclisin bu işlevinden de arındırılması ve tartışma yapılmayan bir meclis yaratılması noktasına gelmiştir. 28 Şubat ve takip eden askeri baskılardan sonra, üzerine bir de bu binince, meclis, varlığı ile yokluğu belli olmaz bir “kurum” durumundadır, ezilenler tarafından artık hemen hiç dikkate alınmaz haldedir.
Bu arada düzenin bir silahlı gücü hükümete kazan kaldırmış, Çevik Kuvvet “muhalif bir güç” gibi silah sallayarak gösteri yapma tutumuna girmiştir.
Binlerce polis, hiyerarşik mekanizmayı geçersiz kılarak kendilerini durdurmaya çalışan müdürlerini ezip geçerken, içişleri Bakanı’nı da suçlayarak, belli başlı merkezlerde isyan havasında yürüyüşler yaptılar. MİT ile Genelkurmay arasındaki “tartışma”dan sonra, düzenin bir diğer silahlı örgütü içinden çatırdadı. Silahlarıyla gösteri yapan polisler, belki bardağı taşıran damla olabilecek ancak kesinlikle iki polisin ölümüne duyulan tepki ile izah edilemeyecek bir kaos unsuru görünümü verdiler. Düzenin temel bir direği bel verdi.
Şimdilik sorun geçiştiriliyor görünüyor. Soruşturmalar açıldı, yürüyüşçüler gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefetten mahkemeye verildiler ama beraat kararları gelmeye başladı.
Oysa durumun küçümsenir bir yanı yoktur. Yılların saldırgan birikimi, sonunda kimseyi dinlemez bir meyve vermiş, küçük çaplı olsa ve bir darbe içeriği taşımasa bile ortaya düpedüz bir isyan çıkmıştır. Gericiliğin olaydan üzerine düşen dersi aldığı ve gereğini yapacağı kesindir. Olayın önemi ise, düzenin sürüklendiği noktayı göstermesindedir. Tüm gericiliği etrafında birleştiren “güvenilir” bir siyasi otorite koşullarında mümkün olmayan böyle bir olay, gericilik içindeki çekişme ve çatışmaların tuzu biberi olmuştur.
Ardından “yargı” ile “yürütme”, “yüce mahkeme” olan Anayasa Mahkemesi ile hükümetin kapışması sahne almıştır. Ülke tarihinde ilk kez, askerlerin de karşı olduğu “parti kapatmaların zorlaştırılması” içerikli anayasa değişikliği nedeniyle mahkeme, hükümete bir “muhtıra” vermiş ve değişiklik taslağı askıya alınmıştır.
Yargıtay Başkanı S. Selçuk öteden beri ayrı bir baş çekmekte, hükümetle ve baskı politikalarıyla uyuşmaz bir görüntü vermekte, bir yandan demokratikleşmeyi diğer yandan ise bunu olanaksızlaştıran küreselleşme politikalarıyla AB üyeliğini savunmaktadır. Onun karşıtı bir zorbalık yanlısı olan Başsavcı V. Savaş, koltuğuna yeniden atanmayınca, önüne gelene sataşmalarıyla, herkese, “ülkeyi kimler koruyup kolluyormuş” dedirtmiştir.
Her uygulamasının problemler ve çatışmalarla birlikte gerçekleşmesi dolayısıyla “hükümetin her elini attığı işte bir sorun çıkıyor” ya da “beceriksiz hükümet” eleştirilerinin gazete köşelerinde görünmeye başlaması, kuşkusuz kalemşorların düzeni değil hükümeti feda etme eğilimi göstermelerinden kaynaklanmaktadır. Sorun, hükümetin becerisi sorunu değil, ama meşruiyetinin yalama olması sorunudur. Hükümet, bunca çekişme ve sorunlar oluşmasından, bu nedenle kaçınamamaktadır.
Son sorun ise, “Beyaz Enerji Operasyonu” soruşturmasında, DGM savcısı Talat Şalk’ın girişimleri üzerine patlak vermiştir. Bundan sonra yeni sorunların daha sık patlak vereceği öngörülmelidir.
Son sorun, gelişmelerin varabileceği noktayı göstermesi bakımından önemlidir. Enerji soruşturmasının, Şalk’ın yönünden özelleştirme politikalarının -yolsuzluklarla bağlantısı açısından da olsa- gözden geçirilmesi gerekliliğine doğru geliştiği anlaşılmaktadır. Adalet Bakanı, bu gözden geçirmenin gerekli olmadığını açıklamış ve bunun bir siyasi sorun olduğunu ileri sürerek Şalk’a “sen haddini bil!” mealinde bir açıklama ile yanıt vermiştir.
Savcı-hükümet çekişmesinde bir başka önemli unsur, Şalk’ın hükümetten değil ama IMF, Dünya Bankası ve AB temsilciliğinden konuya ilişkin bilgi ve belge istemiş olmasıdır. Burada, ya hükümete güvensizlik vardır -bunda şaşırtıcı bir yan bulunamaz, çünkü soruşturulan Enerji Bakanı’nın sorumluluğundaki uygulamalardır- ya da savcı, bilgi ve belgeleri asıl kaynağından toplama yoluna giderek hükümeti yine aşağılamış olmaktadır. Şöyle ya da böyle, hükümetin yargı ile çekişmesinin “münferit” olaylarla ve yalnızca Anayasa Mahkemesi ile sınırlı olmadığı kesindir.
Burjuva kuvvetler ayrılığı prensibine konu olan üç erkin de, hem yasama, hem yürütme ve hem de yargının birbirleriyle çekiştikleri ve çatışma halinde oldukları, artık herkes tarafından kabul edilmektedir. Hele parlamento, hem kendi yaptıkları ve yapmadıklarıyla hem de hükümet, askeriye ve yargıdan gelen baskılarla düşürüldüğü konumuyla işçi ve emekçiler nezdinde en küçük bir itibara bile sahip değildir.

“TEMİZLİK OPERASYONLARI”
500 büyük firmanın 2000 yılı gelirlerinin yüzde 80’ninden fazlasının üretim dışı alanlardan rant geliri olarak elde edildiği bir ülkede, ekonominin karakterine ilişkin olduğu kadar kayıt-dışı ekonomi alanındaki vurgunların, yolsuzluğun, rüşvetin boyutları hakkında da bir fikir sahibi olmak mümkündür. Ülke ekonomisinin sıradan tahminlerin ötesindeki büyüklükte bir ölçeği, yolsuzluk, rüşvet ve vurgun “ekonomisi” durumundadır. Bu durum, olağan ekonominin işleyişini etkilediği kadar, siyasi iradenin, bürokrasinin “illegal” yolla da olsa dolaysızca ekonomiye bağlanmasının “anası”dır.
Bu “ekonomik yapılanma”, ekonominin sağlığa kavuşturulması amacıyla olmasa bile, geniş ölçüde devlet imkânlarını kullanarak ülkenin zenginliklerinin kaymağını yiyen grupların paylaşım kavgalarından kaynaklanan çatışmaları su yüzüne çıkarmıştır. Giderek takılacak isim bulunma zorluğu çekilen “Bufalo”, “Fırtına”, “Balina” vb. “operasyonları” bu çatışmanın görünümleri olarak gündeme gelmiştir. Sözü edilen operasyonların en fazla kendine özgü gibi görünenleri bile, kıyısından köşesinden değil ama can alıcı yerlerinden büyük paylaşım gruplarına bağlanmakta; bir kısmının altından “Susurluk”, bir kısmının altından da eski cumhurbaşkanı Demirel ya da ANAP çıkmaktadır. Bir dönem banka ya da büyük işletmelerin özelleştirilmesinde en büyük alıcılar durumunda olan isimlerden bir kısmı bugün cezaevindedir.
Hesaplaşmaların ayrıntısına inmek yazımızın amacı dışında. Ancak şu saptamayı rahatlıkla yapabiliriz: Eskiden S. Demirel’in “aile fotoğrafında yer alan isimlerin tümü ve dolayısıyla paylaşımda önemli pay sahibi olan “Demirel ekibi”, şimdi devre dışı bırakılmıştır. Banka sahipleri M. Demirel, A. Balkaner, C. Çağlar ve faaliyetleri yasa ve düzen dışına sürülmüş, K. Çörtük ve Bayındırbank, içinden zor çıkacakları bir duruma düşürülmüş, S. Demirel’e tavuk beslemek olmasa bile gelir getirmeyen “barış elçiliği” kalmıştır.
Eskiden “5+5” diye bilinen cumhurbaşkanının görev süresinin uzatılması tartışmasında ANAP’la (Yılmaz) Demirel arasındaki tartışma ve kopuşmaya yol açan gerginliğin kaynağında yatan “Mavi Enerji” -Azerbaycan üzerinden Kazak ve Türkmen enerjisi proje ve ihaleleri dolayısıyla paylaşım kavgası, bir ekibin devre dışı kalmasından sonra, ikincisinin başına çorap örülmesi noktasına gelmiştir. Rusya ile ortak enerji projesi olan ve ihaleleri önemli ölçüde yapılan “Mavi Enerji” projesi de içinde olmak üzere bütün ihaleleri “Beyaz Enerji Operasyonu” adıyla soruşturma konusu olan Enerji Bakanlığı ve bağlı genel müdürlük TEAŞ’ın içine düşürüldüğü durum, şimdi pay kavgasında ANAP ekibinin zor durumda olduğuna işarettir. Enerji bakanlığı ANAP’ın elindeki kasadır ve ANAP, daha geri noktada bir paylaşıma razı edilerek/olarak şimdilik savuşturmuş göründüğü bir saldırıya uğramıştır. Çatışmanın bu noktada durulup durulmayacağı, Enerji Bakanının koltuğunu korumasıyla şimdilik sağlanmış olduğu anlaşılan uzlaşmanın sürüp sürmeyeceğini göreceğiz. Ancak hemen ardından bir ANAP’lı Belediye Başkanının yolsuzluk suçlamasıyla yine jandarma tarafından ekibiyle birlikte yaka paça gözaltına alınması ve askerlerin enerji soruşturması dolayısıyla bir general başkanlığında Avrupa’da iz sürmeye girişmesi, suların kolaylıkla durulmayacağı izlenimi veriyor.

AB ÜYELİĞİ VE ÜYELİK KOŞULLARI MERKEZLİ TARTIŞMALAR
İrili ufaklı kurum ve temsilcileriyle tekelci büyük patronların büyük bir tantanayla ilan ettikleri AB ve AB üyeliğine ilişkin “aşkları”nın “nikâh”la mutlu bir izdivaca dönüşmesinde karşılaşılan güçlükler, egemenler arasında öteden beri var olan sürtüşmeleri güçlendirerek yeni ve sertleşen tartışma ve çatışmalarının nedenini oluşturmuştur. Uluslararası sermayenin farklı mihrakları (başlıca ABD ve AB içinde yakınlaşan ve birliği hedefleyen Avrupa ülkeleri) arasındaki çelişmelerden yansıyan iç çekişmeler, Kopenhag, Helsinki ve son olarak Nice’te ileri sürülen ortaklık koşullarının yarattığı dalgalanmanın etkisiyle genişlemiş ve keskinleşme eğilimi göstermiştir. Bu çerçevede devletin çeşitli kurumlan birbirleriyle, büyük sermayenin siyasal partileri kendi aralarında ve çeşitli devlet kurumlarıyla çatışma görüntüsü vermeye başlamışlardır.
Başbakanlığı ve dışişlerini elinde tutan DSP, AB üyeliği ve bunun için Katılım Ortaklığı Belgesi’nde öngörülen koşulların Kıbrıs ve Ege’ye ilişkin olanları dışındakilerin karşılanmasına yatkın bir pozisyonda almış; “olmaz!” dediği Kıbrıs ve Ege sorunlarının ise zamana yayılarak tavsatılabileceğini düşünerek üyelik fikrine yakın durmaktadır. MİT Müsteşarı’nın “durup dururken” yaptığı ve “televole”lere de itiraz ettiği konuşmasında, Kürtçe TV ve eğitimin sorun oluşturmayacağını, hatta Kürtlerin düzene kazanılması bakımından bir ihtiyaç olduğunu ileri sürmesinin, Başbakan’ın (ve partisinin) kendi önünü açmak ve görüşlerine destek oluşturmak üzere gündem aldığı hemen her yerde konuşulup yazılmıştır. Ancak bu konuşma hemen önemli bir itiraz almıştır ve itiraz özellikle Başbakan Nice’deki AB toplantısındayken yüksek perdeden dile getirilmiştir. İtiraz eden, görüşleri önemsenmeyecek ikincil bir kişi ya da kurum değil, Genelkurmaydır ve itiraz, genelkurmay başkanı tarafından dile getirilmiştir.
Bu itiraz, çatışmanın alevlenmesinin ve bütün ağırlığıyla dışa vurmasının başlangıcı olmuş ve arkası çorap söküğü gibi gelmiştir. Genelkurmay sözcüsü, Harp Akademileri Komutanı ve bir dizi muvazzaf ve emekli asker AB ve koşulları konusunda görüşlerini belki farklı dozlarla ama aynı içerikte dile getirmiştir, içeriği, “AB üyeliği amacımızdır, Atatürk bize muasır medeniyet seviyesini ve Batı’yı işaret etmiştir, ancak Avrupalılar zorluk çıkarıyor ve bizi istemezmiş gibi davranıyorlar, üniter devletten ödün verilemez, Kürtçe TV ve eğitim bölünmeyi getirir” biçiminde olan askeri açıklamalar, hatta AB sözcülerinin PKK ağzıyla konuştuğunu, Sevr’i gündeme getirdiklerini ve bölücülük yaptıklarını ileri sürmeye kadar vardırılmıştır. Diplomatik bir dil kullanılan askeri açıklamalardan anlaşılan, Genelkurmay’ın AB ve üyelik karşısında en azından mesafeli durduğudur. Bunda, üyelik koşullarından olan MGK’nın işlev ve bileşiminin değiştirilmesinin rolü olduğu kadar, “Avrupa Ordusu” olarak anılan Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği sorununda Avrupa ülkeleriyle Türkiye arasında yaşanan tartışmanın da rolü vardır. Her iki sorun da, AB üyeliği durumunda Genelkurmay’ın bugünkü tayin edici konumunu ortadan kaldırıcı niteliktedir ve öncesi bir yana Cumhuriyet’ten bu yana iktidarı asıl olarak elinde tutan bu kurum tarafından, işlevsizleşmenin kolaylıkla kabul edilebileceği beklenemez. Sonuç olarak, gerek üniterizm yüceltisi gerekse işlev kaybı dolayısıyla bugünkü koşullarda Genelkurmay’ın, diplomatik dille yaptığı “biz de istiyoruz, ama…” açıklamalarıyla AB üyeliğine karşı pozisyonda olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kuşkusuz, bu değişmez bir pozisyon değildir ve yeni faktörlerin de katılmasıyla yeni pazarlıklar ve tutum değişiklikleri mümkündür. Ancak başında bulunduğu ülkenin ve onun içinde yer aldığı bölgenin her açıdan öneminin en çok farkında olanlar arasında yer alan Genelkurmay’ın, elindeki kozları sonuna kadar kullanmadan, kendi imtiyazları da içinde olmak üzere, AB ile “kötü” bir pazarlığa pek yanaşmayacağı gibi, bu yöndeki gidişe de engel çıkaracağı tahmin edilebilir. Nitekim en çok AB üyeliğine eğilim gösteren ve katılım ortaklığı belgesinde ileri sürülen tüm koşulları kabul edilebilir bulan ANAP’ın son günlerde başına gelenlerin, bu görüş farklılığıyla izah edilmesi için pek çok neden ileri sürülebilir. “Beyaz Enerji Operasyonu”nun dün değil de bugün patlak vermesi, jandarma eliyle yürütülmesi, “çizin onun üstünü” diyen ve bulunamaması askeri hiyerarşi içinde imkânsız olan askeri yetkilinin bir türlü tespit edilemeyişi, ANAP’ın dosyasının belirli bir işaretle çekmecelerden çıkarıldığının belirtileridir.
Öte yandan, Macaristan, Çekoslovakya ve Polonya’nın gerçekleşmekte olan AB üyeliği üzerinden, başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupalı emperyalistlerin Rusya ile sınırdaş hale gelecek olmaları, onlar açısından da jeostratejik konumu açısından Türkiye’nin önemini azaltmakta, “dik başlılığının” yanı sıra dev ekonomik ve sosyal sorunlarıyla Türkiye’den ve kuşkusuz finansmanından uzak durmalarını beslemektedir. Dolayısıyla Türkiye açısından olduğu kadar Avrupa ülkeleri açısından da Türkiye’nin üyeliğinin iyice tavsadığı söylenebilir.
Fransa’nın, Ermeni soykırımı yasasını kabul etmesinden sonra gerginleşen ve daha da gerginleşme işareti veren Türkiye-Fransa ilişkileri, Türkiye’nin AB karşısındaki pozisyonunu etkileyecek ve AB üyeliğine yakın duran güçlerin pozisyonlarını zorlaştıracak görünmektedir. Nitekim Fransız firmalarına karşı başlayan ihale tırpanları, AB’den yana duran TÜSİAD’ın da bu konuda sesini şimdiden kısmış gibidir. Fransa ve AB’den gelmesi muhtemel yanıt ya da yanıtların AB üyeliği macerasını ve bu maceraya atılma heveslilerini daha da olumsuz etkileyeceği ise, şimdiden tahmin edilebilir.
Öte yandan Türkiye-Yunanistan ilişkileri, deprem sonrası girdiği bahar havasından sıyrılmakta, işler yeniden sarpa sarmaktadır. Hem ABD ve hem de AB politikalarının değişik amaçlarla da olsa öngördüğü Türkiye-Yunanistan yakınlaşması, bölgedeki paylaşım kavgası nedeniyle gerçekleşecek gibi görünmemektedir. Kıbrıs’ın AB üyeliği, KKTC’nin durumu ya da Türkiye’nin Kıbrıs’tan tümüyle vazgeçmeyi düşünmemesi
(bunu, Türkiye ile birlikte ABD ve İsrail’in düşünmesi için bir neden yoktur), bir NATO manevrasında yine sorun olan Fır hattı ve kıta sahanlığıyla birlikte Ege sorunu, bugün için Türkiye-Yunanistan anlaşmazlığının çözülebilir olmadığını göstermektedir. Ve Türkiye açısından sorun, yalnızca Yunanistan ile olan bir anlaşmazlığın ötesinde, aynı zamanda, AB ve farklı bir içerikle olmakla birlikte ABD ile bir anlaşmazlık konusu oluşturmasındadır. Türkiye bu yönden de sıkışık bir durumda bulunmaktadır.

IRAK İLİŞKİLERİ VE KÜRT SORUNU
AB tartışmalarının merkezinde yer almış görünen Kürtçe TV ve eğitim. ABD ve Irak’la ilişkilerde de önemli bir köşe taşı durumundadır. ABD’nin Barzani ile Talabani’yi Amerika’da buluşturması ve “devlet olmayan bir Kürt devleti”nin temellerinin burada atılmasıyla, Irak sorununun Türkiye bakımından önemi arttı. Gerçi Barzani ve Talabani’nin ardından Ankara’da bir araya gelerek yaptıkları bir Ankara antlaşmasından söz edildi, ancak Kürt sorununa ilişkin ABD ve Türkiye’nin birbiriyle çakışmayan yaklaşımları ve kuşkular varlığını korudu. ABD, Irak merkezi yönetimini, lanetlediği Saddam’ı ileri sürerek hesap dışı tutar ve Kürt muhalefetinin omurgasını oluşturduğu Irak muhalefetine oynarken, Kürt muhalefeti, Türkiye için hep bir kaygı unsuru ve Türkiye’yi ve ülkedeki muhalif Kürt potansiyelini olumsuz etkileyecek bir unsur olarak ele alındı, ancak PKK’ye karşı kullanılmak bakımından bir değer taşıdı. Sonunda Türkiye, Irak’a insani yardım gerekçesiyle ambargo ve hava ulaşımı yasağını deldiği gibi diplomatik ilişki kurmak üzere düğmeye bastı. Şimdi Irak, ABD’nin “terörist ülke” saydığı bir konumdayken Türkiye onunla ilişki kurmuş durumda.
Öte yandan A. Öcalan teslim alınırken ABD ile yapıldığı anlaşılan “öldürülmeyeceği”ne ve Kürt sorununa belirli bir çözüm bulunacağına dair anlaşmaya karşın, özellikle Genelkurmay’ın sorunun askeri yöntemle kökten halli politikasında ısrarlı olduğu, son Kuzey Irak harekâtından anlaşılıyor. PKK’nin hiç eylem yapmamacasına tamamen sınırların ötesine çekilmesiyle yetinilmediği, KDP ile YNK’nin PKK’nin üzerine yöneltilerek ve arkadan kuşatılarak PKK sorununun bitirilmek istendiği görülüyor. Ancak olayın bundan ve hatta bugün için Kürt sorunundan önemli yanı, Irak’la da ilişkili olarak, ABD-Türkiye ilişkileridir. Türkiye bu noktada ABD karşısında belirli bir diklenme tavrı içindedir. Bu durum, CIA’nın 2015 perspektif raporuna yansımış ve bölge “ikinci dereceden güvenilmez bölge” olarak tanımlanmış bulunmaktadır.
Irak ve Kürt sorunu dolayısıyla ABD çıkar ve politikalarıyla içine düşülen çelişkili durumun, zaten sorunlu olan Kafkasya, Orta Asya üzerindeki ABD ile işbirliğini etkileyeceği ortadadır. Başlıca enerji sorununda baş gösterebilecek anlaşmazlığın ciddi sonuçları olabilecektir. Şimdiden Bakû-Ceyhan boru hattıyla Azeri ve Kafkas ötesi petrollerin değerlendirilmesi projesinde ortaya çıkan yeni tıkanma, herhalde, ekonomik kârlılık gibi ölçütlerden çok, öncelikle bu çerçevede ele alınmak gerekmektedir.
ABD ile olan ilişkiler, şimdilik devlet politikası olarak başlıca Genelkurmay’ın inisiyatifi ile yürütülmekte, ülke içinde henüz muhalifi ortaya çıkmamış görünmektedir. Ancak muhatabı ABD olunca, bu durumun ya değişeceği ya da muhalifsiz devam etmeyeceğini söylemek yanlış olmaz. Üstelik ABD’nin bugünden Fethullah Gülen türünden bir muhalifi kendi ülkesinde barındırdığı hatırlanmalıdır.

MHP FAKTÖRÜ
Bu hengâme içinde, eline geçirdiği büyük parti olma ve hükümet ortaklığı imkânını en iyi değerlendirmeye çalışan ve -özellikle Ecevit sonrası için- tekellerin asıl partisi olmayı hedefleyen MHP, orijininden gelen ideolojik tutumların da etkisiyle, Genelkurmaydı en yakın ve onun tutumlarını en çok gözeten parti olarak durmaktadır. Ancak onun da hemen her irili ufaklı olayda suçlanmaktan kaçamadığı zayıf karnı, vurdulu kırdılı pratiğine yön veren ideolojik eğilimleriyle birlikte, geçmişidir.
Örneğin özelleştirmeleri, yani ülkenin stratejik değere sahip olanları da içinde olmak üzere bütün işletmelerinin haraç mezat satılmasını benimseyen, örneğin ülkenin hukuk sistemi ve mahkemelerinin emperyalist tekeller lehine yetkisizleştirilmelerini, yani uluslararası tahkimi onaylayan ve bu yönleriyle önde gelen ideolojik argüman olarak kullana-geldiği “vatan” ya da “üniter devletin savunulmasının adını anmayan MHP’nin; Kıbrıs, Ege, Kürtçe TV ve eğitim sorunlarında eski argümanlarını kullanmak işine gelmekte ve kullanmaktadır. Bu işine geleni yapma pragmatizmi, MHP’nin büyük sermayenin esas ve büyük partisi haline gelebilmesi için zorunludur; ancak eskinin kalıntıları, bu partiyi hâlâ zora sokmaya devam etmektedir.
Af sorununda MHP’nin tam işbirliği yaptığı DSP ve Ecevit’i vatan hainlerini savunmakla suçlayan bir milletvekili bu partiden çıktığı gibi, son TBMM içtüzük değişikliği tartışmalarında yaşanan kavga ve DYP milletvekilinin ölümü olayının kahramanları bu partidendir ve MHP olayın göbeğindedir. Haluk Kırcı ve diğer Susurlukçularla bağlantısı dönüp gelip sık sık MHP’nin ayağına dolaşmaktadır. Kendi bakanını cumhurbaşkanlığına aday olduğu gerekçesiyle döven milletvekili bu partide hâlâ el üstündedir. “Bizi satanı biz de satarız” sloganını başlıca MHP’ye karşı atan ve onu eski tutumuna çağıran Çevik Kuvvet polislerinin isyanı ve yaptıkları gösteri yürüyüşü, genel sloganları dolayısıyla, aynı zamanda, hemen MHP bağlantısını kurdurmuştur. Ulaştırma Bakanı eski ideolojik kaygılarını ciddiye alsa gerek, Telekom’un bütünüyle özelleştirilmesine karşı çıkmasa bile, satışa sunulan yüzde otuz küsur hisseye yönetim hakkının da verilmesine itiraz etmiş ve el altından Telekom Genel Müdürü ile birlikte itirazını hâlâ sürdürüyor görünmektedir. Sonuçta, hangi olur olmaz taşın altından ne zaman çıkacağı belli olmayan görüntüden kurtulamayan bir MHP, büyük sermayeye ana parti olabilme açısından en azından henüz güven vermez görünmekte; ama bu uğraş içinde bir yandan “aklıselimi” oynamaya çaba göstermekte, bir yandan da en sağlam görünen Genelkurmay’a göre kendi hizasını almaktadır.
MHP’nin, verdiği görüntü de içinde olmak üzere, işini zorlaştıran temel faktör; “vatan” ve “millet’in hastalıklı bir yüceltisine dayanan tüm geçmiş tutumlarıyla birlikte özellikle son seçimde ileri sürdüğü bütün vaatlerle çelişen IMF politika ve uygulamalarının “koç başları”ndan biri olarak, halkı aldatabilir olmaktan hızla uzaklaşması ve ezilenler nezdinde itibarını ciddi biçimde kaybetmeye başlamasıdır.

DALGALI MUHALEFET
Muhalefetteki DYP ve Çiller, S. Demirel’in örgütlemesi muhtemel saldırıdan kurtulmuş görünmektedir. Kolu kanadı kırılmış, ekibi dağıtılmış, hareket edemez hale gelmiş Demirel, İsmet Sezgin, İlhan Kesici ve Yalım Erez ekibi ile yeni bir parti kurma girişiminden vazgeçmiş haldedir. Demirelsiz böyle bir parti girişiminin tutmayacağı ise eski örneklerinden bellidir.
DYP, ANAP’la eskiden sürdürdüğü yarışma ve çekişmenin, hem kendisi hem de ANAP’ın pozisyonlarını yitirmeleri nedeniyle sonuna yaklaşmıştır; ancak yine de ANAP’ın ayağını kaydırarak yerini almaya oynamaktadır. Bu partinin bir süredir MHP ile sürtüşmeleri artmaktadır. DYP’deki eski MHP’liler, transfer hesapları, aynı tabana oynamak ve MHP’nin “ana parti” olmaya soyunması, bu sürtüşmenin kaynağı görünümündedir; nitekim meclis kavgasında kalp krizinden ölen DYP Urfa milletvekilinin Viranşehir’deki son cenaze töreninde yoğun olarak “kahrolsun MHP” sloganları atılmıştır.
Bunun ötesinde, DYP, 28 Şubat’la birlikte “lanetli” ilan edilmiştir ve Genelkurmayla arası açılmıştır, işi bu yönüyle zordur ve ciddi bir değişiklik geçirmeden yeniden yıldızının parlaması pek mümkün görünmemektedir.
FP’ye gelince, 28 Şubatın gelişmesinin önünü kestiği ve güçlerini dağıttığı bu parti, bir yandan hâlâ kapatılma tehdidi altında bir “lanetli”dir, diğer yandan ciddi bir bölünme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bölünme, doğrudan 28 Şubat baskısının sonucudur. Bu baskıyla, bütün eski programı ve politikalarından vazgeçme durumunda kalan parti içinde, şimdi yeni duruma olduğu kadar küreselleşme politikalarına tam uyum öngören bir yapılanma baş göstermiştir. “Yenilikçiler” adıyla ortaya çıkan ekip, son FP Kongresi’ni kıl payı kaybetmiştir ve şimdi ayrı parti kurmayı tartışmaktadır. Özal’ın “dört eğilimi birleştirme” politikasına atıflarda bulunan ve yeni liberal görünümlü bir partiyi hedefleyen “Yenilikçiler”, aslında yeni yapılanma öngördükleri “pazar”da pek de boşluk olmaması nedeniyle, parti olarak ortaya çıktıklarında hüsrana uğramaktan kaçınamayabilirler, ama satacak malları olduğuna inanmaktadırlar. Ancak öyle ya da böyle FP’de bir bölünme kendisini dayatmış durumdadır.
Üzerinde durulan çekişme ve çatışmaların hiçbir tarafının, emekçilerin hareketine doğrudan yardımının olabilmesi, kuşkusuz beklenmemelidir. Çatışan taraflardan ya da oluşabilecek bölünmelerden hiçbiri, emekçilerin çıkarını ve hayrını gözetiyor değildir. Dolayısıyla emekçiler bu taraflardan herhangi birine katiyen bel bağlayamaz ve kendi geleceğini bu güçlerden birinde bulamaz. Ne TÜSİAD, ne ABD, ne AB, ne Çevik Kuvvet ne de tekellerin partilerinden biri, emekçileri, talep ve hareketini gözeten güçlerden değildir. Birinin diğerine üstün gelmesi, emekçiler ve hareketi açısından doğrudan bir ilerletici faktör değildir, olamaz.

Şubat 2001

Yeniden canlandırılan eski slogan: “birey özgürlüğü”

Tekelci burjuvazinin halk kitlelerine karşı sürdürdüğü ekonomik-politik saldırı, kesintisiz bir biçimde sürdürülen ideolojik saldırı ve kuşatmayla destekleniyor. Günlük faaliyetlerini ve işledikleri konuların içeriğini burjuvazinin dönemsel taktiklerine göre belirleyen burjuva yazar ve gazetecileri, kuşkusuz, burjuvazinin stratejik sınıf çıkarlarını ihmal etmiyorlar. Ancak, sermayenin dönemsel ve acil gereksinmeleri, burjuvazinin ideolojik saldırı cephesinin “öncü kıtası” görevini yüklenmiş yazar ve gazetecilerin faaliyetine de yön veriyor. Politik, sosyal ve ekonomik her gelişmeyi burjuvazinin sınıf çıkarları yönünde yorumlayarak işçi ve emekçileri bu çıkarlara ve kapitalist sömürü sistemine bağlı tutmaya çalışan sermaye propagandacıları ve burjuva gazetecileri, ”toplumsal işlevlerine” uygun olarak, ülkedeki son gelişmelerle birlikte bu çabalarını artırdılar. Burjuva basınının ve burjuva gazetecilerinin son birkaç haftalık sürede öne çıkarıp işledikleri konulara bakıldığında, yayın faaliyetlerinin IMF-işbirlikçi burjuvazi-hükümet programına ve sermayenin silahlı baskı kuvvetlerinin yoğunluk kazanan operasyonlarına uyarlandığı görülmektedir.

BURJUVAZİNİN AÇMAZDAN ÇIKIŞ ARAYIŞI
Burjuvazinin ideolojik “savaş” cephesinde sürdürdüğü faaliyetin en önemli unsurlarından birini, emekçilerin örgütlü mücadelesinin ve bağımsız politik örgütlenmelerinin önlenmesi oluşturuyor. Burjuvazi için, düzen partilerine, burjuva parlamentosuna, hükümete ve düzen kurumlarına güvensizliği artan emekçilerin saflarında bağımsız örgütlenme eğiliminin güçlenmesini önlemek bugün, dönemsel ve uzun erimli hedefleri bakımından büyük bir önem taşıyor. Bunun için kitlelerin ileri kesimleri ve politik mücadele örgütleri saldırı oklarının öncelikli hedefi oluyorlar. Burada, ideolojik savaş cephesinin “erleri”ne ve “generalleri”ne önemli görevler düşüyor ve onlar son gelişmelerle birlikte, bu görevlerine daha sıkı sarılmış bulunuyorlar.
Kuşkusuz bu, hiç de yeni bir tutum sayılmaz. Öncesi bir yana, Yeni Dünya Düzeni demagojisi kapsamında bu gerici söylem on-yıllardır sürdürülüyor. Her fırsatta incelenmesi ya da yeni öğelerle zenginleştirilmesi için de burjuva ideolog ve politikacıları yeteneklerini ve “zekâ incelikleri”ni ortaya koyuyorlar. Bugün yeniden ve yoğun bir biçimde aynı gerici vaazın gündeme gelmesine neden olan gelişme, yukarıda değinildiği gibi, ekonomik-sosyal ve siyasal olayların sermaye-emek çelişkisini ve buna bağlı sınıf mücadelecisini daha fazla keskinleştirecek yönde gelişmesidir. Burjuvazi ve hükümeti, pervasızca sürdürülen saldırılara karşın, 2001 yılına birikmiş sorunların baskısı altında girdi. 2000’in son haftalarına mali alanı -ve bir ölçüde üretim sektörünü- etkileyen “kriz”le girilmesi, on gün içinde 7 milyar doların, “dışarıya kaçırılması”, IMF’nin ek bir saldırı programı dayatması ve 1 Aralık kitlesel eylemleriyle emekçi hareketinde yeni bir yükseliş tehdidinin belirmesi, işbirlikçi gericilik ve hükümetin “acil önlemler”le gündeme müdahalesine yol açtı. Öncelikli hedef, emekçi hareketinin, henüz genel bir direniş yönünde ciddi adımlar atılmamışken, püskürtülmesiydi. Açmaz içindeki burjuvazinin, bu durumdan çıkış için saldırıyı çok yönlü sürdürme ve yoğunlaştırma dışında fazla bir olanağı bulunmuyordu. Ve son gelişmeler bundan bağımsız değildi. Burjuvazi küçük burjuva örgütlerin “gündem” ve tutumlarını, yeni bir yükseliş eğilimi içindeki emekçi hareketini bastırıp etkisizleştirmek hedefli saldırıları için yararlanılabilir bir “zayıf halka” olarak tespit etti. Kolluk kuvvetlerini zindanlardaki politik tutsakların ve sokaklarda baskılan protesto edenlerin üzerine gönderirken, kara propaganda ordusunu, psikolojik ve ideolojik savaş kuvveti olarak harekete geçirdi.
Burjuva propaganda timleri, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda sürdürdükleri faaliyetlerini, “yeni durum” ve dönemin ihtiyaçlarını gözeterek, yeniden düzenlediler. “Bireysel özgürlük” söylemi, cezaevlerindeki “ölüm oruçları” ve ardından gelen saldırıyla birlikte yeniden yoğunlaştırıldı. Küçük burjuva örgütlerin yanlışlarını devrimci örgütlenmenin, “totaliter”, “despot” ve “özgürlük karşıtı” olduğunun kanıtı olarak sundular ve bunu emekçilerin politik örgütlerinin gereksiz, zamanı geçmiş, insan ve bireyin “iç dünyası”yla bağdaşmaz, bireyin özgürlüğüne ve özgür girişimciliğine karşıt oluşumlar olduğu düşüncesini güçlendirmek amacıyla kullanma çabalarını artırdılar.
Bu gerici çaba, işbirlikçi gericiliğin sürdürdüğü saldırıların başarısı için, gündemi saptırma ve emekçi hareketinin öznel nedenli bölünmüşlük durumundan yararlanma tutumuyla da uygunluk gösteriyordu. Burjuva gazeteci ve yazarların “örgütlerin birey özgürlüğünü yok ettiği” propagandasıyla katliamları yönetenlerin, ekranlardan ve günlük gazetelerin sayfalarından “teröristleri kendi terörlerinden kurtarma”ya soyunmuş “ahlaklı politikacılar” kimliğiyle halka seslenmeleri bu bakımdan birbirini tamamlıyordu.
Cezaevleri, içindekilerle birlikte bombalanıp ateşe verilmişti ama yükselen yanık kokuları, alev ve dumanlara aldırmayan ve eli kolu bağlı insanlara karşı “zafer kazanma” güdüsüyle kendinden geçmiş, “muharebe gazetecileri”yle ekran soytarıları, “mahkûmların yaşamını kurtarmak için çaba gösterildiği”ni söyleyebiliyorlardı. Zindanları hâkimiyetlerinin araç ve kanıtlarından biri olarak kullananlar, günlük-haftalık sürekli arama ve baskılarını, bile bile “yapılmamış” ilan ederek, “on yıldır girilemeyen terörist yuvaları”nı dağıtma mutluluğu ve politik rantını pay ediyorlardı. Kara propaganda milislerine göre, örgütlü devrimci, “örgütünün esiri olmuştu”, devrimciler “zavallı insanlardı, yetenekleri sınırlıydı ve gelişme olanakları ellerinden alınmıştı, aydınlar onlara yardım etmeliydiler.”!
Kuşkusuz bu söylem yeni değildi, ama yinelenmesi için koşullar yeniden oluşmuştu; ne denli etkili yinelenirse, saldırı o denli tahrip edici olacaktı. Burjuvazi, emekçi kesimler içindeki “kaynaşma”nın, ileri kesimlerinin birleşik ve genel bir direniş örgütleme ve yakınlaşma çabalarının ve ilerici aydın kesimlerin işçi emekçi hareketiyle daha yakın bağlar kurarak emekçilerin aydınlatılması faaliyetine katılma çabalarındaki olumlu gelişmenin sabote edilmesi, durdurulması ve etkisizleştirilmesi ihtiyacı içindeydi, bunun için gerici çabalarını artırdı. Zehirli oklar devrimci örgüt fikri ve sermayeye karşı örgütlü mücadeleye yöneltildi. İletilen ve sermayeye karşı mücadele eden kesimler içinde de egemen kılınmak istenen mesaj şuydu: “Özgür olmak istiyorsan, devrimci örgütlerden uzak dur!”
Bu kampanya kapsamında Milliyet yazarı Taha Akyol, sermayenin diğer “kalemleri”ne de tercüman olarak, şöyle yazıyordu:
“Müthiş bir öfke, korkunç bir düşünme darlığı. Böylece hayattan kopup ‘örgüt’ denilen ‘sık dokulu’ yani bireysel düşünmeyi ve davranmayı yok eden ‘cihaz’ın bir parçası’ (apartçık) haline gelinir…”
“Artık ‘aydınlar’ın sadece devletçi baskılara karşı değil, hiçbir kural tanımayan, ‘sık dokulu’ örgüt baskılarına karşı da ‘özgür birey’i sahiplenmelerinin zamanı gelmiştir, hatta çok gecikmişlerdir bile…” (Taha Akyol, 20 Aralık 2000)
Akyol, bu saldırılarını yazısının ikinci günkü devamında sürdürdü:
‘”Bireysel özgürlük’ kavramını savunmak ahlaki ve entelektüel bir ödevdir bu çağda. Örgüt içinde de, tarikat içinde de, parti içinde de bireyin kişiliğine ve özgürlüğüne sahip çıkması yönünde yeni bir siyasi kültür geliştirmek zorundayız. İç barış için olduğu gibi ekonomik gelişmemiz için de bu şarttır.
“Hâlbuki Türkiye’deki aşırı sağ ve aşırı sol ‘Baascılar kendi totaliterliklerini destekliyorlar. Bireysel özgürlüğü yok eden ‘sık dokulu’ yapılanmaları eleştirmiyorlar. Bu yapılanmalara kapılmış zavallı gençlerin kişiliğine ve geleceğine sahip çıkmayı düşünmüyorlar, bunun ahlaki sorumluluğunu duymuyorlar…”
Akyol ve diğer birçok burjuva yazarı, devrimci örgütlenmeler içinde yer alanları “zavallı gençler” olarak aşağılarlarken ve güya “aydınları” bu “zavallı gençler”i örgütlerin “tuzağı”ndan kurtarmaya çağırırken, kapitalizmin bireyini “özgür birey” konumuna yükseltiyorlar.

KAPİTALİZM VE BİREY ÖZGÜRLÜĞÜ
Kapitalizm savunucularının, “birey özgürlüğü” üzerine vaazları ikiyüzlülük ifadesidir. Bunlar, kapitalist mülk sahipleri ve burjuva sınıfın diktatörlüğü olan burjuva devletle birey ilişkileri kapsamında özgürlük sorununun üzerinden atlar, burjuvanın işçi ve emekçiye hâkimiyetini özgürlüğe aykırı saymazlar; burjuva devlet-birey ilişkilerinde herhangi bir özgürlükten söz edilemeyeceğinin, ilişkinin baskı ve tahakküm üzerine kurulduğunu; bunu temelleyenin artı-değer sömürüsü olduğunun da farkındadırlar. Ancak, burjuva devleti ve onun silahlı vurucu güçlerinin, hakları için mücadele eden işçi ve emekçilere saldırısını “kamusal düzen” gereği sayarlar. Sistemi eleştiren ve muhalif hareketler içinde yer alanların cezalandırılmasını, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün ayakaltına alınmasını, “özgürlükçü-demokratik siyasal sistem”in hayatiyeti için kaçınılmaz görürler. Böylece kapitalizm onlar tarafından “özgürlükler ve fırsat eşitliği sistemi” olarak yaldızlanmış olur. Oysa biliyoruz ki kapitalizm, insanın çalışması, hareketleri ve davranışlarının onun iradesi beklenmeksizin ve dikkate alınmaksızın yönlendirilmesi, baskı altına alınması demektir.
Her biri, yazar-gazeteci, sosyal araştırmacı-psikolog, ekonomist havasındaki burjuva yazarları, toplumsal sorunları bireysel düzeye indirgeme ya da bireye ilişkin olanları dâhil olmak üzere düşünce ve davranış biçimlerini, içinde geliştikleri koşullardan soyutlamada da uzmandırlar. Kuşkusuz onların çoğu “bireysel düşünme ve davranma”nın, kişilik gelişimi ve birey özgürlüğünün, sosyal ekonomik koşullardan ve sosyal sınıf ilişkilerinden soyutlanmayacağını bilirler. Ama artı-değer sömürüsünden pay almaksızın yaşama olanağı bulamayacakları düşüncesiyle bilinçli saptırmadan kaçınmazlar. Akyol bunların “iş bilir” olanlarındandır.
Taha Akyol, küçük burjuva devrimcinin şahsında, devrimcileri aşağılamak üzere “zavallılar” tanımlamasına başvuruyor; “sizi sizin yaşamınız için öldürüyoruz” diyecek kadar pervasız ve zalim olan sermaye koalisyonunun sınır tanımaz vahşetini zorunlu ve gerekli saymasına karşın, “birey özgürlüğü” üzerine lafazanlığı elden bırakmıyor. Oysa Akyol ve sermayenin “medya”daki görevli timlerinin bu ve benzeri satırları yazdıkları saatlerde, Türkiye, burjuvazinin iktidarı için harcamayacağı hiçbir değerin olmayacağını kanıtlar biçimde, sokakta ve zindanlarda azgın bir vahşete sahne olmaktaydı. “Birey özgürlüğü” üzerine ikiyüzlü propagandayla emekçilerin devrimci örgütlenmesini sabote edip engelleme çabalarının yoğunlaştırıldığı günlerde, işten atıldıkları için işyerleri önünde toplanan ve işlerine geri alınma talebini yükselten yüzlerce işçinin üzerine sermaye kuvvetleri gönderiliyor, “esnaftan şikâyet var” demagojisiyle işçiler ve sendika temsilcileri gözaltına alınıp sorguya çekiliyorlardı. Kürt kentlerinde yirmi yılı aşkın bir süredir sürdürülen gizli-açık sıkıyönetim bir kez daha uzatılıyordu. İşçi ve emekçilerin bağımsız örgütlenme, basın-yayın hakları, kamu çalışanlarının sendikal örgütlenme girişimleri, saldırılar, soruşturmalar ve DGM kararlarıyla karşılanıyor; “izinsiz yürüyüş yaptıkları” gerekçesiyle 12–17 yaşlarında 50 kadar Kürt çocuğu gözaltına alınıp DGM’lerde yargılanmak üzere cezaevlerine konuyor ve emniyet genel müdürü, işkenceci polislerin affı -ki bu işkencenin devamına resmi onay demektir- için hükümet ve üst bürokrasi nezdinde girişimlerini sürdürüyordu. Ve yine, sokaklarda elde silah gösteri yaparak halka tehditler savuran polis birlikleri “sabit suçları görülmediği” gerekçesiyle “beraat” ettiriliyorlardı.
Vahşeti uygulayan ise, Akyol’un “liberal” Kürt milliyetçilerinin “demokratik”, yakalarına “Kemalist” yaftası asan emperyalizm uşaklarının “laik demokratik” olarak lanse ettikleri “Cumhuriyet devleti ve hükümeti” idi! Akyol gibileri “Mehmetçik gazeteci” kimliğiyle devlet birliklerinin katliamını desteklemekten geri durmadılar.
“Basit” ve güncel binlerce olay ve ilişki kapitalizmde bireysel ve herkes için özgürlük olmadığını; aksine halka dayatılan sömürü ve baskıyla birlikte zavallılığın, tek yanlılığın, darlığın, ufuksuzluğun, cehaletin kaynağının da gerçekte azınlık bir kesim dışındaki on-milyonlar için “kölelik” koşulları üreten kapitalizm olduğunu göstermektedir. Burjuva yazarları zavallılığı üreten ufuk darlığına ve zihni ve fiziki gelişmemişliğe yol açan ve on-milyonları “zavallılığa” iten toplumsal koşullara ve siyasal sisteme temelli bir itirazları olmadığı gibi, zavallılığı “devrimci örgüt’le ilişkilendirerek, bir okla “birçok kuş” vurmak istiyorlar. Ama “topal kuş”u avlamak her zaman avcı “ustalığı”nı göstermez. Küçük burjuva örgütlerin sundukları malzeme de, kapitalizmin insan özgürlüğü ve mutluluğuyla bağdaşmaz bir sistem olduğu gerçeğini örtbas etmiyor. Burjuva yazarları ve burjuva propagandasının gerici vaazına karşın, sömürü ve baskının, çıkar çatışması ve sınıf farklarının ortadan kalkması, herkesin ihtiyacı oranında yararlanacağı toplumsal zenginliğin birlikte üretilmesi ve sosyal-ekonomik-kültürel zenginliğin paylaşıldığı bir dünyanın kurulması ideali için sürdürülen mücadele, içeriği gereği zavallılar değil, kararlı, özgür düşünceli bireyler “yaratır”, insanlık tarihinin bugüne kadarki gelişmesi de, yaşam gereçlerini üreten işçi ve emekçilerin, onların ileri kitlelerinin ve yaşamlarını emekçilerin yaşamına bağlayan aydınların fedakârca çabaları üzerinden gerçekleşebilmiştir. Burjuva yazarları, dünya hâkimiyeti ve kaynakların yağmalanması için yüz binleri ölüme yollamaktan kaçınmayan, savaşlar çıkaran ve katliamlar düzenleyen kapitalistleri, tekelci patronları, onların hükümet koltuklarında oturan uşaklarını ve temel görevleri imha ve baskı olan militarizm şeflerini “özgürlük uygulayıcıları” olarak tanıtmakta, reklâm etmektedirler. Bunlar, askeri-bürokratik kastın ve oligarşik merkezi burjuva baskı aygıtının dayattığı kişiliksizleştirme ve hâkimiyeti, “demokrasi” olarak reklâm etmekte, imha için girişilmiş eylemleri “Hayata Dönüş Operasyonu” olarak adlandıran diktatörlük bürokratlarının nakaratını tekrarlamakla; bombalarla, yıkım araçları ve makineli silahlarla sürdürülen saldırıyı,” “teröristleri kendi terörizmlerinden kurtarma” girişimi olarak gösterebilmektedirler.
Toplumlar tarihi, özgürlük ve üretim faaliyetinin; üretim ve mülkiyet sistemiyle birey özgürlüğü ya da özgürlüksüzlüğünün birbirleriyle dolaysız bağını ortaya koyan en önemli “tanık”tır. Özel mülkiyet sistemlerinin sonuncusu olarak kapitalizmin egemen sınıfı, kapitalistle işçinin “eşit olduğu”nu kâğıt üzerinde ilan etmesine karşın, üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutanla yaşamını sürdürebilmek için işgücünü bu araçların sahiplerine kiralayanların eşitliği ve birey olarak özgürlükleri, aynı nedenle olanaklı olmamaktadır. Üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti, eşitsiz gelişme, kapitalist rekabet ve bunun emperyalist aşamada kazandığı yeni özellikler, genel olarak özgürlüklerin yadsınması; bağlılık ve boyun eğdirmenin hâkim hale gelmesine yol açmaktadır. Burjuvazinin feodal otokrasi ve aristokrasiye karşı mücadelesinde, toplumun tüm ezilen kesimlerini ardınca sürüklemek için “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” şiarıyla işe koyulduğu, ancak sınıf egemenliğini tesis ettikten sonra, iktidar aygıtını işçi ve emekçilere karşı bir bastırma ve sindirme aracı olarak kullandığı bilinir. Kapitalizm ve burjuvazi, birey özgürlüğü üzerine onca propagandaya karşın, “birey”e boyun eğmeyi, itaati ve susmayı öğütlemekte ve dayatmaktadır. Kapitalizm burjuva azınlığı için, işçinin ürettiği artı-değere el koyma özgürlüğü ve politik-hukuksal ayrıcalık; on milyonlarca emekçi için ise baskı ve sömürü demektir.
Kapitalist üretim tarzı, bireyin toplumsal örgütlenme içinde olup-olmamasından bağımsız olarak, birey özgürlüğünün ortadan kalkmasının zeminini oluşturur. İşçinin günlük yaşamı, hareket tarzı, hangi sosyal aktiviteler içine gireceği, kendisi ve çocuklarının eğitimi, yiyeceğinden içeceğine, giyiminden barınmasına temel tüketim gereksinmelerini temin biçimi ve sınırı kapitalist mülk sahipleriyle ilişkileri tarafından belirlenmektedir. Gönüllü değil zorunlu olan bu tür bir ilişki içinde özgürlükten söz edilemez. İşçiyi makinenin parçası ve eklentisi haline getiren, hareketini ve çalışma temposunu makineye bağlı kılan, kendisini (soyunu) ve yaşamını sürdürmesine yetecek bir ücretle geçinme zorunda bırakan, talepleri ve sosyal-politik aktivitesine siyasal zor ve baskıyla cevap veren, hareketine sınırlar çizen bir sistem, işçi ve emekçiye özgürlük getirmez.
Kapitalist sistemde, işgücünü pazarda satma dışında özgürlüğü olmayan, fiziki ve zihni gelişme olanağı tanınmayan, yalnızca üretim sürecinde kendini yeniden üretmesine yetecek bir ücretle kapitalist için çalışma olanağı bulan işçinin, toplumsal yaşam ve sosyal aktiviteden kopması için tüm koşullar olgunlaşmış demektir. Sınıf konumu, sınıf ilişkileri ve sınıfların devletle ilişkileri üzerine düşünme olanağı ve zamanı gasp edilen işçi-emekçi kitlelerinin bu kuşatma altında kendiliğindenliğe sürüklenmeleri ya da burjuva politikası ve kapitalist parti fraksiyonlarının ardına takılmaları için koşullar oluşmuştur. Burjuvazi, iletişim ve teknoloji alanındaki gelişmeleri, emekçileri zihni-kültürel ve ekonomik kuşatmaya almak, tüm zamanlarına hâkim olmak ve kendi sınıf çıkarları yönünden değerlendirmek üzere kullanır. Anlaşılacağı üzere, bu “hayat”, korunması ve kopulmaması gereken bir hayat değildir. Aksine, işçi ve emekçinin “kendisi için birey” olabilmesi, öncelikle bu kuşatmanın yarılmasına, burjuvazi ve kapitalistin “çaldığı” zamanın geri alınmasına ve artı-emek zamanının kısaltılmasına bağlıdır.
Bu bakımdan, burjuvanın birey özgürlüğü üzerine söylediklerinin ne denli sahte, ikiyüzlü ve geçersiz olduğunu görmek için, işçiyle kapitalistin ilişkilerine ve bunun politik alana yansımasına; burjuva devlet ve organlarının emekçilerin kâğıt üzerinde yazılı olan “eşitlik ve özgürlük”ten yararlanma girişimlerine karşı tutumuna bakmak yeterlidir. Düzenin silahlı güçlerinin, mahkeme ve yargıçlarının, politik parti ve hükümetlerinin fabrika, işyeri, barınma, çalışma ve eğitim alanlarına müdahalesinin içerik ve biçimi, burjuva özgürlüğünün yalnızca üretim araçları mülkiyetine sahip olanlar için, dahası bugün esas olarak tekelci burjuvazi için söz edilebileceğini gösteriyor. Kapitalist toplumda, ezilenlerin “bireysel özgürlüğü”nden ancak onlar burjuva baskı sistemine karşı mücadele ettikleri ve mücadeleleriyle bu hakların kullanımı olanağını yarattıkları ölçüde söz edebilmiştir ve bugün de bu böyledir.

İDEOLOJİK SALDIRI ARACINA DÖNÜŞTÜRÜLEN ‘BİREY ÖZGÜRLÜĞÜ’ SLOGANI
Bireysel özgürlük propagandası, ‘Yeni Dünya Düzeni’ ve ‘küreselleşme’ vaazının unsurlarından birini oluşturuyor. Emperyalist burjuvazi dünyanın tüm kaynaklarını yağmalayıp, işçi sınıfına ve bağımlı ülke halklarına köleliği dayatırken, emekçilerin örgütlü mücadelesini etkisizleştirmek amacıyla, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi olarak Marksist parti örgütünü “öcü” olarak ilan etti; ondan uzak durmanın “birey”i “erdemli” ve “yetenekli” kılacağı propagandasını geliştirdi. Özgürlük sözcüğü, burjuva propagandacısı tarafından sözde yüceltilirken emperyalist haydutların eyleminde hâkimiyet, talan ve baskının örtüsü olarak kullanıldı. Çeşitli ülkelerdeki “dönme” liberal aydınlar bu propagandayı yaygınlaştırmak için kolları sıvadılar. Kara propagandanın en önemli hedef kitlesi genç kuşaklar, özellikle de ‘genç aydın’ kuşaklarıydı. Burjuva eğitim sistemi emekçilerin geniş kesimleri için eğitim yolunu daha başlangıç aşamalarında kapatmasına ve eğitimin ileri basamaklarına kadar eğitme olanağı küçük bir azınlık için söz konusu olmasına karşın, burjuvazi, bunların içinden çıkıp geldikleri halk katmanlarına ve onların çıkar ve taleplerine yabancılaşmalarını sağlamak üzere, “bireysel özgürlük” sloganını bu kesimler içinde yaygınlaştırmaya koyuldu. Amaç, bireylerin gerçekten kişilikli, yaşamı ve toplumsal ilişkileri bilimsel irdeleme gücüne sahip, olgu ve olaylara özgür iradesiyle yaklaşan, fikirlerini ve tutumlarını özgürce ortaya koyabilen insanlar olmasını sağlamak değildi. Çünkü bu, öncelikle artı-değer sömürüsüne ve onun belirlediği ilişkilere karşı durmayı gerektirirdi. Burjuvazinin ihtiyaç duyduğu, yeteneklerini ve bilgilerini sistemin ve sömürünün devamı için seferber etmeyi benimsemiş hizmetlilerdi. Aykırı yönelişler içine giren, özellikle de sömürü ve baskı sistemine karşı mücadele eğilimi içindeki bireyler ve aydınlar ise. özgürlükten nasibini almamış, yolunu şaşırmış sapkın kişiler ya da “zavallılar” olarak tanıtıldılar. Burjuva gerici propagandanın gençlik kitleleri üzerindeki etkisini izleyen ve somut sonuçlar alan burjuvazi, gençliğin saflarında hiçbir yere ve kimseye karşı kendini sorumlu görmeme, sorumsuzluk, “gününü gün etme” anlayışıyla zamanını ve enerjisini kişilik ve yetenek gelişimini engelleyen “işler”e harcama tutumunun yaygınlaşmasından gizli-açık sevinç duydu. İçinde yaşadığı toplumsal koşulları irdeleme gücü gösteren, emekçilerin bugünü ve geleceğiyle ilgili kaygılarla değişiklik arayışına giren, bu arayışla birlikte emekçilerin kurtuluşunun kapitalist sömürü sisteminin tasfiyesine bağlı olduğu ve birey özgürlüğünün ancak o durumda gerçek anlamıyla gerçekleşme olanağı bulacağını görerek örgütlü sınıf mücadelesine katılan gençler saldırı hedefine kondular ve yıldırılmaları için her yol denendi.
Buna karşın, bugün birçok ülkenin yanı sıra Türkiye’de küçümsenemez bir gençlik kesiminin, işçilerin, kent ve kır emekçilerinin örgütlü mücadele içinde yer almaları ve politik örgütler kurup, onları güçlendirmek için çaba göstermeleri; burjuvaziyi, henüz yeni bir devrimci “dalga” geniş işçi-emekçi kesimleri sarıp onların çeşitli ülkelerde ayağa kalkmalarına yol açmadan, onu boğma çabalarını artırmaya yöneltiyor. “Devrimci örgütler” öznesinden hareketle “birey özgürlüğü” üzerine lafazanlığı artırmalarının başlıca nedeni budur. Burjuva yazarları bunu, insan olarak bireyin temel haklarını savunmak, kapitalistin ve onun devletinin dayatmalarına boyun eğmeyen kişilik gelişimini teşvik etmek için değil, kapitalizme karşı örgütlü mücadeleye girişen işçi-emekçi ve gençlerin örgütlü kolektif hareketini engellemek ve örgütlü bireyi örgütüne karşı kışkırtmak amacıyla yapıyorlar. Bu tür örgütler içinde birey özgürlüğünün ortadan kalktığı, bireyin iradesinin örgütün iradesi tarafından çiğnendiği, örgütlü bireyin robotlaştığı iddiası ve varsayımıyla, emekçilerin örgütlerin dışında kalmasını; dağınık “birey”ler olarak kolektif kapitalist burjuva baskı aygıtının uysal kulları halinde kalmasını sağlamaya çalışıyorlar.
Birey özgürlüğü üzerine vaaz veren burjuva yazarları, örgütlü birey olarak işçinin ve insan bireyin kapitalistlerle ve kapitalistlerin örgütlü gücü olarak burjuva devletle ilişkilerinde, özgürlüğü değil, uysallığı ve boyun eğişi savunuyorlar. Onlara göre, burjuva devletine, onun koyduğu yasa ve yasaklara; burjuva ordusunun kast sistemine ve generallerin kesin otoritesine; kapitalistlerin fabrika yasalarına ve çalışma kurallarına; emek-gücünün aşırı sömürüsünü garanti etmek üzere geliştirilen yöntemlerin kurallaştırılmasına boyun eğmek ve uyum göstermek birey özgürlüğüne aykırı değildir. Burjuvazinin örgütlü şiddet aygıtının, onun silahlı adam müfrezelerinin, adli ve politik kurumlarının emekçi bireyle ilişkilerinde, örgütlü burjuva otoritesinin savunuculuğunu yapmakta, özgürlük sorununu kapitalizmin ve burjuva sınıf hâkimiyeti sisteminin olanak tanıdığı ve öngördüğü sınırlarda ele almaktadırlar. Birey özgürlüğüyle bireyin bir unsuru olduğu sınıfın özgürlüğü sorununu birbirinden soyutlayarak, burjuvazinin politik merkezi örgütünün bireylerle ilişkilerinde yansıyanın kapitalist sınıf egemenliği olduğunu gizlemeye çalışmakta; kullanamadığı, kullanma olanağına sahip olmadığı, kullanmaya yöneldiğinde, sistemin egemen güçleri tarafından baskı ve engellerle önünün kesildiği, sınırları üretim araçları özel mülkiyetine sahip olanlar tarafından belirlenen özgürlüklerin işçi ve emekçiler için de var olduğu yanılsaması yaratarak, “devrimci örgüt” “birey özgürlüğü” çelişkisi üzerine ahkâm kesmektedirler.
Bu propagandanın sınırları, burjuvazinin ideolojik ve psikolojik savaş taktiği tarafından belirlenmiştir. İşçi ve emekçilerin kendi çıkarları yönünde -kapitalistlere ve onların her türden temsilcisi, savunucusu ve yardakçısına karşı- örgütlenmeleri, sahte ve ikiyüzlü burjuva özgürlüğünün yerine, sömürü ve baskının ve onu var eden sınıf farklılıkları ve çıkarlarının tasfiyesi sürecinde gerçek insani eşitlik ve özgürlüğün tesis edilmesi için ilk adımların atılması demektir. Bu İse, burjuva sınıf egemenliğinin, kapitalist sömürü ve soygunla beslenen düzen politikacıları, yazar ve iktisatçılarının artı-değeri yağmalama olanaklarının tehlikeye girmesi demektir.

BİREY ÖZGÜRLÜĞÜNÜNÜN YOLUNU AÇACAK OLAN SÖMÜRÜYÜ TASFİYE MÜCADELESİDİR
Kapitalizm politik-kültürel alanda da bireysel körleştirme politikasının ve iradesizleştirmenin adıdır. İnsanlık tarihi, özel olarak kapitalizm tarihi, örgütlü emekçilerin üretim araçları mülkiyetini elinde tutan egemen sınıf hâkimiyetine karşı mücadelesiyle gelişti. Uygarlığın temelinde, üretken emekçinin emeği, işçinin artı-değeri yatıyor. Özgürlük ve özgür irade, toplumsal tüm ilişki ve unsurlar gibi, sınıflara ve onların sınıf ilişkilerine bağlanmıştır. Bireyler, doğrudan veya dolaylı olarak sınıflara dâhildirler, özgürlükleri ya da özgürsüzlükleri sınıfların özgürlüğü sorununa bağlıdır. Bunun en temel nedeni, insanın toplumsal bir unsur olmasıdır. İnsan olarak herkesin tüm gereksinmelerinin karşılanması, zihni ve fiziki gelişme olanaklarına sahip olması, insanlık tarihi boyunca üretilen ve biriktirilen maddi-manevi zenginliklerden ayrıcalıksız yararlanması ve bu temel üzerinde eşit ve özgür olması, sınıf bilincine ulaşmış işçinin ve devrimci sınıf partisinin temel şiar ve hedefleri arasındadır. Sınıf bilinçli işçiyle devrimci sınıf partisi, özgürlük ve eşitliğin maddi üretim koşulları ve üretim ilişkilerinin toplumsal tarzından bağımsız olmadığını; bireylerin özgürce yaşamalarının olanaklarının sınırlı veya yok denecek kadar az olduğunu da bilirler. Buna karşın, kapitalizm koşullarında da birey özgürlüğü için, onun elde edilmesi ve kullanılması için mücadele ederler. Kuşkusuz, bu mücadelenin bir yanını burjuvazinin “birey özgürlüğü”, “bireyin özgür iradesi” üzerine ikiyüzlü ve şeytanca vaazına karşı mücadele oluşturur.
Amacını ve işlevini, işçi sınıfı ve ezilen halk kitlelerinin kapitalist sömürü ve burjuva sınıf baskısına karşı hareketinin geliştirilmesi, hareketin gereksinmelerinin karşılanması ve bu baskısına karşı hareketinin geliştirilmesi, hareketin gereksinmelerinin karşılanması ve bu baskı ve sömürüden kurtulmak için sürdürdükleri mücadeleye bağlayan gerçek devrimci bir örgütün, örgüt işlerliği kurallarından en önemlisi, örgütlü bireylerin gönüllü-inisiyatifli birliğidir. Proleter ve emekçi örgütü bireylerin gönüllü ve özgür iradelerine dayalı birliğinin gücünü bilir, bunu sağlamaya çalışır. Emekçilerden ve onların kurtuluş davasından kopmadığı sürece, bürokratik bir baskı aygıtı ve kast egemenliğinin oluşmasına olanak tanımaz. Bu örgütlerde, birey olarak insan, insanlığın tarihi birikiminden yararlanma, onun biriktirmiş olduğu bilgi hazinesinden öğrenme, deney ve tecrübeleri özümleme, kişiliğini ve zihni yeteneklerini geliştirme olanaklarını elde eder.
Oysa kapitalizm ve burjuva toplumsal örgütlenmenin ona dayattığı ve verdiği kulluk konumu; tabi olma, edilgen ve kişiliksiz birey tutumudur. Kapitalist iş disiplini ve burjuva devletin bireyden isteminin özsel bir yanıdır bu. Akyol gibi burjuva yazarları, kapitalist efendilerinin egemen konumu ve artı-değer sömürüsüne dayalı sistemin bekası için, küçük burjuva örgütlerin açmaz, zaaf ve yanlışlarından işçi sınıfının devrimci-sosyalist (Bolşevik) parti örgütlenmesine karşı mücadelede yararlanmaya çalışıyorlar. Çeşitli küçük burjuva sorumsuz örgütlerin, proletaryanın örgüt ahlakıyla bağdaşmaz tutum ve ilişkilerini kullanarak, devrimci parti örgütlenmesine saldıran bu yazarlar, son on-yıllarda emperyalist burjuvazinin yönlendirmesinde yoğunlaştırılan kara propagandayla, örgütlerden ve örgütlü mücadeleden kaçış ve uzak durma eğilimini güçlendirme çabasındalar.
Proletarya ve emekçilerle onların kurtuluş davasına bağlanmış aydınların ve devrimci gençliğin, burjuvazinin politik-ideolojik ve ekonomik saldırılarını püskürtmeleri, diğerleriyle birlikte, ideolojik cephede etkili bir mücadelenin sürdürülmesini zorunlu kılmaktadır. Burjuva yazarlarının saptırma ve dolaysız saldırılarının teşhiri, emekçi kitlelerin aydınlatılması ve örgütlenmesi bakımından da önem ve aciliyet taşımaktadır. İşçi sınıfının devrimci politik örgütü burjuvazinin “köşeye sıkıştırma” ve boğma çabalarını, insanlığın tarih boyunca biriktirdiği bilimsel bilgi ve deneylerden yararlanma yeteneği gösterebildiği; bu bilgi ve deney birikimini içinde bulunduğu dönemin sorunlarının çözümünde yararlanılabilir araçlara dönüştürebildiği ölçüde boşa çıkarabilmiştir. Bugün de, mücadele araç ve mevzilerini güçlendirici taktikler ve politikalar geliştirilmeden ve bunları uygulama kararlılığı gösterilmeden burjuva saldırıları boşa çıkarılamaz. İnsan, ancak üretim faaliyeti içinde ve günlük yaşamda, emek ürünü zenginlik ve araçların insana karşı baskı aracı olarak kullanılması olanağının ortadan kaldırıldığı, çok yönlü gelişmesinin önünde, doğasal olanlar dışında hiçbir engelin kalmadığı, kafa ve kol emeği arasında ayrıcalıkları doğuracak farklılıkların ortadan kaktığı; sömürü ve baskının ve onun araçlarının geride bırakıldığı toplumsal koşullarda gerçek özgürlüğe ulaşacaktır. Kapitalist emperyalizm insan özgürlüğünün karşıtıdır; onun aşılması kaçınılmaz ve zorunludur.
Birey, sömürüye karşı mücadele içinde ve bu kapsamdaki mücadeleyle özgürlüğe yürümektedir. Bunun, örgüt olmaksızın başarılması olanaklı değil!
Burjuvazi ve emrindeki tüm uşakları bu gerçeğin geniş emekçi kesimleri tarafından kavranmasını ve pratiğe geçirilmesini önlemeye çalışıyorlar.

Şubat 2001

Üretimde coğrafi esnekliğe yol veren yapısal ve örgütsel gelişmeler

Coğrafi esnekliğin, sermayenin daha hızlı ve kârlı alanlara doğru kayışına ve bu nedenle üretici güçlerin yer değiştirmesine, alınıp satılmasına kolaylık sağlayan coğrafi düzenlemeler olduğunu, Özgürlük Dünyası’nın Ocak 2001 tarihli geçen sayısında açıklamıştık. Kısaca hatırlarsak, sermayeye daha hızlı devinim sağlatacağı, üretim süreçlerine ve üretici güçlere egemen olmada daha sınırsız olanaklar elde edeceği bir süreci, mekânsal esnekliği artırarak yapmaktadır.
Sermaye, bir yandan, IMF, DB, GATT, WTO vb. merkezli zirveler, konferanslar, vs. gibi uluslararası kurumları aracılığıyla, diğer yandan toplam kalite yönetimi içinde yer alan standardizasyon tekniği ile bu amacına ulaşmayı hedeflemektedir. Coğrafi düzenlemeyle, hangi ürünün, dünyanın hangi bölgesinde ve hangi koşullarda üretileceğini organize ederken, her bölgedeki ekonomik ve siyasal ilişkilerini de bu amaca uygun kurumlaştırdığı açıkça görülmektedir.
Örneğin; daha çok ABD’nin Türkiye’yi, Lübnan, İsrail ve Mısır’ın da içinde olduğu bir çerçevede, bu ülkeleri ve başka bölge ülkelerini de, bölgedeki enerji koridoru, enerji geçiş yollarının bekçileri olarak yönlendirmeye çalıştığı biliniyor. Ortadoğu ve Orta Asya petrollerini, doğalgazını sadece kaynak ülkelerde egemenliğini pekiştirerek değil, aynı zamanda geçiş yollan ve bu yolların güvenliğini de elinde tutarak, dünya hegemonyasında etkinliğini artırmayı amaçlıyor.
En küçük üretim birimlerinden başlayarak, işletmelerin bütününü ve ulusal-uluslararası endüstriyel ilişkileri de kapsamak üzere bir dizi coğrafi uygulamanın, ekonomi-politik ve ideolojik etkileriyle birlikte tüm üretim süreçlerini kapsayarak geliştirilmeye çalışıldığını söylemiştik. Mekânsal parçalanmışlık, zamansal parçalanmışlığı kolaylaştıracağı gibi, üretici güçlerin tümünde sömürünün artmasının da aracı olmaktadır.

COĞRAFİ ESNEKLİKLE GELEN YAPISAL DEĞİŞİM
Tekellerin, üretimde (burada üretim kavramını, genel anlamda, yani hammadde teminiyle başlayan, yeniden üretimi, dağıtımı ve tüketimi içeren bütün süreci ifade etmek için kullanıyoruz) dünyayı coğrafi olarak düzenlemeye çalıştıkları süreci ve yöntemleri, bu amaçla kullandıkları araçları ve örgütsel yapılaşmayı örneklerle açıklamaya çalışalım.
Tüm ülkelerde ’70 sonrası başlayan de-regülasyon hareketi ile, büyük işletmeler parçalanmaya ve her parçası çeşitli yerlere dağıtılmaya başlamıştı. Büyük işletmeciliğin yerini parçalı üretim veya tam zamanında, stoksuz üretim olarak tanımlanan küçültülmüş ölçekli ve sipariş üstüne üretim almaya başladı. Bir yandan büyük işletmeler parçalanırken, diğer yandan küçük ve orta ölçekli üretimin belli merkezlerde toplandığı, dikey ve yatay örgütlenmelerin oluşturulduğu gözlenir. Ve aynı süreç, sermayenin daha büyük ve artan bir şekilde tek merkezde toplanması ve tek elden yönetimi süreciyle iç içe olarak ilerlemiştir.
Yeni iş organizasyonu olarak karşımıza çıkan coğrafi esneklik, eşzamanlı ve birbiri içine geçen iki oluşum süreci ile daha net görülebilir:
1. De-santralizasyon (Parçalama ve Dağıtma);
2. Santralizasyon (Toplama ve Örgütleme).

1. De-santralizasyon = Parçalayarak Dağıtma
Bunu bir benzetme ile açıklamaya çalışalım: Evlerde kullanılan mutfak robotuna birkaç parça et, bir soğan ve birkaç parça patates atarak düğmeye basalım. Önce içine atılan malzemelerin parçalandığını, sonra bu karışımın merkezden uzağa doğru, kabının dibine ve duvarlarına doğru hızla yapıştığını görürüz. Dönme hızı ile birlikte merkezkaç bir kuvvet etkisi ile homojen bir dağılımın tüm kabın duvarlarına eşit bir biçimde dağılması ve ortada çok az bir kısmının kalması, santrifüj etkisi ile dağılma, de-santralizasyon olayını tarif eder.
Üretimin de-santralizasyona uğratılması da, merkezinde tekeller olmak üzere, üretim güçlerinin ve üretim araçlarının daha etkin olarak parçalanarak, her yana ve her sektöre hızla dağıtıldığı yayılma olarak görülebilir. En başta çokuluslu tekeller, onların altında uluslara ait holdinglerin olduğu, bunların altında faaliyet gösteren ana işletmeler ve bunlara bağlı, küçültülmüş alt işletmelerin veya taşeron işletmeciliğin geliştiği bir yayılma politikası güdülüyor. Ana işletmelerde çok az sayıda kalifiye işçi çalıştırmak üzere, on-binlerce alt işletmeye parçalanmış küçük firmalarda milyonlarca kalifiye olmayan işçi çalıştırılıyor. Aynı biçimde, tekellerin merkezinde tüm bilgilerin toplandığı ama kollarını en küçük birimlere ve işletmelere kadar uzatan bilgisayar ağlarının (Network Ağları) yayılması, merkezinde dev bankaların olduğu ama her ülkede onlarca küçük bankaya, borsaya, sermaye kuruluşlarına dağıtılmış sermaye, vs. bu de-santralizasyon etkisiyle üretici güçlerin coğrafi dağılımının yapısını açıklar. Aynı zamanda üretimde kullanılan mekânların, makinelerin, üretimin miktarının da küçültülmesi ve yer değiştirmesi kolaylaştırılır.
Üretimde rol oynayan faktörler olarak: üretim güçlerindeki bu dağılmanın, üretim araçlarının dağılımında görülen hızlı ve etkin yöntemlerin, aynı süreçte, üretim araçlarının kullanımına dair teknik ve pratik uygulamaların da, her işletmede yaygınlaşmasını da gerektiren bir düzenlemeye ihtiyaç duyulur. Parçalanan üretimin bütünlüğünü sağlayan bu tekniğin yaygınlaşması, kalite standardı olarak, üretimin tekel merkezlerine bağlı örgütlenmesinin de en vazgeçilmez aracı olmaktadır. Bu nedenle ISO–9000 standardı (veya benzeri birkaç standart), coğrafi olarak esnetilmiş üretimin örgütlenmesinin en önemli aracı olarak tüm işletmelere dayatılır. ISO standardını: 1. Ürünün standardı, 2. Üretim tekniğinin standardı, 3. Personel veya istihdam rejiminin standardı olarak, temel üç alanda yürütülen faaliyetler toplamı şeklinde görebiliriz.
Üretim süreci, bir yandan parçalanarak, bir yandan bu parçalar da kendi altında dağıtıma uğratılarak, taşeronlaştırılarak, yer değiştirilerek de-santralize edilirken, diğer yandan ise, küçültülmüş ve dağıtılmış parçaların yeniden örgütlenmesi, belli bölgelerde toparlanması sağlanmaya çalışılıyor. Büyük mekânların yerini küçük mekânlar, bir veya birkaç mekânın yerini, yüzlerce hatta binlerce mekân almaya başladı ki merdiven altı işletmeciliğinin artması bunun uç örneğini verir.
Küçük ve Orta Ölçekli İşletmecilik olan KOBİ’lere ’80 sonrası verilen önem ve Türkiye’de imalat sanayindeki işletmelerin yüzde 99,2’si, istihdamın yüzde 55,6’sı KOBİ’lerde olması, bu etkinin boyutlarını vermektedir. Bu amaçla 1990’da, Sanayi ve Ticaret Bakanlığının hazırladığı kanunla, Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı “KOSGEB” kuruldu. KOSGEB, “Ülkenin gelişmesinde, Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi İşletmelerinin payını ve etkinliğini arttırmak, rekabet güç ve düzeylerini yükseltmek, sanayide entegrasyonu ekonomik gelişmelere uygun biçimde gerçekleştirmek” amacı ile hizmet ve faaliyetlerini yürüttüğünü söylemektedir.
KOSGEB faaliyetlerini, Ankara’da bulunan başkanlığın dışında, ülkemizin muhtelif yörelerinde kurduğu, hizmet merkezleri ile yürütmektedir. Bu hizmet merkezleri:
– Küçük İşletmeleri Geliştirme Merkezleri,
– Teknoloji Geliştirme Merkezleri,
– Bölgesel Kalkınma Enstitüleri,
– Pazar Araştırma ve İhracatı Geliştirme Enstitüleri,
– Girişimciliği Geliştirme Enstitüleri olarak yapılanmıştır.
Benzer kurumlar, diğer ülkelerde de oluşturulmuş, örneğin, İtalya’da SPI, aynı amaçla kurulmuştu. Küçük sanayilerin coğrafi bölgelerde ihtisaslaşma alanları ve yeni üretim teknikleri konusunda kendilerini yenileyebilmeleri için çalışmalar yapıyor. İtalya’da, 1990’da İtalyan Dış Ticaret Enstitüsü’nün desteği ile kurulan Bölgesel İhracat Konsorsiyumu, aynı çeşit ürünlerin belli bölgelerde toplanmasını sağlayan düzenlemeler yapmaktadır.
De-santralizasyonun, üretim sürecinde yarattığı etki, sadece üretimle sınırlı kalmayıp sosyal, toplumsal tüm örgüt ve kurumlarda da parçalanma yaratacağı görülebilir. Özellikle kamu kurumlarının sosyal yapılarında ve kitle örgütlerinin tümünde, üretimdeki rekabet ve parçalanmışlığa eşdeğerde, kitlesini kategorize edici uygulamaları izleyebiliriz. Partilerin, sendikaların kitlesel küçülmesi gibi.
Üretim sürecinin de-santralizasyonuna otomobil sektöründen bir örnek verirsek: Ford tekelinin dünyanın çeşitli ülkelerine yaydığı üretim yerlerinden birkaçını, Ford Koç ortaklığı ile yapılan yatırımlar ve ana işletmeler olarak açılan fabrikalarla, Türkiye’ye de yaydığını söyleyebiliriz. Kadıköy’de bulunan Otosan’a parça üreten pek çok alt işletme, Dudullu Organize Sanayi Bölgesi’nde açılmış ve bunlar sadece Otosan’a üretim yapan şirketler durumundadır. Birkaç yıl öncesine kadar 2 binden fazla işçinin çalıştığı Kadıköy-Otosan’ın bugünkü işçi sayısı 300-400 civarına düşmüştür, ama toplam üretimi artmıştır.
Ford-Otosan, büyüyen üretiminin önemli kısmını Eskişehir ve Kocaeli Organize Sanayi Bölgelerine açtığı 2 yeni fabrikaya kaydırarak, bunların ara mamullerini, bu organize bölgelerdeki alt işletmelere yayarak, her bir aksamını ayrı işletmelerden sipariş üstüne temin yolunu seçmektedir.
Bu işletmelerde, ana işletme olsun, alt işletmeler olsun, hepsinde kalite standardı uygulanır, çalışan her işçinin birer performans kartı vardır. Günlük ürettikleri parça adedi, performans durumu, çalıştıkları süre, hata oranı, bu karta yazılıdır. Buralarda çalışan işçilerin sadece iş yaşamını değil, sosyal ve kültürel yaşamını da bu kartlar belirler hale gelmiştir. Her gün, her işçinin performansı, işçi gruplarının performansı, bu kartlardan bilgisayarlara işlenir ve bu bilgi, her zaman merkez şube tarafından (Otosan), dolayısıyla Ford tekeli tarafından (ABD) denetlenir durumdadır.
Bunun Ford tekeli için çok yönlü yararları olduğunu; ucuz işgücü sağlamak, Türkiye’ye ve onun ilişkilerini kullanarak Ortadoğu veya Yakındoğu pazarlarına vasıtalı olarak girme olanağı yakalamak, üretim teknolojisini bu ülkelere kolayca sokabilmek ve teknolojiye ait ürünlerini satmak, gümrük, üretim, hisse senedi, arsa vs. vergilerden muaf olarak azami kâr elde etmek ve üstelik ideolojik ve politik egemenliğini pekiştirmek, işçi ve emekçi sınıflan “eğiterek” gücünü zayıflatmak, böylece artık-değeri azami hadlere yükseltmek, vs. gibi pek çok kâr alanı sayabiliriz. (Burada sözü edilen eğitim, yeni sisteme adaptasyon eğitimidir.)
Alt işletmelere ait üretim planları, hatta parça kalıpları, ana firma ve bağlı olduğu tekelin merkezindeki Ar-Ge tarafından yapılarak, tüm işletmelere dağıtılır. Böylece, üretim standardı en başta tekel merkezleri tarafından örgütlenir. Mühendis, tekniker veya ustabaşı gibi ara kademelerin fonksiyonları azaltılır, hatta çoğu işsiz kalır. Böylece holding veya tekellerin merkezlerinde yüksek gelirlerle çalışan dar bir teknokrat kesimi ile çok düşük ücretlere razı olan taşeron teknokratlar olarak ayrım derinleştirilir. Bugüne kadar, işletmelerde üretimin planlanmasında en etkin rolü oynayan mühendislerin, mimarların, artık, belli standartları yerine getiren ve plan yapmaktan uzaklaştırılmış, yani bir anlamda taşeronlaştırılmış olduklarını görürüz. İşçiliğin ustalaşma olanakları da en aza indirilerek, işçilerin “yarı robot” haline gelmesi istenir.
Daha önemlisi, ulusal çapta üretimin planlanması, neredeyse olanaksız duruma getirilir. Bütün ulusal işletmeler, çokuluslu şirketlerin taşeronu olarak işlev görmeye başlar. Tabii ki, var olan KİT’ler halen bu gelişimin en önemli ayak bağları olarak değerlendirilmektedir.
Örneğin; dünyanın tanınmış elektronik tekellerinden Vestel, elektrik aksamını Çerkezköy’deki işletmesinde yaptırarak, montajı için Almanya’ya taşımaktaydı. Böylece, ara mamul üretiminde Türkiye’deki işletmesini, taşeron olarak kullanmaktaydı. Bugün ise, Vestel’in Manisa Organize Sanayi Bölgesinde açtığı yeni fabrikasında (TV üretiliyor), üretiminin ara mamullerini, bölgelerdeki alt işletmelere yayarak yaptığını biliyoruz.
Alt işletmelerin en belirgin özelliği, aynı ara ürünü yapan pek çok firmanın kendi aralarındaki kıyasıya rekabet sonucu, en ucuza mal üretmek olduğu ve üretime ara verileceği dönemlerde sorunsuzca kapanıp bir süre sonra tekrar açılır veya taşınır hale getirilebilmesidir. Stoksuz çalışma veya sipariş üstüne çalışma, işin düzenliliğini bozmaktadır. Yani kolay işten çıkarma, çok düşük ücretlerle, çok yoğun çalıştırmanın koşullan sağlanarak, azami kâr elde edilmesi, ayrıca işçiler arasında rekabetin kışkırtılarak birliğinin dağıtılması, sermayenin bugünkü genel eğilimi olan alt işletmeciliğin nedenini açıklar.

2- Santralizasyon = Toplama, yani merkezde yeniden örgütleme
Santralizasyon, coğrafi esnekliğin ikinci adımıdır.
Burada, İTÜ Öğretim Üyesi Hacer Ansal’ın “Teknolojinin Taraflılığı ve Üretim İlişkileri” yazısından bir paragraf aktaralım:
“… Sermayenin emek sürecini kontrol altına alma mücadelesi, yaratılan artık-değer miktarını maksimuma çıkarma amacının yanında, bu miktarı garanti altına alma ve sürekliliğini sağlama gibi birbirini ekonomik ve politik olarak bütünleyen amaçlara da yöneliktir. Sermaye, emek sürecinde işçinin işi yapış yöntemleri, hızı, becerilerini ve bilgisini kullanma biçimi üstünde tam bir denetim elde ederek, hem yaratılan artık-değer miktarını maksimuma çıkarmaya, hem de bunları yapılış ve hız açısından katı kurallara bağlayarak bu maksimum miktarı sürekli bir biçimde elde etmeyi garanti altına almaya çalışır. İşçi çeşitli nedenlerle grev, iş yavaşlatma gibi mücadele yollarına başvurduğunda artık-değer üretiminin sürekliliği tehlikeye girdiğinden, sermaye emeğe olan bağımlılığını olanaklar ölçüsünde sürekli en aza indirmeye çalışır. Giderek makinelerin emeğin yerini alacak biçimde geliştirilmesi rastlantısal değildir. Tarihi olarak, çeşitli teknik buluşların ve makinelerin işçi direnişlerine bağlı olarak nasıl geliştirildiğini, belirli dönemlerde grevlerin ya da grev tehlikesinin icatların başlıca nedenini oluşturduğunu çeşitli kaynaklardan görmek mümkündür… Yani sermaye, kendi amaçları doğrultusunda üretim teknolojisini dönüştürerek, emeğin, sermayenin gerçek boyunduruğu altına alınmasını sağlamıştır…”
Dağıtılmış üretimin yeniden örgütlenmesi ve denetim altına alınması, sadece artı değerin artırılması ve doğal rezervlere çok ucuza el koymak için değil, aynı zamanda sermayenin elde ettiği artı değerin devamlılığı ve garantisi için gereklidir.
De-santralizasyonla parçalanmış emek güçlerine karşın, sermaye, üretim teknolojisini yenileyerek, hem kendini güçlendirecek, hem de üretimi kontrol edecek örgütlemeye hız vermektedir.
Sermayenin, üretimi ve sermaye hareketini denetlemek üzere oluşturmaya çalıştığı örgütlenmeyi iki kategoride inceleyebiliriz: Dikey örgütlenme ve yatay örgütlenme.
Dikey örgütlenme olarak, uluslararası tekelleşme, bu tekellerin ülkelere uzattıkları kolları olan holdingler, bunlara bağlı ana işletmeler ve ana işletmelerin etrafında oluşan alt işletmeler (taşeron işletmeler, eve iş verme, bireysel üretim) ağının örgütleri akla gelir. Tekellerin yönetim kurulları, daha alttaki işletmelerin de yönetim kurullarını belirler, bağlı şirketlerin yönetimlerini de kontrol altında tutar.
Üretime, egemenliğin araçları olarak, Toplam Kalite Yönetimi içinde geliştirilen Ar-Ge Yönetimi, kalite sistemleri, geliştirme teknikleri, halkla ilişkiler ve insan kaynakları şirketleri, think-tank merkezleri (kapitalist ideolojileri üreten ve yayan örgütler) içinde geliştirilen “benchmarking = endeksleme” sistemi, teknopoller ve network ağları, internet siteleri, danışmanlık şirketleri, vs., gibi yeni teknolojinin kullanıldığı denetim hizmetleri sokulur. Ki, bunların, üretimi kontrol ettikleri gibi, tekellerin dünya ekonomisine müdahalede toplumları ve devletleri yönlendiren en önemli araçlar olduğu görülür.
Örneğin, TBMM’de açılan BTYK (Bilimsel Teknolojileri Yenileme Komisyonu) ve TÜBİTAK – Ulaştırma Bakanlığı’nın işbirliği içinde oluşan TUENA (Türkiye Ulusal İnovasyon Sistemi ve Enformasyon Altyapısı Master Planı), “ulusal devlet”in bugünkü kapsamını açıklamaktadır. TBMM’nin, bu plana uygun “Ar-Ge’ye dayalı tedarik” kapsamında aldığı en önemli kararlardan birinin “Kamu alımlarında % 1 payın. Ar-Ge faaliyetlerini desteklemek üzere bir fona ayrılmasında olduğu gibi, yenilikçi stratejileri desteklemesi, devletin her kurumuna yaygınlaştırılmaktadır.
Taylorist üretim modelinin, kafa ve kol emeğini birbirinden ayıran, planlama ve uygulamanın farkını artırarak, emek sömürüsünü artırmak olduğu hatırlanırsa, coğrafi esnekliğin gereği üretim teknolojisindeki uygulamalarda bu ayrım, had safhaya getirilmektedir. “Bilimsel teknolojik gelişme” olarak karşımıza çıkan bu üretim teknolojisinin “tarafsızlığı”na (toplumun genel kanısı ‘bilim tarafsızdır ve karşı çıkılmaz’ yönündedir), üstünlüğüne, toplumun, özellikle üretim planlamasında en büyük etkiye sahip mühendis ve mimarların, en çok da işçi sınıfının, itiraz etmeden boyun eğmesi dayatılmaktadır. Kalite yönetimi, kafa ve kol emeği arasındaki farkı derinleştirerek pekiştirir. Üretimin ve üretim sürecinin denetimi, halktan ve işçi sınıfından tümüyle kopartılmış bir üretim planlaması olarak karşımıza çıkar. Yani insani üretime uygun; ‘düşün-planla-uygula’, yerini, daha çıplak bir biçimde, ‘düşünme-planlama-sadece uygula’ kıskacına bırakmaktadır. “Demokratik bir yöntem” olduğu propagandası yapılan kalite yönetimi, bu anlamıyla tam bir hiyerarşik baskı içermektedir. Kalite yönetimi için kullanılan elektromekanik ve elektromanyetik sanayisi de bu açıdan hızlı bir gelişme içindedir. Örneğin; dünya elektronik devleri olarak bilinen Bili Gates’in Microsoft’u, ABB, GE, ITT, Northern Elektrik gibi tekeller, son yılların dünya üretimi sıralamasının en başında geliyor.
Kalite yönetimi içinde, think-tank merkezleri tarafından geliştirilen ve üretimi denetleyen “benchmarking = endeksleme sisteminin önemine değinmek gerekir. Çokuluslu şirketlerin (ÇUŞ) dünyadaki en büyük lobi faaliyetlerini yürüten örgütsel birliği olan ERT (1983’te kurulmuş, Avrupa İşadamları Yuvarlak Masası), Türkiye’deki yatırımları açısından da önemlidir. Bu kuruluş, ABD Ticaret Odası ile de sürekli-sıkı ilişkide olup, temsil ettiği şirketler arasında; Bayer, BP, Daimler-Benz-Chrysler, Ericsson, Fiat, Nestle, Nokia, Petrofina, Philips, Renauld, Schell, Siemens, Solvay, Total ve Unilever, Investor AB vs. gibi 45 ÇUŞ’tan oluşan üye bileşimine sahiptir.
Dünyanın en önemli think-tank merkezlerinden biri olan ERT’nin, son yıllardaki en önemli hedefinin “Benchmarking = Endeksleme” sistemi olduğu biliniyor. Örgütün kendi ifadesiyle, “Endeksleme, tüm dünyayı tarayarak, ‘Nerede?’, ‘Ne var?’, ‘Ne yapılıyor?’, görmek ve en iyi olanı saptayarak buna ulaşmak ve bunu aşmak için çalışmak.” Bu amaca ulaşmada, muazzam bir karayolu ağı kadar, muazzam bir network ağının kurulması gerekiyor ve ERT, bunun finansmanı için üyelerini ikna ediyor. Aynı süreçte, Otomobil ve bilgisayar sektörüne yatırımlarda hızlı bir artış gözleniyor.
Böylece, hızla genişleyen taşımacılık sektörüne mal ve hizmet taşımacılığı yanı sıra yeni bir sektör eklenmiştir; “bilgi” taşımacılığı.
ERT, gerekirse, önüne gelen devlet engellerini, acil yardım olarak kurduğu “kriz önleme merkezi” ihracı ile aşıyor.
Örneğin; uluslararası Unilever tekelinin Brüksel bürosu ile aynı binayı paylaşan PR (halkla ilişkiler) şirketi Burston Marsteller, Arjantin, Güney Kore ve Endonezya gibi diktatörlüklerin yaşandığı ülkelerde, rejimin kredibilitesini, saygınlığını artırıcı yöntemlerle yeni imaj yaratma, kamuoyunu ikna etme ve krizi hafifletmek üzere yalan ve yanıltıcı kampanyalar yürütme işini üstlenmiştir.
Endeksleme sistemine ne yazık ki, bütün Avrupa sendikaları da destek vermektedir. Basın yayın kuruluşlarından önemli gazeteciler, dünyadaki gelişmeleri “en sıcak” biçimde izleyen kişiler olarak think-tank merkezlerinin danışmanlık kurulunda yer almaktadırlar.
Yatay örgütlenme olarak, işletmelerin iç örgütlenmesi, yerel ve bölgesel birliklerin, işbirliklerinin, platformların, konferansların vs. örgütlenmesi olarak karşımıza çıkan ekonomik ve politik oluşumları alabiliriz.
İşletmeler arası bölgesel örgütlenmeler, ülke içi, ülkeler arası bölgesel örgütlenmeler, şirket içi örgütsel yapılanma ve mal mübadelesi tarzında ortaya çıkan değişimi, yeni ortaya çıkan ve önem kazanan yatay örgütleri, bunların her biri üstünde ayrı ayrı durarak açmak daha kolay olacaktır.

COĞRAFİ OLARAK ESNETİLMİŞ ÜRETİMİN ÖRGÜTLENMESİ
Üretimi, hammaddeden, tüketicinin kullanımına hazır hale gelene dek süren üretim sürecinin bütünlüğü içinde düşünmek gerekir. Bu süreci, anlatım kolaylığı açısından, aynı sürecin birbirine bağlı parçaları olarak devinen üretici güçlerin uğradığı değişimi, üç kısma ayıralım. Bu ayrım, ardı sıra birbirine sıkıca bağlı süreçlerin, bir kısmını dondurarak, izlenen bir filmin parçaları gibi, düşünülebilir;
1. Ülkeler arası üretimin kaydırılması,
2. Ülke içinde bölgeden bölgeye üretimin kaydırılması,
3. Aynı firma içinde kısımların kaydırılması veya alt işletmelerin yer ve isim değiştirmesi,

1. ÜRETİM FAKTÖRLERİNİN ULUSLARARASİ YER DEĞİŞİMİ
Bir ülkedeki işletmelerin, kendi topraklarında yaptığı üretimin belli kısımlarından veya hepsinden vazgeçip, ucuz emeğin ve hammaddenin, sorunsuz işgücünün olduğu ülkelerde üretime kaydırmasını ifade eder. Ki bu da, sermayenin daha serbest dolaşımının ve daha kârlı alanlara hızla kaymasının önündeki engelleri süpürmekle başlar. Ulusal sanayilerin yok edilmesi, ulusal çıkarların terk edilmesi, halk için üretimden vazgeçip, doğrudan “uluslararası pazarlar için üretime açılma” politikasının güdülmesi, coğrafi esnekliğe uygun üretimin yaygınlaşabilmesinin gereğidir.
Gelişmiş kapitalist ülkeler, sanayilerini ana merkezlerini kendi ülkelerinde tutmak üzere, işletmelerinin bir kısmını dünyanın kırsal alanı olarak gördükleri, endüstriyel hammaddenin bol bulunduğu, aynı zamanda havayı ve çevreyi kirlettiği için toplumsal baskı görmeyecekleri, azgelişmiş ülkelere kaydırmaya ve yaymaya başladılar. Daha ucuz işgücü elde ettikleri bu ülkelerde, ucuz topraklara sahip olarak, yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el attıkları, adaletsiz, yabancı sermayeyi koruyan vergi sisteminden ve öteki kolaylıklardan yararlandıkları, ve böylece daha çok rant elde etme çabasına girdikleri görülür. Bu rantın toplandığı merkezler, yani tekeller ve gelişmiş kapitalist ülkeler de aynı hızla güçlenmektedir.
Bu nedenlerle, tekellerin egemenlik ve hegemonya aracı olarak işlev gören IMF, GATT ve WTO vb. örgütleri, bazen de onların seçtiği her kademeden devlet yetkilileri ya da sivil görevliler (ABD elçisi başkanlığından CIA elemanları ve ABD’li iş adamlarının GAP bölgesine yaptığı geziler, bu bölge ile yapılan araştırmalar, inceleme seferleri gibi) ülke ülke gezerek, araştırmalar yapıp, (yaptırıp) raporlar hazırlayarak her ülkenin tarım ve sanayi potansiyelini belirleyip, uygun politikaları empoze ediyorlar. Her devletin tarım politikalarına ve tarımsal endüstrisine de müdahale ederek, “dışa açılma”, “rekabet”, özelleştirme zorunluluğu vb. gerekçeler arkasında tarımsal endüstriyi açmaza sokup, tarımı çökerten bir mecraya itiyorlar.
Örneğin; AB üyesi ülkeler, üretimlerinin bir kısmını, Doğu Avrupa’nın kapanan veya eskiyen işletmelerini çok ucuza satın alarak, buralara kaydırmaya, eski makinelerini de geri kalmış ülkelere satmaya çalışıyorlar. Ya da dünyanın kırsal alanı olarak bilinen ülkelerin çimento, demir çelik, maden, vb. alanlarını ele geçirip kendi ülkelerindeki üretimi bu tür ülkelere taşıyorlar.
Türkiye’de 50 yıldır üretim yapan GE (General Elektrik – Topkapı) firmasının son 2 yıl içinde Macaristan’a taşınması, (İzmir -Torbalı’daki GE-Opel fabrikası bu yüzden kapatılıyor) aynı amaçlıdır. Son 10 yıl içinde AB ülkelerindeki istihdamın %10 azalması, buna karşın Doğu ve Orta Avrupa ülkelerindeki istihdamın artmasına ilişkin verilerden bunu izlemek mümkün olmaktadır. Nitekim ’92’den bu yana işsizlik oranları Polonya’da %16’dan %14’e, Macaristan’da %12,3’ten %11’e, Slovakya’da %14’ten %13’e düşmüştür.
Örneğin, Alman tekeli Siemens, 1992 yılına kadar Almanya dışı faaliyetine %53 pay ayırırken, bugün bu oranını %70’e çıkarmıştır. Siemens Genel Müdürü bu artışı şöyle açıklamaktadır;
“Almanya’da saati 46 DM’a çalışan işçinin yaptığı işi, Doğu Avrupa’da saati 4-5 DM’a yaptırabiliyorsak, kimse bizi aksine zorlayamaz. Almanya’da bir işçinin saat ücreti olan 46 mark ile Çin ‘de 50 işçi çalıştırabilirsiniz.”
Ekonominin nispeten doğal gelişimi içinde ortaya çıkan sektörel işbölümü, bu doğal gelişime müdahale eden tekellerin eliyle, coğrafi esnekliğin olanakları ölçüsünde, hızla değişime uğratılıyor. Taşımacılık, bilgisayar, çeşitli hizmetler, reklâm, pazarlama sektörleri önem kazanıyor. Bir ülkenin devleti, sanayi ve tarım kuruluşları tarafından belirlenen, coğrafi özelliklerine uygun olarak geliştirilen ve desteklenen işbölümüyle gelişen sanayi ve tarım sektörleri, uluslararası sermayenin daha çok etkisine giriyor. Tekeller, hangi ülkenin ne üreteceğine, hangi üretime ağırlık vereceğine de ilişkin düzenlemeler yapıyor. Örneğin, Tekstil üreten ülkeler, enerji üreten ülkeler, tarımsal ürünlere ağırlık veren ülkeler, tahıl üreten ülkeler, vs. gibi ülkelerarası doğal işbölümüne ilişkin organizasyonlarda coğrafi özelliklere göre yeniden belirleniyor. Doğal endüstri hammaddesi olarak üretilen, tarım ürünlerine müdahale artırılıyor. Virginia tütünü, Seylan çayı, ithal meyveler, salça üretimi için hormonlu domates, pamuk, pancar, vs. gibi pek çok tarım ürünü, hibrit tohumlama ile suni’leştirilerek, üretimlerinde dışa bağımlılığı artırılıyor.
Hangi ülkenin, hangi yeraltı rezervinin, ne zaman ve ne kadar çıkarılacağı ve nerede işleneceği belirleniyor. Tabii ki çevre faktörü, ülkeden ülkeye farklı ölçülerde değerlendirmeye tabi tutuluyor.

2. ÜRETİM FAKTÖRLERİNİN ULUSAL SINIRLAR İÇİNDE YER DEĞİŞTİRMESİ
Aynı ülke içinde, bir fabrikadaki veya işletmedeki üretimi parçalayarak, ürünün her kısmını başka alanlarda veya bölgelerde üretmek üzere taşınması, ülke içi coğrafi esnekliği açıklar.
Böylesi bir gelişmeyi, Avrupa’nın en demokrat ülkelerinden biri olarak bilinen İsviçre’nin Bern kentinden bir örnekle açıklayalım. Burada çalışan bir Türkiyeli işçi şöyle anlatıyor;
“Bühler adlı bir tekstil firması, yarısını Türkiyeli, diğer yarısını Tibet, İtalyan, Portekiz, İspanyol, Kosovalı, Sırp ve Hırvat işçilerden oluşan bir fabrikasını, 1991–94 yılları arasında 3 kez kapatıp açtı. Aslında 1990 yılında aldığı 2 fabrikadan birini iki ay sonra kapatmıştı, işçilerin tümünü tazminatsız işten atmıştı. İşçilere de, tekrar açıldığında, %40 düşük ücretle tekrar işe alınabileceklerine ilişkin birer mektup göndermişti. Kapatma nedeni ise, “fabrikada böcek var, iplikleri yiyor” idi. Bir yıl sonra, bu fabrikasını tekrar açtığında, sigortadan yüklüce bir para da almıştı.
Diğer fabrikasını ise, “yakından tren geçiyor” gerekçesiyle kapatırken, yine yüzlerce işçisini tazminatsız işten attı. Fabrikasını taşıdığı için devletten yüklüce bir tazminat alan, bir süre sonra başka bir yerde açarken, %40 düşük ücretle aynı işçileri geri çağıran patron Gasser büyük kazanç sağlamıştı. ’94 Martında aynı şeyi tekrar etmek isteyince, işçilerin direnişiyle karşılaşan patron, bu sefer, “ben direniş yapan işçiyi çalıştırmam diyerek hepsini atmak isteyince, bütün işçiler greve başlamıştı…” (9 Nisan 1994, Gerçek dergisi)
Benzer birkaç örneği Türkiye’den vermek gerekirse, ülkemizdeki son yıllarda yakından izlediğimiz bazı gelişmelere değinebiliriz:
Örneğin 1990’dan itibaren, İstanbul-Zeytinburnu’ndaki Kazlıçeşme Deri Sanayi İşletmeleri, sendikalaşmanın artışı karşısında, önce Tuzla Organize Bölgesi’ne taşındı. Burada da, sendikal mücadelenin yükselmesi nedeniyle, işletmelerin bir kısmının, kırsal bölge işçisinin yoğun olduğu Trakya ilçelerine taşınması, bir kısmının tekrar Zeytinburnu’ndaki küçük atölye işletmeciliğine dönmesi, coğrafi esnekliğin nasıl kullanıldığının en iyi örneklerinden biridir.
Benzer biçimde, yakın tarihlere kadar Merter’de kurulu bulunan tekstil fabrikaları da Trakya köyleri başta olmak üzere Batı Anadolu ve İç Anadolu il ve ilçelerine taşınarak, aynı zamanda İstanbul’un çeşitli semtlerine parçalanarak dağılmıştır.
Hemen her sektörde, büyük sanayi merkezleri olarak bilinen İstanbul, İzmir, Adana, Samsun, İzmit gibi kentlerdeki fabrikaların, parçalanarak, Batı Anadolu, İç Anadolu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun hiç sanayileşmemiş bölgelerine kaydırıldığını görürüz.
Son 10 yıldır Anadolu Kaplanları olarak tabir edilen Orta ve Batı Anadolu ile özellikle son yıllarda hızla büyüyen Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki organize bölgeler, buralardaki iş yaşamı, coğrafi kayışın en uygun alanlarını oluşturur. Balıkesir, Manisa. Eskişehir, Konya, Yozgat, Çorum, Denizli, Aydın, Bursa, İnegöl, vs. gibi, GAP bölgesinde, Antep, Urfa, Diyarbakır, Maraş gibi illerde ve ilçelerimizde yeni yeni açılan organize sanayi bölgelerinde, kır kökenli yeni işgücü, coğrafi esnekliğin yeni bakir alanlarında tekellerin hizmetine uygun, verimli üretici gücünü oluştururlar. Kolay eğitilen ve yönetilen bir işçi sınıfı, hem tarımda hem de sanayide çalışan, kazanılmış haklarını kullanmaya uzak, örgütsüz kitlelerinden oluşan ucuz işgücü cenneti olarak görülür.
Kentlerde veya kent yakınlarında yeni kurulan sanayi bölgelerinde de, kolay işçi çıkaran, sigortasız ve sendikasız üretim yapan işletmelere bakarsak, sanayideki bu kayışın amacı ortaya çıkar: Üretim maliyetlerini en aza düşürmek. Sermayenin bugünkü sözcülerinin “üretimde emeğin önemi azalmıştır” iddiası, böylece kof bir yalandan ibaret kalmıştır; “hiç işçi çalıştırmadan, ya da çok az bir kalifiye işçi ile üretim yapılabilir ve teknolojik olarak yüksek verimlilik sağlanabilir!”, ya da “canlı emeğe ihtiyaç, teknolojinin gelişmesiyle azalmıştır” deniyor. Alt işletmelerde, bütün parçaları sendikasız, sigortasız ve kayıtsız işçilikle çok ucuza üretilmiş yarı mamullerin ana işletmelerde montajı için, çok az kalifiye işçi yeterli olabilir, hatta robotlara montaj yaptırılabilir, canlı emeğe çok az gerek duyulabilir. Ama üretimin bütününü ele aldığımızda, ana işletmelerde kullanılan az sayıda canlı emeğin değeri, taşeron işletmelerde binlerce ucuz emek gücünün desteğiyle yaratıldığı, geçmişteki sisteme göre çok daha yoğun emek sömürüsünü içerdiği yadsınır. Daha doğrusu saklanmak istenir.
Coğrafi esnekliğin sağladığı olanaklarla, çok sektörlü tekelleşmenin yaşandığını söylemiştik. Örneğin. Sabancı Holding’in, İMKB’deki 14 “halka açık şirketi”nin dağılımına bakarsak, Carrefour-Sa marketçilik, Akbank bankacılık, Aksigorta sigortacılık, Akçansa, Çimsa, Niğde Çimento, Ak Yatırım Ortaklığı yatırım, Brisa lastik, Bossa tekstil, Kordsa çadır bezi, Olmuksa karton, Sasa naylon, Yünsa yünlü dokuma, Sabancı Holding enerji, telekomünikasyon, tarım, vs. gibi sektörlere yayılma sürecinde olduğu görülür.
Ülke İçinde Bölgesel Örgütlenme ve Siyasal Yapılaşma
Diğer ülkelerde de, Türkiye’dekine benzer veya farklı bölgesel örgütlenmeler olduğunu düşünerek, konuyu sadece ülkemizdeki örneklerle sınırlayalım.
Ekonomik oluşumlar olarak; OSB’ler ve serbest bölgeler, sanayi siteleri, devlet eliyle oluşturuluyor. Böylece:
Bir yandan küçük ve orta işletmeciliğin teşvikiyle parçalanmış, özelleştirme sonucu dağıtılmış, diğer yandan çeşitli nedenlerle yer değiştiren KOBİ’lerin belli sanayi bölgelerinde konuşlandırılması amaçlanıyor. Bu bölgeler, ister eski tamir ve bakım merkezleri olarak kurulan sanayi sitelerinin yeniden düzenlenerek genişletilmesi sonucu olsun, isterse sanayileşmeye yeni açılan yerler olsun, ara mamul üretimi veya alt işletmecilik olarak açılan işletmelerin toplandığı bölgeler olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece, 10 yıldır, kentlerin yakınlarında veya kırsal alanlarda kurulmaya çalışılan ve altyapısının devlet tarafından yaptırıldığı organize sanayi bölgeleri (OSB), serbest bölgeler (SB), sanayi kooperatiflerinin birleştirilmesiyle oluşan sanayi siteleri örgütlenmesi geliştirilmektedir.
Her OSB’de de, sektörlere göre işletmelerin ayrıştığı alt bölgeler oluşturulmaktadır. Örneğin, Türkiye’nin en büyük OSB’si olan İstanbul-Dudullu OSB, 1977 yılından itibaren oluşmaya başlayan, 105 fabrikalı fabrikalar bölgesi olan İDOS, Modoko (mobilyacılar sitesi), İMES (1050 KOBİ işletmesinden oluşan madeni eşya sanayicileri), Kadosan (oto sanayicileri), DES (demirciler), KEYAP (keresteciler) sanayi bölgelerini içine alan, çok geniş bir organize bölge olarak şekillenmektedir.
Türkiye’de 45’i tamamlanmış, 256’sı tamamlanmak üzere olan veya bazıları proje aşamasında olan OSB’ler, 4.500 kooperatif örgütlenmesi olarak kurulmuş sanayi siteleridir. Örneğin; İstanbul-İkitelli OSB, henüz yapımı tamamlanmayan, 36 kooperatif ve 3 kooperatif girişiminden oluşmaktadır. En örgütsüz ve en ucuz işçiliğin yoğunlaştığı bu bölgesel birlikler, KOBİ işletmeciliğinin emek yoğun üretiminin eşit koşullara bağlandığı bölgelerdir. Bölgedeki tüm işletmelerde, OSB veya site yönetimleri tarafından belirlenen, kuralsız ve örgütsüz, çalışma koşulları, kazanılmış tüm haklardan uzak tutulan kurallar işletilmektedir.
OSB’lerin bugünden önemli bir kısmı serbest bölge kapsamındadır. Yeni Endüstriyel Bölgeler Yasası ile birlikte bu bölgesel örgütlenmenin hukuki dayanakları da hazırlanmaktadır.
OSB’ler ve Serbest Bölgeler (SB), limanlara ve havaalanlarına yakın bölgelerde, gümrüksüz ve kuralsız ticaretin yapıla bileceği, ulusal devlet sınırlarını kaldıracak kadar açıkça yabancı sermayeye peşkeş çekildiği merkezler olarak örgütlenir. Van-OSB’den Edirne-OSB’ye kadar, Adana-OSB’den Bafra, Giresun-OSB’lerine kadar, her ilde veya illerin arasında organize sanayi bölgeleri, altyapı çalışmaları hızlandırılmaktadır. Hava ve deniz limanları yapımı, karayolları ağının genişletilmesi de, ticaretinin altyapısı olarak hızla örülmektedir.
Örneğin, serbest bölge olarak kurulmuş Gebze Organize Sanayi (GOSB) Bölgesi (ki Tuzla Deri Sanayi Bölgesi de bunun alanı içindedir) yeniden restore edilen Dilovası Limanına ve Kurtköy’de açılan havalimanına yakın olması nedeniyle, uluslararası taşımacılığın kolayca yapılabileceği bölgede konuşlandırılmıştır. GOSB, Gebze Sanayi ve İşadamları Derneğinin (GSİAD) desteği ve öncülüğünde geliştirilmektedir.
Samsun Organize Sanayi Bölgesi, serbest bölge olarak yeni gelişmekte olan ve Karadeniz işbirliği açısından önem kazanan bir sanayi örgütlenmesidir, vs.
Politik oluşumlar olarak;
Türkiye’ye özgü örgütlenmeler; TUSİAD (Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği) ve her il ve ilçede buna bağlı SİAD’lar, TİSK (Türkiye İşadamları ve Sanayicileri Kuruluşu), TÜGİAD (Türkiye Giyim İşadamları Derneği) ve bağlı GİAD’lar, MÜSİAD ve bağlı dernekler, vakıflar, TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) ve bağlı odalar, TV ve radyolar. ÖİK (Özelleştirme İdaresi Kurumu), MPM (Milli Prodüktivite Merkezi), Halk Bankası, KOSGEB, KOSGEV, Bankalar Birliği vs. gibi kuruluşların, coğrafi bölgeleri oluşturmada stratejik rolleri olduğu görülür. Ticaret odaları, sanayi odaları, tabip odaları, mimar-mühendis odaları, barolar, ziraat odaları, sendikalar, üniversiteler, vs. gibi kurumlarda da, bu yeniden yapılandırma çalışmalarına hız verilmiştir. Bu kurumların devleti de şekillendirdiği, hatta devlet-tekel ilişkilerinin de pekiştiği gözden kaçmaz. Bunun bir örneği, TMMOB yapısında, uzman mühendis-mimar kurumunun bağlı olduğu hukuksal düzenlemedir. (22 Kasım 2000 tarihli Resmi Gazete’ye göre, mühendis ve mimarlar standartlara uygun hukuksal düzenlemelerden de sorumlu tutulmaktadır.)
Siyasal örgütlenmeler içerisinde değerlendirebileceğimiz, kulüpler, vakıflar, Rotaryen veya Lions kulüpleri gibi sermaye örgütleri, özde “sivil toplum örgütleri”, ideolojik bir kurumlaşma yaratılmasında etkili olmaya çalışmaktadır. Sık sık gündeme getirilen kalite günleri, kariyer günleri ve konferanslar, bu sivil örgütlenmenin en önemli tarzını oluşturur. Üniversitelerde açılan kulüplerin, holdinglerin danışmanlığını yapan üniversite profesörlerinin de, kürsülerini yabancı tekellere açan kurumlara dönüşmesi istenir. Holdinglerden proje alan kürsü hocaları, bu projelere ait alt çalışmaları öğrencilerine yaptırarak, onları taşeronları olarak örgütlemektedir.

3. ÜRETİCİ GÜÇLERİN AYNI İŞLETME İÇİNDE YER DEĞİŞİMİ
Coğrafi esnekliğin üçüncü basamağını, işletme içi parçalama-dağıtma ve yönetme oluşturur.
Aynı işyerinde, makinelerin kaydırılması, kısımların ayrılarak yerlerinin değiştirilmesi, şirket olarak isminin değiştirilmesi, kısımların birbirinden soyutlanması, kapatılarak başka isim ve şirket altında yeniden açılmaları, işçi veya diğer çalışanların işyerlerinin kaydırılması, üretimde aynı üretim mekânında yer değişimi ile ilgili coğrafi esneklik olarak ele alınabilir.
Bunu iki belli başlı gelişim içinde değerlendirebiliriz; birincisi, üretim araçlarının, mekânlarının, teknik düzenlemelerin yer ve hacim değiştirmesi, ikincisi, kısımlar arasında iç müşteri olarak ilişkilerin değişimi, gruplandırma, iş çeşitlendirilmesi, işin yoğunlaştırılması (performansa göre ücret belirleme), işgücünün rotasyonu, işi zamansal parçalama, vs. olarak yer ve zaman değişimlerinden bahsedilebilir.
Birincisini ele alırsak, endüstriyel üretimin tekniği, fabrika veya atölyelerin kuruldukları ilk yıllardan bu yana, pek çok değişime uğramıştır. Yani üretim teknolojisi, belli zamanlarda yenilenmiştir. Son yıllarda, işyerlerinde makinelerin, kısımların, atölyelerin yerleri değiştirilerek, yemekhane veya ambalaj bölümleri, teknik servis gibi bölümlerin, ayrı şirketlere bölündüğünü görürüz. Pazarlama, ithalat-ihracat, yemekhane, kalite kontrol laboratuarı, teknik servis gibi bazı kısımlar, üretimden mümkün olduğu kadar soyutlanarak, idari işlemler, üretim yerlerinden ayrı yere taşınarak, yönetim ile üretimin arası açılmaya çalışılmaktadır.
Yerleri, işçiler tarafından bilinmeyen yönetim mekânları, kimlerden ve kaç kişi olduğu bilinmeyen yönetim kurulları veya kimin yönetim kurulu başkanı olduğu bilinmeyen idare merkezlerinin, başka binalara taşındığı görülür. Holding yöneticileri, ‘holding center’larda, plazalarda, mali müşavirlerin ve danışmanların eşliğinde, ama binlerce fabrika veya atölyenin işçi ve emekçilerini yönetmek üzere, uzak mekânlarda konuşlanmaktadır.
Örneğin, Narin Tekstil’in patronu, Halit Narin, işçi direnişleri arttığında, iflas gerekçesiyle kapattığı fabrikasını, 10 parçaya bölerek, her parçasını o kısmın ustabaşına devrettiği şirketler haline getirdi. Ama TİSK Başkanı olarak, bütün ülkenin tekstil sanayicilerinin temsilcisi olarak, TİS görüşmelerinde tam yetkili olmaya devam ediyor.
Yabancı menşeli Asgold-Atasayar Şirketler Topluluğu da, birbirinden mekânsal ve şirket olarak soyutlanmış üretime, üretimin aynı işletmede kısımlara bölünmesine uygun bir örnek teşkil eder. Aslında Laleli esnafının tekelleşmesi süreciyle ortaya çıkan bu yapılanmada, her kısım, ayrı bir şirket olarak diğer kısımlardan yalıtılmıştır. Ve kısımlar (şirketler) arasında işçilerin birbirinden soyutlanması, kapılar, katlar arasında geçişler işçilere kapatılarak, kısımlara ait servis otobüsleri birbirinden ayrılarak, hatta vardiya saatleri bile değiştirilerek sağlanmıştır.
İkinci olarak, İşletmelerin iç düzenlemesinde karşılaşılan, çeşitli kısımlardaki işgücünün dağıtılması yöntemlerini, birkaç başlık altında toplayalım;
Rotasyon: Aynı üretim yerinde işgücünün rotasyonu, işçilerin farklı kısımlarda veya makinelerde çalıştırılmak üzere işyerlerinin yer değiştirmesidir.
Halen yürürlükte olan iş yasasına göre, işçi, hangi iş için işe alındıysa onu yapmakla mükelleftir, verilen başka bir işi yapmayabilir. Bu gerekçeyle işten atılamaz. Oysa bugün kalite yönetimi içinde geliştirilen üretim standartları ve üretim tekniği ile patronlar, bu çalışma tarzını değiştirmek istiyor. Bunu da “işçinin kalifiyeleşmesi”, “işe yabancılaşmamak üzere, üretimin bütününden anlaması” olarak, propaganda ediyor. İşçinin kendi işi dışında her kısımda çalışabilir olması, aynı zamanda kendi işinin de çeşitlendirilmesiyle birlikte getiriliyor. Bunda amacın, emek yoğun sömürünün azami artışı, daha az işçi ile daha çok iş çıkarmak olduğu bilinir.
Rotasyona göre, işçi, işletmenin bağlı olduğu başka bir işletmeye veya kısma kolayca transfer edilerek, orada farklı bir işe verilebilir, evine veya evinin yakınına iş makineleri taşıyarak üretime evde, atölyede devam etmesi sağlanır. Hatta yurtdışına gönderilerek, aynı işletmenin yurtdışı kolunda çalıştırılır, vs.
Rotasyon, aynı zamanda bir cezalandırma, eski yerindeki iş arkadaşları veya bağlantısından koparılarak, yalnızlaştırmak, bir biriminde gelişen mücadeleyi engellemek, vs. gibi baskı yöntemi olarak kullanılmaktadır.
İş çeşitlendirilmesi ile aynı işte, örneğin, torna başında çalışan işçi, aynı zamanda tornasının bakımını, onarımını, temizliğini, hammaddesinin taşınmasını, ürünün kalitesini, çevresinin temizliğini, bilgisayara işlenen veri kayıtlarını, vs. başka işleri de yapmak zorunda bırakılmaktadır. Bu işleri aynı işgünü saatleri içinde yaparken, performansı da artırıcı dayatmalarla, dinlenme sürelerini boş geçirmemek üzere çok daha yoğun çalışması sağlanır.
Performansın artırılmasıyla; yoğunlaştırılmış işgünü olarak, işçiden aynı işi, daha çok sayıda çıkarması istenir. Rotasyon gibi, özellikle kamu işletmelerinde, biri sendikalı, diğeri sendikasız, biri bireysel sözleşmeli, diğeri toplu iş sözleşmesiyle işçi çalıştırma gibi, biri memur, diğeri işçi veya kapsam dışı ya da geçici işçi statüsünde, taşeron işçi çalıştırma da, sömürüyü ve denetimi kolaylaştırmaktadır.
Rotasyonda olduğu gibi, taşeronlaştırılmış işletmecilikte de, kalifikasyondan söz etmek yerine, kalifiyesizleştirmekten söz etmek daha doğru olacaktır.
İş makinelerinin “sürekli yenilenmesi” adına, gelişmiş ülkeler tarafından, hantal ve kullanılmış eski makinelerin Türkiye’ye sokulmasının amacı ortaya çıkmaktadır.
Gruplandırma; kısımlara bölünemeyecek kadar entegre olan işletmelerde uygulanan bir diğer yöntem, gruplandırmadır. Gruplandırma, ücret farklılıkları yaratarak işçiler arasında rekabeti kışkırtan kademelendirme, iş değerlendirmesi yöntemi ile ücret belirlemedir. 7’li, 9’lu veya 16’lı sistem gibi, hem kamu işletmelerinde hem de özel işletmelerde ücret politikası olarak gündeme gelir. Gruplar, aynı işletmede, çeşitli mesleklerde çalışan işçilerin, A grubu işçi, B grubu işçi, C grubu işçi… Gibi, sadece ücretlerinde değil, statülerinde de farklı değerlendirilmeye tabi tutulan işçi katmanları yaratmaya yöneliktir.
İç müşteri fikri; kısımlar arasında çalışan işçilerin birbirinin müşterisi olarak görmelerini sağlayan bir ilişki biçimidir. İç müşteri fikri de, vardiyalı çalışma, iş bitimine kadar çalışma, kalite çemberleri gibi gruplandırma da, işçiler arasındaki dayanışmayı zaafa uğratmaya ve rekabetçi bir ortam hazırlayarak, aralarında düşmanlıklara dönüştürmeye yönelik, “yeni teknolojinin amacını ortaya çıkarır.
Tekellerin işletmelere soktuğu üretim örgütlenmesi; coğrafi esneklikle sağlanmaya çalışılan aynı işletmedeki üretimin parçalanması ve yeniden örgütlenmesine ilişkin yöntem ve uygulamalar, yeni iş organizasyonu olarak da kabul edilen, toplam kalite yönetiminin ekonomi-politik ve ideolojik kurumları ile olanaklı hale getirilmektedir. Yani toplam kalite yönetimi olarak işyerlerine sokulan örgütlenme yöntemi, sadece üretilen ürünün standardını değil, işçiler arası ve işçi-patron ilişkilerini, üretimdeki sürecin tarzını, vs. belirleyen bir üretim politikasıdır. Üretimin çeşidi, miktarı, nasıl yapılacağı, taşeronlaşmanın yaygınlaşması, teknik donanımının kıstasları, vs. gibi üretimle ilgili kararlarda olduğu kadar, ücret ve sosyal haklar konularında da belirleyici bir karar mekanizmasıdır. Üretim teknolojisi olarak işletmelerde büyük bir baskı unsuru oluşturan bu sistemin, üretimin denetiminde etkinliği için bilgisayarların ve network ağlarının tüm işletmelerde her makine veya kısımlarda devreye girmesi gerekir.
Kalite sisteminin üstünlüğü, disipline edici ve verimliliği artırıcı rolü, bireysel mutluluğu ve rekabeti kışkırtarak özgürleştirici yapısı, vs. üstüne söylenenler, eğitime önem verildiği, eğitimle emeğin vasıflandırılmaya çalışıldığı vs. üstüne, tekellerin ortaya attıkları pek çok yalan ve düzmece iddia vardır. Tabii ki bu iddiaları yayma görevi, başta uluslararası danışmanlık, AR-GE ve pazar araştırma şirketleri olmak üzere, entegrasyona boyun eğen ve yayılmasını üstlenen ulusal kurumlara, bunların başında da devlet kurumlarına, holdinglere, sanayi ve ticarette sözü geçen odalara verilmiştir.
Ama daha geniş kesimleri içeren destekçileri olmadan bu uygulamanın gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu nedenle, tekeller, başta sendikaları, kitle örgütlerini, yüksek eğitim kurumlarını, basın yayın kuruluşlarını ve en önemlisi de bu teknolojinin uygulanmasında üretimin yapı taşlarını oluşturan teknokratları ve yöneticileri, desteklerini almak üzere ikna (!) etmişlerdir. İdeolojik olarak etkileri altına almışlardır.

BAZI SONUÇLAR
Coğrafi esnekliğin, sermayenin, emek güçlerini parçalayarak ve güçsüzleştirerek daha yoğun sömürü ve denetim olanakları yaratmayı amaçladığını gördük.
Emek güçleri üstünde egemenliğin artmasını ve pekişmesini sağlayan bu gelişmenin, başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm emekçi kesimler için aynı zamanda mücadele dürtüsü olduğunu da görebiliriz. Emeğin üretime, dolayısıyla sermayeye müdahalesi, onun örgütlü gücü sayesinde mümkündür. Ama bunun için bu sürecin gelişmelerinden ve yöntemlerinden haberdar olması, politik olarak bilinçlenmesi gerekir. Ki, bu bilincin, eskisine göre daha hızlı geliştiğini, eylemlerin içerdiği taleplerden, yeni gelişen mücadele yöntemlerinden görmekteyiz. 20 yıl öncesi, emperyalizme ilişkin gerçekleri anlatmak ne denli zorsa, bugün, bir o kadar kolaylaşmıştır.
Yeni üretim teknolojisi olarak geliştirilen yöntemlere karşı ekonomik-ideolojik-politik mücadelenin, geleneksel yöntemlerden daha farklı, daha çok iç içe ve yoğun olarak yaşandığını söyleyebiliriz. Hatta bugünkü işçi sınıfının mücadelesi içinde, uzun vadeli veya kısa dönemli değil, günlük sorunların çözümü bile, çok daha yoğun bir ideolojik-politik tutuma ihtiyacı ortaya koymaktadır.
Emek güçlerinin örgütlenmesi, sermayenin örgütlenmede izlediği yol gibi iki yönlü gelişmektedir. Ki bunları, dikey ve yatay örgütlenmeler olarak incelemiştik, emek güçlerini de benzer biçimde, içe dönük ve dışa, tekellere yönelik olmak üzere, iki tarzda gelişen mücadele içinde değerlendirebiliriz.
1. Dikey örgütlenme; emekçilerin, devlet politikalarına karşı, tekellere, tekel örgütlerine ve holdinglere karşı tepkileri, tekellerin çeşitli ülkelerdeki işletmelerinde ve her ülkedeki çeşitli işyerlerindeki işçi ve emekçilerin ortak eylemleri içinde gelişmektedir.
Örneğin, Vestel’in, Avrupa’nın 3 ülkesindeki fabrikalarında örgütlenen işçi direnişi, Siemens işçilerinin uluslararası eylemi, GE (General Elektrik) ve GM (General Motor / ABD) tekellerine karşı Avrupa ve Asya’daki işyerlerinden yükselen ortak grev, İngiliz liman işçilerinin direnişine, diğer ülkelerdeki liman işçilerinin desteği, Avrupa TIR şoförlerinin petrol fiyatlarına her gün gelen zamma karşı eşzamanlı protesto eylemleri, vs. doğrudan tekellerin merkezine yönelen mücadelenin geliştiğini gösterir.
Son günlerde, GM’nin, İngiltere’deki Luton kentinde kurulu Vauxhall Opel fabrikasını kapatma, diğer fabrikalarında işçi azaltma planına karşı, İngiltere’nin Liverpool kentinde kurulu diğer fabrikası ile birlikte, Almanya, Fransa, Belçika, Portekiz ve İspanya’daki işletmelerinde de grev yaygınlaşıyor.
IMF ve DB hedefli, özelleştirme karşıtı grev ve direnişlerin, protestoların yükselmediği ülke yok gibidir. Türkiye’de kamu emekçilerinin IMF karşıtı 1 Aralık eylemi, özelleştirme karşıtı, Eurogold’a karşı Bergama köylülerinin, Dalamanlı emekçilerin, bor madeni satışına karşı işçilerin tepkisi, vs. gibi, Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde de grevler daha sık gündeme gelmektedir. Güney Amerika ülkelerinin sendikalarının toplandığı “Dünya Sosyal Forumu” gibi, uluslararası sendikaların toplantıları da, benzer tepkilerin örgütlendiğini gösterir.
2. Yatay örgütlenme veya içe dönük mücadele; tekel merkezlerinin yapısal planlarına karşı, bunların yarattığı dağınıklığı ve olumsuz etkileri, işletmelerde ve bölgelerde verilen mücadele ile önlemek üzere, işçi ve emekçilerin çeşitli eylemlere başvurduklarını görüyoruz.
İşletmelerde, işçi ve teknik kadroya dayatılan standartlara karşı, işletme içinde verilen ideolojik-politik tepkilerin örgütlenmesi önem kazanmaktadır. Çünkü emek güçleri arasında dağınıklık yaratarak, dayanışmayı zaafa uğratma amaçlı bir yapılaşmanın, işçi sınıfı içinde ideolojik baskı kullanarak ve moral bozarak örgütlenmesini engelleyeceği düşünülmektedir. Oysa derinleşen çelişkilerin ortaya çıkardığı tepkiler, daha güçlü ve yaygın bir örgütlenme ihtiyacını da ortaya çıkarır.
Kalite standardına karşı gelişen mücadeleye, son yıllarda gelişmeye başlaması bakımından dikkat çekmek, konumuz açısından da gereklidir.
Örneğin, 1978–79 yıllarında “kademelendirme veya gruplandırmaya” karşı ve 1994-’95 yıllarında “kalite çemberleri”ne karşı işçilerin direnişleri, metal sektöründe birçok fabrikada yaşanmıştı. “Geliştirme Tekniği” (GT) vermemek üzere örgütlenen Asgold işçilerinin direnişi gibi, “performans kaydı” vermeme, verimliliği düşürme, rotasyonu reddetme, vs. gibi direnişler, pek çok işletmede yeni gelişen mücadele biçimleri olarak gelişmektedir. Hatta grup çalışmalarını ve eğitimleri kırma, performansa göre ücret politikasına karşı tepkiler, daha çok ideolojik içerikli olup, bugünkü süreçte etkin ve önemli bir rol oynar.
Bu tür mücadelede, danışman şirketler tarafından yürütülen “uyum eğitimlerine karşı” tavır, en yaygın ve etkin olanıdır. Çünkü, uluslararası standardizasyonun yayılması için, yalan propaganda ve demagoji üstüne inşa edilen kalite politikası ve buna uygun “uyum eğitimleri”, işçi ve emekçilere “teknolojik yenilik” olarak dayatılır. Her gün, işçilere zorunlu olarak verilir. Bu eğitimlere karşı çıkmak, inanmadığını söylemek, protesto ederek eğitime girmemek, işten atılma nedeni olmasına karşın, yaygın bir direniş örneğidir. Bu eğitime karşı çıkan işçi, doğrudan uluslararası tekellerin politikalarına karşı çıkmaktadır.
Yalın doğrularla, “eğitimci”nin söyledikleri arasındaki çelişki, bunlar üstünde düşünme, yeni mücadele tarzları geliştirme olanakları sağlar. Örneğin, GT vermenin, “iç müşteri” fikrinin, performans arttırmanın, bir süre sonra yanındaki işçi arkadaşının atılmasına neden olduğunu, iş çeşitlendirmesinin söylendiği gibi “yabancılaşmayı” azaltmayıp, işçi azaltmanın yolu olduğunu, “uluslararası pazarlara açılma”da kendine düşen payın, daha çok sömürü, yorgunluk ve işten atılma, hak gaspları olduğunu, yaşam deneyleriyle öğrenmeyen işçi yoktur. Ama ikna edilmiş (!) sendikalar eliyle (eğitimiyle), boyun eğdirilmeye çalışılır. Sermaye’nin, bugün sendikalara ihtiyaç duymasının en önemli nedenlerinden biri de, “sendika uzmanları”nın bu ikna kabiliyetleridir.
İşçi sınıfı mücadelesinde gelişme potansiyeli taşıyan bir diğer yöntem, bölgesel alanlarda veya sitelerde, bölge yönetimlerine karşı, bölgesel işçi örgütlenmesidir.
Tekellerin tarafından tüm ülkelerde organize edilen OSB ve sanayi sitelerinde, yönetim kurulları, bölgedeki tüm işletmelerde çalışma koşullarını belirler durumdadır. Bölge içinde, güvenlik, ücretler, çalışma saatleri, sendika ve sigorta, işten atma kolaylığı, kalite politikası, vs. gibi ortak kararlar alınmaktadır. Bu da işçilere, tüm bölgeyi ve siteyi kapsayan, politik bir mücadeleye gereksinimi olduğunu dayatmaktadır. Buna uygun örgütlenmenin çatısını kurmak, hem nispeten kolay hem de nispeten çabuk sağlanabilir. Çünkü işyerine bağlılığın asgariye indiği, kolay işten atılan işçilerin aynı zamanda çok ucuza çalıştırıldığı, bu nedenle işten atılma korkusunun da asgariye indiği, bölgede hemen her işyerinde çalışmış veya çalışan akrabaları, arkadaşları olan bölge işçilerinin birliği için, ortak sorunları kadar, birlik olanakları da çoktur. Bu nedenlerle OSB’lerde, sitelerde örgütlenme, “stratejik” bir önem kazanmaktadır.
Sonuç olarak günümüzde; uluslararası sermayeye karşı, emek güçlerinin, ulusal ve uluslararası mücadele olanakları arttığı gibi, büyük-orta-küçük işyerlerinde de bu mücadele olanaklarının hızla arttığı ve yaygınlaşacağı bir süreç yaşanmaktadır.

Şubat 2001

(İtalyan) Altın Tekeli  à Century Gold Consul (Dünya Altın Merkezi)
|
ATASAYAR ŞİRKETLER TOPLULUĞU
(Holding)
|
ANA MUHASEBE
|                |
OCAKLAR  –  ALTIN AYARI
|
HAMMADDE
|                                                                                                                                |
ATASAY Şirketleri                                                                                                  ASGOLD Şirketleri

AK-1      AK-2      AK-3     AK-4  AK-5     AK-6                    ASG-1   ASG-2    ASG-3    ASG-4    ASG-5    ASG-6
Pres     Pres       Pres    Pres     Pres     Pres               Döküm   Pres        Pres       Döküm   Döküm    Pres
Örme   Örme     Örme     Örme   Örme    Örme                Örme     Örme      Örme      Örme     Örme      Örme
Kanak  Kaynak  Kaynak  Kaynak Kaynak Kaynak          Kaynak   Kaynak   Kaynak   Kaynak  Kaynak   Kaynak
Kilit       Kilit        Kilit        Kilit        Kilit       Kilit                Kilit          Kilit         Kilit         Kilit         Kilit        Kilit
Cila      Cila        Cila        Cila       Cila       Cila                Cila         Cila         Cila         Cila        Cila        Cila
Kalite   Kalite     Kalite     Kalite    Kalite    Kalite              Kalite      Kalite      Kalite      Kalite     Kalite     Kalite
|                                                                                               |
ATASAY MAĞAZALAR ZİNCİRİ                                           ASGOLD MAĞAZALAR ZİNCİRİ
|
ATAGOLD
|
ANA MUHASEBE

IMF karşıtı emekçi programı ve bazı ajitasyon sorunları

Tekelci sermaye ve iktidarın emekçi sınıflara karşı sürdürdüğü mevcut saldırı dalgası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en şiddetli ve “kararlı” saldırışıdır. Boyutları ve kapsamı, hedefleri üzerinde çokça durulan bu saldırı gelip bir varlık yokluk noktasına dayanmıştır. Emekçi sınıflar, ellerinden parça parça kopartılan çalışma yaşamına, eğitim, sağlık vb. alanlara ilişkin haklarının son kırıntılarının da ortadan kalkmasına izin verecek mi? Ekonomik, mali, diplomatik ve askeri yönlerden emperyalizme bağımlılığın tam bir sömürgeleşmeye varmasına izin verilecek mi, verilmeyecek mi? Tablonun bu ölçüde ciddi olduğundan kuşku duyulamaz. Ve daha da ötesi, iktidarın, hiçbir emekçi talebini-protestosunu mevcut düzeyi ile ciddiye almayacağı, emekçiye yapılacak yüzde 5-10’luk artışı vermek için bile bin dereden su getirirken, rüşvetçiyi, rantçıyı, hortumcuyu ödüllendirmekte bir sakınca görmediği belli olmuştur.
İktidar, IMF’nin emir kuludur ve aralarındaki tüm çelişkilere, çıkar çatışmalarına karşın iktidarın farklı kesimleri ve tekelci sermaye IMF programı etrafında birleşmiştir. Peki, emekçiler bu durumda ne yapmaktadırlar? IMF programına karşı kendi öz programları, IMF karşıtı bir halk programı etrafında birleşebilecekler midir?
Böyle bir programın koşullarının mevcut ve yaşama geçirilmesinin zorunlu olduğu birçok vesile ile dile getirilmiş, programın oluşturulması ve güçlerin seferber edilmesi için adımlar atılmaktadır. Bu yazının konusu bakımından şu kadarını söyleyelim ki, emekçiler, yolsuzluklar, rüşvetler, banka hortumlamaları, özelleştirme talanı gibi uygulamaların sorumlusu olarak tekelci sermaye ve iktidara karşı hoşnutsuz ve öfkelidir. İktidar partilerinin yandaşları, emekçilerin bir araya geldiği (işyerinden mahalle kahvesine, duraklardan belediye otobüslerine kadar) mekânlarda bu uygulamaları savunamamakta, iktidara yöneltilen hakaretleri sineye çekmeye mecbur olmaktadırlar.
Ama emekçilerin sürekli homurdanmasına ve zaman zaman patlayan eylemlere karşın, IMF programı tüm fütursuzluğu ile uygulanmaktadır. Böylesine açık, sonuçlarını halkın çıplak etinde hissettiği bu saldırının birleşik bir emekçi hareketi ile karşılanmasının koşullarının elverişli olduğu, Emeğin Partisi’nin ciddi bir çaba içine girdiği, tüm güçleri uyarmaya, seferber etmeye çalıştığı böylesi günlerde halka yönelik canlı bir ajitasyon da olağan zamanlarla kıyaslanmayacak ölçüde önem kazanmaktadır.
Lenin, “Ne Yapmalı?”,adlı ünlü yapıtında, apaçık adaletsizliklere, zorbalıklara, zulme karşı halkın yeterince eyleme girişmemiş olmasının bir nedeni olarak siyasal teşhirin yeterince güçlü yürütülememesini gösterir. (Sol Yayınları, 1. Basım, Mart 1977, sf. 90)
Başka bir yerde de şunları söyler: “Kitlelerin düşüncesinin gerçek durumunu geniş ölçüde ancak ajitasyon açığa çıkarabilir, ancak ajitasyon parti ve tüm işçi sınıfı arasında yakın bir işbirliği yaratabilir.” (Kitle İçinde Parti Çalışması, Ekim Yayınları, Aralık 1989, sf. 76)
Bir partinin “mutlak olarak zorunlu ve başlıca görevi”, “en geniş ajitasyonun ve bunun sonucu olarak her yönlü siyasal teşhirin” yürütülmesidir. Suçlu suçüstü yakalanmak ve sıcağı sıcağına “bütün halkın önünde ve her yerde teşhir edilmelidir”! (Lenin)
Kuşkusuz bu görevin bugüne dek yapılmadığı söylenemez. Ama bu yöndeki teşhir ve aydınlatma görevinin on kat, yüz kat büyüdüğü söylenmelidir. Her bakımdan bir büyüme: yüz binlere değil milyonlara seslenmek, araçları zenginleştirmek, ajitasyonu sistemleştirmek.
Demek oluyor ki, yığınların haksızlıklara karşı harekete geçebilmesi için başka şeylerin yanı sıra canlı, sistemli, geniş kapsamlı bir aydınlatma, teşhir faaliyeti zorunludur. Bugün ise bu daha büyük bir önem kazanmaktadır. IMF karşıtı bir programın ilanı, geniş çapta bir teşhir faaliyetiyle birleşmelidir.
Böylesi bir faaliyet pek çok bakımdan enerjinin on katına çıkarılmasını gereksinmektedir. Ama söz konusu olan sadece ajitasyonun niceliğinde bir artış değildir. Durumun gereksindiği, seslenilen kitlelerin genişlemesine ve onların tepki verme durumuna göre bu aydınlatma çalışmasının yeniden şekillendirilmesidir. Bu da ajitasyonun dilinde, içeriğinde ve araçlarında bir gelişme demektir. Bu yazı, halka seslenirken göz önünde bulundurulması gereken bazı noktalara dikkat çekmeyi amaçlamaktadır.

DİLDE YALINLIK VE ANLAŞILIRLIK
Sermaye sisteminin uygulamaları, toplumun IMF’ciler ve IMF karşıtları olarak saflaşmasının tüm koşullarını oluşturmuştur. Bugünkü uygulamaların emperyalistler ile küçük bir grup insana, tekelci sermayeye yaradığı, buna karşılık toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilere ise zarar verdiği artık fabrikadaki işçi tarafından da, kamu çalışanı tarafından da, üretici köylü tarafından da görülebilmektedir. Bu, en geniş yığınlara seslenme bakımından son derece elverişli koşullara işaret eder. Ancak bu yalın tablo günlük hayatta son derece bulanık, karmaşık, içinden çıkılmaz görünür. Hayatın her alanında değişik kılıklar altında, farklı alternatifler izlenimi bırakan son derece kurnaz, deneyimli burjuvazi vardır karşımızda: Bir kolu iktidardır öteki kolu muhalefet. Bir kolu sivildir öteki kolu asker. Bazen muhafazakâr, bazen liberal. Ötede ekonomist, beride uzman. Bazısı “halkın gazetesi”, bazısı “safi gerçek”. Tüm işlevleri bu açık ülke tablosunun emekçilerce görülmesini önlemek üzere çalışmak olan bu güruhun, yaşamın her günkü vesileleri içinde yenilgiye uğratılması; görev böylesine kapsamlı ve zordur.
Bütün bu görüntü, ses ve renk kirliliği ortamında, ayırt edici, farklı, emekçinin ruhunu kavrayan özel bir dilde halka seslenmek gerekiyor. Yani gerçeği anlatmak önemlidir, ama gerçeği doğru bir şekilde anlatmak daha da önemlidir.
Halk, yerli yersiz anlaşılmaz sözcükler kullanan, tumturaklı bir üslupla konuşanlar için ince bir alayı yansıtan şu yargıda bulunur: “Kitabın ortasından konuşuyor!” “Kitabın ortasından konuşmak”, Türkiye soluna sirayet etmiş, devrimci işçi hareketi saflarında bile etkileri görülen bir hastalıktır. Ezberlenmiş formüllerin, kitap sayfalarından alınmış ama gerçek yaşamla çok kabaca ilişkilendirilmiş alıntıların ısrarcı bir tekrarına dayanan, halkı aydınlatmak maksadıyla yapılan, adına da “propaganda-ajitasyon” denilen bu laf kalabalığından “halkımız” az çekmedi. Daha çok 12 Eylül öncesi yükseliş yıllarına özgü olan ve o günün koşullarında bir ölçüde mazur görülebilecek olan bu seslenme dilinin bugün artık kullanılmadığını söylemek doğru olmaz. Halka seslenişteki ve genel olarak sol literatürdeki bu kitabilik, törpülenmiş olarak bugün de yaşıyor. Temelindeki mantık değişmedikçe yaşamaya da devam eder. Kendini her şey, dinleyeni ise her söze inanacak bir cahil olarak görmekten, daha da genelleştirirsek, halka tepeden bakmaktan kaynaklanan bu dil, sosyalizm dalgasının geri düşmesiyle biraz törpülense de özünü korudu. Bugün halka seslenmek iddiasındaki bir dizi grubun yaşattığı bu dil, bir çeşit jargona dönüşmüş bulunmaktadır: Özel bir grubun anlaşmasına yarayan ama toplumun geneli bakımından anlaşılmaz bir dil. Emek hareketinin epey bir zamandır bu kitabilikle, jargonculukla mücadele ettiği bilinmektedir. Uzun yıllardır halk adamı olma, halkçı bir dil, halkçı bir tarz üzerine vurgu yapan ve bu konuda azımsanmayacak bir gelişme sağlamış olan devrimci emek hareketinin bu yanlış anlayışın etkilerini tümden ortadan kaldırabildiği söylenemez. Piyasa sosyalizminin baskısının yansıması olarak emek hareketi bünyesinde de şöyle ya da böyle yaşamaya devam eden kalıntılardan söz etmek gerekiyor. Seslenilecek yığınların artık on binlerle değil, yüz binler ve milyonlarla ifade edildiği bir zamanda emeğin politikacıları, dilde arınmaya daha çok önem vermek zorundadırlar.
Dil, bir anlaşma aracıdır. O halde olabildiğince çok kişi tarafından anlaşılmak hedeflenmelidir. Doğru kullanılmadığı durumda, dil anlaşma aracı olmaktan çıkar, seslenen ile seslenilen arasında bir duvara dönüşür. Zaten “Halkımız” diye başlayan, halka yabancı bir dille kendi ruh halini ortaya döken sayısız bildirinin bu duvarı kalınlaştırmaktan başka bir işe yaramadığını emekçi mitinglerinde, grevlerde her gün gözlemek mümkün.
Dilde yalınlık ve anlaşılırdık, elbette öncelikle en geniş yığınlara seslenirken titizlikle uyulması gereken bir ilkedir. Ama her tür sözlü ve yazılı ajitasyon ve propaganda da konunun elverdiği ölçüde anlaşılır olmalıdır. Halka seslenmek söz konusu olunca anlaşılırlıktan öte bayağı bir dil kullanmaktan yana olan ama ayrıcalıklı bir alan olarak gördüğü teori söz konusu olunca anlaşılmazlık zırhına bürünenler de az değildir. Gerekçesi ne olursa olsun, gerisindeki mantık şudur: Halk anlamaz, ona en kaba gerçekler açıklanmalıdır; teori ise seçkinlerin işidir! Oysaki anlaşılmaz bir dil kullanmak kadar, nasılsa anlamazlar diyerek kaba, basit şemalardan oluşan bir söylem de zararlıdır. Sosyalizm, seçkinciliği geliştirmeyi değil ortadan kaldırmayı hedefleyen bir dünya görüşüdür ve teoriyi aydınlar arası iletişimin konusu olarak görmez, onu yığınlara mal etmeyi hedefler.
Konuya, seslenilen kitleye göre değişiklikler gösterse de bu konudaki ilke şöyle ifade edilebilir: Bayağılığa kaçmadan, içeriği iğdiş etmeden konunun elverdiği ölçüde anlaşılır olmak!
Geçmiş yüzyıllarda yazılmış ve bugün hâlâ zevk alarak okuduğumuz büyük edebi eserlerin son derece anlaşılır, duru, abartısız bir dil kullanmaları tesadüf değildir. Marx, Engels, Lenin, Stalin gibi sosyalizmin büyük öğretmenleri, en karmaşık konuları ele alırlarken bile açık bir anlatım kullanmaya özen gösterdiler. Marx’ın, Lenin’in tamamladıkları eserlerini, bir de anlaşılırlık açısından gözden geçirdikleri bilinmektedir. Bilimsel sosyalizmin tüm temel tezlerini küçük hacmine sığdıran Komünist Manifesto’nun, hem edebi bakımdan son derece parlak, hem de son derece anlaşılır olması sanırız yeterince fikir vericidir. Ve zaten konu üzerinde enine boyuna düşünmemiş olanlar, bilgileri yüzeysel olanlar, çalakalem yazanlar, hem içeriği yansıtan hem de anlaşılır yazamazlar, konuşamazlar. Lenin’in çok güzel ifade ettiği gibi, “anlatımda açıklık kavrayıştaki derinliğin ifadesidir”. Ve çoklarının sandığının tersine üsluptaki anlaşılmazlık, fikrî derinliğin ölçüsü değildir; eğer özel bir amaçla tercih edilmemişse kafa karışıklığının belirtisidir. Bir Çin atasözünün söylediği gibi, yalınlık varılacak son aşamadır. Yalın, anlaşılır yazmak/konuşmak, zor ama gereklidir.
Bilimsel sosyalizm, bir dizi yüksek soyutlamalar sonucunda inşa edilmiş bir dünya görüşüdür. Ama maddi bir güce dönüşmesi için, toplumun eğitim olanaklarından en ez yararlanmış, geri bırakılmış emekçilerce kavranması gerekmektedir. Bilimsel sosyalizmin öğretmenlerinin teorilerini olabildiğince anlaşılır ifade etmelerinin temel nedeni budur. Oysa burjuva dünya görüşünün anlaşılmak gibi özel bir amacı yoktur, hatta kerameti anlaşılmazlığındadır. Burjuvazinin, düşünce hayatına her zamankinden daha çok hâkim olduğu bir zamanda, anlaşılmazlığın bu denli baş tacı edilmesi de bir tesadüf olmasa gerek.
Ama burjuvazi, gerçeği karartmak için anlaşılmazlığı moda haline getirirken, halkı etkilemek, kendine bağlamak için son derece anlaşılır bir dil kullanmaktan da geri kalmıyor. Halkta olumlu etki yaratacak bir söz bulmaları karşılığında, reklâmcılara avuç avuç para ödüyor.
Bu anlatılanlar bakımından çok öğretici olduğu düşüncesiyle, Dimitrov’un 3. Enternasyonalin bir oturumunda dile getirdiği görüşleri içeren parçayı çerçeve içinde sunuyoruz.

SIKICI TEKRARLARDAN, ABARTMADAN VE BASMAKALIPLIKTAN KAÇINMAK
Hatırlardadır. 1978-’80’li yıllarda bildiriler çoğunlukla, “Ekonomik ve siyasi kriz derinleşiyor” diye başlardı. Bu da okuyanda hep aynı bildiriyi okuyormuş izlenimi bırakır, ilgiyi azaltırdı. Bugün ise farklı klişeler örnek gösterilebilir. Elbette, dönemin çok önemli gerçekleri ısrarla vurgulanmalı, tekrarlanmalıdır da. Ama her defasında başka vesilelerle, başka ilişkilendirmelerle. Öyle ki, temel saptamamız, günlük her gelişmenin bağlandığı ana halka olsun. Bugün de bazı temel saptamalar yapılmaktadır. “IMF Programına Hayır” gibi. Her sözlü sesleniş, her bildiri, her çağrı metni, bu temel gerçeği göz önünde bulundurmalı, her günlük sorun bu temel sorunla bağı içinde ele alınmalıdır. Ama tekrarcılığa düşmeden, abartıya kaçmadan. Aksi durumda halk nezdinde sokaklarda aynı sözü tekrarlayarak gezen deli muamelesi görmek kaçınılmaz olur.
Bugün devrimci emek hareketinin yığınlara yönelik aydınlatma faaliyetinde sorunun temel yönleriyle çözüldüğü söylenebilir. Yani, güzel ve başarılı olup olmamak bir yana, açık bir dille, buyurganlıktan uzak, samimi bir üslupla yazılıp konuşulduğu tartışma götürmez. Ama yeterince özenli, araştırmaya dayanan, canlı bildirilerin, konuşmaların sayısı tatmin edici düzeyde değil.
Yaygın olarak kullanılan ajitasyon araçlarından ‘bildiri’ örneği üzerinde konuşursak. Yazılmış bir bildiri, basımdan dağıtıma kadar birçok aşamadan geçer, birçok insanın emeğine, paraya mal olur. Ne var ki, bir dizi güçlük pahasına dağıtılabilen bildirinin yazımına çoğunlukla çok az zaman ayrılır. Yeterince özen gösterilmez.
Hâlbuki bir bildiriden beklenen etki, asıl olarak onun dağıtım şeklinden, taşıdığı imzadan değil, içeriğinden kaynaklanır. Bu nedenle de işe sağlam bir metin oluşturarak başlanmalıdır.
Bildiri, her şeyden önce somut olmalı, seslenilen alanın sorunlarını doğru, abartısız, gerçekçi bir şekilde ortaya koymalıdır. Somuta ilişkin yapılmış bir yanlışlık, örneğin bir fabrikadaki işçi sayısının, sendikanın durumunun vb. yanlış ifade edilmesi, tüm öteki fikirleri de tartışmalı hale getirir. Bu nedenle alanı tanımak, sorunlarını bilmek, acil olanları saptamak işin abc’sidir.
Emekçiye seslenirken, onun hiçbir şey bilmediği, ona her şeyin öğretileceği anlayışından uzak durulmalıdır. Sadece böylesi bir tutum geri tepeceğinden değil bu kaygı. Emekçinin sorunlarını bilmediği doğru değil. Emekçi pek çok şeyi bilebilir, bilir de.
Emekçiye sabah akşam “felaket sömürülüyorsun” demenin ajitasyon değeri yoktur. Önemli olan onun bildiği, her günkü yaşamında farklı farklı zamanlarda karşılaştığı olaylar arasında bağıntı kurmak, kıyaslamalar yapmak, sorunun görünen kısmından hareket ederek, temel soruna doğru genişletmektir. Örneğin işçinin, kötülüğüne her gün her saat tanık olduğu patronu için, “sömürücüdür, hakkını vermiyor,” demek onun bildiğini tekrarlamaktır. Ama “Bak, patronun kârı 40 iken 80 oldu, senin ücretinse yerinde sayıyor,” diyerek inandırıcı rakamlar ortaya kovmak etkili olabilir. Ama ajitasyon burada kesilirse de hedefe ulaşılmış olmaz. Gerçekte, ücretlerin sadece tek bir patronun kâr-zarar hesabına göre belirlenmediği, ücretleri asıl olarak tekelci patron örgütlerinin ve onların tepesinde de IMF’nin belirlediğini inandırıcı örneklerle açıklamak yapılması gerekendir.

GAZETEYİ BİR AJİTASYON ARACI OLARAK KULLANMAK
Aslında günlük işçi basınını dikkatle izlemek, bir ajitatörün ve propagandacının işini son derece kolaylaştıracaktır. Bu saptamayı biraz açmakta yarar var.
Gazete, her şeyden önce doğrudan, etkili ve sistematik bir teşhir, ajitasyon ve aydınlatma aracıdır. Gazeteyi emekçilere ulaştırmak; sırf bu bile emeğin politikalarının emekçiye anlatılmasına büyük bir katkı sunacaktır. Elbette ki, en etkili ajitasyon yöntemi, emekçi ile yüz yüze, sözlü olarak yapılan ajitasyondur. Ama gazete, sözlü ajitasyonun yerine geçirilmiş olmayacak, onu güçlendirici bir işlev görecektir. Gazeteyi emekçiye ulaştırmak, onunla bir ilişki vesilesi olacak, yazılanlar üzerinde tartışmak ise ilişkinin pekişmesini, kalıcılaşmasını sağlayacaktır.
Ayrıca, gazete, ülkenin gerçek gündemini, emekçilerin sorunlarını, çözüm yollarını her günkü olaylarla bağıntı içinde sıcağı sıcağına sunduğu için her emeğin politikacısı için vazgeçilmez bir ajitasyon rehberidir. Fabrikasında, okulunda, mahallesinde işlemesi gereken temel konulan tatmin edici şekilde sunabileceği verilere, yoksulluk istatistiklerine, özelleştirmelerin yol açtığı yıkımlara, sınıf dayanışmasının kazanımlarına vb. binlerce ve binlerce konuda zengin verilere iyi bir gazete okuyucusu olmak sayesinde ulaşacaktır. Böylece konuşması inandırıcı, bildirisi derinlikli, sağlam kanıtlı olacaktır. Emeğin politikacısı, gazete aracılığı ile kendi deneylerini merkezi düzeyde yararlanabilir hale getirebilecek ve aynı şekilde ülkenin başka bölgelerde yürütülen mücadelenin deneylerinden yararlanma olanağı elde edecektir.
Ancak tüm bunlar yapılırken unutulmamalıdır ki, gazete merkezi bir araçtır, sorunları ülke düzeyinde, genel olarak işler. Bu nedenle de, emeğin politikacısı bu genel politikaları yerelleştirmekle yükümlüdür. Yani gazetede yazılanları olduğu gibi tekrarlamak değil, kendi ilinde, ilçesinde, beldesinde yaşanan sorunlarla birleştirerek anlatmak, politikayı somutlamak, merkezi politikalara yerel ayaklar kazandırmak gerekmektedir. Diyelim ki, bir partili gazetesi aracılığı ile IMF karşıtı bir halk programının maddelerini okudu. Bu maddeler elbette kendi alanını da kapsayan bir genellik taşımaktadır. Ama bu genel taleplerden hangileri alanı için önceliklidir veya talepler listesinde olmayan ama bölge içinse önem taşıyan özgün talepler var mıdır? Partili işte bütün bu soruları düşünmüş olarak bölgesinde bir faaliyet yürütecektir. Talepleri işlerken, bölgesinde yaşanan somut sorunları örnek verecek, bölge emekçisinin kendi sorunu ile ülke sorunu arasındaki bağı görmesine yardımcı olacaktır vb.

YIĞINLARDAN ÖĞRENMEK
Emeğin partisi, daha ilk gününden başlayarak yığınları edilgen bir cahil kalabalığı olarak gören anlayışlara karşı savaş başlattı. Parti ile yığınlar arasındaki ilişkinin karşılıklı etkileşime dayanan bir süreç olduğunu, kitlelere öğretirken aynı zamanda kitlelerden öğrenmek gerektiğini sürekli vurguladı, bu saptamaya uygun davrandı. Bu saptama, ajitasyon, mücadele biçimleri, sloganlar söz konusu olduğunda çok daha yaşamsaldır. Yetkin bir halk örgütü olarak parti, engin halk tecrübesinden, kültüründen, folklorundan süzülüp gelmiş olumlu değerleri, destanları, şiirleri, deyimleri, fıkraları, atasözlerini kendi cephaneliğine katmalıdır. Bu, halkla bağ kurmayı kolaylaştıracak, halkın ruhunun kavranmasına yardım edecektir. Ama halktan öğrenmek, sadece onun tarihi birikiminden öğrenmek değildir. Yanı sıra ve hatta asıl olarak emekçilerin yürüttüğü günlük mücadelenin derslerinden öğrenmek, ajitasyon araçlarını, yöntemlerini, dilini, sloganlarını bu gözlem ve ilişki içinde şekillendirmek zorundadır.
En büyük öğretmen canlı sınıf mücadelesi pratiğidir. Bunun en sağlam kanıtı son 10–15 yıllık emekçi mücadelesidir. Mücadele halindeki emekçiler, en mükemmel masa başı sloganlarını, eylem biçimlerini aşan bir zenginlik ve yetkinlikte örnekler sundular. Emekçiler bunun son bir örneğini ise 1 Aralık eylemleri sırasında verdiler. Sırf dövizlere yazdıkları sloganlar bile, emekçilerin sezgilerinin, yaratıcılıklarının gelişkinliğini göstermektedir. Emeğin politikacılarının yapması gereken ise, meydana çıkan bu tekil örnekleri genelleştirmek, bilinçli bir planın unsuru haline getirmek ve genelleşmiş bir slogan olarak yeniden emekçiye sunmaktır.
Burada bir nokta daha beliriyor. Ajitasyonumuzun öfke düzeyi ve tonunu belirlerken kitlelerin ruh halini hesaba katmak zorunludur. Kitlelerdeki uyanışın, öfkenin seyrine bakmadan, atılan keskin sloganlar, belki atanı tatmin edebilir ama her zaman devrimci bir işlev görmez. Çeşitli küçük burjuva dergilerin manşetlerinde, dağıttıkları çağrı, bildiri vb. de kır, parçala, yık gibi emir kipiyle kurulmuş sayısız slogan okuyabilirsiniz. Bütün bunlar, bunu yazanların öfkeli kişiler olduğu konusunda bir fikir veriyor, seslenilenlerin bu emirleri uygulayacağına ise kendileri de zaten inanmıyor. Ama bunu yapanlar için amaç, emekçileri bu doğrultuda harekete geçirmek değildir, bunu iletmiş olmaktır.
Ajitasyonumuz, emekçiyi sarsmak, ruhunun derinliklerine gizlenmiş aslanı uyandırmazdır. Haksızlığa karşı öfkesini, kazanma inancını, coşkusunu yükseltmelidir. Bunun için de onun mevcut durumundan yola çıkmak, şu an içinde bulunduğu ruh halini bilmek önem taşır.

ALIŞILMIŞ KALIPLARIN DIŞINA ÇIKMAK
Halka seslenmek, ajitasyon denince hep aynı araçların kullanılması anlaşılır çoğunlukla. Bir gerçeğin bin bir çeşit anlatma biçimi olduğu gibi bin bir çeşit anlatma yolu da vardır. Elbette yararları tarihsel deneyle sabit araçlardan vazgeçilsin demiyoruz. Bunlar (bildiri, afiş, çağrı) elbette sürekli kullanılacak araçlardır. Ama durumun, bölgenin özelliklerine göre daha başka bir dizi aracı kullanmaya da açık olmak, çıkan olanakları değerlendirmek, yeni yollar, araçlar geliştirmek, üzerinde kafa yorulması gereken konulardandır. Nerede hangi aracın kullanılacağı somut duruma göre belirlenmelidir, ama alışılmış yöntemlere hapsolunmamalıdır. Bugün bildiri, yarın afiş, bir başka gün çağrı metni. Bazen imza toplamak, bazen duvar gazetesi hazırlamak, bazen kahve toplantısı bazen de panel düzenlemek etkili olabilir. Çevremize dikkatle baktığımızda yaşamın bu sayılanlardan çok daha fazla, çeşitli araçlar sunacağı kesindir. Yeter ki, partililer bir rutine kaptırıp var olan araçlarla sınırlamasınlar kendilerini.
Özellikle halkın son derece duyarlı, sermaye ve iktidara karşı öfkeli ancak devrimci emek örgütüne karşı ise güvensiz olduğu ortamda yığınlarla yüz yüze ilişkinin yeri başka hiçbir araçla doldurulamaz. Emeğin politikacıların tam bir güvenle halkın içine girmeleri için koşullar son derece elverişlidir. Sözünün arkasında duracak başka bir güç yoktur. Rüşvetle, yalanla, rantiyecilerle bağı olmayan ikinci bir odak yoktur. Emeğin politik örgütü, gerçeğin sözcüsü olarak alternatifsizdir. IMF’ye karşı bir halk programı oluşturma süreci, aynı zamanda partinin tüm örgütlerinin meşru, kendine güvenen bir güç olarak toplum önüne çıkmaları süreci olarak yaşanmak zorundadır. Açık kimliği ile kendine güvenle, yüksek moralle, korsancılıktan uzak, tüm toplum katında meşrulaşmaya dönük, tüm burjuva partilerle halk önünde seviyeli bir şekilde hesaplaşmaya hazır parti örgütleri toplamı; sürecin ihtiyaç duyduğu parti bir yönüyle de böyle olmak zorundadır.

Şubat 2001

EK-1
YAZARKEN VE KONUŞURKEN İŞÇİLERİ DÜŞÜNÜN – Georgi Dimitrov
İkinci şart, Üçüncü Enternasyonalin ve Bölümlerinin aldığı kararların geniş halk kitlelerinin kendi kararları haline getirilebilmesidir. Bu, şimdi, birleşik işçi cephesini örgütlemek ve geniş halk kitlelerini anti-faşist bir Halk Cephesine çekmek görevini yüklendiğimiz günlerde daha da gerekli olmaktadır. Lenin’in politik ve taktikçi dehası partinin, sloganlarını ve doğru hareket çizgisini halk kitlelerine kendi deneyleriyle anlatmaktaki ustalığından doğmuştur. Bolşevizm’in tarihini devrimci işçi hareketinin politik strateji ve taktiklerinin bu en büyük hazinesini incelersek, Bolşeviklerin kitlelerin öncülüğü yöntemlerini, Parti öncülüğü yöntemlerinden her zaman daha üstün tuttuklarını görürüz.
Bunların yanı sıra, eğer halkın anladığı dilde konuşmayı öğrenmezsek, kitlelerin kararlarımızı anlamayacağını da iyi bilmemiz gerekir. Çoğu zaman basit, somut, kitlelerin yadırgamayacakları ve anlayabilecekleri bir tarzda konuşamıyoruz. Dilimizi ezbere bildiğimiz soyut formüllerden hâlâ temizleyemedik. Bildiriler, gazete yazıları, kararlar ve tezler öyle ağır bir üslup ve dille yazılmaktadır ki, bunları değil İşçi kitleleri, Parti görevlileri bile zor anlamaktadır.
Yoldaşlar, bu yazıları okuyan ve dağıtan işçiler, özellikle faşist ülkelerde, hayatlarını tehlikeye atmaktadırlar. Eğer bütün bu fedakârlıkların boşuna gitmesini istemiyorsak, halk kitleleri İçin yazdıklarımızı onların dilinde yazmalı, bunun gerekliliğini çok iyi anlamalıyız.
Bu mesele sözlü propagandalarımızda da aynı derecede önem kazanmaktadır. Faşistlerin bu konuda birçok yoldaşımızdan daha becerikli ve esnek davrandıklarını inkâr edemeyiz.
Burada, Hitler’in iktidara geçmesinden önce ve meşhur dolandırıcı ve spekülatör Sklarek kardeşlerin birkaç ay süren duruşmaları sırasında Berlin’de yapılan bir işsizler toplantısından söz etmek istiyorum. Bir Nasyonal Sosyalist, toplantıdaki konuşmasında, Sklarek kardeşlerin duruşmasını kendi işine gelen bir biçimde yorumladı. Sklarek kardeşlerin dolandırıcılığını, rüşvetçiliğini ve diğer suçlarını anlattı, aylardır sonuçlanmayan davanın Alman halkına yüz binlerce marka mal olduğunu belirtip büyük bir tezahürat eşliğinde Sklarek kardeşler gibi soyguncuların hemen öldürülmesi ve dava için harcanan paranın da işsizlere dağıtılması gerektiğini söyledi.
Sonra bir Komünist kalktı ve söz istedi. Önce söz vermek istemeyen başkan, Komünistin sözlerini duymak isteyen dinleyicilerin baskısına dayanamadı ve söz vermek zorunda kaldı.  Komünist kürsüye çıktığı zaman, herkes büyük bir heyecanla, söyleyeceği sözleri bekliyordu. Neler söyledi biliyor musunuz? Yüksek ve güçlü bir sesle:
“Arkadaşlar,” diye söze başladı, “çalışmalarını yeni bitiren Üçüncü Enternasyonal Genel Kurulu, işçi sınıfının kurtuluş yolunu göstermiştir. Bu yolda size düşen görev arkadaşlar, “İşçi sınıfının çoğunluğunu kazanmaktır. Genel Kurul İşsizlerin hareketlerinin ‘politikleşme’si gerektiğini belirtmiştir. Genel Kurul bizden politik seviyenin yükseltilmesini istemektedir.”
Genel Kurulun kararlarını işsizlere açıklayarak sözlerine aynı havada devam etti.
Böyle bir konuşma işsizleri etkileyebilir miydi? İşsizler kendilerini daha yüksek bir seviyeye ulaştırmak için önce politikleştirmemizden, sonra devrimcileştirmemizden, daha sonra da harekete geçmemizden hoşnut olabilirler miydi?
Oturduğum köşede, yapılması gereken şeyleri somut bir biçimde ağzından duymak istedikleri Komünisti sabırsızlıkla kürsüye çağıran işsizlerin esnediklerini sıkıldıklarını gösteren hareketler yaptıklarını görüyordum. Başkanın konuşmacının sözünü küstah bir davranışla kesmesi ve dinleyicilerin de buna karşı çıkmaması beni hiç şaşırtmamıştı.
Propaganda çalışmalarımız içinde bunun bir sürü örneği vardır. Böyle şeyler yalnız Almanya’da da olmamıştır. Bu tip yapılan propaganda insanın kendi davasına karşı propaganda yapmasından pek de farklı değildir. Raporumu okuduğum sırada Başkan; Yoldaş Kusinen, Kongre üyelerinden bana verilmek üzere ilgi çekici bir mektup aldı. Bu mektubu okuyorum:
“Aşağıdaki meseleyi konuşmanızda lütfen Kongreye getirin. Üçüncü Enternasyonal’in alacağı kararlar yalnız eğitilmiş komünistlerin değil, Üçüncü Enternasyonal kararlarını okuyan her işçinin de komünistlerin istediklerini, komünizmin insanlığa getireceklerini, önceden bir eğitim görmeden anlayabilecekleri bir biçimde yazılmalıdır. Bazı parti liderlerinin unuttukları bu nokta kendilerine, hem de kuvvetle hatırlatılmalıdır. Propagandamız açık bir dille yapılmalıdır.”
Bu mektubu yazanın kim olduğunu kesinlikle bilmiyorum ama bu yoldaşın, mektubunda, milyonlarca işçinin isteğini ve düşüncesini seslendirdiğinden hiç kuşkum yok. Birçok yoldaşımız kitlelerin çoğu zaman anlayamayacağı oturaklı sözlerin ve sayısı kabarık formüllerin daha güçlü bir propagandaya yol açacağını sanıyorlar. Bu arada bazı yoldaşlar Lenin’in her zaman halk dilinde, kitlelerin hemen anlayabileceği bir tarzda yazdığını ve konuştuğunu da unutuyorlar.
Hepimiz şu cümleleri bir kanun, Bolşevik kanunu, temel bir kural bilelim: Yazarken ya da konuşurken sizi anlaması, size inanması ve sizi izlemesi gereken işçileri düşünün. Kendisi için yazdığınız, kendisi için konuştuğunuz insanları unutmayın.
(Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekim Yay. 1989, sf. 239–241)

EK-2
TARİHSEL BİRİKİMDEN YARARLANMAK
Kitleler içindeki teşhir ve aydınlatma çalışmasında birikmiş deneye başvurmak son derece yararlı, gereklidir. İşçi sınıfı, iki yüzyıl boyunca dünyanın değişik bölgelerinde, kimisi başarı kimisi yenilgiyle sonuçlanan sayısız büyük mücadeleler vermiş, bu mücadeleler içinde tarihsel ve güncel değeri büyük çok önemli ajitasyon materyalleri ortaya çıkarmış, büyük hatipler-ajitatörler yetiştirmiştir, işçi sınıfının uluslararası mücadele deneylerinin genelleştirilmiş ifadesi olarak bilimsel sosyalizm de sorunu çok yönlü olarak işlemiştir. Ülkemiz tarihi de, eleştirel bir değerlendirme ile yararlanılabilecek olumlu bir birikime sahiptir.
Aşağıda iki örneğe yer veriyoruz. Biri ülkemizden, öteki ise Almanya’dan.
Toplumcu öykücülerimizden Adnan Özyalçıner’in bir öyküsüne de konu olan Paşabahçe işçilerinin bildirisi, grevci işçilerin amaçlarını halka anlatmak için kaleme alınmış. Yalınlığı, meramını içten bir samimiyetle, anlaşılır bir halk diliyle anlatması bakımından dikkat çekici.
Ötekisi ise, Almanya’nın Hessen Prensliğinde yaşayan emekçilere sesleniyor. Henüz 22 yaşındaki ateşli Georg Büchner tarafından yazılan bildiri Marksizm öncesi dönemde yazılmış olmasına karşın, emekçileri toplumsal hareketin öznesi olarak görüyor, egemen sınıflara acımasızca saldırıyor.
Emeğin politikacıları, şekilciliğe düşmeden, farklı durumlar arasında kaba paralellikler kurmadan bu tarihsel mirastan yararlanmalıdırlar. Çerçeve içinde sunulan iki örneğe sayısız örnek eklenebilir. Burada özellikle Lenin’in doğrudan emekçilere seslendiği Kır Yoksullarına adlı kitapçığı anmak isteriz. Bu kitapçık, başka birçok özelliğinin yanı sıra hem geniş kitlelere seslenirken dikkat edilmesi gereken anlaşılırlık ve inandırıcılık, hem de bir kesime özgü güncel taleplerle genel siyasal taleplerin ustaca birleştirilişi bakımından dikkatle incelenecek niteliktedir.

GREV BİLDİRİSİ
Biz işçiyiz. Paşabahçe’de bir fabrika şişe ve cam yapar, orada çalışırız. Beyoğlu’nda da süslü bir mağazası var. Tabaklar bardaklar görürsünüz de İftihar edersiniz: İşte onları yaparız biz. 1800 derece sıcaklığın altında çalışırız. En eskimiz, 30 seneyi dolduranımız, vergiler dâhil, saatte 150 kuruş, günde 12.00 TL alır. Saatte 55 kuruş, 80 kuruş, 90 kuruş alanımız vardır. Ortalaması 125 kuruştur. … Ve biz de greve başladık.
Fabrika devletin malı, zararı devlete biniyor. Kocatopçu tıkır tıkır maaşını alıyor, zarar ettiği yok. Bize hak vermemek için neler yapmadı ki. En son haberimiz olmadan protokol imzalattı. Sonuçta gene bize bir şey vermedi. Üstümüze tabancalı adamlar geldi. İki arkadaşımız hastanede. Fabrika kapısına ekmek astılar, pencereden tulumba tatlısı gösterdiler, arkadaşlarımız hapishanede yattı.
Bugün 80 günü geçti, gene de hakkımızı istiyoruz. Dağlarda ebegümeci topluyoruz, labada topluyor, balık olursa oltayı alıp koşuyoruz. Evde fazla eşya vardı kilim, mintan, iskemle gibi. Onları da satıyoruz. Ölüm Allanın emri, ama bu adam bizimle masaya oturmalı, mahkeme kararına, Yargıtay kararına uymalı. Bu adamın hem devlete milyonlar zarar vermeye, hem de bizleri süründürmeye ne hakkı vardır?
… Hâlbuki fabrikanın bir günlük zararını, bize zam diye verse mesele hallolur.
(Bu bildirinin de içinde yer aldığı bildiri ile aynı adı taşıyan öykü için bkz Emek Öyküleri–2, Evrensel Basım Yayın, 1998)

“KULÜBELERE BARIŞ! SARAYLARA SAVAŞ!”
“Zenginlerin hayatı hiç bitmeyen bir şölen. Saraylarda yaşıyor, güzel elbiseler giyiyorlar. Yüzleri parlak, konuşmaları ise seviyeli. Halk ise tarladaki gübre. Fransız halkı, 1789 yılında, üç kez yüzülen sığır olmayı reddetti… Yüce Hessen Prensliği’nde 718 bin 313 vatandaş yaşamakta. Bunlardan 700 bini kan ter içinde çalıştığı halde aç kalıyor. Bu devlete de 6 milyon Gulden ödüyorlar. Bu paralar, halkın vücudundan emilen kanlı vergiler. Vergiyi İse güya devlet hesabına alıyorlar. Sülükler hükümetin arkasına gizlenmiş, hükümet ise devlet düzeninin varlığı için kan emmenin gerekli olduğunu söylüyor.
Alman Anayasası ne ifade ediyor? Hiçbir şey. Boş saman balyası. Taneleri prensler tarafından yutulmuş, geri kalanından ise saman yapılıyor. Parlamento ne işe yarıyor? Hantal bir at arabasından başka bir şey değil. Eşkıya prensler ve bakanlar, bu at arabasının karşısına çıkarak daha da ağır hareket etmesine neden olurlar. Onlardan özgürlük bahşetmelerini beklemek yanlış olur. Seçim yasalarımız ne ifade ediyor ki?
Hessen Parlamentosu çok iyi çalışabilse ve yüce prensliğin doğru dürüst bir anayasası olsaydı bile, sağlayacağı refah düzenine derhal son verilirdi. Çünkü Viyana ve Berlin’in akbabaları pençelerini uzatıp bu küçük ülkenin özgürlüğünü hemen boğarlardı. Sayın vatandaşlar, tüm Alman halkı özgürlüğünü kazanmalıdır. Bu günler uzak değildir. Çok yakında da söylenen şu yüce sözler gerçekleşecektir: Almanya tekrar doğacak. Açın gözlerinizi ve sizi soyanların sayısını hesaplayın. Onlar, sizden emdikleri kan ve istemeden katıldığınız ordu sayesinde güçlüler. Ordu ise sizin oğullarınızdan ve kardeşlerinizden oluşmakta…
Hessen Köylülerine!
Bu kâğıt, Hessen’deki gerçekleri anlatmak zorunda. Ama gerçeği söyleyeni asarlar her zaman. Hatta gerçeği okuyanlar bile şerefsiz hâkimler tarafından mahkûm edilirler.
KULÜBELERE BARIŞ! SARAYLARA SAVAŞ! “
(Ateşi Çalmak–1, G. Serebryakova, Evrensel Basım Yayın, 3. basım-, sf. 135–137)

Eşit, özgür ve sömürüsüz bir yaşam için mücadele ve “barış” sorunu

Kürtler için, ulusal tam hak eşitliği talebinden uzaklaşmanın ifadesi olarak değerlendirilen ve her geçen gün Kürt işçi ve emekçilerince daha çok sorgulanan “barış” politikası, reformist ve küçük burjuva çevrelerin algıladıklarının ötesinde bir önemle değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır.
Kürt reformist çevreleri, sosyalizme ilgi duyan ve emek eksenli talepleri her geçen gün daha fazla dile getirmeye başlayan geniş Kürt emekçi kesimlerinin süreci “sorgulayıcı” yaklaşımlarına, içeriği doldurulmayan “kimlik” talebiyle açıklanan yanıtlar vermektedirler. Buradan hareketle, bir “ön adım” atıp diğer talepleri karşılamanın yolunu açmak gerektiğini söylemektedirler. A. Öcalan’ın biraz mistik, biraz mitolojik ve antik Yunan çağrışımlı ama “sabır” telkin eden “savuşturucu” yaklaşımı da elbette bir politik tutuma karşılık düşmektedir. Birçok çevre, durumu, basitçe “ihanet ve teslimiyet” gibi kavramlarla izah ediyor. Böyle geçiştirilemeyecek denli önemli olan “barış” politikası, Kürtlerin özgürlük talepleri bakımından olduğu kadar tüm ulus ve milliyetlerden işçi ve emekçi halkların mücadelesi açısından da önemlidir. Diğer yandan, on beş yıla yakın “silahlı mücadele” ve birkaç yıllık “siyasallaşma mücadelesi”yle, yirmi yıllık tarihi bakımından PKK’nin, hemen tüm çevre ve örgütleri etkilemiş olduğu, bunları platformuna hiç değilse bir süre mahkûm etmiş olduğu gerçeği kadar, devrimci isçi partisinin, bilimsel sosyalizmin kılavuzluğunda ısrar ederek bir mücadele hattı örmeyi sürdürdüğü de tarihsel bir gerçek olarak tespit edilmelidir. “Sol” ve “sosyalist” çevrelerin on yıldır devam eden “barış” çağrılarında bir pozisyon edinmek için çabaladıkları ve “enternasyonal dayanışma” adına hareket ettikleri de bilinmektedir. Kürt reformist Burkaycı çevrenin uzlaşmacı ve işbirlikçi çizgilerini gizlemek için son gelişmeleri “kişiler”le izah ve teşhir çabaları ise, kıymetsiz görünmektedir.
Kapitalist sömürü sisteminin muhafazasını kabullenen bir çizgide burjuva liberal söylem haline getirilmiş olan “barış” sorununa dair, her sınıf ve kesim gibi, işçi ve emekçilerin ve onların partisinin de bir sözü vardır. Bu söz söylenmiştir de.
A. Öcalan’ın yakalanmasıyla somut bir süreç olarak işletilen “barış” politikası, dile getirildiği günden beri, değişik ses ve tonlarla olsa da, yaşama yansıması bakımından yarattığı etki ve oynadığı rolle, egemen sınıfların politikalarını kolaylaştıran ve güçlendiren bir araç olarak kullanılıyor. Bir dönemin canlandırdığı ulusal özgürlük dalgasını düşürmek ve yine “silahlı direniş” döneminin, geniş emekçi Kürtlerde yarattığı düzenden kopuş eğilimini onarmak amaçlı olarak, bu politika, Kürtler üzerinde sistemin tahakkümünü içselleştirmek, giderek sindirtmek için yürütülen rahatlatıcı ve hazmettirici çok yönlü çabanın toplamıdır denebilir. Bu çabalar, esasta ortak bir noktada birleşiyor ve Kürtleri yeniden sisteme bağlamada önemli bir işlev görüyor. “Barış” politikası, soyut bir kavram olarak değil somut bir politika olarak değerlendirildiğinde, kimler tarafından, hangi amaçlar için değerlendirildiği sorusuna somut yanıt vermeyi gerekli ve zorunlu kılar. Değişik kesimlerce, değişik anlamlar yüklenerek ele almıyor ve böyle izah ediliyor olsa da, Kürt işçi ve emekçileri bakımından, bu politikanın değerlendirilebileceği yeterince veri ve somut gelişme olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Gerçek o ki, “barış” politikasının dillen-dirildiği günden bu güne kadar geçen sürede, egemen sınıfların manevra alanında bir genişleme ve rahatlama olduğu söylenebilir. Gerek “barış” çağrılarının önde gelen tarafları, gerekse bunların “barış” kavramına yüklemek istedikleri içerik, “barış”ın, Kürt işçi ve emekçilerinin duygu ve taleplerinin istismarı üzerinden ama egemen sınıfların hesaplarıyla uyum içinde ilerlemiş olduğunu göstermektedir. Burjuvazinin politik temsilcileri olan işbirlikçi ve kan emici burjuva partilerinin bölge halkını yedeklemek için yürüttükleri çabaların da, “barış” politikasından beslendiği ve Kürt reformcu çevrelerin, bu kesimlerin Kürt işçi ve emekçileriyle buluşmalarını sağlamak için “özveriyle” çalıştıkları ve “barış”ı bir statüyü kabul ediş olarak algıladıkları görülmektedir. Mesut Yılmaz m Bingöl gezisinde HADEP’li yöneticilerin gösterdikleri çabanın engellendiği, bu parti yöneticilerince üzülerek dile getirilmekte ve bu “barış” politikası hâkim mücadele tarzı olarak değerlendirilmektedir. Kürtlerin bugünkü statüsünün sorumluları olan ve mevcut Kürt politikasının devamıyla birlikte, yeni durumu lehlerine çevirmek için demagojik bir propaganda yürütenlerin bölgeye yaptıkları çıkartmalar, Kürt burjuva reformcu çevrelerince adeta, iddialarından vazgeçmenin iknası için değerlendiriliyor ve emekçi düşmanı politikaların savunucularının “yumuşak söylemi” memnunluk yaratıyor. Böylece, halka ulusal kölelik statüsünün ötesinde bir yol tanımayan Türkiye gerici egemen sınıfları, Kürtlerin demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam taleplerini istismar ederek, yedeklemek ve onlarla buluşmak için harekete geçiyorlar. Onlar manevralarını, baskı ve inkâr eşliğinde sürdürüyor ve işbirlikçi Kürt burjuva gericiliğiyle ilişkilerini yenileyerek, mevcut “imkânı”, emperyalizme hizmet ve sınıf çıkarlarına dayanak yapmak için “barış”ı değerlendiriyorlar. Ve AB’ye aday üyelik ile demokratikleşme sürecini de arkalarına almayı önemseyerek, Kürtlerin, uluslararası burjuvazinin çizdiği “demokratikleşme” platformu kapsamındaki taleplerini dahi istismar ediyor ve içini boşaltmış oluyorlar. Dahası, demokratikleşme taleplerinin AB’ye endekslenmesi, ortak söylemi yaratmış oluyor. AB’ye üyelik ile AB ilişkilerinin Kürtleri peşinden sürükleyen bir argüman olarak benimsenmesi, büyük sermaye gruplarının politikaları bakımından, önemle değerlendiriliyor. Yine bir yanılsama yaratılarak, AB’ye üyeliği, egemen sınıfların bir sorunu olarak değil, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin bir sorunu ve demokratikleşmenin garantisi olarak işlemek ve bunun sosyal zemini olarak, halkın bu politikayla yedeklenmesini güçlendirmek ve Kürt işçi ve emekçilerinin özlemlerini buraya tahvil etmek; dönemin önemli politik hesaplarından biri olarak, egemen sınıfın Kürt sorununa çözümüyle uyum içerisindedir.
Ancak bilinç bulanıklığı ve politik bağımsız sınıf tutumundaki zaaflarına rağmen, emekçi halkın, ileri işçinin, onurlu ve mücadeleci sendikacının, gençliğin, yoksul ve topraksız Kürt köylüsünün ele geçirdiği her olanağı, Kürt sorunun demokratik ve halkçı çözümü için değerlendirmeye çalıştığı, bağımsız bir işçi ve emekçi hareketi oluşturmak üzere, bu tutumu geliştirmeye çaba gösterdiği görülmelidir. Bu tutum, geleceğin mücadele dinamiklerine işaret etmekte ve giderek bir ayrışmayı kaçınılmaz kılacak tutumların emekçi izahı olarak her geçen gün daha da güçlenmektedir.

KAPİTALİST UYGARLIĞIN TARİHİ SÖMÜRÜ VE ŞİDDETTİR
Savaşı ve şiddete dayalı mücadeleyi kaçınılmaz hale getiren ve ezilen ve sömürülen sınıflara dayatanlar; emperyalistler, sömürücü sınıflar ve burjuvazidir. Sınıflı toplum sistemlerinin sonuncusu olan kapitalizmde, burjuvazi, özel mülkiyete dayalı sınıf egemenliğini şiddete dayalı olarak sürdürmekte, gerici şiddeti yaşamın her alanına yayarak sınıfsal ve ulusal baskıyı devam ettirmeye çalışmaktadır. Buna karşın o, yığınların aldatılması amacıyla, “barış, demokrasi, özgürlük” propagandasına sarılmaktan da geri durmamaktadır. Günümüzde de burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler ve emperyalistlerin ezilen halklar üzerindeki baskısı, “toplumun güven ve huzurunu”, ya da “halkların barış içinde yaşamasını” sağlama adına sürdürülmektedir. ABD ve diğer emperyalistlerin, ekonomik mali ve politik-askeri çıkarları doğrultusunda dünyanın çeşitli bölgelerinde giriştikleri saldırıların gerekçesi de, “özgürlük ve barış” olmaktadır. Kapitalist uygarlığın tarihi, sömürü ve pazar ilişkilerinin, dünya pazarlarına hâkim olma mücadelesi yürüten emperyalist ülke ve tekellerin varlığı koşullarında, “eşit haklara dayalı” gerçek bir barışın mümkün olmadığını göstermektedir. Burjuvazi ve emperyalistler bir yandan “evrensel barış” üzerine propagandayla ezilen halkları ve proletaryayı kapitalizme ve emperyalist haydutluğa karşı mücadeleden alıkoymaya çalışırken, diğer yandan içte emekçi sınıflara, dışta diğer ulus ve devletlere karşı savaşçı bir politika izlemekten ve ama savaşı ve şiddeti zorunlu hale getirenin kapitalist sömürü sistemleri olduğunu gizlemekten geri durmuyorlar.
Bilinmektedir ki, mülk sahibi sömürücü burjuva sınıf, egemenliğini şiddete dayalı olarak sürdürmekte, sınıfsal ve ulusal baskıyı sürdürürken, bir yandan da bilinçleri bulandırmak için “demokrasi, barış, özgürlük” gibi kavramları propaganda malzemesi olarak kullanmaktadır. ABD ve diğer emperyalistlerin birer demokrasi havarisi olarak dünya halkları üzerinde yarattıkları bu yönlü propagandanın etkisi bilinmektedir. Onlar, ekonomik, siyasi ve askeri çıkarları doğrultusunda dünyanın çeşitli bölgelerin de giriştikleri savaşların gerekçesini hep bu “iyi niyet” hesapları üzerinden açıklamaktadırlar. “Özgürlük ve barış” için yapıldığı söylenen her müdahalenin altındaki nedenler gizlenmekte, gerçekleştirilen katliamların nedeni olarak bir “sorumlu” bulup dünya halklarına ilan etmekten geri durmamaktadırlar. Dünyanın birçok bölgesinde yapılan birçok operasyonun, işgal ve saldırının, akan onca kanın ve katliamın aslında mevcut sömürü sistemlerini ayakta tutmak için olduğunu gizlemek için, söz konusu bölgenin ya da ülkenin “güven ve huzurunu sağ lama” adına müdahale edildiği açıklanmaktadır. “Savaşlar dönemi sona ermiştir” propagandasının yapıldığı ikinci dünya savaşından sonra, emperyalist ülkeler tarafından doğrudan yapılan saldın ve çıkarılan bölgesel savaşlarda on milyonlarca insanın ölmesi, bu gerçeğin kanıtıdır. Vietnam’da yüz-binler böyle katledildi. ABD, Haiti, Somali ve diğer ülkelere çıkarken, Libya’ya, Sudan’a saldırırken ve Irak üzerine bomba yağdırırken de, “evrensel ya da bölgesel barış” amacı taşıdığını açıklamıştı. İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve diğerleri bundan farklı davranmamaktadır. Ve yine, “sınıflar-arası barış” çağrısı en çok burjuva sınıf temsilcilerince dile getirilmektedir. Onlar, egemen sınıf konumlarının devamı için diğer ezilen kesimlerin “kendilerine verilenle yetinmeleri”ni ister ve ezilenlerin başkaldırılarını bölge ya da dünya için “barışa vurulmuş darbe” olarak adlandırırken, burjuva sınıf egemenliği sisteminde, proletarya ve emekçilerin “barışçıl” yollarla iktidarı almalarının mümkün olmadığını bilmelerinin rahatlığıyla davranıyor ve ezilenlerin iktidar kavgasını, ellerindeki tüm güçleri seferber ederek ve bütün baskı ve şiddet yöntemlerini deneyerek engellemekten geri durmuyorlar.
Oysa proletarya ve halklar, savaş istemezler ve istememektedirler. Savaşlara, kan ve gözyaşına, zulüm ve şiddete karşı olan dünya işçileri ve halkları bilmektedirler ki; savaşların esas kaynağı kapitalist özel mülkiyet ve emperyalizmdir; kapitalist özel mülkiyet ve emperyalizm var olduğu sürece savaşlar kaçınılmaz olmaya devam edecektir. Savaşların, kan ve şiddetin, ulusal boğazlaşmaların, halkların ulusal baskı altında tutulmasının nedeni olan kapitalist emperyalizm var olduğu sürece savaşlar da kaçınılmazdır. Dün Balkanlar’daki savaşın nedeni emperyalizmin pazar ve hegemonya kavgası olduğu gibi, bugün birçok bölgede değişik biçim ve görüntülerle buradan kaynaklı çatışmalar devam etmektedir ve birçok bölge barut fıçısı olarak patlamaya hazır haldedir.
Tüm dünyada işçi ve emekçiler ve ezilen halklar çok istemelerine rağmen barışa ulaşamamaktadırlar. Bu gerçeği örtmek, gizlemek ya da değişik biçimlerde izah etmeye çabalamak, halkların savaşlara ve emperyalizme karşı mücadelesini baltalamaktan başka bir şeye yaramaz. Dolayısıyla, “barış” mücadelesi; “emek ve sermayenin uyumu”na, “sınıflar-arası barış”a ve ülke sorunlarının emperyalist “Yeni Dünya Düzeni” politikasına bağlanarak verilen bir mücadele olarak değil, egemen sınıfların saldırgan politikalarını ve savaş nedeni olmalarını daha net olarak açığa çıkarmak ve özgün durumlarda da, koşulları emekçiler lehine çevirmek için bir mücadele olarak değerlendirilebilir. Kürt sorununda “barış” böyle değerlendirilebilir. Aksi bir “mücadele”nin hiçbir halka olduğu gibi. Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin mücadelesine bir katkı sunmayacağı açıktır. Talana kapitalist emperyalizm göz ardı edilerek ve ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri doğru tarif edilmeden, “barış” ve dolayısıyla Kürt sorununda “barış” tam olarak anlaşılamaz. Dolayısıyla, tersine yaklaşımla, halkın ulusal ve demokratik hak ve özgürlüklerini kazanma ve kullanma olanağı sağlamayacağı gibi, aksine ezilen yığınların bilinçlerinde bulanıklık ve tahribat yaratılacağı ve bu yaklaşımın sisteme ve kan akıtıcılara karşı bir güven ve umut beslenmesine neden olabileceği de unutulmamalıdır.

“BARIŞ” POLİTİKASI YA DA EZEN-EZİLEN MÜCADELESİ
Bugün Kürt sorunu yıllardır devam eden bir “savaş” ya da “çatışma” sürecinden çıkıp yeni bir mecraya yönelmiş bulunmaktadır. Gelinen süreç, yıllardır devam eden bir “savaş” politikasının ortaya çıkardığı bir “barış” politikası biçiminde değerlendirilebilir olmakla birlikte, üzerinde şekillenip büyüdüğü zemine kısaca dönüp bakmayı gerekli kılmaktadır.
On yıldan bu yana yürütülen ve devletin politikasından vazgeçmesi amaçlı “barış” propagandası, A. Öcalan’ın bir CİA-MOSAD işbirliğiyle MİT’e teslim edilmesinden sonra, işçileri, emekçileri, Kürtleri, gençliği, şehrin ve kırın tüm yoksullarını devletle “buluşturmaya”, uzlaştırmaya çalışanların ellerine geçirdikleri bir koz olarak değerlendirilmiş oluyor. Açık sınıf kimliğiyle bilinen bu kesimin yön verdiği bir “barış” politikası, mücadeleci ve ağır bedeller ödemiş Kürt emekçi halkının başı üzerinden devam etmektedir. Bunlar, çürümüş sistemi ayakta tutma amacıyla yenilenen bir devlet içi statü üzerinden sınıf ittifaklarını yenilemek isteyen Türk ve Kürt gericileridirler. Bu kesimin esas unsurunu, bölgede sermaye yatırımını köyleri yakıp yıkmaktan daha akıllı bitiş sayan ve Kürt halk muhalefetinin yığınsal bir ulusal direnişe dönüşmesi tehlikesini gören işbirlikçi Türk burjuvazisi ve onlarla kader birliği etmiş Kürt gericiliği oluşturmaktadır. Onlar doksanların başından bu yana, amaçlarını dile getirdiler ve aslında hareketi buradan kuşatmış da oldular. Türk egemen sınıfları, yalnızca “iç” pazarda daha fazla sömürüyü gerçekleştirmek için değil, aynı zamanda “kendi” Kürt sorununu, sistem içi statü değişikliğiyle (örneğin dil ve kültür serbestisi tanınarak) geriye atıp, emperyalist barış planına bağlı ve ABD’nin taşeronluğuna soyunmuş bir bölge gücü kimliğiyle Ortadoğu, Kafkaslar, Orta ve uzak Asya’da, Irak, Suriye ve İran Kürdistan’ı topraklarında bir “olanağa” dönüştürmek ve Kürt burjuva gericiliği ve reformcu burjuva gerici çevreleriyle “sınıf kardeşliği”ni tazelemek ve bunu, düzenden kopuş içindeki Kürt ve Türk emekçilerinin başı üzerinden yenilemek istemektedirler. Kürt gericiliğinin de buna bir itirazı yoktur.
Türk burjuvazisi ve işbirlikçi Kürt gericiliği, “barış” ve “Kürt kimliğinin tanınması” demagojisiyle “Türkiye’nin güçleneceğini ileri sürmektedir. Yıllardır yürütülen askeri operasyonlar nedeniyle yeterince değerlendirilemeyen bölgenin, böylelikle, “üretime açılması” ve pazara dönüştürülmesi talep edilmektedir. İnkâr ve imhaya dayalı geleneksel Kürt politikasında sorunu “terör” ve çözümünü “askeri zorla ezme” biçiminde anlamakta ısrarlı olan kesimlerin, Kürt kimliğinin tanınmasının “yeni istekleri gündeme getireceği” ve “silahlı mücadeleye dayanak yapılacağı” ve “bölücülüğü güçlendireceği” yönündeki itirazlarına karşın; aralarında TÜSİAD, MÜSİAD, TİSK ve TOBB gibi büyük sermaye kuruluşlarının yöneticilerinin ve Sabancı, Komili, Baydur, Boyner gibi büyük patronların bulunduğu bu kesim, yıllardır, sesleri az ya da çok çıkarak, emperyalist “barış” politikasına destek vermeyi sürdürdüler. Bu ‘baskı odakları’, Türkiye’nin “iç istikrarı”nı olumsuz etkileyen Kürt sorununun yedeğe alınması yoluyla, bölgede daha aktif bir rol üstlenilmesini istemektedirler. Tabii ki, bu politika, uzun vadeli kapitalist çıkarlara uygun düşmektedir. A. Öcalan’ın İtalya’da bulunduğu ve yakalanıp Türkiye’ye getirildiği günlerde, orta sınıfın ve onların temsilcilerinin şaha kalkmış ırkçı ve şoven duyguların sarhoşluğuyla bazı tekelleri hedef alan eylemlerinin, tekelci kesimlerce nasıl kesildiği hatırlanmalıdır. (Sabancı’nın ‘İtaly’ marka kravatını ekranda göstermesi gibi.) Bu dönemin yarattığı etki işbirlikçi tekelci sermaye kesiminin politikalarını savunma pozisyonunda bir ayar değişikliğine neden olmakla birlikte, politika, esasta aynıdır ve bir değişiklik yoktur.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin en etkili temsilcilerinin, devletin Kürt politikasının değişmesi gerektiğine işaret ederek, “imha edilmiş bölgeyi kalkındırma” ve “Kürt kimliğini tanıma” ihtiyacına yıllardır dikkat çekmesinin başlıca nedenlerinden bir diğeri ise; AB’ye üyelikte pürüz olarak gösterilen gerekçeler arasında bulunan ve dünyada eşi az görülen imha ve inkâr politikasının “göze batan” kısımlarını törpüleme ve rötuşlamayla, Kürt sorununda “batı standartlarına uyumlu” bir yasal düzenleme yapılması ihtiyacıdır. Sermaye ve gericilik cephesinden ve bunların etkili bir kesiminin ağzından seslendirilen “çözüm” politikası, uluslararası sermaye ve emperyalizmin “yeni düzen” politikalarıyla uyumlu, ama Kürtlerin ulusal özgürlük taleplerini göz ardı eden, işçilere, emekçilere ve Kürtlere ekonomik ve politik kölelikten başka bir seçenek sunmayan bir politikadır.

MEVCUT STATÜNÜN PARÇALANMASINDA “BARIŞ” POLİTİKASININ ROLÜ
Aslında, söz konusu olan, sermaye ve burjuva diktatörlüğünün, Kürtlerin ulusal özgürlük taleplerinin reddi politikasının devamı olarak Kürtlere saldırısının sürmesidir.
On yıllardır devam eden Kürtlerin ulusal varlığına yönelik burjuva emperyalist politikaya bir tepki hareketi olarak ortaya çıkıp, ulusal baskı ve asimilasyona duyulan halk tepkisinden güç alarak, bu tepki üzerinden örgütlenen PKK’nin; Kürtlerin ulusal özgürlük talebini, isçi ve emekçilerin sınıfsal taleplerinden uzak bir platformda ele alması, bu çizginin devamı olarak, zamanla. Kürt işçi ve emekçilerinin örgütlü kitle hareketini zayıflatarak, derinleşmiştir. Umutsuzluğun ve düzenden beklenticiliğin beslendiği bu durum, Kürt emekçileri için örgütsüzlük olarak ifadesini buldu. Yaygın tepki ve özgürlük özlemi; somut talepleri dayanak edinmeyen bir mücadele anlayışıyla, umutsuzluğa ve düzenden beklentiye sürüklenerek, kendini bir tutum olarak örmüş oldu. Üzerinde bulunduğu reformcu burjuva platform gereği; PKK, Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf talepleriyle, bu talepler üzerinde yükselen mücadeleyle ve mücadelenin işçi-köylü devrimine genişlemesiyle ilgili değildi. Ne bir işçi köylü devrimini hedefliyordu, ne de buna uygun bir “kitle örgütlenmesi” anlayışına sahipti. O, benimsediği mücadele anlayışına bağlı olarak, Kürt yoksul köylülüğü ve Kürt gençliğini “gerilla savaşı”nın “gücü” olarak değerlendiriyor ve Kürt emekçi kitlelerini de “gerilla”nın “lojistik desteği” olarak ele alıyordu. Bu anlayış ve tutumun, ’89’larda, Türkiye’nin büyük işçi merkezlerinde gelişen işçi eylemleriyle birlikte bir yükselişi yaşayan Kürt emekçi kitlelerinin hareketiyle birleştirilememesinde etkili bir rol oynadığı ve buna bağlı olarak, ’91 sonundan itibaren, Kürt emekçi hareketinin bir gerileyiş içerisine girmiş olduğu tespit edilebilir.
Bir yandan Kürt emekçilerinin sınıf taleplerini ve örgütlü kitle mücadelesini dikkate almayan bir çizgide ısrar eden yaklaşım, diğer yandan da, gerileyişinin sonunda, Kürtlerin ulusal özgürlük talebi ve daha önce hep dile getirdiği “Bağımsız Kürdistan” hedefinden uzaklaşarak, “kimliğin tanınması”yla yetinir bir çizgiye çekildi. PKK, devletin silahlı güçleriyle giriştiği çatışmaların seyrine göre, dönem dönem “ateşkes” ve “barış” çağrıları yaptı ve sorunun “siyasal çözümüne yardımcı olmak için”, “uluslararası kuruluşlara” ve batılı büyük emperyalist devletlere çağrılarda bulundu. “Silahlı eylemciliği”, burjuvaziyi “siyasal çözüme” zorlama aracı olarak kullanan bu hareketin; o yıllarda yaptığı “siyasal çözüm” çağrısı ve barış sorununa yüklediği içerik, onun burjuva reformcu platformunu ve siyasal uzlaşmacılığını açığa vurmakla birlikte, Türk burjuvazisi ve Kürt işbirlikçi burjuvazisinin, sistem içi statü değişiklikleriyle yenilenmek istenen sınıf ittifakına, “kimlik sorunu”na indirgenmiş bir mücadele hedefi üzerinden katılımını da ifade etmekteydi. Özellikle ’91 sonundan itibaren giderek güçlenen bir vurguyla, Kürtlerin ulusal baskıdan kurtuluş ve özgürlük talepleri, “kimlik tanınması” ve “akan kanın durması”yla sınırlı, dolayısıyla Kürt işçi ve emekçilerinin taleplerini karşılamaktan uzak bir “barış” politikası ve uzlaşma platformuna çekilmeye çalışıldı. Devam eden süreç, bir “diyalog” ve “diplomatik çözüm” çabaları sürecidir ve bundan sonra güçlendirilerek sürdürülen “uluslararası diplomasinin esas hedefinin, “Kürt kimliğinin kabulü”nü içeren bir “siyasal çözüm” formülüne destek sağlanması olduğu, açıkça söylenip yazıldı. Kürtlerin “temsilcisi” ya da “partisi” olarak ifade edilen DEP ve HADEP gibi partilerin ve dışarıda diplomasi faaliyeti yürüten “Sürgündeki Kürt Parlamentosunun çalışması da, özüyle bu platforma oturuyordu. Açıktır ki, ezilen ve sömürülen emekçi Kürtlerin çıkarı, bu tür bir “tercih” dayatmasını kabul etmeyi değil, ama ulusal-siyasal ve sosyal hakların elde edilmesi için mücadele etmeyi ve buna hizmet edecek bir “barış” politikası ya da mücadelesini gerektirmektedir. Yıllardır devam eden katliam ve ağır zulmün yarattığı ortamın son bulması ve Kürtlerin taleplerinin karşılanması mücadelesi, bir bileşen olarak değerlendirilmeli ve bu politikanın, egemenlerin elini ayağını bağlayan ve emekçilerin ele geçirdikleri bir avantaj olması hedeflenmelidir.

KÜRTLERİN “BARIŞ” TALEBİ, İHTİYAÇLARINI KARŞILAYAN BİR MÜCADELE OLARAK DEĞERLENDİRİLMELİDİR
Kürtlerin, kendisine yönelen saldırının ve on yıllardır devam eden Kürt politikasının son bulmasını istediği, “barış” istediği tartışmasız bir gerçektir. Ancak, “barış mücadelesinin tarafı olarak yıllardır öne çıkan parti, gurup ve şahsiyetlerin durumu ile “savaş” ve “barış”ın niteliği, neyi hedeflediği ve neye hizmet ettiği arasında kopmaz bir bağ olduğu da göz ardı edilmemelidir. Doksanlı yılların ortalarından itibaren “barış” çağrısının “tarafı” olarak öne çıkanlar, Kürt reformcu burjuvazisi, küçük-burjuva reformcu Kürt grupları, emperyalizmin işbirlikçisi Türk büyük burjuvazisinin bir kesimi ve reformist-liberal burjuva “sosyalizmi” akımlarıyla bir kısım “barışsever aydınlar”, giderek “barış” politikasının içini, amaçlarına uygun olarak doldurmak ya da boşaltmak için çaba sarf ettiler. Genellikle “barış temsilcileri”, temsil ettiklerini söyledikleri Kürtlerin taleplerini kendi ihtiyaçları üzerinden şekillendirerek sürdürdüler. “Barış” çağrılarının Kürt ve Türk “tarafları”nda yer alan Kürt ve Türk burjuvazisinin çeşitli kesimleriyle çeşitli türden burjuva “sosyalizmi” akımları ve “barışsever aydınlar”ın barış gerekçeleri arasında farklılıklar olmakla birlikte, yıllarca sürdürülen “barış” propagandasının ana temasını, “barış”ın “devletin üniter yapısı, egemenliği ve güvenliğine hizmet edeceği, ülkenin içinde bulunduğu sıkıntıları azaltacağı, ekonomik krizi hafifleteceği (bir bölüm burjuva liberalince ekonomik bunalımın tümüyle ortadan kalkabileceği bile iddi edildi ve edilmektedir) vb. oluşturuyordu. “Barış ve demokrasi” beklentilerini yeniden güçlendirmek üzere, burjuva reformcu Kürt ve Türk çevreleri, liberal ‘sol’ aydınlar ve yeni dünya düzenci “sosyalistler, “din kardeşleri” vb. ulusal baskı altındaki Kürtleri ve azgın kapitalist sömürü altındaki tüm milliyetlerden işçi ve emekçileri, liberal demokratizm üzerine söylemlerle aldatmaya çalışırken, barış gibi, emekçi yığınlar açısından yaşamsal öneme sahip bir sorunu bolca kullanmaktadırlar. Emekçi kitlelerin, Kürtlere yönelik faşist terörün derhal son bulması istemi, bu çevreler tarafından, uzlaşmacı politikaların aracı haline getirilerek, dönemin temel argümanı yapılıyor.
Bugün yinelenerek dile getirilen, egemen sınıfların baskı ve zor eşliğinde seksen yıla yakın süredir devam eden politikaya Kürtleri mahkûm etmek istedikleridir. Tüm “barış taraftarları”, “kardeşkanı akmasın” demektedir. Ancak bölgede sürdürülen vahşi saldırıların durdurulması, diktatörlük güçlerinin çekilmesi, ulusal hak eşitliğinin tanınması ve diğer özgürlük ve demokrasi taleplerinin karşılanması için bir mücadele ve bu mücadelenin dinamikleriyle birleşme yerine, aldatıcı bir barış propagandası ve çalışmasıyla genelkurmay, işgalci ordular ve özel savaş aygıtının barışçı olabileceği yönünde Kürt işçi ve emekçilerini beklentiye sürükleyici bir tutum benimsendi ve etkisinin yaygınlaşması için çaba sarf ediliyor.
Oysa Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin eşit, özgür ve sömürüşüz yaşamı için mücadele veren tüm milliyetlerden proletaryanın partisinin bu süreçteki tutumu şöyle özetlenebilir: Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf çıkarları temelinde örgütlü mücadelesini reddeden bir “savaş” politikası ile emperyalizm ve burjuvazinin politikalarına bağlanmış bir “barış” politikası arasında “tercih” zorunluluğu değil, halkın barış talebini savunarak, doğru bir perspektifle mücadelede ısrar etmek. Dönemi, emekçi hareketinin yararlanabileceği imkânlar açısından değerlendirmek; işçi sınıfı, emekçi kitleler ve Kürtler karşısındaki inandırıcılığını görülmemiş düzeyde kaybetmiş, birikmiş yığınla sorunun altında zorlanan egemen sınıfları, Kürt ve Türk işçi ve halk hareketinin birleşik güçlü baskısıyla geriletmek ve ekonomik ve siyasi amaçlarını işlevsiz kılarak demokratikleşme hareketini daha güçlü bir hareket olarak hayata geçirmek ve yaşanabilir bir barışın yolunu açmak, ancak böylelikle mümkündür. Barış politikası, Kürtler için, burjuvazi ve emperyalizmin Kürt sorununa ilişkin “çözüm” ve “barış” politikasından bir kopuşu içermeli ve ona karşı kendi barış politikasını ifade etme ve egemen sınıfların politikasına karşı emekçiler lehine bir mevzi kazanma olarak işlev görmelidir. Tüm “etnik kaygıları”nı bir yana bırakarak, kapitalist sistemle “sınıf uyumu” temelinde barışmaya can atan işbirlikçi Kürt gericiliğinin ve liberal yeni dünya düzenci çevrelerin Kürtleri maniple etme planı, ancak böyle terse çevrilebilir.
Bunun için; yeni dünya düzeni politikasına bağlanmış liberal demokratizmin halklara “barış ve demokrasi” olarak sunulmasına karşı duran, emek ve sermaye, ezen ile ezilen arasındaki çelişki ve çatışmalara dikkat çeken, sınıfların varlığı ve sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin bugün de varlığını sürdürdüğü gerçeğinden hareket ederek, işçi sınıfının ve ezilenlerin ödediği bedeller ve onların mirası üzerinde ilerleyen, sınıflar mücadelesinden, ulusal ve sınıfsal kurtuluş mücadelelerinin uzak ve yakın tarihinden dersler çıkarabilen ve bunu dayanak yapan bir mücadele ve bir “barış” politikası gerektiği açıktır.

ANA KİTLESİYLE ÇIKARLARI ORTAK VE DÜŞMANLARI ORTAK İKİ HALK
Öncesi bir yana yirmi yıldır devam eden ve otuz bini aşkın insanın ölüme neden olan çatışma ve katliamlar sürecinde tüm kışkırtma ve düşmanlaştırma çabalarına rağmen, iki halk karşı karşıya getirilemedi ve bir Kürt-Türk çatışması yaratılamadı. Gerici egemen sınıfların Kürt ve Türk halkını bir birinin karşısına koyarak bundan yararlanmak istediği bilinmektedir. Burjuvazi ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek böylesi bir bölünmenin boşa çıkarılarak engellenmesinde Türk ve Kürt işçi ve emekçilerin köklü ve kapsamlı ilişkileri etkili oldu ve bu tutum, aynı zamanda, geleceğin mücadele tarzını da ortaya koymuş oldu. İki ulustan emekçilerin ve sınıf bilinçli işçilerin bu süreçte tarihi bir rol oynadıkları rahatlıkla ifade edilebilir. Birbirlerinden bir alıp veremedikleri olmayan Kürt ve Türk işçi ve emekçileri, ırkçı şovenizmin zehirlediği kışkırtıcı tüm çaba ve provokasyonlara rağmen, yaşamın her alanında iç içe yaşayan ve kardeşleşme duyguları içinde bulunan iki halk olarak, ezen ve ezilen ulusun burjuvazisinin politik hesaplarının aleti ve emperyalizmin kışkırtma çabalarının piyonu olmadı ve birbirine karşı getirilemedi. Kontrgerilla provokasyonlarıyla işlenen binlerce cinayete ve kışkırtmaya rağmen, Kürt ve Türk emekçileri, ana kitlesiyle, çıkarlarının ortak olduğunu ve düşmanlarının da aynı sınıflara denk geldiğini yaşayarak gördüler. Ayrıca, ırkçı ve şovenist propaganda odaklarının Türk halkını kışkırtıp kanlı bir halk kapışmasına sürükleme hesapları da, boşa çıkarıldı. Türk işçi ve emekçileri, Kürtlere karşı yürütülen saldırganlığı inkâr ve imha politikasını hiç bir dönem desteklemedi ve desteklememektedir. Irkçı şovenizmin ve faşist propagandanın etkisindeki küçük bir kısmı dışında, ana kitlesiyle Türk halkı, bu saldırgan ve inkârcı asimilasyon politikasının durmasını istemektedir. Giderek güçlenen bir eğilimle, Kürtlerin ulusal haklarına sahip olmasının, iki halkın gerçek kardeşliği ve özgürlüğünün koşulu olduğu kavrayışının geliştiği de, verilerle açıklık kazanmaktadır.
Ulusal imha politikasının hedefinde duran Kürtlerin ve Kürt ve Türk emekçilerinin, gerçek bir barışa ihtiyaç duydukları kuşkusuzdur. İşçi ve emekçi kitleleri ve Kürtleri, zulme, sömürü ve ulusal kölelik statüsüne karşı mücadele zorunluluğuyla karşı karşıya bırakanlar, burjuvazi ve emperyalistlerdir. Kürt ve Türk halkından işçi ve emekçilerin partisi; bugün gerici egemen sınıfların saflarını dağıtan, onların cephe birliğinde gedikler açan, burjuvazi ve emperyalizme darbeler vuran ve gericiliğin iç çelişkilerini derinleştiren, Kürt ve Türk halkını birleştiren, işçi ve halk kitlelerini güçlendirip daha ileri mevzilerden mücadele yürütmesini olanaklı kılan ve sınıf ve emekçilere iktidar yolunu açan bir “barış” politika sının savunucusudur. Açıktır ki. Kürtlere karşı sürdürülen imha politikasının bir an önce son bulması, ulusal hakların kullanımına set çeken inkârcı saldırganlığın durdurulması, Kürtlerin ulusal kaderini tayin hakkının tanınması ve bunu sağlayan bir “barış”ın gerçekleşmesi; Kürt ve Türk halklarının yararınadır ve gereklidir. Böyle bir “barış”, tüm milliyetlerden işçi ve emekçileri burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelesinin gelişmesine, birleşmesine ve sınıf mücadelesini geliştirerek inkârcı politikanın yırtılmasına hizmet edecektir. Ve bu. Kürt işçi ve emekçilerinin, ulusal kölelik statüsünün, uygulanan baskı ve zulmün temelinin, gerçekte, kapitalist sistemde yattığını daha iyi görmelerini de olanaklı kılacak, Kürt burjuvazisinin ve reformcu Kürt milliyetçiliğinin sınıf mücadelesine kurduğu barikatı kaldıracak ve sınıf bilinçli Kürt işçisinin konumunu güçlendirecektir.
Bugün dile getirilen ve bir “uyum süreci” olarak işletilen “barış” politikası, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini geliştirme hedefini ne kadar karşılıyor; bu, değerlendirilmek durumundadır. Kürtleri ve onunla birlikte tüm Türkiye emekçilerini devletle “barıştırma” hedefine denk düşen bir “barış” politikası: Kürt burjuva, küçük-burjuva reformcu çevrelerin ve “dayanışma” içindeki “yeni dünya düzenci”, AB’ci ve Türk solu olarak ifadelendiren kesimlerin “barış” politikası olabilir, ama özgürlük ve demokrasi talebiyle yıllardır bedeller ödeyen Kürtlerin politikası olamaz. Ezilen ve sömürülen Kürt işçi ve köylü yığınlarının ihtiyacı; baskı, zor, inkâr ve imha politikasının son bulması için yürütülen saldırıların son bulması için mücadele politikası olabilir. Emperyalistlerle Türk egemen sınıfları ve genelkurmayın politikalarını gözeten, ulusal hak eşitliği talebini içermeyen, devletin ve baskı kurumlarının geriletilip darbelenmesini hedeflemeyen, işçi ve emekçilerin iktidar mücadelesinin güçlendirilmesini gözetmeyen bir barış politikası; ancak, Türk gerici sermaye sınıfının ve işbirlikçi Kürt gericiliğinin kaygılarını bertaraf edilmesine ve Kürt politikasında bu sınıfların sözcülerinin daha etkin rol almalarının sağlanmasına denk düşebilir. Böyle bir politika ve mücadelenin, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerine ulusal ve demokratik hak ve özgürlüklerin kullanımı olanağı sağlamadığı, aksine ezilen yığınların devlete ve kan akıtıcılara “umudu”nu tazelediği, yığınları devletle buluşturmaya hizmet ettiği açıktır. İçeriği boşaltılmış ve amacından sapmış “kan akmasın” sloganı üzerinden yapılan propagandanın yansıması olan böylesi bir politik tutum, Diyarbakır emniyet müdürü ve beş polisin bir kontrgerilla türü suikastla öldürülmelerinde, “halk emniyet müdürüne sahip çıktı” biçiminde ifadesini bulmaktadır.
Oysa emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin egemenliğine bağlanan, açmaz içindeki egemen sınıflara bir “nefes alma” ve “güç toplama” olanağı olarak işlev gören, Kürt işçi ve emekçileri bakımından düzenden kopuş eğilimini durduran ve emekçileri düzene bağlamaya hizmet eden bir “barış” politikasına karşı; burjuvazi ve emperyalizmin politikalarını darbeleyen ve sermaye ve gericilik cephesinde gedikler açan bir barış politikası olasıdır ve emekçilerin ihtiyacı budur. Bunun gelişme yolu ise, IMF programına, hükümetin açlık ve sefaleti dayatan ekonomik ve siyasi saldırılarına karşı yığınların örgütlü mücadelesinin yükseltilmesinden geçmektedir.
Kürtlerin kanı üzerinden egemenliklerini pekiştirmeye çalışan işbirlikçi burjuvazi ve gericiliğin püskürtülmesi, ancak kan akıtan diktatörlük kurumlarının bölgeden çekilmesi ve emperyalizmin Kürtlerin yaşamına müdahale olanaklarının sınırlanarak ortadan kaldırılmasıyla olasıdır. Kürtlere karşı sürdürülen faşist barbarlığın durdurulması bir zorunluluktur. Kürt ve Türk halkının ulusal hak eşitliği tanınmadan, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve yasak kaldırılmadan, ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini teminat altına alan baştan aşağı demokratik bir devlet sistemi kurulmadan ve sorunun çözüm yolu olarak, eşit hak temelinde federatif bir cumhuriyet içinde yaşamanın olanakları sağlanmadan, ileriye doğru adım arılamaz.
Sorun şudur; Kürtler, diktatörlüğün son yirmi yıldır kesintisiz hale getirdiği askeri saldırıları ve onlarca yıldır sürdürdüğü baskı ve asimilasyon politikasından bıkmış; baskı, yasak ve katliamlara tepkilerini kitlesel olarak ortaya koymuş, ancak PKK’nin izlediği çizgi nedeniyle, hareketin açmaz içerisine girmesiyle birlikte, duydukları büyük öfkeye karşın, bir çıkış yolu bulamamanın zorluklarıyla karşılaşmışlardır. Doksanların ilk yıllarından itibaren her yeni yılı “kurtuluş ve zafer yılı” olarak ilan eden PKK’nin nesnellikten uzak bu abartılı tespitlerinin gerçekleşmediğini gören köy yoksulları içinde güvensizlik ve bunalım baş göstermiştir. Köylerin, mezraların, ilçe merkezlerinin yakılıp-yıkılması, binlerce gencin dağlarda ya da şehir ve köy merkezlerinde katledilmesi ve geçim araçlarının imhası, şehir esnafının ticari faaliyetinin önemli bir darbe yemesi vb. nedenler, bu kitleler içinde, “bu iş bitsin de nasıl biterse bitsin” düşüncesinin gelişmesine yol açmışken; yürütülen politikanın yarattığı arayış ihtiyacını karşılayacak ve Kürtlerin önünü açacak yeni politikaların geliştirilememiş olması, bir tıkanma yaratmıştır. Bu da, ileriye yönelik hesaplar yerine, geri bilince esir olmuş bir ruh halinin egemen olmasına uygun olan zemini her geçen gün güçlendirmiştir. Mevcut statükoyu ve ulusal kölelik zincirlerini parçalamanın imkansız olduğu fikrini besleyip güçlendiren bu koşullar, emekçi yığınlar ve köy yoksulları içerisinde, önceyi arama eğilimini geliştirdi. Bu kesimler, içeriğine ve PKK’nin yüklediği anlama bakmaksızın, ne olduğu üzerinde de düşünme ihtiyacı duymadan; Kürt burjuvazisinin, şehir esnafının ihtiyacı olan ve PKK’nin de dile getirdiği “barış” politikasına destek verir duruma geldiler. Buna koşut olarak, nesnellikten ve bilimsellikten yoksun tespit ve hedeflerin yarattığı bulanıklık, kafa karışıklığı ve bıkkınlık, kitleler içinde, “bu böyle gitmeyecek” düşüncesinin geliştirdi. Uluslararası dengeler, büyük güçlerin bölge hesapları, bölge ülkelerinin durumu, KDP ve YNK’nin işbirlikçi çizgisi gibi dolaylı ama sorun üzerinde etki yapan nedenlerle birlikte değerlendirildiğinde, “barış” politikası, bu olumsuz koşulların egemen olduğu atmosferinin etkisindeki maddi gerçekler üzerinden ilerlemiş oldu. Doksanlı yılların ortalarında daha da yükseltilen “barış” çağrı ve girişimlerini, bu zeminden koparmak olanaklı değildir. Birçok çevreyi ve çıkarları ayrı sınıflan ortak söylemde birleştiren bu “barış” politikası, her kesimin bir pozisyon aldığı bir platform olarak, emekçiler bakımından bulanıklaşarak, gelişip güçlendi ve bilinen sürece böyle gelinmiş oldu.
İşte “barış” savunucularının dayanak yapmaya çalıştığı ve geri bilince seslendiği şey, hareketin önünü açamamaktan kaynaklanan, deyim yerindeyse bu bunalım durumudur. Bu ise, emekçilerin mücadelesini ilerleten bir tutum değil, geri mevziden uzlaşmayı ve mevcut olana dönüşü ifade etmektedir. Ancak, bir halk hareketiyle terse çevrilemez değildir.
Kürt işçi ve emekçileri, Kürt gericiliğinin platformuyla birleşen ulusal özgürlük mücadelesinin karşılaştığı çetin sorunların, ancak, kendilerinin sorunu ele almalarıyla, doğru bir rotaya girebileceğini görmelidirler. Yine Kürt emekçileri, burjuva gericiliğinin ve reformcu-liberal çevre ve grupların, emekçi halkın taleplerinden sıyırarak ele aldıkları ve uygulamaya soktukları “barış”ın, söylendiği gibi, “devletin elini bağlayan” hiçbir özelliği olmadığını görmelidirler. Egemen sınıfların politikasının deşifre edilerek açığa çıkarılması, demokrasi ve özgürlük taleplerinin yığınsal bir mücadele üzerinden geliştirilmesi, bölgeye yönelik yeni politikalardaki “terör bitti, sıra ekonomik kalkınmada” edebiyatının ve yüz yedi maddelik eylem planının boşa çıkarılması, şiddet ve inkârın bir sonuç vermediği ve veremeyeceğini yüksek sesle dile getirmek için; dönemin sorunlarını çözmeyi hedefleyen bir mücadele hattı belirlemek durumundadırlar. Böylesi bir “barış” mücadelesi, işçilere, köylülere, gençlere yönelik sermaye saldırılarına set çekmede önemli rol oynayacak ve klasik devlet politikası karşısındaki dinamikleri güçlendirecektir.
Kürt emekçi kitlelerinin önemli bir kesimi, özellikle de ileri işçi, emekçi ve gençlik kesimleri, son yirmi yılın deneyleriyle, işçi ve emekçilerin sınıf taleplerine bağlanmamış bir özgürlük mücadelesini, giderek güçlenen bir eğilimle, iş-ekmek-özgürlük talepleriyle birleştirme ihtiyacını ifade ediyorlar. Emperyalizme, IMF’ye ve onun yerli işbirlikçileriyle hükümete karşı, Türk işçi ve emekçileriyle ortak hareket etmeyi dile getiriyorlar. Sermayenin saldırılarına karşı ortak platformların yaratılması için çabalıyor ve yaratılan platformların bir bileşeni olarak sorumluluk alıyor, mücadele ediyorlar. Emek Platformu’nun 1 Aralık iş bırakma eylemi, OHAL kapsamındaki Diyarbakır ve Tunceli dâhil olmak üzere bölgede, Kürt işçi ve emekçilerinin güçlü katılımıyla yanıt buldu. Bu güçlü emekçi eylemi, Emek Platformu’nun bölgede yerelleşmesi için gösterilen çabaların daha da artması, geleceğe dair emekçilerin hesaplarının ipuçlarını fazlasıyla vermektedir. İşçi ve emekçilerin sömürü ve baskıya karşı örgütlü mücadele isteklerini ifade etmektedir. Bölgede, işçiler başta olmak üzere, şehir ve kır yoksulları, son yılların pratiğinden de öğrenmiş olarak, sınıf çıkarları temeline oturan bir örgütlenme ve mücadeleye bu gün daha güçlü bir eğilim göstermektedirler. İşçilerin, sendika şube başkan ve temsilcilerinin ve şehirlere taşınmaya mecbur bırakılmış köylülerin, işsizlerin dile getirdikleri talepler, açıklıkla bunu ortaya koymaktadır,

EMPERYALİSTLERİN, HÜKÜMET VE BÜYÜK PATRONLARIN PROGRAMINA KARŞI EMEKÇİLERİN, HALKIN DEMOKRATİK MÜCADELE PROGRAMIYLA ÇIKILMALIDIR
IMF tarafından hazırlanan ve uygulanmak üzere hükümete dayatılan ekonomik ve sosyal politikalar, Kürtlere daha çok sömürü ve baskı olarak yansımaktadır. Emekçilerden ve halktan gelen en küçük bir ekonomik ve sosyal hak arayışı, şiddetle bastırılmakta; bunun için siyasal gericilik tırmandırılmaktadır. Grevler ertelenmekte, sendikaların yetkileri düşürülmekte, sürgünler ve kıyımlar yapılmakta, son cezaevi katliamında olduğu gibi katliamlara başvurmaktan dahi kaçınılmamaktadır. Ancak, şantaj ve tehditle yönetmeye çalışanlar, IMF kredisinin peşinden koşarken, halk nezdinde kredilerini tüketmiş bulunmaktadırlar. Hâkim sınıfların saldırgan tutumunun arkasında, içinde bulundukları ekonomik ve siyasi güçlüklerin yanı sıra ve asıl olarak demokrasi güçleri ve emekçi sınıflar cephesinde yaşanan örgütsüzlük ve dağınıklık yatmaktadır. Emekçi sınıfların taleplerini duyurmak ve haklarını almak için büyük çaba ve özveriyle yaptığı sayısız eylemler ve yürüttüğü mücadeleler, saldırıları püskürtecek bir düzeyi yakalayamamış,”protesto etme”nin ötesine geçememiştir. Hükümet ve büyük sermaye cephesi; sermaye partilerinden, büyük patron örgütlerine kadar bütün güçleriyle, IMF programı etrafında birleşmiş ve bütün toplumsal kesimleri dışlamıştır. İşçi, emekçi ve yoksul halk kesimlerine karşı düşmanca bir öze sahip bu programa karşı, kendisini emek ve demokrasi cephesinde gören partilere, sendikalara, kitle örgütlerine, mücadele için birlikte hareket etmek düşmektedir. Emekçilerin taleplerini ortaya koyarak ve öne çıkararak “şer cephesi”ne karşı ortak bir program etrafında birleşmek gerekmektedir. Kürt işçi ve emekçileri böylesi bir birleşik mücadele hattı üzerinde hareket ederek egemen sınıfların politikalarını boşa çıkarabilir. İşçiler, kamu emekçileri, köylüler, kırın ve kentin yoksullarının birleşik mücadelesi, bölgenin ve Kürtlerin sorunlarını çözecek anahtar olacaktır.
Bu mücadelenin hedefinde Kürtlerin bugüne kadar zaten seslendirmiş olduğu şu talepler bulunabilir:
Bölgede bulunan ordular geri çekilmeli; korucu, özel tim ve kontrgerilla dağıtılmalı; bölge valiliğine son verilmeli; devlet eliyle, aşiret ve toprak ağalarının Kürt köylüsü karşısındaki konumunun güçlendirilmesi politikası son bulmalı; uluslararası tekellerin ve emperyalist ülkelerin GAP’tan parsa kapmasını önleyecek tedbirler alınmalı; GAP’ın tamamlanması için gerekli finansman hazine tarafından sağlanmalı ve sunacağı olanakların bölge halkının hizmetine verilmesi için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Topraksız köylünün işleyeceği toprağa sahip olmasının ve bölgenin sanayileşmesinin adımları atılmalıdır. GAP yeniden düzenlenmeli, toprakların köylüler yararına kullanımı sağlanmalıdır.
Kürt kimliği tanınmalı; Kürtlerin kendi geleceği ve kaderi üzerinde söz söyleme, karar verme hakkına sahip olduğu ilan edilmeli; Kürt dili ve kültürü üzerindeki yasaklar kaldırılmalı, ana dilde eğitim, Kürtçe TV ve yayın hakkı tanınmalı ve hiç bir halka ve ulusa ayrıcalık tanınmamalıdır.
İşçi ve emekçilerin politik örgütlenmesi önündeki tüm engeller, toplantı, gösteri, grev hakkı üzerindeki tüm yasaklar kaldırılmalı; kayıplar ve faili meçhuller açıklanmalı, sorumluları cezalandırılmalıdır. Zindanlar boşaltılmalı, mağdur edilenlere tazminat ödenmelidir. Yıllarca yapılan operasyonlar açıklanmalı, operasyon şeflerinden hesap sorulmalıdır. Bölgede yaşam normalleşmeli, OHAL uygulamasına son verilmeli, köylerinden sürülen ve köyleri yakılan köylülerin zararları tazmin edilerek isteyenin geri dönüşü sağlanmalı, kentlere sürülenlere barınma ve iş olanağı sağlanmalıdır.
IMF, hükümet ve büyük patronların programına karşı emekçilerin, halkın demokratik mücadele programı ile çıkılarak, Türk ve Kürtlerin emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadelesi, günün somut toplumsal ekonomik ve siyasi talepleri üzerinden güçlenmeli ve direnme hattı oluşturulmalıdır. Halkların eşit ve özgür birliğinin önündeki tüm engeller kaldırılmalı, Kürt sorununa demokratik halkçı çözüm için gereken önlem alınmalı, demokratik bir anayasa hazırlanmalıdır.

Şubat 2001

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑