Kürtler için, ulusal tam hak eşitliği talebinden uzaklaşmanın ifadesi olarak değerlendirilen ve her geçen gün Kürt işçi ve emekçilerince daha çok sorgulanan “barış” politikası, reformist ve küçük burjuva çevrelerin algıladıklarının ötesinde bir önemle değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır.
Kürt reformist çevreleri, sosyalizme ilgi duyan ve emek eksenli talepleri her geçen gün daha fazla dile getirmeye başlayan geniş Kürt emekçi kesimlerinin süreci “sorgulayıcı” yaklaşımlarına, içeriği doldurulmayan “kimlik” talebiyle açıklanan yanıtlar vermektedirler. Buradan hareketle, bir “ön adım” atıp diğer talepleri karşılamanın yolunu açmak gerektiğini söylemektedirler. A. Öcalan’ın biraz mistik, biraz mitolojik ve antik Yunan çağrışımlı ama “sabır” telkin eden “savuşturucu” yaklaşımı da elbette bir politik tutuma karşılık düşmektedir. Birçok çevre, durumu, basitçe “ihanet ve teslimiyet” gibi kavramlarla izah ediyor. Böyle geçiştirilemeyecek denli önemli olan “barış” politikası, Kürtlerin özgürlük talepleri bakımından olduğu kadar tüm ulus ve milliyetlerden işçi ve emekçi halkların mücadelesi açısından da önemlidir. Diğer yandan, on beş yıla yakın “silahlı mücadele” ve birkaç yıllık “siyasallaşma mücadelesi”yle, yirmi yıllık tarihi bakımından PKK’nin, hemen tüm çevre ve örgütleri etkilemiş olduğu, bunları platformuna hiç değilse bir süre mahkûm etmiş olduğu gerçeği kadar, devrimci isçi partisinin, bilimsel sosyalizmin kılavuzluğunda ısrar ederek bir mücadele hattı örmeyi sürdürdüğü de tarihsel bir gerçek olarak tespit edilmelidir. “Sol” ve “sosyalist” çevrelerin on yıldır devam eden “barış” çağrılarında bir pozisyon edinmek için çabaladıkları ve “enternasyonal dayanışma” adına hareket ettikleri de bilinmektedir. Kürt reformist Burkaycı çevrenin uzlaşmacı ve işbirlikçi çizgilerini gizlemek için son gelişmeleri “kişiler”le izah ve teşhir çabaları ise, kıymetsiz görünmektedir.
Kapitalist sömürü sisteminin muhafazasını kabullenen bir çizgide burjuva liberal söylem haline getirilmiş olan “barış” sorununa dair, her sınıf ve kesim gibi, işçi ve emekçilerin ve onların partisinin de bir sözü vardır. Bu söz söylenmiştir de.
A. Öcalan’ın yakalanmasıyla somut bir süreç olarak işletilen “barış” politikası, dile getirildiği günden beri, değişik ses ve tonlarla olsa da, yaşama yansıması bakımından yarattığı etki ve oynadığı rolle, egemen sınıfların politikalarını kolaylaştıran ve güçlendiren bir araç olarak kullanılıyor. Bir dönemin canlandırdığı ulusal özgürlük dalgasını düşürmek ve yine “silahlı direniş” döneminin, geniş emekçi Kürtlerde yarattığı düzenden kopuş eğilimini onarmak amaçlı olarak, bu politika, Kürtler üzerinde sistemin tahakkümünü içselleştirmek, giderek sindirtmek için yürütülen rahatlatıcı ve hazmettirici çok yönlü çabanın toplamıdır denebilir. Bu çabalar, esasta ortak bir noktada birleşiyor ve Kürtleri yeniden sisteme bağlamada önemli bir işlev görüyor. “Barış” politikası, soyut bir kavram olarak değil somut bir politika olarak değerlendirildiğinde, kimler tarafından, hangi amaçlar için değerlendirildiği sorusuna somut yanıt vermeyi gerekli ve zorunlu kılar. Değişik kesimlerce, değişik anlamlar yüklenerek ele almıyor ve böyle izah ediliyor olsa da, Kürt işçi ve emekçileri bakımından, bu politikanın değerlendirilebileceği yeterince veri ve somut gelişme olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Gerçek o ki, “barış” politikasının dillen-dirildiği günden bu güne kadar geçen sürede, egemen sınıfların manevra alanında bir genişleme ve rahatlama olduğu söylenebilir. Gerek “barış” çağrılarının önde gelen tarafları, gerekse bunların “barış” kavramına yüklemek istedikleri içerik, “barış”ın, Kürt işçi ve emekçilerinin duygu ve taleplerinin istismarı üzerinden ama egemen sınıfların hesaplarıyla uyum içinde ilerlemiş olduğunu göstermektedir. Burjuvazinin politik temsilcileri olan işbirlikçi ve kan emici burjuva partilerinin bölge halkını yedeklemek için yürüttükleri çabaların da, “barış” politikasından beslendiği ve Kürt reformcu çevrelerin, bu kesimlerin Kürt işçi ve emekçileriyle buluşmalarını sağlamak için “özveriyle” çalıştıkları ve “barış”ı bir statüyü kabul ediş olarak algıladıkları görülmektedir. Mesut Yılmaz m Bingöl gezisinde HADEP’li yöneticilerin gösterdikleri çabanın engellendiği, bu parti yöneticilerince üzülerek dile getirilmekte ve bu “barış” politikası hâkim mücadele tarzı olarak değerlendirilmektedir. Kürtlerin bugünkü statüsünün sorumluları olan ve mevcut Kürt politikasının devamıyla birlikte, yeni durumu lehlerine çevirmek için demagojik bir propaganda yürütenlerin bölgeye yaptıkları çıkartmalar, Kürt burjuva reformcu çevrelerince adeta, iddialarından vazgeçmenin iknası için değerlendiriliyor ve emekçi düşmanı politikaların savunucularının “yumuşak söylemi” memnunluk yaratıyor. Böylece, halka ulusal kölelik statüsünün ötesinde bir yol tanımayan Türkiye gerici egemen sınıfları, Kürtlerin demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam taleplerini istismar ederek, yedeklemek ve onlarla buluşmak için harekete geçiyorlar. Onlar manevralarını, baskı ve inkâr eşliğinde sürdürüyor ve işbirlikçi Kürt burjuva gericiliğiyle ilişkilerini yenileyerek, mevcut “imkânı”, emperyalizme hizmet ve sınıf çıkarlarına dayanak yapmak için “barış”ı değerlendiriyorlar. Ve AB’ye aday üyelik ile demokratikleşme sürecini de arkalarına almayı önemseyerek, Kürtlerin, uluslararası burjuvazinin çizdiği “demokratikleşme” platformu kapsamındaki taleplerini dahi istismar ediyor ve içini boşaltmış oluyorlar. Dahası, demokratikleşme taleplerinin AB’ye endekslenmesi, ortak söylemi yaratmış oluyor. AB’ye üyelik ile AB ilişkilerinin Kürtleri peşinden sürükleyen bir argüman olarak benimsenmesi, büyük sermaye gruplarının politikaları bakımından, önemle değerlendiriliyor. Yine bir yanılsama yaratılarak, AB’ye üyeliği, egemen sınıfların bir sorunu olarak değil, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin bir sorunu ve demokratikleşmenin garantisi olarak işlemek ve bunun sosyal zemini olarak, halkın bu politikayla yedeklenmesini güçlendirmek ve Kürt işçi ve emekçilerinin özlemlerini buraya tahvil etmek; dönemin önemli politik hesaplarından biri olarak, egemen sınıfın Kürt sorununa çözümüyle uyum içerisindedir.
Ancak bilinç bulanıklığı ve politik bağımsız sınıf tutumundaki zaaflarına rağmen, emekçi halkın, ileri işçinin, onurlu ve mücadeleci sendikacının, gençliğin, yoksul ve topraksız Kürt köylüsünün ele geçirdiği her olanağı, Kürt sorunun demokratik ve halkçı çözümü için değerlendirmeye çalıştığı, bağımsız bir işçi ve emekçi hareketi oluşturmak üzere, bu tutumu geliştirmeye çaba gösterdiği görülmelidir. Bu tutum, geleceğin mücadele dinamiklerine işaret etmekte ve giderek bir ayrışmayı kaçınılmaz kılacak tutumların emekçi izahı olarak her geçen gün daha da güçlenmektedir.
KAPİTALİST UYGARLIĞIN TARİHİ SÖMÜRÜ VE ŞİDDETTİR
Savaşı ve şiddete dayalı mücadeleyi kaçınılmaz hale getiren ve ezilen ve sömürülen sınıflara dayatanlar; emperyalistler, sömürücü sınıflar ve burjuvazidir. Sınıflı toplum sistemlerinin sonuncusu olan kapitalizmde, burjuvazi, özel mülkiyete dayalı sınıf egemenliğini şiddete dayalı olarak sürdürmekte, gerici şiddeti yaşamın her alanına yayarak sınıfsal ve ulusal baskıyı devam ettirmeye çalışmaktadır. Buna karşın o, yığınların aldatılması amacıyla, “barış, demokrasi, özgürlük” propagandasına sarılmaktan da geri durmamaktadır. Günümüzde de burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler ve emperyalistlerin ezilen halklar üzerindeki baskısı, “toplumun güven ve huzurunu”, ya da “halkların barış içinde yaşamasını” sağlama adına sürdürülmektedir. ABD ve diğer emperyalistlerin, ekonomik mali ve politik-askeri çıkarları doğrultusunda dünyanın çeşitli bölgelerinde giriştikleri saldırıların gerekçesi de, “özgürlük ve barış” olmaktadır. Kapitalist uygarlığın tarihi, sömürü ve pazar ilişkilerinin, dünya pazarlarına hâkim olma mücadelesi yürüten emperyalist ülke ve tekellerin varlığı koşullarında, “eşit haklara dayalı” gerçek bir barışın mümkün olmadığını göstermektedir. Burjuvazi ve emperyalistler bir yandan “evrensel barış” üzerine propagandayla ezilen halkları ve proletaryayı kapitalizme ve emperyalist haydutluğa karşı mücadeleden alıkoymaya çalışırken, diğer yandan içte emekçi sınıflara, dışta diğer ulus ve devletlere karşı savaşçı bir politika izlemekten ve ama savaşı ve şiddeti zorunlu hale getirenin kapitalist sömürü sistemleri olduğunu gizlemekten geri durmuyorlar.
Bilinmektedir ki, mülk sahibi sömürücü burjuva sınıf, egemenliğini şiddete dayalı olarak sürdürmekte, sınıfsal ve ulusal baskıyı sürdürürken, bir yandan da bilinçleri bulandırmak için “demokrasi, barış, özgürlük” gibi kavramları propaganda malzemesi olarak kullanmaktadır. ABD ve diğer emperyalistlerin birer demokrasi havarisi olarak dünya halkları üzerinde yarattıkları bu yönlü propagandanın etkisi bilinmektedir. Onlar, ekonomik, siyasi ve askeri çıkarları doğrultusunda dünyanın çeşitli bölgelerin de giriştikleri savaşların gerekçesini hep bu “iyi niyet” hesapları üzerinden açıklamaktadırlar. “Özgürlük ve barış” için yapıldığı söylenen her müdahalenin altındaki nedenler gizlenmekte, gerçekleştirilen katliamların nedeni olarak bir “sorumlu” bulup dünya halklarına ilan etmekten geri durmamaktadırlar. Dünyanın birçok bölgesinde yapılan birçok operasyonun, işgal ve saldırının, akan onca kanın ve katliamın aslında mevcut sömürü sistemlerini ayakta tutmak için olduğunu gizlemek için, söz konusu bölgenin ya da ülkenin “güven ve huzurunu sağ lama” adına müdahale edildiği açıklanmaktadır. “Savaşlar dönemi sona ermiştir” propagandasının yapıldığı ikinci dünya savaşından sonra, emperyalist ülkeler tarafından doğrudan yapılan saldın ve çıkarılan bölgesel savaşlarda on milyonlarca insanın ölmesi, bu gerçeğin kanıtıdır. Vietnam’da yüz-binler böyle katledildi. ABD, Haiti, Somali ve diğer ülkelere çıkarken, Libya’ya, Sudan’a saldırırken ve Irak üzerine bomba yağdırırken de, “evrensel ya da bölgesel barış” amacı taşıdığını açıklamıştı. İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve diğerleri bundan farklı davranmamaktadır. Ve yine, “sınıflar-arası barış” çağrısı en çok burjuva sınıf temsilcilerince dile getirilmektedir. Onlar, egemen sınıf konumlarının devamı için diğer ezilen kesimlerin “kendilerine verilenle yetinmeleri”ni ister ve ezilenlerin başkaldırılarını bölge ya da dünya için “barışa vurulmuş darbe” olarak adlandırırken, burjuva sınıf egemenliği sisteminde, proletarya ve emekçilerin “barışçıl” yollarla iktidarı almalarının mümkün olmadığını bilmelerinin rahatlığıyla davranıyor ve ezilenlerin iktidar kavgasını, ellerindeki tüm güçleri seferber ederek ve bütün baskı ve şiddet yöntemlerini deneyerek engellemekten geri durmuyorlar.
Oysa proletarya ve halklar, savaş istemezler ve istememektedirler. Savaşlara, kan ve gözyaşına, zulüm ve şiddete karşı olan dünya işçileri ve halkları bilmektedirler ki; savaşların esas kaynağı kapitalist özel mülkiyet ve emperyalizmdir; kapitalist özel mülkiyet ve emperyalizm var olduğu sürece savaşlar kaçınılmaz olmaya devam edecektir. Savaşların, kan ve şiddetin, ulusal boğazlaşmaların, halkların ulusal baskı altında tutulmasının nedeni olan kapitalist emperyalizm var olduğu sürece savaşlar da kaçınılmazdır. Dün Balkanlar’daki savaşın nedeni emperyalizmin pazar ve hegemonya kavgası olduğu gibi, bugün birçok bölgede değişik biçim ve görüntülerle buradan kaynaklı çatışmalar devam etmektedir ve birçok bölge barut fıçısı olarak patlamaya hazır haldedir.
Tüm dünyada işçi ve emekçiler ve ezilen halklar çok istemelerine rağmen barışa ulaşamamaktadırlar. Bu gerçeği örtmek, gizlemek ya da değişik biçimlerde izah etmeye çabalamak, halkların savaşlara ve emperyalizme karşı mücadelesini baltalamaktan başka bir şeye yaramaz. Dolayısıyla, “barış” mücadelesi; “emek ve sermayenin uyumu”na, “sınıflar-arası barış”a ve ülke sorunlarının emperyalist “Yeni Dünya Düzeni” politikasına bağlanarak verilen bir mücadele olarak değil, egemen sınıfların saldırgan politikalarını ve savaş nedeni olmalarını daha net olarak açığa çıkarmak ve özgün durumlarda da, koşulları emekçiler lehine çevirmek için bir mücadele olarak değerlendirilebilir. Kürt sorununda “barış” böyle değerlendirilebilir. Aksi bir “mücadele”nin hiçbir halka olduğu gibi. Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin mücadelesine bir katkı sunmayacağı açıktır. Talana kapitalist emperyalizm göz ardı edilerek ve ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri doğru tarif edilmeden, “barış” ve dolayısıyla Kürt sorununda “barış” tam olarak anlaşılamaz. Dolayısıyla, tersine yaklaşımla, halkın ulusal ve demokratik hak ve özgürlüklerini kazanma ve kullanma olanağı sağlamayacağı gibi, aksine ezilen yığınların bilinçlerinde bulanıklık ve tahribat yaratılacağı ve bu yaklaşımın sisteme ve kan akıtıcılara karşı bir güven ve umut beslenmesine neden olabileceği de unutulmamalıdır.
“BARIŞ” POLİTİKASI YA DA EZEN-EZİLEN MÜCADELESİ
Bugün Kürt sorunu yıllardır devam eden bir “savaş” ya da “çatışma” sürecinden çıkıp yeni bir mecraya yönelmiş bulunmaktadır. Gelinen süreç, yıllardır devam eden bir “savaş” politikasının ortaya çıkardığı bir “barış” politikası biçiminde değerlendirilebilir olmakla birlikte, üzerinde şekillenip büyüdüğü zemine kısaca dönüp bakmayı gerekli kılmaktadır.
On yıldan bu yana yürütülen ve devletin politikasından vazgeçmesi amaçlı “barış” propagandası, A. Öcalan’ın bir CİA-MOSAD işbirliğiyle MİT’e teslim edilmesinden sonra, işçileri, emekçileri, Kürtleri, gençliği, şehrin ve kırın tüm yoksullarını devletle “buluşturmaya”, uzlaştırmaya çalışanların ellerine geçirdikleri bir koz olarak değerlendirilmiş oluyor. Açık sınıf kimliğiyle bilinen bu kesimin yön verdiği bir “barış” politikası, mücadeleci ve ağır bedeller ödemiş Kürt emekçi halkının başı üzerinden devam etmektedir. Bunlar, çürümüş sistemi ayakta tutma amacıyla yenilenen bir devlet içi statü üzerinden sınıf ittifaklarını yenilemek isteyen Türk ve Kürt gericileridirler. Bu kesimin esas unsurunu, bölgede sermaye yatırımını köyleri yakıp yıkmaktan daha akıllı bitiş sayan ve Kürt halk muhalefetinin yığınsal bir ulusal direnişe dönüşmesi tehlikesini gören işbirlikçi Türk burjuvazisi ve onlarla kader birliği etmiş Kürt gericiliği oluşturmaktadır. Onlar doksanların başından bu yana, amaçlarını dile getirdiler ve aslında hareketi buradan kuşatmış da oldular. Türk egemen sınıfları, yalnızca “iç” pazarda daha fazla sömürüyü gerçekleştirmek için değil, aynı zamanda “kendi” Kürt sorununu, sistem içi statü değişikliğiyle (örneğin dil ve kültür serbestisi tanınarak) geriye atıp, emperyalist barış planına bağlı ve ABD’nin taşeronluğuna soyunmuş bir bölge gücü kimliğiyle Ortadoğu, Kafkaslar, Orta ve uzak Asya’da, Irak, Suriye ve İran Kürdistan’ı topraklarında bir “olanağa” dönüştürmek ve Kürt burjuva gericiliği ve reformcu burjuva gerici çevreleriyle “sınıf kardeşliği”ni tazelemek ve bunu, düzenden kopuş içindeki Kürt ve Türk emekçilerinin başı üzerinden yenilemek istemektedirler. Kürt gericiliğinin de buna bir itirazı yoktur.
Türk burjuvazisi ve işbirlikçi Kürt gericiliği, “barış” ve “Kürt kimliğinin tanınması” demagojisiyle “Türkiye’nin güçleneceğini ileri sürmektedir. Yıllardır yürütülen askeri operasyonlar nedeniyle yeterince değerlendirilemeyen bölgenin, böylelikle, “üretime açılması” ve pazara dönüştürülmesi talep edilmektedir. İnkâr ve imhaya dayalı geleneksel Kürt politikasında sorunu “terör” ve çözümünü “askeri zorla ezme” biçiminde anlamakta ısrarlı olan kesimlerin, Kürt kimliğinin tanınmasının “yeni istekleri gündeme getireceği” ve “silahlı mücadeleye dayanak yapılacağı” ve “bölücülüğü güçlendireceği” yönündeki itirazlarına karşın; aralarında TÜSİAD, MÜSİAD, TİSK ve TOBB gibi büyük sermaye kuruluşlarının yöneticilerinin ve Sabancı, Komili, Baydur, Boyner gibi büyük patronların bulunduğu bu kesim, yıllardır, sesleri az ya da çok çıkarak, emperyalist “barış” politikasına destek vermeyi sürdürdüler. Bu ‘baskı odakları’, Türkiye’nin “iç istikrarı”nı olumsuz etkileyen Kürt sorununun yedeğe alınması yoluyla, bölgede daha aktif bir rol üstlenilmesini istemektedirler. Tabii ki, bu politika, uzun vadeli kapitalist çıkarlara uygun düşmektedir. A. Öcalan’ın İtalya’da bulunduğu ve yakalanıp Türkiye’ye getirildiği günlerde, orta sınıfın ve onların temsilcilerinin şaha kalkmış ırkçı ve şoven duyguların sarhoşluğuyla bazı tekelleri hedef alan eylemlerinin, tekelci kesimlerce nasıl kesildiği hatırlanmalıdır. (Sabancı’nın ‘İtaly’ marka kravatını ekranda göstermesi gibi.) Bu dönemin yarattığı etki işbirlikçi tekelci sermaye kesiminin politikalarını savunma pozisyonunda bir ayar değişikliğine neden olmakla birlikte, politika, esasta aynıdır ve bir değişiklik yoktur.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin en etkili temsilcilerinin, devletin Kürt politikasının değişmesi gerektiğine işaret ederek, “imha edilmiş bölgeyi kalkındırma” ve “Kürt kimliğini tanıma” ihtiyacına yıllardır dikkat çekmesinin başlıca nedenlerinden bir diğeri ise; AB’ye üyelikte pürüz olarak gösterilen gerekçeler arasında bulunan ve dünyada eşi az görülen imha ve inkâr politikasının “göze batan” kısımlarını törpüleme ve rötuşlamayla, Kürt sorununda “batı standartlarına uyumlu” bir yasal düzenleme yapılması ihtiyacıdır. Sermaye ve gericilik cephesinden ve bunların etkili bir kesiminin ağzından seslendirilen “çözüm” politikası, uluslararası sermaye ve emperyalizmin “yeni düzen” politikalarıyla uyumlu, ama Kürtlerin ulusal özgürlük taleplerini göz ardı eden, işçilere, emekçilere ve Kürtlere ekonomik ve politik kölelikten başka bir seçenek sunmayan bir politikadır.
MEVCUT STATÜNÜN PARÇALANMASINDA “BARIŞ” POLİTİKASININ ROLÜ
Aslında, söz konusu olan, sermaye ve burjuva diktatörlüğünün, Kürtlerin ulusal özgürlük taleplerinin reddi politikasının devamı olarak Kürtlere saldırısının sürmesidir.
On yıllardır devam eden Kürtlerin ulusal varlığına yönelik burjuva emperyalist politikaya bir tepki hareketi olarak ortaya çıkıp, ulusal baskı ve asimilasyona duyulan halk tepkisinden güç alarak, bu tepki üzerinden örgütlenen PKK’nin; Kürtlerin ulusal özgürlük talebini, isçi ve emekçilerin sınıfsal taleplerinden uzak bir platformda ele alması, bu çizginin devamı olarak, zamanla. Kürt işçi ve emekçilerinin örgütlü kitle hareketini zayıflatarak, derinleşmiştir. Umutsuzluğun ve düzenden beklenticiliğin beslendiği bu durum, Kürt emekçileri için örgütsüzlük olarak ifadesini buldu. Yaygın tepki ve özgürlük özlemi; somut talepleri dayanak edinmeyen bir mücadele anlayışıyla, umutsuzluğa ve düzenden beklentiye sürüklenerek, kendini bir tutum olarak örmüş oldu. Üzerinde bulunduğu reformcu burjuva platform gereği; PKK, Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf talepleriyle, bu talepler üzerinde yükselen mücadeleyle ve mücadelenin işçi-köylü devrimine genişlemesiyle ilgili değildi. Ne bir işçi köylü devrimini hedefliyordu, ne de buna uygun bir “kitle örgütlenmesi” anlayışına sahipti. O, benimsediği mücadele anlayışına bağlı olarak, Kürt yoksul köylülüğü ve Kürt gençliğini “gerilla savaşı”nın “gücü” olarak değerlendiriyor ve Kürt emekçi kitlelerini de “gerilla”nın “lojistik desteği” olarak ele alıyordu. Bu anlayış ve tutumun, ’89’larda, Türkiye’nin büyük işçi merkezlerinde gelişen işçi eylemleriyle birlikte bir yükselişi yaşayan Kürt emekçi kitlelerinin hareketiyle birleştirilememesinde etkili bir rol oynadığı ve buna bağlı olarak, ’91 sonundan itibaren, Kürt emekçi hareketinin bir gerileyiş içerisine girmiş olduğu tespit edilebilir.
Bir yandan Kürt emekçilerinin sınıf taleplerini ve örgütlü kitle mücadelesini dikkate almayan bir çizgide ısrar eden yaklaşım, diğer yandan da, gerileyişinin sonunda, Kürtlerin ulusal özgürlük talebi ve daha önce hep dile getirdiği “Bağımsız Kürdistan” hedefinden uzaklaşarak, “kimliğin tanınması”yla yetinir bir çizgiye çekildi. PKK, devletin silahlı güçleriyle giriştiği çatışmaların seyrine göre, dönem dönem “ateşkes” ve “barış” çağrıları yaptı ve sorunun “siyasal çözümüne yardımcı olmak için”, “uluslararası kuruluşlara” ve batılı büyük emperyalist devletlere çağrılarda bulundu. “Silahlı eylemciliği”, burjuvaziyi “siyasal çözüme” zorlama aracı olarak kullanan bu hareketin; o yıllarda yaptığı “siyasal çözüm” çağrısı ve barış sorununa yüklediği içerik, onun burjuva reformcu platformunu ve siyasal uzlaşmacılığını açığa vurmakla birlikte, Türk burjuvazisi ve Kürt işbirlikçi burjuvazisinin, sistem içi statü değişiklikleriyle yenilenmek istenen sınıf ittifakına, “kimlik sorunu”na indirgenmiş bir mücadele hedefi üzerinden katılımını da ifade etmekteydi. Özellikle ’91 sonundan itibaren giderek güçlenen bir vurguyla, Kürtlerin ulusal baskıdan kurtuluş ve özgürlük talepleri, “kimlik tanınması” ve “akan kanın durması”yla sınırlı, dolayısıyla Kürt işçi ve emekçilerinin taleplerini karşılamaktan uzak bir “barış” politikası ve uzlaşma platformuna çekilmeye çalışıldı. Devam eden süreç, bir “diyalog” ve “diplomatik çözüm” çabaları sürecidir ve bundan sonra güçlendirilerek sürdürülen “uluslararası diplomasinin esas hedefinin, “Kürt kimliğinin kabulü”nü içeren bir “siyasal çözüm” formülüne destek sağlanması olduğu, açıkça söylenip yazıldı. Kürtlerin “temsilcisi” ya da “partisi” olarak ifade edilen DEP ve HADEP gibi partilerin ve dışarıda diplomasi faaliyeti yürüten “Sürgündeki Kürt Parlamentosunun çalışması da, özüyle bu platforma oturuyordu. Açıktır ki, ezilen ve sömürülen emekçi Kürtlerin çıkarı, bu tür bir “tercih” dayatmasını kabul etmeyi değil, ama ulusal-siyasal ve sosyal hakların elde edilmesi için mücadele etmeyi ve buna hizmet edecek bir “barış” politikası ya da mücadelesini gerektirmektedir. Yıllardır devam eden katliam ve ağır zulmün yarattığı ortamın son bulması ve Kürtlerin taleplerinin karşılanması mücadelesi, bir bileşen olarak değerlendirilmeli ve bu politikanın, egemenlerin elini ayağını bağlayan ve emekçilerin ele geçirdikleri bir avantaj olması hedeflenmelidir.
KÜRTLERİN “BARIŞ” TALEBİ, İHTİYAÇLARINI KARŞILAYAN BİR MÜCADELE OLARAK DEĞERLENDİRİLMELİDİR
Kürtlerin, kendisine yönelen saldırının ve on yıllardır devam eden Kürt politikasının son bulmasını istediği, “barış” istediği tartışmasız bir gerçektir. Ancak, “barış mücadelesinin tarafı olarak yıllardır öne çıkan parti, gurup ve şahsiyetlerin durumu ile “savaş” ve “barış”ın niteliği, neyi hedeflediği ve neye hizmet ettiği arasında kopmaz bir bağ olduğu da göz ardı edilmemelidir. Doksanlı yılların ortalarından itibaren “barış” çağrısının “tarafı” olarak öne çıkanlar, Kürt reformcu burjuvazisi, küçük-burjuva reformcu Kürt grupları, emperyalizmin işbirlikçisi Türk büyük burjuvazisinin bir kesimi ve reformist-liberal burjuva “sosyalizmi” akımlarıyla bir kısım “barışsever aydınlar”, giderek “barış” politikasının içini, amaçlarına uygun olarak doldurmak ya da boşaltmak için çaba sarf ettiler. Genellikle “barış temsilcileri”, temsil ettiklerini söyledikleri Kürtlerin taleplerini kendi ihtiyaçları üzerinden şekillendirerek sürdürdüler. “Barış” çağrılarının Kürt ve Türk “tarafları”nda yer alan Kürt ve Türk burjuvazisinin çeşitli kesimleriyle çeşitli türden burjuva “sosyalizmi” akımları ve “barışsever aydınlar”ın barış gerekçeleri arasında farklılıklar olmakla birlikte, yıllarca sürdürülen “barış” propagandasının ana temasını, “barış”ın “devletin üniter yapısı, egemenliği ve güvenliğine hizmet edeceği, ülkenin içinde bulunduğu sıkıntıları azaltacağı, ekonomik krizi hafifleteceği (bir bölüm burjuva liberalince ekonomik bunalımın tümüyle ortadan kalkabileceği bile iddi edildi ve edilmektedir) vb. oluşturuyordu. “Barış ve demokrasi” beklentilerini yeniden güçlendirmek üzere, burjuva reformcu Kürt ve Türk çevreleri, liberal ‘sol’ aydınlar ve yeni dünya düzenci “sosyalistler, “din kardeşleri” vb. ulusal baskı altındaki Kürtleri ve azgın kapitalist sömürü altındaki tüm milliyetlerden işçi ve emekçileri, liberal demokratizm üzerine söylemlerle aldatmaya çalışırken, barış gibi, emekçi yığınlar açısından yaşamsal öneme sahip bir sorunu bolca kullanmaktadırlar. Emekçi kitlelerin, Kürtlere yönelik faşist terörün derhal son bulması istemi, bu çevreler tarafından, uzlaşmacı politikaların aracı haline getirilerek, dönemin temel argümanı yapılıyor.
Bugün yinelenerek dile getirilen, egemen sınıfların baskı ve zor eşliğinde seksen yıla yakın süredir devam eden politikaya Kürtleri mahkûm etmek istedikleridir. Tüm “barış taraftarları”, “kardeşkanı akmasın” demektedir. Ancak bölgede sürdürülen vahşi saldırıların durdurulması, diktatörlük güçlerinin çekilmesi, ulusal hak eşitliğinin tanınması ve diğer özgürlük ve demokrasi taleplerinin karşılanması için bir mücadele ve bu mücadelenin dinamikleriyle birleşme yerine, aldatıcı bir barış propagandası ve çalışmasıyla genelkurmay, işgalci ordular ve özel savaş aygıtının barışçı olabileceği yönünde Kürt işçi ve emekçilerini beklentiye sürükleyici bir tutum benimsendi ve etkisinin yaygınlaşması için çaba sarf ediliyor.
Oysa Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin eşit, özgür ve sömürüşüz yaşamı için mücadele veren tüm milliyetlerden proletaryanın partisinin bu süreçteki tutumu şöyle özetlenebilir: Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf çıkarları temelinde örgütlü mücadelesini reddeden bir “savaş” politikası ile emperyalizm ve burjuvazinin politikalarına bağlanmış bir “barış” politikası arasında “tercih” zorunluluğu değil, halkın barış talebini savunarak, doğru bir perspektifle mücadelede ısrar etmek. Dönemi, emekçi hareketinin yararlanabileceği imkânlar açısından değerlendirmek; işçi sınıfı, emekçi kitleler ve Kürtler karşısındaki inandırıcılığını görülmemiş düzeyde kaybetmiş, birikmiş yığınla sorunun altında zorlanan egemen sınıfları, Kürt ve Türk işçi ve halk hareketinin birleşik güçlü baskısıyla geriletmek ve ekonomik ve siyasi amaçlarını işlevsiz kılarak demokratikleşme hareketini daha güçlü bir hareket olarak hayata geçirmek ve yaşanabilir bir barışın yolunu açmak, ancak böylelikle mümkündür. Barış politikası, Kürtler için, burjuvazi ve emperyalizmin Kürt sorununa ilişkin “çözüm” ve “barış” politikasından bir kopuşu içermeli ve ona karşı kendi barış politikasını ifade etme ve egemen sınıfların politikasına karşı emekçiler lehine bir mevzi kazanma olarak işlev görmelidir. Tüm “etnik kaygıları”nı bir yana bırakarak, kapitalist sistemle “sınıf uyumu” temelinde barışmaya can atan işbirlikçi Kürt gericiliğinin ve liberal yeni dünya düzenci çevrelerin Kürtleri maniple etme planı, ancak böyle terse çevrilebilir.
Bunun için; yeni dünya düzeni politikasına bağlanmış liberal demokratizmin halklara “barış ve demokrasi” olarak sunulmasına karşı duran, emek ve sermaye, ezen ile ezilen arasındaki çelişki ve çatışmalara dikkat çeken, sınıfların varlığı ve sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin bugün de varlığını sürdürdüğü gerçeğinden hareket ederek, işçi sınıfının ve ezilenlerin ödediği bedeller ve onların mirası üzerinde ilerleyen, sınıflar mücadelesinden, ulusal ve sınıfsal kurtuluş mücadelelerinin uzak ve yakın tarihinden dersler çıkarabilen ve bunu dayanak yapan bir mücadele ve bir “barış” politikası gerektiği açıktır.
ANA KİTLESİYLE ÇIKARLARI ORTAK VE DÜŞMANLARI ORTAK İKİ HALK
Öncesi bir yana yirmi yıldır devam eden ve otuz bini aşkın insanın ölüme neden olan çatışma ve katliamlar sürecinde tüm kışkırtma ve düşmanlaştırma çabalarına rağmen, iki halk karşı karşıya getirilemedi ve bir Kürt-Türk çatışması yaratılamadı. Gerici egemen sınıfların Kürt ve Türk halkını bir birinin karşısına koyarak bundan yararlanmak istediği bilinmektedir. Burjuvazi ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek böylesi bir bölünmenin boşa çıkarılarak engellenmesinde Türk ve Kürt işçi ve emekçilerin köklü ve kapsamlı ilişkileri etkili oldu ve bu tutum, aynı zamanda, geleceğin mücadele tarzını da ortaya koymuş oldu. İki ulustan emekçilerin ve sınıf bilinçli işçilerin bu süreçte tarihi bir rol oynadıkları rahatlıkla ifade edilebilir. Birbirlerinden bir alıp veremedikleri olmayan Kürt ve Türk işçi ve emekçileri, ırkçı şovenizmin zehirlediği kışkırtıcı tüm çaba ve provokasyonlara rağmen, yaşamın her alanında iç içe yaşayan ve kardeşleşme duyguları içinde bulunan iki halk olarak, ezen ve ezilen ulusun burjuvazisinin politik hesaplarının aleti ve emperyalizmin kışkırtma çabalarının piyonu olmadı ve birbirine karşı getirilemedi. Kontrgerilla provokasyonlarıyla işlenen binlerce cinayete ve kışkırtmaya rağmen, Kürt ve Türk emekçileri, ana kitlesiyle, çıkarlarının ortak olduğunu ve düşmanlarının da aynı sınıflara denk geldiğini yaşayarak gördüler. Ayrıca, ırkçı ve şovenist propaganda odaklarının Türk halkını kışkırtıp kanlı bir halk kapışmasına sürükleme hesapları da, boşa çıkarıldı. Türk işçi ve emekçileri, Kürtlere karşı yürütülen saldırganlığı inkâr ve imha politikasını hiç bir dönem desteklemedi ve desteklememektedir. Irkçı şovenizmin ve faşist propagandanın etkisindeki küçük bir kısmı dışında, ana kitlesiyle Türk halkı, bu saldırgan ve inkârcı asimilasyon politikasının durmasını istemektedir. Giderek güçlenen bir eğilimle, Kürtlerin ulusal haklarına sahip olmasının, iki halkın gerçek kardeşliği ve özgürlüğünün koşulu olduğu kavrayışının geliştiği de, verilerle açıklık kazanmaktadır.
Ulusal imha politikasının hedefinde duran Kürtlerin ve Kürt ve Türk emekçilerinin, gerçek bir barışa ihtiyaç duydukları kuşkusuzdur. İşçi ve emekçi kitleleri ve Kürtleri, zulme, sömürü ve ulusal kölelik statüsüne karşı mücadele zorunluluğuyla karşı karşıya bırakanlar, burjuvazi ve emperyalistlerdir. Kürt ve Türk halkından işçi ve emekçilerin partisi; bugün gerici egemen sınıfların saflarını dağıtan, onların cephe birliğinde gedikler açan, burjuvazi ve emperyalizme darbeler vuran ve gericiliğin iç çelişkilerini derinleştiren, Kürt ve Türk halkını birleştiren, işçi ve halk kitlelerini güçlendirip daha ileri mevzilerden mücadele yürütmesini olanaklı kılan ve sınıf ve emekçilere iktidar yolunu açan bir “barış” politika sının savunucusudur. Açıktır ki. Kürtlere karşı sürdürülen imha politikasının bir an önce son bulması, ulusal hakların kullanımına set çeken inkârcı saldırganlığın durdurulması, Kürtlerin ulusal kaderini tayin hakkının tanınması ve bunu sağlayan bir “barış”ın gerçekleşmesi; Kürt ve Türk halklarının yararınadır ve gereklidir. Böyle bir “barış”, tüm milliyetlerden işçi ve emekçileri burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelesinin gelişmesine, birleşmesine ve sınıf mücadelesini geliştirerek inkârcı politikanın yırtılmasına hizmet edecektir. Ve bu. Kürt işçi ve emekçilerinin, ulusal kölelik statüsünün, uygulanan baskı ve zulmün temelinin, gerçekte, kapitalist sistemde yattığını daha iyi görmelerini de olanaklı kılacak, Kürt burjuvazisinin ve reformcu Kürt milliyetçiliğinin sınıf mücadelesine kurduğu barikatı kaldıracak ve sınıf bilinçli Kürt işçisinin konumunu güçlendirecektir.
Bugün dile getirilen ve bir “uyum süreci” olarak işletilen “barış” politikası, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini geliştirme hedefini ne kadar karşılıyor; bu, değerlendirilmek durumundadır. Kürtleri ve onunla birlikte tüm Türkiye emekçilerini devletle “barıştırma” hedefine denk düşen bir “barış” politikası: Kürt burjuva, küçük-burjuva reformcu çevrelerin ve “dayanışma” içindeki “yeni dünya düzenci”, AB’ci ve Türk solu olarak ifadelendiren kesimlerin “barış” politikası olabilir, ama özgürlük ve demokrasi talebiyle yıllardır bedeller ödeyen Kürtlerin politikası olamaz. Ezilen ve sömürülen Kürt işçi ve köylü yığınlarının ihtiyacı; baskı, zor, inkâr ve imha politikasının son bulması için yürütülen saldırıların son bulması için mücadele politikası olabilir. Emperyalistlerle Türk egemen sınıfları ve genelkurmayın politikalarını gözeten, ulusal hak eşitliği talebini içermeyen, devletin ve baskı kurumlarının geriletilip darbelenmesini hedeflemeyen, işçi ve emekçilerin iktidar mücadelesinin güçlendirilmesini gözetmeyen bir barış politikası; ancak, Türk gerici sermaye sınıfının ve işbirlikçi Kürt gericiliğinin kaygılarını bertaraf edilmesine ve Kürt politikasında bu sınıfların sözcülerinin daha etkin rol almalarının sağlanmasına denk düşebilir. Böyle bir politika ve mücadelenin, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerine ulusal ve demokratik hak ve özgürlüklerin kullanımı olanağı sağlamadığı, aksine ezilen yığınların devlete ve kan akıtıcılara “umudu”nu tazelediği, yığınları devletle buluşturmaya hizmet ettiği açıktır. İçeriği boşaltılmış ve amacından sapmış “kan akmasın” sloganı üzerinden yapılan propagandanın yansıması olan böylesi bir politik tutum, Diyarbakır emniyet müdürü ve beş polisin bir kontrgerilla türü suikastla öldürülmelerinde, “halk emniyet müdürüne sahip çıktı” biçiminde ifadesini bulmaktadır.
Oysa emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin egemenliğine bağlanan, açmaz içindeki egemen sınıflara bir “nefes alma” ve “güç toplama” olanağı olarak işlev gören, Kürt işçi ve emekçileri bakımından düzenden kopuş eğilimini durduran ve emekçileri düzene bağlamaya hizmet eden bir “barış” politikasına karşı; burjuvazi ve emperyalizmin politikalarını darbeleyen ve sermaye ve gericilik cephesinde gedikler açan bir barış politikası olasıdır ve emekçilerin ihtiyacı budur. Bunun gelişme yolu ise, IMF programına, hükümetin açlık ve sefaleti dayatan ekonomik ve siyasi saldırılarına karşı yığınların örgütlü mücadelesinin yükseltilmesinden geçmektedir.
Kürtlerin kanı üzerinden egemenliklerini pekiştirmeye çalışan işbirlikçi burjuvazi ve gericiliğin püskürtülmesi, ancak kan akıtan diktatörlük kurumlarının bölgeden çekilmesi ve emperyalizmin Kürtlerin yaşamına müdahale olanaklarının sınırlanarak ortadan kaldırılmasıyla olasıdır. Kürtlere karşı sürdürülen faşist barbarlığın durdurulması bir zorunluluktur. Kürt ve Türk halkının ulusal hak eşitliği tanınmadan, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve yasak kaldırılmadan, ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini teminat altına alan baştan aşağı demokratik bir devlet sistemi kurulmadan ve sorunun çözüm yolu olarak, eşit hak temelinde federatif bir cumhuriyet içinde yaşamanın olanakları sağlanmadan, ileriye doğru adım arılamaz.
Sorun şudur; Kürtler, diktatörlüğün son yirmi yıldır kesintisiz hale getirdiği askeri saldırıları ve onlarca yıldır sürdürdüğü baskı ve asimilasyon politikasından bıkmış; baskı, yasak ve katliamlara tepkilerini kitlesel olarak ortaya koymuş, ancak PKK’nin izlediği çizgi nedeniyle, hareketin açmaz içerisine girmesiyle birlikte, duydukları büyük öfkeye karşın, bir çıkış yolu bulamamanın zorluklarıyla karşılaşmışlardır. Doksanların ilk yıllarından itibaren her yeni yılı “kurtuluş ve zafer yılı” olarak ilan eden PKK’nin nesnellikten uzak bu abartılı tespitlerinin gerçekleşmediğini gören köy yoksulları içinde güvensizlik ve bunalım baş göstermiştir. Köylerin, mezraların, ilçe merkezlerinin yakılıp-yıkılması, binlerce gencin dağlarda ya da şehir ve köy merkezlerinde katledilmesi ve geçim araçlarının imhası, şehir esnafının ticari faaliyetinin önemli bir darbe yemesi vb. nedenler, bu kitleler içinde, “bu iş bitsin de nasıl biterse bitsin” düşüncesinin gelişmesine yol açmışken; yürütülen politikanın yarattığı arayış ihtiyacını karşılayacak ve Kürtlerin önünü açacak yeni politikaların geliştirilememiş olması, bir tıkanma yaratmıştır. Bu da, ileriye yönelik hesaplar yerine, geri bilince esir olmuş bir ruh halinin egemen olmasına uygun olan zemini her geçen gün güçlendirmiştir. Mevcut statükoyu ve ulusal kölelik zincirlerini parçalamanın imkansız olduğu fikrini besleyip güçlendiren bu koşullar, emekçi yığınlar ve köy yoksulları içerisinde, önceyi arama eğilimini geliştirdi. Bu kesimler, içeriğine ve PKK’nin yüklediği anlama bakmaksızın, ne olduğu üzerinde de düşünme ihtiyacı duymadan; Kürt burjuvazisinin, şehir esnafının ihtiyacı olan ve PKK’nin de dile getirdiği “barış” politikasına destek verir duruma geldiler. Buna koşut olarak, nesnellikten ve bilimsellikten yoksun tespit ve hedeflerin yarattığı bulanıklık, kafa karışıklığı ve bıkkınlık, kitleler içinde, “bu böyle gitmeyecek” düşüncesinin geliştirdi. Uluslararası dengeler, büyük güçlerin bölge hesapları, bölge ülkelerinin durumu, KDP ve YNK’nin işbirlikçi çizgisi gibi dolaylı ama sorun üzerinde etki yapan nedenlerle birlikte değerlendirildiğinde, “barış” politikası, bu olumsuz koşulların egemen olduğu atmosferinin etkisindeki maddi gerçekler üzerinden ilerlemiş oldu. Doksanlı yılların ortalarında daha da yükseltilen “barış” çağrı ve girişimlerini, bu zeminden koparmak olanaklı değildir. Birçok çevreyi ve çıkarları ayrı sınıflan ortak söylemde birleştiren bu “barış” politikası, her kesimin bir pozisyon aldığı bir platform olarak, emekçiler bakımından bulanıklaşarak, gelişip güçlendi ve bilinen sürece böyle gelinmiş oldu.
İşte “barış” savunucularının dayanak yapmaya çalıştığı ve geri bilince seslendiği şey, hareketin önünü açamamaktan kaynaklanan, deyim yerindeyse bu bunalım durumudur. Bu ise, emekçilerin mücadelesini ilerleten bir tutum değil, geri mevziden uzlaşmayı ve mevcut olana dönüşü ifade etmektedir. Ancak, bir halk hareketiyle terse çevrilemez değildir.
Kürt işçi ve emekçileri, Kürt gericiliğinin platformuyla birleşen ulusal özgürlük mücadelesinin karşılaştığı çetin sorunların, ancak, kendilerinin sorunu ele almalarıyla, doğru bir rotaya girebileceğini görmelidirler. Yine Kürt emekçileri, burjuva gericiliğinin ve reformcu-liberal çevre ve grupların, emekçi halkın taleplerinden sıyırarak ele aldıkları ve uygulamaya soktukları “barış”ın, söylendiği gibi, “devletin elini bağlayan” hiçbir özelliği olmadığını görmelidirler. Egemen sınıfların politikasının deşifre edilerek açığa çıkarılması, demokrasi ve özgürlük taleplerinin yığınsal bir mücadele üzerinden geliştirilmesi, bölgeye yönelik yeni politikalardaki “terör bitti, sıra ekonomik kalkınmada” edebiyatının ve yüz yedi maddelik eylem planının boşa çıkarılması, şiddet ve inkârın bir sonuç vermediği ve veremeyeceğini yüksek sesle dile getirmek için; dönemin sorunlarını çözmeyi hedefleyen bir mücadele hattı belirlemek durumundadırlar. Böylesi bir “barış” mücadelesi, işçilere, köylülere, gençlere yönelik sermaye saldırılarına set çekmede önemli rol oynayacak ve klasik devlet politikası karşısındaki dinamikleri güçlendirecektir.
Kürt emekçi kitlelerinin önemli bir kesimi, özellikle de ileri işçi, emekçi ve gençlik kesimleri, son yirmi yılın deneyleriyle, işçi ve emekçilerin sınıf taleplerine bağlanmamış bir özgürlük mücadelesini, giderek güçlenen bir eğilimle, iş-ekmek-özgürlük talepleriyle birleştirme ihtiyacını ifade ediyorlar. Emperyalizme, IMF’ye ve onun yerli işbirlikçileriyle hükümete karşı, Türk işçi ve emekçileriyle ortak hareket etmeyi dile getiriyorlar. Sermayenin saldırılarına karşı ortak platformların yaratılması için çabalıyor ve yaratılan platformların bir bileşeni olarak sorumluluk alıyor, mücadele ediyorlar. Emek Platformu’nun 1 Aralık iş bırakma eylemi, OHAL kapsamındaki Diyarbakır ve Tunceli dâhil olmak üzere bölgede, Kürt işçi ve emekçilerinin güçlü katılımıyla yanıt buldu. Bu güçlü emekçi eylemi, Emek Platformu’nun bölgede yerelleşmesi için gösterilen çabaların daha da artması, geleceğe dair emekçilerin hesaplarının ipuçlarını fazlasıyla vermektedir. İşçi ve emekçilerin sömürü ve baskıya karşı örgütlü mücadele isteklerini ifade etmektedir. Bölgede, işçiler başta olmak üzere, şehir ve kır yoksulları, son yılların pratiğinden de öğrenmiş olarak, sınıf çıkarları temeline oturan bir örgütlenme ve mücadeleye bu gün daha güçlü bir eğilim göstermektedirler. İşçilerin, sendika şube başkan ve temsilcilerinin ve şehirlere taşınmaya mecbur bırakılmış köylülerin, işsizlerin dile getirdikleri talepler, açıklıkla bunu ortaya koymaktadır,
EMPERYALİSTLERİN, HÜKÜMET VE BÜYÜK PATRONLARIN PROGRAMINA KARŞI EMEKÇİLERİN, HALKIN DEMOKRATİK MÜCADELE PROGRAMIYLA ÇIKILMALIDIR
IMF tarafından hazırlanan ve uygulanmak üzere hükümete dayatılan ekonomik ve sosyal politikalar, Kürtlere daha çok sömürü ve baskı olarak yansımaktadır. Emekçilerden ve halktan gelen en küçük bir ekonomik ve sosyal hak arayışı, şiddetle bastırılmakta; bunun için siyasal gericilik tırmandırılmaktadır. Grevler ertelenmekte, sendikaların yetkileri düşürülmekte, sürgünler ve kıyımlar yapılmakta, son cezaevi katliamında olduğu gibi katliamlara başvurmaktan dahi kaçınılmamaktadır. Ancak, şantaj ve tehditle yönetmeye çalışanlar, IMF kredisinin peşinden koşarken, halk nezdinde kredilerini tüketmiş bulunmaktadırlar. Hâkim sınıfların saldırgan tutumunun arkasında, içinde bulundukları ekonomik ve siyasi güçlüklerin yanı sıra ve asıl olarak demokrasi güçleri ve emekçi sınıflar cephesinde yaşanan örgütsüzlük ve dağınıklık yatmaktadır. Emekçi sınıfların taleplerini duyurmak ve haklarını almak için büyük çaba ve özveriyle yaptığı sayısız eylemler ve yürüttüğü mücadeleler, saldırıları püskürtecek bir düzeyi yakalayamamış,”protesto etme”nin ötesine geçememiştir. Hükümet ve büyük sermaye cephesi; sermaye partilerinden, büyük patron örgütlerine kadar bütün güçleriyle, IMF programı etrafında birleşmiş ve bütün toplumsal kesimleri dışlamıştır. İşçi, emekçi ve yoksul halk kesimlerine karşı düşmanca bir öze sahip bu programa karşı, kendisini emek ve demokrasi cephesinde gören partilere, sendikalara, kitle örgütlerine, mücadele için birlikte hareket etmek düşmektedir. Emekçilerin taleplerini ortaya koyarak ve öne çıkararak “şer cephesi”ne karşı ortak bir program etrafında birleşmek gerekmektedir. Kürt işçi ve emekçileri böylesi bir birleşik mücadele hattı üzerinde hareket ederek egemen sınıfların politikalarını boşa çıkarabilir. İşçiler, kamu emekçileri, köylüler, kırın ve kentin yoksullarının birleşik mücadelesi, bölgenin ve Kürtlerin sorunlarını çözecek anahtar olacaktır.
Bu mücadelenin hedefinde Kürtlerin bugüne kadar zaten seslendirmiş olduğu şu talepler bulunabilir:
Bölgede bulunan ordular geri çekilmeli; korucu, özel tim ve kontrgerilla dağıtılmalı; bölge valiliğine son verilmeli; devlet eliyle, aşiret ve toprak ağalarının Kürt köylüsü karşısındaki konumunun güçlendirilmesi politikası son bulmalı; uluslararası tekellerin ve emperyalist ülkelerin GAP’tan parsa kapmasını önleyecek tedbirler alınmalı; GAP’ın tamamlanması için gerekli finansman hazine tarafından sağlanmalı ve sunacağı olanakların bölge halkının hizmetine verilmesi için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Topraksız köylünün işleyeceği toprağa sahip olmasının ve bölgenin sanayileşmesinin adımları atılmalıdır. GAP yeniden düzenlenmeli, toprakların köylüler yararına kullanımı sağlanmalıdır.
Kürt kimliği tanınmalı; Kürtlerin kendi geleceği ve kaderi üzerinde söz söyleme, karar verme hakkına sahip olduğu ilan edilmeli; Kürt dili ve kültürü üzerindeki yasaklar kaldırılmalı, ana dilde eğitim, Kürtçe TV ve yayın hakkı tanınmalı ve hiç bir halka ve ulusa ayrıcalık tanınmamalıdır.
İşçi ve emekçilerin politik örgütlenmesi önündeki tüm engeller, toplantı, gösteri, grev hakkı üzerindeki tüm yasaklar kaldırılmalı; kayıplar ve faili meçhuller açıklanmalı, sorumluları cezalandırılmalıdır. Zindanlar boşaltılmalı, mağdur edilenlere tazminat ödenmelidir. Yıllarca yapılan operasyonlar açıklanmalı, operasyon şeflerinden hesap sorulmalıdır. Bölgede yaşam normalleşmeli, OHAL uygulamasına son verilmeli, köylerinden sürülen ve köyleri yakılan köylülerin zararları tazmin edilerek isteyenin geri dönüşü sağlanmalı, kentlere sürülenlere barınma ve iş olanağı sağlanmalıdır.
IMF, hükümet ve büyük patronların programına karşı emekçilerin, halkın demokratik mücadele programı ile çıkılarak, Türk ve Kürtlerin emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadelesi, günün somut toplumsal ekonomik ve siyasi talepleri üzerinden güçlenmeli ve direnme hattı oluşturulmalıdır. Halkların eşit ve özgür birliğinin önündeki tüm engeller kaldırılmalı, Kürt sorununa demokratik halkçı çözüm için gereken önlem alınmalı, demokratik bir anayasa hazırlanmalıdır.
Şubat 2001