Tekelci sermaye ve iktidarın emekçi sınıflara karşı sürdürdüğü mevcut saldırı dalgası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en şiddetli ve “kararlı” saldırışıdır. Boyutları ve kapsamı, hedefleri üzerinde çokça durulan bu saldırı gelip bir varlık yokluk noktasına dayanmıştır. Emekçi sınıflar, ellerinden parça parça kopartılan çalışma yaşamına, eğitim, sağlık vb. alanlara ilişkin haklarının son kırıntılarının da ortadan kalkmasına izin verecek mi? Ekonomik, mali, diplomatik ve askeri yönlerden emperyalizme bağımlılığın tam bir sömürgeleşmeye varmasına izin verilecek mi, verilmeyecek mi? Tablonun bu ölçüde ciddi olduğundan kuşku duyulamaz. Ve daha da ötesi, iktidarın, hiçbir emekçi talebini-protestosunu mevcut düzeyi ile ciddiye almayacağı, emekçiye yapılacak yüzde 5-10’luk artışı vermek için bile bin dereden su getirirken, rüşvetçiyi, rantçıyı, hortumcuyu ödüllendirmekte bir sakınca görmediği belli olmuştur.
İktidar, IMF’nin emir kuludur ve aralarındaki tüm çelişkilere, çıkar çatışmalarına karşın iktidarın farklı kesimleri ve tekelci sermaye IMF programı etrafında birleşmiştir. Peki, emekçiler bu durumda ne yapmaktadırlar? IMF programına karşı kendi öz programları, IMF karşıtı bir halk programı etrafında birleşebilecekler midir?
Böyle bir programın koşullarının mevcut ve yaşama geçirilmesinin zorunlu olduğu birçok vesile ile dile getirilmiş, programın oluşturulması ve güçlerin seferber edilmesi için adımlar atılmaktadır. Bu yazının konusu bakımından şu kadarını söyleyelim ki, emekçiler, yolsuzluklar, rüşvetler, banka hortumlamaları, özelleştirme talanı gibi uygulamaların sorumlusu olarak tekelci sermaye ve iktidara karşı hoşnutsuz ve öfkelidir. İktidar partilerinin yandaşları, emekçilerin bir araya geldiği (işyerinden mahalle kahvesine, duraklardan belediye otobüslerine kadar) mekânlarda bu uygulamaları savunamamakta, iktidara yöneltilen hakaretleri sineye çekmeye mecbur olmaktadırlar.
Ama emekçilerin sürekli homurdanmasına ve zaman zaman patlayan eylemlere karşın, IMF programı tüm fütursuzluğu ile uygulanmaktadır. Böylesine açık, sonuçlarını halkın çıplak etinde hissettiği bu saldırının birleşik bir emekçi hareketi ile karşılanmasının koşullarının elverişli olduğu, Emeğin Partisi’nin ciddi bir çaba içine girdiği, tüm güçleri uyarmaya, seferber etmeye çalıştığı böylesi günlerde halka yönelik canlı bir ajitasyon da olağan zamanlarla kıyaslanmayacak ölçüde önem kazanmaktadır.
Lenin, “Ne Yapmalı?”,adlı ünlü yapıtında, apaçık adaletsizliklere, zorbalıklara, zulme karşı halkın yeterince eyleme girişmemiş olmasının bir nedeni olarak siyasal teşhirin yeterince güçlü yürütülememesini gösterir. (Sol Yayınları, 1. Basım, Mart 1977, sf. 90)
Başka bir yerde de şunları söyler: “Kitlelerin düşüncesinin gerçek durumunu geniş ölçüde ancak ajitasyon açığa çıkarabilir, ancak ajitasyon parti ve tüm işçi sınıfı arasında yakın bir işbirliği yaratabilir.” (Kitle İçinde Parti Çalışması, Ekim Yayınları, Aralık 1989, sf. 76)
Bir partinin “mutlak olarak zorunlu ve başlıca görevi”, “en geniş ajitasyonun ve bunun sonucu olarak her yönlü siyasal teşhirin” yürütülmesidir. Suçlu suçüstü yakalanmak ve sıcağı sıcağına “bütün halkın önünde ve her yerde teşhir edilmelidir”! (Lenin)
Kuşkusuz bu görevin bugüne dek yapılmadığı söylenemez. Ama bu yöndeki teşhir ve aydınlatma görevinin on kat, yüz kat büyüdüğü söylenmelidir. Her bakımdan bir büyüme: yüz binlere değil milyonlara seslenmek, araçları zenginleştirmek, ajitasyonu sistemleştirmek.
Demek oluyor ki, yığınların haksızlıklara karşı harekete geçebilmesi için başka şeylerin yanı sıra canlı, sistemli, geniş kapsamlı bir aydınlatma, teşhir faaliyeti zorunludur. Bugün ise bu daha büyük bir önem kazanmaktadır. IMF karşıtı bir programın ilanı, geniş çapta bir teşhir faaliyetiyle birleşmelidir.
Böylesi bir faaliyet pek çok bakımdan enerjinin on katına çıkarılmasını gereksinmektedir. Ama söz konusu olan sadece ajitasyonun niceliğinde bir artış değildir. Durumun gereksindiği, seslenilen kitlelerin genişlemesine ve onların tepki verme durumuna göre bu aydınlatma çalışmasının yeniden şekillendirilmesidir. Bu da ajitasyonun dilinde, içeriğinde ve araçlarında bir gelişme demektir. Bu yazı, halka seslenirken göz önünde bulundurulması gereken bazı noktalara dikkat çekmeyi amaçlamaktadır.
DİLDE YALINLIK VE ANLAŞILIRLIK
Sermaye sisteminin uygulamaları, toplumun IMF’ciler ve IMF karşıtları olarak saflaşmasının tüm koşullarını oluşturmuştur. Bugünkü uygulamaların emperyalistler ile küçük bir grup insana, tekelci sermayeye yaradığı, buna karşılık toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilere ise zarar verdiği artık fabrikadaki işçi tarafından da, kamu çalışanı tarafından da, üretici köylü tarafından da görülebilmektedir. Bu, en geniş yığınlara seslenme bakımından son derece elverişli koşullara işaret eder. Ancak bu yalın tablo günlük hayatta son derece bulanık, karmaşık, içinden çıkılmaz görünür. Hayatın her alanında değişik kılıklar altında, farklı alternatifler izlenimi bırakan son derece kurnaz, deneyimli burjuvazi vardır karşımızda: Bir kolu iktidardır öteki kolu muhalefet. Bir kolu sivildir öteki kolu asker. Bazen muhafazakâr, bazen liberal. Ötede ekonomist, beride uzman. Bazısı “halkın gazetesi”, bazısı “safi gerçek”. Tüm işlevleri bu açık ülke tablosunun emekçilerce görülmesini önlemek üzere çalışmak olan bu güruhun, yaşamın her günkü vesileleri içinde yenilgiye uğratılması; görev böylesine kapsamlı ve zordur.
Bütün bu görüntü, ses ve renk kirliliği ortamında, ayırt edici, farklı, emekçinin ruhunu kavrayan özel bir dilde halka seslenmek gerekiyor. Yani gerçeği anlatmak önemlidir, ama gerçeği doğru bir şekilde anlatmak daha da önemlidir.
Halk, yerli yersiz anlaşılmaz sözcükler kullanan, tumturaklı bir üslupla konuşanlar için ince bir alayı yansıtan şu yargıda bulunur: “Kitabın ortasından konuşuyor!” “Kitabın ortasından konuşmak”, Türkiye soluna sirayet etmiş, devrimci işçi hareketi saflarında bile etkileri görülen bir hastalıktır. Ezberlenmiş formüllerin, kitap sayfalarından alınmış ama gerçek yaşamla çok kabaca ilişkilendirilmiş alıntıların ısrarcı bir tekrarına dayanan, halkı aydınlatmak maksadıyla yapılan, adına da “propaganda-ajitasyon” denilen bu laf kalabalığından “halkımız” az çekmedi. Daha çok 12 Eylül öncesi yükseliş yıllarına özgü olan ve o günün koşullarında bir ölçüde mazur görülebilecek olan bu seslenme dilinin bugün artık kullanılmadığını söylemek doğru olmaz. Halka seslenişteki ve genel olarak sol literatürdeki bu kitabilik, törpülenmiş olarak bugün de yaşıyor. Temelindeki mantık değişmedikçe yaşamaya da devam eder. Kendini her şey, dinleyeni ise her söze inanacak bir cahil olarak görmekten, daha da genelleştirirsek, halka tepeden bakmaktan kaynaklanan bu dil, sosyalizm dalgasının geri düşmesiyle biraz törpülense de özünü korudu. Bugün halka seslenmek iddiasındaki bir dizi grubun yaşattığı bu dil, bir çeşit jargona dönüşmüş bulunmaktadır: Özel bir grubun anlaşmasına yarayan ama toplumun geneli bakımından anlaşılmaz bir dil. Emek hareketinin epey bir zamandır bu kitabilikle, jargonculukla mücadele ettiği bilinmektedir. Uzun yıllardır halk adamı olma, halkçı bir dil, halkçı bir tarz üzerine vurgu yapan ve bu konuda azımsanmayacak bir gelişme sağlamış olan devrimci emek hareketinin bu yanlış anlayışın etkilerini tümden ortadan kaldırabildiği söylenemez. Piyasa sosyalizminin baskısının yansıması olarak emek hareketi bünyesinde de şöyle ya da böyle yaşamaya devam eden kalıntılardan söz etmek gerekiyor. Seslenilecek yığınların artık on binlerle değil, yüz binler ve milyonlarla ifade edildiği bir zamanda emeğin politikacıları, dilde arınmaya daha çok önem vermek zorundadırlar.
Dil, bir anlaşma aracıdır. O halde olabildiğince çok kişi tarafından anlaşılmak hedeflenmelidir. Doğru kullanılmadığı durumda, dil anlaşma aracı olmaktan çıkar, seslenen ile seslenilen arasında bir duvara dönüşür. Zaten “Halkımız” diye başlayan, halka yabancı bir dille kendi ruh halini ortaya döken sayısız bildirinin bu duvarı kalınlaştırmaktan başka bir işe yaramadığını emekçi mitinglerinde, grevlerde her gün gözlemek mümkün.
Dilde yalınlık ve anlaşılırdık, elbette öncelikle en geniş yığınlara seslenirken titizlikle uyulması gereken bir ilkedir. Ama her tür sözlü ve yazılı ajitasyon ve propaganda da konunun elverdiği ölçüde anlaşılır olmalıdır. Halka seslenmek söz konusu olunca anlaşılırlıktan öte bayağı bir dil kullanmaktan yana olan ama ayrıcalıklı bir alan olarak gördüğü teori söz konusu olunca anlaşılmazlık zırhına bürünenler de az değildir. Gerekçesi ne olursa olsun, gerisindeki mantık şudur: Halk anlamaz, ona en kaba gerçekler açıklanmalıdır; teori ise seçkinlerin işidir! Oysaki anlaşılmaz bir dil kullanmak kadar, nasılsa anlamazlar diyerek kaba, basit şemalardan oluşan bir söylem de zararlıdır. Sosyalizm, seçkinciliği geliştirmeyi değil ortadan kaldırmayı hedefleyen bir dünya görüşüdür ve teoriyi aydınlar arası iletişimin konusu olarak görmez, onu yığınlara mal etmeyi hedefler.
Konuya, seslenilen kitleye göre değişiklikler gösterse de bu konudaki ilke şöyle ifade edilebilir: Bayağılığa kaçmadan, içeriği iğdiş etmeden konunun elverdiği ölçüde anlaşılır olmak!
Geçmiş yüzyıllarda yazılmış ve bugün hâlâ zevk alarak okuduğumuz büyük edebi eserlerin son derece anlaşılır, duru, abartısız bir dil kullanmaları tesadüf değildir. Marx, Engels, Lenin, Stalin gibi sosyalizmin büyük öğretmenleri, en karmaşık konuları ele alırlarken bile açık bir anlatım kullanmaya özen gösterdiler. Marx’ın, Lenin’in tamamladıkları eserlerini, bir de anlaşılırlık açısından gözden geçirdikleri bilinmektedir. Bilimsel sosyalizmin tüm temel tezlerini küçük hacmine sığdıran Komünist Manifesto’nun, hem edebi bakımdan son derece parlak, hem de son derece anlaşılır olması sanırız yeterince fikir vericidir. Ve zaten konu üzerinde enine boyuna düşünmemiş olanlar, bilgileri yüzeysel olanlar, çalakalem yazanlar, hem içeriği yansıtan hem de anlaşılır yazamazlar, konuşamazlar. Lenin’in çok güzel ifade ettiği gibi, “anlatımda açıklık kavrayıştaki derinliğin ifadesidir”. Ve çoklarının sandığının tersine üsluptaki anlaşılmazlık, fikrî derinliğin ölçüsü değildir; eğer özel bir amaçla tercih edilmemişse kafa karışıklığının belirtisidir. Bir Çin atasözünün söylediği gibi, yalınlık varılacak son aşamadır. Yalın, anlaşılır yazmak/konuşmak, zor ama gereklidir.
Bilimsel sosyalizm, bir dizi yüksek soyutlamalar sonucunda inşa edilmiş bir dünya görüşüdür. Ama maddi bir güce dönüşmesi için, toplumun eğitim olanaklarından en ez yararlanmış, geri bırakılmış emekçilerce kavranması gerekmektedir. Bilimsel sosyalizmin öğretmenlerinin teorilerini olabildiğince anlaşılır ifade etmelerinin temel nedeni budur. Oysa burjuva dünya görüşünün anlaşılmak gibi özel bir amacı yoktur, hatta kerameti anlaşılmazlığındadır. Burjuvazinin, düşünce hayatına her zamankinden daha çok hâkim olduğu bir zamanda, anlaşılmazlığın bu denli baş tacı edilmesi de bir tesadüf olmasa gerek.
Ama burjuvazi, gerçeği karartmak için anlaşılmazlığı moda haline getirirken, halkı etkilemek, kendine bağlamak için son derece anlaşılır bir dil kullanmaktan da geri kalmıyor. Halkta olumlu etki yaratacak bir söz bulmaları karşılığında, reklâmcılara avuç avuç para ödüyor.
Bu anlatılanlar bakımından çok öğretici olduğu düşüncesiyle, Dimitrov’un 3. Enternasyonalin bir oturumunda dile getirdiği görüşleri içeren parçayı çerçeve içinde sunuyoruz.
SIKICI TEKRARLARDAN, ABARTMADAN VE BASMAKALIPLIKTAN KAÇINMAK
Hatırlardadır. 1978-’80’li yıllarda bildiriler çoğunlukla, “Ekonomik ve siyasi kriz derinleşiyor” diye başlardı. Bu da okuyanda hep aynı bildiriyi okuyormuş izlenimi bırakır, ilgiyi azaltırdı. Bugün ise farklı klişeler örnek gösterilebilir. Elbette, dönemin çok önemli gerçekleri ısrarla vurgulanmalı, tekrarlanmalıdır da. Ama her defasında başka vesilelerle, başka ilişkilendirmelerle. Öyle ki, temel saptamamız, günlük her gelişmenin bağlandığı ana halka olsun. Bugün de bazı temel saptamalar yapılmaktadır. “IMF Programına Hayır” gibi. Her sözlü sesleniş, her bildiri, her çağrı metni, bu temel gerçeği göz önünde bulundurmalı, her günlük sorun bu temel sorunla bağı içinde ele alınmalıdır. Ama tekrarcılığa düşmeden, abartıya kaçmadan. Aksi durumda halk nezdinde sokaklarda aynı sözü tekrarlayarak gezen deli muamelesi görmek kaçınılmaz olur.
Bugün devrimci emek hareketinin yığınlara yönelik aydınlatma faaliyetinde sorunun temel yönleriyle çözüldüğü söylenebilir. Yani, güzel ve başarılı olup olmamak bir yana, açık bir dille, buyurganlıktan uzak, samimi bir üslupla yazılıp konuşulduğu tartışma götürmez. Ama yeterince özenli, araştırmaya dayanan, canlı bildirilerin, konuşmaların sayısı tatmin edici düzeyde değil.
Yaygın olarak kullanılan ajitasyon araçlarından ‘bildiri’ örneği üzerinde konuşursak. Yazılmış bir bildiri, basımdan dağıtıma kadar birçok aşamadan geçer, birçok insanın emeğine, paraya mal olur. Ne var ki, bir dizi güçlük pahasına dağıtılabilen bildirinin yazımına çoğunlukla çok az zaman ayrılır. Yeterince özen gösterilmez.
Hâlbuki bir bildiriden beklenen etki, asıl olarak onun dağıtım şeklinden, taşıdığı imzadan değil, içeriğinden kaynaklanır. Bu nedenle de işe sağlam bir metin oluşturarak başlanmalıdır.
Bildiri, her şeyden önce somut olmalı, seslenilen alanın sorunlarını doğru, abartısız, gerçekçi bir şekilde ortaya koymalıdır. Somuta ilişkin yapılmış bir yanlışlık, örneğin bir fabrikadaki işçi sayısının, sendikanın durumunun vb. yanlış ifade edilmesi, tüm öteki fikirleri de tartışmalı hale getirir. Bu nedenle alanı tanımak, sorunlarını bilmek, acil olanları saptamak işin abc’sidir.
Emekçiye seslenirken, onun hiçbir şey bilmediği, ona her şeyin öğretileceği anlayışından uzak durulmalıdır. Sadece böylesi bir tutum geri tepeceğinden değil bu kaygı. Emekçinin sorunlarını bilmediği doğru değil. Emekçi pek çok şeyi bilebilir, bilir de.
Emekçiye sabah akşam “felaket sömürülüyorsun” demenin ajitasyon değeri yoktur. Önemli olan onun bildiği, her günkü yaşamında farklı farklı zamanlarda karşılaştığı olaylar arasında bağıntı kurmak, kıyaslamalar yapmak, sorunun görünen kısmından hareket ederek, temel soruna doğru genişletmektir. Örneğin işçinin, kötülüğüne her gün her saat tanık olduğu patronu için, “sömürücüdür, hakkını vermiyor,” demek onun bildiğini tekrarlamaktır. Ama “Bak, patronun kârı 40 iken 80 oldu, senin ücretinse yerinde sayıyor,” diyerek inandırıcı rakamlar ortaya kovmak etkili olabilir. Ama ajitasyon burada kesilirse de hedefe ulaşılmış olmaz. Gerçekte, ücretlerin sadece tek bir patronun kâr-zarar hesabına göre belirlenmediği, ücretleri asıl olarak tekelci patron örgütlerinin ve onların tepesinde de IMF’nin belirlediğini inandırıcı örneklerle açıklamak yapılması gerekendir.
GAZETEYİ BİR AJİTASYON ARACI OLARAK KULLANMAK
Aslında günlük işçi basınını dikkatle izlemek, bir ajitatörün ve propagandacının işini son derece kolaylaştıracaktır. Bu saptamayı biraz açmakta yarar var.
Gazete, her şeyden önce doğrudan, etkili ve sistematik bir teşhir, ajitasyon ve aydınlatma aracıdır. Gazeteyi emekçilere ulaştırmak; sırf bu bile emeğin politikalarının emekçiye anlatılmasına büyük bir katkı sunacaktır. Elbette ki, en etkili ajitasyon yöntemi, emekçi ile yüz yüze, sözlü olarak yapılan ajitasyondur. Ama gazete, sözlü ajitasyonun yerine geçirilmiş olmayacak, onu güçlendirici bir işlev görecektir. Gazeteyi emekçiye ulaştırmak, onunla bir ilişki vesilesi olacak, yazılanlar üzerinde tartışmak ise ilişkinin pekişmesini, kalıcılaşmasını sağlayacaktır.
Ayrıca, gazete, ülkenin gerçek gündemini, emekçilerin sorunlarını, çözüm yollarını her günkü olaylarla bağıntı içinde sıcağı sıcağına sunduğu için her emeğin politikacısı için vazgeçilmez bir ajitasyon rehberidir. Fabrikasında, okulunda, mahallesinde işlemesi gereken temel konulan tatmin edici şekilde sunabileceği verilere, yoksulluk istatistiklerine, özelleştirmelerin yol açtığı yıkımlara, sınıf dayanışmasının kazanımlarına vb. binlerce ve binlerce konuda zengin verilere iyi bir gazete okuyucusu olmak sayesinde ulaşacaktır. Böylece konuşması inandırıcı, bildirisi derinlikli, sağlam kanıtlı olacaktır. Emeğin politikacısı, gazete aracılığı ile kendi deneylerini merkezi düzeyde yararlanabilir hale getirebilecek ve aynı şekilde ülkenin başka bölgelerde yürütülen mücadelenin deneylerinden yararlanma olanağı elde edecektir.
Ancak tüm bunlar yapılırken unutulmamalıdır ki, gazete merkezi bir araçtır, sorunları ülke düzeyinde, genel olarak işler. Bu nedenle de, emeğin politikacısı bu genel politikaları yerelleştirmekle yükümlüdür. Yani gazetede yazılanları olduğu gibi tekrarlamak değil, kendi ilinde, ilçesinde, beldesinde yaşanan sorunlarla birleştirerek anlatmak, politikayı somutlamak, merkezi politikalara yerel ayaklar kazandırmak gerekmektedir. Diyelim ki, bir partili gazetesi aracılığı ile IMF karşıtı bir halk programının maddelerini okudu. Bu maddeler elbette kendi alanını da kapsayan bir genellik taşımaktadır. Ama bu genel taleplerden hangileri alanı için önceliklidir veya talepler listesinde olmayan ama bölge içinse önem taşıyan özgün talepler var mıdır? Partili işte bütün bu soruları düşünmüş olarak bölgesinde bir faaliyet yürütecektir. Talepleri işlerken, bölgesinde yaşanan somut sorunları örnek verecek, bölge emekçisinin kendi sorunu ile ülke sorunu arasındaki bağı görmesine yardımcı olacaktır vb.
YIĞINLARDAN ÖĞRENMEK
Emeğin partisi, daha ilk gününden başlayarak yığınları edilgen bir cahil kalabalığı olarak gören anlayışlara karşı savaş başlattı. Parti ile yığınlar arasındaki ilişkinin karşılıklı etkileşime dayanan bir süreç olduğunu, kitlelere öğretirken aynı zamanda kitlelerden öğrenmek gerektiğini sürekli vurguladı, bu saptamaya uygun davrandı. Bu saptama, ajitasyon, mücadele biçimleri, sloganlar söz konusu olduğunda çok daha yaşamsaldır. Yetkin bir halk örgütü olarak parti, engin halk tecrübesinden, kültüründen, folklorundan süzülüp gelmiş olumlu değerleri, destanları, şiirleri, deyimleri, fıkraları, atasözlerini kendi cephaneliğine katmalıdır. Bu, halkla bağ kurmayı kolaylaştıracak, halkın ruhunun kavranmasına yardım edecektir. Ama halktan öğrenmek, sadece onun tarihi birikiminden öğrenmek değildir. Yanı sıra ve hatta asıl olarak emekçilerin yürüttüğü günlük mücadelenin derslerinden öğrenmek, ajitasyon araçlarını, yöntemlerini, dilini, sloganlarını bu gözlem ve ilişki içinde şekillendirmek zorundadır.
En büyük öğretmen canlı sınıf mücadelesi pratiğidir. Bunun en sağlam kanıtı son 10–15 yıllık emekçi mücadelesidir. Mücadele halindeki emekçiler, en mükemmel masa başı sloganlarını, eylem biçimlerini aşan bir zenginlik ve yetkinlikte örnekler sundular. Emekçiler bunun son bir örneğini ise 1 Aralık eylemleri sırasında verdiler. Sırf dövizlere yazdıkları sloganlar bile, emekçilerin sezgilerinin, yaratıcılıklarının gelişkinliğini göstermektedir. Emeğin politikacılarının yapması gereken ise, meydana çıkan bu tekil örnekleri genelleştirmek, bilinçli bir planın unsuru haline getirmek ve genelleşmiş bir slogan olarak yeniden emekçiye sunmaktır.
Burada bir nokta daha beliriyor. Ajitasyonumuzun öfke düzeyi ve tonunu belirlerken kitlelerin ruh halini hesaba katmak zorunludur. Kitlelerdeki uyanışın, öfkenin seyrine bakmadan, atılan keskin sloganlar, belki atanı tatmin edebilir ama her zaman devrimci bir işlev görmez. Çeşitli küçük burjuva dergilerin manşetlerinde, dağıttıkları çağrı, bildiri vb. de kır, parçala, yık gibi emir kipiyle kurulmuş sayısız slogan okuyabilirsiniz. Bütün bunlar, bunu yazanların öfkeli kişiler olduğu konusunda bir fikir veriyor, seslenilenlerin bu emirleri uygulayacağına ise kendileri de zaten inanmıyor. Ama bunu yapanlar için amaç, emekçileri bu doğrultuda harekete geçirmek değildir, bunu iletmiş olmaktır.
Ajitasyonumuz, emekçiyi sarsmak, ruhunun derinliklerine gizlenmiş aslanı uyandırmazdır. Haksızlığa karşı öfkesini, kazanma inancını, coşkusunu yükseltmelidir. Bunun için de onun mevcut durumundan yola çıkmak, şu an içinde bulunduğu ruh halini bilmek önem taşır.
ALIŞILMIŞ KALIPLARIN DIŞINA ÇIKMAK
Halka seslenmek, ajitasyon denince hep aynı araçların kullanılması anlaşılır çoğunlukla. Bir gerçeğin bin bir çeşit anlatma biçimi olduğu gibi bin bir çeşit anlatma yolu da vardır. Elbette yararları tarihsel deneyle sabit araçlardan vazgeçilsin demiyoruz. Bunlar (bildiri, afiş, çağrı) elbette sürekli kullanılacak araçlardır. Ama durumun, bölgenin özelliklerine göre daha başka bir dizi aracı kullanmaya da açık olmak, çıkan olanakları değerlendirmek, yeni yollar, araçlar geliştirmek, üzerinde kafa yorulması gereken konulardandır. Nerede hangi aracın kullanılacağı somut duruma göre belirlenmelidir, ama alışılmış yöntemlere hapsolunmamalıdır. Bugün bildiri, yarın afiş, bir başka gün çağrı metni. Bazen imza toplamak, bazen duvar gazetesi hazırlamak, bazen kahve toplantısı bazen de panel düzenlemek etkili olabilir. Çevremize dikkatle baktığımızda yaşamın bu sayılanlardan çok daha fazla, çeşitli araçlar sunacağı kesindir. Yeter ki, partililer bir rutine kaptırıp var olan araçlarla sınırlamasınlar kendilerini.
Özellikle halkın son derece duyarlı, sermaye ve iktidara karşı öfkeli ancak devrimci emek örgütüne karşı ise güvensiz olduğu ortamda yığınlarla yüz yüze ilişkinin yeri başka hiçbir araçla doldurulamaz. Emeğin politikacıların tam bir güvenle halkın içine girmeleri için koşullar son derece elverişlidir. Sözünün arkasında duracak başka bir güç yoktur. Rüşvetle, yalanla, rantiyecilerle bağı olmayan ikinci bir odak yoktur. Emeğin politik örgütü, gerçeğin sözcüsü olarak alternatifsizdir. IMF’ye karşı bir halk programı oluşturma süreci, aynı zamanda partinin tüm örgütlerinin meşru, kendine güvenen bir güç olarak toplum önüne çıkmaları süreci olarak yaşanmak zorundadır. Açık kimliği ile kendine güvenle, yüksek moralle, korsancılıktan uzak, tüm toplum katında meşrulaşmaya dönük, tüm burjuva partilerle halk önünde seviyeli bir şekilde hesaplaşmaya hazır parti örgütleri toplamı; sürecin ihtiyaç duyduğu parti bir yönüyle de böyle olmak zorundadır.
Şubat 2001
EK-1
YAZARKEN VE KONUŞURKEN İŞÇİLERİ DÜŞÜNÜN – Georgi Dimitrov
İkinci şart, Üçüncü Enternasyonalin ve Bölümlerinin aldığı kararların geniş halk kitlelerinin kendi kararları haline getirilebilmesidir. Bu, şimdi, birleşik işçi cephesini örgütlemek ve geniş halk kitlelerini anti-faşist bir Halk Cephesine çekmek görevini yüklendiğimiz günlerde daha da gerekli olmaktadır. Lenin’in politik ve taktikçi dehası partinin, sloganlarını ve doğru hareket çizgisini halk kitlelerine kendi deneyleriyle anlatmaktaki ustalığından doğmuştur. Bolşevizm’in tarihini devrimci işçi hareketinin politik strateji ve taktiklerinin bu en büyük hazinesini incelersek, Bolşeviklerin kitlelerin öncülüğü yöntemlerini, Parti öncülüğü yöntemlerinden her zaman daha üstün tuttuklarını görürüz.
Bunların yanı sıra, eğer halkın anladığı dilde konuşmayı öğrenmezsek, kitlelerin kararlarımızı anlamayacağını da iyi bilmemiz gerekir. Çoğu zaman basit, somut, kitlelerin yadırgamayacakları ve anlayabilecekleri bir tarzda konuşamıyoruz. Dilimizi ezbere bildiğimiz soyut formüllerden hâlâ temizleyemedik. Bildiriler, gazete yazıları, kararlar ve tezler öyle ağır bir üslup ve dille yazılmaktadır ki, bunları değil İşçi kitleleri, Parti görevlileri bile zor anlamaktadır.
Yoldaşlar, bu yazıları okuyan ve dağıtan işçiler, özellikle faşist ülkelerde, hayatlarını tehlikeye atmaktadırlar. Eğer bütün bu fedakârlıkların boşuna gitmesini istemiyorsak, halk kitleleri İçin yazdıklarımızı onların dilinde yazmalı, bunun gerekliliğini çok iyi anlamalıyız.
Bu mesele sözlü propagandalarımızda da aynı derecede önem kazanmaktadır. Faşistlerin bu konuda birçok yoldaşımızdan daha becerikli ve esnek davrandıklarını inkâr edemeyiz.
Burada, Hitler’in iktidara geçmesinden önce ve meşhur dolandırıcı ve spekülatör Sklarek kardeşlerin birkaç ay süren duruşmaları sırasında Berlin’de yapılan bir işsizler toplantısından söz etmek istiyorum. Bir Nasyonal Sosyalist, toplantıdaki konuşmasında, Sklarek kardeşlerin duruşmasını kendi işine gelen bir biçimde yorumladı. Sklarek kardeşlerin dolandırıcılığını, rüşvetçiliğini ve diğer suçlarını anlattı, aylardır sonuçlanmayan davanın Alman halkına yüz binlerce marka mal olduğunu belirtip büyük bir tezahürat eşliğinde Sklarek kardeşler gibi soyguncuların hemen öldürülmesi ve dava için harcanan paranın da işsizlere dağıtılması gerektiğini söyledi.
Sonra bir Komünist kalktı ve söz istedi. Önce söz vermek istemeyen başkan, Komünistin sözlerini duymak isteyen dinleyicilerin baskısına dayanamadı ve söz vermek zorunda kaldı. Komünist kürsüye çıktığı zaman, herkes büyük bir heyecanla, söyleyeceği sözleri bekliyordu. Neler söyledi biliyor musunuz? Yüksek ve güçlü bir sesle:
“Arkadaşlar,” diye söze başladı, “çalışmalarını yeni bitiren Üçüncü Enternasyonal Genel Kurulu, işçi sınıfının kurtuluş yolunu göstermiştir. Bu yolda size düşen görev arkadaşlar, “İşçi sınıfının çoğunluğunu kazanmaktır. Genel Kurul İşsizlerin hareketlerinin ‘politikleşme’si gerektiğini belirtmiştir. Genel Kurul bizden politik seviyenin yükseltilmesini istemektedir.”
Genel Kurulun kararlarını işsizlere açıklayarak sözlerine aynı havada devam etti.
Böyle bir konuşma işsizleri etkileyebilir miydi? İşsizler kendilerini daha yüksek bir seviyeye ulaştırmak için önce politikleştirmemizden, sonra devrimcileştirmemizden, daha sonra da harekete geçmemizden hoşnut olabilirler miydi?
Oturduğum köşede, yapılması gereken şeyleri somut bir biçimde ağzından duymak istedikleri Komünisti sabırsızlıkla kürsüye çağıran işsizlerin esnediklerini sıkıldıklarını gösteren hareketler yaptıklarını görüyordum. Başkanın konuşmacının sözünü küstah bir davranışla kesmesi ve dinleyicilerin de buna karşı çıkmaması beni hiç şaşırtmamıştı.
Propaganda çalışmalarımız içinde bunun bir sürü örneği vardır. Böyle şeyler yalnız Almanya’da da olmamıştır. Bu tip yapılan propaganda insanın kendi davasına karşı propaganda yapmasından pek de farklı değildir. Raporumu okuduğum sırada Başkan; Yoldaş Kusinen, Kongre üyelerinden bana verilmek üzere ilgi çekici bir mektup aldı. Bu mektubu okuyorum:
“Aşağıdaki meseleyi konuşmanızda lütfen Kongreye getirin. Üçüncü Enternasyonal’in alacağı kararlar yalnız eğitilmiş komünistlerin değil, Üçüncü Enternasyonal kararlarını okuyan her işçinin de komünistlerin istediklerini, komünizmin insanlığa getireceklerini, önceden bir eğitim görmeden anlayabilecekleri bir biçimde yazılmalıdır. Bazı parti liderlerinin unuttukları bu nokta kendilerine, hem de kuvvetle hatırlatılmalıdır. Propagandamız açık bir dille yapılmalıdır.”
Bu mektubu yazanın kim olduğunu kesinlikle bilmiyorum ama bu yoldaşın, mektubunda, milyonlarca işçinin isteğini ve düşüncesini seslendirdiğinden hiç kuşkum yok. Birçok yoldaşımız kitlelerin çoğu zaman anlayamayacağı oturaklı sözlerin ve sayısı kabarık formüllerin daha güçlü bir propagandaya yol açacağını sanıyorlar. Bu arada bazı yoldaşlar Lenin’in her zaman halk dilinde, kitlelerin hemen anlayabileceği bir tarzda yazdığını ve konuştuğunu da unutuyorlar.
Hepimiz şu cümleleri bir kanun, Bolşevik kanunu, temel bir kural bilelim: Yazarken ya da konuşurken sizi anlaması, size inanması ve sizi izlemesi gereken işçileri düşünün. Kendisi için yazdığınız, kendisi için konuştuğunuz insanları unutmayın.
(Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekim Yay. 1989, sf. 239–241)
EK-2
TARİHSEL BİRİKİMDEN YARARLANMAK
Kitleler içindeki teşhir ve aydınlatma çalışmasında birikmiş deneye başvurmak son derece yararlı, gereklidir. İşçi sınıfı, iki yüzyıl boyunca dünyanın değişik bölgelerinde, kimisi başarı kimisi yenilgiyle sonuçlanan sayısız büyük mücadeleler vermiş, bu mücadeleler içinde tarihsel ve güncel değeri büyük çok önemli ajitasyon materyalleri ortaya çıkarmış, büyük hatipler-ajitatörler yetiştirmiştir, işçi sınıfının uluslararası mücadele deneylerinin genelleştirilmiş ifadesi olarak bilimsel sosyalizm de sorunu çok yönlü olarak işlemiştir. Ülkemiz tarihi de, eleştirel bir değerlendirme ile yararlanılabilecek olumlu bir birikime sahiptir.
Aşağıda iki örneğe yer veriyoruz. Biri ülkemizden, öteki ise Almanya’dan.
Toplumcu öykücülerimizden Adnan Özyalçıner’in bir öyküsüne de konu olan Paşabahçe işçilerinin bildirisi, grevci işçilerin amaçlarını halka anlatmak için kaleme alınmış. Yalınlığı, meramını içten bir samimiyetle, anlaşılır bir halk diliyle anlatması bakımından dikkat çekici.
Ötekisi ise, Almanya’nın Hessen Prensliğinde yaşayan emekçilere sesleniyor. Henüz 22 yaşındaki ateşli Georg Büchner tarafından yazılan bildiri Marksizm öncesi dönemde yazılmış olmasına karşın, emekçileri toplumsal hareketin öznesi olarak görüyor, egemen sınıflara acımasızca saldırıyor.
Emeğin politikacıları, şekilciliğe düşmeden, farklı durumlar arasında kaba paralellikler kurmadan bu tarihsel mirastan yararlanmalıdırlar. Çerçeve içinde sunulan iki örneğe sayısız örnek eklenebilir. Burada özellikle Lenin’in doğrudan emekçilere seslendiği Kır Yoksullarına adlı kitapçığı anmak isteriz. Bu kitapçık, başka birçok özelliğinin yanı sıra hem geniş kitlelere seslenirken dikkat edilmesi gereken anlaşılırlık ve inandırıcılık, hem de bir kesime özgü güncel taleplerle genel siyasal taleplerin ustaca birleştirilişi bakımından dikkatle incelenecek niteliktedir.
GREV BİLDİRİSİ
Biz işçiyiz. Paşabahçe’de bir fabrika şişe ve cam yapar, orada çalışırız. Beyoğlu’nda da süslü bir mağazası var. Tabaklar bardaklar görürsünüz de İftihar edersiniz: İşte onları yaparız biz. 1800 derece sıcaklığın altında çalışırız. En eskimiz, 30 seneyi dolduranımız, vergiler dâhil, saatte 150 kuruş, günde 12.00 TL alır. Saatte 55 kuruş, 80 kuruş, 90 kuruş alanımız vardır. Ortalaması 125 kuruştur. … Ve biz de greve başladık.
Fabrika devletin malı, zararı devlete biniyor. Kocatopçu tıkır tıkır maaşını alıyor, zarar ettiği yok. Bize hak vermemek için neler yapmadı ki. En son haberimiz olmadan protokol imzalattı. Sonuçta gene bize bir şey vermedi. Üstümüze tabancalı adamlar geldi. İki arkadaşımız hastanede. Fabrika kapısına ekmek astılar, pencereden tulumba tatlısı gösterdiler, arkadaşlarımız hapishanede yattı.
Bugün 80 günü geçti, gene de hakkımızı istiyoruz. Dağlarda ebegümeci topluyoruz, labada topluyor, balık olursa oltayı alıp koşuyoruz. Evde fazla eşya vardı kilim, mintan, iskemle gibi. Onları da satıyoruz. Ölüm Allanın emri, ama bu adam bizimle masaya oturmalı, mahkeme kararına, Yargıtay kararına uymalı. Bu adamın hem devlete milyonlar zarar vermeye, hem de bizleri süründürmeye ne hakkı vardır?
… Hâlbuki fabrikanın bir günlük zararını, bize zam diye verse mesele hallolur.
(Bu bildirinin de içinde yer aldığı bildiri ile aynı adı taşıyan öykü için bkz Emek Öyküleri–2, Evrensel Basım Yayın, 1998)
“KULÜBELERE BARIŞ! SARAYLARA SAVAŞ!”
“Zenginlerin hayatı hiç bitmeyen bir şölen. Saraylarda yaşıyor, güzel elbiseler giyiyorlar. Yüzleri parlak, konuşmaları ise seviyeli. Halk ise tarladaki gübre. Fransız halkı, 1789 yılında, üç kez yüzülen sığır olmayı reddetti… Yüce Hessen Prensliği’nde 718 bin 313 vatandaş yaşamakta. Bunlardan 700 bini kan ter içinde çalıştığı halde aç kalıyor. Bu devlete de 6 milyon Gulden ödüyorlar. Bu paralar, halkın vücudundan emilen kanlı vergiler. Vergiyi İse güya devlet hesabına alıyorlar. Sülükler hükümetin arkasına gizlenmiş, hükümet ise devlet düzeninin varlığı için kan emmenin gerekli olduğunu söylüyor.
Alman Anayasası ne ifade ediyor? Hiçbir şey. Boş saman balyası. Taneleri prensler tarafından yutulmuş, geri kalanından ise saman yapılıyor. Parlamento ne işe yarıyor? Hantal bir at arabasından başka bir şey değil. Eşkıya prensler ve bakanlar, bu at arabasının karşısına çıkarak daha da ağır hareket etmesine neden olurlar. Onlardan özgürlük bahşetmelerini beklemek yanlış olur. Seçim yasalarımız ne ifade ediyor ki?
Hessen Parlamentosu çok iyi çalışabilse ve yüce prensliğin doğru dürüst bir anayasası olsaydı bile, sağlayacağı refah düzenine derhal son verilirdi. Çünkü Viyana ve Berlin’in akbabaları pençelerini uzatıp bu küçük ülkenin özgürlüğünü hemen boğarlardı. Sayın vatandaşlar, tüm Alman halkı özgürlüğünü kazanmalıdır. Bu günler uzak değildir. Çok yakında da söylenen şu yüce sözler gerçekleşecektir: Almanya tekrar doğacak. Açın gözlerinizi ve sizi soyanların sayısını hesaplayın. Onlar, sizden emdikleri kan ve istemeden katıldığınız ordu sayesinde güçlüler. Ordu ise sizin oğullarınızdan ve kardeşlerinizden oluşmakta…
Hessen Köylülerine!
Bu kâğıt, Hessen’deki gerçekleri anlatmak zorunda. Ama gerçeği söyleyeni asarlar her zaman. Hatta gerçeği okuyanlar bile şerefsiz hâkimler tarafından mahkûm edilirler.
KULÜBELERE BARIŞ! SARAYLARA SAVAŞ! “
(Ateşi Çalmak–1, G. Serebryakova, Evrensel Basım Yayın, 3. basım-, sf. 135–137)