Halka güvensizliğin sloganı: “bu halk adam olmaz!”

Ciddi bilimsel oturumlardan halk kahvelerine kadar her yerde sıkça tekrarlanan bir yargı vardır: “Bu halk adam olmaz!” Öyle ki ve ne acı ki, bu halktan bir şey çıkmayacağına dair kanı, kendisinden bir şey çıkmayacağına hükmedilenler tarafından da benimsenmiştir.
Üzerinde düşünülmeden, çoğu zaman da sırf “muhabbet olsun” diye dile getirilen bu yerleşik kanı, son Şubat krizinin ardından da çarpıcı bir şekilde sergilendi. Kimi, kriz karşısındaki eylemlerin zayıflığını; kimi, emekçilerin bilinçsizliğini ve bilinçsizce eylemlerin gericiliği yükselteceğini öne sürerek bu halka güven olmaz dediler. “Bu halkı sömürüp posasını çıkartsan bile kılı kıpırdamaz” diyenler, örgütsüz halk kesimleri öfkelerini sokağa taşırdığında ise, “bu eylemlerden faşizm doğar” demeye başladılar. Ve bildik o eski nakarata dönüldü. Bu halk adam olmazdı, bu halka güven olmazdı vesselam!
Bu kanının nereden ve nasıl gelip mutlak bir gerçeklik gibi insanların zihnine yerleştiği tartışılabilir, ama sıradan kahve müdavimleri kadar aydınların, ilerici örgütlerin de bu anlayışta oldukları tartışılamaz. Söylemlerinde halktan, halkın devrimci özelliklerinden vb. söz edenlerin aslında buna inanmadıklarını anlamak için davranışlarına, eylem çizgilerine şöyle bir göz atmak yeter.
İddiamızı daha da ileriye götürebiliriz: Devrimci emek hareketi saflarında da bu anlayışın yansımalarını bulmak mümkün. Evet, parti yayınları, genelgeleri daima “halk adamı” olmayı, halkın devrimci özelliklerini açığa çıkarmayı, halka güvenmeyi işliyor. Militanlar da samimi olarak bunu benimsemeye çalışıyorlar. Ama halk denilen o karmaşık yapıyla karşı karşıya geldiklerinde, kapıdan kovulduklarında, alaya alındıklarında, aldırmazlık ve lakaytlıkla karşılandıklarında… “yahu gerçekten de…” diye başlayan sızlanmalarda bulunuyorlar.
20 yıl arayla yaşanmış iki çarpıcı örneğe yer vermek istiyoruz:
Örnek 1: Yıl 1978. Devimci muhalefet hareketinin dalga dalga yayıldığı, “halkımız” diye başlayan bildirilerin, çağrıların yaygın olduğu bir dönemdir. Bir köy kahvehanesinde geniş katılımlı bir toplantı yapılmaktadır. Kürsüdeki konuşmacı, çoğunluğunu yaşlı ve orta yaşlı köylülerin oluşturduğu dinleyicileri süzmekte ve “halkımız erdemlidir, halkımız fedakârdır, halkımız yiğittir…” şeklinde övücü sözler sarf etmektedir. Konuşma biter, hatip alkışlar arasında yerine otururken sadece yanındakilerin duyabileceği bir sesle fısıldar: “Halkımız ottur!”
Örnek 2: Yıl 1998. Devrimci emek partisi, aktüel gelişmeler ve taktik çizgisi hakkında görüşlerini aktarmak ve onların katkılarını almak üzere aydınlarla bir toplantı düzenlemiştir. Konuşan partililer, emekçi saflarda büyüyen öfkeden, özelleştirme karşıtı eylemlerden vb. söz ederler ve aydınların enerjilerini emekçilerle birleştirme çağrısında bulunurlar. Söz alan bir yazar, emekçi denilen bu kalabalıkların gericilerin peşinden gittiğini, gerici partilerin iktidara gelmesinin sorumluluğunun onlara ait olduğunu, toplumun öncüsünün yine de burjuvazi olduğunu büyük bir rahatlıkla dile getirir…
Kimse bu örnekleri ayrıksı olarak nitelendiremez. Tersine, genel anlayışın yansıması oldukları rahatlıkla söylenebilir.
Devrimci saflarda dahi etkileri görülen, dile getirilmese de içten içe hak verilen bu anlayışın kesin bir şekilde mahkûm edilmesi gerekiyor. Ama bunu yaparken de halkın devrimci potansiyelinin nereden kaynaklandığı, nasıl açığa çıkacağı, mevcut gerici etkilenmeler vb. konularda hatırlatmalar yapmak gerekiyor.

HALKA KARŞI GÜVENSİZLİĞİN TARİHSEL VE GÜNCEL KAYNAKLARI
Bu son derece yanlış bir anlayışın böylesine kolayca ve tartışılmadan benimsenebilmesinin başlıca iki nedeninden söz edebiliriz.
İlki günceldir, emekçi çoğunluğunun gerici, din istismarcısı sermaye partilerine oy vermiş ve verecek oluşundan, devrimci çağrılar karşısındaki kayıtsızlığından besleniyor. Halkın erdemlerine, devrimci dinamizmine, şanlı tarihine dair genel kavramları mekanik olarak benimsemiş bir devrimci, halkı oluşturan tek tek emekçilerle yüz yüze geldiğinde düş kırıklığına uğruyor. Hakkında o kadar methiyeler dizilen halk bu mu, diye şaşırıyor. Apaçık gerçekleri dile getiriyorum, bana mısın demiyor; patronlar ekmeğinin yarısını koparıp alıyorlar, isyan etmiyor; işletmesi özelleştiriliyor, dur bakalım ne olacak deyip kayıtsızlığını koruyor, IMF’nin adamı olduğu ayan beyan ortada olan Derviş için bile acaba memleketi düzeltir mi diye umut besliyor. Bu nasıl halk? Bu türden yakınmaları, erken bir başarı umudu ile yaptığı hamle hüsranla sonuçlanmış iyi niyetli, ama kavrayışı sığ pek çok solcudan duyabilirsiniz. Eğer kaba bir mantıkla bakılırsa haksız da sayılmazlar. Memleketin adeta bir sömürgeye dönüştürüldüğü, emekçilerin hızlı bir yoksullaşma süreci yaşadıkları bir zamanda, dur bakalım Derviş ne yapacak diyen bir halk nasıl devrimci olabilir?
Birincisinin oluşmasına önemli katkısı olan diğeri ise tarihsel/gelenekseldir ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e muhalefet hareketinin bir üst tabaka hareketi olarak gelişmesi, aydınların emekçilerle birleşmek yerine dışardan ve/veya devlet içindeki bürokratlardan gelecek desteğe bel bağlamaları sonucunda oluşmuştur. Özgürlük Dünyası’nın geçmiş sayılarında değişik vesilelerle üzerinde durulduğu gibi. (Bunlar arasından “Proletarya ve Önderlik Sorunu” başlıklı yazı örnek gösterilebilir, sayı: 62, Aralık 1993) Gerek 19. yüzyıldaki demokratikleşme hareketleri gerekse de 20. yüzyıldaki hareketler, halka dayanmak yerine gözünü üst sınıflara dikmiş, emekçi sınıf eylemlerini ise kendi projelerinin haklılığını ortaya koyan karışıklıklar olarak görmüşlerdir. Halkı kurtarma işini halktan değil, üst sınıfların iyi niyetli mensuplarından beklemişlerdir. O günkü koşullarda bir ölçüde anlaşılır olan tutum bugüne taşınırsa, Murat Belge’nin çerçeve içinde yer verdiğimiz yazısı türünden halk düşmanlığı çıkar karşımıza.
Hal böyle olunca, halka güvensizlik rahatlıkla dile getirilebilir bir “hakikat” olabiliyor. Böylelikle halkta bir cevher bulunamayınca da halk dışında dayanılacak bir güç aramak zorunlu oluyor. Kimisi bu gücü “öncü devrimciler”in eyleminde, kimi orduda, kimi ise doğrudan doğruya sermayede görüyor.
İş, bakın nereye varıyor; Halkın dertleri ve sıkıntılarını ortadan kaldırmak üzere yola çıkılıyor, Bu halktan (öteki halklara bir diyeceğimiz yok, ama bizim halkta iş yok!) bir şey beklenemeyeceği, halkın karşı-devrimi güçlendirdiği kanaati hâsıl oluyor. Halkın nereye varacağı bilinmez taşkınlıkları karşısında sermayeye, orduya sığınılıyor. Böylece somut sorunlara ilişkin taktikler de şöyle şekilleniyor: Kürt sorununu TÜSİAD çözsün, şeriatı ordu önlesin, modern dünyaya uyum sürecine sermaye öncülük etsin…

DEVRİMCİLİK VE TOPLUMSAL KONUM
Devrimci literatürün halkın, daha dar anlamda konuşursak proletaryanın devrimci özelliklerine dair yaptığı saptamalar, vurgular geneldir, bütün zamanlar ve bütün ülkeler için geçerlidir. Ancak halk denilen kategoriyi oluşturan emekçiler, tanrısal bir kudretle iyi, doğru, erdemli, cesur, adil olarak yaratılmış insanlar değildir. Emekçiyi devrimci kılan, toplumsal üretim sürecindeki rolü, maddi konumudur. Emekçi farkında olsun veya olmasın, kendi talepleri için girdiği her eylem sermaye egemenliğinin temellerini sarsar, emekçilerin eylemleri tarihsel hareketin motorunu oluşturur.
Yani bir sınıfı devrimci veya gerici kılan, o sınıfın üretim sürecindeki rolü, üretim araçları karşısındaki konumu, gelişecek olan toplumsal sistemle ilişkisidir. O sınıfın kendi konumunun bilincine varmamış olması, onu nesnel bakımdan devrimci olmaktan çıkarmaz. Veya bazı mensuplarının kendi toplumsal konumuyla taban tabana zıt bir noktada bulunması, o sınıfın devrimci potansiyelini gölgelemez; tıpkı burjuva aydın bir tabakanın kendi sınıfı yerine proletarya saflarına geçmesinin, o sınıfı gerici bir sınıf olmaktan çıkarmaması gibi.
19. yüzyılın Marksizm-öncesi sosyalizm akımları da proletarya ile yoksullar ile ilgileniyorlardı. Proletaryanın yaşam koşullarını düzeltmeye çalışıyorlardı. Tüm sınıfların vicdan sahibi mensuplarını da bu projelerine kazanmaya çalışıyorlardı. Yani onlar, emekçinin yaşam koşullarını düzeltecek bir sistemi, emekçilerin dışındaki sınıflardan bekliyorlardı. Marksizm ise, proletaryanın kurtuluşunun ancak kendi eseri olabileceğini ortaya koydu, onun devrimci niteliğini keşfetti. O güne kadar Marx’la dayanışma içinde olan birçok aydın-felsefeci, “kaba güce sahip bu cahil kalabalığı” baş tacı ettiği için Marx’a cephe aldı. Oysa Marx’ın yaptığı duygusal bir tercih olmanın ötesinde, kapitalizmi ortadan kaldırıp sınıfsız bir toplumu kurmaya muktedir yegâne sınıf olarak proletaryanın tarihsel rolünü bilimsel bakımdan kavramış olmasıydı.
Tüm bu nedenlerden dolayı, bir sınıfın belli bir andaki durumuna, durgunluğuna, hatta apaçık sessizliğine bakarak o sınıfın devrimci olmadığına hükmetmek ve aynı şekilde bir sınıfın belli bir anda gösterdiği eylemlilik durumuna bakıp onu “en devrimci” ilan etmek bayağı bir yaklaşımdır. Böylesi bir bakış açısı 2001 yılının Nisan ortasında Türkiye’ye baktığında en devrimci sınıf olarak esnafları görmek zorundadır. Oysa esnaf emekçi bir tabaka olmakla birlikte, yeni bir düzenin temsilcisi olamaz, ara bir tabakadır. Proletarya ise belli bir anda sessiz olsa bile, üretim sürecinin en kritik noktasında bulunur, hayatı yaratma ve durdurma gücüne sahiptir, özel mülkiyetten yalıtık olduğu için de özel mülkiyetin, sömürünün olmadığı bir dünyayı yaratma gücü onun ellerindedir.
Pek çok burjuva aydını bu temel gerçeği yadsıyamadığı için, bu halktan bir şey çıkmaz düşüncesine dayanak bulmak üzere, “proletaryanın devrimci olduğu günler eskilerde kaldı, o şimdi refaha kavuştu, patronla birlikte üretim planlaması yapıyor” diyorlar. Onu devrimci kılan koşulların değiştiğini ispat etmeden, proletaryanın devrimci rolünün bittiğini söylemek bir demagojiden öteye geçemez. Ve zaten proletaryanın nasıl “refaha kavuşmuş olduğu” da gözler önünde. Devletin rakamlarıyla dahi ücret ortalaması yoksulluk sınırının altında “refah içinde” bir sınıf!

POTANSİYELİN AÇIĞA ÇIKMASI
Emekçi sınıfın nesnel bakımdan devrimci olması, sınıfa mal edilen devrimci sınıf özelliklerinin sürecin her anında, sınıfın her bir bireyinde rafine bir şekilde dışa vuracağı anlamına gelmez. Bütün bu söylenenler sınıfın sahip olduğu potansiyel özelliklerdir. Bu özellikler, özel bir tarihsel anda, sınıfın kitlesel olarak girdiği eylem içinde, sınıf örgütlenmeleri içinde açığa çıkar.
Sınıf kendini eylem içinde tanır, kendi konumunun gerçek bilincine ise politik eylem sürecinde varır. Devrimler, halkın devrimci özelliklerinin tüm zenginliği ile sergilendiği “tarihsel bayramlardır”. Gizli kalmış, bastırılmış, dile getirilmemiş tüm özellikler devrim anında bir patlama halinde dışarı vurur. Yaratıcılığın, paylaşımcılığın, örgütlenme yeteneğinin en gelişkin örnekleri sergilenir. Bu büyük toplumsal çalkantı, içinden büyük hatipler, örgütçüler, şairler, sanatçılar çıkarır.
Tarihin büyük devrimlerinde bütün bunlar yaşanmıştır. Ülkemiz tarihinden de buna sayısız örnekler gösterilebilir. Nâzım’ın dizeleriyle ölümsüzleşen Kara Yılan, cephane taşıyan kadınların içinde yer aldığı emperyalist işgale karşı savaş yıllan, 1960’lardan günümüze yaşanan fabrika işgalleri, uzun grevler, büyük işçi eylemleri sınıfın, halkın devrimci özelliklerini ortaya koyduğu anlar olmuştur. O güne kadar parti, mezhep, bölge farklılıklarının böldüğü işçiler kelimenin gerçek anlamıyla “bir yürek bir yumruk” gibi kenetlenmiş, eylem içinde geleceğin dünyasına ait tomurcuklar belirmiştir. Ve eylem, o güne dek, bu halktan bir şey olmaz diyenleri de halkın yüce nitelikleri üzerine nutuk atan dalkavuklar haline getirmiştir; tabii dalga geri çekilene kadar.

KABUĞUN İÇİNDEKİ ÖZE ULAŞMAK
Halkın devrimci özellikleri, eylem anında bir anda gökten zembille inmez. Söz konusu olan, kendisinde bulunmayan bir niteliğin bir anda bir dış etki tarafından ona kazandırılması değil, doğasında bulunan ama serpilip gelişme olanağı bulamamış özelliklerin uygun koşullar altında açığa çıkmasıdır. Bu anlamıyla da, halktaki ilerici, devrimci özelliğin izleri olağan, durgun dönemlerde de izlenebilir, eylem anındaki kitlesellik ve gelişkinlikle olmasa da açığa çıkarılabilir, işlenebilir.
Ama halkın bu özellikleri, burjuva yaşamın etkilerinden, geleneksel tortulardan, dinsel inançların uyutuculuğundan, popüler kültürün avutuculuğundan oluşan bir kabuk içine hapsedilmiştir. Bu nedenle, ona mekanikçe bakan, değerlendirmesini görünüş unsurlarıyla sınırlayan tepeden bir bakış sadece bu kabuğu görür. Evet, halk dediğimiz heterojen kitleyi oluşturan insanlar ile atölyelerde bağırta bağırta arabesk dinleyen, mahalle kahvesinde kâğıt oynarken küfürleşen, futbol takımının galibiyetini sokakta tepinerek kutlayan, eve gelince karısına kötek atan… insanlar aynı insanlardır.
Kimse bu özellikleri olumlayamaz. Halk sevgisi adına bu özellikleri meşru, olması gereken davranışlar gibi görmeye çalışma gayreti de kötü bir halk dalkavukluğudur. Halk adamı olmak demek de aynı alışkanlıklara bürünmek değildir. Ama mesele başkadır. Burjuva egemenlik koşullarında hâkim olan budur, bunu anlamak gerekir. Ama o insanları şekillendiren karakter özellikleri yukarıda sayılanlardan ibaret değildir. Televole kültürüyle zedeli bu mahalle emekçisinin, aynı zamanda pek çok olumlu özellik sergilemesi de mümkündür.
Burjuva bir insanın da iyiliksever, paylaşımcı olması mümkündür. Ama bu özellikler, onun sınıfının doğasından kaynaklanan özellikler değil, dışsal etkilerle kazandığı özelliklerdir. Emekçi için ise durum tersidir. Dinsel-feodal geleneklerin, cahil bırakılmışlığın, burjuva ideolojisinin bencilleştirici, yozlaştırıcı etkisi, onun özsel niteliklerini bir dereceye kadar görünmez kılabilir. O, kendine has olan, devraldığı olumlu emekçi değerlerinden, üretim sürecindeki durumundan kaynaklanan paylaşımcılığını, emek bilirliği, adalet duygusunu, haksızlığa tepkiyi bulaşık olduğu olumsuzluklara rağmen sergiler. Ekmeğini komşusuyla paylaşır, başına gecekondusu yıkılmış mahalleliye kapısını açar, sakatlık geçirmiş mesai arkadaşı için yardım kampanyası açar, arkadaşı için riske girer; aynasızlardan, yaltakçılardan, ispiyonculardan, bencillerden nefret eder… Emekçinin içinde yaşattığı bu olumlu değerler, üzerinde devrimci bilincin inşa edilmesine uygun bir temeldir.
“Halk adamı olmak” denirken de kastedilen, halkın gündelik yaşamına yuvalanmış dinsel, feodal, burjuva alışkanlıkları emekçiyle diyalogun engeli görmemek, aksine uygun yollarla bu engelleri aşarak emekçinin özündeki olumlu değerleri uyandırabilmek, onun ruhuna seslenebilmektir.
Halkın yukarıda sayılan türden yoz alışkanlıkların taşıyıcısı olduğu görmezden gelinemez. Maddi hayata egemen olanlar, düşünsel, kültürel hayata da egemendirler. Bu egemenlik altında steril bir insan topluluğu aramak anlamsızdır. Ama halk, egemen kültürün baskısı altındaki bir muhalif kültürün, halk kültürünün de taşıyıcısıdır. Tarih boyunca sultanların, ağaların, beylerin, paşaların, mütegallibenin zulmüne, yasağına, kan emiciliğine, kefen soyuculuğuna tepkisini her yolla ifade etmiş, yazılı ifade araçlarından yoksun olarak, dilden dile, kuşaktan kuşağa ileterek bugüne taşımıştır. Şiirlerle başkaldırmış, destanlarla kahramanlarını yüceltmiş, masallarla zalimin beynini dağıtmış, fıkralarla alay etmiş, halaylarla coşmuştur. Dadaloğlu’nun, Köroğlu’nun, Pir Sultan’ın ağzından konuşan odur: “Ferman padişahın dağlar bizimdir”, “Yürü bre Hızır paşa, senin de çarkın kırılır”, “Şahtan, padişahtan hesap sorarım / uykudan uyanan katılır bana” diye haykırır. Harmanlarda hareketli ezgiler eşliğinde diz kırarken bile simgelerle paylaşmayı yüceltir, kötünün hakkından gelir.
Halk işte bu değerlerin de taşıyıcısıdır. Ege köylülerinin, üzerinden yüzyıllar geçmiş bir başkaldırı ruhunu “Ben de Halimce Bedreddinem” deyimiyle yaşatmaları sanırız yeterince fikir vericidir. Velhasıl-ı, halkın ruhunda olumluyu yücelten, savaşı, haksızlığı, zulmü yeren, dünden bugüne aktarılmış halk kültürünün mayası da vardır. (Masal, dinsel söylence formu içine gizlenmiş haline aldanılırsa halk kültürü de pekâlâ gerici sayılabilir. Osmanlı tarihindeki en önemli başkaldırılar bile mezhep savaşları, dinsel cemaatlerin isyanı görünümü altında gelişmiştir. Bu türden etkilenmeler, kaçınılmazdı, çünkü o dönemlerde “yığınların duygu dünyaları yalnızca dinsel gıdalarla besleniyordu; “… Yığınlara kendi çıkarları ancak dinsel kılık altında gösterilebilirdi.” (Engels))

HALKA GÜVENMEYENLER NE KADAR GÜVENİLİR?
Bütün bu anlatılanlardan sonra yine de biri çıkıp: “İyi, güzel de bu halk neden bu kadar tepkisiz?” diyebilir. Sermayenin, krizi emekçilerin boğazını sıkmanın bir vesilesi yaptığı, yaşamın iki kat ağırlaştığı koşullarda emekçilerin verdiği tepki, gerçekten de yetersiz. IMF programını geri püskürtecek düzeyde değil, sermaye sıkıntı çekse de faturayı halka kesiyor. Halk da söylene söylene buna katlanıyor.
Evet, bunlar doğru. Ama halktaki tepkinin yetersizliğini halkın ruhsuzluğu, duyarsızlığı ile açıklamak yanlış. Gerçekte halk, her vesileyle ve her şekilde tepki gösteriyor. İrili ufaklı eylemler yapıyor, politikacıların yolunu kesip hakaret ediyor, işyerinde, otobüste, mahallede homurdanıyor. Fakat o, tepkisini eyleme dönüştürecek örgütlenmelerden, araçlardan büyük ölçüde yoksun. Emekçilerin küçük bir bölümü örgütlü, onların da sermaye işbirlikçileri tarafından etkisi azaltılıyor. Halkın tepkisini akıtacağı kanallar yaratma sorumluluğunu yerine getirmeyenlerin halka dönüp, “daha ne duruyorsunuz? Ne zaman adam olacaksınız?” demelerini utanmazlık olarak damgalamak zorunludur. Bu halk ne zaman adam olacak? sorusunun cevabı sanırız ki tarih boyunca defalarca verilmiştir.
Bu halk, günü geldiğinde işgalcilere karşı elde silah can pahasına savaşmayı da bilmiştir; hakları için on binler, yüz binler halinde sokağa dökülmeyi de. Bir umut ışığı gördüğü her durumda, defalarca yanılmış olsa da yeni düş kırıklıklarını göze alarak, tehlikelere de atılmıştır. Tüm takiyyeciliğine, istismarcılığına karşın düzen karşıtı söylemlerine bakarak Refah’a da şans tanımıştır, sosyal demokrasiye de. Burada önemli olan tercihlerin yanlışlığı değildir; kendisinde bir güç, kararlılık, istikrar sezdiği her muhalefet hareketine omuz vermiştir. Ülkenin doğusundaki emekçiler, kimliğine sahip çıkacağına inandığı epeyce de pürüzlü bir güç için tarihte benzeri az bulunur bir fedakârlığa 15 yıl boyunca metanetle katlanmıştır.
Devrim diye yola çıkan bir avuç genci bağrına basan, onları koruyup kollayan, efsaneleştiren bu halktan başkası değildi. Kendisine tepeden bakan, anlaşılmaz formülleri benimsemesini isteyen siyasal gruplara bile senelerce yardım eden emekçilerdi. 12 Eylül’ün yıllar süren sokak yasağını, çıplak ayaklı yürüyüşleriyle parçalayan, büyük Ankara yürüyüşlerini örgütleyen hep emekçilerdi.
İhanete uğradılar, yarı yolda bırakıldılar, yanlış yola sürüklendiler… uslanmadılar.
Şimdi yine, güven veren her oluşumu, istikrarlı her yürüyüşü destekleyemeye hazırdırlar.
İşte işyerini terk etmeyen İzmir Sümerbank işçileri, işte Bergama köylüleri ve ötekiler…
Bu sayısız öfke kabarışlarının, eylem dereciklerinin içinde birleşip nehir olacakları bir yatak yaratılamamışsa, bunun sorumluluğunu emekçilerden başkasına yüklemek gerekir. Eğer tepki gösteren emekçiler, bir muhalefet odağı aramış da kendilerini Fazilet’in, MHP’nin içinde bulmuşlarsa, bu yanlış tercihlerinden dolayı onları suçlamak yersizdir. Emekçinin bilinç geriliğinin günahı emekçiye yüklenemez.
Ama iç sorunlarından vakit kalırsa emekçiyi ziyaret eden, söze, mücadelesini ekonomik taleplerle sınırladığı için onu azarlamakla başlayan, “ekmeği bırak sen, büyük kavgaya gel!” diye zehir zemberek laflar eden ve sonra da aylarca ortada gözükmeyen çağrıcıya güvenilsin isteniyorsa, o başka. Emekçi bıyık altından gülüp, “Kusura bakma, o eskidendi!” derse hata mı etmiş olur?
Eğer emekçilerin sizi ciddiye almasını istiyorsanız, işe ciddi olmakla başlamalısınız. Güven vermelisiniz, istikrarlı olmalısınız, emekçinin duygularını sezebilmeksiniz; emekçinin sınavından geçebilmeksiniz. Emekçi, çokça yanıltıldığı için, ucunda işini, aşını tehlikeye atmak olduğu için tam bir kanaat oluşturmadan sizinle yola çıkmayacaktır. Hem ülke sathındaki partiler mücadelesi arenasındaki yerinizi, tutumunuzu, hem yüz yüze geldiği politikacıyı sınayacaktır. Emekçi oracıkta çatılmış bir senaryoya figüran olmuyor diye ona kızmaktan vazgeçmelisiniz.
Bütün bunlardan sonra bu halk ne zaman adam olacak sorusunu tersine çevirip sorana iade etmek kaçınılmaz oluyor: Siz ne zaman adam olacaksınız?

SONUÇ YERİNE: HALKA DAYANMAKTAN BAŞKA YOL YOK
Halkın kanıları, on yıllara yayılan ve çoğu acı, sayısız deneyden süzülerek oluşmuştur. Kolay benimsemez. Kendisi muhalefet etse de muhalefet hareketlerine çok ihtiyatlı yaklaşır. Adım atmadan önce çok düşünür, çünkü tarihsel deneyler ona, adımının bedelinin ağır olacağını öğretmiştir. Ama bir kez benimseyince de kolay bırakmaz. Emeğin politikacıları, halkın devrimci potansiyelini görmeli, anlamalıdırlar ama yüzeysel, kısa vadeli çağrılarla emekçilerin güveninin kazanılamayacağını bilmelidirler. İnatçı, istikrarlı, akılcı bir çalışmanın ise mutlaka karşılık bulacağını bilmelidirler.
Çalışması şöyle böyle istikrar kazanmış her birimin, çabasının meyvelerini topladığı bir iddia değil, pek çok örnekle desteklenen bir gerçektir. Çalışması istikrar kazanmayan, ha bire çehresi değişen, birimleriyle ilişkisi sık sık kesintiye uğrayan bir örgütün bırakın geniş emekçi yığınları, üyelerinde bile güven yaratması güçtür. Elbette, canlı bir organizma olarak parti örgütünde, kan değişimi, dalgalanmalar, görev değişiklikleri olacaktır. Önemli olan, çalışma alanlarında istikrarın korunması, kişiler değişse bile çalışmanın kesintiye uğramamasıdır. Doğru tarzda yürütülmüş bir çalışmanın emekçilerde yankı bulmaması ise mümkün değildir.
Devrimci bir parti, komplolardan, burjuvazinin iç çatışmalarından medet umamaz. Onun dayanacağı tek güç kitlelerdir. Kitlelere sabırla siyasal gerçekleri açıklayacak, yanılgılarından ders çıkarmaları için uğraşacak, onun bir parçası, ancak etkin, bilinçli bir parçası olacaktır. Ama kaderini onlara bağlayacaktır. Çünkü “kahreden ve yaratan onlardır.”

Haziran 2001

EK:

HALK DÜŞMANLIĞININ BELGE’Sİ
Yazı boyunca eleştirilen halka güvensizliğin, ona tepeden bakışın tipik temsilcilerinden olan, bir çeşit bozuk teori ithalatçısı Murat Belge, krize karşı sokak eylemlerinin en yaygın olduğu günlerde “Sokaktaki Kitleler” başlıklı bir yazı yayınladı. Basında çıkan pek çok benzerinin en açık sözlüsü olan bu ibret belgesini (giriş niteliğindeki ilk iki paragrafı dışında) aşağıya alıyoruz.
Emekçinin eylemi Belge’yi fena korkutmuş: Emekçinin eyleminden doğsa doğsa faşizm doğarmış! Peki, ne yapalım O zaman? Açık cevap yok. Emekçi eylemine sırtını dönen kendini bir yol ağzında bulur:
Biri MGK’ya, öteki sermayeye çıkar. Belge, sivil toplumcudur, yazarı olduğu gazetenin patronunun da içinde olduğu sermayeyi yeğler herhalde.
Kriz başlayalı beri ‘kitleler sokakta’ sözlerini her gün duymak ve okumak, ayrıca akşamlan televizyonda ‘sokaktaki kitleleri’ seyretmek mümkün oldu. Ama nedense herhangi bir heyecan duymuyorum.
Bu ‘nedense’yi anlamaya benim de ihtiyacım var. Yaşlandım mı, umudum mu tükendi, ne oluyor?
Kitleler, bir ‘kitle gösterisi’nde, ancak ‘slogan’ dediğimiz şeyleri haykırabilirler. ‘Sloganlar’ da, felsefi metinler olamaz elbette. Ama her şeye rağmen bir yönü işaret ederler; yan yana getirildiklerinde görünüşte çok tutarlı olmasalar da, derin düzeyde bir bütünlük oluştururlar. İnsanlar sokağa çıkmışlarsa, belli ki bir dertleri ve şikâyetleri var; sokaktaki sözleri ve davranışları, bu dertten nasıl, hangi yöntemlerle kurtulmayı tasarladıklarını ve nereye, nasıl bir yere varmayı özlediklerini bir biçimde anlatır. Önemli olan da budur elbette; son kertede, benim gibi birinin duyacağı heyecan da buna bağlıdır. Yoksa kitleler sokağa çıkıp, ‘Zencilere ölüm! Kahrolsun Yahudiler!’ diye de bağırabilirler. Birileri de bundan heyecan duyabilir ama öylesi bana hitap etmiyor.
Bugünlerde televizyonda seyrettiğim gösterilerde insanların haykırdıkları da doğrusu hitap etmiyor. Evet, bu insanlar ‘Zencilere ölüm!’ filan demiyorlar ve kendi durumlarındaki felaketten ötürü oradalar. Buraya kadar onlara ‘hak veriyorsunuz’. Ama kendinizi ‘onlarla birlikte’ hissetmiyorsunuz.
12 Eylül sabahından bugüne sistematik biçimde de-politize edilmiş insanların oluşturduğu bir ‘kitle’ bu. Ve o sabah doğmuş olanların, şimdi 21 yaşında olduğu bir toplum. Şu an sokaktalar, çünkü başlarına gerçekten büyük bir şey geldi. Ama sözlerine ve davranışlarına baktığımda, başlarına gelen bu büyük şeyin nasıl geldiğine dair bir fikirleri olmadığı gibi, bundan böyle olmasını istedikleri şeyin, böyle bir şey olduğu ölçüde, matah bir şeye benzemediğini görmek mümkün. Bir sok ve bir protesto, o kadar. Hükümet gitsin, Derviş gitsin, o gitsin, bu gitsin! Ne olsun, gidenlerin yerine ne gelsin? Belli değil, demeyeceğim. Aslında oldukça belli: bu toplum, öncekiler bir yana, 1980’den bu yana değişmez bir ‘sağ söylem’ dinliyor. Onun içinde katı faşizm de var, görece yumuşağı ve ‘modernize/ürbanize’ olmuş biçimleri de; ‘patrisyen/patriarkal/otoriter’ olanı var, pleb ve orta sınıf olanından zaten geçilmiyor. Sonuç olarak, ne olacağına bugün bu haliyle sokak karar verecekse, bu karar bu faşizmin bir ortalaması olur.
Ama farkında olmadan aslında protesto ettikleri de bu. Bir zehir yutmuşlar, panzehir olarak ondan biraz daha fazlasını yutmak İstiyorlar. Böyle bir absürt durum. Arada, ‘fırsattan oportünite çıkarmakla yükümlü politikacıları yuhalamak gibi olumlu görünen işler yapıyorlar, ama bu da bilinçli değil. ‘Yuh’tan başka söyleyecek söz bulamadıkları için. (11 Nisan 2001, Radikal)

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑