Seçimler ve parlamenter mücadele üzerine bir kitap: Çarlık Dumasında Bolşevikler

Devrimci partilerin ve önderlerin, başka bir dizi sınavın yanı şıra burjuva parlamentosu sınavından geçmeleri zorunludur. Seçim sürecinde en geniş yığınlarla yüz yüze gelmeden, program, taktik ve sloganlarını inandırıcı bir şekilde savunmadan, burjuvazinin deneyimli profesyonel politikacıları ile yarışmadan ve onları halkın önünde alt etmeden bir parti yeterince olgunlaşamaz. Ve devamla bir devrimci parti, burjuva parlamentoda dönen dolapları açıklamadan, parlamento kürsüsünde halkın taleplerini dile getirmeden, burjuvazinin kurnaz temsilcilerinin türlü hilelerini boşa çıkarmadan manevra gücü yüksek, uzak görüşlü bir parti olamaz, geniş yığınların güvenini kazanamaz.
Ortaya çıkışı ve varlığı emekçilerin bir dizi mücadelelerinin sonucu da olsa, rolü, son tahlilde, burjuva egemenlik sistemini demokratik bir görüntü ile maskelemek ve meşru göstermek olan burjuva parlamentosu, devrimci partiler ve politikacılar için de bir okuldur. Eğer geniş emekçi yığınlar, burjuva parlamenter politikalar yoluyla uyuşturulmuşsa, parlamenter partilere şöyle ya da böyle umut besliyorsa, onları bu politikalardan koparmak, başka şeylerle birlikte ancak parlamento seçimlerine katılmak ve burjuva parlamentoda gerçekleri dile getirmekle mümkündür.
Bu, emekçilerin parti olarak burjuva parlamentosunda temsil edilme hakkını elde ettikleri 19. yüzyılın son çeyreğinden bugüne, tarih sahnesinde yer alan belli başlı devrimci partilerin mücadele deneylerinden çıkan bir sonuçtur. 20 yıldan daha kısa bir süreye bir dizi karışıklık ve üç büyük devrim sığdıran Rusya ise bu konuda pek çok bakımdan tüm ülkeler için genelleştirilebilir zengin dersler sunmuştur.
Kuşku yok ki, bir ülke durduk yerde zengin derslere zemin oluşturmaz. Bu dersler, bir yanıyla ülkenin toplam nesnel ilişkilerinin yaşananlara uygun zemin oluşturmasına dayansa da esas olarak nesnel durum üzerinde karşı karşıya gelen sınıfların bilinçli eylemlerine, daha da yalınlaştırırsak verili koşullar içinde değiştirici bir eyleme girişmiş bir partinin programının, taktik ve sloganlarının yaşama uygulanması, sınanması ve yeniden gözden geçirilmesine dayanan bir sürecin ürünüdür. Öyleyse Rusya’yı proleter strateji ve taktiğin uygulama ve kıyaslama alanı durumuna getiren, üzerinde bugüne dek konuşulmasını, doğru veya yanlış dersler çıkarılmasını sağlayan, ülkenin nesnel yapısından çok, Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin mücadelesi, bu mücadele sırasında geliştirdikleri taktikler ve örgüt biçimleridir.
Gerçekten de Lenin önderliğindeki Bolşevikler, siyasal ve toplumsal bakımdan son derece hareketli uçsuz bucaksız bir ülkede büyük bir stratejik ve taktik başarı gösterdiler. Marksizm’i yaratıcı şekilde Rusya koşullarına uygulayarak devrimci bir program oluşturdular; saldırıyı, geri çekilmeyi, seçimleri boykot etmeyi ve katılmayı, yasadışı ve yasal mücadeleyi birleştirmeyi en iyi şekilde başardılar.
Sonuç olarak da Rusya, mücadeleci her devrimci parti için hâlâ üzerinde düşünülmesi, tartışılması, dersler çıkarılması gereken bir çeşit “devrim laboratuarı”dır. Kısa bir süre önce Türkçeye kazandırılan “Çarlık Dumasında Bolşevikler”, Rus Bolşeviklerinin zengin deneylerinin bir kesitini, bugüne dek Türkçeye kazandırılan eserlerde bulunmayan pek çok ayrıntıyla birlikte Türkiye’nin devrimci çeviri literatürüne katıyor. Rahatça söyleyebiliriz ki, bu kitap, Bolşeviklerin deneylerinden öğrenmek ve ders çıkarmak bakımından mutlaka incelenmesi gereken yapıtlardan biridir.
Kitap, genel olarak Rus devrimci hareketini ele alsa da özel olarak Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Lenin önderliğindeki Bolşevikler kanadının parlamenter mücadele deneyimini ele alıyor. Lenin ve Stalin’in eserlerinde ve dönemi ele alan öteki eserlerde çok genel çizgilerle sözü edilen Rus devriminin parlamenter mücadele deneyleri, bu kitapta tüm ayrıntıları ile anlatılıyor. Lenin’in sözünü ettiği, en gerici kurumlarda ve parlamentolarda çalışmanın ve parlamentoyu devrim için kullanmanın, yasal ve yasadışı mücadeleyi en iyi şekilde birleştirmenin, işçi gazetesi etrafında örgütlenmenin ne anlama geldiği bu kitapta öğretici bir şekilde somutlanıyor.
Kitap, bir metal işçisi iken çok dereceli seçimin her aşamasını başarıyla geçerek Dördüncü Devlet Duması’na seçilen Bolşevik milletvekili Badayev’in devrimden sonra, 1929 yılında kaleme aldığı anılarını kapsıyor.   Badayev esas olarak 1912 yılında yapılan Dördüncü Devlet Duması seçimlerinden I. Emperyalist Savaş’ın ardından tutuklanmalarına kadarki süreçte Bolşevik milletvekillerinin Dumadaki devrimci faaliyetlerini, işçi hareketini, günlük basını ele alıyor.
Badayev, kitabını kendisinin ve o dönemi yaşayan mücadele arkadaşlarının hafızasına dayandırmıyor sadece. Döneme ait tüm belgeleri (Bolşevik Partisi’nin o döneme ait belgeleri, bildiri örnekleri, Pravda nüshaları, Devlet Duması tutanakları ve nihayet 1917 Ekiminden sonra devrim arşivine kaldırılan çarlık gizli polisinin özenle tuttuğu kayıtlar) aynı zamanda partinin bir Merkez Komite üyesi olarak kişisel deney ve gözlemleriyle harmanlıyor.

ÇARLIK VE DUMA
Batı Avrupa, burjuva devrimleri ile çalkalanır ve 19. yüzyıl sonunda hemen tüm ülkeleri burjuva parlamenter rejime kavuşurken, Rusya, yetkisini herhangi bir parlamentoyla bölüşmekten kaçınan çarlık otokrasisinin çizmesi altında acı çekiyordu.
Ancak boyun eğmiş görünen Rusya, alttan alta derin bir kaynaşma içindeydi. 19. yüzyıl boyunca mayalanan, çarlığa karşı çok çeşitli biçimlerde, bir yandan bireysel şiddet eylemleri ve köylü isyanları, öte yandan işçi grevleri şeklinde ifade bulan tepkiler, yeni bir yüzyılın başında yaygın bir kitle hareketi olarak çarlığı sarsmaya başladı ve nihayet 1905 yılında ayaklanma patladı.
Çarlık, bu yıkıcı depremden, siyasal özgürlük talebi belirgin kabarıştan bir danışma meclisi toplama vaadinde bulunarak kurtulmayı denedi. Buligin Duması, yükselen devrim tarafından geri püskürtüldü ama böylelikle Rusya’nın gündemine, danışma meclisi niteliğinde bir çeşit parlamento olan duma da girmiş oldu. 1917 Şubat Devrimine kadar da kâh toplanarak kâh dağıtılarak, kimi zaman çarlığın sadık uydusu, kimi zaman ürkek muhalifi olarak hep gündemde kaldı. Yetkileri sınırlı, üyeleri birkaç elekten geçirilerek seçilen bu dumalar, Rus devrimcilerinin de ilgi ve tartışma konusu oldu.
1905 Ekiminde Çarın, devrimin dalgakıranı olarak gündeme soktuğu, ama devrim tarafından başarısızlığa uğratılan Buligin Dumasını, 1906 ile 1917 Şubatı arasında toplanan dört duma izledi.
Birinci ve ikinci Dumalar (Birinci Duma 10 Mayıs-21 Haziran 1906, İkinci Duma 5 Mart-3 Haziran 1907 arasında toplandı) öngörülen 5 yıllık süreyi tamamlamadan, üye çoğunluğunun çarlığın istediği yasalara muhalefet etmesi nedeniyle, çarlık tarafından dağıtıldı. Kasım 1907’de toplanan ve 5 yıllık olağan süresini tamamlayan ilk duma özelliği kazanan 3. Duma, 1905 yenilgisi ardından gelen gericilik döneminin kötü ünlü başbakanı Stolipin’in seçme hakkını kısıtlaması sayesinde çarlığa sorun çıkartmadı. 1912 Kasımında toplanan Dördüncü Devlet Duması ise varlığını 1917 Şubat Devrimine kadar sürdürdü.
“Çarlık Dumasında Bolşevikler”, genel olarak Bolşeviklerin parlamenter mücadele deneyimlerini ele alsa da, özel olarak Bolşeviklerin Dördüncü Devlet Duması sürecindeki faaliyetlerini ele alıyor.
Bolşevikler 1905’te, çarlığın devrimi sahte bir parlamento ile boğma planına, başarıya ulaşan boykot taktiği ile karşı durmuşlardı. 1906’da tekrarlanan boykot taktiğinin yanlışlığını çok geçmeden anlayan Lenin ve Bolşevikler, ardından gelen İkinci, Üçüncü ve Dördüncü Duma seçimlerine büyük önem verdiler. Seçimlere katıldılar ve seçim sistemindeki tüm kısıtlamalara rağmen her üç dumaya da temsilci göndermeyi başardılar. 1912 yılında toplanan kitabın ele aldığı duma olan Dördüncü Duma’da altı Bolşevik işçi milletvekili vardı.

“EN GERİCİ KURUMLARDA BİLE…”
Lenin, kitleleri yanlış fikirlerden, aldatılmışlıktan kurtarmak söz konusu ise en gerici kurumlarda bile çalışmanın gereği üzerinde defalarca durmuştur. Lenin’in bu sözü yerli yersiz çok sık tekrarlanmış ama gereği pek az yerine getirilmiştir. “Bizim gibi ülkelerde…”, “faşist diktatörlük altında…” diye başlayan gerekçelerle, Türkiye’de parlamentodan, seçimlerden, gerici sendikalardan yararlanılamayacağının teorisi yapılmıştır. Bu da, bu olanağı kullanmanın reformizm, yasalcılık suçlamasına hedef olmasına, böylece bu tartışmalarda epeyce gereksiz enerji kaybına neden olmuştur. Dile getirilen gerekçe ne olursa olsun, gerçekte bilinçaltında yatan, Bolşeviklerin veya siyasal baskı altındaki öteki partilerin girmeyi başardıkları kurumların bizimkiler kadar zalim olmadıkları düşüncesidir. Badayev’in kitabı Lenin’in “en gerici kurumlarda çalışma” sözünün ne anlama geldiğini çok iyi gözler önüne sermektedir ve böylesine gereksiz tartışmaya son noktayı koyacak verileri sunmaktadır.
Çarlık Dumasında Bolşevikler’i okurken, Bolşeviklerin son sınırına Kadar kullanmayı başardıkları yasal imkânların neme nem bir şey olduğu, bu yolun ne çeşit dikenli teller ve mayınlarla döşenmiş olduğu anlaşılıyor. Seçim platformunu dile getirmenin, milletvekili seçimine katılmanın, seçilmenin, bir soru önergesi vermenin ne gibi güçlükler ve yasaklarla engellenmeye çalışıldığını görüyoruz.
Rusya’da, özellikle 1905 Devrimini izleyen yenilgi ve gericilik yıllarında, açık bir devrimci propaganda birçok noktada dolaylı anlatım yoluyla, bir “ezop dili” kullanılarak mümkün oluyordu. Bolşevikler seçim platformlarını oluşturur ve Birinci Rus Devriminin üç temel talebini (siyasal özgürlük, 8 saatlik işgünü, toprakların ulusallaştırılması) seçim platformlarının ana maddeleri olarak formüle ederken bile örtülü bir anlatım kullanmak zorunda kalıyorlardı. Günlük işçi gazetesi Pravda da işçilere çağrılar yaparken birtakım şifreler kullanmak zorundaydı.
Seçim sistemi, özellikle İkinci Duma’dan sonra, çarlığın temel toplumsal dayanağı olan toprak sahiplerinin ve soyluların Duma’daki çoğunluğunu güvenceye alacak şekilde düzenlenmişti.
Büyük toprak sahipleri, kentlerdeki büyük mülk sahipleri, işçiler ve köylüler gibi toplumsal katmanların her biri milletvekillerini ayrı ayrı seçiyordu. İşçilere, nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanmayacak ölçüde az sayıda milletvekili seçme hakkı tanınmıştı. Seçim sistemi, bir dizi yükümlülük ve külfet getiriyordu. İşçiler ve köylüler için üç aşamadan oluşuyordu. Kadınların seçme ve seçilme hakkı yoktu, işçiler için, 6 ay boyunca aynı işyerinde çalışma zorunluluğu vardı. Bu süre zarfında işten atılan işçiler otomatikman seçilme ve seçme haklarını kaybediyorlardı.
İşçiler dışındaki kentli emekçiler “Konut sahipleri” kategorisiyle seçime katılıyordu. Ama emekçi kentlilerin çoğunluğu seçim listelerine yazılmıyor, kendilerini yazdırmaları için uzun uğraşlar vermeleri gerekiyordu.
Seçim komisyonları seçimin her aşamasında istediği kişilerin seçme ve seçilme hakkını alıyor, kimi durumda koca bir fabrikanın seçme hakkı bile gasp edilebiliyordu.
Tüm bu ve daha başka engellere karşın Bolşevikler, inatçı bir seçim çalışması yürüttü; işçi kategorisindeki tüm milletvekilliklerini kazanarak Duma’ya 6 milletvekili sokmayı başardılar.
İş, milletvekili seçilmekle bitmiyordu, Dumada da bir dizi engel vardı. Gerçi işçi milletvekilleri dokunulmazlığa sahipti ama önerge vermeleri, meclis kürsüsünü kullanmaları bir dizi engeli aşmakla mümkün oluyordu. Duma faaliyetinde büyük öneme sahip soru önergeleri, başını Kara-Yüzler’in çektiği gerici blokun engellerine takılıyordu. Bir soru önergesi vermek için 33 imzaya gereksinim vardı. Bolşevikler ve Menşeviklerden oluşan Sosyal Demokrat grubun oy sayısı ise 14’tü. Trudoviklerin 10 oyunu almak da yetmiyordu. Yanı sıra Kadetler ve İlerlemecilerden (liberal partiler) de imza almak gerekiyordu, imzalar alındıktan sonra, bu soru önergesinin gündeme alınabilmesi için “aciliyetinin” kabul edilmesi gerekiyordu…
Bolşevikler, kitapta daha pek çok ayrıntısı verilen bu yasakları ve kısıtlamaları yaratıcılıkla, inatçılıkla ve üstün bir manevra yeteneğiyle aşmasını bildiler. Duma’dan devrimin çıkarları için yararlandılar.
Böylelikle Lenin’in 1912 Krakov Konferansında ortaya koyduğu hedef gerçekleştirilmiş oluyordu: “İşçi milletvekilleri, Duma’yı ajitasyon için ve hem çarlık hükümetinin hem de sözde liberal partilerin ikiyüzlülüklerini gözler önüne sererek, devrimci hareketin gelişimine yardıma olmak için kullanmalılar.”

İŞÇİLER VE BOLŞEVİKLER
“Çarlık Dumasında Bolşevikler”, Bolşevikler ile işçi sınıfı arasındaki karşılıklı ilişkinin boyutu ve niteliği hakkında da zengin veriler sunuyor.
Kendini sosyalist olarak tanımlayan hemen her parti, aynı zamanda işçilerin partisi olduğunu iddia eder. Marksist-Leninist olma iddiasının getirdiği zorunlu bir kabuldür bu. Ancak bir siyasal grubun gerçekte işçilerin partisi olup olmadığını anlamak için onun sadece kendisini nasıl adlandırdığına bakmak yetmez, aynı zamanda ve esas olarak işçi sınıfı ile kurduğu pratik ilişkiye bakmak gerekir. Kısacası, bir partinin işçi partisi adını hak etmesi için, sosyalist dünya görüşünü savunuyor olması yetmez, aynı zamanda işçi sınıfı içinde çalışmayı esas alması, sınıfın ileri unsurlarını bağrında toplamayı ve bileşiminde işçi oranını yükseltmeyi hedeflemesi gerekir. Pek çok “sosyalizm” anlayışı, işçi sınıfını temsil etmek ve onun adına davranmak için, sınıfın dünya görüsünü savunmanın yeterli olduğunu düşünmekte ve dile getirmese de bu bakıştan hareket etmektedir. Rusya’nın devrimci deneyi ise sosyalistler ile sınıf arasındaki ilişkinin nasıl somut, karşılıklı, pratik bir ilişki olduğunu göstermektedir. (Burada eleştirdiğimiz, işçi sınıfı ile bağların mevcut durumda yeterince güçlü olmaması değil, böyle bir anlayış ve hedefe sahip olmamaktır. Sınıf adına yola çıktığını iddia etmekle sınıfı temsil ”vekaletine” kavuştuğunu düşünmektedir. Yoksa samimiyetle sınıfa yönelmiş bir parti, birtakım öznel ve nesnel koşullar nedeniyle sınıfla ilişkisini istenen düzeye çıkaramamış olabilir.)
Bolşeviklerin dikkat çeken ilk özelliği, daima işçilerin içinde ve işçilerin düşüncelerini, eğilimlerini yakından gözleyecek bir pozisyonda bulunmalarıdır. Kitapta da görüyoruz ki, seçim kampanyası boyunca ve temsilcilerini Dumaya gönderdikten sonra Bolşevikler her konuda partili ve partisiz işçilerin düşüncelerini almışlar, onların dile getirdikleri talepleri soru önergeleri haline getirmişlerdir. Bolşevik milletvekilleri seçim bölgelerine ve fabrikalara yaptıkları ziyaretlerde işçilerin sorunlarını gözlemiş; evlerini işçilere açmış, her gün onlarca işçiyi kabul ederek dile getirdikleri genel ve kişisel sorunlara çözüm aramışlardır. Bunun içindir ki, sadece işçiler içerisinde değil, tüm toplum ölçüsünde işçi sınıfının Bolşeviklerce temsil edildiği kabul edilir olmuştur. Bolşevikler, taktikler geliştirirken ve pratik kararlar alırken de işçilerin, en azından işçilerin ileri kesimlerinin düşünce ve eğilimlerini daima hesaba kattılar. Örneğin Menşeviklerle yıllarca fiilen ayrı oldukları, onların oportünist tasfiyeci nitelikleri hakkında hiçbir kuşku taşımadıkları halde, işçiler bir bölünmeye karşı olduğu için, işçi çoğunluğunu ikna etmek amacıyla 1912 yılına kadar resmi ayrılıklarını ilan etmediler.
Bolşevikler, işçileri sadece desteği alınacak bir güç olarak görmediler. Parti bileşimini işçileştirmek için de özel bir çaba harcadılar, işçi militanları parti üst organlarına yükseltme hedefi güttüler. Nitekim Duma’ya seçilen altı milletvekilini Merkez Komitesine seçmekten, Pravda’yı onların yönetimine vermekten, Duma Grubunu partinin Rusya içindeki yönetici merkezi görmekten kaçınmadılar. Elbette Bolşevikler işçileri yönetici görevlere seçerlerken, onların eğitimine de özel bir önem verdiler. Seçildikleri güne kadar tezgâh başında işçilik yapan Bolşevik milletvekilleri, toprak sahipleri ve burjuvazinin deneyimli temsilcilerinin arenası olan Dumada, bir dizi ayak oyununu boşa çıkarmayı, proletaryanın devrimci taleplerini dile getirmeyi başardılar.
Ve son olarak elbette ki, devrimci çizgilerinin, doğru taktiklerinin, ısrarlı çalışmalarının bir ürünü olarak Bolşevikler işçilerin esas temsilcisi oldular. Duma seçimleri de bunu açıkça gösterdi. Dumada altı Bolşevik, yedi Menşevik milletvekili vardı. Ama Menşeviklerden üçü aydındı. Geriye kalan dört Menşevik milletvekili işçiydi ama yedi Menşevik milletvekilinin hepsi de işçi kategorisinden değil nüfus içinde küçük burjuvazinin ağırlıkta olduğu bölgelerden ve özellikle politik bakımdan geri olmakla birlikte çarlığın baskılarına milliyetçi bir tepki gösteren bölgelerden seçilmişlerdi. Buna karşın Bolşevik milletvekillerinin altısı da işçiydi, işçi kategorisinden 6 bölgede seçim yapılmış, 6 bölgede de seçimi Bolşevik adaylar kazanmıştı. Rusya’nın en önemli sanayi merkezlerinden seçilmişlerdi ve seçimi kazandıkları altı bölgede 1 milyon işçi bulunuyordu. Buna karşılık Menşeviklerin seçildiği dört bölgede ise 250 bin işçi vardı. Görülüyor ki, her beş işçiden biri Menşevikleri, diğer dördü Bolşevikleri destekliyor. Bolşeviklerin işçi sınıfı içindeki etkisinin gericilik yılları boyunca arttığını üç Duma için yapılan seçim sonuçları da gösteriyor. İkinci Duma’da işçiler tarafından seçilen milletvekillerinin on ikisi Menşevik, on biri Bolşevik’ti. Üçüncü Dumada bu sayılar eşitlenmişti. Dördüncü Dumada ise işçi kategorisinden seçilen milletvekillerinin tamamı da Bolşevik’ti.

PARLAMENTER VE PARLAMENTO DIŞI EYLEM
“Bazıları Duma kürsüsünü bakan olmak için terk eder; diğer bazıları, işçi milletvekilleri ise mahkûm olmak için.” Lenin’in bu sözleri, devrimci milletvekillerinin nasıl bir ruhla parlamentoya girmeleri gerektiğinin anahtarını veriyor. Burjuva partilerin mensupları, büyük paralar harcayarak parlamentoya seçilirler ve milletvekilliğinin kendilerine daha bir dizi ikbal kapısı açacağı hayali ile yaşarlar, işçi milletvekilleri ise, parlamentoda bulunmalarının omuzlarına ağır bir yük bindirdiğinin, üzerlerine çevrili düşman bakışları, sataşmaları, saldırıları cesaretle göğüslemek zorunda olduklarının bilincindedirler. Bu, işçi sınıfı partisinin parlamentoya katılış amacı tarafından belirlenir.
Bolşevikleri ve milletvekillerini, aynı yıllarda parlamentolarda temsil edilen II. Enternasyonal partilerinden ayıran en belirgin özellik, ikincilerin parlamenter eylemi temel eylem biçimi olarak görmesine karşın, birincisinin, yani Bolşeviklerin parlamenter eylemi, parlamento dışındaki hareketi güçlendirmenin, ona yardım etmenin bir aracı olarak görmesidir. Bolşeviklerin 1912 yılı Ocağında toplanan Prag Konferansı, seçim taktiğinin çerçevesini çizerken, “diğer bütün görevlerin tabı olacağı temel görevin sınıf çizgisinde sosyalist propaganda ve işçi sınıfının örgütlenmesi” olduğunun altını çizmişti. Bolşevikler, parlamentodan, çarlığı, onun has sözcülerini, liberal sahte muhaliflerini teşhir etmek için, ajitasyon için yararlandılar; işçilerin ve halkın taleplerini dile getirdiler, işçi hareketinin gelişimine katkıda bulundular.
Kitap boyunca, Bolşevik milletvekillerinin nasıl fabrikadan fabrikaya koştuğunu, patlayan her direnişte, her gösteride, her iş kazasında işçilerle omuz omuza olduklarını görüyoruz ve aynı şekilde tüm bu gözlemlerini soru önergesi haline getirdiklerini ve birçok defalar soru önergelerinin sınıfa eylem çağrısı anlamına geldiğini görüyoruz.
Söylemeye gerek yok ki, parlamentoda bulunmak kendi başına bir amaç değildir. Yığınların düzenden kopuşuna, düzenin yıkılışını yakınlaştırmasına hizmet ettiği sürece seçimler ve parlamentoyu kullanmanın bir anlamı vardır. Rus Bolşeviklerini (ve belirli dönemlerde kimi Batı Avrupa partilerini vb.) devrimci kılan, 1905’te Dumayı boykot ederken de, 1907–12 yıllarında parlamentoya katılırken de, devrimi düşünmeleri, parlamenter eylemi, yığınları harekete geçirmenin, devrimci ajitasyon ve örgütlenmeye dayanak sağlamanın aracı olarak görmüş olmalarıdır. Buna karşılık II. Enternasyonal’i işçi sınıfına karşı açık ihanete ve çöküşe götüren, ise, bu partilerin her koşulda kendi burjuvalarıyla anlaşma yolunu seçmeleri, burjuva parlamentosundaki “saygınlıklarını” ve yapıştıkları koltukları devrimin çıkarlarına yeğlemeleri olmuştur.
Eğer Rus Bolşevikleri, kabarış yıllarında saldırıya geçmeyi ve bu arada parlamentoyu boykotu, yenilgi yıllarında ise düzenli olarak geri çekilmeyi ve bu kez parlamentoya katılmayı, yasal imkânları kullanmayı; yasal ve yasadışı çalışmayı ustaca birleştirmeyi öğrenmeselerdi, bu ateşli sınavlarda olgunlaşmasalardı, 1917 Ekiminde iktidarı almaları da hayal olurdu. “Çarlık Dumasında Bolşevikler”de, bu ateşli sınavların nasıl verildiği, sınavdan geçen bir işçinin kaleminden tüm canlılığı ve öğreticiliğimle akıcı bir şekilde anlatılıyor.

SONUÇ
Yukarıda ele alınanlar dışında kitapta altı çizilmesi gereken daha pek çok yön var. Özellikle de günlük işçi gazetesi Pravda’nın rolü ve Duma grubu ve işçi hareketiyle ilişkisi; yasadışı ve yasal faaliyetin başarıyla birleştirilmesi ve bu sayede ajan-provokatörlerin yıkıcı etkisinin en aza indirilmesi; Bolşevikler ve Menşevikler arasındaki çatışmanın içeriği vb. konuların altının çizilmesi gerekiyor. Bir tanıtım yazısının sınırları içinde değinilemeyen bu konular da aynı şekilde Bolşevik Partisi’ni, çalışmasını, taktiklerini anlamak bakımından değerli veriler sunuyor.
Ancak, bir ülkenin deneylerinden dersler çıkarmak, o ülke, Bolşevik Partisi’nin ve Lenin’in ülkesi olsa bile, uygulanan çizgi ve taktiğin kopya edilmesi olarak anlaşılmamalıdır. Farklı ülkelerin bazı ortak genel özelliklerinin yanında pek çok özgün, farklı özellikleri vardır ve bir ülke için doğru olan kimi taktikler başka bir ülke için yanlış olabilir. Önemli olan, geliştirilen taktiklerin özünü kavramak, uygulandıkları koşullan tüm yönleriyle inceleyerek sonuca varmaktır. “Çarlık Dumasında Bolşevikler” de bu perspektifle okunması gereken bir kitaptır. Ne İki ülke arasında kaba paralellikler kurmak, ne de bize uymaz aldırmazlığı!
Yazıyı, bahse konu olan Dördüncü Duma’daki Bolşevik milletvekillerinin akıbetleri hakkında kısa bir bilgi vererek noktalayalım. Bolşevik milletvekilleri, çarlık hafiyelerince adım adım izlense de, içlerindeki (o zamanlar bilmedikleri) ajan-provokatör Malinovski aniden ortadan kaybolarak grubu güç duruma düşürse de, Kara-Yüzler denilen güruhun sürekli saldırılarına muhatap olsalar da çalışmalarını layıkıyla 1914 sonbaharına kadar, yani I. Emperyalist Savaş’ın ilk aylarına kadar sürdürdüler.
Çarlığın savaş bütçesine hayır dedikten sonra tutuklandılar, son devrimci görevlerini mahkemede yerine getirip, devrimci şiarları mahkemede de dile getirdikten sonra, Sibirya’nın yolunu tuttular. Parti yara almıştı. Gazete kapanmıştı. Partinin yurtdışındaki merkezi ile bağ kurmak güçleşmişti. Kitlesel ölümlere, sakat kalmalara, salgın hastalıklara ve açlığa yol açan savaş yılları başlamıştı. Zor yıllar. Ama tüm bu zorluklar içinde Lenin’in inanmış, kararlı sesi yükseliyordu: “Yine devam edeceğiz. Pravda, sınıf bilincine sahip binlerce işçiyi eğitti, tüm zorluklara rağmen onlardan, yeni öncü grupları, yeni bir Rusya Merkez Komitesi ortaya çıkacaktır…”

Haziran 1999

Günlük mücadele ve taktik mücadele platformu

Emekçi sınıflar hareketi, değişik talepler için verilen, etkisi ve düzeyi farklı çok çeşitli eylemlerin toplamıdır. Saf haliyle amaçsal bir birlikten, zamandaşlıktan, ortak bir tempodan yoksun görünür. Ancak görünüşteki bu ilişkisizliğe ve dağınıklığa karşın nesnel bakımdan birleşmeye, ortaklaşmaya, birleşik bir hareketin unsurlarına dönüşmeye açıktır. Çünkü tüm bu talepler son tahlilde kurulu sermaye düzeninden ve siyasal ortamdan kaynaklanmaktadır, doğallıkla da şöyle ya da böyle sermaye düzenine yönelen hareketlere yol açarlar.
Devrimci işçi partisi, bu dağınık, istikrarsız, inişli çıkışlı hareketi nesnel temeline uygun olarak birleşik, koordineli, bilinçli bir harekete dönüştürmeyi hedefler. Bu amaçla emekçiler içinde günlük mücadeleye konu olan sorunlar üzerinden teşhir ve ajitasyon çalışması yürütür, günlük mücadeleye azami destek verir, acilleşmiş emek ve sermaye cephesi arasındaki çatışmayı ilerletecek acil ekonomik ve politik talepleri bir taktik eylem programı olarak ifade eder…
Her tür kitle hareketi içinde yer alan ve emekçilerin dile getirdiği her yeni talebe sahip çıkan partinin faaliyeti de bir akışa kapılmak gibi görünebilir. Bugün sendika, yarın sigorta, öbür gün özelleştirme sorununa ağırlık veren bir teşhir, ajitasyon; bir gün Tıb-set direnişi, ertesi gün Makina Kalıp grevi, bir gün TİS uyuşmazlığından doğan eylemler… Yaşamın tüm zenginliği ve karmaşıklığı içinde beliren bin bir soruna tavır almadan, yaşama vakıf olmadan ona yön verilemez. Ancak bu, görünüş unsurlarıyla sınırlı gözlemler için yanlış bir izlenime yol açabilir ve günlük mücadele içinde boğulmak olarak görülebilir.
Oysa bu değişik vesilelerle patlayan eylemler içinde yer alırken ve yön vermeye çalışırken, fabrika koşullarına ilişkin teşhir çalışması yürütürken, partinin faaliyetine daima devrim amacı yön verir. Bölünmüş gibi görünen çalışma ve eylemler içinde derin bir iç mantık vardır.
Ne var ki, kendiliğindenliğin baskısı, dar pratikçilik ve teorik gerilik; kitlelere yardım tutumunu yaşama geçirme sürecinin yığın hareketinin politikleştirilmesi hedefinden koparak kendi başına bir amaç haline gelmesi, iktisadi mücadelenin sınırlarına hapsolma tehlikesi de taşır. Bu potansiyel tehlike, kitlelere günlük mücadelelerinde yardım tutumunda tutuk davranarak giderilemez. Yapılması gereken, taktik tutum ile stratejik hedefler arasındaki ilişkinin açıklanması, günlük mücadeleye verilen önemin zorunluluğunu, hareketin politik nitelik kazanması ile yakın ilişkisini, ilk bakışta kimi taleplerin sıralanması gibi görünen partinin dönemsel platformunun temelindeki devrimci mantığı, programla bağı yeniden açıklamaktır. Bu mantıksal bütünlüğün faaliyet içindeki militanın davranışlarına yön verir hale gelmesi; bu türden ufuk daralmasına karşı bir güvence olacaktır. Bugüne dek pek çok defalar açıklanmış, ayrıntılandırılmış olan düşüncelerin yenilik içermeyen bu özeti, bize, bu bakımdan yararlı göründü.
Bu, aynı zamanda, işçi mitinglerinde insanların üzerine savurdukları “kuşlama”larında bolca “devrim”, “sosyalizm”, “ayaklanma” çağrılan yapan grupların genç insanların kafalarını karıştırmaya dönük kötü niyetli spekülasyonlarına da yanıt olacaktır. Kuşkusuz amaç, bu grupların yığın hareketi karşısındaki sorumsuz mevziiyi terk etmelerini sağlamak olamaz, zira bu bakımdan durum pek umutsuz. Ama olası kafa karışıklığı girişimlerine karşı böyle bir açıklama gereksiz sayılmamalı.

PROGRAMA VE DÖNEMSEL TAKTİK MÜCADELE PLATFORMUNA BAĞLANAN GÜNLÜK MÜCADELEYE YARDIM
Devrimci parti çalışmasını, bir yönüyle inşa edilmiş teori ve programın yığınların davranışlarına yön verir bir duruma gelmesini sağlamak olarak tanımlayabiliriz. Sorun, teorinin yığınlarda cisimleşerek maddi bir güce dönüşmesidir. Ne var ki, çelişik bir manzara durur karşımızda. Bir yanda, ülkenin iktisadi ve sosyal yapısının, sınıf ilişkilerinin tahliline dayanan, mevcut düzenin yıkılarak yerine emekçi sınıfların iktidarı ve sosyalizme geçişin nesnel zorunluluğunu ortaya koyan devrimci bir program var. Öte yanda henüz kendi çıkarlarının bilincine tam olarak varmamış, kendi kurtuluşlarının mevcut toplumsal-politik düzenin yıkılışında olduğunu kavramamış yani programda somutlanan düşüncelerin bilincinden yoksun ancak kendilerini bunaltan, yaşamı, çekilmez kılan sorunlar karşısında zaman zaman eyleme giren emekçiler var. Elbette bu durum, devrimci işçi partisinin önüne bu devrimci amaçların emekçilere açıklanması görevini koyar. Parti yaşamın sunduğu olanaklardan yararlanarak bu teorik açıklama ve propaganda görevini yerine getirir ama yığınların propagandanın etkisiyle bu programı benimsemelerini beklemek saflık olur. Geri bilinçli, yüzlerce yıllık gerici, dinsel düşünce ve önyargılar tarafından köreltilmiş, cahil bırakılmış, yapay ayrımlarla bölünmüş yığınların, günlük mücadeleler ile program hedefleri arasındaki bağı bir çırpıda kavramaları beklenemez. İşçilerin ancak en uyanık, öncü kesimleri propaganda yoluyla, devrimci programa kazanılabilir. Geniş yığınlar ise, propaganda ve ajitasyonla dile getirilen gerçekleri, günlük mücadelenin iniş çıkışlı yolunda, uzun mücadeleler içinde öz-deneyim yoluyla benimseyebilirler.
Program, iktisadi ve sosyal yapının, nesnel sınıf ilişkilerinin analizinden yola çıkarak işçi sınıfının gerçek kurtuluşunun yönünü, araçlarını ve güçlerin mevzilenmesini en genel özellikleriyle açıklar. Oysa tüm bunlar günlük yaşamda çok daha özgün, karmaşık, farklılaşmış olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle, günlük hayatın program maddelerine uydurulması söz konusu olmayacağına göre, programın güncelle bağ içinde özgülleştirilmesi gerekir.
Sınıf mücadelesi, daima somut vesileler, özgün sorunlar üzerinden ilerler. Bu bakımdan programın yanı sıra, belirli bir anda sınıf ve güç ilişkilerinin, hareketin gelişme yönünün analizine dayanan dönemsel politikalara da sahip olmak gerekir.
İşte devrimci işçi partisi, bu amaçla, işçi sınıfının devrimci program hedeflerine bağlı olarak belirli bir andaki somut durumu, sınıflar arasındaki mücadelenin seyri ve güç ilişkilerinden yola çıkan bir çeşit eylem programı, dönemsel taktik mücadele platformu oluşturur. Bunu, programın gerçekleştirilmesi için belirli bir anda kavranması gereken, “kavrandığı takdirde bütün zincirin tutulmasına ve stratejik başarının koşullarının hazırlanmasına olanak veren halka” (Stalin) olarak da ifade edebiliriz.
Taktik mücadele platformu, emek ve sermaye, devrim ve karşıdevrim cepheleri arasında sürtüşmeye sebep olan, emekçi sınıfların acil ekonomik istekleri ile sorun haline getirdikleri ya da getirme eğilimine girdikleri politik isteklerin -genel programa bağlanmış- bir eylem programı halinde ifadesidir. Emekçilerin veya en azından onların ileri kesimlerinin farkına vardıkları, uğruna mücadele ettikleri talep ve isteklerin genelleştirilmesine dayanır.
Emek ile sermaye cepheleri arasındaki mücadele hangi somut sorunlar üzerinde yaşanıyor ve yakın bir gelecekte hangi sorunları kapsayacak? Emek ve sermaye arasındaki “sıcak temas noktalan” hangileridir? Mücadele nereden nereye bağlanacak? Bu soruların cevabı, dönemsel taktik platformun unsurlarını oluşturur.
Görüldüğü gibi taktik mücadele platformu, partinin, yığın hareketinin ortaya çıkardığı, savunma eğilimine girdiği talepleri alarak demokrasi ve özgürlük (ve kuşkusuz sosyalizm) mücadelesi temelinde birleştirmesi, sistematize ederek, genelleştirilmiş halde ve bir eylem programı olarak yığınlara geri vermesidir.
Devrimci yayın organlarını izleyen her işçi ve genç, politik taktik platformun unsurları olan taleplerin, devrimci yayın organlarında sistemli olarak dile getirildiğini görecektir. Gerçekte günlük işçi basınını dikkatle izleyen her işçi, adını koysun koymasın, taktik mücadele platformunun içeriğini oluşturan talepleri nasıl savunacağını, dile getireceğini bilebilir.
Örneğin bugün, özelleştirme ve sosyal güvenlik haklarının tasfiye girişimi, uluslararası tahkim yasaları, sürekli fiyat artışları, sendikasız-sigortasız çalıştırma, kamu çalışanlarına dayatılan sendikasızlık ve yüzdelik zamlar, düşük taban fiyatları vb. sorunlar emek ile sermaye arasındaki “sıcak temas” noktalarıdır. Devlet yönetiminde yaşanan skandallar halinde patlayan yolsuzluk, rüşvet, çeteleşme olguları, açık adaletsizlikler, devlet kaynaklı politik cinayetler, sendikal ve politik örgütlenme ile düşünceyi ifade etme önündeki engeller, köylerinden göçertilen, OHAL kıskacına alınan köylülerin durumu, dönemsel taktik platformunun diğer unsurlarıdır.
İşçilerin günlük mücadelelerine yardım ve doğrudan bu mücadeleye katılım, işte bu taktik mücadele platformu ile bağ içinde anlam kazanır. Yani devrimci partinin günlük mücadeleye katılımı ya da müdahalesi, emekçilere günlük mücadelelerinde azami yardım tutumu; liraya kuruş eklemek, birtakım reformlar elde etmek ve “reformların gölgesinde uyuya kalmak” için değildir. Reformlar kuşkusuz önemlidir; ancak parti, işçi sınıfı ve emekçilerin en acil, uğrunda harekete geçtikleri ve geçme eğiliminde oldukları sorunlardan hareket eden bir taktik mücadele platformunu formüle etmekle, bir dizi iyileştirmeyi de “yan ürün” olarak ortaya çıkaracak olan, kendi halinde akan binlerce dereciği sisteme yönelecek bir yatakta birleştirmeyi, onu politik bir harekete dönüştürmeyi, işçi sınıfının iktidarını yakınlaştırmayı hedefliyor. Bunun için de emekçilerin günlük mücadelesinden yola çıkmak, bu mücadele içinde yer almak gerekiyor. Bu, bir tercih değil nesnel durumun gerektirdiği bir tutumdur. Yığınlarının mücadelesinin sisteme cepheden yönelen genel politik bir mücadeleye dönüşmesinin başka bir yolu olmadığı için bu taktiği benimsiyor.

GÜNLÜK MÜCADELEYE KATILMANIN ÖNEMİ
Ülkemiz sol hareketinde, günlük mücadeleye yardım tutumu, çok kolay bir şekilde “ekonomizm”, “reformizm” vb suçlamalarla damgalanabiliyor. Elbette günlük mücadele talepleriyle sınırlı bir mücadelenin ekonomizm olduğuna kuşku yoktur. Ekonomik talepler için, emekçileri bunaltan günlük sorun ve sıkıntılar için yürütülen teşhir çalışmasını gördüğü yerde “ekonomizm” diye bağırmak ise, ülkemize özgü bir hastalık olsa gerek.
Yukarıda günlük mücadeleye yardım tutumunun bir istek sorunu değil nesnel bir zorunluluk olduğundan, taktik mücadele platformu çerçevesinde anlam kazandığından ve nihayet işçi sınıfının devrimci programına bağlandığından söz edildi. Ama günlük mücadelenin, sınıf hareketinin gelişmesi, bilinçlenmesi, parti ile yığınlar arasındaki bağın pekişmesi bakımından taşıdığı imkânlara biraz daha değinmek gerekiyor.
Her şeyden önce parti, hem bir parçası hem de kısa ve uzun vadeli çıkarlarının savunucusu olduğu işçi sınıfının her düzeydeki mücadelesinde onun yanında olmalıdır. Bu, partinin varlık koşullarından biridir. Emekçilerin yaşamını kötüleştiren, uğruna mücadele ettikleri sorunlar karşısında duyarsız kalan bir partinin, emekçilerin partisi olduğuna bin şahit ister. Aslında sınıflar arasındaki iç savaşa kadar varan tüm çatışmalar, sınıfların ekonomik çıkarlarından kaynaklanır. Şu var ki, sömürülen sınıfların temel ekonomik çıkarları, genel olarak mevcut toplum yapısının temelden değiştirilmesiyle gerçekleşir. Ama bu, işin temelinde sınıfların günlük görünüşler içinde dile gelen ekonomik çıkarlarının bulunduğunu gölgelemez.
Bu bakımdan işçilerin ve emekçilerin günlük çıkarları için verdikleri mücadele, genel olarak dostlarını ve düşmanlarını tanıdıkları bir süreçtir. Ülkemizde hiç değilse son on beş yıllık mücadele, emekçileri burjuva dünyaya, onun partilerine bağlayarak körelten gözbağlarının keskin mücadele dönemlerinde çözülür olduğunu göstermiştir. (“Mezarda emekliliğe” karşı mücadele sürecinde Kocaeli’nde birkaç yüz işçinin, hem de 2500 işçinin partilere, düzenlediği yürüyüşle MHP, DSP ve ANAP’tan istifa ettikleri hatırlansın.) İşçilerin günlük mücadelesine samimi olarak katılma, başarısı için yardım etme tutumu aslında burjuva partilerin sınıf üzerindeki etkisini kırmaya önemli bir hizmet sunar. İşçi sınıfı, talepleri için girdiği eylemde düzen partilerinin sözde bile olsa yardımını görmemekte, sınıf içinde etkisi bulunmayan küçük burjuva gruplarca yalnız bırakılmakta, zayıf düşürülmekte, sendika üst yönetimleri tarafından ise sürekli kösteklenmektedir. Diyebiliriz ki, devrimci işçi partisi, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullan konusunda teşhir ve ajitasyon çalışması yürüten, girdikleri mücadelelerin başarıyla sonuçlanması için azami destek veren yegane odaktır. Bu özelliği ile günlük mücadele, işçi sınıfının gerçek dostlarını tanıması için büyük bir fırsat sunmakta, bu da partinin ve politikalarının sınıf içinde tanınması ve kökleşmesine, sınıf ile partinin yakınlaşmasına büyük bir imkân sunmaktadır.
Parti elbette hareketin düzenin temellerine doğrudan vuran politik bir hareket olarak gelişmesini, ekonomik mücadelenin de politik bir perspektifle yürütülmesini ister, bu yönde çalışır. Ama işçi sınıfı hareketi, partinin iradesinin değil, toplam nesnel koşulların ürünüdür ve bilinç (ve örgütlülük) düzeyi üzerinde bir dizi etken, rol oynar. Hareketin düzeyinin geri olması, ağırlıklı olarak ekonomik-sendikal talepler için verilen mücadeleler olarak gelişmesi, politik talepleri gündemine almaması ve kimi durumlarda şovenizmin vb. etkisinde kalması, harekete uzak durmanın sebebi olamaz; tersine, harekete daha fazla katılımı (müdahaleyi) gerektirir. Bu nedenle, hareketin düzeyini nesnel bir veri olarak kabul edip işe başlamak zorunludur.
Sosyal güvenliğin tasfiyesi girişimine karşı gelişen eylem dalgasını, ne zaman kırılacak beklentisi ile izleyen, hareketin zaaflarını abartarak moral bozucu şekilde tekrarlayıp duran, adeta hareket bir an önce yenilse de “ben dememiş miydim” diye böbürlenme fırsatı doğsa diye sabırsızlananları görmek insana hakikaten rahatsızlık veriyor ve bilinen en genel doğruları tekrarlamak zorunda bırakıyor.
Hareket üzerinde dönüştürücü bir etkide bulunmak isteyen, öncelikle böyle bir hareketi teşvik eder ve destekler bir tutum içinde olmalıdır. Çünkü Komünist Enternasyonal’in ifadesi ile “En küçük günlük talepler için mücadele, devrimci eğitim için kaynak oluşturur”. Lenin grevleri işçi sınıfının “savaş okulları” olarak tanımlamıştı. Çok zengin eylem biçimleriyle, yaratıcı örgüt biçimleriyle yaygın ve sert eylemler olarak gelişen işçi-emekçi hareketinin milyonları kucaklayan bir okul olduğu açıktır. Olağan zamanlarda, bir televizyon izleyicisi, bir kahve müdavimi, bir Posta-Fotomaç gazetesi okuyucusu olarak sokaktaki ortalama apolitik yurttaşla benzer refleksler gösteren işçi, günlük mücadele içinde keskin bir duyarlılık edinir, devrimci propagandaya açık hale gelir. İşçinin kendiliğinden eyleminin sınırlılığını kavramaya en yatkın olduğu dönem de bu eylem sürecidir.
Bugün günlük mücadelenin hâlâ ağırlıklı olarak ekonomik-kendiliğinden bir çerçevede kaldığı, hükümetten hak talep etmeyi az aştığı (“Kahrolsun IMF, bağımsız, demokratik Türkiye” ve “emekçiler değil hükümet mezara” gibi sloganlar binlerce işçi tarafından kullanılmaktadır, ama henüz genel olarak sistemin hedeflenmesine geçildiği söylenemez) ve bu haliyle mücadelenin ise hâlâ sınırlı bir mücadele olduğu açıktır. Ama en katıksız haliyle bile olsa ekonomik mücadele, işçilerin fabrika koşullarını, patronların niteliğini anlamalarını sağlayan, ortak bir sınıf olma ve birlikte davranma sezgisinin geliştiği bir mücadeledir. Ekonomik mücadele, işçilerin uzun savaşının ilk muharebeleridir ve bu mücadelede elde ettikleri deney ve bilinç ise, ortak bir sınıf olma, ortak çıkarlara sahip olma bilincinin tomurcuğudur. Marx, bu nedenle, her ekonomik mücadelenin özünde bir siyasi mücadele olduğunu belirtmişti. Lenin ise, işçinin kendi çıkarları için patronlara karşı giriştiği mücadelenin ürünü olan bilincin, bu kendiliğinden bilincin, “tohum halindeki sınıf bilinci” olduğunu söylemiştir.
Kaldı ki, bugün mücadeleye kaynaklık eden sorunları salt ekonomik talepler olarak görmenin imkânı da yoktur. Bugün işçi sınıfını eyleme sürükleyen başlıca sorunlar, özelleştirme, sosyal güvenliğin tasfiyesi, uluslararası tahkim, esnek üretim uygulamalarıdır. Bu saldırılar, emperyalist kapitalizmin tüm dünyaya dayattığı ideolojik yönü belirgin saldırılardır. Doğrudan doğruya patronlar sınıfının ve iktidarın bir uygulaması olarak gündeme gelen bu saldırılara karşı mücadele, karşısında birleşik gericiliği bulmuş, emek ve sermaye cephelerini boydan boya karşı karşıya getirmiştir, giderek hem talepleri, hem de sertleşen eylem biçimleriyle iktidarla çatışma niteliğine, politik bir niteliğe bürünmektedir.
1980’lerin ikinci yarısından bu yana gelişen hareketin genel olarak kendiliğindenliğin sınırlarını aşamadığı bir gerçektir. Ama bu hareket, kendiliğindenliğin yol açtığı zaaflara, istikrarsızlığa, kısa bir süre içinde doruğa çıkıp dibe vurmasına karşın işçi sınıfını politik, kültürel, deney birikimine çok büyük bir katkıda bulundu. Sosyalist çalışmanın etkisi altında içinden öncü bir devrimci kuşak doğurdu, öğrenmek isteyene çok şey öğretti. İşçi sınıfının bittiği, rolünü kaybettiği gibi ideolojik saldırılara en anlamlı cevabı da yine eylemleriyle verdi; sınıfa, devrime, sosyalizme inanan devrimci ve aydın kuşakların başlıca moral kaynağı oldu.
Bu hareket, aynı zamanda, nesnel bakımdan özgürlük ve demokrasiyi temsil etti. İşçi sınıfına kendi gücüne güven duygusu aşıladı, emekçi toplumsal tabakalara da cesaret veren ve hak kullanımını meşrulaştıran eylemler oldu. 1989 yılında, ekonomik nitelikli talepleri karşılanmadığı için kilitlenen sözleşmelere ağırlık koymak için çıplak ayakla yürüyen yüz binlerce işçi, gösteri ve yürüyüş hakkının toplum ölçüsünde fiilen kazanılmasını ve meşrulaşmasını da sağladı. İşçi sınıfının eylemlerindeki her genişleme, politik hayatın fiilen demokratikleşmesinin bir adımı oldu; hangi gerekçeyle olursa olsun, demokratik haklara yönelik her saldırı dönüp dolaşıp işçi sınıfını vurdu. Bu bakımdan işçi hareketi kendiliğinden de olsa, özgürlük ve demokrasinin öncü hareketidir; siyasal hak ve özgürlük mücadelesi açısından da vazgeçilmez bir önem taşır.
İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesi muharebelerden oluşur. Bu muharebeyi kazanmak, savaşı kazanmak değildir elbet, ama kazanılmış bir muharebenin güçleri toparlamak, moral üstünlüğünü ele almak, yeni darbeler indirmek için önemini kim yadsıyabilir. İşçi sınıfının dönemsel kazanımları sınıfa ve tüm emekçilere moral ve coşku verecek, yeni mücadelelere dayanak oluşturacaktır.
Kısacası işçi sınıfı tayin edici savaşa tutuşmadan önce uzun bir hazırlık döneminden geçecek, bu mücadeleler içinde öz-deneyim yoluyla devrimci partinin siyasal taktiklerini kavrayacak, kendi deneylerinden öğrenecektir. Dolayısıyla, günlük mücadele, işçi sınıfını geliştiren ve olgunlaştıran mücadelelerdir. Devrimci bir parti, faaliyetini mücadelenin bu günlük vesileleriyle ilişkilendirmek zorundadır.
“İşçi sınıfının günlük taleplerini ve günlük mücadelelerini ihmal etmek, parti faaliyetini sadece bunlarla sınırlamakla aynı derecede hatalı, yapılmaması gereken bir şeydir. Partinin görevi, günlük ihtiyaçlardan hareketle, iktidarı hedef alan devrimci mücadelede işçi sınıfına önderlik etmektir.” (Komünist Enternasyonal Programı, 1928, “3. Enternasyonal” adlı derleme içinde, Belge Yayınları, sf. 190)

TALEP İSTİSMARI DEĞİL GÜNLÜK MÜCADELEYE YARDIM
Devrimci işçi partisinin, özellikle içinden geçtiğimiz dönemde günlük mücadeleye katılma, başarısı için azami yardım tutumunu ısrarla dile getirmesinin, bu mücadelenin yukarda sayılan özellik ve imkânlarının yanında başka bir nedeni de, Türkiye sol hareketinde etkili olan bir hastalıktır: İşçiye günlük mücadelesinde samimi yardım değil, talep istismarı!
Nesnel sınıf ve güç ilişkilerinin ve hareketin düzeyinin koşulladığı mücadeleye katılım ve destek tutumu, dönüşme ve gelişme ihtiyacı apaçık olan bu hareketi dönüştürmek iddiası taşıyanların dönüşümü için de vazgeçilmez öneme sahiptir.
Öğretme süreci, aynı zamanda bir öğrenme sürecidir, böyle ele alınmalıdır. Burnundan kıl aldırmayan sınıf-dışı geleneksel solcu anlayışının yıkılması, harekete, sorunlarına, işçilerin yaşamına uzaklık ve dışardanlık özelliklerinin yok edilmesinin panzehiri de, işçilerin bugün ekonomik-kendiliğinden bir çizgide, istikrarsız bir tempoda ilerleyen hareketine katılımdır.
Parti ile geniş yığınlar arasında her geçen gün daha da kitleselleşen ölçüde yakınlaşma ihtiyacı, bugün işçilerin partisi açısından temel önemdeki sorunlardan biridir.
Yığınların sorunlarına sahip çıkmadaki samimiyetsizlik, bugün üstesinden gelinmesi gereken, geleneksel solcu alışkanlıklardan biridir. Kimi zaman “yoksulluk edebiyatı” da denilen durum şudur: İşçiye gidilir, ona ne kadar aç ve yoksul olduğu, ne acınası bir durumda olduğu anlatılır ve ona bu duruma isyan etmesi, sosyalizm için kendi partisine katılması çağrısıyla görev tamamlanır. İşçinin yaşadıkları, samimiyetsizlikle, sırf kendi örgütünü propagandaya geçmenin köprüsü yapılır.
Eylem haberi alan küçük burjuva solcumuz, çantasını kapar eylem yerine koşar. İşçilerin gündemine derhal “sosyalist sloganları sokar”. Keskin eylem biçimleri önerir. İşçileri ilerici-gerici diye birbirine kışkırtır; uluorta, o an için nasıl bir sonuç doğuracağına bakmadan sendikacıya atıp tutar, sendikacıya isyan etmeyen işçiyi azarlar.
İşçilerden birkaçının ortamından ve sınıf özelliklerinden koparılarak “kazanılması”, eylemin kazanılmasından daha önemli hale gelir. “Büyük amaçlar” için, işçinin “küçük” mücadeleleri kaybetmesi ona doğal görünür. İşçiyle yüz göz oldukça inandırıcılığı yok olur. İşçinin gözünde bir talep istismarcısı haline gelir.
İşçilerin partisini, küçük burjuva solcularından ayıran en keskin çizgilerden biri burada düğümlenir. Talep, istismarı değil, işçinin politikleşmesinin, toplumsal kurtuluşun, devrim ve sosyalizmin, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin zaferinin ancak böylelikle olanaklı olacağı bilinciyle, işçiye günlük ekonomik mücadelesinde sonuna kadar yardım.
Bu tutumu çok sayıdaki örnekten biri somutunda kısaca ifade edelim. Tıb-set Direnişi, işçilerin sendikalaşmaları nedeniyle işten atılmaları gibi ekonomik bir nedenden patladı. Bu direnişe herhangi bir kayıt koymadan destek olan parti, gece gündüz direniş çadırında işçilerle beraber oldu. Direnişin iaşe sorunundan kamuoyu desteğinin artırılmasına kadar her sorunuyla ilgilendi, işçilerle her sorunu tartışarak, çözüm önerileri sundu. Partililer onlarla birlikte gözaltına alındı, dipçiğe hedef oldu. Ama bu süreç içinde eylemin geleceğini zedelemeyecek eleştirilerde de bulundu, iktidar sorununu da tartıştı sömürüşüz bir dünyayı da propaganda etti. İşçiler bu uzun mücadele ile sınıfın mücadele deneyine çok şey katarken, partinin gerçek dostları olduğunu gördüler ve sosyalizme ve partiye yakınlaştılar.

* * *
Buraya kadar partinin işçilerin günlük mücadelesine katılmasının temelindeki mantığa, bunun, partiye, harekete nüfuz etmek ve yön vermek bakımından sağladığı potansiyel olanaklara değinildi. Buraya kadar söylenenler, günlük mücadeleye yardımın amaçsız, stratejiden yoksun bir “yoksula yardım” çalışması olmadığını ortaya koymak bakımından gerekliydi. Ama partinin sınıf hareketine karşı görevinin kapsamını tarif etmek bakımından ise, oldukça yetersizdir.
Doğrudur: İşçi sınıfının burjuvaziye, hükümetlere, yer yer polise ve devlet örgütlerine karşı verdiği mücadele, sınıf mücadelesine, geleceğe olan inancı besleyen, halka ve işçilere kazanacaklarına, haklarını elde edebileceklerine dair moral veren bir harekettir.
Gelişen, yaygınlaşan, talepleri genişleyen hareketin işçi sınıfı partisinden daha başka ve esas olarak daha başka görevler talep ettiği de en az ilki kadar doğrudur.
Bu, öncelikle politik çalışma, politik ajitasyon faaliyetidir.
İkincisi, yığınların öncü kesiminin parti olarak örgütlenmesidir.
Üçüncüsü, sosyalist propaganda, parti kadrolarının, ileri işçilerinin sosyalist eğitimidir.

TAKTİK MÜCADELE PLATFORMU VE POLİTİK AJİTASYON
Lenin, “her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur” demişti. İktidar, toplumsal çelişkilerin çözümünün kendisinde düğümlendiği aygıttır. İşçi sınıfı da özgürleşmek için kendisini sömürünün pençesinde tutan ilişkilerin koruyucusu olan burjuva iktidarından kurtulmak, kendisini iktidarlaştırmak zorundadır. İktidar için yürütülen mücadele ise politik mücadeledir.
Demek oluyor ki, iktidar mücadelesi, yani politik mücadele, tüm mücadele biçimlerinin kendisine tabi kılınması gereken temel mücadeledir. Politik mücadele alanı, burjuvazinin yenilebileceği alandır. Ekonomik çerçevede kaldıkça, işçi sınıfı herhangi bir mücadeleyi kazansa bile bu son tahlilde kapitalizm içi bir düzenleme olarak kalacaktır. Oysaki onun ihtiyacı, kölelik koşullarını iyileştirmek değil, ortadan kaldırmaktır.
Partinin işçi sınıfına karşı temel görevi, her düzeyde yürütülen mücadeleyi politik iktidar hedefine, politik mücadeleye bağlamak; işçilerin günlük, ekonomik, sendikal vb. talepler için yürüttüğü mücadelenin politik mücadelenin dayanakları haline gelmesini sağlamaktır.
Politik mücadelenin kapsamını en genel çizgilerle şöyle ifade edebiliriz: Devletin ve kurumlarının niteliği, sınıflarla, hükümet ve partilerle ilişkisi; parlamentoda dönen dolaplar, ayrıcalıklar, yolsuzluklar, rüşvet skandalları; devletin tüm sınıflara ve ezilen ulusa karşı kullandığı baskı, aldatma ve ezilenleri bölüp birbirine düşürme yöntemleri, polis ve jandarma terörü; emekçilerin politik yaşama katılımını engelleyen anayasa ve yasalar; söz, basın, toplanma, örgütlenme ve seyahat özgürlüğü; politik cinayetler, devrimci örgütlere karşı saldırılar, kovuşturmalar, hapishanelere atılan devrimcilere uygulanan baskılar; çeşitli uluslar, diller ve mezhepler üzerindeki baskılar… Ülkenin uluslararası alandaki ilişkileri, emperyalist devletler ve bölge devletleriyle ilişkileri.
İşçi sınıfının mücadelesi tüm bu sorunları kapsadığı, gündemine aldığı, çatışmada yer alan kurumların gerçek niteliğini kavradığı ölçüde politik mücadele adını hak edecektir. Politika alanı, tüm sınıfların çatışma alanını, toplum yaşamına doğrudan müdahale eden kurumları kapsadığı için, toplum ölçüsündeki tüm sınıfların açık bir şekilde saflaşmalarının koşullarını oluşturacak; işçi sınıfının kendisini hedefleyenlerin dışındaki haksızlıklara karşı da mücadeleye yönelmesi, öteki emekçi sınıfların mevcut düzene karşı mücadelede işçi sınıfının müttefiki olmasını, sınıfın öncü rolünün toplumun tüm ezilen sınıflarınca benimsenmesini sağlayacaktır.
Devrimci işçi partisi, bir yandan kesintisiz bir politik ajitasyon faaliyeti yürütürken öte yandan öteki tüm mücadeleler içinde yer alarak, o hareketi politik mücadeleye bağlamaya çalışır. Bu, onun işçi sınıfı hareketine karşı görevinin özünü oluşturur.
Sınıf mücadelesi, sayısız “küçük” sorundan kaynaklanan eylemlerin toplamıdır. Politik ajitasyon, her bir sorunun gerçekte mevcut sistemin işleyişinden kaynaklandığını, kimi sorunların geçici çözümleri ve bir süre ertelenmemeleri mümkün olsa da, ortadan kaldırılmalarının, mevcut toplumsal düzenin yıkılması ile mümkün olacağını ifade etmeye dayanır.
Politik ajitasyon ve propaganda, sıcak, canlı vesilelerden yola çıkmak zorundadır. Politik ajitasyonun, politik mücadelenin temel olması, politik sloganların nakarat gibi tekrarlanması gibi anlaşılmamalıdır. Uygun vesilelerden yola çıkmamış bir politik ajitasyon yarar sağlamayacağı gibi, zararlı da olabilir. Unutmamak gerekir ki, politik mücadelenin ve ajitasyonun temel olması her şeyden önce içerikle ilgilidir. Lafızda ne kadar yer tuttuğu ile ölçülemez.
Kimi durumlarda ajitatör, hareketin düzeyini göz önünde tutarak, açık politik göndermeler yapmadan ama ortaya attığı sorularla devletin niteliği üzerinde düşünmeyi sağlamak zorunda kalabilir.
Sorunun özü şudur: Söz konusu olan, politikadan çok bahsetmek değildir; her soruna politik bir perspektifle yaklaşmak, politik ajitasyonu uygun vesilelerden yola çıkarak, canlı, yaşamla bağ içinde örnekleyerek yapmaktır. Aksi durumda da belki “politika yapılmış” olur, ama bu, işçilerin uyanışına hizmet etmediği gibi, işçi ile parti arasında soğukluk duvarları yükselttiği için zararlı bir “politika” olur.
Politik ajitasyon görevlerinin temel olması başka şeydir, politika üzerine ahkam keserek sabah akşam hariçten gazel okumak başka. Bu, parti ile “politik mücadele” verdiği iddiasında olan pek çok sınıf-dışı küçük burjuva grup arasındaki önemli bir ayrım noktasına da işaret eder: Politika yapma tarzı.
Politikadan kaçınmak, günlük sorunlarla yetinmek devrimci işçi partisinin tarzı değildir, olamaz. O, yazının ilk yarısında anlatıldığı gibi, bir yandan, işçiler içinde fabrika koşullarına yönelik teşhir ve ajitasyon çalışması yapar, yığınları kendi talepleri için harekete geçmede cesaretlendirir, mücadelelerine katılır. Bir yandan da, her günkü vesilelerden yola çıkarak politik ajitasyon yapar.
Ders verir havalarında, işçinin yaşam ve mücadele pratiğinden kopuk, gözlem alanındaki olaylarla örneklenmemiş laf yığınıyla “politik ajitasyon” yapılması; miting alanında, kitlelerin ruh halini gözlemeden, bozuk plak gibi aynı sloganın tekrarlanması, ayaklanmaya çağıran sayfaların işçilere bağıra çağıra “satılması” veya üstüne savrulması; gazeteden okuduğu haberin izini sürerek grev yerine varıp daha terini silmeden işçilere “şunu yapın, şunu yıkın” diye akıl verilmesi; evet, bu “politik mücadele” ise, biz onu reddediyoruz.
Bu sakat, yığın hareketine zarar veren politika tarzına karşı tutum almayı kimileri politika dışına düşmek olarak tanımlıyorsa, böylesi bir politika tarzının dışında olmaktan ancak mutluluk duyulabilir.
Sınıfın ruhuna seslenmeyen, ihtiyaçlarını gözetmeyen, heyecan ve öfke derecesini ve bu dereceyi düşürmeyi değil yükseltmeyi hesaba katmayan ölü bir metin veya konuşmadan kaçınmak gerekir. Gerçek bir proletarya partisi, sadece sınıfın öncüsü değil, aynı zamanda onun bir parçasıdır. Tüm faaliyetinde sınıfın durumunu, ihtiyaçlarını, ruh halini gözetir, politik ajitasyonu da buna göre yapar.

HAREKETİN ÖNCÜ KUŞAĞININ PARTİ OLARAK ÖRGÜTLENMESİ
Partileşme, işçi sınıfının en temel ihtiyaçlarından biridir. İşçi eylemlerinin en görkemli anında sendika ağalarınca ihanete uğratılması, hareketin kendi dinamiklerini tahrip ederek istikrarsız bir çizgide ilerlemesi, bu ihtiyacın yakıcılığının ilk akla gelen göstergeleridir. Genel olarak örgüt, özel olarak parti olmadan işçi sınıfı bir hiçtir.
Ayrıca politik mücadelenin tayin ediciliği, bu mücadeleyi yürütme yeteneğinin örgütlenmesi olan politik partinin zorunluluğu anlamına gelir.
İşçi sınıfının partileşme ihtiyacı derken, elbette bugün işçi partisinin olmadığını söylemiyoruz. Parti, bir kez kurulunca, asıl olarak gelişmesini tamamlamış, değişmelerden etkilenmeyen bir yapı değildir. O, işçi sınıfı mücadelesinin her dönemecinde yeniden inşa edilen, safları işçi sınıfı mücadelesinin ortaya çıkardığı öncü kuşakla yenilenmesi ve genişlemesi gereken canlı bir organizmadır.
Sınıfın kendi kendini yönetir olabilmesi, aldatma, yoldan çıkarma saldırılarına karşı dirençli, mücadelenin karmaşık sorunları karşısında ikirciksiz doğru tutumlar alabilmesi için parti olarak örgütlenmesi zorunludur. Parti çalışması, bir yandan partinin uzun süreli ve dönemsel politika ve taktiklerinin sınıf içerisinde yaygınlaştırılması, öte yandan mücadelenin öncü kuşağının partiye kazanılması gibi iki yönü olan bir süreçtir.
Bu mücadele süreci, partinin, öncü işçi kuşağı üzerinde yükselen, sendikal örgütlerle desteklenen sınıf üzerinde gerçek otorite oluşunun da yolunu da açacaktır.
Parti, hareketle yakın bağ içinde kendini yenileyecek, bileşimini ve tarzını işçileştirecek, sınıfın giderek sayısı artan öncü kesimleri partide örgütlenecektir.
Aynı zamanda öncü işçilerin eğitildiği, bilimsel sosyalist dünya görüşünün, savaş yönetim biliminin kavratıldığı bir okul olarak parti, sınıf hareketinin amaçlı, politik ve sosyalist karakterli bir hareket olmasının da güvencesi olacaktır.
Bu nedenlerle partinin yığın hareketi karşısındaki en önemli görevlerinden biri, işçi sınıfı mücadelesi içinde öne çıkan, eylemleri yönlendiren öncü kuşağın partiye kazanılmasıdır.

SOSYALİST PROPAGANDA VE EĞİTİM
“Rus Sosyal-Demokratlarının sosyalist çalışması, bilimsel sosyalizmin öğretilerinin propagandasını yapmaktan, mevcut toplumsal ve ekonomik düzen, onun temelleri ve gelişimi, Rus toplumunun çeşidi sınıfları, bu sınıfların karşılıklı ilişkileri, bu sınıfların kendi aralarındaki mücadeleler hakkında, bu mücadelede işçi sınıfının rolü, işçi sınıfının yok olan ve yükselen sınıflara karşı tavrı hakkında, kapitalizmin geçmişi ve geleceği, uluslararası sosyal-demokrasinin ve Rus işçi sınıfının tarihsel rolü hakkında işçiler arasında doğru anlayışları yaymaktan ibarettir. Rusya’da mevcut politik koşullar altında ve verili gelişme aşamasında doğal olarak ön plana çıkan ajitasyon, propagandayla ayrılmaz bağ içindedir. İşçiler arasında ajitasyon, Sosyal-Demokratların, işçi sınıfı mücadelesinin bütün elementer ifadelerine, işçilerin iş saati, ücret, çalışma koşulları vs. nedeniyle kapitalistlerle tüm çatışmalarına katılmalarından ibarettir.”(Lenin, Rus Sosyal-Demokratlarının Görevleri, Seçme Eserler, cilt: 1, Inter Yayınları, sf. 483)
Lenin, özel olarak Rusya’dan bahsetse de, genel olarak bir partinin sosyalist çalışmasının kapsamını ve ajitasyonla ilişkisini somut ve ayrıntılı olarak dile getiriyor.
Partinin işçi sınıfı hareketine karşı görevleri, sosyalist dünya görüşünün, teorinin konusunu oluşturan Lenin’in ayrıntılandırdığı sorunların işçi sınıfı içinde yayılması olmadan, tam olarak yerine getirilmiş sayılamaz.
İşçi sınıfı hareketinin kendisi için harekete dönüşmesi için politik talepleri gündemine almasının yanı sıra; toplumun sosyal ve iktisadi gelişimini, sınıfların durumunu ve bunlar arasındaki ilişkileri, kapitalist sistemin yıkılmasının zorunluluğu ile sosyalizmin kaçınılmazlığının bilincine varması gerekir. Kısaca kendisi için işçi hareketi demek, bilimsel sosyalizmin yönlendirdiği hareket demektir. İşçi hareketinin sosyalizm bayrağı altında toplanması, elbette ki işçi çoğunluğunun sosyalizmi kavrar hale gelmesi demek değildir. Böyle olsaydı, işçi hareketi hiçbir zaman sosyalist harekete dönüşemez, sosyalizm de hayal olurdu. Hareketin sosyalist niteliği, işçi hareketinin bir dizi kitle örgütü, sendika vb. araçlarla parti politikalarına bağlanması demektir. Bu anlamıyla da sosyalizm, asıl olarak bir öncü hareketidir. Sosyalist parti, işçilerin çoğunluğunu sosyalist dünya görüşüne kazanarak kitleselleşmez, en kritik zamanlarda emekçilerin en temel çıkarlarını cesaretle savunduğu için tüm sınıfı ve emekçi yığınları peşinden sürükleme gücüne kavuşur.
Sosyalist propaganda, toplum ortalamasına göre eğitim seviyesi düşük, burjuva ve dinsel-geleneksel düşüncelerle kafası doldurulmuş bir kitleye sesleneceği için inatçı, sabırlı bir çalışma olmak zorundadır.
İkinci olarak, sosyalizm, yapısı gereği, işçi sınıfının kavramasına müsait bir dünya görüşü olsa da, son tahlilde bir bilimdir, bu bakımdan da sınıfın öncü kesimi tarafından kavranabilir. Ama buradan, sosyalist eğitimin ve genel olarak teorik faaliyetin hedefinin seçkin bir tabaka olduğu sonucu çıkmaz. Sosyalist propagandanın ve eğitimin hedefi genel olarak işçi sınıfıdır. Ama öncelikli hedefi ileri işçilerdir.
Sosyalizm, partinin tüm çalışmasının özü, hareketi yöneltmek istediği hedef, uğruna mücadele ettiği idealdir. Attığı her adıma sosyalizmi yakınlaştırma perspektifi içeriklidir.
Ama bu, sosyalizm lafzının bir nakarat, bir tekerleme olarak ifade edilmesi demek değildir. Şu kesindir: Demokratik görevlerin ağırlıkta olduğu bu süreçte bile işçi sınıfının sosyalist eğitimi temeldir; bir başka ifadeyle işçi sınıfı, demokrasi mücadelesinin sosyalist aktörü, öznesidir. Hem demokrasi mücadelesinin sosyalizme dönüşmesi hem de demokrasi mücadelesinin gerçekten başarısı için işçilerin sosyalist eğitimi zorunludur ve bu nedenle de sosyalist propaganda şarttır. Yaşamın sunduğu her fırsat sosyalizmi, sosyalist dünya görüşünü anlatmanın vesilesi kılınmalıdır. Bu, işin bir yanıdır.
Ama işin bir diğer yanı da vardır ki o da şudur: Sen akşama kadar sosyalizm lafı ediyorsun diye, işçi sosyalist olmaz. Elbette kavramın kullanımı, dile getirilmesi, simgelere yer verilmesi önem taşır. Ama önemli olan gerçeğin uygun zamanda ve yerde söylenmesidir.
Sosyalist propaganda, ajitasyonun sıcak vesilelerine dayandığı, işçi yaşamından örneklerin üzerine oturduğu, kuru bir öğretme işi olmaktan çıktığı ölçüde etkili olabilir.
Bu konuda atılacak ciddi adımlar, ciddi bir hesaplaşma da olmak zorundadır.
Geleneksel sınıf-dışı “sosyalizm” akımı, işçinin yaşamından kopuk, basitleştirilmiş kaba materyalist formülasyonları işçi sınıfına sosyalizm diye aktarırken, gerçekten işçi sınıfı ile sosyalizm arasındaki açıyı büyütmekten başka bir şey yapmamıştır.
Birtakım kitabi bilgiler, ders verircesine aktarılmış, “işçi sosyalizmden anlamaz” düşüncesiyle kaba, cansız slogan ve formüllerin tekrarı sosyalist eğitim sayılmıştır.
Devrimci işçi partisi, bu tarzı ortadan kaldırmayı, geleneksel üst tabaka devrimciliğinin teorik ve pratik etkilerini temizlemeyi hedeflemektedir.
Teori, pratiğin ihtiyaçlarından yola çıkmalı, ona cevap olmalı, somut ihtiyaca karşılık gelmelidir.
İşçilerin mücadelesi, yaşamı ve deneylerine dayanmalıdır.
Teori, işçiler arasında ortak bir sınıf olma duygusunu zedelemeden, önsel bir ayrılığın ifadesi olarak değil işçi sınıfının birliğinin ve eyleminin ifadesi olarak anlatılmalıdır.
Yaşamın ortaya çıkardığı olgulardan yola çıkılarak, sıcak, canlı vesileler üzerinde yükselmelidir.
Sosyalist teorinin öncü işçide cisimleşmesi, hareketin sosyalist harekete dönüşümünün imkânı ve güvencesidir.
Bu, aynı zamanda, işçi sınıfı ve emekçi yığınların zamanı geldiğinde sosyalist sloganlarla harekete geçmesi bakımından da, zorunlu bir çalışmadır. Örneğin “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganı, sadece özlemi duyulan bir slogan olmanın ötesinde yığınları harekete geçiren bir slogan olacaksa, bu, partinin, ekonomik vb. mücadelelere katılım ve yardımından, yığınların kendi deneyleriyle öğrenmelerinden ve politik ajitasyondan güç alacağı kadar, sınıfın geri kalan kesimini peşinden sürüklemeye yetenekli yeterli genişlikte bir ileri kesiminin sosyalist eğitimden geçmesinden güç alacaktır.

SONUÇ
Parti çalışmasının özü ve temel amacı, işçi sınıfını harekete geçirmek, işçi hareketini kendiliğinden bir hareket düzeyinden kendisi için bir düzeye çıkarmak, başka bir ifadeyle sınıfı tarihsel devrimci rolünü kavrar düzeye, devlet iktidarını talep eder sosyalist nitelikli bir hareket düzeyine yükseltmektir.
Bu amaçlı faaliyetin üç yönü vardır.
Birincisi, yığınların yaşam koşullarını, onların ekonomik sorunlarını sistemli olarak teşhir konusu yapmak.
İkincisi, ekonomik taleplerle ustaca birleştirerek devletin ve hükümetin toplumun tüm toplumsal sınıflarla ilişkilerini, devlet kurumlarının işleyişini, devletin uyguladığı ulusal ve dinsel baskıları konu alan politik ajitasyon.
Üçüncüsü, ekonomik teşhire ve politik ajitasyona konu olan sorunların temelindeki sorunların, sınıflar arasındaki ilişkinin nesnel özelliklerinin, işçi sınıfı hareketinin ulusal ve uluslararası özellik ve deneyiminin genel ifadesi olarak sosyalist propaganda.
Bu üç yönlü mücadelenin merkezinde politik mücadele vardır. Ekonomik teşhir politik ajitasyona bağlanacak, sosyalist propaganda politik sorunları kalkış noktası yapacaktır.
Engels işçi sınıfı mücadelesinin ekonomik, politik ve teorik-ideolojik olmak üzere üç biçiminden söz etmişti. Bu üç biçimin birbirinden kopuk, farklı zamanlarda gündeme giren mücadele biçimleri olduğunu düşünmemek gerekir. Pratik mücadelede ajitasyon ve propaganda, ekonomik ve politik teşhir genelde bir arada, iç içe yürütülür. Üç ayrı mücadele biçiminden söz edilmesi, * gerçekte kavramayı kolaylaştırmak için yapılan soyutlamalardır. Lenin ekonomik ve politik mücadeleyi bir madalyonun iki yüzüne benzetir. Propaganda ve ajitasyon iki ayrı şey olmakla birlikte, her ajitasyonda propaganda unsurları bulunur ve propagandaya geçiş imkanı taşır. Demokratik ve sosyalist görevler kimi zaman ayırt edilmez şekilde iç içe geçer.
Akıldan çıkarılmaması gereken şudur: Hangi adımın hangi sonuca yol açacağını, kayayı yerinden oynatmak için manivelayı kayanın hangi çıkıntısına, desteği nereye koymak gerektiğini, hangi taşı çekersek duvarın yıkılacağını hesap ederek davranmak. Savaş yönetimi bilimi olarak strateji ve taktiğe uygun davranmak, tüm mücadele araç ve yöntemlerini, cephaneliğin bir unsuru haline getirmek gerekir. Yaşama donmuş formüllerle değil, canlı, hareketli, değişken ve çok yönlü bir süreç olduğunu bilerek, varolanın olması gerekene nasıl dönüştürüleceğini akılda tutarak yaklaşmak.

Ağustos 1999

Bir kitap üzerine notlar: “faşizmin yargılanması”

FAŞİZMİN YARGILANMASI DENİNCE
Faşizmin yargılanması denince, akla hemen, doğal olarak yargılama kavramının çağrıştırdığı biçimsel özelliklerle Nürnberg mahkemelerinin gelmesi gerekir. İnine kadar kovalanarak ezilmiş faşist güruhun artıklarının hesap vermesidir bu mahkemede olagelen.
Ama zaten faşizm, Nürnberg mahkemelerinden önce hem yenilmiş hem de halkların vicdanında yargılanıp mahkûm olmuştu. Bu doğaldı da. Çünkü faşizm, komünistlere, sosyal demokratlara, Yahudilere, emekçi sınıflara ve halklara karşı giriştiği vahşi saldırılar ve sebep olduğu acılar, kayıplar ve yıkımlarla halkların belleğine yerleşmişti. Yani acı dolu yılların tecrübesi, halkların lanetini faşizmin üzerinde yoğunlaştırmıştı.
Ama faşizmin Avrupa çapındaki yükselişi yıllarında durum hiç de böyle değildi. Avrupa tekelci burjuvazisi, aktif destek veya sessiz onay halinde, faşizmi Avrupa’yı saran “komünizm illetine” karşı bir panzehir olarak görüyordu. Sadece ağır silah sanayisinde palazlanmış bir iki tekel değil, ağırlıklı ve egemen kanatlarıyla tekelci burjuvazi faşizmi destekliyor, sosyalizme saldırması için kışkırtıyordu. Faşizm, tekelci burjuvazinin öncü gücüydü. Bir kısım aydınlar açıkça Avrupa’nın “ariyenleştirilmesi” için faşizmin hizmetine girmişti. Ve tüm Avrupa’ya faşizmin yenilmezliğine dair bir kanı yerleşmişti. Faşizme karşı mücadelenin temel gücü işçi sınıfı ise bölünmüştü. Komünist partide ve komünistlerin etkisindeki sendikalarda örgütlü kesim aktif bir mücadele içindeyken, sosyal demokrasi, hâkim olduğu işçi kesimini bu mücadeleden alıkoymaya çalışıyordu. Faşizm yargılanacak değil, korku duyulan, ayak sesleri kulaklarda uğuldayan, yenilmez bir güç gibi görünüyordu.
İşte bu koşullarda faşizmin niteliğini en anlamlı şekilde ortaya koyan, deyim yerindeyse onu erken bir yargılama ile ideolojik ve politik olarak mahkûm eden kişi, faşizmin elindeki bir tutuklu oldu. Bu tutuklu, kendi ifadesiyle, “Bulgaristan işçi sınıfının evladı”, “30 yıldır parti üyesi, 21 yaşından itibaren Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi”, “Bulgaristan Sendikalar Birliği Sekreteri”, “Partinin Sofya milletvekili, belediye meclisinde parti temsilcisi,” “Parti hatibi ve yazan”, “Komintern Yürütme Kurulu üyesi” Georgi Dimitrov’du!
9 Mart 1933 günü iki Bulgar dava arkadaşıyla birlikte Alman parlamento binası “Reichtag’ı kundaklamak” suçlamasıyla tutuklanmıştı. İktidarda iyice kurumlaşmak çabası içindeki naziler, bu binada yangın çıkarmayı, komünistlere saldırının başlama işareti olarak tasarlamış ve gerçekleştirmişlerdi.
Kitabın arka kapak yazısında da ifade edildiği gibi; “Dimitrov, faşist mahkeme önünde, faşizmin kendisi şahsında sosyalizme ve barışa doğrulttuğu silahı tersine çevirmeyi başar”dı. Dava faşizm ile sosyalizm ve demokrasi güçleri arasındaki savaşın bir arenasına dönüştü. “Dimitrov, tutukluluk ve yargılanma sürecinde büyük bir yiğitlik örneği göstererek dünyadaki tüm anti-faşistlerin moral ve cesaret kaynağı olduğu gibi, komünistlerin parlamento binasını yaktığı iddiasını, dikkatli bir incelemeyle çürüttü ve bu kundaklamayı faşistlerin gerçekleştirdiğini ortaya çıkardı. Ayrıca verdiği dilekçelerle, tanık dinlenmesi talepleriyle, tanık sıfatıyla mahkemeye gelen Göbels ve Geöring’le girdiği sert ve ezici polemiklerle faşist güruhu tam bir hezimete uğrattı.”
Dimitrov’un tutukluluk ve yargılama boyunca ortaya koyduğu tutum, geliştirdiği savunma çizgisi, ayrıca dönemin özellikleri ve “sanığın” Komintern’deki etkin konumu ve öteki özellikleri, faşizmin bu yargılamaya verdiği önem vb. noktalar, söz konusu davanın 20. Yüzyılın en önemli politik davası olarak kabul edilmesini sağladı.
Daha faşizmin yükseldiği yıllarda, faşizmin niteliğinin açıklıkla anlaşılmasını, kundaklamanın iç yüzünün açığa çıkmasını sağlayan en önemli olayların başına bu yargılama yerleşti. Ve sonuç olarak faşizmin yargılanması derken, Nürnberg’teki hakiki mahkeme ve yargılamaya karşın daha çok bu dava akla geldi.
Evrensel Basım Yayın’ın Şubat ayı içinde yayınladığı ve 1933 yılında Leipzig’te gerçekleşen bu yargılamanın en önemli belgelerini, Dimitrov’un günlüğünden parçaları, dilekçe ve savunmalarını içeren kitap da “Faşizmin Yargılanması” başlığını taşıyor.

DİMİTROV’UN SAVUNMASINA BUGÜNDEN BAKARKEN…
Büyük tarihsel öneme sahip, tartışmasız yüzyılın en önemli savunması olan Dimitrov’un savunması ve mahkeme sürecinin belgelerini içeren bir kitabın yayınlanması pek çok güncel çağrışımlar taşıyor.
Tarihi ve bugünü, dalgalar halinde tutuklamalara, büyük önemde yargılamalara ve savunmalara sahne olmuş ve olmakta olan bir ülkede, elbette ki böylesi bir kitap, okuyanın kafasında çağrışımlar, kıyaslamalar doğuracaktır. Ve hele de bu savunma, varlığı ve uygulamaları ile güncel olan faşizme karşı yapılmış savunmalar ise…
Kitabın ilk anda İmralı Duruşmalarını hatırlatması doğaldır. Bu dava, ülkemizin en önemli toplumsal sorunlarından biriyle, Kürt sorunuyla ayrılmaz bağı, güçlü bir silahlı güce sahip bir örgütün birinci adamının dava sanığı olması gibi özellikleriyle üzerinde dikkat topladı ve sıcaklığını koruyor. Ama ne var ki, devletle uzun süreli ve her bakımdan zorlu bir çatışmaya girişmiş bir gücün içerdeyken de başkan kabul edilen bir nolu kişinin mahkeme karşısında aldığı tutum, önce büyük bir şaşkınlık, ardından da açık bir düş kırıklığı yarattı.
Bu bakımdan da bu kitabı okuyan okuyucunun yiğitçe direniş ve devrimci savunma ile teslimiyet arasında bir kıyaslama yapması doğaldır. Çünkü Dimitrov, faşizm karşısında gösterdiği tutumla, faşizmin pençesine düşen herkesin örnek aldığı bir cesaret ve kahramanlık örneği oldu. Buna karşılık 15 yıllık savaşın bir kutbunu temsil eden Öcalan ise, politik ve kişisel teslimiyetiyle, önünde yeni dolambaçlar uzanan sürece yön değiştirici bir nokta koydu.
Ama bu kadarı için, yani devrimcilik ve uzlaşmacılık arasındaki farkı anlamak için, o kadar da uzağa gitmeye gerek yok. Ülkemizin hiç değilse 30 yıllık pratiği bu konuda pek çok önemli, kuşakları eğitici, fikir verir örnek sunmuştur. Bu bakımdan kitabın önemini devrimci ve uzlaşmacı tutum arasındaki farkı gösterecek bir referans oluşuyla sınırlamak, oldukça yetersiz, kusurlu bir değerlendirme olur. Zaten de yazının devamında Dimitrov’un yargılanma sürecindeki çok iyi bilinen yiğitçe tutumunu değil, onun daha çok ders içeren savunma çizgisinin kimi özelliklerini spotlar halinde vermeye çalışacağız.

DİMİTROV’UN SAVUNMASININ KİMİ ÖZELLİKLERİ
Devrimci savunma… Ülkemiz sol hareketi tarihinde özel bir yere sahiptir bu kavram.
Devlet tarafından “suçlu”, “terörist” olarak damgalanan devrimciler, büyük bir çoğunlukla mahkeme karşısında devrimci amaçlarını dile getiren savunmalar yapmışlardır. Ağır cezaları, kimi durumlarda idama mahkûmiyeti göze alma pahasına yapılan bu gözü pek savunmalar, gelenekselleşmiştir.
Ama bu kavramın yerli yersiz kullanımına ve yanlış anlamlar yüklenmesine da az rastlanmıyor. “Devrimci savunmacın niteliği, ithamların, kullanılan kavramların keskinliği, savunmacının mahkeme heyeti karşısındaki hırçınlığıyla ölçülüyor. Belirtelim ki, amacımız olası cezanın daha da ağırlaştırılmasıyla yanıtlanan böylesi gözüpek bir tutumu gözden düşürmek değil. Sadece bir gelenekselleşme eğilimi taşıyan bir tutumu eleştirmek. Devrimci savunma, genel geçer, devrimci bir örgütün programının basmakalıp ifadelerle tekrarı olmamalıdır, olamaz. Devrimci savunma, her yargılama sürecinin özelliklerine göre biçimlenen, özel bir stratejisi, iniş ve çıkışları olan bir süreç olmalıdır. Dimitrov’un savunma çizgisinin kimi özelliklerini ele almak sanırız bu bakımlardan da öğretici olacaktır.
Almanya’da Naziler iktidara gelmiş, saldırılarını giderek artırmaktadırlar. Dimitrov da o sıralarda bu ülkede Dr. Rudolf Hediger sahte pasaportuyla yaşamaktadır. 27 Şubat’taki parlamento binası yangınından kısa bir süre sonra, 9 Mart’ta iki Bulgar arkadaşıyla birlikte Berlin’de bir lokantada gözaltına alınır. Ve aynı gün bir soruşturma komisyonunun karşısına çıkarılır; Reichtag yangınını çıkarmakla suçlanmaktadır.
Dimitrov’un yaptığı ilk yazılı açıklamalardan, onun paniğe kapılmadan, her tür olasılığa karşı hazırlıklı ancak ölçülü bir tutum sergilediğini anlıyoruz.
Dimitrov’un adı bu olaya neden karıştırılmıştır? Gerçekten kimi tanıklar, onu gerçek suçlulara mı benzetmişlerdir, yoksa özel olarak seçilmiş bir hedef midir? Dimitrov’un savunma çizgisi her iki ihtimali de göz önünde bulunduran bir özellik gösterir. Hem bu olayla uzak yakın hiçbir ilişkisi olamayacağını net bir şekilde ortaya koyar ve yangın günü başka bir kentte olduğunu kanıtlar. Ama öte yandan da şahsını, dünya görüşünü ve partisini savunur.
İlk ifade ve dilekçelerinde işçi sınıfının dünya partisi Komintern’in en yetkili organının üyesi olmak kimliğini öne çıkarmak yerine, “siyasi mülteci” ve “Bulgaristan eski milletvekili” kimliğine vurgu yapar.
Çok yalın bir şekilde Almanya’da bulunuş nedenini, neden sahte pasaport taşıdığını, geçimini nasıl sağladığını izah eder. Almanya’nın içişlerine karışmadığını dile getirir. Alman yasaları karşısındaki tek suçu, sahte pasaport taşımak, dolayısıyla da Almanya’da yasadışı olarak bulunmaktır.
Gerçi bu aşamada da herhangi bir belgeyi imzalamayı kesin bir şekilde reddeder, Almanca bildiği halde ilk dilekçe ve açıklamalarını anadili Bulgarca olarak yazar, komünist olduğunu, Komintern’e bağlı olduğunu söylemekten kaçınmaz.
Bu bakımdan, Dimitrov’un savunması başından itibaren devrimci bir savunmadır, ilk açıklama ve dilekçelere yansıyan savunma tutumu da kesinlikle devrimcidir, hiçbir taviz, kararsızlık, devrimci düşünceleri ifadeden kaçınma yoktur. Hatta bu yangını “antikomünist bir eylem” olarak suçlarken, Nazilerin yaptığına dair bir imada da bulunur.
Ama ortada yanıtları henüz netleşmemiş sorular vardır. Naziler, iddiaların tüm temelsizliğine karşın davayı sonuna kadar sürdürecekler midir, yoksa bir sonuç alamayacaklarını düşünerek bir skandala yol açmadan Dimitrov’u salıverecekler midir? “Eski Bulgaristan milletvekili” olmak, gaddarlığı Avrupa kamuoyunca çok iyi bilinen bir diktatörlüğün gıyabında idama mahkûm ettiği bir “siyasi mülteci” olmak oluşacak uluslararası kamuoyu için uygun bir tutamak olmaz mı? Sanırız ki, Dimitrov bu ve başka olasılıkları hesaba katmıştır.
Ancak dava zaman içinde, faşizm ile sosyalizm arasında açık bir hesaplaşmaya dönüştüğünde Dimitrov, artık bir siyasal göçmen, eski komünist bir milletvekili olarak değil, hatta Bulgaristan Komünist Partisi Genel sekreteri olarak da değil, dünya sosyalizminin, Komintern’in sözcüsü olarak konuşur. Özellikle davanın görkemli bir finali olan son savunmasında dünya savunmalar tarihinin en mükemmel örneklerinden biriyle karşılaşırız.
Ancak burada dikkat çekici olan, davanın seyri içinde savunmanın ağırlık noktalarındaki değişimlere rağmen ilk ve son savunmalar arasında herhangi bir çelişki olmamasıdır, ilk dilekçeden son görkemli savunmaya kadar söylenenler arasında tam bir uyum, bütünlük vardır. Ancak vurgular davanın seyrine göre değişmiştir.
Dimitrov, yargılama sürecinde, sadece kişiliğini ve dünya görüşünü savunan bir komünist değildir. O aynı zamanda süreci yönlendiren, davanın kapsamını tayin eden bir konumdadır. Dava boyunca, uzun süre gece ve gündüz elleri kelepçeli olmasına karşın, yüzlerce dilekçe yazmış, tanık dinlenmesi taleplerinde bulunmuş, faşistlerin gösterdiği tanıkları can alıcı sorularla komik duruma düşürmüştür. Dimitrov’un davanın gidişatı üzerindeki belirleyici rolünü o sırada Almanya’da yayınlanan faşist bir gazete açık bir düşmanlıkla şöyle ifade ediyordu: “Dimitrov’un ilk sözleri, bu adamın davayı politik kişiliğine bağlamayı başardığını gösteriyor. Mahkemeyi derhal bir gösteri alanı haline getirmeye çalışıyor… Reichtag yangınında hangi rolü oynadığının hiç önemi yok, Dimitrov’un korkunç çapta etkili bir moral kundakçı olduğu şimdiden kanıtlanmış durumda.”
Dimitrov’un savunmasının temposu, mahkeme süreci ilerledikçe giderek yükselir. Ama bunda kesinlikle onun kendine hâkim olamaması gibi bir durum yoktur. Davanın her anından son derece soğukkanlıdır. Kullandığı ölçülü dil de girdiği sert polemik de bilinçle verilmiş bir kararın uygulanmasıdır. Buna karşılık Hitler’in bakanları Göbels ve Georing, tanık kürsüsünde Dimitrov’un zekice soruları karşısında soğuk terler dökmüş, açmaza düşmüş ve kendilerini kaybederek, mahkemeyi falan unutmuş, küfür ve tehditler savurmuşlardır.
Nazilerin Dimitrov ve öteki Bulgar devrimcilerini “kurban” olarak seçmelerinin özel bir nedeni de, Alman halkı içinde etkili olan Bulgar ulusu hakkındaki olumsuz önyargıdır. Naziler, “barbar” sayılan bir ulusun komünistlerini yargılamanın, kundakçılıkla suçlamanın, Alman halkındaki önyargıyla birleşerek inandırıcılık kazanacağını ummaktaydılar.
Ancak Dimitrov’un keskin, sert ama ölçülü savunma tutumu, bu taktiği de boşa çıkarmıştır. O, “Bulgar vahşilerinden beklendiği gibi davranmamıştır. Dimitrov açısından mahkemenin faşizmin sıradan bir kuklası olduğu açıktır. Ama Dimitrov, Alman halkına karşı da sorumlu olduğunun bilincindedir. Mahkemeyi tanımaması, yürürlükteki yargılama kurallarına uymaması, Alman halkının faşist yalanlara inanmasını kolaylaştıracaktır. Ayrıca dikkati davada yoğunlaşmış bulunan uluslararası kamuoyuna mesaj vermesi de zorlaşacaktır. Bu ve daha başka nedenlerle Dimitrov, dilekçelerinde dikkatli, ölçülü bir dil kullanır. Keskin devrimci bir tutumu yargılamanın for-mel gereklerine uyarak yaşama geçirmeyi başarır.
Dava boyunca genel devrimci amaçlarını açıklamakla ve davanın provokatif niteliğini sergilemekle yetinmez. Tüm imkânlarını değerlendirerek amansız bir hukuk mücadelesi de verir. Davanın tüm belgelerini titizlikle inceler. Yorulmadan her tanığa sorular yöneltir, kabul edilsin ya da edilmesin onlarca tanık dinlenmesi talebinde bulunur. Verdiği onlarca dilekçe ile bu talebini gerekçelendi-rir. Soyut, genel bir politika yerine, iddialarla ilişkili bir savunma çizgisi izler.
Bir örnek vermek gerekirse: Emniyet müdürüne, polis güçlerini yangına öngelen günlerde teyakkuza geçirip geçirmediğini sorar. Polis müdürü arkasından gelecek soruları bilemediğinden hayır cevabı verir. Ama iddia edilmektedir ki, komünistler yangını bir işaret sayıp bir ayaklanma başlatacaklardır. Eğer böyle bir ayaklanma bekleniyorsa, neden tüm devlet güçleri teyakkuz halinde değildir diye sorar Dimitrov. Demek ki, devlet de komünistlerin o gün için bir ayaklanma planlamadıklarını bilmekte, ama sırf komünist avına gerekçe bulmak için bu yalana sarılmaktadır. Ve bunun gibi sayısız örnek.
Tanık olarak dinlenen polis şeflerini, mülki amirleri ve nihayet Nazi kurmaylarını sorularıyla açmaza düşürür, ifadelerindeki çelişkileri açığa çıkarır, onları çılgına çevirir. Basın ve izleyiciler önünde küçük düşürür.
Tüm sahte kanıtları çürütür, tezler geliştirir. Bu özellikleriyle sadece devrimci savunma açısından değil, hukuk mücadelesi bakımından da örnek bir tutumdur.
Dimitrov, dışarıyla haberleşmek için de tüm kapıları zorlar. Bir yandan kısıtsız bir haberleşme hakkı talep ederken, çeşitli yollarla nazi sansürünü delmeyi dener. Her şeyden önce dünya kamuoyunca tanınmış M. Cachin, H. Barbusse, Romain Rolland gibi yazarlara mektuplar yazar. Bunlar aynı zamanda uluslar arası insan hakları kuruluşları içinde de etkin kişilerdir. Bunlara yazılan mektupların ulaşma olasılığı, örneğin Komintern yönetim kuruluna yazılmış bir mektubun ulaşma olasılığından daha yüksektir. Ailesi ile yazışırken, çok ustaca ifadelerle hem sansüre uğrama ihtimali zayıf hem de durumu hakkında bilgi veren anıştırmalarda bulunur. SSCB’ye kendi durumu hakkında bilgi verirken herhangi bir politik şahsiyete değil de bir zamanlar tedavi için kaldığı bir sanatoryumun yöneticisine hitaben yazdığı bir teşekkür mektubunun içine serpiştirdiği çok dolaylı ifadelerle durumunu açıklar. Önceleri herhangi bir belge imzalamayı kesinlikle reddederek sadece kendisinin Bulgarca olarak sunduğu dilekçelerin kendisini bağlayacağını açıklayan Dimitrov, sansürden geçmesini kolaylaştırmak için mektuplarını Almanca yazar.
Dimitrov, hapishanedeki zamanını da en iyi şekilde değerlendirmeyi bilir. Kütüphanede sadece Alman tarihine ilişkin kaynaklar vardır. O da büyük bir istekle Alman tarihi çalışır. Elleri sürekli kelepçeliyken bile yazı yazmaktan, not tutmaktan, dilekçe ve savunma hazırlamaktan geri durmaz.

DİMİTROV’UN ÜSLUBU
Dikkat çekici olan bir şey de Nazilerin en parlak adamlarını bile kolayca mat eden bu adamın hem ele aldığımız bu derlemede hem de öteki yapıtlarında, son derece yalın, anlaşılır bir dil kullanmasıdır. Kimilerine bu, fikri bir yoksulluk gibi görünse de, gerçekte, özel olarak yapılmış bir tercihtir. Çünkü o milyonlarca ve milyonlarca emekçiye seslenmektedir. Düşüncelerini olanca yalınlığıyla ifade ediyor oluşu, yalınkat bir düşünce sistemine sahip olduğunu göstermez. Kitaptan da anlıyoruz ki Bulgarca dışında Almanca ve Rusçayı çok iyi bilir ve konuşur. Geniş bir aktüel birikimi, tarih bilgisi vardır. Kültür ve sanat konularına vakıftır. Öngörüleri gelişkin, zekâsı da kıvraktır. Öyle ki, Hitler’in bakanları da onu tehlikeli bir şekilde “çok zeki ve kurnaz” olmakla suçlarlar.
Engin politik ve kültürel birikimine, derin, çok yönlü kavrayışına karşın üslup neden bu kadar yalındır?
Gerçekte anlatımda açıklık, kavrayıştaki derinliğin ifadesidir. Dimitrov ve öteki büyük Marksistler, en geniş kitlelere en sorunlu kabul edilen meseleleri anlatmak için anlaşılır, sade bir dil seçmişlerdir. Bu onların işçi sınıfı teorisyenleri olmalarının bir sonucudur. Ama hiçbir şekilde düşünsel bir zayıflığın ifadesi değil.

SONUÇ
Dimitrov’un savunması, burada spotlar halinde vurguladıklarımız ve daha başka özellikleriyle tarihsel önemi büyük bir belgedir. Ama bunun da ötesinde, azgın siyasal gericilik altındaki bir ülke için son derecede güncel, somut dersler içermektedir.
Dimitrov’un savunmasını içeren derleme, yazı boyunca sözünü ettiğimiz konularda öğretici ve ışık tutucu olmasının yayında, 1930’ların dünya koşulları, faşizm ile sosyalizm ve demokrasi güçleri arasındaki mücadelenin özellikleri, faşizmin çıplak yüzü hakkında da somut bir tablo çıkarır karşımıza. Kitap bu yönüyle de incelemeye değerdir.

(Faşizmin Yargılanması -Leipzig 1933-, Georgi Dimitrov, Evrensel Basım Yayın, çeviren: Olcay Geridönmez, isimler diziniyle birlikte 176 sayfa, Şubat 2000, İstanbul)

Mart 2000

Kitaptan bir bölüm:
Dimitrov-Göring hesaplaşması

4 Kasım 1933 tarihli duruşmada Dimitrov ile Prusya Başbakanı ve İçişleri Bakanı Göring arasında çıkan tartışma steno ile kaydedilmiş duruşma tutanağından kısaltılarak alınmıştır.

Dimitrov: Tanık Kont Helldorf ifadesinde burada, 27 Şubat akşamı saat 11:00-12:30’a doğru, kendi inisiyatifi ile, Berlin’deki tüm komünist ve sosyal demokrat liderlerin derhal tutuklanması için emir verdiğini söyledi. Şunu soruyorum sayın başkan, sayın başbakan: Kont Helldorf, Sayın Göring ile Reichstag kundaklanmasıyla ilgili olarak alınacak önlemleri konuşmuş mudur yoksa konuşmamış mıdır?
Göring: Bu soruya aslında daha önceki açıklamalarımda yanıt verilmişti. Kont Helldorf yangını duyunca, hepimiz gibi, bu işin tamamen Komünist Partisi’nin eseri olduğuna açıkça kanaat getirmişti. En yakın çalışma arkadaşlarına emirleri vermiştir. Fakat bir kere daha belirtirim ki, elbette onu odama çağırtıp, SA’larını da emrimize vermesi gerektiğini, çünkü şimdi herkesin tutuklanması gerektiğini söyledim. O da bana, sanırım, zaten bu yönde bazı emirler vermiş olduğunu bildirdi. Böylece ben, onun verdiği ancak henüz yürürlüğe konmamış emirleri üstlendim ve devlet otoritesiyle pekiştirdim.
Dimitrov: Ben sadece, saat 11 ile 12 arasında Kont Helldorf ve Başbakan Göring arasında özel bir görüşmenin geçip geçmediğini öğrenmek istiyorum.
Göring: Bunu az önce duydunuz ya, evet (Başkan: Bu soruya daha önce yanıt verilmişti!) akşam, Kont Helldorf buraya geldikten sonra yanıma da geldi tabii.
Dimitrov: Nasyonal sosyalist Reichstag milletvekilleri sayın Karwahne ve sayın Frey’in şahit olarak burada verdikleri ifadelerinde, saat 11:00 civarında Reichstag Yangını’yla alakalı olarak (Prusya) İçişleri Bakanlığı’na gittiklerini ve kendilerinin ve Avusturyalı nasyonal sosyalist Kroyer’in, yangın günü Torgler ile Van der Lubbe’yi bir arada gördüklerini bildirdiklerini ifade etmişlerdir. Bu Reichstag milletvekilleri Başbakan Göring ile konuşmuşlar mıdır?
Göring: Hayır.
Dimitrov: Başbakan, Sayın Karwahne ile sayın Frey’in böyle bir bilgi verdiklerini ya da vermek istediklerini biliyor muydu?
Göring: Bilgi vermelerinden sonra öğrendim. En belirleyici ve en önemli ifadelerden biri olduğu için bana iletildi tabii ki.
Dimitrov: Bunun ne zaman olduğunu öğrenebilir miyiz?
Göring: Öğleden önce ya da belki de öğleden sonra.
Dimitrov: Yani, öğleden önce mi, yoksa öğleden sonra mı?
Göring: Bu açıklamaların bana kesin olarak ne zaman sunulduğu, Bakanlık Danışmanı Dlehls’in dinlenmesiyle ve onun tuttuğu tutanaklardan saptanabilir.
Dimitrov: Sayın Başbakana şunu hatırlatmak isterim ki, Sayın Karwahne, Sayın Frey ve Sayın Kroyer, bu konuyla ilgili soruya verdikleri yanıtta, bu bildirimi gece yarısı civarında yaptıklarını kesin olarak ifade etmişlerdir.
Göring: Bu üç kişi açıklamalarını bakanlıkta memurlara yapmışlardır, bana değil. İnsanların ne zaman içeri girdiklerini koklayamam ya da göremem. Bu olay gece veya ertesi gün öğleden evvel de olmuş olabilir, hatırlamıyorum. Fakat bunun saptanması her zaman için mümkündür.
Dimitrov: 28 Şubat’ta sabah gazetelerinde Başbakan Göring’in, Reichstag Yangını ile İlgili olarak basına yaptığı bir açıklama yer aldı. Burada, Reichstag’ın kundaklanmasının Komünist Partisinin işi olduğu, Torgler’in bu işe katıldığı ve ayrıca tutuklanan Hollandalı komünist van der Lubbe’nin üstünden, pasaportunun dışında bir de parti üyelik kartı bulunduğu yazılıydı. Soruyorum: Başbakan Göring o sırada, van der Lubbe’nin parti kartı taşıdığını nereden biliyordu?
Göring: Şimdiye kadar bu dava ile pek ilgilenmediğimi söylemek zorundayım, yani bütün yazılanları başından sonuna okumadım. Yalnız okuduklarımdan, sizin (Dimitrov’a yönelerek) çok zeki biri olduğunuzu gördüm. Bu yüzden, şimdi bana sorduğunuz sorunun da çoktan açıklığa kavuşturulmuş olduğunu sanıyordum. Az önce söyledim: Ben oraya buraya koşup insanların ceplerini karıştırıp içinde neler olduğuna bakmıyorum. Bilmiyorsanız söyleyeyim, emrimde polisim var ve bilmiyorsanız söyleyeyim, bütün suçluların üstünü polis arar ve bilmiyorsanız söyleyeyim, bulduklarını da bana bildirir.
Dimitrov: Van der Lubbe’yi tutuklayan ve sorguya çeken üç polis memuru, birbiriyle örtüşen ifadelerinde Lubbe’nin evinde bir parti üyelik kartı bulunmadığını söylediler. Kimlik ile ilgili açıklamanın Göring’in açıklamasına nasıl girdiğini öğrenmek istiyorum.
Göring: Bunu kesinlikle söyleyebilirim. Bu açıklama bana resmi olarak yapıldı. İlk gece memurlar tarafından hemen doğrulanamayacak bilgiler verildiyse ve bir tanığın ifade protokolünde böyle bir kimlikten söz edilmiş ve bu bilgi henüz kontrol edilememişse ve memur belki bunu gerçek olarak kabul etmişse, o zaman doğal olarak bu bilgi bana bildirilmiştir. Basına bu açıklamayı ertesi gün öğleden önce yaptım; elbette o zaman soruşturma henüz tamamlanmamıştı. Yani, memurun yanıldığı, daha doğrusu henüz kontrol etmediği bu bilgi bana tutanakla sunulmuşsa, bilmiyorum. Aslında artık önemini kaybetmiştir, çünkü burada dava süresince van der Lubbe’nin böyle bir kimliği olmadığı ortaya çıkmışa benziyor. Önemli olan da budur.
Dimitrov: Sayın Göring, Prusya Başbakanı ve İçişleri Bakanı ve Reichstag Başkanı olarak, polisin van der Lubbe’nin suç ortaklarını derhal bulmasına ilişkin çeşitli önlemler aldığını ve elbette -bunu kendisi burada söylemiştir- bakanlığından ve polisinden sorumlu olduğunu söylüyorum, doğru mu?
Göring: Elbette!
Dimitrov: Soruyorum: İçişleri Bakanı 28 ve 29 Şubat ya da takip eden günlerde, van der Lubbe’nin Berlin’den Hennigsdorf a giderken izlediği yolu, Hennigsdorf polis karakoluna gelişi, Hennigsdorf polis yatakhanesinde gecelemesi ve burada iki kişiyle buluşmasının araştırılması konusunda ne yapmıştır, sizin polisiniz, bu yolların araştırılması, van der Lubbe’nin suç ortaklarının saptanması için ne yapmıştır?
Başkan: Soruyu yeterince uzun sordunuz!
Dimitrov: Yeterince açık!
Başkan: Yeterince uzun!
Göring: Dikkat ettiyseniz bir bakan olarak, izleri bir dedektif gibi takip etmeyeceğimin doğal olduğunu söylemiştim; bütün bunları en ince ayrıntılarına kadar araştırmak için polisim var. Ve suçlunun van der Lübbe olduğu tespit edilir edilmez polis bulguların hepsini, bana bile değil, savcıya iletmek zorundadır. Ben sadece bu soruşturmanın olabildiğince hızlı, en titiz bir şekilde yürütülmesi için emir verdim; ama ayrıca sürekli olarak Lubbe’nin suç ortaklarının olması gerektiğine -bu benim için de açık- ve bu serserilerin en kısa sürede tutuklanması gerektiğine dikkat çektim. Bunları emrettim.
Dimitrov: Siz Prusya Başbakanı ve İçişleri Bakanı olarak, kundakçıların komünistler olduğuna (Göring: Evet!) ve bu eylemi Almanya Komünist Partisi’nin (Göring: Evet!) gerçekleştirdiğine, Almanya Komünist Partisi’nin bu uğurda, van der Lubbe gibi yabancı bir komünisti kullandığına ve bu tür başka unsurlar da bulduğuna dair bir açıklamada, yani Alman ve bütün dünya kamuoyuna bir açıklamada bulunduktan sonra, tarafınızdan açıklanan bu görüşün polis soruşturmasını ve ardından da adli soruşturmayı belli bir kanala yönlendirdiği doğru değil midir ve gerçek Reichstag kundakçılarını bulmak için başka ihtimallerin araştırılması (Göring: Yani…) olasılığı sizin tarafınızdan, açıklamanız nedeniyle ortadan kaldırmamış mıdır?
Göring: Ne demek istediğinizi anlıyorum. Mesele burada da çok açık. Polisin, bir suç karşısında, soruşturmasını, ortaya çıkan izleri, nereye varırsa varsınlar, her yönde takip etmesi gibi yasalarca belirlenmiş bir görevi vardır. Fakat ben polis memuru değilim. Sorumlu bir bakanım ve bakan olarak benim için küçük serserileri tek tek ortaya çıkarmak pek önemli değildir, aksine bu suçtan sorumlu olan partiyi, dünya görüşünü ortaya çıkarmak önemlidir. İçiniz rahat olsun, polis bütün izleri takip edecektir. Ama benim ortaya çıkarmak zorunda olduğum şey şudur: Söz konusu olan sivil bir suç mudur, yani siyasi atmosferin dışındaki bir suç mudur, yoksa siyasi bir suç mudur? Bu siyasi bir suçtu ve aynı anda suçlunun sizin partiniz olduğu benim için tamamıyla açıklık kazanmıştır. Partiniz canilerden oluşan, yok edilmesi gereken bir partidir!
Başkan: (Dimitrov’a hitap ederek) Adli görüşten bahsettiğiniz şekli ret… az önce siz de aynını yapmadınız mı? Adli görüş?
Dimitrov: Hayır, hayır, (Başkan: Hayır?) ben sayın başkan, polis soruşturmasının ve ardından da adli soruşturmanın özellikle böylesi politik bir anlayış tarafından etki altında ve esas olarak bu yönde (Göring: Sanık Dimitrov!)… Bu yüzden soruyorum.
Göring: Şunu da itiraf ederim ki; bu yönde etkilendiyse, sadece doğru yönde etkilenmiştir.
Dimitrov: Bu sizin görüşünüz, benim görüşüm ise bambaşka!
Göring: Tabii, ama belirleyici olan benimkidir!
Başkan: Evet, böyle sürdürürseniz… Dimitrov!
Dimitrov: Ben sanığım, anlaşıldı.
Başkan: Sadece soru sorma hakkına sahipsiniz.
Dimitrov: Peki, devam ediyorum sayın başkan. Sayın İçişleri Bakanı Göring, dediği gibi “yok edilmesi gereken” bu partinin dünyanın altıda birini yönettiğini biliyor mu? Bu Sovyetler Birliği’dir. (Göring: Ne yazık ki!) Bu Sovyetler Birliği, Almanya ile diplomatik, siyasi ve ekonomik ilişki içerisindedir. Siparişleri, ticari siparişleri sayesinde yüz binlerce Alman işçisi çalışabiliyor ve çalışacaktır. Bu biliniyor mu? Biliyor musunuz ki…
Göring: Biliyorum. (Dimitirov: İyi!) Öncelikle bunları biliyorum ve söz konusu Rus senetlerinin karşılığının da çıktığını bilmeyi daha çok isterdim. Bu, bu siparişlerle gerçekten işçilerin çalıştırılmasını sağlayabilecekti. Ayrıca şunu söyleyeyim: Burada söz konusu olan yabancı bir güçtür. Rusya’da neler olduğu beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren Almanya Komünist Partisi’dir ve Reichstag’ı ateşe vermek için buraya gelen yabancı komünist canilerle ilgileniyorum. (Salondan bravo sesleri)
Dimitrov: Evet, bravo, bravo! Elbette bravo derler. Almanya’da Komünist Parti’ye karşı mücadele etmek hakkınızdır! Almanya’daki Komünist Partinin de, illegal yaşamak ve hükümetinize karşı mücadele etmek hakkıdır ve size karşı mücadele edecektir. Bu, güçler arasındaki denge sorunudur ama hak sorunu değildir.
Başkan: Dimitrov, ama ben sizi, burada komünist propaganda yapmaktan men ederim (Dimitrov: O da nasyonal sosyalizminkisini yapıyor!) Bu beni hiç ilgilendirmez. Sizi kesinlikle men ederim; bu salonda komünist propaganda yürütülmeyecek ve az önce yaptığınız buydu.
Dimitrov: Sayın başkan son sorumla ilgili olarak şu sorunun açıklığa kavuşturulması gerek: Parti ve dünya görüşü. Sayın Başbakan Göring, Sovyetler Birliği gibi bir yabancı gücün ve bu güçle ilişkili olarak bu ülkenin istediği her şeyi yapabileceğini, fakat Almanya’da Komünist Partisi’ne karşı olduğunu söyledi. Gerçek bir dünya görüşü! Bu Bolşevik dünya görüşü, dünyanın en büyük ve iyi ülkesi olan Sovyetler Birliği’nde iktidardadır. Bunu biliyor musunuz?
Göring (bağırarak): Şimdi ben size, Alman halkının ne bildiğini söyleyeyim. Alman halkı sizin burada küstahça davrandığınızı ve buraya geldiğinizi, Reichstag’ı yaktığınızı ve sonra bir de Alman halkına karşı böyle küstahlıklara kalkıştığınızı bilmektedir. Ben buraya, sizin tarafınızdan suçlanmaya gelmedim. Benim gözümde siz çoktan darağacında olması gereken bir canisiniz.
Başkan: Dimitrov, size daha önce de burada komünist propaganda yapmamanızı… (Dimitrov konuşmaya çalışıyor) Şimdi tek kelime daha ederseniz yine atılacaksınız. Komünist propaganda yapamazsınız, ikinci kez yaptınız, dolayısıyla şimdi sayın tanığın böyle heyecanlanmasına da şaşırmamanız gerekir. Propaganda yapmayı en katı şekilde yasaklıyorum. Soracak sorunuz varsa, yalnız dava ile ilgili şeyler sorabilirsiniz… o kadar!
Dimitrov: Sayın Göring’in açıklaması beni son derece memnun etmiştir.
Başkan: Memnun olun veya olmayın, benim için bunun hiçbir önemi yok. (Dimitrov: Son derece memnun! Sayın Başkan soru soracağım!) Son sözlerinizden dolayı sözünüzü kesiyorum. Oturun! (Dimitrov: Dava ile ilgili soru sormak hakkım) Bu sorularınızdan sonra sözünüzü kesiyorum.
Dimitrov: Bu sorulardan korkuyor musunuz, Sayın İçişleri Bakanı?
Göring: Elime düştüğünüzde, buradan, mahkeme salonundan çıktığınızda asıl siz korkacaksınız! Alçak herif!
Başkan: Dimitrov üç günlüğüne duruşmalardan men edilmiştir. Derhal dışarı çıkartın onu! (Dimitrov, salondan dışarı çıkartılır.)

Bir kitap üzerine notlar: “halk ve sosyalizm için kültür ve edebiyat”

İşçi sınıfı bağımsız bir güç olarak 19. yüzyılın ortalarına doğru tarih sahnesine çıktı. Bilimsel sosyalist teori de, az bir gecikme ile aynı sıralarda şekillendi. Buradan bir belirlemeye varılabilir: işçi sınıfının bağımsız hareketinin doğuşu ile bilimsel sosyalizmin doğuşu tarihsel bir zamandaşlık gösterir. Sanırız bu genelleme her bir ülkedeki işçi hareketi ve sosyalist akımların doğuşu için de doğrudur. Batı Avrupa, hem bilimsel sosyalizmin hem de işçi hareketinin doğum yeri olarak bu bakımdan tipiktir. Lenin, kendi ülkesi Rusya için de benzer bir saptamada bulunur. Ama işçi hareketi ile sosyalist fikirlerin aynı tarihsel kesitte ortaya çıkmış olması, onların ortak belirli tarihsel koşulların ürünü olmalarının bir işareti sayılabilir ama her birinin farklı, bağımsız bir gelişim çizgisine sahip olduğu gerçeğini gölgelemez. Aynı koşulların farklı ürünleridir bunlar.
İşçi hareketi kapitalizmin belirli bir gelişmişliğinin ve kendi talepleri için eyleme yönelen bir işçi topluluğunun varlığına dayanır. Sosyalist teori ise ancak bilimsel bilgiyi kavrayabilecek ölçüde eğitim almış bir tabakanın ve koşulları dolayısıyla da mülk sahibi sınıfa mensup kimi aydınların uğraşının sonucunda inşa edilebilir.
Bu bakımdan gelişme yolları farklıdır. Her ikisinin birbirine bağlanması, kendi kendine olacak bir şey değildir, işçi hareketi ile sosyalist fikirlerin/tabakanın birliği ancak özel bir mücadelenin sonucu gerçekleşebilir. Böylesi özel bir mücadele sosyalist hareketi doğal tabanına kavuşturur, işçi hareketini sosyalist karakterli, bilinçli bir harekete dönüştürür ve o andan itibaren bu ikisi ayrı süreçler olarak değil, bir sürecin farklı yönleri olarak ifade edilirler.
Ancak burada iki cümlede özetlenen işçi hareketi ile sosyalist teori arasındaki birleşme, gerçekte onlarca yıllık mücadelelerin sonucunda gerçekleşebilmiş, kimi ülkelerde ise açık birer yara gibi her ikisine de büyük acılar çektirerek, güçten düşürerek bir türlü gerçekleşememiştir.
Buna Türkiye’den daha iyi bir örnek yoktur herhalde. Türkiye’de işçi hareketinin doğuşu hiç değilse yüz yıl kadar geriye götürülebilir. Aynı yıllar, kaba bir kestirimle sosyalist fikirlerin doğup gelişme sürecinin de başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu bir yüzyıllık iniş çıkışlı dönemde hem işçi hareketi önemli gelişmeler göstermiştir, hem de sosyalist fikirler, çeviriler, süreli ve süresiz yayınlar, hatırı sayılır teorisyenler eliyle gelişmiş, önemli bir birikim yaratmıştır. Ama işçi hareketi ile sosyalist akım arasında ya da daha genel konuşursak işçilerle aydınlar arasında hep bir kopukluk olagelmiştir. İşçiler kendi olanakları ile mücadele vermeye çalışmış, aydınlar sosyalist fikirleri kendi aralarında tartışıp durmuşlardır.
Yüz yıllık bu ayrılığın elbette ki pek çok nedeni sayılabilir. Başka vesilelerle ele alınmış olan bu sorunu irdelemek değil amacımız (yazı içinde yeri geldikçe değineceğiz). Ama konumuz açısından bir saptamayı hatırlamak da zorunlu: Kökleri Osmanlı dönemine kadar uzanan, hareketin gelişimi üzerinde ve düşünsel hayatın şekillenişi üzerinde derin tahribatlar yaratan bu hastalık, bugün de önemli bir pratik etkiye sahip. Bu anlamıyla da önemli bir mücadelenin konusu olmak zorunda. Bu mücadele aslında yozlaşmış, piyasa sosyalizmi denilebilecek bir çeşit akıma karşı mücadele anlamı da taşıyacaktır.
İşçi hareketi ile sosyalizmin yeni ve kitlesel bir birleşme sürecine girdiği bir dönemde, bu birliği zorlaştıran alışkanlıklarla, teorik gerekçelendirmelerle özel bir mücadeleye girişmek, olumlu örnekleri ortaya çıkarmak, işlemek, yaygınlaştırmaya çalışmak özel bir görev olmalı.
Genel olarak Asım Bezirci’nin eserleri ve özellikle de “Halk ve Sosyalizm İçin Kültür ve Edebiyat” adlı kitabı, bu konuda ele alınması gereken olumlu örneklerdendir. Sosyalist teori sorunlarına ancak kültür-edebiyat sorunları dolayımıyla giren, daha doğru bir ifade ile sosyalizmi kültür sanat alanına uygulamaya çalışan Asım Bezirci’nin eserleri hem içerik hem de dil özellikleri bakımından bu kapsama girecek niteliktedir. “Halk ve Sosyalizm İçin Kültür ve Edebiyat” ise doğrudan işçilere seslenen bir kitap olması bakımından daha özel bir anlam taşımaktadır.

İŞÇİLER İÇİN YAZMAK
Asım Bezirci, bu yazıda tanıtmaya çalışacağımız “Halk ve Sosyalizm İçin Kültür ve Edebiyat” adlı kitabının bir yerinde şöyle der:
“… Son zamanlara değin yazdıklarımı gözden geçirince üzülerek, şaşırarak şunu gördüm:
Yıllarca ben kitlelerden çok aydınlar için yazmışım! 1955’lerden beri dergilerde, kitaplarda çoğunlukla sayılı edebiyatsever aydınları ilgilendiren konuları genellikle onların anlayabileceği bir biçimde ele almışım. Gerçi sözü edilen konuları bilimsel sosyalizmin ışığı altında aydınlatmaya, edebiyat alanındaki biçimci, bireyci, gerici davranışlar ile sapmaları, yanılgıları eleştirmeye; elimden geldiğince açık, yalın, duru bir anlatım kurmaya çalışmışım. Fakat yazdıklarımı işçiler de yeterince anlar mı, sever mi, önemser mi diye kaygılanmamışım.
Şimdi kaygılanıyorum. Artık kendimi değiştirmek, aşmak istiyorum. Birkaç aydır başka türlü yazmayı deniyorum. …” (sf. 14)
Aktarılan bu samimi satırlar, her şeyden önce Bezirci’nin kopmaya çalıştığı genel bir eğilimi çok iyi ortaya koyuyor. “Edebiyatsever aydınlar” için yazmak! Konu edebiyat değil de politika olunca da özel bir sosyalist tabaka için yazmak! Bezirci’nin işaret ettiği bu yanlış anlayışın temelinde, emekçilerin doğrudan bir politika gücü olarak görülmeyişi vardır. Bu anlayışa göre, emekçiler, adları kullanılarak onlar adına politika yapılacak kalabalıklardır. İşçiler ve genel olarak halk, ezilen, sömürülen bu geniş tabakalar, aldatılmış, geri bıraktırılmış olduklarından bilgi ve kültür gerektiren politikayı anlayacak durumda da değillerdir. Bu bakımdan politika onlar adına başkaları tarafından yürütülecektir. Anlayış böyle olunca da emekçilere sosyalizmi, kültürü kavratmak gibi zor bir işten kurtulunmuş olunuyor. Emekçilerin payına ise işverenin baskısına karşı çıkmak, sendika sorunları ile ilgilenmek düşüyor. Böylece çok özel bir işbölümü de gerçekleşmiş oluyor. Teoriyle uğraşmak ve politik mücadele aydın tabakanın, ekonomik mücadele ise işçilerin işidir!
Sosyalizme tamamen yabancı bu anlayış, kendini meşrulaştırmak için başka ülkelerde üretilmiş gerekçeleri özel bir yetenekle ülkemizin tarihsel koşulları ile birleştirmiştir. Bazı gerekçeleri hatırlayalım: Sosyalizm, elbette işçi sınıfının ideolojisidir ama bu ideolojinin işçilerin hayatına girmesi zorunlu değildir. İşçi sınıfı elbette devrimin önder gücüdür ama bu önderlik onun ideolojisi aracılığıyla inanmış fedakâr devrimciler tarafından yerine getirilebilir veya gençlik bu rolü üstlenebilir…
Bu gibi teoriler, sosyalizm (daha doğrusu yozlaşmış bir sosyalizm) ile işçi arasındaki derin ayrılığı mazur gösteren gerekçeler oldular.
Sonuç olarak, işçi sınıfı sosyalizmin tanım unsuru olmaktan çıkarıldı. Yıllar, on yıllar boyunca küçük tekkelerde yaşamlarını sürdüren ve işçi sınıfına dair hiçbir somut projesi olmayan gruplar, sermaye sınıfının hizmetine girmiş, patronların gazetelerinde yazıp çizen, emekçilere karşı tüm saldırıları onaylayan kişiler, sırf kendilerine öyle diyorlar diye sosyalist kabul edilmeye devam ettiler. Bugün “sosyalistler konuşuyor” diyerek türlü gericilere, özelleştirme ve küreselleşme savunucularına, hatta doğrudan patronlara mikrofon uzatılmasının yadırganmaması bu sosyalizm yozlaşmasının bir sonucudur.
Sosyalizmi emekçilerin günlük yaşamına sokma, onların davranışlarına yön verir bir refleks halinde inşa etme sürecinde önemli bir yol kat etmiş olan emek hareketi, geçmiş anlayışlara, bunların kalıntılarına, pratik görünümlerine karşı mücadele içindedir. Hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki Asım Bezirci’nin eserleri ve özellikle “Halk ve Sosyalizm İçin Kültür ve Edebiyat”, genel bilgi verici özelliklerinin yanı sıra bu mücadelede de bir işlev üstlenecek niteliktedir.
Asım Bezirci, tüm yapıtlarında konunun elverdiği ölçüde anlaşılır, yalın, duru bir dil kullanmıştır. Okuyucu, konuya girerken asgari bir bilgi birikimine sahipse bir dil engeliyle karşılaşmaz. Belli başlı büyük yazarların da özelliği olan bu dilde sadelik ve anlaşılırlık, genel olarak edebiyat çevreleri ve sol piyasa tarafından ürünün bir zaafı sayılmaktadır artık. Sosyalist yayın organlarında da bu anlayışın, çok zayıf da olsa, izlerine rastlanabilmektedir. Bu nedenle Bezirci’nin eserlerinde kullandığı dil, dikkatle incelenecek, ders çıkarılacak özelliktedir. “Halk ve Sosyalizm İçin Kültür ve Edebiyat” ise, ele aldığı konular, işçilerin ihtiyaçlarını gözeterek işlemesi bakımından ayrı bir önem kazanmaktadır.

KİTABIN İÇERİĞİ

Asım Bezirci, bu kitapta 1977–79 yılları arasında günlük Politika gazetesi ile Sanat Emeği adlı dergiye yazdığı yazılarını toplamıştır. Ancak bu yazıları bir kitabın parçaları olacak şekilde yazdığı için hem yazılar arasında bir bütünlük gözetilmiş, hem de tekrarlardan kaçınılmış.
Kitap, aydınlara olduğu kadar işçilere de sesleniyor. Kendisi de ifade ettiği gibi, emekçiler tarafından anlaşılmak kaygısıyla yazılarının dili üzerinde özel olarak çalışmış. Sonuç olarak sığlığa düşmeden anlaşılır olmayı başarmış.
Kitapta somut, güncel vesilelerden yola çıkılarak kültür ve edebiyat sorunlarına değiniliyor; belli başlı kavramlar örneklerle açıklanıyor, yanlışlar eleştiriliyor. “Halkla Bütünleşme”, “Edebiyat ve Eğitim”, “Kültür ve Çeşitleri” başlıklı bölümlerde en önemli kavramlar açıklanırken bu kavramlar aracılığıyla bilimsel sosyalizmin kültür sanat sorunlarına yaklaşımı özlü bir şekilde veriliyor. Devam eden bölümlerde kimi şairler değerlendiriliyor, kitap eleştirilerine yer veriliyor.
Kitapta güncel vesilelerden yola çıkılmış olmasına ve yazılışının üzerinden yirmi yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen genel aydınlatıcılığından ve yararlılığından bir şey kaybetmiyor. Elbette her türlü yazılı ürün, en soyut teorik yazı bile güncel vesilelerden, güncel yaşamın ihtiyaçlarından yola çıkar. Bu yazılanları geçen zaman içinde eskitmeyen, yazının günceli genele bağlama ustalığıdır ki Asım Bezirci bunu başarmıştır. Ayrıca kitapta tartışılan birçok güncel sorun bugün de tartışılmaktadır.
Örneğin edebiyatın, emekçilerin güncel sorunlarına eğilmemesi veya yeterince eğilmemesi gibi. Bezirci 1977 yılındaki on binlerce işçinin katılımıyla süren MESS grevinin edebiyata yeterince yansımayışından yakınırken şunları söylüyor:
“Üzülerek söylemeliyim: Halkın bu bekleyişi (güncel gerçekliğe eğilme bekleyişi) yazarlarımızca yeteri kadar değerlendirilmiyor. (…) Sözgelişi 30 Mayıs’tan beri Türkiye, tarihinin en büyük greviyle sarsılmaktadır. Maden-İş Sendikası’na bağlı kırk bin işçi canını dişine takarak yurt çapında yasal bir direniş sürdürüyor.
Ülkenin dört bir yanından kendilerine çeşitli yardımlar yağıyor. (…) Gelgelelim şairlerle hikâyecilerden aylardır çıt çıkmıyor! Grevin getirdiği zengin verileri -geçicideki sürekliyi yakalayarak, bugünü yarına bağlayarak- edebiyat alanında biçimlendiren kimse görülmüyor.”
Nereden nereye! Bugün bırakalım emekçilerin günlük mücadelelerini, genel olarak emekçiler ve sorunları bile edebiyattan adeta kovulmak isteniyor. Edebiyatın toplumsal bir işlev taşımasına da karşı çıkılıyor. Bezirci ise, edebiyatın üstlenmesi gereken işlevi de şu sözlerle ne güzel ifade etmiş:
“Devrimci edebiyat ise, hem gerçekliği (şimdiyi) gösteren bir ayna, hem de hedefi (geleceği) gösteren bir ışıldak olmalıdır.”
Bezirci’nin kitabından öğreniyoruz ki, bugün toplumsal mesajı olan her ürünü “slogancı”, “edebiyat değil propaganda” diyerek gözden düşürmeye çalışan anlayışın o zaman da savunucusu az değilmiş. Bezirci bu saldırılara “Evet, slogan!”, “Edebiyat bir propagandadır” diyerek cepheden karşı duruyor. Bunu yaparken şiirin slogan içerebileceğini ama sloganların toplamından da şiir olamayacağını, şiirde ve genel olarak edebiyat ve sanatta ustalığın, yetkinliğin şart olduğunu da ekliyor.
Kitapta hem son derece özlü genel bilgiler var, hem de güncel çağrışımları olan eleştiriler, örnekler. Kitap genel olarak emekçileri kültür sanat sorunlarına ilgili kılmaya, kültür ve edebiyatın en genel kavramlarını açıklamaya çalışıyor. Emekçileri kültürel ve sanatsal yönden eğitmeyi ve onların beğeni düzeylerini yükseltmeyi, öte yandan da bu alandaki yanlış anlayışlarla, yanlış ürünlerle mücadeleyi hedefliyor.
İşçi sınıfı hareketinin ve devrimci hareketin, karşıdevrimle sert çatışmalar içinde ilerlediği bir dönemde yazılan bu yazılar dönemin tüm coşkunluğunu da yansıtıyor. Ama aynı zamanda da o dönemde sol hareket üzerinde hâkimiyeti bulunan revizyonizmin kimi biçimsel etkilerini de içeriyor. Ancak rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bu etkilenme, onun devrimci özüne bozacak, etkisini azaltacak ölçüde değildir.

“İŞÇİLER İÇİN YAZMAK” VEYA SIĞLIK VE ÖZENSİZLİK…
Türkiye solu, işçi hareketinden kopuk olduğu ölçüde işçilerle birleşmenin, onları eğitmenin teorisini yaptı. Ve söylenebilir ki, gereğinden çok proje üretildi, bunlardan yaşama geçirilenler de oldu. Yalnız bu eğitim projeleri büyük bir çoğunlukla işçilerin düzeylerinin düşüklüğü ve algılamalarının çok sorunlu olduğu anlayışını kalkış noktası yaptı. Sonuçta ortaya iki düzeyli bir literatür çıktı. Birincisi “eğitimli” tabakalar için; öteki “işçiler, yeni başlayanlar” için. Ve nihayet bu durum, ikinci gruba seslenen literatürün iyice sığlaşmasına, sulanmasına ve giderek zararlı hale gelmesine yol açtı. Her şeyi bilen öğretmen edalarında “devrimci eğitim” adı altında anlatılan diyalektik materyalizm, gerçekte beceriksiz bir idealizm, kaba materyalizmdi. Bu türden kitapçıkları yazanların “bilinçaltında”, “işçiler cahil, ne yazsak yutarlar, çırpıştırayım gitsin” anlayışının yattığını söylemek fazla abartma olmayacaktır.
Böylece ya işçiler teorinin, politikanın, edebiyatın dışında tutuldu ve böylece teori, ancak özel bir kesimin anlaşmasını sağlayan bir jargona dönüştü (ve tabii ki devrimci teori olmaktan çıktı), ya da içeriği boşaltılmış kimi kalıp ve tekerlemeler işçilere sosyalist teori diye benimsetilmeye çalışıldı.
Elbette emekçilerin adeta cehalete zorlandığı bir toplumda, doğrudan onlara seslenen, onların düzeylerini gözeten bir literatüre karşı çıkılamaz. Böylesi kitapçıklara, gazetelerde böylesi köşelere ihtiyaç vardır. Ama asıl olan genel literatürün her kesimin, hem aydınların hem de işçilerin birlikte anlayacağı, zevk alacağı bir düzeye varmasıdır. Eğer gerçekten bir ürün nitelikli ama anlaşılır, duru olursa ondan her tür okuyucu yararlanacak, böylesi kademeli bir edebiyat da giderek ihtiyaç olmaktan çıkacaktır. Bugün de hedeflenmesi gereken asıl olarak budur. Konunun elverdiği ölçüde anlaşılır bir ifade, duru ve yalın, süslemesiz, abartısız bir dil. Bilimsel sosyalizmin büyük öğretmenlerinin eserleri bu açıdan da yeterince öğreticidir.
O zaman sorunu emekçiler için yazmak değil de emekçilerin ihtiyaçlarını da gözeterek herkes için yazmak şeklinde formüle etmek daha doğru, günümüz ihtiyaçları bakımından daha uygun olacaktır, düşüncesindeyiz.
Çoğu kişi, emekçiler için yazmanın, emekçileri de gözeterek yazmanın kolay olduğunu sanır. Hatta dildeki çapraşıklık, karmaşıklık kimilerine, eserin değerinin ölçüsü gibi görünür. Ne kadar çetrefilse o kadar derin sanılır. Ve tersi olarak da, yalın yazanın düşünce dünyasının sığ olduğuna hükmedilir. Bu son derece yanlıştır. Aksine eserlerini hem konunun uzmanları hem de genel okuyucu için anlaşılır kılmak son derece güç, zorlu bir iştir. Bilimsel sosyalizmin kurucuları ve geliştiricileri, büyük teorisyenler, edebiyatçılar, eserlerini yazarlarken en iyi nasıl anlaşılacaklarını özel olarak gözetmiş, yazdıklarını bir de bu açıdan elden geçirmişlerdir. Bu nedenledir ki Komünist Manifesto, hem en nitelikli, parlak bir eser sayılmaktadır, hem de her işçinin anlayacağı ölçüde yalındır.
Asım Bezirci de hem emekçileri gözeterek, onlar tarafından da anlaşılır mıyım kaygısıyla yazmış, hem de nitelikten ödün vermemiştir. Bu bakımdan onun bu eseri işçiler için olduğu kadar, aydınlar için de yararlı, zevkle okunabilir özelliktedir. Anlaşılırlıkta ölçünün halk olduğuna ilişkin Bezirci’nin Nâzım Hikmet’ten aktardığı şu sözlere kulak verelim:
“Dilde ölçü halk olmalıdır. Halkın yadırgadığı, her günkü konuşma dilinde kullanmadığı kelimeleri almamaya bilhassa dikkat edilmeli. (…) Bir halk sanatkârı her şeyden önce halk tarafından anlaşılmalı ve halkın sanatkârı olmalıdır.”

(Halk ve Sosyalizm İçin Kültür ve Edebiyat, Asım Bezirci, Evrensel Basım Yayın, 216 sayfa, Aralık 1997, İstanbul.)

Mayıs 2000

Bilimsel sosyalizmin bir yol haritası: Ateşi Çalmak

Geride kalan 2000 yılında en çok okunan kitaplar içinde tarihi romanların ilk sırayı tuttuğu, herkesçe üzerinde anlaşılan bir saptama oldu. Gerçekten de bu sıralar adeta tarihi romanlarla yatılıp kalkılıyor. En çok okunanlar listesinde ilk sırada yer alıyorlar. En çok onlar hakkında yazılıyor, en çok onlar hakkında konuşuluyor. İnsan ilk bakışta, sıkıcı ders kitaplarıyla köreltilmiş tarih merakının uyandığı izlenimine kapılıyor.
Ama bu ilginin tarihin doğru anlaşılmasına yardımcı olduğunu düşünmek saflık olur. Başka birçok şeyin yanı sıra, bu kitaplar insanları bugünün sorunlarından uzaklaştırmak, geleceğe dair umutsuzluğa sürüklenmiş insanları geriye bakmaya yöneltmek gibi bir işlev görüyorlar; en azından böylesi bir amaçla pompalanıyorlar.
Bu genelleştirme, elbette şimdilerde pek rağbette olan sultanların, kralların vb. yaşamlarını anlatan, tarihin eğlenceli olayların bir fonu olarak kullanıldığı kitaplarla sınırlı. Oysa gerçek tarihi romanların önemi büyük. Ve hatta bu türden ‘tarihi’ romanlara karşı materyalist bir anlayışıyla yaratılmış tarihi romanları öne çıkarmak özel bir önem taşıyor.
Bu türde alternatif romanlardan biri hiç kuşkusuz “Ateşi Çalmak”. Bilimsel sosyalizmin kurucuları, işçi sınıfı hareketinin örgütçüleri ve pratik önderleri olarak Karl Marx ve Friedrich Engels’in yaşamlarını eksen alan roman aynı zamanda 19. yüzyılın bir panoramasını da veriyor. Bu eser bir bakıma işçi sınıfının yüz yıllık mücadelesinin de tarihidir. Avrupa işçi sınıfı, yaşam koşulları, moral özellikleri, kültürel seviyesi ile yansıtılır. Romanda o yüzyılın büyük çalkantıları, devrimler ve yenilgiler, adeta bir kamera tutulmuş gibi ayrıntılarla canlandırılır.
Sovyet yazar Galina Serebryakova tarafından onlarca yıllık titiz bir araştırma ve incelemeden sonra kaleme alman “Ateşi Çalmak”ın ilk cildi Türkiye’de 1994 yılında yayınlanmıştı. 2000 yılı Aralık’ında dördüncü cildi de yayınlanarak yüzyıl başlarından Marx’ın ölümüne kadar uzanan dönem okuyucuya sunulmuş oldu. Yayınlanmış dört cildi 2200 sayfa kadar tutan bu nehir roman hem bir devrimler yüzyılı olan 19. yüzyılı tüm zenginliği ile tanımak ve hem de Marx ve Engels’in örnek yaşamlarını, mücadelelerini, sosyalist teorinin doğuş ve biçimleniş koşullarını, gelişim özelliklerini anlayabilmek için başvurulması gereken temel önemde bir yapıttır. “Ateşi Çalmak”, kuşkusuz bir teori kitabı değildir; ama Marx ve Engels’in yapıtlarında en rafine haliyle karşımızda duran sosyalist teorinin anlaşılmasını kolaylaştıran, bilgi veren, bilgilerin kökleşmesini sağlayan bir yardımcı eserdir. Eserin roman türünde olması, okuyucunun, dönemi, olayları ve kişileri daha ayrıntılı, sosyal ve kültürel ortamla birlikte daha yakından tanımasını sağlar ve öğreticiliğinin yanında ona edebi bir haz da verir.
Marx’ın bir yapıtını okurken, eserin son, tamamlanmış hali vardır karşımızda. Bu eser karşımızda içeriği ile durur; ama çoğunlukla nasıl bir ihtiyaca karşılık olarak, hangi tartışmaların içinden süzülerek, hangi güçlükler içinde yazıldıklarına dair bir fikir vermez. “Ateşi Çalmak” ise bir yandan Marx ve Engels’in temel düşüncelerini, kimi yerlerde çarpıcı alıntılarla, kimi yerlerde ateşli tartışmalar içinde, kimi yerlerde ise işçilerle diyalog içinde özetler; ama öte yandan dönemin ortamı, yaratıcıların yaşamları, onların eserlerini yaratırken çektikleri sıkıntılar hakkında bizi bilgilendirir.
“Ateşi Çalmak”, geniş kapsamı, zengin olaylar örgüsü, Marx ve Engels’in çok değişik alanlarda gerçekleşen tüm çalışmalarını ele almış olması bakımından pek çok yönüyle değerlendirilebilecek niteliktedir. Ama bir dergi yazısı ile eseri tüm yönleriyle değerlendirmek olanaksızdır. Bu nedenle bu yazıda eser, tüm yönleriyle değil, daha çok sosyalist teorinin oluşumu, gelişimi ve yaratıcılarının yüksek devrimci nitelikleri bakımından değerlendirilmeye çalışılacaktır. (Ateşi Çalmak’a ilişkin genel bir değerlendirme için Özgürlük Dünyası’nın Aralık 1994 tarihli 74. sayısına bakılabilir.)

BİLİMSEL SOSYALİZMİN KAYNAKLARI
Bilimsel sosyalizmin başlıca üç kaynaktan beslenerek şekillendiği bilinmektedir: İngiliz politik ekonomisi. Alman felsefesi ve Fransız sosyalizmi. Kuşku yok ki, bu beslenme, adı geçen düşünce akımlarının fikirlerinden kimi unsurların dışarıda bırakılması, kimilerinin de bir araya getirilmesi gibi basit, mekanik bir işlem değildir. Bu beslenme, insan düşüncesinin o güne kadarki gelişiminin en yetkin hali olarak bu akımların görüşlerinden elbette yararlanıldığını, hatta onların bazı görüşlerinin benimsendiğini ifade eder. Ama aynı zamanda Marx ile Engels’in, teorinin inşası sürecinde en büyük savaşı da bu akım temsilcilerine karşı verdiğini gösterir. Marksizm, bu akımların derin bir eleştirel incelemeden geçirilerek kapsanması sonucunda doğmuştur.
En önemli temsilcilerini İngilizlerin oluşturduğu politik ekonomi; Hegel’de doruğa varan idealist felsefe; ağırlıklı olarak devrimler ülkesi Fransa’da kök salan sosyalizm akımları ve pratiği… Bunlardan beslenmek ve bunları aşmak ne demektir acaban Bu sorunun ayrıntılı bir yanıtını “Ateşi Çalmak”ta buluyoruz.
Yukarıda da belirtildiği gibi bu üç akım, insanlık düşüncesinin o güne kadarki tüm gelişimini temsil ediyordu. Marx ve Engels, birer peygamber olmadıklarına ve gerçekler onlara gökten vahiy yoluyla gelmeyeceğine göre, her şeyden önce mevcudu incelemek zorundaydılar. Bu akımlar burjuva çerçevedeki gelişimlerini tamamlamışlardı, yeni bir aşamaya yükselemediklerinden tıkanmışlardı, içerdikleri olumlu özellikler burjuva bir kabuk içindeydi. Marx ile Engels, bir yığın saçmalık, laf kalabalığı içine sıkışıp kalmış olumluluğa ulaşmak için her şeyden önce bu yığını enine boyuna incelemek zorundaydılar. Bu yığın ise yüzlercesi tarafından yazılmış binlerce kitap, rapor ve belge demekti. Sadece bu da değil. Aynı zamanda bunların ışığında değerlendirilerek tüm doğa bilimlerinin de incelenmesi gerekiyordu. İşte “Ateşi Çalmak”ta Marx ve Engels’in ayrı ayrı yollardan giderek aynı noktada buluşmaları, o güne kadarki insanlık birikimini nasıl bir titizlikle incelediklerini heyecan içinde gözleriz.
Marx’ın 1844 yılında hukuk biliminin Hegelci kavranışından “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” çalışması ile gerçekleştirdiği köklü kopuşa kadarki süreçte az yıla sığdırılmış yoğun bir inceleme dönemi vardır. İlerdeki arayışı içinde bilimsel bir şekle kavuşacak soruyu daha lise bitirme tezinde sormaya başlamıştır: Mutluluğun yolu insanlığı mutluluğa kavuşturmaktan geçmektedir.
Lise öğreniminin ardından hukuk öğrenimi görmek için yazıldığı Bonn ve ardından eğitimini sürdürdüğü ve doktorluk unvanı almasıyla sonuçlanacak olan Berlin günleri, Köln’deki “Ren Gazetesi” dönemi ve en sonu ülkesini terk etmek zorunda kaldıktan sonra yerleştiği Paris’te; “varolan her şeye cesurca saldırmak” ilkesi ile günler ve geceler boyunca okumuş, düşünmüş, sancı çekmiştir. Babasının da yakındığı gibi, bugün kurduğu sistemi yarın yıkarak, bir sonraki gün bir diğerini inşa etmeye koyularak ilerlemiş, düşünce dünyasında fırtınalar yaşamıştır.
İşte Berlin günlerinden bir sahne:
“‘Her şey hareket ediyor, her şey değişiyor. Dünya, nesneler, insanlar,’ diye tekrarlıyordu Karl bu berrak gerçeği ve Kopernik’in dünyanın döndüğünü kanıtladığı zaman duyduğu sevincin aynısını duyuyordu. Yüce, basit bir gerçek. (…)
”Bir aydan fazla bir süredir dışarı çıkmamak için hastalığını bahane ederek Hegel’i sayfa sayfa inceliyordu. Bu yeni fikirleri savaşa hazır bir düşman gibi karşıladı, ama kendini esir alınmış buldu. Hegel’den öncekilerin fikirlerini Hegel’in yıkıcı teorisine karşı savunmaya hazırdı, ama yenildi. Yaşamın anlamını ve gerçeğin kendisini bulma fırsatı; hareketli, olağanüstü, cesur bir beyin için çok çekici bir şeydi. Karl hiç acımadan kendi Olimpos’unu yıktı, Tanrıları tahttan indirdi ve onların burada, yeryüzündeki arayışı anlamalarını istedi. Kant, Schelling, Fichte; yakın bir zamana kadar onlara saygı duymuştu ama şimdi tozların içinde yenilmiş bir halde yatıyorlardı. Hegel, Karl’a dünyanın kapılarını açıyordu. İnsanlığın tarihini ve sosyal ilişkilerinin yapısını tanımasına yardım ediyordu.” (1. Cilt 3. Basım, sf. 300–301)
“Felsefenin karanlık, geçit vermez ormanlarında” ilerleyecek, dönemin en radikal, tanınmış profesörlerinin fikirlerini inceleyecek, bizzat mektuplaştığı Feuerbach’a da Hegel’e duyduğuna benzer bir hayranlık duyacaktı. Ama ruhu bir türlü uslanmayacak, arayışım sürdürecek, pratik eyleme karşı aşağılayıcı bir soğukluk taşıyan Feuerbach’a karşı sorular soracaktı:
“Mademki bilim, hayatın bilmecelerini çözmüyor, o halde biz ne yapalım? Dine mi dönelime Ama bu, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak anlamına gelir. Hayır. Yaşamın gerçekleriyle, pratikle iç içe olmamız gerekiyor. Teorinin çözemediği kaygıyı, güncel pratik çözecek.” (1. Cilt, sf. 584)
Marx, “devrimin canlı kitabı” olarak nitelendirdiği Paris’tedir artık ve Milli Kütüphane’de Fransa sınıf mücadeleleri tarihini incelemektedir:
“Yapılan fırtınalı tartışmaların ateşi hâlâ içinde canlıyken oradan, Milli Kütüphane’ye gitti. Kitaplar, orada onu bekliyordu. Kambur, çökmüş kütüphane görevlisi, Marx’ı saygılı bir şekilde karşıladı. Bu Alman, olağan bir okuyucu değildi. Kütüphaneci, hayranlıkla ona kitapları getirdi. Kitapları önünde tutarak getiriyordu. Sanki kamburu yer değiştirmişti. Adam Smith, Ricardo, James Mili, Say, Schulze… Fransız, kitapları mümkün olduğu kadar dikkatli bir şekilde masanın üzerine bıraktı ve ikinci postayı getirmek için hemen gitti. İkinci postada başka isimler vardı. İhtiyar, Marat’nın yazılarını, Robespierre’in, Mirabeau’nun ve Brissot’nun konuşmalarını, konvansiyon raporlarını, Desmoulins’in gazetesinin birkaç sayısını, Madam Rolland ve Lavoisier’in anılarını göğsüne bastırarak getirdi.” (1. Cilt, sf. 603–604)
O birinci büyük devrimi çözümlemekle uğraşırken Engels de İngiliz işçi sınıfının yaşamını derinliğine anlamak için fabrika müfettişlerinin raporlarını incelemektedir.
“Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi” ile insanlığın kurtuluşunun proletaryanın eylemi ile gerçekleşeceği net bir şekilde vurgulanmakta, Feuerbach üzerine incelemede ise ünlü 11. Tez formüle edilmektedir: “Felsefeciler şimdiye kadar dünyayı değişik şekillerde yorumlamakla yetindiler; oysa asıl yapılması gereken onu değiştirmektir.”
Teorinin temelleri atılmıştır ama daha kat edilecek çok yol vardır. Marx’ın karşısında burjuva politik ekonomisinin ‘saygın’ temsilcileri durmaktadır ve Marx, ilk ürününü 20 yıl sonra alabileceği bir çalışmaya girişmek için divitini silmektedir.
Kitap, en canlı betimlemelerle okuru Marx ile Engels’in yaratma süreçleri üzerine çeker. Kısacık bir cümlede dile gelen bu ‘beslenme’, ‘kapsama’ ve ‘aşma’ gerçeğinin ne büyük düşünsel çalışmaya ve sinirsel gerginliğe mal olduğunu okuyucunun zihnine kazır.

MARX’IN ESERLERİNİ OKUMA KLAVUZU
Kitapta, Marx ile Engels’in yaşamlarının ayrıntılı çizgileri, alışkanlıkları, beğenileri, sevdikleriyle ilişkilerinin yanında, onların eserlerinin hangi koşullarda, ne amaçla ve nasıl yazıldıkları da anlatılır.
Bu büyük devrimcilerin her bir yapıtı insanı hayrete düşürecek ölçüde parlak, derinlikli, gelişkindir. Bu yapıtları okuduğumuzda onların derin kavrayışları, sarsılmaz öngörüleri ve ezici polemik yetenekleri karşısında hayran kalırız. Peki, ama bu mükemmelliğe nasıl ulaşılmıştır, ne gibi sancılar çekilerek, ne gibi iç tartışmalar yapılarak, hangi yoksulluk ve üzüntülere katlanılarak ortaya çıkmıştır bu eserlere
Kitabın en büyük başarılarından biri, dönemin ekonomik, toplumsal ve politik ortamını oldukça ayrıntılı olarak betimlemesi ve böylece okuyucuya, teorik eserleri yazıldıkları dönemin koşullarıyla bağını koparmadan değerlendirme olanağı sunmasıdır. Ve okuyucu, Marx ile Engels’in eserlerini, hem evrensel özellikleri ve hem de yaratılış vesileleri ve dönemsel özellikleriyle öğrenir. Kitaplar sırf içerdikleri bilgilerle değil, zengin bir arka planla birlikte karşımızdadırlar. Marx, “Kapital”de kullanacağı bir örnek için bir makinenin işleyişini öğrenmek istemektedir ve kitapta böylesi küçük görünen bir ayrıntı için nasıl günlerce araştırdığına, mektupla Engels’ten yardım istediğine tanık oluruz. Ve görürüz ki, bu teorisyenlerin eserleri sadece yaratıcı zekâlarının değil, aynı zamanda olağanüstü bir titizliğin ürünüdür.
Buna bir başka örnek, en ünlü sosyalist eser olan ”Komünist Manifesto”nun yazılışı sırasında Marx’ın gösterdiği ve artık Jenny’ye bile isyan ettiren titizliktir.
“Karl, ha bire cümleleri düzeltiyor ve fazlalık olarak gördüğü şeyleri atıyor, dikkatli ve yavaş bir tempoyla çalışıyordu. Her düşünce ve her sözcük üzerinde uzun uzun düşünüyor, sözcükleri seçiyor, deniyor ve değerli taşları işleyen sabırlı ve titiz bir usta gibi onları düzenliyordu. (…)
“Jenny, onun elyazmasını tekrar tekrar temize çekiyordu ve kâh şaşırıyor, kâh isyan ediyordu:     Metnin tamamını tam üç kez temize çektim, tek tek sayfaları ise, kaç kez temize çektiğimi artık ben de bilemiyorum.” (2. Cilt 2. Basım, sf. 234–285)
Serebryakova, evrensel bir değer kazanmış eserlerin doğum anına götürür okuru. Okur başka kitaplarda karşılaşmadığı çarpıcı ayrıntılarla karşılaşır. Örneğin Marx, o çok ünlü 11. Tez’ini, kargacık burgacık yazısı ile (kafasında şekillendiği anda eline ilk geçen kâğıt olduğu için olsa gerek) karısı Jenny’nin alışveriş hesabını tuttuğu bir deftere, yazmıştır… Yıllarca süren çalışmaya mal olan ve özünde ekonomik bir kavram olarak paranın işlendiği kitap, parasızlık yüzünden Engels’e gönderilememiştir…
Bu özellikleriyle ”Ateşi Çalmak”, bir yönüyle Marx ve Engels’in eserlerini okuma kılavuzu olarak da görülebilir.

PROLETARYA KAHRAMANLARI OLARAK MARX VE ENGELS
Marx ve Engels, dünyayı düzeltsinler diye gönderilen ve doğuştan her şeye muktedir Mesihler veya kâhinler değillerdir. Bu iki insanın bilimsel sosyalizmin kurucuları olmalarını sağlayan, onların üstün zihinsel ve insani özelliklerinin yanı sıra uygun toplumsal koşullardır. Toplumsal koşullar yeterince olgun olmamış olsa idi, bu kişilerin yetenekleri toplumsal gelişmenin yasalarını bulmaları sonucunu doğuramazdı. “Ateşi Çalmak”, bu gerçeği tüm roman boyunca işler. O güne kadarki kahramanlar (elbette ki eski düzenin emrindeki tarihçiler marifetiyle), kahramanlaştıkça insani özelliklerini kaybetmiş, insanüstü, tanrısal varlıklar olarak insandan uzaklaşmışlardır.
Buna karşılık, birer proletarya kahramanı (bir anlamda anti-kahraman) olarak Marx ve Engels, gerçekte olduğu gibi romanda da o güne kadar kendisi dışındaki hareketlerin yedek gücü olarak kalmış proletaryanın kendi tarihsel rolünü ve gücünü kavramasını sağlayan ve kahramanlar olarak zihinlere kazınırlar.
Aynı şekilde Marx ile Engels, kapandıkları laboratuarlarda icatlar yapan, sonra da bunları kehanet gibi açıklayan âlimler değillerdi. Tüm yaşamları boyunca işçilerle iç içe oldular. İşçilere doğrulan açıklamakla yetinmediler, bütün sınıfın olduğu kadar kişi olarak tanıştıkları tek tek işçilerin kaderleriyle yakından ilgilendiler, en iyi dostlarını işçiler içinden edindiler.
Bu tarihi gerçek, “Ateşi Çalmak”ta bir dizi ayrıntılı örnekle ete kemiğe bürünür. Ve görülür ki, bu iki proletarya önderi sadece işçi sınıfı için yazmadılar: onlarla birlikte barikatlarda savaştılar, onlarla aynı örgütlerde yer aldılar, evlerini, paralarını onlarla paylaştılar. Ve en önemlisi son derecede yoğun teorik çalışmalar içinde oldukları halde, pratik görevlerini aksatmadılar.
Eserin 4. Cildinde Marx ile bir işçi dostu arasındaki vefalı ilişkiyi tasvir eden dokunaklı bir sahne özellikle ilgi çekicidir: Bir Alman işçisi, sürgün ve Komünistler Birliği’nin aktif bir üyesi olan, Engels’in “gerçek bir insan” diye andığı Karl Schapper ölüm döşeğindedir. Marx başucunda ona moral vermeye çalışmaktadır ve iki dost geçmiş mücadele günlerini anmakta, geleceğe olan umutlarını dile getirmektedirler, (sf. 192–196)

ÖRNEK ARKADAŞLIK
Marx ve Engels, insanlığa sömürüden, eşitsizlikten kurtuluşun ilkelerini sunmakla kalmadılar, geleceğin insani değerlerinin, böylesi içten, eşit ilişkilerin olabileceğini bizzat kendi yaşamlarıyla kanıtladılar. Onların hem çevrelerindeki insanlarla hem de kendi aralarındaki ilişkileri, komünist ahlakın da en parlak örneğini oluşturur. Tam bir karşılıklı güvene, sonsuz paylaşıma, feragate ve adanmışlığa dayanan bu ilişki, gerçek yoldaşlığın dayanması gereken ilkeler hakkında da bütünlüklü bir fikir verir.
1844’te birlikte çalışmaya karar vermelerinden yaşamlarının sonuna dek hiçbir kesintiye uğramadan süren bu dostluk, dört ciltlik eserin önemli bir boyutunu oluşturur. Bu arkadaşların kırk yıldan daha uzun süre hemen her gün mektuplaşması yeterince çarpıcı bir örnektir sanırız. Dostluklarının daha ilk yıllarında Marx’ın, ağırlıklı olarak kendi kaleminden çıkan ”Kutsal Aile”ye Engels’in imzasına kendisininkinden önce yer vermesi, bilimsel sosyalist teorinin geliştirilmesinde Engels’in rolünü hiçbir zaman ikincil olarak görmemesi ve daima bu teoriyi onun adıyla birlikte anması; Engels’in ise yaşam boyu Marx’ın kalabalık ailesine maddi yardımda bulunması, sırf Marx çalışmalarını aksatmasın diye Marx’ın gazete yazılarını yine Marx imzasıyla yazması, Marx’a “Kapital”i yazma olanağı sağlamak için bir çeyrek asır boyunca hiç sevmediği ticaret işinde gönüllü bir tutsaklığa katlanması ilk akla gelen örneklerdir. Engels’in aynı tutumu kitaptaki şu sözlerde tüm yalınlığı ile dile gelir:
“Marx’la arkadaş olmadan önce de, onunla 40 yıllık çalışmam sırasında da söz konusu teorinin hem temellendirilmesine hem de hazırlanmasına bir dereceye kadar bağımsız olarak katkıda bulunduğumu inkâr edemem. Fakat ekonomik ve tarihsel alandaki temel öncü düşüncelerin çok büyük bölümü, dahası onların nihai formülasyonu Marx’a aittir. Marx yaptıklarını, belki iki-üç spesifik alan dışında, bensiz de kolaylıkla yapabilirdi. Ama Marx’ın yaptıklarını ben hiçbir zaman yapamazdım. Marx daha yukarıdaydı, daha uzağı görüyordu, bizden daha çok ve daha çabuk yorumluyordu. Marx dahi idi, biz ise olsa olsa yetenekliydik. Bizim teorimiz o olmadan hiç de bugünkü yerinde olamazdı. Bu nedenle, bu teori haklı olarak onun adıyla anılıyor,’ diyordu Engels.” (4. Cilt, sf. 505)

SONUÇ
Dünya gericiliğinin 150 yıldır bilimsel sosyalizme, onların yaratıcılarına, izleyicilerine ve bir sistem olarak uygulamalarına karşı sürdürdüğü savaş, tarihin belki de en kindar, gözü dönmüş savaşıdır. Dünyanın monarşist, demokratik veya faşist tüm burjuva iktidarlarının, kaba kuvvetten adam satın almaya, yalandan iftiraya her yolu kullanarak sürdürdükleri, bütçelerinin hatırı sayılır bölümünü uğrunda harcadıkları bu savaş, sosyalizmin büyük zaferler kazanmasını engelleyemedi. Bugün, “sosyalizm öldü, yok oldu, bir daha belini doğrultamaz,” çığlıkları, aslında mezarlıktan geçerken duyduğu korkuyu yüksek sesle türkü söyleyerek yenmeye çalışan adamınkine benzer bir ruh halinin ifadesi.
19. yüzyıl, Marksizm’in yükseliş yüzyılı olduysa, bunun temelinde kapitalizmin vahşi sömürüsü bulunuyordu. Bugün eğer tekelci burjuvazi, emekçilerin yüz yıllık kazanmalarını ortadan kaldırarak 19. yüzyılın vahşi sömürü koşullarını yeniden egemen kılmak istiyorsa, 19. yüzyıldaki gibi büyük kalkışmalar beklemek, sosyalizmin yeni bir yükseliş yaşayacağını öngörmek neden hayal olsun?
Geleceğin işaretleri, şanlı bir geçmişte fazlasıyla mevcuttur. Ve Ateşi Çalmak, geleceği aydınlatan bu geçmişin romanıdır. Gelecek, işçi sınıfının, bu sınıfın özlemlerinin bilimsel bir ifadesi olan sosyalizmin olacaktır. Engels’in Marx’ın mezarı başında söylediği gibi: “Onun adı çağlar boyunca yaşayacaktır, eseri de!”

Ocak 2001

IMF karşıtı emekçi programı ve bazı ajitasyon sorunları

Tekelci sermaye ve iktidarın emekçi sınıflara karşı sürdürdüğü mevcut saldırı dalgası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en şiddetli ve “kararlı” saldırışıdır. Boyutları ve kapsamı, hedefleri üzerinde çokça durulan bu saldırı gelip bir varlık yokluk noktasına dayanmıştır. Emekçi sınıflar, ellerinden parça parça kopartılan çalışma yaşamına, eğitim, sağlık vb. alanlara ilişkin haklarının son kırıntılarının da ortadan kalkmasına izin verecek mi? Ekonomik, mali, diplomatik ve askeri yönlerden emperyalizme bağımlılığın tam bir sömürgeleşmeye varmasına izin verilecek mi, verilmeyecek mi? Tablonun bu ölçüde ciddi olduğundan kuşku duyulamaz. Ve daha da ötesi, iktidarın, hiçbir emekçi talebini-protestosunu mevcut düzeyi ile ciddiye almayacağı, emekçiye yapılacak yüzde 5-10’luk artışı vermek için bile bin dereden su getirirken, rüşvetçiyi, rantçıyı, hortumcuyu ödüllendirmekte bir sakınca görmediği belli olmuştur.
İktidar, IMF’nin emir kuludur ve aralarındaki tüm çelişkilere, çıkar çatışmalarına karşın iktidarın farklı kesimleri ve tekelci sermaye IMF programı etrafında birleşmiştir. Peki, emekçiler bu durumda ne yapmaktadırlar? IMF programına karşı kendi öz programları, IMF karşıtı bir halk programı etrafında birleşebilecekler midir?
Böyle bir programın koşullarının mevcut ve yaşama geçirilmesinin zorunlu olduğu birçok vesile ile dile getirilmiş, programın oluşturulması ve güçlerin seferber edilmesi için adımlar atılmaktadır. Bu yazının konusu bakımından şu kadarını söyleyelim ki, emekçiler, yolsuzluklar, rüşvetler, banka hortumlamaları, özelleştirme talanı gibi uygulamaların sorumlusu olarak tekelci sermaye ve iktidara karşı hoşnutsuz ve öfkelidir. İktidar partilerinin yandaşları, emekçilerin bir araya geldiği (işyerinden mahalle kahvesine, duraklardan belediye otobüslerine kadar) mekânlarda bu uygulamaları savunamamakta, iktidara yöneltilen hakaretleri sineye çekmeye mecbur olmaktadırlar.
Ama emekçilerin sürekli homurdanmasına ve zaman zaman patlayan eylemlere karşın, IMF programı tüm fütursuzluğu ile uygulanmaktadır. Böylesine açık, sonuçlarını halkın çıplak etinde hissettiği bu saldırının birleşik bir emekçi hareketi ile karşılanmasının koşullarının elverişli olduğu, Emeğin Partisi’nin ciddi bir çaba içine girdiği, tüm güçleri uyarmaya, seferber etmeye çalıştığı böylesi günlerde halka yönelik canlı bir ajitasyon da olağan zamanlarla kıyaslanmayacak ölçüde önem kazanmaktadır.
Lenin, “Ne Yapmalı?”,adlı ünlü yapıtında, apaçık adaletsizliklere, zorbalıklara, zulme karşı halkın yeterince eyleme girişmemiş olmasının bir nedeni olarak siyasal teşhirin yeterince güçlü yürütülememesini gösterir. (Sol Yayınları, 1. Basım, Mart 1977, sf. 90)
Başka bir yerde de şunları söyler: “Kitlelerin düşüncesinin gerçek durumunu geniş ölçüde ancak ajitasyon açığa çıkarabilir, ancak ajitasyon parti ve tüm işçi sınıfı arasında yakın bir işbirliği yaratabilir.” (Kitle İçinde Parti Çalışması, Ekim Yayınları, Aralık 1989, sf. 76)
Bir partinin “mutlak olarak zorunlu ve başlıca görevi”, “en geniş ajitasyonun ve bunun sonucu olarak her yönlü siyasal teşhirin” yürütülmesidir. Suçlu suçüstü yakalanmak ve sıcağı sıcağına “bütün halkın önünde ve her yerde teşhir edilmelidir”! (Lenin)
Kuşkusuz bu görevin bugüne dek yapılmadığı söylenemez. Ama bu yöndeki teşhir ve aydınlatma görevinin on kat, yüz kat büyüdüğü söylenmelidir. Her bakımdan bir büyüme: yüz binlere değil milyonlara seslenmek, araçları zenginleştirmek, ajitasyonu sistemleştirmek.
Demek oluyor ki, yığınların haksızlıklara karşı harekete geçebilmesi için başka şeylerin yanı sıra canlı, sistemli, geniş kapsamlı bir aydınlatma, teşhir faaliyeti zorunludur. Bugün ise bu daha büyük bir önem kazanmaktadır. IMF karşıtı bir programın ilanı, geniş çapta bir teşhir faaliyetiyle birleşmelidir.
Böylesi bir faaliyet pek çok bakımdan enerjinin on katına çıkarılmasını gereksinmektedir. Ama söz konusu olan sadece ajitasyonun niceliğinde bir artış değildir. Durumun gereksindiği, seslenilen kitlelerin genişlemesine ve onların tepki verme durumuna göre bu aydınlatma çalışmasının yeniden şekillendirilmesidir. Bu da ajitasyonun dilinde, içeriğinde ve araçlarında bir gelişme demektir. Bu yazı, halka seslenirken göz önünde bulundurulması gereken bazı noktalara dikkat çekmeyi amaçlamaktadır.

DİLDE YALINLIK VE ANLAŞILIRLIK
Sermaye sisteminin uygulamaları, toplumun IMF’ciler ve IMF karşıtları olarak saflaşmasının tüm koşullarını oluşturmuştur. Bugünkü uygulamaların emperyalistler ile küçük bir grup insana, tekelci sermayeye yaradığı, buna karşılık toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilere ise zarar verdiği artık fabrikadaki işçi tarafından da, kamu çalışanı tarafından da, üretici köylü tarafından da görülebilmektedir. Bu, en geniş yığınlara seslenme bakımından son derece elverişli koşullara işaret eder. Ancak bu yalın tablo günlük hayatta son derece bulanık, karmaşık, içinden çıkılmaz görünür. Hayatın her alanında değişik kılıklar altında, farklı alternatifler izlenimi bırakan son derece kurnaz, deneyimli burjuvazi vardır karşımızda: Bir kolu iktidardır öteki kolu muhalefet. Bir kolu sivildir öteki kolu asker. Bazen muhafazakâr, bazen liberal. Ötede ekonomist, beride uzman. Bazısı “halkın gazetesi”, bazısı “safi gerçek”. Tüm işlevleri bu açık ülke tablosunun emekçilerce görülmesini önlemek üzere çalışmak olan bu güruhun, yaşamın her günkü vesileleri içinde yenilgiye uğratılması; görev böylesine kapsamlı ve zordur.
Bütün bu görüntü, ses ve renk kirliliği ortamında, ayırt edici, farklı, emekçinin ruhunu kavrayan özel bir dilde halka seslenmek gerekiyor. Yani gerçeği anlatmak önemlidir, ama gerçeği doğru bir şekilde anlatmak daha da önemlidir.
Halk, yerli yersiz anlaşılmaz sözcükler kullanan, tumturaklı bir üslupla konuşanlar için ince bir alayı yansıtan şu yargıda bulunur: “Kitabın ortasından konuşuyor!” “Kitabın ortasından konuşmak”, Türkiye soluna sirayet etmiş, devrimci işçi hareketi saflarında bile etkileri görülen bir hastalıktır. Ezberlenmiş formüllerin, kitap sayfalarından alınmış ama gerçek yaşamla çok kabaca ilişkilendirilmiş alıntıların ısrarcı bir tekrarına dayanan, halkı aydınlatmak maksadıyla yapılan, adına da “propaganda-ajitasyon” denilen bu laf kalabalığından “halkımız” az çekmedi. Daha çok 12 Eylül öncesi yükseliş yıllarına özgü olan ve o günün koşullarında bir ölçüde mazur görülebilecek olan bu seslenme dilinin bugün artık kullanılmadığını söylemek doğru olmaz. Halka seslenişteki ve genel olarak sol literatürdeki bu kitabilik, törpülenmiş olarak bugün de yaşıyor. Temelindeki mantık değişmedikçe yaşamaya da devam eder. Kendini her şey, dinleyeni ise her söze inanacak bir cahil olarak görmekten, daha da genelleştirirsek, halka tepeden bakmaktan kaynaklanan bu dil, sosyalizm dalgasının geri düşmesiyle biraz törpülense de özünü korudu. Bugün halka seslenmek iddiasındaki bir dizi grubun yaşattığı bu dil, bir çeşit jargona dönüşmüş bulunmaktadır: Özel bir grubun anlaşmasına yarayan ama toplumun geneli bakımından anlaşılmaz bir dil. Emek hareketinin epey bir zamandır bu kitabilikle, jargonculukla mücadele ettiği bilinmektedir. Uzun yıllardır halk adamı olma, halkçı bir dil, halkçı bir tarz üzerine vurgu yapan ve bu konuda azımsanmayacak bir gelişme sağlamış olan devrimci emek hareketinin bu yanlış anlayışın etkilerini tümden ortadan kaldırabildiği söylenemez. Piyasa sosyalizminin baskısının yansıması olarak emek hareketi bünyesinde de şöyle ya da böyle yaşamaya devam eden kalıntılardan söz etmek gerekiyor. Seslenilecek yığınların artık on binlerle değil, yüz binler ve milyonlarla ifade edildiği bir zamanda emeğin politikacıları, dilde arınmaya daha çok önem vermek zorundadırlar.
Dil, bir anlaşma aracıdır. O halde olabildiğince çok kişi tarafından anlaşılmak hedeflenmelidir. Doğru kullanılmadığı durumda, dil anlaşma aracı olmaktan çıkar, seslenen ile seslenilen arasında bir duvara dönüşür. Zaten “Halkımız” diye başlayan, halka yabancı bir dille kendi ruh halini ortaya döken sayısız bildirinin bu duvarı kalınlaştırmaktan başka bir işe yaramadığını emekçi mitinglerinde, grevlerde her gün gözlemek mümkün.
Dilde yalınlık ve anlaşılırdık, elbette öncelikle en geniş yığınlara seslenirken titizlikle uyulması gereken bir ilkedir. Ama her tür sözlü ve yazılı ajitasyon ve propaganda da konunun elverdiği ölçüde anlaşılır olmalıdır. Halka seslenmek söz konusu olunca anlaşılırlıktan öte bayağı bir dil kullanmaktan yana olan ama ayrıcalıklı bir alan olarak gördüğü teori söz konusu olunca anlaşılmazlık zırhına bürünenler de az değildir. Gerekçesi ne olursa olsun, gerisindeki mantık şudur: Halk anlamaz, ona en kaba gerçekler açıklanmalıdır; teori ise seçkinlerin işidir! Oysaki anlaşılmaz bir dil kullanmak kadar, nasılsa anlamazlar diyerek kaba, basit şemalardan oluşan bir söylem de zararlıdır. Sosyalizm, seçkinciliği geliştirmeyi değil ortadan kaldırmayı hedefleyen bir dünya görüşüdür ve teoriyi aydınlar arası iletişimin konusu olarak görmez, onu yığınlara mal etmeyi hedefler.
Konuya, seslenilen kitleye göre değişiklikler gösterse de bu konudaki ilke şöyle ifade edilebilir: Bayağılığa kaçmadan, içeriği iğdiş etmeden konunun elverdiği ölçüde anlaşılır olmak!
Geçmiş yüzyıllarda yazılmış ve bugün hâlâ zevk alarak okuduğumuz büyük edebi eserlerin son derece anlaşılır, duru, abartısız bir dil kullanmaları tesadüf değildir. Marx, Engels, Lenin, Stalin gibi sosyalizmin büyük öğretmenleri, en karmaşık konuları ele alırlarken bile açık bir anlatım kullanmaya özen gösterdiler. Marx’ın, Lenin’in tamamladıkları eserlerini, bir de anlaşılırlık açısından gözden geçirdikleri bilinmektedir. Bilimsel sosyalizmin tüm temel tezlerini küçük hacmine sığdıran Komünist Manifesto’nun, hem edebi bakımdan son derece parlak, hem de son derece anlaşılır olması sanırız yeterince fikir vericidir. Ve zaten konu üzerinde enine boyuna düşünmemiş olanlar, bilgileri yüzeysel olanlar, çalakalem yazanlar, hem içeriği yansıtan hem de anlaşılır yazamazlar, konuşamazlar. Lenin’in çok güzel ifade ettiği gibi, “anlatımda açıklık kavrayıştaki derinliğin ifadesidir”. Ve çoklarının sandığının tersine üsluptaki anlaşılmazlık, fikrî derinliğin ölçüsü değildir; eğer özel bir amaçla tercih edilmemişse kafa karışıklığının belirtisidir. Bir Çin atasözünün söylediği gibi, yalınlık varılacak son aşamadır. Yalın, anlaşılır yazmak/konuşmak, zor ama gereklidir.
Bilimsel sosyalizm, bir dizi yüksek soyutlamalar sonucunda inşa edilmiş bir dünya görüşüdür. Ama maddi bir güce dönüşmesi için, toplumun eğitim olanaklarından en ez yararlanmış, geri bırakılmış emekçilerce kavranması gerekmektedir. Bilimsel sosyalizmin öğretmenlerinin teorilerini olabildiğince anlaşılır ifade etmelerinin temel nedeni budur. Oysa burjuva dünya görüşünün anlaşılmak gibi özel bir amacı yoktur, hatta kerameti anlaşılmazlığındadır. Burjuvazinin, düşünce hayatına her zamankinden daha çok hâkim olduğu bir zamanda, anlaşılmazlığın bu denli baş tacı edilmesi de bir tesadüf olmasa gerek.
Ama burjuvazi, gerçeği karartmak için anlaşılmazlığı moda haline getirirken, halkı etkilemek, kendine bağlamak için son derece anlaşılır bir dil kullanmaktan da geri kalmıyor. Halkta olumlu etki yaratacak bir söz bulmaları karşılığında, reklâmcılara avuç avuç para ödüyor.
Bu anlatılanlar bakımından çok öğretici olduğu düşüncesiyle, Dimitrov’un 3. Enternasyonalin bir oturumunda dile getirdiği görüşleri içeren parçayı çerçeve içinde sunuyoruz.

SIKICI TEKRARLARDAN, ABARTMADAN VE BASMAKALIPLIKTAN KAÇINMAK
Hatırlardadır. 1978-’80’li yıllarda bildiriler çoğunlukla, “Ekonomik ve siyasi kriz derinleşiyor” diye başlardı. Bu da okuyanda hep aynı bildiriyi okuyormuş izlenimi bırakır, ilgiyi azaltırdı. Bugün ise farklı klişeler örnek gösterilebilir. Elbette, dönemin çok önemli gerçekleri ısrarla vurgulanmalı, tekrarlanmalıdır da. Ama her defasında başka vesilelerle, başka ilişkilendirmelerle. Öyle ki, temel saptamamız, günlük her gelişmenin bağlandığı ana halka olsun. Bugün de bazı temel saptamalar yapılmaktadır. “IMF Programına Hayır” gibi. Her sözlü sesleniş, her bildiri, her çağrı metni, bu temel gerçeği göz önünde bulundurmalı, her günlük sorun bu temel sorunla bağı içinde ele alınmalıdır. Ama tekrarcılığa düşmeden, abartıya kaçmadan. Aksi durumda halk nezdinde sokaklarda aynı sözü tekrarlayarak gezen deli muamelesi görmek kaçınılmaz olur.
Bugün devrimci emek hareketinin yığınlara yönelik aydınlatma faaliyetinde sorunun temel yönleriyle çözüldüğü söylenebilir. Yani, güzel ve başarılı olup olmamak bir yana, açık bir dille, buyurganlıktan uzak, samimi bir üslupla yazılıp konuşulduğu tartışma götürmez. Ama yeterince özenli, araştırmaya dayanan, canlı bildirilerin, konuşmaların sayısı tatmin edici düzeyde değil.
Yaygın olarak kullanılan ajitasyon araçlarından ‘bildiri’ örneği üzerinde konuşursak. Yazılmış bir bildiri, basımdan dağıtıma kadar birçok aşamadan geçer, birçok insanın emeğine, paraya mal olur. Ne var ki, bir dizi güçlük pahasına dağıtılabilen bildirinin yazımına çoğunlukla çok az zaman ayrılır. Yeterince özen gösterilmez.
Hâlbuki bir bildiriden beklenen etki, asıl olarak onun dağıtım şeklinden, taşıdığı imzadan değil, içeriğinden kaynaklanır. Bu nedenle de işe sağlam bir metin oluşturarak başlanmalıdır.
Bildiri, her şeyden önce somut olmalı, seslenilen alanın sorunlarını doğru, abartısız, gerçekçi bir şekilde ortaya koymalıdır. Somuta ilişkin yapılmış bir yanlışlık, örneğin bir fabrikadaki işçi sayısının, sendikanın durumunun vb. yanlış ifade edilmesi, tüm öteki fikirleri de tartışmalı hale getirir. Bu nedenle alanı tanımak, sorunlarını bilmek, acil olanları saptamak işin abc’sidir.
Emekçiye seslenirken, onun hiçbir şey bilmediği, ona her şeyin öğretileceği anlayışından uzak durulmalıdır. Sadece böylesi bir tutum geri tepeceğinden değil bu kaygı. Emekçinin sorunlarını bilmediği doğru değil. Emekçi pek çok şeyi bilebilir, bilir de.
Emekçiye sabah akşam “felaket sömürülüyorsun” demenin ajitasyon değeri yoktur. Önemli olan onun bildiği, her günkü yaşamında farklı farklı zamanlarda karşılaştığı olaylar arasında bağıntı kurmak, kıyaslamalar yapmak, sorunun görünen kısmından hareket ederek, temel soruna doğru genişletmektir. Örneğin işçinin, kötülüğüne her gün her saat tanık olduğu patronu için, “sömürücüdür, hakkını vermiyor,” demek onun bildiğini tekrarlamaktır. Ama “Bak, patronun kârı 40 iken 80 oldu, senin ücretinse yerinde sayıyor,” diyerek inandırıcı rakamlar ortaya kovmak etkili olabilir. Ama ajitasyon burada kesilirse de hedefe ulaşılmış olmaz. Gerçekte, ücretlerin sadece tek bir patronun kâr-zarar hesabına göre belirlenmediği, ücretleri asıl olarak tekelci patron örgütlerinin ve onların tepesinde de IMF’nin belirlediğini inandırıcı örneklerle açıklamak yapılması gerekendir.

GAZETEYİ BİR AJİTASYON ARACI OLARAK KULLANMAK
Aslında günlük işçi basınını dikkatle izlemek, bir ajitatörün ve propagandacının işini son derece kolaylaştıracaktır. Bu saptamayı biraz açmakta yarar var.
Gazete, her şeyden önce doğrudan, etkili ve sistematik bir teşhir, ajitasyon ve aydınlatma aracıdır. Gazeteyi emekçilere ulaştırmak; sırf bu bile emeğin politikalarının emekçiye anlatılmasına büyük bir katkı sunacaktır. Elbette ki, en etkili ajitasyon yöntemi, emekçi ile yüz yüze, sözlü olarak yapılan ajitasyondur. Ama gazete, sözlü ajitasyonun yerine geçirilmiş olmayacak, onu güçlendirici bir işlev görecektir. Gazeteyi emekçiye ulaştırmak, onunla bir ilişki vesilesi olacak, yazılanlar üzerinde tartışmak ise ilişkinin pekişmesini, kalıcılaşmasını sağlayacaktır.
Ayrıca, gazete, ülkenin gerçek gündemini, emekçilerin sorunlarını, çözüm yollarını her günkü olaylarla bağıntı içinde sıcağı sıcağına sunduğu için her emeğin politikacısı için vazgeçilmez bir ajitasyon rehberidir. Fabrikasında, okulunda, mahallesinde işlemesi gereken temel konulan tatmin edici şekilde sunabileceği verilere, yoksulluk istatistiklerine, özelleştirmelerin yol açtığı yıkımlara, sınıf dayanışmasının kazanımlarına vb. binlerce ve binlerce konuda zengin verilere iyi bir gazete okuyucusu olmak sayesinde ulaşacaktır. Böylece konuşması inandırıcı, bildirisi derinlikli, sağlam kanıtlı olacaktır. Emeğin politikacısı, gazete aracılığı ile kendi deneylerini merkezi düzeyde yararlanabilir hale getirebilecek ve aynı şekilde ülkenin başka bölgelerde yürütülen mücadelenin deneylerinden yararlanma olanağı elde edecektir.
Ancak tüm bunlar yapılırken unutulmamalıdır ki, gazete merkezi bir araçtır, sorunları ülke düzeyinde, genel olarak işler. Bu nedenle de, emeğin politikacısı bu genel politikaları yerelleştirmekle yükümlüdür. Yani gazetede yazılanları olduğu gibi tekrarlamak değil, kendi ilinde, ilçesinde, beldesinde yaşanan sorunlarla birleştirerek anlatmak, politikayı somutlamak, merkezi politikalara yerel ayaklar kazandırmak gerekmektedir. Diyelim ki, bir partili gazetesi aracılığı ile IMF karşıtı bir halk programının maddelerini okudu. Bu maddeler elbette kendi alanını da kapsayan bir genellik taşımaktadır. Ama bu genel taleplerden hangileri alanı için önceliklidir veya talepler listesinde olmayan ama bölge içinse önem taşıyan özgün talepler var mıdır? Partili işte bütün bu soruları düşünmüş olarak bölgesinde bir faaliyet yürütecektir. Talepleri işlerken, bölgesinde yaşanan somut sorunları örnek verecek, bölge emekçisinin kendi sorunu ile ülke sorunu arasındaki bağı görmesine yardımcı olacaktır vb.

YIĞINLARDAN ÖĞRENMEK
Emeğin partisi, daha ilk gününden başlayarak yığınları edilgen bir cahil kalabalığı olarak gören anlayışlara karşı savaş başlattı. Parti ile yığınlar arasındaki ilişkinin karşılıklı etkileşime dayanan bir süreç olduğunu, kitlelere öğretirken aynı zamanda kitlelerden öğrenmek gerektiğini sürekli vurguladı, bu saptamaya uygun davrandı. Bu saptama, ajitasyon, mücadele biçimleri, sloganlar söz konusu olduğunda çok daha yaşamsaldır. Yetkin bir halk örgütü olarak parti, engin halk tecrübesinden, kültüründen, folklorundan süzülüp gelmiş olumlu değerleri, destanları, şiirleri, deyimleri, fıkraları, atasözlerini kendi cephaneliğine katmalıdır. Bu, halkla bağ kurmayı kolaylaştıracak, halkın ruhunun kavranmasına yardım edecektir. Ama halktan öğrenmek, sadece onun tarihi birikiminden öğrenmek değildir. Yanı sıra ve hatta asıl olarak emekçilerin yürüttüğü günlük mücadelenin derslerinden öğrenmek, ajitasyon araçlarını, yöntemlerini, dilini, sloganlarını bu gözlem ve ilişki içinde şekillendirmek zorundadır.
En büyük öğretmen canlı sınıf mücadelesi pratiğidir. Bunun en sağlam kanıtı son 10–15 yıllık emekçi mücadelesidir. Mücadele halindeki emekçiler, en mükemmel masa başı sloganlarını, eylem biçimlerini aşan bir zenginlik ve yetkinlikte örnekler sundular. Emekçiler bunun son bir örneğini ise 1 Aralık eylemleri sırasında verdiler. Sırf dövizlere yazdıkları sloganlar bile, emekçilerin sezgilerinin, yaratıcılıklarının gelişkinliğini göstermektedir. Emeğin politikacılarının yapması gereken ise, meydana çıkan bu tekil örnekleri genelleştirmek, bilinçli bir planın unsuru haline getirmek ve genelleşmiş bir slogan olarak yeniden emekçiye sunmaktır.
Burada bir nokta daha beliriyor. Ajitasyonumuzun öfke düzeyi ve tonunu belirlerken kitlelerin ruh halini hesaba katmak zorunludur. Kitlelerdeki uyanışın, öfkenin seyrine bakmadan, atılan keskin sloganlar, belki atanı tatmin edebilir ama her zaman devrimci bir işlev görmez. Çeşitli küçük burjuva dergilerin manşetlerinde, dağıttıkları çağrı, bildiri vb. de kır, parçala, yık gibi emir kipiyle kurulmuş sayısız slogan okuyabilirsiniz. Bütün bunlar, bunu yazanların öfkeli kişiler olduğu konusunda bir fikir veriyor, seslenilenlerin bu emirleri uygulayacağına ise kendileri de zaten inanmıyor. Ama bunu yapanlar için amaç, emekçileri bu doğrultuda harekete geçirmek değildir, bunu iletmiş olmaktır.
Ajitasyonumuz, emekçiyi sarsmak, ruhunun derinliklerine gizlenmiş aslanı uyandırmazdır. Haksızlığa karşı öfkesini, kazanma inancını, coşkusunu yükseltmelidir. Bunun için de onun mevcut durumundan yola çıkmak, şu an içinde bulunduğu ruh halini bilmek önem taşır.

ALIŞILMIŞ KALIPLARIN DIŞINA ÇIKMAK
Halka seslenmek, ajitasyon denince hep aynı araçların kullanılması anlaşılır çoğunlukla. Bir gerçeğin bin bir çeşit anlatma biçimi olduğu gibi bin bir çeşit anlatma yolu da vardır. Elbette yararları tarihsel deneyle sabit araçlardan vazgeçilsin demiyoruz. Bunlar (bildiri, afiş, çağrı) elbette sürekli kullanılacak araçlardır. Ama durumun, bölgenin özelliklerine göre daha başka bir dizi aracı kullanmaya da açık olmak, çıkan olanakları değerlendirmek, yeni yollar, araçlar geliştirmek, üzerinde kafa yorulması gereken konulardandır. Nerede hangi aracın kullanılacağı somut duruma göre belirlenmelidir, ama alışılmış yöntemlere hapsolunmamalıdır. Bugün bildiri, yarın afiş, bir başka gün çağrı metni. Bazen imza toplamak, bazen duvar gazetesi hazırlamak, bazen kahve toplantısı bazen de panel düzenlemek etkili olabilir. Çevremize dikkatle baktığımızda yaşamın bu sayılanlardan çok daha fazla, çeşitli araçlar sunacağı kesindir. Yeter ki, partililer bir rutine kaptırıp var olan araçlarla sınırlamasınlar kendilerini.
Özellikle halkın son derece duyarlı, sermaye ve iktidara karşı öfkeli ancak devrimci emek örgütüne karşı ise güvensiz olduğu ortamda yığınlarla yüz yüze ilişkinin yeri başka hiçbir araçla doldurulamaz. Emeğin politikacıların tam bir güvenle halkın içine girmeleri için koşullar son derece elverişlidir. Sözünün arkasında duracak başka bir güç yoktur. Rüşvetle, yalanla, rantiyecilerle bağı olmayan ikinci bir odak yoktur. Emeğin politik örgütü, gerçeğin sözcüsü olarak alternatifsizdir. IMF’ye karşı bir halk programı oluşturma süreci, aynı zamanda partinin tüm örgütlerinin meşru, kendine güvenen bir güç olarak toplum önüne çıkmaları süreci olarak yaşanmak zorundadır. Açık kimliği ile kendine güvenle, yüksek moralle, korsancılıktan uzak, tüm toplum katında meşrulaşmaya dönük, tüm burjuva partilerle halk önünde seviyeli bir şekilde hesaplaşmaya hazır parti örgütleri toplamı; sürecin ihtiyaç duyduğu parti bir yönüyle de böyle olmak zorundadır.

Şubat 2001

EK-1
YAZARKEN VE KONUŞURKEN İŞÇİLERİ DÜŞÜNÜN – Georgi Dimitrov
İkinci şart, Üçüncü Enternasyonalin ve Bölümlerinin aldığı kararların geniş halk kitlelerinin kendi kararları haline getirilebilmesidir. Bu, şimdi, birleşik işçi cephesini örgütlemek ve geniş halk kitlelerini anti-faşist bir Halk Cephesine çekmek görevini yüklendiğimiz günlerde daha da gerekli olmaktadır. Lenin’in politik ve taktikçi dehası partinin, sloganlarını ve doğru hareket çizgisini halk kitlelerine kendi deneyleriyle anlatmaktaki ustalığından doğmuştur. Bolşevizm’in tarihini devrimci işçi hareketinin politik strateji ve taktiklerinin bu en büyük hazinesini incelersek, Bolşeviklerin kitlelerin öncülüğü yöntemlerini, Parti öncülüğü yöntemlerinden her zaman daha üstün tuttuklarını görürüz.
Bunların yanı sıra, eğer halkın anladığı dilde konuşmayı öğrenmezsek, kitlelerin kararlarımızı anlamayacağını da iyi bilmemiz gerekir. Çoğu zaman basit, somut, kitlelerin yadırgamayacakları ve anlayabilecekleri bir tarzda konuşamıyoruz. Dilimizi ezbere bildiğimiz soyut formüllerden hâlâ temizleyemedik. Bildiriler, gazete yazıları, kararlar ve tezler öyle ağır bir üslup ve dille yazılmaktadır ki, bunları değil İşçi kitleleri, Parti görevlileri bile zor anlamaktadır.
Yoldaşlar, bu yazıları okuyan ve dağıtan işçiler, özellikle faşist ülkelerde, hayatlarını tehlikeye atmaktadırlar. Eğer bütün bu fedakârlıkların boşuna gitmesini istemiyorsak, halk kitleleri İçin yazdıklarımızı onların dilinde yazmalı, bunun gerekliliğini çok iyi anlamalıyız.
Bu mesele sözlü propagandalarımızda da aynı derecede önem kazanmaktadır. Faşistlerin bu konuda birçok yoldaşımızdan daha becerikli ve esnek davrandıklarını inkâr edemeyiz.
Burada, Hitler’in iktidara geçmesinden önce ve meşhur dolandırıcı ve spekülatör Sklarek kardeşlerin birkaç ay süren duruşmaları sırasında Berlin’de yapılan bir işsizler toplantısından söz etmek istiyorum. Bir Nasyonal Sosyalist, toplantıdaki konuşmasında, Sklarek kardeşlerin duruşmasını kendi işine gelen bir biçimde yorumladı. Sklarek kardeşlerin dolandırıcılığını, rüşvetçiliğini ve diğer suçlarını anlattı, aylardır sonuçlanmayan davanın Alman halkına yüz binlerce marka mal olduğunu belirtip büyük bir tezahürat eşliğinde Sklarek kardeşler gibi soyguncuların hemen öldürülmesi ve dava için harcanan paranın da işsizlere dağıtılması gerektiğini söyledi.
Sonra bir Komünist kalktı ve söz istedi. Önce söz vermek istemeyen başkan, Komünistin sözlerini duymak isteyen dinleyicilerin baskısına dayanamadı ve söz vermek zorunda kaldı.  Komünist kürsüye çıktığı zaman, herkes büyük bir heyecanla, söyleyeceği sözleri bekliyordu. Neler söyledi biliyor musunuz? Yüksek ve güçlü bir sesle:
“Arkadaşlar,” diye söze başladı, “çalışmalarını yeni bitiren Üçüncü Enternasyonal Genel Kurulu, işçi sınıfının kurtuluş yolunu göstermiştir. Bu yolda size düşen görev arkadaşlar, “İşçi sınıfının çoğunluğunu kazanmaktır. Genel Kurul İşsizlerin hareketlerinin ‘politikleşme’si gerektiğini belirtmiştir. Genel Kurul bizden politik seviyenin yükseltilmesini istemektedir.”
Genel Kurulun kararlarını işsizlere açıklayarak sözlerine aynı havada devam etti.
Böyle bir konuşma işsizleri etkileyebilir miydi? İşsizler kendilerini daha yüksek bir seviyeye ulaştırmak için önce politikleştirmemizden, sonra devrimcileştirmemizden, daha sonra da harekete geçmemizden hoşnut olabilirler miydi?
Oturduğum köşede, yapılması gereken şeyleri somut bir biçimde ağzından duymak istedikleri Komünisti sabırsızlıkla kürsüye çağıran işsizlerin esnediklerini sıkıldıklarını gösteren hareketler yaptıklarını görüyordum. Başkanın konuşmacının sözünü küstah bir davranışla kesmesi ve dinleyicilerin de buna karşı çıkmaması beni hiç şaşırtmamıştı.
Propaganda çalışmalarımız içinde bunun bir sürü örneği vardır. Böyle şeyler yalnız Almanya’da da olmamıştır. Bu tip yapılan propaganda insanın kendi davasına karşı propaganda yapmasından pek de farklı değildir. Raporumu okuduğum sırada Başkan; Yoldaş Kusinen, Kongre üyelerinden bana verilmek üzere ilgi çekici bir mektup aldı. Bu mektubu okuyorum:
“Aşağıdaki meseleyi konuşmanızda lütfen Kongreye getirin. Üçüncü Enternasyonal’in alacağı kararlar yalnız eğitilmiş komünistlerin değil, Üçüncü Enternasyonal kararlarını okuyan her işçinin de komünistlerin istediklerini, komünizmin insanlığa getireceklerini, önceden bir eğitim görmeden anlayabilecekleri bir biçimde yazılmalıdır. Bazı parti liderlerinin unuttukları bu nokta kendilerine, hem de kuvvetle hatırlatılmalıdır. Propagandamız açık bir dille yapılmalıdır.”
Bu mektubu yazanın kim olduğunu kesinlikle bilmiyorum ama bu yoldaşın, mektubunda, milyonlarca işçinin isteğini ve düşüncesini seslendirdiğinden hiç kuşkum yok. Birçok yoldaşımız kitlelerin çoğu zaman anlayamayacağı oturaklı sözlerin ve sayısı kabarık formüllerin daha güçlü bir propagandaya yol açacağını sanıyorlar. Bu arada bazı yoldaşlar Lenin’in her zaman halk dilinde, kitlelerin hemen anlayabileceği bir tarzda yazdığını ve konuştuğunu da unutuyorlar.
Hepimiz şu cümleleri bir kanun, Bolşevik kanunu, temel bir kural bilelim: Yazarken ya da konuşurken sizi anlaması, size inanması ve sizi izlemesi gereken işçileri düşünün. Kendisi için yazdığınız, kendisi için konuştuğunuz insanları unutmayın.
(Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekim Yay. 1989, sf. 239–241)

EK-2
TARİHSEL BİRİKİMDEN YARARLANMAK
Kitleler içindeki teşhir ve aydınlatma çalışmasında birikmiş deneye başvurmak son derece yararlı, gereklidir. İşçi sınıfı, iki yüzyıl boyunca dünyanın değişik bölgelerinde, kimisi başarı kimisi yenilgiyle sonuçlanan sayısız büyük mücadeleler vermiş, bu mücadeleler içinde tarihsel ve güncel değeri büyük çok önemli ajitasyon materyalleri ortaya çıkarmış, büyük hatipler-ajitatörler yetiştirmiştir, işçi sınıfının uluslararası mücadele deneylerinin genelleştirilmiş ifadesi olarak bilimsel sosyalizm de sorunu çok yönlü olarak işlemiştir. Ülkemiz tarihi de, eleştirel bir değerlendirme ile yararlanılabilecek olumlu bir birikime sahiptir.
Aşağıda iki örneğe yer veriyoruz. Biri ülkemizden, öteki ise Almanya’dan.
Toplumcu öykücülerimizden Adnan Özyalçıner’in bir öyküsüne de konu olan Paşabahçe işçilerinin bildirisi, grevci işçilerin amaçlarını halka anlatmak için kaleme alınmış. Yalınlığı, meramını içten bir samimiyetle, anlaşılır bir halk diliyle anlatması bakımından dikkat çekici.
Ötekisi ise, Almanya’nın Hessen Prensliğinde yaşayan emekçilere sesleniyor. Henüz 22 yaşındaki ateşli Georg Büchner tarafından yazılan bildiri Marksizm öncesi dönemde yazılmış olmasına karşın, emekçileri toplumsal hareketin öznesi olarak görüyor, egemen sınıflara acımasızca saldırıyor.
Emeğin politikacıları, şekilciliğe düşmeden, farklı durumlar arasında kaba paralellikler kurmadan bu tarihsel mirastan yararlanmalıdırlar. Çerçeve içinde sunulan iki örneğe sayısız örnek eklenebilir. Burada özellikle Lenin’in doğrudan emekçilere seslendiği Kır Yoksullarına adlı kitapçığı anmak isteriz. Bu kitapçık, başka birçok özelliğinin yanı sıra hem geniş kitlelere seslenirken dikkat edilmesi gereken anlaşılırlık ve inandırıcılık, hem de bir kesime özgü güncel taleplerle genel siyasal taleplerin ustaca birleştirilişi bakımından dikkatle incelenecek niteliktedir.

GREV BİLDİRİSİ
Biz işçiyiz. Paşabahçe’de bir fabrika şişe ve cam yapar, orada çalışırız. Beyoğlu’nda da süslü bir mağazası var. Tabaklar bardaklar görürsünüz de İftihar edersiniz: İşte onları yaparız biz. 1800 derece sıcaklığın altında çalışırız. En eskimiz, 30 seneyi dolduranımız, vergiler dâhil, saatte 150 kuruş, günde 12.00 TL alır. Saatte 55 kuruş, 80 kuruş, 90 kuruş alanımız vardır. Ortalaması 125 kuruştur. … Ve biz de greve başladık.
Fabrika devletin malı, zararı devlete biniyor. Kocatopçu tıkır tıkır maaşını alıyor, zarar ettiği yok. Bize hak vermemek için neler yapmadı ki. En son haberimiz olmadan protokol imzalattı. Sonuçta gene bize bir şey vermedi. Üstümüze tabancalı adamlar geldi. İki arkadaşımız hastanede. Fabrika kapısına ekmek astılar, pencereden tulumba tatlısı gösterdiler, arkadaşlarımız hapishanede yattı.
Bugün 80 günü geçti, gene de hakkımızı istiyoruz. Dağlarda ebegümeci topluyoruz, labada topluyor, balık olursa oltayı alıp koşuyoruz. Evde fazla eşya vardı kilim, mintan, iskemle gibi. Onları da satıyoruz. Ölüm Allanın emri, ama bu adam bizimle masaya oturmalı, mahkeme kararına, Yargıtay kararına uymalı. Bu adamın hem devlete milyonlar zarar vermeye, hem de bizleri süründürmeye ne hakkı vardır?
… Hâlbuki fabrikanın bir günlük zararını, bize zam diye verse mesele hallolur.
(Bu bildirinin de içinde yer aldığı bildiri ile aynı adı taşıyan öykü için bkz Emek Öyküleri–2, Evrensel Basım Yayın, 1998)

“KULÜBELERE BARIŞ! SARAYLARA SAVAŞ!”
“Zenginlerin hayatı hiç bitmeyen bir şölen. Saraylarda yaşıyor, güzel elbiseler giyiyorlar. Yüzleri parlak, konuşmaları ise seviyeli. Halk ise tarladaki gübre. Fransız halkı, 1789 yılında, üç kez yüzülen sığır olmayı reddetti… Yüce Hessen Prensliği’nde 718 bin 313 vatandaş yaşamakta. Bunlardan 700 bini kan ter içinde çalıştığı halde aç kalıyor. Bu devlete de 6 milyon Gulden ödüyorlar. Bu paralar, halkın vücudundan emilen kanlı vergiler. Vergiyi İse güya devlet hesabına alıyorlar. Sülükler hükümetin arkasına gizlenmiş, hükümet ise devlet düzeninin varlığı için kan emmenin gerekli olduğunu söylüyor.
Alman Anayasası ne ifade ediyor? Hiçbir şey. Boş saman balyası. Taneleri prensler tarafından yutulmuş, geri kalanından ise saman yapılıyor. Parlamento ne işe yarıyor? Hantal bir at arabasından başka bir şey değil. Eşkıya prensler ve bakanlar, bu at arabasının karşısına çıkarak daha da ağır hareket etmesine neden olurlar. Onlardan özgürlük bahşetmelerini beklemek yanlış olur. Seçim yasalarımız ne ifade ediyor ki?
Hessen Parlamentosu çok iyi çalışabilse ve yüce prensliğin doğru dürüst bir anayasası olsaydı bile, sağlayacağı refah düzenine derhal son verilirdi. Çünkü Viyana ve Berlin’in akbabaları pençelerini uzatıp bu küçük ülkenin özgürlüğünü hemen boğarlardı. Sayın vatandaşlar, tüm Alman halkı özgürlüğünü kazanmalıdır. Bu günler uzak değildir. Çok yakında da söylenen şu yüce sözler gerçekleşecektir: Almanya tekrar doğacak. Açın gözlerinizi ve sizi soyanların sayısını hesaplayın. Onlar, sizden emdikleri kan ve istemeden katıldığınız ordu sayesinde güçlüler. Ordu ise sizin oğullarınızdan ve kardeşlerinizden oluşmakta…
Hessen Köylülerine!
Bu kâğıt, Hessen’deki gerçekleri anlatmak zorunda. Ama gerçeği söyleyeni asarlar her zaman. Hatta gerçeği okuyanlar bile şerefsiz hâkimler tarafından mahkûm edilirler.
KULÜBELERE BARIŞ! SARAYLARA SAVAŞ! “
(Ateşi Çalmak–1, G. Serebryakova, Evrensel Basım Yayın, 3. basım-, sf. 135–137)

Halka güvensizliğin sloganı: “bu halk adam olmaz!”

Ciddi bilimsel oturumlardan halk kahvelerine kadar her yerde sıkça tekrarlanan bir yargı vardır: “Bu halk adam olmaz!” Öyle ki ve ne acı ki, bu halktan bir şey çıkmayacağına dair kanı, kendisinden bir şey çıkmayacağına hükmedilenler tarafından da benimsenmiştir.
Üzerinde düşünülmeden, çoğu zaman da sırf “muhabbet olsun” diye dile getirilen bu yerleşik kanı, son Şubat krizinin ardından da çarpıcı bir şekilde sergilendi. Kimi, kriz karşısındaki eylemlerin zayıflığını; kimi, emekçilerin bilinçsizliğini ve bilinçsizce eylemlerin gericiliği yükselteceğini öne sürerek bu halka güven olmaz dediler. “Bu halkı sömürüp posasını çıkartsan bile kılı kıpırdamaz” diyenler, örgütsüz halk kesimleri öfkelerini sokağa taşırdığında ise, “bu eylemlerden faşizm doğar” demeye başladılar. Ve bildik o eski nakarata dönüldü. Bu halk adam olmazdı, bu halka güven olmazdı vesselam!
Bu kanının nereden ve nasıl gelip mutlak bir gerçeklik gibi insanların zihnine yerleştiği tartışılabilir, ama sıradan kahve müdavimleri kadar aydınların, ilerici örgütlerin de bu anlayışta oldukları tartışılamaz. Söylemlerinde halktan, halkın devrimci özelliklerinden vb. söz edenlerin aslında buna inanmadıklarını anlamak için davranışlarına, eylem çizgilerine şöyle bir göz atmak yeter.
İddiamızı daha da ileriye götürebiliriz: Devrimci emek hareketi saflarında da bu anlayışın yansımalarını bulmak mümkün. Evet, parti yayınları, genelgeleri daima “halk adamı” olmayı, halkın devrimci özelliklerini açığa çıkarmayı, halka güvenmeyi işliyor. Militanlar da samimi olarak bunu benimsemeye çalışıyorlar. Ama halk denilen o karmaşık yapıyla karşı karşıya geldiklerinde, kapıdan kovulduklarında, alaya alındıklarında, aldırmazlık ve lakaytlıkla karşılandıklarında… “yahu gerçekten de…” diye başlayan sızlanmalarda bulunuyorlar.
20 yıl arayla yaşanmış iki çarpıcı örneğe yer vermek istiyoruz:
Örnek 1: Yıl 1978. Devimci muhalefet hareketinin dalga dalga yayıldığı, “halkımız” diye başlayan bildirilerin, çağrıların yaygın olduğu bir dönemdir. Bir köy kahvehanesinde geniş katılımlı bir toplantı yapılmaktadır. Kürsüdeki konuşmacı, çoğunluğunu yaşlı ve orta yaşlı köylülerin oluşturduğu dinleyicileri süzmekte ve “halkımız erdemlidir, halkımız fedakârdır, halkımız yiğittir…” şeklinde övücü sözler sarf etmektedir. Konuşma biter, hatip alkışlar arasında yerine otururken sadece yanındakilerin duyabileceği bir sesle fısıldar: “Halkımız ottur!”
Örnek 2: Yıl 1998. Devrimci emek partisi, aktüel gelişmeler ve taktik çizgisi hakkında görüşlerini aktarmak ve onların katkılarını almak üzere aydınlarla bir toplantı düzenlemiştir. Konuşan partililer, emekçi saflarda büyüyen öfkeden, özelleştirme karşıtı eylemlerden vb. söz ederler ve aydınların enerjilerini emekçilerle birleştirme çağrısında bulunurlar. Söz alan bir yazar, emekçi denilen bu kalabalıkların gericilerin peşinden gittiğini, gerici partilerin iktidara gelmesinin sorumluluğunun onlara ait olduğunu, toplumun öncüsünün yine de burjuvazi olduğunu büyük bir rahatlıkla dile getirir…
Kimse bu örnekleri ayrıksı olarak nitelendiremez. Tersine, genel anlayışın yansıması oldukları rahatlıkla söylenebilir.
Devrimci saflarda dahi etkileri görülen, dile getirilmese de içten içe hak verilen bu anlayışın kesin bir şekilde mahkûm edilmesi gerekiyor. Ama bunu yaparken de halkın devrimci potansiyelinin nereden kaynaklandığı, nasıl açığa çıkacağı, mevcut gerici etkilenmeler vb. konularda hatırlatmalar yapmak gerekiyor.

HALKA KARŞI GÜVENSİZLİĞİN TARİHSEL VE GÜNCEL KAYNAKLARI
Bu son derece yanlış bir anlayışın böylesine kolayca ve tartışılmadan benimsenebilmesinin başlıca iki nedeninden söz edebiliriz.
İlki günceldir, emekçi çoğunluğunun gerici, din istismarcısı sermaye partilerine oy vermiş ve verecek oluşundan, devrimci çağrılar karşısındaki kayıtsızlığından besleniyor. Halkın erdemlerine, devrimci dinamizmine, şanlı tarihine dair genel kavramları mekanik olarak benimsemiş bir devrimci, halkı oluşturan tek tek emekçilerle yüz yüze geldiğinde düş kırıklığına uğruyor. Hakkında o kadar methiyeler dizilen halk bu mu, diye şaşırıyor. Apaçık gerçekleri dile getiriyorum, bana mısın demiyor; patronlar ekmeğinin yarısını koparıp alıyorlar, isyan etmiyor; işletmesi özelleştiriliyor, dur bakalım ne olacak deyip kayıtsızlığını koruyor, IMF’nin adamı olduğu ayan beyan ortada olan Derviş için bile acaba memleketi düzeltir mi diye umut besliyor. Bu nasıl halk? Bu türden yakınmaları, erken bir başarı umudu ile yaptığı hamle hüsranla sonuçlanmış iyi niyetli, ama kavrayışı sığ pek çok solcudan duyabilirsiniz. Eğer kaba bir mantıkla bakılırsa haksız da sayılmazlar. Memleketin adeta bir sömürgeye dönüştürüldüğü, emekçilerin hızlı bir yoksullaşma süreci yaşadıkları bir zamanda, dur bakalım Derviş ne yapacak diyen bir halk nasıl devrimci olabilir?
Birincisinin oluşmasına önemli katkısı olan diğeri ise tarihsel/gelenekseldir ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e muhalefet hareketinin bir üst tabaka hareketi olarak gelişmesi, aydınların emekçilerle birleşmek yerine dışardan ve/veya devlet içindeki bürokratlardan gelecek desteğe bel bağlamaları sonucunda oluşmuştur. Özgürlük Dünyası’nın geçmiş sayılarında değişik vesilelerle üzerinde durulduğu gibi. (Bunlar arasından “Proletarya ve Önderlik Sorunu” başlıklı yazı örnek gösterilebilir, sayı: 62, Aralık 1993) Gerek 19. yüzyıldaki demokratikleşme hareketleri gerekse de 20. yüzyıldaki hareketler, halka dayanmak yerine gözünü üst sınıflara dikmiş, emekçi sınıf eylemlerini ise kendi projelerinin haklılığını ortaya koyan karışıklıklar olarak görmüşlerdir. Halkı kurtarma işini halktan değil, üst sınıfların iyi niyetli mensuplarından beklemişlerdir. O günkü koşullarda bir ölçüde anlaşılır olan tutum bugüne taşınırsa, Murat Belge’nin çerçeve içinde yer verdiğimiz yazısı türünden halk düşmanlığı çıkar karşımıza.
Hal böyle olunca, halka güvensizlik rahatlıkla dile getirilebilir bir “hakikat” olabiliyor. Böylelikle halkta bir cevher bulunamayınca da halk dışında dayanılacak bir güç aramak zorunlu oluyor. Kimisi bu gücü “öncü devrimciler”in eyleminde, kimi orduda, kimi ise doğrudan doğruya sermayede görüyor.
İş, bakın nereye varıyor; Halkın dertleri ve sıkıntılarını ortadan kaldırmak üzere yola çıkılıyor, Bu halktan (öteki halklara bir diyeceğimiz yok, ama bizim halkta iş yok!) bir şey beklenemeyeceği, halkın karşı-devrimi güçlendirdiği kanaati hâsıl oluyor. Halkın nereye varacağı bilinmez taşkınlıkları karşısında sermayeye, orduya sığınılıyor. Böylece somut sorunlara ilişkin taktikler de şöyle şekilleniyor: Kürt sorununu TÜSİAD çözsün, şeriatı ordu önlesin, modern dünyaya uyum sürecine sermaye öncülük etsin…

DEVRİMCİLİK VE TOPLUMSAL KONUM
Devrimci literatürün halkın, daha dar anlamda konuşursak proletaryanın devrimci özelliklerine dair yaptığı saptamalar, vurgular geneldir, bütün zamanlar ve bütün ülkeler için geçerlidir. Ancak halk denilen kategoriyi oluşturan emekçiler, tanrısal bir kudretle iyi, doğru, erdemli, cesur, adil olarak yaratılmış insanlar değildir. Emekçiyi devrimci kılan, toplumsal üretim sürecindeki rolü, maddi konumudur. Emekçi farkında olsun veya olmasın, kendi talepleri için girdiği her eylem sermaye egemenliğinin temellerini sarsar, emekçilerin eylemleri tarihsel hareketin motorunu oluşturur.
Yani bir sınıfı devrimci veya gerici kılan, o sınıfın üretim sürecindeki rolü, üretim araçları karşısındaki konumu, gelişecek olan toplumsal sistemle ilişkisidir. O sınıfın kendi konumunun bilincine varmamış olması, onu nesnel bakımdan devrimci olmaktan çıkarmaz. Veya bazı mensuplarının kendi toplumsal konumuyla taban tabana zıt bir noktada bulunması, o sınıfın devrimci potansiyelini gölgelemez; tıpkı burjuva aydın bir tabakanın kendi sınıfı yerine proletarya saflarına geçmesinin, o sınıfı gerici bir sınıf olmaktan çıkarmaması gibi.
19. yüzyılın Marksizm-öncesi sosyalizm akımları da proletarya ile yoksullar ile ilgileniyorlardı. Proletaryanın yaşam koşullarını düzeltmeye çalışıyorlardı. Tüm sınıfların vicdan sahibi mensuplarını da bu projelerine kazanmaya çalışıyorlardı. Yani onlar, emekçinin yaşam koşullarını düzeltecek bir sistemi, emekçilerin dışındaki sınıflardan bekliyorlardı. Marksizm ise, proletaryanın kurtuluşunun ancak kendi eseri olabileceğini ortaya koydu, onun devrimci niteliğini keşfetti. O güne kadar Marx’la dayanışma içinde olan birçok aydın-felsefeci, “kaba güce sahip bu cahil kalabalığı” baş tacı ettiği için Marx’a cephe aldı. Oysa Marx’ın yaptığı duygusal bir tercih olmanın ötesinde, kapitalizmi ortadan kaldırıp sınıfsız bir toplumu kurmaya muktedir yegâne sınıf olarak proletaryanın tarihsel rolünü bilimsel bakımdan kavramış olmasıydı.
Tüm bu nedenlerden dolayı, bir sınıfın belli bir andaki durumuna, durgunluğuna, hatta apaçık sessizliğine bakarak o sınıfın devrimci olmadığına hükmetmek ve aynı şekilde bir sınıfın belli bir anda gösterdiği eylemlilik durumuna bakıp onu “en devrimci” ilan etmek bayağı bir yaklaşımdır. Böylesi bir bakış açısı 2001 yılının Nisan ortasında Türkiye’ye baktığında en devrimci sınıf olarak esnafları görmek zorundadır. Oysa esnaf emekçi bir tabaka olmakla birlikte, yeni bir düzenin temsilcisi olamaz, ara bir tabakadır. Proletarya ise belli bir anda sessiz olsa bile, üretim sürecinin en kritik noktasında bulunur, hayatı yaratma ve durdurma gücüne sahiptir, özel mülkiyetten yalıtık olduğu için de özel mülkiyetin, sömürünün olmadığı bir dünyayı yaratma gücü onun ellerindedir.
Pek çok burjuva aydını bu temel gerçeği yadsıyamadığı için, bu halktan bir şey çıkmaz düşüncesine dayanak bulmak üzere, “proletaryanın devrimci olduğu günler eskilerde kaldı, o şimdi refaha kavuştu, patronla birlikte üretim planlaması yapıyor” diyorlar. Onu devrimci kılan koşulların değiştiğini ispat etmeden, proletaryanın devrimci rolünün bittiğini söylemek bir demagojiden öteye geçemez. Ve zaten proletaryanın nasıl “refaha kavuşmuş olduğu” da gözler önünde. Devletin rakamlarıyla dahi ücret ortalaması yoksulluk sınırının altında “refah içinde” bir sınıf!

POTANSİYELİN AÇIĞA ÇIKMASI
Emekçi sınıfın nesnel bakımdan devrimci olması, sınıfa mal edilen devrimci sınıf özelliklerinin sürecin her anında, sınıfın her bir bireyinde rafine bir şekilde dışa vuracağı anlamına gelmez. Bütün bu söylenenler sınıfın sahip olduğu potansiyel özelliklerdir. Bu özellikler, özel bir tarihsel anda, sınıfın kitlesel olarak girdiği eylem içinde, sınıf örgütlenmeleri içinde açığa çıkar.
Sınıf kendini eylem içinde tanır, kendi konumunun gerçek bilincine ise politik eylem sürecinde varır. Devrimler, halkın devrimci özelliklerinin tüm zenginliği ile sergilendiği “tarihsel bayramlardır”. Gizli kalmış, bastırılmış, dile getirilmemiş tüm özellikler devrim anında bir patlama halinde dışarı vurur. Yaratıcılığın, paylaşımcılığın, örgütlenme yeteneğinin en gelişkin örnekleri sergilenir. Bu büyük toplumsal çalkantı, içinden büyük hatipler, örgütçüler, şairler, sanatçılar çıkarır.
Tarihin büyük devrimlerinde bütün bunlar yaşanmıştır. Ülkemiz tarihinden de buna sayısız örnekler gösterilebilir. Nâzım’ın dizeleriyle ölümsüzleşen Kara Yılan, cephane taşıyan kadınların içinde yer aldığı emperyalist işgale karşı savaş yıllan, 1960’lardan günümüze yaşanan fabrika işgalleri, uzun grevler, büyük işçi eylemleri sınıfın, halkın devrimci özelliklerini ortaya koyduğu anlar olmuştur. O güne kadar parti, mezhep, bölge farklılıklarının böldüğü işçiler kelimenin gerçek anlamıyla “bir yürek bir yumruk” gibi kenetlenmiş, eylem içinde geleceğin dünyasına ait tomurcuklar belirmiştir. Ve eylem, o güne dek, bu halktan bir şey olmaz diyenleri de halkın yüce nitelikleri üzerine nutuk atan dalkavuklar haline getirmiştir; tabii dalga geri çekilene kadar.

KABUĞUN İÇİNDEKİ ÖZE ULAŞMAK
Halkın devrimci özellikleri, eylem anında bir anda gökten zembille inmez. Söz konusu olan, kendisinde bulunmayan bir niteliğin bir anda bir dış etki tarafından ona kazandırılması değil, doğasında bulunan ama serpilip gelişme olanağı bulamamış özelliklerin uygun koşullar altında açığa çıkmasıdır. Bu anlamıyla da, halktaki ilerici, devrimci özelliğin izleri olağan, durgun dönemlerde de izlenebilir, eylem anındaki kitlesellik ve gelişkinlikle olmasa da açığa çıkarılabilir, işlenebilir.
Ama halkın bu özellikleri, burjuva yaşamın etkilerinden, geleneksel tortulardan, dinsel inançların uyutuculuğundan, popüler kültürün avutuculuğundan oluşan bir kabuk içine hapsedilmiştir. Bu nedenle, ona mekanikçe bakan, değerlendirmesini görünüş unsurlarıyla sınırlayan tepeden bir bakış sadece bu kabuğu görür. Evet, halk dediğimiz heterojen kitleyi oluşturan insanlar ile atölyelerde bağırta bağırta arabesk dinleyen, mahalle kahvesinde kâğıt oynarken küfürleşen, futbol takımının galibiyetini sokakta tepinerek kutlayan, eve gelince karısına kötek atan… insanlar aynı insanlardır.
Kimse bu özellikleri olumlayamaz. Halk sevgisi adına bu özellikleri meşru, olması gereken davranışlar gibi görmeye çalışma gayreti de kötü bir halk dalkavukluğudur. Halk adamı olmak demek de aynı alışkanlıklara bürünmek değildir. Ama mesele başkadır. Burjuva egemenlik koşullarında hâkim olan budur, bunu anlamak gerekir. Ama o insanları şekillendiren karakter özellikleri yukarıda sayılanlardan ibaret değildir. Televole kültürüyle zedeli bu mahalle emekçisinin, aynı zamanda pek çok olumlu özellik sergilemesi de mümkündür.
Burjuva bir insanın da iyiliksever, paylaşımcı olması mümkündür. Ama bu özellikler, onun sınıfının doğasından kaynaklanan özellikler değil, dışsal etkilerle kazandığı özelliklerdir. Emekçi için ise durum tersidir. Dinsel-feodal geleneklerin, cahil bırakılmışlığın, burjuva ideolojisinin bencilleştirici, yozlaştırıcı etkisi, onun özsel niteliklerini bir dereceye kadar görünmez kılabilir. O, kendine has olan, devraldığı olumlu emekçi değerlerinden, üretim sürecindeki durumundan kaynaklanan paylaşımcılığını, emek bilirliği, adalet duygusunu, haksızlığa tepkiyi bulaşık olduğu olumsuzluklara rağmen sergiler. Ekmeğini komşusuyla paylaşır, başına gecekondusu yıkılmış mahalleliye kapısını açar, sakatlık geçirmiş mesai arkadaşı için yardım kampanyası açar, arkadaşı için riske girer; aynasızlardan, yaltakçılardan, ispiyonculardan, bencillerden nefret eder… Emekçinin içinde yaşattığı bu olumlu değerler, üzerinde devrimci bilincin inşa edilmesine uygun bir temeldir.
“Halk adamı olmak” denirken de kastedilen, halkın gündelik yaşamına yuvalanmış dinsel, feodal, burjuva alışkanlıkları emekçiyle diyalogun engeli görmemek, aksine uygun yollarla bu engelleri aşarak emekçinin özündeki olumlu değerleri uyandırabilmek, onun ruhuna seslenebilmektir.
Halkın yukarıda sayılan türden yoz alışkanlıkların taşıyıcısı olduğu görmezden gelinemez. Maddi hayata egemen olanlar, düşünsel, kültürel hayata da egemendirler. Bu egemenlik altında steril bir insan topluluğu aramak anlamsızdır. Ama halk, egemen kültürün baskısı altındaki bir muhalif kültürün, halk kültürünün de taşıyıcısıdır. Tarih boyunca sultanların, ağaların, beylerin, paşaların, mütegallibenin zulmüne, yasağına, kan emiciliğine, kefen soyuculuğuna tepkisini her yolla ifade etmiş, yazılı ifade araçlarından yoksun olarak, dilden dile, kuşaktan kuşağa ileterek bugüne taşımıştır. Şiirlerle başkaldırmış, destanlarla kahramanlarını yüceltmiş, masallarla zalimin beynini dağıtmış, fıkralarla alay etmiş, halaylarla coşmuştur. Dadaloğlu’nun, Köroğlu’nun, Pir Sultan’ın ağzından konuşan odur: “Ferman padişahın dağlar bizimdir”, “Yürü bre Hızır paşa, senin de çarkın kırılır”, “Şahtan, padişahtan hesap sorarım / uykudan uyanan katılır bana” diye haykırır. Harmanlarda hareketli ezgiler eşliğinde diz kırarken bile simgelerle paylaşmayı yüceltir, kötünün hakkından gelir.
Halk işte bu değerlerin de taşıyıcısıdır. Ege köylülerinin, üzerinden yüzyıllar geçmiş bir başkaldırı ruhunu “Ben de Halimce Bedreddinem” deyimiyle yaşatmaları sanırız yeterince fikir vericidir. Velhasıl-ı, halkın ruhunda olumluyu yücelten, savaşı, haksızlığı, zulmü yeren, dünden bugüne aktarılmış halk kültürünün mayası da vardır. (Masal, dinsel söylence formu içine gizlenmiş haline aldanılırsa halk kültürü de pekâlâ gerici sayılabilir. Osmanlı tarihindeki en önemli başkaldırılar bile mezhep savaşları, dinsel cemaatlerin isyanı görünümü altında gelişmiştir. Bu türden etkilenmeler, kaçınılmazdı, çünkü o dönemlerde “yığınların duygu dünyaları yalnızca dinsel gıdalarla besleniyordu; “… Yığınlara kendi çıkarları ancak dinsel kılık altında gösterilebilirdi.” (Engels))

HALKA GÜVENMEYENLER NE KADAR GÜVENİLİR?
Bütün bu anlatılanlardan sonra yine de biri çıkıp: “İyi, güzel de bu halk neden bu kadar tepkisiz?” diyebilir. Sermayenin, krizi emekçilerin boğazını sıkmanın bir vesilesi yaptığı, yaşamın iki kat ağırlaştığı koşullarda emekçilerin verdiği tepki, gerçekten de yetersiz. IMF programını geri püskürtecek düzeyde değil, sermaye sıkıntı çekse de faturayı halka kesiyor. Halk da söylene söylene buna katlanıyor.
Evet, bunlar doğru. Ama halktaki tepkinin yetersizliğini halkın ruhsuzluğu, duyarsızlığı ile açıklamak yanlış. Gerçekte halk, her vesileyle ve her şekilde tepki gösteriyor. İrili ufaklı eylemler yapıyor, politikacıların yolunu kesip hakaret ediyor, işyerinde, otobüste, mahallede homurdanıyor. Fakat o, tepkisini eyleme dönüştürecek örgütlenmelerden, araçlardan büyük ölçüde yoksun. Emekçilerin küçük bir bölümü örgütlü, onların da sermaye işbirlikçileri tarafından etkisi azaltılıyor. Halkın tepkisini akıtacağı kanallar yaratma sorumluluğunu yerine getirmeyenlerin halka dönüp, “daha ne duruyorsunuz? Ne zaman adam olacaksınız?” demelerini utanmazlık olarak damgalamak zorunludur. Bu halk ne zaman adam olacak? sorusunun cevabı sanırız ki tarih boyunca defalarca verilmiştir.
Bu halk, günü geldiğinde işgalcilere karşı elde silah can pahasına savaşmayı da bilmiştir; hakları için on binler, yüz binler halinde sokağa dökülmeyi de. Bir umut ışığı gördüğü her durumda, defalarca yanılmış olsa da yeni düş kırıklıklarını göze alarak, tehlikelere de atılmıştır. Tüm takiyyeciliğine, istismarcılığına karşın düzen karşıtı söylemlerine bakarak Refah’a da şans tanımıştır, sosyal demokrasiye de. Burada önemli olan tercihlerin yanlışlığı değildir; kendisinde bir güç, kararlılık, istikrar sezdiği her muhalefet hareketine omuz vermiştir. Ülkenin doğusundaki emekçiler, kimliğine sahip çıkacağına inandığı epeyce de pürüzlü bir güç için tarihte benzeri az bulunur bir fedakârlığa 15 yıl boyunca metanetle katlanmıştır.
Devrim diye yola çıkan bir avuç genci bağrına basan, onları koruyup kollayan, efsaneleştiren bu halktan başkası değildi. Kendisine tepeden bakan, anlaşılmaz formülleri benimsemesini isteyen siyasal gruplara bile senelerce yardım eden emekçilerdi. 12 Eylül’ün yıllar süren sokak yasağını, çıplak ayaklı yürüyüşleriyle parçalayan, büyük Ankara yürüyüşlerini örgütleyen hep emekçilerdi.
İhanete uğradılar, yarı yolda bırakıldılar, yanlış yola sürüklendiler… uslanmadılar.
Şimdi yine, güven veren her oluşumu, istikrarlı her yürüyüşü destekleyemeye hazırdırlar.
İşte işyerini terk etmeyen İzmir Sümerbank işçileri, işte Bergama köylüleri ve ötekiler…
Bu sayısız öfke kabarışlarının, eylem dereciklerinin içinde birleşip nehir olacakları bir yatak yaratılamamışsa, bunun sorumluluğunu emekçilerden başkasına yüklemek gerekir. Eğer tepki gösteren emekçiler, bir muhalefet odağı aramış da kendilerini Fazilet’in, MHP’nin içinde bulmuşlarsa, bu yanlış tercihlerinden dolayı onları suçlamak yersizdir. Emekçinin bilinç geriliğinin günahı emekçiye yüklenemez.
Ama iç sorunlarından vakit kalırsa emekçiyi ziyaret eden, söze, mücadelesini ekonomik taleplerle sınırladığı için onu azarlamakla başlayan, “ekmeği bırak sen, büyük kavgaya gel!” diye zehir zemberek laflar eden ve sonra da aylarca ortada gözükmeyen çağrıcıya güvenilsin isteniyorsa, o başka. Emekçi bıyık altından gülüp, “Kusura bakma, o eskidendi!” derse hata mı etmiş olur?
Eğer emekçilerin sizi ciddiye almasını istiyorsanız, işe ciddi olmakla başlamalısınız. Güven vermelisiniz, istikrarlı olmalısınız, emekçinin duygularını sezebilmeksiniz; emekçinin sınavından geçebilmeksiniz. Emekçi, çokça yanıltıldığı için, ucunda işini, aşını tehlikeye atmak olduğu için tam bir kanaat oluşturmadan sizinle yola çıkmayacaktır. Hem ülke sathındaki partiler mücadelesi arenasındaki yerinizi, tutumunuzu, hem yüz yüze geldiği politikacıyı sınayacaktır. Emekçi oracıkta çatılmış bir senaryoya figüran olmuyor diye ona kızmaktan vazgeçmelisiniz.
Bütün bunlardan sonra bu halk ne zaman adam olacak sorusunu tersine çevirip sorana iade etmek kaçınılmaz oluyor: Siz ne zaman adam olacaksınız?

SONUÇ YERİNE: HALKA DAYANMAKTAN BAŞKA YOL YOK
Halkın kanıları, on yıllara yayılan ve çoğu acı, sayısız deneyden süzülerek oluşmuştur. Kolay benimsemez. Kendisi muhalefet etse de muhalefet hareketlerine çok ihtiyatlı yaklaşır. Adım atmadan önce çok düşünür, çünkü tarihsel deneyler ona, adımının bedelinin ağır olacağını öğretmiştir. Ama bir kez benimseyince de kolay bırakmaz. Emeğin politikacıları, halkın devrimci potansiyelini görmeli, anlamalıdırlar ama yüzeysel, kısa vadeli çağrılarla emekçilerin güveninin kazanılamayacağını bilmelidirler. İnatçı, istikrarlı, akılcı bir çalışmanın ise mutlaka karşılık bulacağını bilmelidirler.
Çalışması şöyle böyle istikrar kazanmış her birimin, çabasının meyvelerini topladığı bir iddia değil, pek çok örnekle desteklenen bir gerçektir. Çalışması istikrar kazanmayan, ha bire çehresi değişen, birimleriyle ilişkisi sık sık kesintiye uğrayan bir örgütün bırakın geniş emekçi yığınları, üyelerinde bile güven yaratması güçtür. Elbette, canlı bir organizma olarak parti örgütünde, kan değişimi, dalgalanmalar, görev değişiklikleri olacaktır. Önemli olan, çalışma alanlarında istikrarın korunması, kişiler değişse bile çalışmanın kesintiye uğramamasıdır. Doğru tarzda yürütülmüş bir çalışmanın emekçilerde yankı bulmaması ise mümkün değildir.
Devrimci bir parti, komplolardan, burjuvazinin iç çatışmalarından medet umamaz. Onun dayanacağı tek güç kitlelerdir. Kitlelere sabırla siyasal gerçekleri açıklayacak, yanılgılarından ders çıkarmaları için uğraşacak, onun bir parçası, ancak etkin, bilinçli bir parçası olacaktır. Ama kaderini onlara bağlayacaktır. Çünkü “kahreden ve yaratan onlardır.”

Haziran 2001

EK:

HALK DÜŞMANLIĞININ BELGE’Sİ
Yazı boyunca eleştirilen halka güvensizliğin, ona tepeden bakışın tipik temsilcilerinden olan, bir çeşit bozuk teori ithalatçısı Murat Belge, krize karşı sokak eylemlerinin en yaygın olduğu günlerde “Sokaktaki Kitleler” başlıklı bir yazı yayınladı. Basında çıkan pek çok benzerinin en açık sözlüsü olan bu ibret belgesini (giriş niteliğindeki ilk iki paragrafı dışında) aşağıya alıyoruz.
Emekçinin eylemi Belge’yi fena korkutmuş: Emekçinin eyleminden doğsa doğsa faşizm doğarmış! Peki, ne yapalım O zaman? Açık cevap yok. Emekçi eylemine sırtını dönen kendini bir yol ağzında bulur:
Biri MGK’ya, öteki sermayeye çıkar. Belge, sivil toplumcudur, yazarı olduğu gazetenin patronunun da içinde olduğu sermayeyi yeğler herhalde.
Kriz başlayalı beri ‘kitleler sokakta’ sözlerini her gün duymak ve okumak, ayrıca akşamlan televizyonda ‘sokaktaki kitleleri’ seyretmek mümkün oldu. Ama nedense herhangi bir heyecan duymuyorum.
Bu ‘nedense’yi anlamaya benim de ihtiyacım var. Yaşlandım mı, umudum mu tükendi, ne oluyor?
Kitleler, bir ‘kitle gösterisi’nde, ancak ‘slogan’ dediğimiz şeyleri haykırabilirler. ‘Sloganlar’ da, felsefi metinler olamaz elbette. Ama her şeye rağmen bir yönü işaret ederler; yan yana getirildiklerinde görünüşte çok tutarlı olmasalar da, derin düzeyde bir bütünlük oluştururlar. İnsanlar sokağa çıkmışlarsa, belli ki bir dertleri ve şikâyetleri var; sokaktaki sözleri ve davranışları, bu dertten nasıl, hangi yöntemlerle kurtulmayı tasarladıklarını ve nereye, nasıl bir yere varmayı özlediklerini bir biçimde anlatır. Önemli olan da budur elbette; son kertede, benim gibi birinin duyacağı heyecan da buna bağlıdır. Yoksa kitleler sokağa çıkıp, ‘Zencilere ölüm! Kahrolsun Yahudiler!’ diye de bağırabilirler. Birileri de bundan heyecan duyabilir ama öylesi bana hitap etmiyor.
Bugünlerde televizyonda seyrettiğim gösterilerde insanların haykırdıkları da doğrusu hitap etmiyor. Evet, bu insanlar ‘Zencilere ölüm!’ filan demiyorlar ve kendi durumlarındaki felaketten ötürü oradalar. Buraya kadar onlara ‘hak veriyorsunuz’. Ama kendinizi ‘onlarla birlikte’ hissetmiyorsunuz.
12 Eylül sabahından bugüne sistematik biçimde de-politize edilmiş insanların oluşturduğu bir ‘kitle’ bu. Ve o sabah doğmuş olanların, şimdi 21 yaşında olduğu bir toplum. Şu an sokaktalar, çünkü başlarına gerçekten büyük bir şey geldi. Ama sözlerine ve davranışlarına baktığımda, başlarına gelen bu büyük şeyin nasıl geldiğine dair bir fikirleri olmadığı gibi, bundan böyle olmasını istedikleri şeyin, böyle bir şey olduğu ölçüde, matah bir şeye benzemediğini görmek mümkün. Bir sok ve bir protesto, o kadar. Hükümet gitsin, Derviş gitsin, o gitsin, bu gitsin! Ne olsun, gidenlerin yerine ne gelsin? Belli değil, demeyeceğim. Aslında oldukça belli: bu toplum, öncekiler bir yana, 1980’den bu yana değişmez bir ‘sağ söylem’ dinliyor. Onun içinde katı faşizm de var, görece yumuşağı ve ‘modernize/ürbanize’ olmuş biçimleri de; ‘patrisyen/patriarkal/otoriter’ olanı var, pleb ve orta sınıf olanından zaten geçilmiyor. Sonuç olarak, ne olacağına bugün bu haliyle sokak karar verecekse, bu karar bu faşizmin bir ortalaması olur.
Ama farkında olmadan aslında protesto ettikleri de bu. Bir zehir yutmuşlar, panzehir olarak ondan biraz daha fazlasını yutmak İstiyorlar. Böyle bir absürt durum. Arada, ‘fırsattan oportünite çıkarmakla yükümlü politikacıları yuhalamak gibi olumlu görünen işler yapıyorlar, ama bu da bilinçli değil. ‘Yuh’tan başka söyleyecek söz bulamadıkları için. (11 Nisan 2001, Radikal)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑