İnternetin iki yüzü

Otuz yıllık bir geçmişi olan uluslararası bilişim ağı internet, 20. yüzyıldaki bilimsel-teknolojik ilerlemelerin en önemli unsurlarından biri. İnternet, özellikle son 10 yıl içinde, burjuva ideologların “baş döndürücü” bulduğu bir hızla yayılıp gelişerek, insanlığın geleceğinde etkili olabilecek bir noktaya ulaştı. Ancak internet, kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda üretilmiş ve aynı ihtiyaçlar doğrultusunda geliştirilen bir teknolojik yapı olarak, bu sistemin bütün çelişkilerini, çürümüşlüklerini bünyesinde barındırıyor. Sürekli bir değişim ve gelişim içinde olması nedeniyle “toplumsal bir organizma”ya benzetebileceğimiz internet’in doğduğu eller, büyüme aşamasında onu tıpkı buyurgan bir ebeveyn gibi yönlendiriyor, kendisi için çizilen “gelecek”ten sapmaması için gizli-açık yöntemlerle baskı altına alıyorlar. Ancak internet’in, çağımızın tanık olduğu en önemli bilimsel-teknolojik atılımlardan biri olarak, kapitalistlerin değil insanlığın çıkarına sunulması için çaba sarf edenler de var. 21. yüzyılın başında, çıkarların çatıştığı bir arenaya dönen internet, bu özelliğiyle, sınıflı toplumlarda uygarlığa dair “bütün gelişmenin, sürekli bir çelişme içinde oluştuğu”nun (F. Engels) en güncel kanıtlarından biri.
Bu temelden yola çıkılarak, internet’in “iyi”liğine de, “kötü”lüğüne de, daha da önemlisi, “iyilik içinde kötülüğü” ve “kötülük içinde iyiliğine” dair sayısız kanıt sunulabilir. Ne de olsa, istendiğinde herhangi bir ülkenin Marksistlerinin yürüttüğü tartışmaları veya Marx’ın baskısı tükenmiş bir yapıtını, istendiğinde ise pornografi, dinci gericilik veya ırkçılığın en soysuz örneklerini bilgisayar ekranlarımıza taşıyan, “aynı” internet’tir.
Bu yazımızın konusu da, internet’in birbiriyle çelişen iki yüzü: İnternetin bir araç olarak uluslararası işçi sınıfı mücadelesine sunduğu olanaklar, ama diğer yandan da, kendi sunduğu olanaklara ket vuran, geriletici ve çürütücü yüzü.

İNTERNET NEDİR?
İnternet, ABD emperyalizminin Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttüğü “Soğuk Savaş”ın bir parçası olarak doğdu. Genellikle, internet’in “ön-tarihi”nin 1958 yılında başladığı kabul edilir. ABD Başkanı Eisenhower, bu tarihte, Sovyetler Birliği’nin uzay çalışmalarında Amerika’ya attığı farkı kapatmak amacıyla, Gelişmiş Araştırma Projeleri Ajansı’nı (ARPA) kurdu. ARPA’nın hedefi, ABD’deki tüm bilimsel faaliyetleri militarist ve anti-Sovyet bir niteliğe büründürmekti; ilerleyen yıllarda ARPA, Amerikalı bilimcilerin başlarının üzerinde, bir Demokles Kılıcı gibi sallandırılacaktı. ARPA, bilgisayar teknolojisinin, söz konusu amaç için sunduğu potansiyelin farkına ilk kez 1962’de vardı. Ajansın yöneticisi Dr. Licklider, “birden fazla bilgisayarın aynı ağ içinde etkileşimi”nin, denetim açısından örgüte sunduğu olanakları fark ederek, ajansı üniversitelere açmaya başladı. (Dr. Licklider, burjuva propagandistlerin yaydığı ve bugün her renkten sermaye yanlısının ağzına sakız olan “bilgi toplumu” teranelerinin ilk “resmi” sözcülerinden biriydi. ARPA şefi, bir dergiye yazdığı makalede, bilgisayar üzerinde iletişimin “bireylerin entelektüel potansiyelini açığa çıkaracak ortamı sağlayacağını” söylüyordu. Söylenmeyen ise, bu “ortam”ın, aynı potansiyeli bilimsel faaliyetin emperyalist çıkarlara göre yönlendirilmesini kolaylaştırıyor olmasıydı. ARPA şefinin mirası, “tarihin sonu” tezinin “mucidi” ve bir CIA ajanı olan Francis Fukuyama tarafından sahiplenildi!) 1969 yılında, ABD’nin dört üniversitesi arasında ilk bilgisayar ağı oluşturuldu; bu tarih, internet’in “miladı” olarak kabul edilmektedir. ARPA, aynı tarihten itibaren, tipik bir “halkla ilişkiler” taktiği olarak, üzerindeki “gizlilik” perdesini de kısmen kaldırmaya başladı. Dört yıl sonra, Ajans, Amerikan kamuoyunu “hayran etmeye” yönelik ilk “şov”unu gerçekleştirdi. Bir otelin bodrum katında yapılan gösteriye katılanlar, ülkenin çeşitli bölgelerindeki 23 bilgisayarın birbirine elektronik mektup geçmesini hayretle izlediler. Bu gösteri, muhtemelen, ABD yönetiminin projeye daha fazla para akıtmasını sağlamak için gereken “kamuoyu desteği”ni almayı hedefliyordu.
1979’da, sistemin anahtarı halen ABD ordusunun elindeydi, ama sistemin kendisi, üniversitelerin katılımı nedeniyle yarı-akademik bir kimlik kazanmıştı. Aynı tarihte, internet’in kurucularının hiç akıllarında olmayan bir “sapma”da kaçınılmaz olarak gerçekleşti ve iki Amerikan üniversitesinin mezunları, kendi aralarında iletişimi kolaylaştırmak için bir elektronik haber grubu oluşturdular.
“İnternet” sözcüğü ise ilk kez 1982’de kullanıldı. Bundan iki yıl sonra, bilimkurgu yazarı William Gibson’un Neuromancer adlı romanında kullandığı “siber-uzay” terimi de hemen tuttu; sistem, henüz “sokaktaki insan” ile buluşmasa da, “haki” görünümünden kurtulmuştu. 1985’te elektronik posta ABD üniversitelerinde, öğrenciler de dâhil olmak üzere günlük yaşamın bir parçası olmuştu. ABD yönetimi tarafından yayılan anti-komünist histerinin doruğa ulaştığı 1980’li yıllar boyunca internet, esas olarak Amerikan üniversitelerinin ve ordunun “ortak girişimi” olarak varlığını sürdürdü. Reagan’ın “kötülük imparatorluğu” olarak nitelendirdiği Sovyetler Birliği’nin çözülmesine paralel olarak, 1980’lerin sonunda, başta NATO müttefikleri olmak üzere, diğer ülkelerin kullanımına açıldı. 1977 yılında bünyesinde 100 sunucu bilgisayar bulunan sistem, 1992’de 1 milyon sunucuya ulaşmıştı. Yine de kullanıcı kitlesi, halen akademisyenler ve öğrencilerdi. Bu durumu değiştiren ve sistemi çok daha geniş bir kitleye açan, World Wide Web (WWW) oldu.
1993 yılında piyasaya çıkan ilk grafik tabanlı ağ tarayıcısı olan Mosaic ile internet trafiği % 300.000 (yüzde üç yüz bin) arttı. Bu rekor artışın bir nedeni, Mosaic’in, internet’in kullanılmasını olağanüstü kolay bir hale getirmesiydi. (Diğer neden ise, “küreselleşme”nin tekellere sunduğu olanaklar (üretim merkezlerinin kaydırılması, esnek çalışma vb. yoluyla işgücü maliyetinin düşürülmesi gibi) ve teknolojik gelişmeler sayesinde, bilgiişlem sektöründeki maliyet düşüşüydü. Sanayileşmiş ülkelerde bu düşüş, bilgisayar fiyatlarına da yansıdı ve bilgisayar, büyük bir hızla “lüks mal” olmaktan çıkmaya başladı. Mosaic ve onu takip eden grafik tabanlı tarayıcılar öyle egemen bir hale geldi ki, “ftp” gibi eski uygulamaların kullanım alanı giderek daraldı ve “Web” ile “internet”, giderek aynı anlama gelmeye başladı. Peki, neydi Web? Kısaca, ona, HTML (HyperText Mark-Up Language – Hipermetin İşaretleme Dili) adlı özel bilgisayar dilinde düzenlenmiş belgelere adanmış sunucu (server) bilgisayarların birbirine bağlı olduğu bir sistem diyebiliriz. HTML’ye gömülmüş adreslerin kullanımı, tarayıcı program aracılığıyla, bir bilgi parçasından diğerine kesintisiz gidilmesine olanak tanır, bu bilgi parçaları nerede olursa olsun. Tarayıcı programlar ve onların işlediği özel “protokol”ler, bilgi parçalarının yazı, grafik, ses ve video görüntüleri içermesini sağlayabilir. Bu da, Web’in, kullanımı kolay ve oldukça çekici bir grafik arabirime sahip olması demektir.
Bu kullanım kolaylığının sonucu olarak, 1996 yılma gelindiğinde, 10 milyon sunucu bilgisayar, 40 milyon insanı sisteme ve birbirine bağlıyordu. 1998 sonu itibarıyla ise, bu rakamlar 60 ve 200 milyona fırladı. (ABD’li akademik çevreler ise, “internet’in ellerinden alınmasına” tepki olarak, sadece kendi aralarında kurulacak yeni bir ağ projesine giriştiler. Bu proje, birkaç yıl önce “lnternet-2” adıyla ve sadece akademik faaliyetlere hizmet etmek üzere, gerçeğe dönüşmüş bulunuyor.)

İNTERNET ÜZERİNDEN YÜRÜTÜLEN GERİCİ PROPAGANDA
Böylesi büyük bir hızla yayılan ve gelişmiş kapitalist ülkelerde orta sınıflara dek ulaşan internetin, kimi zaman Hollywood yapımı uyduruk bilimkurgulara taş çıkaran bir propagandayı da beraberinde getirmesi kaçınılmaz oldu. Burjuvazinin sözcüleri, ABD emperyalizmi tarafından ilan edilen ve “nedense” artık pek ağızlara alınmayan “Yeni Dünya Düzeninin en önemli ideolojik dayanaklarından birini, “bilginin emeğin yerine geçtiği” iddiasında buldular. (“Bilgi toplumu”, “enformasyon toplumu”, “teknoloji toplumu” gibi tezlerin temelinde, bu iddia yatmaktadır.) Bu iddianın temel dayanağı ise, bilindiği gibi, Internet idi. Özellikle, kendilerini “futurolog” (gelecek-bilimci!) olarak adlandıran Alvin Toffler gibilerinin dilinden düşmeyen bu “Internet aşkı”na birkaç örnek verelim:
“İnternet, insanlık tarihindeki en büyük ve en önemli başarıdır. Internet piramitlerden daha mı etkileyici? Michelangelo’nun Davut’undan daha mı güzel? Sanayi devriminin olağanüstü buluşlarından daha mı önemli? Bu soruların hepsine yanıt; evet, evet ve yine evet.” (Hahn ve Stout).
“Sanal gerçeklik, sınıfsal veya ırksal ayrımların silindiği tek ortamdır.” (Jaron Lanier)
“Bilgi; potansiyel olarak sonsuzdur. Herkes onu ekip biçebilir, herkes hasada katılmakta serbesttir.” (Lewis J. Perelman)
“Veriye erişim olanağı, insanların öne çıkıp bağımsız bir ekonomik varoluşa ulaşmalarına olanak tanır” (Mitch Kapor)
Bu sözlere “abartma” deyip geçmek tehlikeli; çünkü bu anlayış; bizzat interneti mümkün kılan kültürel, toplumsal ve bilimsel gelişimi, birikimi toptan yok saymakta. Son 10 yıl içinde özellikle aydın çevrelerde hatırı sayılır bir kafa karışıklığı yaratan bu iddiaların, bilgiyi “insani etkinlik alanı dışında ve yine tüm toplumsal yaşantıyı etkileyen bağımsız bir olgu olarak değerlendirdiği” (“Post-kapitalist” Paradigmalar, İlker Belek, sf. 176) açıktır. “Teknolojik determinizm” olarak niteleyebileceğimiz bu bakış açısı, “insan” ile onun etkinliğinin bir ürünü olan “bilgi”yi birbirinden koparması nedeniyle, kapitalist yabancılaşmanın daha da derinleştirilmesine hizmet etmektedir. Marx, Kapital’in hazırlık çalışması sırasında bu iddialara yeterince özlü bir yanıt vermiş:
“Doğa makina yapmaz, lokomotifler, demiryolları, elektrikli telgraflar… üretmez. Bunlar insan çabasının, sanayinin ürünleridir: doğal hammaddelerin insanın doğaya hâkim gelen iradesinin ya da insanın doğaüstündeki etkinliğinin organlarına dönüştürülmesidir. İnsan beyninin, insan eliyle yaratılmış organlarıdır; bilimin nesnelleşmiş gücüdür. Sabit sermayenin gelişme düzeyi genel toplumsal bilginin ne dereceye kadar dolaysız bir üretici güç haline geldiğini re dolayısıyla toplumsal yaşam sürecinin koşullarının ne dereceye kadar genel entelektüalitenin kontrolü altına girmiş olduğunu, ne dereceye kadar dönüştürülüp ona uyarlı biçime sokulmuş olduğunu gösterir. Toplumun üretici güçlerinin, salt bilgi biçiminin ötesinde, ne dereceye kadar toplumsal pratiğin, maddi yaşam sürecinin dolaysız organları halinde üretilmiş olduklarını ortaya koyar.” (Grundrisse, Karl Marx. sf. 654)
Internet karşısında, insani bir heyecan ve coşkuyla değil ama insanın yapabileceklerine inanmadıklarından hayrete düşmüş çevreler ise, bilerek ya da bilmeyerek, burjuvazinin yürüttüğü gerici propagandaya güç vermektedirler. Oysa bu “şaşkınlık” hiç de yeni ve internete özgü değil:
“Toplumdaki her şeyi uyumlu bir işbirliğine yöneltecek, zaman ve mekânın kısıtlamalarını yenecek, önyargıları yumuşatacak ve her yeri hızlı ve dostça bir iletişim ile birbirine bağlayacak, büyük bir devindirici etmen. “
“Bizi evrensel hayat standartlarına ulaştıracak, yeni ve eğlendirici işler yaratacak, özgürlük getirecek, angaryaya, gürültüye, dumana ve kirliliğe bir son verecek. Buhar enerjisine dayanan uygarlığımızın sorunlarını çözebilir.”
Yukarıdaki sözlerden ilki “buhar enerjisine dair; ama içerdiği kehanetlerin hiçbiri gerçekleşmediğinden, yeni “kehanet’ler için “elektrik enerjisi” beklenmiş; ikinci alıntımız da bu enerjinin getireceklerine dairdi. Oysa her iki teknolojik ilerleme de, bilindiği gibi, yukarıda sıralanan beklentilerini karşılamadı. Aksine, her iki buluş da ezilen sınıfların sömürüsünü katmerleştirdi, sorunlarını daha da ağırlaştırdı.
“Öyleyse, uygarlık ilerledikçe, kaçınılmaz bir sonuç olarak meydana getirdiği kötülükleri, iyilikseverlik örtüsüyle örtmek, telleyip pullamak, ya da yadsımak, uzun sözün kısası, ne geçmiş toplum biçimlerinde, hatta ne de uygarlığın ilk aşamalarında bilinen danışıklı bir ikiyüzlülüğe bürünmek zorundadır.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, F. Engels)

‘HERKESE İNTERNET’ Mİ?
Bu ikiyüzlü propagandanın örtmeye çalıştığı gerçeklere, kısaca da olsa göz atmak gerekli. İnternetin “yayıldığı” alan, esas olarak ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi sanayileşmiş batı ülkelerinin orta ve üst sınıfları. 1993 yılında yapılan bir araştırma; İnternet girişlerinin yüzde 90’ından fazlasının ABD, Kanada ve İngiltere’den yapıldığını gösteriyor. Bu oran, dünyanın en kalabalık iki ülkesi olan Hindistan için yüzde 0.01, Çin başta olmak üzere yüzlerce ülke için ise ölçülemeyecek kadar küçük. Bir diğer araştırmaya göre, dünyadaki İnternet kullanıcılarının yüzde 88’i sanayileşmiş ülkelerin yurttaşları. 750 milyon nüfuslu, dünya uygarlıklarının beşiği olan Afrika’da sadece 1 milyon İnternet kullanıcısı var. Afrika’yı yıllarca yağmalayan İngiltere’de ise bu oran 10,5 milyon. Güney Asya, dünya nüfusunun yüzde 20’sini barındırıyor. Ama İnternet erişimine sahip olanların oranı sadece yüzde 1. Yine Afrika ve Asya’da yüz milyonlarca insan, bırakalım interneti ve bilgisayarı, bir telefon bağlantısına dahi sahip değil. Verili ülkelerdeki kadınlar ve azınlıkların İnternet kullanımına dair istatistikler de, benzer bir eşitsizliği yansıtıyor.
Web üzerindeki sayfaların dağılımında da aynı tabloyla karşılaşıyoruz. WWW bünyesinde en çok alana sahip olan ilk 10 ülke, sırasıyla ABD, Japonya, İngiltere, Almanya, Avustralya, Kanada, Hollanda, Finlandiya, Fransa ve İsveç. Bu sıralamanın doğal sonucu olarak, birçok alanda olduğu gibi internette egemen olan dil de İngilizce, daha doğrusu “Amerikan İngilizcesi”. (Bu terimi kullanmamızın nedeni, dil alanındaki ABD hegemonyasının, binlerce yıllık bir birikimin üzerinde yükselen İngilizcenin bizzat kendisini de tahribe yönelmiş, onu deforme etmekte olmasıdır.) Bu egemenlik, bir yandan interneti hakkıyla kullanmanın zorunlu koşulu olarak “İngilizce bilme”yi gerektirirken, bir yandan da diğer dilleri büyük bir hızla “çağın gerisinde” bırakıyor.
Dolayısıyla, örneğin Endonezya’ya ait olan -zaten az sayıdaki- Web sayfası, ek olarak mutlaka bir İngilizce versiyon içermek zorunda kalıyor. Aynı zamanda, bilgi-işlem süreçleri, araçları ve keşiflerinin “orijinal” -elbette İngilizce- isimleri, hiç değişmeden bir dilden diğerine aktarılıyor ve bu dillerin kendi doğal gelişim ve uyum süreçleri felç ediliyor. (Kültürel hegemonyanın bir yansıması olan bu felç edici sürece “içeriden” de destek verildiğini eklemek gerekir. Birkaç yıl önce Türkiye’deki bilgisayar dergileri, Microsoft Windows işletim sistemindeki kimi abartılı “Öz-Türkçe” terimleri gerekçe göstererek bir tartışma başlatmışlardı. Tartışmada görüldü ki, Türkiye’deki cılız bilgi-işlem sektörünün “öncü” kişi ve kuruluşlarının büyük bir bölümü, işletim sistemleri ve programların Türkçeleştirilmesine karşı çıkmakta ve “İngilizceye” dönülmesini talep etmekteydiler. İşin ilginci, buna karşı çıkan Amerikan tekeli Microsoft’un kendisi oldu ve Microsoft Türkiye yöneticileri, pazarın daralması olasılığına işaret ederek Türkçede ısrar ettiler! Kuşkusuz benzer trajikomediler, diğer bağımlı ülkelerde de sahnelenmektedir.)
Fransız Le Monde Diplomatique’in yazarı, derginin mayıs sayısında şu saptamayı yapıyor: “ABD hegemonyası… Birçok alanın kelime dağarcığını, kavramlarını ve anlamlarını elinde tutuyor. Bizleri, sorunları onun buluşları ve kendi önerdiği sözcüklerle formüle etmeye zorluyor. İlk elden ürettiği bilinmezleri çözmek için kodlar sağlıyor. Sadece bu amaca yönelik olarak binlerce analist ve uzmanın çalıştığı araştırma merkezleri ve düşünce kuruluşları oluşturmuş durumda…”(Ignacio Ramonet, Keyfimizin Kâhyası, aktaran Evrensel Pazar, 11 Haziran 2000)
Bütün bu veri ve saptamalardan yola çıkarak, İnternet kullanıcıları arasında ezici bir çoğunluk oluşturan kitlenin profilini çıkarmamız mümkün: “Sanayileşmiş ülke yurttaşı, orta-üst sınıf üyesi, İngilizce bilen, beyaz ve erkek.” Kapitalizmin sunduğu “eşitlik” daha özlü bir biçimde tarif edilemez!

KAPININ BEKÇİLERİ: GİZLİ KAPİTALİST DENETİM
Yukarıda tanımlanan “profil”e uyan veya istisnaları oluşturan kullanıcının bilgisayarın başına oturup internete girmesiyle birlikte, ikinci ve en az ilki kadar acımasız bir “seleksiyon” süreci başlar. İnternetin, içinde bulunulan toplumsal ilişkilerin bir yansıması olduğu gerçeği, en açık olarak bu ikinci aşamada, yani bilgisayarın başına oturduktan sonra görüldüğü için, bu süreci ayrıntılı olarak incelemekte fayda var. Çünkü bu süreç, internetteki “demokrasi”nin, “kapitalist demokrasi” ve “bireyin seçme hakkı” kavramı ile ilişkisini ortaya koyuyor.
Bugünlerde televizyonlarda gösterilen bir reklâmda, “herkesin internete bağlanmaktan bahsettiği, ama asıl sorunun bağlandıktan sonra ne yapılacağı” olduğu belirtiliyor. Gerçekten de, kişi, her gün milyonlarca sayfanın eklendiği devasa Web’e girdikten sonra ne yapacaktır? Reklâmın soruya verdiği yanıt, bir medya tekeline ait Web sitesine girerek “istediği içeriğe ulaşmak”.
İnternetin bugünkü hâkimi olan uluslararası tekeller de, soruya benzer bir yanıt veriyor. İnternete ilk kez bağlanan bir “acemi”yi ele alalım. Bu kişinin, Web sayfalarını okumak için bir tarayıcı programa ihtiyacı var elbette. Önüne sunulmuş iki ana “seçenek” bulunuyor: Her ikisi de ücretsiz yazılımlar olan İnternet Explorer (Microsoft) ya da Navigator (Netscape) kullanacak. Belki de araştırma-inceleme gereksinimleri için çok daha uygun olabilecek diğer tarayıcılar, bu iki tekelin baskısı altında çoktan ezilmiştir çünkü. Zaten internete bağlanmak için şart olan servis sağlayıcı şirketler de bu iki tarayıcıdan birini bilgisayara otomatik olarak yüklemekte veya “önermekte”dirler.
Kullanıcımız, modemden gelen o cazırtılı bağlantı sesini duydu, tarayıcısını açtı. Kendi isteği dışında, ilk gideceği yer, tarayıcı programlara otomatik olarak yüklenmiş olan Netscape veya Microsoft tekellerine ait Web siteleri. Kullanıcımız kendisi adına önceden yapılan bu “seçim”i, programı öğrendikçe değiştirebilir elbette, ama işler, onun müdahalesini gerektirmeyecek kadar “kolaylaştırılmış”tır. Hem bu iki tekelin Web sitelerinde, hem de tarayıcı programın “bookmark” (belirteç) klasöründe bağlantılar verilen noktalara uğramaya başlar. Bu bağlantıların ne olması gerektiğine de, kullanıcımız adına çoktan karar verilmiştir: Haber istiyorsa CNN veya Hürriyet, kitap istiyorsa Amazon.com veya Barnes&Noble gibi. “Tavsiye üzerine” gidilen bu adreslerin her birinin de, kendi benzer “bağlantı”larına sahip olduğunu eklemeliyiz. Bu bağlantılar ağı, baştan itibaren öyle sıkı örülmüştür ki, kullanıcımızın sistemi araştırma, inceleme olanakları kısıtlıysa -veya buna ihtiyaç duymadığını düşünüyorsa- bir ay sonra çok ilginç sonuçlar elde ederiz. O, artık Web’in, “yemek tarifleri, ajans haberleri veren ve kitap satan” sitelerden oluştuğuna inanan bir “dolap beygiri” olmuştur. İşini kolaylaştırdığını düşündüğü “bağlantılar” ise, aslında hareket özgürlüğünü kısıtlayan, elini kolunu bağlayan sımsıkı bir zincirdir.
Aynı kullanıcı, deneyim kazanmasına paralel olarak, birkaç ay içinde ilgi ihtiyaç duyduğu konularda, “arama motorları” adı verilen özel siteleri öğrenecektir. .Artık arama motorlarına sorgulama yaptırıp, önüne çıkan yüzlerce benzer site arasından tercih yapmaktadır. Ama bu aşamada da, tüm tercihleri AltaVista veya Yahoo gibi “arama tekelleri”nin insafındadır ve büyük ölçüde, yine kendi adına verilmiş kararlan onaylamaktan başka bir şey yapmamaktadır. Çünkü her sektörden yüzlerce uluslararası tekel, bu sitelerde akla gelen her konudaki sorgulamaları bir şekilde kendilerine yönlendirmektedirler. Başta, en çok kullanılan bu iki arama motoru olmak üzere hemen tüm motor sistemleri, arama sonuçlarını “açık artırmaya” çıkarmışlardır çünkü. Yani kullanıcı, aradığı bir kitapla ilgili sorgulama yaptığında, karşısına ilk çıkmak isteyen yayın tekeli, arama motoruna yüksek bir bedel ödeyerek “müşteriyi kapmakta”dır!
Basit örneklerle açıklamaya çalıştığımız bu taktikler sistemi İnternet uzmanlarından Andrew Shapiro tarafından “asgari direniş patikası” olarak tanımlanıyor. Shapiro, sistemi yaşama geçirenlere de “kapının bekçileri” diyor. Çünkü kullanıcı, “hür tercihler” yaptığını sanırken, aslında kendisine önceden çizilen patikalarda ilerlemektedir; kapının bekçileri onu öyle ince yöntemlerle yönlendiriyor ki, durumun farkında bile değil.
Bugün İnternet kullanıcılarının ezici bir çoğunluğu, akla gelebilecek her alanda, kendileri için önceden çizilmiş “patika”ları takip etmekten başka bir şey yapmamaktadır.

GİZLİ DENETİM YETERLİ OLMADIĞINDA…
İnternet üzerindeki “seleksiyon” sisteminin son halkası, polisiye yöntemlerin devreye sokulduğu açık baskı ve zordur. Baskının genel hedefi, “dolap beygiri” olmayı reddederek interneti, giderek daha ticari bir araç olmaktan kurtarmaya çalışanlar, özel olarak ise onu ezilen sınıf ve katmanların taleplerini dile getiren bir siyasi mücadele platformu haline getirmek için çaba sarf edenlerdir.
Bu baskının günümüzdeki gerekçeleri, “interneti anarşik yapıdan kurtarmak, ona bir çekidüzen vermek” ve “pornografi-ırkçılık içeren siteleri önlemek” olarak görünüyor. Peki, bu iddia ne kadar doğru? Yanıtı, Web üzerindeki en etkili işçi sitelerinden biri olan ve özellikle Liverpool liman işçilerinin iki yıllık direnişini uluslararası alana taşımada büyük katkı sağlayan LabourNet (www.labournet.org) sitesinin yöneticisi Chris Bailey veriyor: “Servet ve nüfuzları ile bilgi kanallarını kendilerine saklaya-gelenler, internetin, bu denetim mekanizmalarını aşarak, daha önce böylesi olanaklara sahip olmayan kitlelerin ellerine güç verdiğini giderek daha iyi kavrıyor. Örneğin, ABD’de geçtiğimiz yıl düzenlenen bir deniz nakliyat şirketleri konferansında konuşan bir avukat, liman işçilerinin uluslararası grev örgütlemek için interneti kullandığını söyledi. Bu sözler, patronlara milyonlarca dolara patlayan Liverpool işçilerinin direnişine ve LabourNet’e gönderme yapıyordu. Böylesi merkezler, internetin denetim altına alınması için girişimlerini giderek artırıyor. İnternetin demokratik niteliğini kısıtlama yönündeki bu girişimler, genellikle kendilerini internetteki çocuk pornografisi ve ırkçılık gibi sorunlar ile kamufle ediyor ve geniş kitlelerin desteğini almaya çalışıyorlar.” (Ekim 1998, İlerici İletişim Örgütü [APC] Konferansı’na sunulan rapordan)
Başta ABD ve Avrupa Birliği olmak üzere emperyalistler, LabourNet gibi “baş belaları”na karşı, kapalı kapılar ardında yapılan üst düzey toplantılarla çözümler arıyor, yeni ve baskıcı yasalar ile İnternet kullanımının daha katı bir biçimde denetlenmesi için adımlar atıyorlar. Örneğin, Kasım 1999’da Güney Kore’nin başkenti Seul’de düzenlenen Interpol toplantısında bir araya gelen 127 ülkeden 900 polis şefi, Internet konusunu masaya yatırdılar. Toplantının hedefi, Interpol Başkanı tarafından şu sözlerle ilan ediliyordu: “internet’in kanayan yaraya, suç batağına dönüşmesine rıza gösteremeyiz. Bugünkü yaklaşım sürerse, İnternet orman kanunlarının hâkim olduğu bir alana dönüşür.”
Bu toplantının ardından, çeşitli ülkelerde İnternet kullanımını denetim altına alıcı bir dizi “bilişim yasası”nın çıkarılmasına hız verildiğini belirtmeliyiz. Bu yasaların doğrudan sonucu olarak, son bir yıl içinde, özellikle çeşitli ülke ve sektörlerden işçilerin seslerini duyuran onlarca Web sitesi kapatıldı veya adres değiştirmek zorunda kaldı.

AVRUPA BİRLİĞİ’NDE DURUM
Türkiye’nin Avrupa Birliği aday üyeliği ile ilgili tartışmaların sürdüğü bu günlerde, Avrupa Birliği’nin İnternet konusunda aldığı tutumu büyüteç altına almakta da fayda var. Ne ilginçtir ki, “demokratlığı” üzerine hevesli nutuklar atılan AB, internetin polis copuyla “çekidüzene” sokulması çabasında en önde giden emperyalist blok. Avrupa Konseyi, daha 24 Nisan 1996’da, Avrupa Komisyonu’ndan, “İnternetin hızlı gelişiminin yol açtığı sorunları, özellikle de interneti uluslararası geçerliliği olan kurallara bağlamanın ne ölçüde gerekli olduğunu özetlemesini” talep etti. Komisyonun raporu, 23 Ekim tarihinde hazırdı. Rapor, “İnternet üzerindeki yasadışı ve zararlı içerikten dem vuruyordu.
17 Şubat 1997’de toplanan Avrupa Bakanlar Konseyi, konu ile ilgili bir dizi “önlem” almaya karar verdi. Üye ülkeler ve Avrupa Parlamentosu ile yapılan fikir alışverişi sonunda, 26 Kasım tarihli “internetin Güvenli Kullanımını Teşvik Etmek İçin Eylem Planı” adlı belge ortaya çıktı.
Belge, bir dizi değişiklikten geçtikten sonra, 16 Eylül tarihinde Konsey ve Parlamento tarafından kabul edildi ve 31 Aralık 2001 tarihinde yürürlüğe girmek üzere, yasalaştı. Planın gerekçesi, “AB’nin, sektörlerinin rekabet gücünü koruması için gerekli koşulları sağlamak” olarak açıklandığından, hazırlayıcısı da, AB Sanayi Politikası Komisyonu Başkanı Martin Bangemann. Eylem Planı, özetle şu şartları getiriyor:
1. İnternet üzerindeki “yasadışı” içeriğin önlenmesi için “bilişim sektörü, özdenetim mekanizmaları ve ilgili yetkili kurumlar” işbirliği yapacaktır.
2. Söz konusu “yasadışı” içeriğin kapsadığı alanlar, “çocuk pornografisi, ırkçılık ve Yahudi düşmanlığının yanı sıra, “ulusal güvenlik, mali güvenlik, veri güvenliği, özel hayatın ve saygınlığın korunması ve kamu sağlığı” olarak tanımlanmıştır.
3. Servis sağlayıcı şirketler, kullanıcılar üzerinde yapacakları özdenetimde “polis yetkililerinin deneyimlerinden yararlanacaktır”.
4. “Yasadışı içerik”in sorumluluğu, sadece içeriğin bulunduğu siteye değil, siteye ev sahipliği yapan servis sağlayıcı şirkete de aittir.
Tam bir “İnternet için Terörle Mücadele Yasası” olan bu belgenin yasalaşma sürecinin, onun doğrudan etkileyeceği milyonlarca kullanıcıdan habersiz olarak gerçekleştiğini eklemek gerekiyor. Sadece bu bile, Avrupa Birliği yöneticilerinin demeçlerinde sık sık kullandığı “hükümet-dışı örgütlerin söz ve karar süreçlerine katılımı”, “demokratik süreçler”, “yurttaşların bilgilenme hakkı” gibi sözlerin demagojiden ibaret olduğunu göstermeye yetiyor. Chris Bailey, belgeyi ele geçirdikten sonra yaptığı çağrıda şöyle sesleniyordu: “İnternette demokrasinin gelişmesine karşı çıkanlar, gerçek amaçlarını gizlemek için çocuk pornografisi ve ırkçılık sorunlarının arkasına gizleniyor. Bu maskeyi yırtıp atmalı, bu tip konularda kendi kurallarımız ve mekanizmalarımızın çok katı olduğunu göstermeliyiz. Birçoğumuz yaşamı boyunca ırkçılık karşıtı mücadelenin ön saflarında yer aldı. Bu konuyla ilgili polis öğüdüne ihtiyacımız yok; çünkü polis, bu mücadelede genellikle karşı tarafta yer almıştır ve bugün hâlâ birçok ülkede, kurumsallaşmış ırkçılığın bir numaralı temsilcisidir.”
AB’nin İnternet konusundaki faaliyetleri, yasa çıkarmakla sınırlı değil. Avrupalı emperyalistler, ABD’nin İnternet de dâhil olmak üzere dünya iletişimini gizli bir biçimde takip etmekte kullandığı ECHELON adlı uluslararası casusluk ağına bir “rakip” çıkarmak üzereler. AB’nin askeri ve teknolojik alanda kendisine giydirilen ABD üniformasını çıkarma hazırlıkları içinde olduğu bugünlerde, ENFOPOL adlı bu rakip sistemin hazırlıkları da hızlandı. Hazırlıkları kamuoyundan gizli bir biçimde süren ENFOPOL hakkındaki kimi bilgiler, basına ilk kez 7 Ocak 1999 tarihinde sızdı. Avrupa Birliği Adalet ve İç İlişkiler Komisyonu desteğiyle süren proje tamamlandığında; Avrupa çapındaki tüm mobil telefon, İnternet, faks ve teleks görüşmeleri dinlenebilecek. Projenin amacı, “ulusal sınırları aşan kesintisiz bir telekomünikasyon takip sistemi” oluşturmak.
ENFOPOL hayata geçtiğinde, tüm İnternet servis sağlayıcıları ve telefon şirketleri, istihbarat servislerine “24 saat boyunca ve istendiği anda”, Avrupa çapındaki tüm iletişim sistemlerine erişim hakkı tanımak zorunda kalacak.
ENFOPOL; ortak para birimi ve AGSK (Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği) ile hız kazanan Avrupa’nın entegrasyonu sürecinde, casusluk örgütlerinin de “entegre” olması anlamına geliyor.
Avrupa Birliğine aday üye olan Türkiye’de de, benzer bir yasa çıkarılmak üzere. BTHaber dergisinin 15–21 Kasım 1999 sayısında “Bilgi Çağının RTÜK’ü” başlığıyla verilen habere göre, Milli Savunma Bakanlığı tarafından 2 yıldır üzerinde çalışılan Ulusal Bilgi Güvenliği (UBG) Teşkilatı Kanun Tasarısı Taslağı, bilgi güvenliği adı altında, “çok büyük bir denetim mekanizması” getiriyor. Taslağın yasalaşması durumunda, Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde Ulusal Bilgi Güvenliği (UBG) Kurumu Başkanlığı Teşkilatı, UBG Üst Kurulu, UBG Merkezi, Bilgi Güvenliği Dairesi Başkanlığı, Kriptoloji Dairesi Başkanlığı ve Bilgi Destek Dairesi Başkanlığı gibi birimler oluşturulacak. Tıpkı ENFOPOL gibi, UBG de, “gerekli gördüğü bilgileri, yasa kapsamına giren kamu ve özel kurum ve kuruluşlardan doğrudan istemeye yetkili” olacak. Bu isteğin yerine getirilmemesi, örneğin bir servis sağlayıcı şirketin, konuk ettiği Web sitesine ilişkin bilgileri UBG’ye vermemesinin karşılığı “2 ila 5 yıl hapis”. İnternet üzerinde yürütülen her türlü faaliyeti de kapsamına alan UBG’nin üyeleri ise şöyle sıralanmış: “Başbakan; Adalet, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri, Ulaştırma, Sanayi ve Ticaret Bakanları, MGK Genel Sekreteri, Genelkurmay Muhabere Elektronik ve Bilgi Sistemleri Başkanı, MİT Müsteşarı ve TÜBİTAK Başkanı.” Öyle anlaşılıyor ki Türkiye, AB yolunda “hızlı adımlarla” ilerliyor!

İNTERNET VE ULUSLARARASI İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİ
Buraya kadar anlattıklarımızdan, internetin hiç de “uğraşmaya değer” olmadığı sonucu çıkabilir. Ancak bu erken sonuç, bir soruyu yanıtsız bırakır: İnternet neden ve neye karşı “kontrol altına” alınmaya çalışılıyor? Bu soruya verilecek yanıt, internetin, kapitalizmden menkul tüm zaaf ve sorunlarına rağmen, işçi sınıfı açısından uğruna mücadele vermeye değer bir araç olmasında yatıyor. Eğer İnternet toplumun bir aynasıysa, onda daha iyi bir toplum için mücadelenin yansımalarını da bulmak mümkündür. İnterneti, doğru kullanıldığında sınıf mücadelesinin ilerletilmesinde katkı sağlayacak bir araç olarak görmek için var olan nedenler, işçi ve emekçilerin onu “zengin oyuncağı” olarak görüp bir kenara atmasını önleyecek kadar güçlü. Üstelik internetin sınıf mücadelesine katkı sunucu niteliği, son yıllarda yaşanan bir dizi önemli grev ve direniş ile kanıtlanmış bulunuyor.
İnternetin sınıf mücadelesinin hangi somut ihtiyaçlarına yanıt verebileceğine dair ipuçları, 152 yıl önce yazılmış olan Komünist Parti Manifestosu’nda yer almaktadır: “… İşçilerin mücadelesinin esas sonucu, o anki başarı değil, sürekli genişleyen birleşmeleridir. Bu birleşmeye, büyük sanayinin ürettiği ve değişik yerlerdeki işçilerin birbiriyle bağlantısını sağlayan gelişen ulaşım ve iletişim araçları da yardımcı olur.” (K. Marx, F. Engels, sf. 57, Evrensel Basım Yayın)
Modern sınıf mücadelesinin deneyimleri; işçilerin, mücadelelerini yerel düzeyden ulusala, ulusal düzeyden uluslararası düzeye genişletmek ve birleşmek zorunda olduklarını gösterir. İnternet, farklı bölge ve ülkelerden işçilerin mücadelelerini uluslararası alana taşımasında, aralarındaki dayanışmayı güçlendirmekte, bir iletişim aracı olarak önemli role sahiptir.
İşçi-emekçi sendikalarının bilgisayar ağlarını kullanması, 19 yıl öncesine dayanır; 1981 yılında İngiltere Columbia Öğretmenler Federasyonu’ndan Larry Kuehn ve Arnie Myers, sendikaları içinde ilk bilgisayar ağının kurulmasına ön ayak olmuşlardır. Bu ağın sendikanın faaliyetlerine sunduğu katkıyı, LabourStart adlı işçi-haber sitesi yöneticisi Eric Lee’den öğreniyoruz: “Sendika, ilerleyen yıllarda sağcı yerel hükümetin acımasız saldırılarına karşı, hızlı ve etkili tepkiler vermesi sayesinde direnebildi; bu hızın nedenlerinden biri, bilgisayar destekli iç iletişiminin sunduğu esneklikti.” (İnternet Sendikaları Nasıl Değiştiriyor, 9 Haziran 2000, Working USA).
1980’lerin ortalarında ise, Kanada Kamu Çalışanları Sendikası (CUPE), bilgisayar destekli ilk ulusal iletişim ağını kurdu. Bu ağ, şubeler ile merkez arasında iki dilde elektronik konferanslar düzenlenmesine olanak tanıyordu. (Solinet (Dayanışma Ağı) adlı bu sistem, Web faaliyetini www.solinet.org adresinde halen sürdürmektedir.) Ardından, ilk uluslararası sendikal ağ oluşturuldu: ICEM ve ITF, birkaç yıl sonra ilk bilgisayar destekli küresel iletişim ağını oluşturdular. 1992 yılında ise, İnternet ve sendikalar konulu ilk uluslararası konferans, İngiltere’nin Manchester kentinde gerçekleştirildi. Ve ardından, yine çoğu Avrupa ve ABD ülkelerinde olan işçi-emekçi sendikaları, şube ve merkezlerini İnternet ağına açmaya başladılar.
Çoğu sınıf işbirlikçisi yönetimlere sahip bu sendikaların internete yönelik ilgilerinin nedeni “sınıf mücadelesini yükseltmek” değildi; sayısız grev ve direnişte üyelerini gözlerini kırpmadan satan yöneticilerden böyle bir tutum beklenemezdi zaten. Onların asıl ilgisi, telefon ve faksa alternatif olarak elektronik posta, konferans vb. uygulamaların sağladığı tasarruf -ki bu tasarruf işçilere hiçbir biçimde yansımış değildir- ve bir yandan da, “artık İnternet sahibi olup çağın gerisinde kalmadığını gösterme” isteğiydi. Ama internete geçiş, bu niyetlerden bağımsız olarak, sendikalı işçiler arasındaki iletişimi de kolaylaştırdı.
Bu kolaylaşmış iletişimin avantajları, en açık biçimiyle, Liverpool liman işçilerinin direnişi sırasında görüldü. 1995 yılında, liman işçilerinin işten atılmasıyla başlayan direniş, esas olarak Liverpool işçilerinin bir ülkeden diğerine inanılmaz bir maraton koşması, ama LabourNet adlı Web sitesinin de katkılarıyla, işçi sınıfının yıllardır görülmeyen bir uluslararası birlik içinde hareket etmesini sağladı. Yirmiden fazla ülkede on binlerce işçi, iki buçuk yıl süren direnişe, dayanışma grevleri de dâhil olmak üzere çeşitli yöntemlerle destek verdiler. Kendisi de bir işçi olan Chris Bailey’in yönettiği LabourNet, direniş boyunca verdiği haberler ve yaptığı çağrılar sayesinde, “uluslararası sendikal dayanışmanın internetteki en parlak örneği” olarak haklı bir ün kazandı.
Liverpool direnişi, yenilgiyle sonuçlanması ile de önemli bir ders verdi. Direniş, uluslararası alanda önemli yankı yarattı, ama İngiltere’deki işbirlikçi sendika yönetimleri tarafından sürekli kösteklendiği için sonunda yenildi. Bu durum, internetin işçilerin mücadelesine, önemli de olsa, sadece bir “katkı” sağladığını gösterdi.
Liverpool’un ardından, Avustralya liman işçileri, Amerikan ABC televizyonu çalışanları, ABD’deki nakliyat işçileri sendikası Teamsters ve KCTU (Güney Kore İşçi Sendikaları Konfederasyonu) da interneti etkin bir biçimde kullanmaya başladı. Bütün bu grev ve direnişlere katılan işçiler, internetin, mücadelelerini uluslararası platforma taşımada “çok önemli” bir rol oynadığı görüşünde birleşiyordu.
Türkiye’de benzer ilk örnek, Temmuz 1998’de Adana, İncirlik, İzmir ve Ankara’da bulunan Amerikan üslerinde çalışan 1800 işçinin greviydi. Harb-İş sendikası, kendisine ait Web sitesinde grevle ilgili olarak, sürekli güncellenen İngilizce ve Türkçe haberler vererek, internetin bir “prestij unsuru” veya “süs” olarak değil, mücadelenin bir parçası olarak kullanılabileceğini gösterdi. Harb-İş grevi, LabourNet ve LabourStart gibi işçi sitelerinde de geniş yer buldu. Bu siteler, sendikanın ABD ve Avrupalı işçi ve emekçilere dolaysız seslenebilmesi için birer aracı işlevi gördüler.
İnternet, sadece işçi sendikaları için değil; devrimci komünist siyasi partiler, kitle örgütleri, insan hakları kuruluşları, emek yanlısı yayın organları ve ilerici bilim-kültür çevreleri için de benzer bir işlev gördü. Ağ, kısa süre içinde bu geniş kesim için karşılıklı ilişki kurma, deneyim aktarımı, tartışma, kaynaklara ulaşma ve örgütlenmenin vazgeçilmez yöntemlerinden biri haline geldi.
İnternetin geleceğine ilişkin tartışmalardan, ortada iki seçenek olduğu ortaya çıkıyor: Sistem, paranın egemen olduğu bir “süpermarket-banka-borsa-şirket-tarikat-sexshop ağı” haline mi gelecek, yoksa paylaşımı teşvik eden, baskı ve sömürünün olmadığı bir dünyanın kuruluşuna katkı sunan bir dayanışma kürsüsü mü olacak? Bugün İnternet “her ikisi birden”, ancak sistem üzerindeki egemenliğini mutlaklaştırmak isteyen burjuvazi, ikinci seçeneğin ortadan kaldırılması için saldırılarını sürdürüyor. İşçi sınıfı ve emekçiler ise, bütün olanaksızlıklara rağmen, ikinci seçenek için mücadele etmeye değer olduğunu, kendi deneyimleriyle, her geçen gün daha iyi görmektedir.

Temmuz 2000

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑