Emperyalist kapitalizmin ideologları, görevleri kapitalizmi allayıp pullamak olan burjuva ekonomistler, “Yeni Dünya Düzeni”, “globalleşme”, “küreselleşme” sloganları ile dile getirilen düzenin tüm insanlığın ortak çıkarlarına olduğuna dair yoğun bir propaganda sürdürüyorlar. Yanı sıra, küçük burjuva reformistleri de küreselleşmenin kaçınılamaz bir olgu olduğuna, küreselleşmenin önünde hiçbir gücün duramayacağına ikna edildiler. Elbette bunu ‘tanrı yazgısı” gibi kabul etmeye çağırmanın, bıktırıncaya dek tekrarlamanın özel bir amacı vardı. Çünkü bu bir kere kabul edildi mi, arkasından pek çek şeye de evet denmek zorunda kalınacaktı. Kapitalist sistemin dışında ve ondan bağımsız bir dünyanın olamayacağı, kapitalizmin asla yenilemeyeceği, kapitalizmin sürekli kendini geliştirdiği, hatalarından dersler çıkartarak, sadece üst sınıfların değil, tüm halkın ihtiyaçlarını düşündüğü ve buna uygun programlar geliştirdiği, gelişen kapitalizmin tüm insanlığın sistemi haline geldiği iddia ediliyor. Ve sonuçta, kaçınılmaz bir şeyin önünde çaresiz ve aptalca durmaya, tarihin gelişimini tersine çevirmeye çalışmaktansa, -ona karşı mücadele edilecekse bile(!)-, içinde yer alarak olumlu yönde ilerletmenin çok daha akılcı olduğu dile getiriliyor.
Burjuva kuramcıların, yalan üreten propaganda merkezlerinin başlattığı ve küçük burjuva reformizminin de içinde yer aldığı koro tarafından yürütülen propagandalara göre, Yeni Dünya Düzeni ve küreselleşme; barış, demokrasi ve hukuk düzeni demekti. Geçmişin den dersler çıkartan kapitalizm, savaşların kendisine de zarar verdiğini, toplumların içinde demokrasi isteklerinin geliştiğini, dahası, demokrasinin kapitalist gelişme, bireyin yeteneklerinin ve yaratıcılığının ortaya çıkması için şart olduğunu kavramıştı. Demokrasinin olmadığı, diktatörlerin başında bulunduğu rejimlerin insanlığa ve aslında kapitalist gelişmeye zarar verdiği, diktatörlerin kendilerini bile dinlemediği anlaşılmış, tüm insanlığın çıkarlarını savunmaya karar veren kapitalizm de, dört elle demokrasiye sarılmıştı.
Bunların yanı sıra, küreselleşme, dünyadaki kaynakların daha etkin dağılımını sağlayacak, refah, istikrar ekonomisi geri veya gelişmekte olan ülkelere taşınacaktı.
“Teknolojik devrim” ve “bilgi çağı” insanlığın tümünün hizmetine girecek, insanlık için yepyeni bir dönem, bir altın çağ başlayacaktı. Küreselleşme, “teknolojik devrim”, “bilgi çağı” öyle ileri bir düzeye ulaşmıştı ki, artık sınırlar yıkılmış, dünya “global” bir köye dönmüştü. Ulaşılan devasa gelişmenin sonucu olarak, ülkeler arasındaki gelir dağılımı, gelişim düzeyindeki uçurumlar kapanacak, büyük sanayi devletleri en gelişmiş teknolojiyi dünyanın en ücra köşesine kadar taşıyıp oraları da kalkındıracaktı. En geri kalmış köşeler bile teknoloji ile tanışacak, kapitalizmin ve dolayısıyla gelişimin nimetlerinden faydalanacaklardı. Kapitalizm en olgun dönemine giriyor, bilgi birikimini, gelişmişliğini tüm insanlığın hizmetine sunuyordu.
Artık tüm ilişkiler değişiyordu. Toplumsal sınıflar erimişti, sınıf mücadeleleri yerini ortak küresel çıkarlara bırakıyordu. Gelinen noktada, sınıfların ayrı hedef ve idealleri yerine, tüm insanlığın ortak hedef ve idealleri vardı. Toplumsal mücadele, davranış ve güdüler sona ermiş, bireysel yetenekler ön plana çıkmıştı. Artık birey vardı. Birey özgürleşmişti ve daha da özgürleşecekti, vs. vs.
Ancak geride kalan süreçte görüldü ki, ne barış geldi, ne demokrasi, ne refah toplumu. Ne ülkeler arasındaki uçurumlar kapandı, ne toplumsal tabakalar arasında gelir dağılımındaki çelişkiler giderildi. Propaganda edilen ne varsa tam tersi oldu. Birkaç büyük emperyalist devlet tam bir haydutluğa soyunur, dünya kaynaklarına, üretim ve gelirlerine el koyar, sayıları gittikçe azalan küçük bir mutlu azınlık tüm değerleri sahiplenirken, milyarlarca insan daha fazla yoksullaştı, açlık ve sefaletin korkunç yüzüyle daha fazla insan tanıştı.
Dünyanın en yüksek gelirine sahip % 20’lik kesim, dünyada üretilen tüm mal ve hizmetlerin % 86’sını tüketiyor. Dünyada en zengin 225 kişinin serveti 2,5 milyar yoksul insanın tüm gelirine eşit. Dünyanın en zengin üç kişisinin serveti, en yoksul 48 ülkenin milli gelirinden fazla. Dünyanın faal nüfusunun yaklaşık üçte biri, 1 milyarın üstünde sayıda insan işsiz veya eksik istihdam durumunda. Dünyadaki tüm çocuklara temel eğitim verebilmenin maliyeti olan 6 milyar dolar olmadığı için milyonlarca çocuk temel eğitim alamıyor. Buna karşılık Microsoft’un patronu Bili Gates’in kişisel serveti 100 milyar dolar.
Bütün dünyada çocuklara temel gıda maddesi verebilmek için gerekli 13 milyar dolar bulunamadığı için dünyanın -Türkiye de dâhil- pek çok yerinde çocuklar açlıktan, yetersiz beslenmeden ölüyor, sağlıksız ve sakat büyüyor. Oysa ABD ve Avrupa’da kedi-köpek maması için bir yılda harcanan para 12 milyar dolar.
Burjuva propagandaya göre, küreselleşme, dünyadaki eşitsizlikleri giderecek, ülkeler arasındaki uçurumları ortadan kaldıracaktı. Oysa Dünya Bankası raporlarına göre, nüfusu 780 milyon olan G7 ülkeleri, dünya tüketiminden % 78,2’lik bir pay alıyordu. Buna karşılık 4 milyar civarında insanın yaşadığı diğer ülkeler % 21,8’lik bir pay alabiliyordu. Ancak son 12 yılda G7 ülkelerinin aldığı pay % 78,2’den % 87’e çıkarken, 4 milyar insanın yaşadığı ülkelerin payı % 13’e düştü.
Zengin ve yoksul ülkeler arasındaki gelir farkı 1990’da 30 kat iken, son on yılda bu fark 82 kata çıktı.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Çünkü yaşanan süreç, “Yeni Dünya Düzeni” veya “küreselleşme”, tüm insanlığın refahını sağlamamış, daha adil ve adaletli bir dünya yaratmamıştır, ama giderek küçülen ve zenginliği elinde toplayan çok küçük bir azınlığın, milyarlarca insan üzerindeki korkunç sömürü, baskı, terör ve haydutça soygununu çok daha üst boyutlara çıkarmıştır.
EMPERYALİST TALAN VE MALİ SERMAYE EGEMENLİĞİ
Son yirmi yıl üretimde yoğunlaşma, sermayenin giderek daha kişinin ellerinde toplanmasında ve sermaye fazlasında artış yaşandı. Emperyalistler-arası pazar kavgalarına, etkinlik alanlarını arttırma, birbirlerinin nüfuz alanlarına müdahale çabalarına daha sık rastlanmaya başlandı. Özellikle Rusya’nın kapitalist yola girdiğini açıkça ilan etmesinden sonra, nispeten rahatlayan Avrupa, henüz tam karşı çıkma, açıkça başkaldırma aşamasına gelmese de ABD karşısında eskisinden daha ileri düzeyde manevralara girişiyor, koşullan zorlamaya çalışıyor, nüfuz ve etki alanlarını geliştirmede nispeten daha atak davranmaya başlıyor. Özellikle Almanya, Doğu Avrupa ülkeleri ve balkanlara büyük bir atak yapıyor, Rusya ile ilişkilerini geliştiriyor, Uzakdoğu pazarına el atıyor. Fransa daha yüksek sesli konuşuyor.
ABD, arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika ülkeleri üzerinde tam hegemonyasını ilan ederken, Rusya Federasyonu’nu parçalamak, bağlı cumhuriyetleri kopartıp kendi egemenliği altına almak, bölgede karışıklıklar çıkartmak, diğer yandan geniş bölgesel konumu ve nüfusuyla bakir bir pazar olan Rusya üzerinde sermaye ve meta hareketleri bakımından ve enerji alanları üzerinde tam bir hâkimiyet kurmak dâhil pek çok hedefle hareket ediyor. Yine ABD uzun süredir gönlünde yatan Balkanlara girmek ve buraya kalıcı olarak yerleşme planları dâhilinde her türlü oyuna başvuruyor. Güneydoğu Asya’da var olan etkinliğini daha da artırmak, bölgede Japonların etkinliğini azaltmak, kendileri açısından muhtemel tehdit oluşturabilecek dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip Çin’in önünü şimdiden kesmek, olası belayı önlemek için yeni manevralara girişiyor.
Japonya bir yandan bölgesinde bulunan ülkelerde hâkimiyetini yitirmemek, pazar alanlarını geliştirmek, ABD ve Avrupa pazarında sağlam yer tutmak, Rusya ile ilişkilerini geliştirmek için mücadele veriyor.
Petrol bölgesi uzun süreden beri iğneli fıçıydı. ABD petrol bölgesinde sahip olduğu avantajları kaptırmamak, rakiplerini bölgeden püskürtmek için savaş dâhil her türlü yol ve yöntemi kullanıyor, ama başta Alman ve Fransız emperyalistleri olmak üzere boş durmuyorlardı.
Emperyalistler, sahip oldukları pazarları sağlamlaştırmak, yeni pazar alanları yaratabilmek, daha fazla kâra ulaşabilmek için bağımlı ülkeleri tam olarak talan etmek, sömürgeleştirmek dâhil her türlü aracı uygulasa, kendi aralarında gümrük duvarları, mevzuatlara başvursa, tekeller-arası birleşmeler en yoğun dönemini yaşasa da tüm bunlar biçimsel değişiklikler olmaktan öteye geçemiyor. Üretim yoğunlaşıyor, sermaye daha az elde birikiyor, tekeller-arası rekabet en hareketli dönemini yaşıyor, ama kapitalizmin temel özellikleri değişmiyor.
Kapitalizm artık öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, meta üretimi ve sermaye ihracı ekonomik işleyişin temeli sayılmakla birlikte aslında bir yandan da ciddi biçimde sarsılıyor, mali sermaye egemenliği kendini daha güçlü bir şekilde hissettiriyor.
Bununla birlikte anarşik, plansız, aşırı üretim kapitalizmin tipik özelliği olmaya devam ediyor. Krizler kendini daha sıkı gösterirken, tekeller-arası rekabet büyüyor. Rekabeti ortadan kaldırarak, bir düşmanı piyasadan silmek, pazar üzerinde daha güçlü bir hegemonya kurabilmek için şirket evlilikleri, yani şirketlerin birbirini yutması en yoğun dönemini yaşıyor.
Ancak burjuva kuramcıların ve küçük burjuva reformcularının söylediği gibi, bu birleşmelerin çelişkileri azaltacağı, dolayısıyla barış sağlayacağı iddiası tam bir aldatmacadır. Şirketler, mali olanaklarını birleştirip insanlığa deha iyi ve yararlı hizmet için değil, rakiplerinin her türlü rekabet olanaklarını yok etmek, insanlığın tepesine daha büyük bir güçle çökmek için birleşiyor. Birleşmeler, rekabet ortamını yok ederken birleşmiş işletmelere daha güvenli bir kâr ortamı sağlıyor. Birleşmiş şirketler, pazar payını arttırıyor, pazarlar için daha avantajlı hale geliyor. Hammadde kaynakları üzerindeki hâkimiyetlerini genişletirken, kriz dönemlerinde daha kuvvetli kalarak birleşmemiş veya basit işletmeler karşısında durumlarını pekiştiriyorlar. Kriz sonrası güç kaybeden işletmeleri ucuza kapatma olanağı elde ediyorlar.
Yeni küresel mali ortam, şirket evliliklerini, bankaların kurumsal yatırım araçları olarak sahnede daha fazla görünmesini, ağırlığını en üst boyutlara taşımasını, borsa aracı şirketlerinin daha fazla rol kapmasını beraberinde getirirken, bunların çevresinde yeni bir finansçılar kuşağı ortaya çıkarttı. Ve bu para yöneticileri, işçi sınıfı ve emekçilerin sırtından kazanılan ve halktan borç karşılığı toplanan paralarla dünyanın dört bir yanında cirit atıyor. Bunlar, spekülatif oyunlarla para piyasaları ve ekonomik gidişat üzerinde belirleyici konuma sahip oldular.
Asalaklık, rantiyecilik muazzam boyutlara ulaşırken, üretmeden kazanmak, başkalarının yarattığı değerlerin tepesinde keyif çatmak övünülecek bir şey haline geldi. Öyle bir anlayış yaratıldı ki, çalışmak aptallık; rantiyecilik, asalaklık ise akıllılık sayılıyor. Para sermaye birikimi, küpünü doldurup da yeniden üretim sürecinden elini çeken kimselerin sayısını da etkiliyor. Çünkü bu alanda elde edilen kârlar öyle yükseldi ki, bunların sayısı da durmadan arttı. Spekülatif sermayenin bu muazzam artışının bir nedeni de budur.
MALİ SERMAYE EGEMENLİĞİ
Her yere refahı, sanayi ve teknolojiyi taşıyacağı ve bunu insanlığın hizmetine sunacağı propagandası ile ortaya atılan küreselleşmede mali sermayenin rolü çok fazla artmıştır. Artık emperyalistlerin dış ülkelere yaptığı yatırımlar esas olarak mali alandadır.
Örneğin, IMF’nin kontrolünde bağımlı ülkelere verilen 1,2 trilyon dolar kredinin % 70’i spekülasyonda kullanılan, üretken olmayan kredidir.
Dünya döviz işlemlerinin günlük hacmi 1 trilyon doları aşarken, bu miktarın yalnızca % 15’i gerçek mal ticaretine ve sermaye hareketlerine tekabül ediyor; % 10’u sermaye, % 5’i mal. Buna karşılık % 85’i kredi, hisse senedi, tahvil ve bonodur.
Para, tahvil ve hisse senedi piyasalarının büyüklüğü 1990 yılında, yirmi yıl öncesine göre 80 misli arttı. Son on yılda bu farkın kat kat daha fazlalaştığından kimsenin kuşkusu yok.
Ancak bu durumun kapitalizmin krizlerinin sıklaşmasında payının olduğu ve olacağı da açık bir gerçektir. Aşırı üretim ile birlikte, servetin çok küçük bir azınlık elinde toplanması, buna karşılık yoksul nüfusun durmadan kabarması, azınlığın artan servetiyle, büyük halk tabakalarının yoksullaşması arasındaki büyüyen çelişki, sermayenin yeniden üretim sürecine girmeyerek, üretim dışı alanlara yönelmesi ve bunun dünya tarihinde eşine benzerine rastlanmayan bir büyüklüğe erişmesi, kendini daha çok hissettiriyor. En son Güneydoğu Asya’da yaşananlar, “Asya Kaplanları mucizesi” balonunun patlaması, patlayan krizin kısa zamanda dünyaya yayılması, burjuva ekonomistlerin paniği, daha öncesinde 1997’de New York, 1990’da Tokyo borsalarının çöküşü vb. Yine son dönemde Japon mali piyasalarında yaşananlar, diğer piyasalardaki istikrarsızlık yakın zamanda olabileceklerin işaretini teşkil ediyor.
Sadece şu karşılaştırma bile gidişatın ne yönde olduğunu gösterebilir: 1930 büyük krizi patladığında para, tahvil ve hisse senedi piyasalarında yapılan işlem değeri meta ticaretinin iki katıydı. 1990 yılında bu oran 50 misline ulaştı. Yani 1930’da üretim sürecindeki her 1 dolara karşılık, rantiyede 2 dolar dolaşırken, 1990’da üretim sürecindeki her 1 dolara karşılık rantiye alanında 50 dolar dolaşıyor.
Bu durum Türkiye açısından da böyledir. Geçen yıl ve önceki yıllar, holding bilânçoları açıklandığında görüldü ki, üretimdeki gerilemeye, % 70’lere düşen kapasite kullanımına karşın holdinglerin kârı artmıştı. Ve bu kârın kaynağı üretim dışı alanlardı. Holdingler, hükümetle arası iyi olan şirketler, arkalarında banka desteği bulunanlar, ceplerinden bir kuruş çıkartmadan, devletten ucuza aldıkları kredileri, yine devlete daha pahalıya vererek muazzam kârlar elde etmişlerdi.
Dünyada spekülatif alana yönelen sermaye öyle boyutlara ulaşmıştı ki, finans yatırım şirketlerinin, uluslararası tekellerin finans yatırımlarının günlük işlem hacmi 1,3 katrilyon dolardı. Bu rakam, günlük dünya ticaret toplamının 100 katına eşitti.
BORÇ KISKACI
Aşırı üretimin kaçınılmaz ve aynı zamanda muazzam boyutlara ulaşan sermaye birikimi ve fazlalığının sonucu olarak emperyalist tekeller kendi kârlarını arttırmanın, rakiplerine üstünlük sağlamanın yolu olarak geri ülkelere sermaye ihraç ederler. Geri kalmış ülkelerde kâr daima yüksektir. Çünkü buralarda sermaye az, toprak fiyatları nispeten düşük, ücretler ve hammadde ucuzdur.
Mali sermaye açısından bakıldığında, emperyalist devletler ve tekeller mali sermaye aracılığıyla etki ve baskı altına aldıkları ülkelere karşı tam bir üstünlük elde etmişler, ayrıcalıklı konuma kavuşmuşlardır. Bağımlı ülkelerin hükümetlerine istediklerini yaptırır durumdadırlar. Ücretlerin belirlenmesinden tarıma müdahaleye ve ulusal sanayinin tahribine kadar ülke yönetiminde asıl söz sahibi durumuna gelmişlerdir.
Mali sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü, rantiyenin ve mali oligarşinin egemenliği anlamını da taşıması, mali yönden güçlü birkaç devletin, bütün öbür devletler karşısındaki üstünlüğünün açıklaması da buradadır.
Artık emperyalistlerin dış ülkelere yaptığı yatırımlarda ilk sırayı mali sermaye almaktadır. Borçlanma yoluyla siyasal olarak bağlanan ülkeler, emperyalistlerin, ülkede ve bölgede jandarması, koruma memuru rolünü üstlenirler. Bunun en yakın örneği Türkiye’dir.
Mali sermayenin kıskacına giren bir devletin artık kendi adına hareket etme, karar alma şansı kalmamış demektir. Kredi faiz ilişkisi öyle işler, yaptırımlar birbiri ardına öyle gelir ki, ülke yönetiminin anahtarı fiili anlamda emperyalist tefeci kuruluşların eline geçer. Ekonomik ve siyasi ilişkileri belirleyen onlardır. Bağımlı devlete düşen ise, emperyalistleri isteklerini yerine getirmekten başka bir şey değildir.
Küreselleşme ile birlikte mali sermayedeki muazzam artış, birkaç büyük tefeci devletin dünyanın geri kalanı üzerinde söz sahibi olması, bağımlı ülkelerin son yıllarda müthiş bir şekilde patlama yapan borçlarıyla açıklanabilir. Borç/alacak ilişkisi bir kez kuruldu mu, emperyalist tefeci kredi kuruluşları aracılığıyla mali sermaye ekonomik, politik her anlamda yaşamın bütün alanlarına sızar.
Kredi sisteminin özünde yatan şey, kapitalist üretimin temeli olan başkalarının emeğini sömürerek zenginleşmeyi, en ileri boyutlara kadar geliştirmek, toplumsal serveti elinde tutan azınlığı gitgide küçültmektedir.
Mali sermayenin egemenliği altına girmiş bağımlı ülkenin hammadde kaynaklarını yitirmesi, sanayi ve tarımın tahribatı, ulusal sanayinin emperyalist ve işbirlikçi sermaye tarafından baskı altına alınması, iç piyasayla ilişkisinin koparılması, en kârlı ve temel işletmelerin emperyalist tekeller tarafından yutulması veya onun için üretim yapma kıskacıyla rekabet sahnesinden silinmesi, gelirlerine emperyalist tefeci devletler tarafından el konulmasıyla ülkelerin borçlarını ödeyemez duruma gelmesi, bilinen klasik bir sonuçtur:
Borçlu ülke, biriken borçların vadesi geldiğinde borçların ertelenmesi ve yeni krediler için masaya oturur. Bunun faturası bir öncekinden ağır olur. Borçlu ülkenin, uluslararası tefeci kuruluşların koyduğu şartları kabul etmekten başka çaresi yoktur. Her yeni anlaşmada şartlar bir öncekine göre daha ağıdır. Örneğin, yeni kredilerin vadesi bir öncekine göre kısalır, faiz oranı ise yükselir. Bu koşulları yeni maddeler izler; mali sermayeye ayrıcalıklar tanınması, vergi indirimi sağlanması veya vergilerin tamamen kaldırılması. Yeni sermaye yatırımları için teşvikler, bedava toprak… Özelleştirmelerin başlaması, en kârlı işletmelerin, yerli ortakla yabancı sermayeye tahsisi. Enerji alanının devri…
Çoğunlukla krediler, borçlu ülkenin bir cebine girmeden öbür cebinden çıkar. Kredi anlaşması yapılırken, kredinin nerelere harcanacağı koşula bağlanmıştır. Buna göre genellikle krediler üretken olmayan alanlara yatırılır ve tabii ki, eski borçların faizlerinin ödenmesine. Bu durum bağımlı ülkeyi daha da zora sokar. Bağımlı ülke, ihtiyaç duyduğu şeyleri piyasa değerinin çok üstünde satın almak, satacaklarını ise piyasa değerinin çok altında satmak zorunda kalır. Elbette karşılığında, söz konusu ülkelerdeki bir avuç zengin, üst düzey bürokratlar, hükümet çevrelerine yakın kaynaklar bu işlerden paylarını alır, servetlerine servet katar, emperyalistlerin güvenilir işbirlikçileri ve ortakları olarak siyasi güce ulaşırlar.
Borç ödeme koşulları giderek artar. Bağımlı hale gelen ülke eskiden 100 lira borç alıyorsa, artık 150 lira almak zorundadır. Eskiden % 6 faiz ödüyorsa, artık % 7–8, % 10 ödemek zorundadır. Fiktif krediye dönüşen sistem sonucu, kredi karşılığı almak zorunda kaldığı mallar ve elinden neredeyse dünya fiyatlarının yarısına elinden çıkartmak zorunda kaldığı hesaplandığında, yeni borcun gerçek maliyeti yüzde birkaç yüzü bulur.
Emperyalist devletler ve onların uluslararası tefeci kuruluşları, kredi değerlendirme merkezleri, borç talebine karşılık güvence ister. Ve bir süre sonra bağımlı ülkenin en köklü işletmeleri, ekonomisinin can damarları emperyalistlerin ipoteği altına girer. Sonuç olarak milyarlarca doları çekip çeviren mali sermaye, siyasi gücü elinde toplar. Ülkenin yönetimini üstlenir. Şimdi dünyanın 100 ülkesinde ve Türkiye’de olduğu gibi, maliye bakanı IMF’nin bir büro elemanı gibi çalışır, raporları ona verir. IMF onayı olmadan hiçbir adım atamaz, yatırıma girişemez. IMF’nin bir görevlisi üç-dört ayda bir ekonomiyi denetler. Tarım, hayvancılık, eğitim, sağlık, enerji gibi bakanlıkların denetimi ise işbölümü gereği Dünya Bankasının denetimine girer. Bu bakanlıklarda Dünya Bankasının görevlileri bulunur. Her şey onlara açıktır ve onların denetiminde yürür. Tarım politikalarından hayvancılığa, eğitimden sağlığa her şeyin gerçek söz sahibi Dünya Bankası’dır.
Hükümetlerin bağımsızlığı, önemli konularda karar yetkisi çoktan bitmiştir. Hükümetlerin ve bakanların görevi emperyalist tefeci devletlerin önlerine koyduğu işleri yürütmek, bu kararların emniyetli bir biçimde sürdürülmesi için işçi sınıfı hareketini kontrol altında tutmak, muhalif hareketleri ezmektir. Tabii ki, onlara da hizmetlerinin karşılığı kırıntılar verilir; ihale takip edebilir, rüşvet alabilir, ihale ve kredi komisyonculuğu yapabilirler.
Üst düzey bürokratların hizmetleri de karşılıksız bırakılmaz. Onlar işin büyüklüğüne göre komisyon alırlar. Örneğin yabancı bir silah tekeli, silah fiyatı verirken bunun içine rüşvet ve komisyonları dâhil eder. Başarılı bürokratlar, bir süre sonra özel şirketlere transfer edilerek, holding yönetim kurullarında ödüllendirilir.
Bağımlı ülkelerde mali sermaye öyle boyutlara ulaşmış, öz kaynaklar öylesine emperyalistlerin eline geçmiştir ki, emperyalist tefeci kuruluşların önlerine koyduğu, “ekonomik istikrar paketi”, “yapısal uyum projeleri”, “şok kararlar”, “kamu açıklarını kapatma programı” vb.yi uygulamakta tereddüt eden, yeterli kararlılığı göstermeyen hükümetlerin tepesine binilir. Uluslararası kredi değerlendirme kuruluşları tarafından, bu ülkenin borç ödemelerini düzenli yapmadığı, ekonomisinin iyiye gitmediği vb. gerekçelerle kredi notu düşürülür. Bunun uluslararası mali piyasalar için anlamı şudur; adı geçen ülkeye yeni krediler verilmeyecektir.
Bağımlı ülkede emperyalizm öyle nüfuz etmiş, mali sermaye öyle bir egemenlik kurmuştur ki, böyle bir durumda uluslararası iki-üç banka, finans kuruluşu aralarında anlaşıp o ülkeye verdikleri kredi karşılığı aldıkları yüksek faizli garantili bonoları, fonlar, hisse senedi ve tahvillerin bir kısmını elden çıkartıp piyasadan para çekerek bir gecede bunalım yaratabilirler. Para piyasasını çökertebilirler. (Bu sadece bağımlı devletler açısından değil, özellikle bunalım dönemlerinde en gelişmiş ülkeler için de böyledir. Örneğin dünyanın en büyük spekülatörü Macar asıllı Amerikan vatandaşı Soroz’un Avrupa para sisteminin yaşadığı sarsıntı sırasında bir gecede 1 milyar dolar kazandığı söylenir.)
Yine Türkiye açısından bakıldığında, İstanbul Borsasında dönen paranın % 50’sinin, bazılarına göre % 60’ının yabancı spekülatif sermaye olduğu söylenmektedir. Bu şu demektir: Yabancı spekülatif sermaye, uluslararası kuruluşlar karar verdiğinde, ellerindeki kağıtlardan bir kısmını satıp dolaşımdaki parayı çekmeye kalktıklarında, Türkiye’nin para piyasaları bir gecede çöker, ekonomi iflas eder. Nitekim Uzakdoğu’da patlayan 1997 krizinden sonra yabancı sermaye parasının 6–7 milyar dolarlık kısmını çektiğinde Türkiye para piyasaları çökmüş, bankalar sarsılmış, birkaçı batmış, batmak üzere olan birkaçı da hükümet desteğiyle ayakta kalmış, borsa iflasın eşiğinden dönmüştü.
Spekülatif sermaye, bunu sadece spekülasyon amaçlı yapmışsa, tekrar geri gelir, dibe vuran hisse senetlerini, tahvilleri, bonoları en düşük fiyattan geri toplar ve milyon dolarları cebe indirir. Bunu hükümete şantaj, hizaya getirmek amaçlı yapmışsa, hükümetlerin önünde diz çöküp salya sümük yalvarmasını bekler, yeni imtiyazlar, ayrıcalıklar elde eder. Ve asıl efendinin kendisi olduğunu bir kez daha hatırlatırken, ağır bir faturayı hükümetlerin önüne koyar. Spekülatif sermayenin hükümetleri hizaya getirmesi, şantaj ve tehdit yoluyla isteklerini elde etmesi sadece yabancı sermaye ile sınırlı değildir. Yerli tekeller ve mali sermayenin de sık sık aynı yolu izlediği, bu yolla hükümetleri istediklerini yapmaya mecbur ettikleri, hükümetleri görevden düşürüp, yenilerini işbaşına getirdikleri malumdur.
Öte yandan, kısmen poliçe dalavereleri, kısmen de sırf poliçe icat etmek için yapılan meta alışverişleri, kredi alışverişleri ile bütün bir süreç öyle karmaşık hale getirilmiştir ki, geriye ödemelerin düzenli olduğu, çok kârlı bir iş yapıldığı ve her şeyin büyük bir istikrar ve uyum içinde yürüdüğü görüntüsü uzun süre devam eder. Böylece çöküşün tam arifesinde, tıpkı “Asya Kaplanları” krizinde yaşandığı gibi, neredeyse fazla sağlıklı bir görünüştedir. Ancak bunalım bir kez patladı mı, zincirin halkaları gibi birbirine geçmiş ve bağlanmış emperyalist ekonominin tümünü kapsar. Bir yerde patlayan kriz, diğer bir tarafı içine çeker. Bir yerde başlayan borçların geri ödenmemesi, mali piyasaları sıkıntıya sokar, ihracata darbe vurur, tüketim yavaşlar, stoklar büyür. Paraya olan talep artar, faizler yükselir, krediler durdurulur veya vadeleri çok kısaltılır, kredilerin geri ödenmesi istenir. Ve yaylım ateşi gibi bütün emperyalist kapitalist sistemi sarar. İşte o zaman bütün ülkelerin aşırı üretimde bulundukları, aşırı ihracat ve ithalat yaptıkları, hepsinde fiyatların şiştiği, kredilerin gereğinden fazla ve muazzam bir biçimde yayıldığı meydana çıkar.
MALİ SERMAYENİN ARACI KURUMLARI OLARAK IMF VE DÜNYA BANKASI
Dünyanın her yerine refahı getireceği söylenen küreselleşme, refahı getirmedi ama üç-beş emperyalist dışında gelişmekte veya gelişmemekte olan ülkelerin borçlarını 1970 yılından 1995 yılma kadar 32 kat artış göstererek 62,5 milyon dolardan 2 trilyon dolara ulaştı. Şimdi bu rakamın çok daha yükseklere tırmandığı ortadadır. 1970 yılında dış borçlar GSMH’nin (gayri safi milli hâsıla) % 14,4’ü iken, 1992 yılında % 38’ine yaklaşmıştı. Şimdi bu oran % 50’leri bulmuş durumda. Yani bağımlı ülkeler, bütçelerinin % 50’sine yakın bir kısmını borç ödemeye ayırmak zorunda.
Emperyalist tefeci devletler ve uluslararası mali sermaye, gelişmekte olan veya geri kalmış ülkelerle kredi ilişkilerini IMF, Dünya Bankası, Bretton Wodds, Moddy’s ve Standart and Poor gibi kredi ve kredi derecelendirme kuruluşları aracılığıyla yürütüyor. IMF’nin şu anda dünyada 100 civarında ülke ile alacak-borç ilişkisi bulunuyor. Ve bu güne kadar IMF ve Dünya Bankası ile ilişkiye giren, ekonomisini IMF ve Dünya Bankası’na teslim eden veya müdahalesine izin veren ülkelerde ekonomisi iyiye giden olmazken, bunlardan 40 civarındakilerin durumu son derece kötüye gitti. Diğerleri de adım adım aynı yolu izliyor.
Uluslararası mali sermayeye kolunu kaptıran ülkelerin yeni anlaşmalar yapabilmeleri, yeni kredi bulmaları her seferinde bir öncekinden ağırlaşan şartlara bağlı. IMF kredileri bu ülkelere “yapısal uyum” sağlamak için veriliyordu! Kredi peşinde dolaşan ve buna mahkûm hükümetlerin en önce “yapısal uyum reformlarını” kabul etmeleri şarttı. Elbette sadece kabul etmek yeterli değildi. Krediler, kabul edilen koşulların belli bir zaman dilimi içerisinde yerine getirilmesi şartıyla veriliyordu. Aksi takdirde ödemeler durduruluyor, söz konusu ülke, IMF, Dünya Bankası ve kredi derecelendirme kuruluşları tarafından kara listeye alınıyordu.
IMF kredi anlaşmaları esas olarak şu şartlara bağlıydı:
— Para ve meta hareketinin ve yabancı sermayenin önündeki tüm engeller kaldırılacak. Yabancı sermayeye her türlü güvence verilecek.
— Vergi reformu gerçekleştirilerek, uluslararası sermayeye ayrıcalıklar sağlanacak. Vergi indirimleri uygulanacak, hatta yabancı sermaye giderek vergi dışı bırakılacak. Bağımlı ülkelerde çoğalan serbest bölgeler ülkenin her tarafına yayılacak, sonuçta bu ülkelerin tamamı serbest bölgeler haline gelecek.
— Özelleştirmeler yoluyla kârlı kamu işletmeleri özel sermayeye devredilecek. Kârlı olmayanlar kapatılacak.
— Eğitim ve sağlıkta devlet desteği kaldırılacak. Her hizmetin bir bedeli olacak.
— Kamu açıklarını kapatmak için, kamuda çalışanların sayısı azaltılarak, tenkisata gidilecek.
— İşçi ücretleri düşürülecek.
— Tarım alanında “yapısal uyum programlarına” uygun davranılacak. Destekleme alımları, sübvansiyonlar kaldırılacak. Tarım ilaçlarına, mazota, gübreye zam yapılacak, bunların fiyatları dünya fiyatları ile uyumlu hale getirilecek.
— Sabit kur politikası izlenecek.
— Hükümetler işçi hareketlerini ve muhalifleri sıkı kontrol altında tutup gelişmelerine izin vermeyecekler.
IMF ve Dünya Bankası’nın koşulları hemen hemen her yerde aynıydı. Daha önce belirttiğimiz gibi, aralarındaki işbölümü gereği IMF işin maliye tarafıyla, Dünya Bankası ise, sağlık, milli eğitim, tarım-hayvancılık, bayındırlık, sanayi, çevre vb. bakanlılarla ilgileniyordu. IMF anlaşma gereği her dört ayda bir ekonomiyi denetliyordu. Bu arada maliye bakanları raporlarını doğrudan IMF’ye veriyorlardı.
Böylece IMF, Dünya Bankası ve kredi kuruluşları devletin her türlü ekonomik ve sosyal faaliyetlerini incelemeye yetkili olarak, ülkenin ekonomik durumunu a’sından z’sine kadar öğreniyorlardı. Ülkenin gelirleri, bu gelirlerin hangi alanlardan olduğu, giderler ve bunların ne şekilde nereye olacağı, yatırım planları, ihale zamanları ve koşulları, krediler, teşvikler, ihracatın durumu ve hangi ülkelere yapıldığı, ithalatın hangi ülkelerden yapıldığı, diğer devletlerle ilişkiler, işçi ücretleri, tarımın durumu, ürün rekolteleri, bankaların durumu, mevduat hacmi, döviz rezervlerinin miktarı vb. her şeyi ama her şeyi öğreniyorlardı. -Hal böyleyken İçişleri Bakanının ‘nüfuz casusu’ aramasının ne kadar yanıltıcı ve komik bir şey olduğu daha iyi anlaşılıyor.- Bu durumda her şeyi bilen ve kontrol altında tutan bir tefeci kuruluş olarak IMF, kredi gelişini azaltıp çoğaltabilir, kredi ertelemelerinde her türlü baskı ve şantajı yaparak daha ağır koşullar ileri sürebilir. Yeni borçlardan mahrum bırakabilir veya borçların hemen ödenmesini isteyebilir. Kısaca ülkeyi emperyalist haydutlar adına haraca kesebilir. Ve bu güne kadar IMF ve Dünya Bankasının uygulamaları aynen böyle olmuştur.
Emperyalist tefeci kuruluşlar isteklerini artık yalnızca kredi anlaşmaları söz konusu olduğunda dayatmıyorlar. “Yapısal uyum programları” ile yerine getirilmesini istediği şartlar yerleşik bir düzen ve süreklilik kazandı. Örneğin, ticaretin liberalizasyonu, yabancı yatırımın önündeki engellerin kaldırılması, WTO anlaşmasının maddeleri günlük bir kural haline geldi. MAI, MIGA gibi anlaşmalarla iç hukuklar devreden çıkartılarak, yabancı sermayeye, bağımlı ülkenin aleyhine, tefeci devletlerin lehine ayrıcalıklar ve güvence sağlandı.
Denetimi eline geçiren IMF ve Dünya Bankası, her türlü harcamalar için üst sınır getirir ve hedef açıklar. Bu hedefe ulaşıldığında hedef daha da küçültülür. Yeni altyapı, hastane vb. izin vermez. Yeni yatırımları engeller. Çünkü bu tefeci kuruluşlara göre devlet bu alanlardan çekilmeli, bu işi özel sektöre bırakmalıdır. Her şeyin bir parasal karşılığı olmalı, herkes aldığı hizmetin karşılığını ödemelidir, illa da sağlık alanına yatırım gerekiyorsa, devlet teşvikleri hazırlar, parayı verir, bunu özel sektör yapar. Sonuçta bu alana yönelik yatırımlar giderek küçülür, bu tip yatırımlara izin verilmez. Hangi türden yatırımlara kaynak sağlanacağı, bu tefeci kuruluşlar tarafından belirlenir.
Anlaşmalarla, kamu yatırım programları çerçevesinde tüm proje kredileri, kamu projelerinin yürütülmesini uluslararası tekellere açar. Yeni altyapı projeleri için açılan şartlı krediler sayesinde, alınan kredilerin büyük bölümü yine dışarıya gider. Üstelik üretken alanlara ve sosyal harcamalara yönelik kamu projeleri “istikrar”, “tasarruf”, “bütçe açıklarını kapamak” adına kesilirken, üretken olmayan alanlara dönük müteahhitlik hizmetleri şartlı kredilerin sonucu en yüksek fiyata yaptırılır. Böylece dış borçlar sürekli artar.
Tarımda destek alımları, sübvansiyonlar kaldırılır. Üretim girdileri, ilaç, gübre, mazot, benzin fiyatları yüksek tutulur. Tarıma yönelik düşük faizli krediler kaldırılır, normal piyasa koşullarında faiz uygulamasına geçilir. Belli ürünler için kota uygulaması başlatılır. Böylece, tarım ürünleri fiyatlarının dünya fiyatları ile eşitlenerek rekabet şansı ortadan kaldırılır. İleri ülkeler bu yolla düşük fiyatlı tarım ürünlerinin rekabete yol açmasının önünü keserler.
Bağımlı ülkelere tarım destekleme alımlarını kaldırtan, sübvansiyonları engelleyen tefeci devletler, özellikle son yıllarda kendi ülkelerindeki tarıma büyük sübvansiyonlar ve destekleme alımları uygulamaktadırlar. Bu yüzden, düne kadar tarım ürünü ithal eden bu gelişmiş emperyalist ülkeler, son yıllarda bağımlı ülkelere tarım ve et ithalatına başlamışlardı.
Bağımlı ülkelerin gümrük duvarları yıkılarak, tahrip edilen ulusal sanayinin rekabet şansı ortadan kaldırılır. Önemli sanayi sektörleri, uluslararası sermayenin bir parçası haline getirilerek onun için üretime zorlandığında, yabancı tüketim malları iç pazarı doldurur. Daha çok lüks tüketim malları özendirilir. Böylece bir yandan gümrük gelirleri azalırken, aşırı ithalat nedeniyle dış ticaret açığı aleyhte olarak büyür.
Özelleştirme, kredi görüşmelerinde her zaman önemli bir yer tutar. En kârlı ve ulusal sanayi açısından en önemli ve stratejik sektörler yağma edilir. Özelleştirme gelirleri ile kamu açıklarının kapatılacağı iddia edilse de, uygulama daima bunun tersi olur. Özelleştirmeler sonrası, devletin kasasına para girmez, ama çıkar. Daha da önemlisi devlete kâr sağlayan, en çok vergiyi ödeyen kurumlar elden çıkartılmış, süreklilik arz fiden gelirler düşmüştür.
Eğitim, sağlık gibi sosyal alanlardan devlet desteğinin sona ermesini telkin eden Dünya Bankası, bu alana dönük yardımların sivil kuruluşlar eliyle yürütülmesini savunur. Bütçelerdeki sosyal harcamaların kısıtlanmasını şart koşan Dünya Bankası’nın bir kişiye yeterli olacağını varsaydığı paranın yıllık miktarı sadece 8 dolardır (Türk parası karşılığı beş milyon lira civarı). Oysa ülkemizde doktor muayene bedeli 20–30 milyon civarında. Demek ki Dünya Bankası’nın kişi başına bir yıl boyunca yeter dediği devletin ayırması gereken para ile bırakın bir yıl boyunca sağlık hizmetlerinden yararlanmak, ilaç, tetkik, hastane masraflarının karşılanması, bir tek kez bile doktora gidilemez.
Peki, tefeci devletler ve onların bir kuruluşu olarak IMF, Dünya Bankası ve diğer kredi kuruluşları niçin böyle davranmaktadır? Bağımlı ülkelere karşı duydukları kişisel nefretten, onların kötü duruma düşmesinden, milyarlarca insanın daha fazla yoksullaşmasından duydukları büyük hazdan, içlerindeki sadist duygulardan ötürü mü? Elbette ki hayır! Emperyalist kapitalizm bunu içindeki hain duygularından ötürü değil, kapitalizmin ulaştığı tekelci aşamanın bir sonucu, aşırı kâr hedefine ulaşmak için yapmaktadır. Bağımlı ülkeler daha fazla bağımlı hale getirilmeli, ulusal sanayi ve tarım çökertilerek iç pazarla ilişkisi kesilmeli, emperyalistlerle rekabet şansı ortadan kaldırılmalı, yabancı sermayeye daha geniş ve engelsiz pazarlar yaratılmalıdır.
IMF VE DÜNYA BANKASI’NIN UYGULAMALARINDAN ÖRNEKLER
Tekellerin ve sermaye fazlasının ulaştığı boyut, pazar kavgası, rekabet, emperyalistleri, maliyetlerin ve emek gücü fiyatının ucuz olduğu ülkelere yöneltiyor. IMF, Dünya Bankası, Bretton Woods gibi kuruluşlar, MAI-MIGA anlaşmaları, WTO, AB, NAFTA, OECD vb. örgütlenmeler sermaye hareketlerinin önündeki engelleri süpürüyor.
ABD, arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika’yı kelimenin tam anlamıyla haraca bağlıyor. NAFTA çerçevesinde ABD ve Kanada pek çok üretim birimini kapatıp Meksika’ya taşıyor veya üretimlerini fason olarak oralara yaptırıyor. Çünkü Meksika’da emek gücü maliyeti ABD’ye göre % 80 daha ucuz. NAFTA bölgede tam olarak ABD hegemonyasını sağlarken, Meksika’nın denetimi ABD’nin eline geçmiş bulunuyor. Pek çok önemli Meksika şirketi ABD’li tekellerin yönetimine geçti veya onlar adına ve onların oyuncağı durumunda üretime mahkûm edildi. Küçük ve orta ölçekli işletmeler rekabete dayanamayarak iflas ediyor. Üretim belli merkezlerde yoğunlaşıyor, ama Meksika ekonomisinde bir iyileşme görülmüyor. Meksika halkı her geçen gün yoksulluğun batağına daha fazla itiliyor. Artan borçlarını ödeyemez duruma geliyor ve ekonomik bunalımlar altında kıvranıyor.
PERU
1970’li yıllardan başlayarak IMF ile anlaşmalar imzalayan ve bu anlaşmaları yürürlüğe sokmak için CIA destekli askeri darbelerle kendine yol arayan Peru’da 1990 yılında imzalanan yeni anlaşmalar başkan Alberto Fujimori eliyle yürürlüğe kondu. “Şok önlemler” adıyla yürürlüğe konan bu anlaşma çerçevesinde ülkedeki tüketim maddeleri iğneden ipliğe zamlanırken, reel ücretler büyük ölçüde geriliyordu. Halkın alım gücü inanılmaz seviyelere inmişti. Bir ayda gıda maddeleri % 446 oranında zamlandı. Halk beslenemiyor, en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu. Sonunda kolera salgını patlak verdi. Resmi rakamlar iki bin insanın yaşamını yitirdiğini belirtiyordu. Ki resmi rakamların gerçeğin yalnızca çok küçük bir bölümünü dile getirdiğinden, ölümlerin bu sayının kat be kat üstünde olduğundan az çok tarafsız herkes emindi. Yapılan küçük çaplı bir araştırma sonucu görüldü ki, salgının nedeni, kötü ve yetersiz beslenme, tüp-gaz fiyatlarına yapılan 30 kat artış karşısında halkın sularını kaynatamaz, yemek pişiremez, temizlik yapamaz duruma gelmeseydi. Koleranın yanı sıra tüberküloz, sıtma, humma ve şark çıbanı yeniden canlanmıştı.
Temel tüketim maddelerine bu büyüklükte zamlar yapılırken, aylık ücretler 45–70 dolar arasındaydı ve reel anlamda sürekli geriliyordu.
Peru’da halk açlıktan, hastalıktan kırılır her dört çocuktan biri beş yaşına gelmeden ölürken, uluslararası tefeci kuruluşlar, Başkan Fujimori’yi başarılı ve kararlı ekonomik politikaları için kutluyorlar, övüyorlardı.
Uygulanan ekonomik politikalar karşılığı uluslararası kredi kuruluşları Peru ile yeni krediler için görüşmeye razı oldular. Öncelikli şartları eski borçların ödenmeye başlamasıydı. Böylece yeni krediler açıldı. Ancak bu paranın bir kuruşu bile Peru kasasına girmeden eski borçlar karşılığı geri alındı. Ama olsun, Peru kararlılığını göstermiş, iyi niyetini sergilemiş, emperyalist haydutların gözünde güvenilir olmaya başlamıştı! Böylece Peru’nun dış borcu 60 milyon dolardan, 1991 yılında 150 milyon dolara çıktı. Başkan Fujimori ve bir avuç işbirlikçi ise küplerini dolduruyorlardı.
Bu arada ülkede halkın hoşnutsuzluğu büyüyor, yönetime karşı büyük bir muhalefet gelişiyordu. ABD, “halkın sesine kulak vererek” Peru’da demokratikleşme istediğini ilan etti! Fujimori, orduyla görüştü. IMF programlarının eksiksiz uygulanması için tüm ülkede sıkıyönetim ilan edildi. Aynı zamanda parlamenter demokrasi güldürüsü de sahneye konuldu. Ve yine aynı anda infaz mangaları oluşturuldu. CIA tarafından organize edilen “Comondo Rodrigo Franco” adlı ölüm timleri ölüm kusuyor, halk, işçiler, gençlik, öğrenci önderleri, sendika liderleri, Türkiye insanının yakından tanıdığı yöntemlerle, sokak ortasında, ev baskınlarında veya kaçırılarak katlediliyorlardı. ABD’nin demokrasi isteği yerine getiriliyordu!
IMF programı ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum” programları çerçevesinde küçük üretici tamamen yıkıma uğratıldı. Tarım girdilerine, ilaç, tohum, gübre, mazot, benzine yüksek oranlı zamlar yapıldı. Toprak yasası çıkartılarak 10 hektardan küçük üreticilere tarım kredileri kesildi. Bunlar tarlalarını yok pahasına satmak zorunda kaldılar. Ürün fiyatları maliyetlerin altında tespit edildi. Böylece küçük üreticilerden sonra, orta köylülük de yıkıma uğratıldı.
1990 kararları ile birlikte uyuşturucu ticareti büyük bir artış gösterdi. Tarımsal çöküntünün ardından hububat, mısır vb. tarımsal ürünlerin yerini kokain hammaddesi olan koka yaprağı aldı.
Tüm bunlar yaşanırken, dünyanın gözü önünde büyük bir komedi sahneleniyordu.
Oyunun baş aktörleri ABD ve Peru yönetimleri idi; ABD yönetimi, Peru yönetimine uyuşturucu ticaretini engellemesi için baskı yapıyordu! 1991 yılında ABD ile Peru arasında uyuşturucu ticareti ile mücadele anlaşması imzalandı ve ABD yardımı bu şarta bağlandı.
Ancak tesadüfe bakın ki (!) bu anlaşmadan sonra Peru’da uyuşturucu imali ve ticareti büyük ölçüde büyüdü! Çünkü kâğıt üzerindeki anlaşmaların tersine köylülüğe koka yaprağından başka bir şey ekme şansı tanınmıyordu. 1974’de 16 bin dönüm olan koka yaprağı üretim alanı 1991’de 90 bin dönüme, 1974’de 12 bin ton olan koka üretimi 1991’de 85 bin tona çıktı. Ve Peru, sonradan belgelerle ortaya konulduğu gibi CIA’nın eroin ticaretini örgütlediği merkezlerden biri haline gelmişti.
Durumdan IMF ve Dünya Bankası memnundu, uyuşturucudan gelen paralarla Peru, borç faizlerini ödüyordu. Halk işsizmiş, köylülük yıkıma uğramış, sanayi tahrip edilmiş, çocuklar beş yaşına gelmeden ölüyormuş, salgın hastalıklar kol geziyormuş, bunlar tefeci haydutları ilgilendirmezdi. Önemli olan kendi programlarının yürümesi, bir ülkenin gelirlerine el konulması, borçların geri dönüşünün sağlanması idi. Bunlar oluyorsa işler iyiydi. Sonuçta Peru ekonomisi tam bir çöküşün içine yuvarlandı.
Aynı olaylar, Bolivya’da da yaşanıyordu.
AŞAĞI SAHRA AFRİKASI
Bir aşağı Sahra Afrika ülkesi olan Somali, 1970’lere kadar geri bir tarım ve hayvancılık ülkesiydi. Ama yine de ürettikleri kendine yetiyordu. Bu tarihten sonra IMF ile kredi anlaşmalarına girişti. 1980’lerde IMF müdahalesi Somali’nin çöküşünü hızlandırdı. IMF ile yapılan anlaşma gereği “yapısal uyum” programı yürürlüğe konuldu. Ve kendine yeter durumda olan Somali tarımı, ihtiyacı karşılamaz oldu. Tarım tahrip edildi. IMF dayatmaları sonucu gerçekleştirilen devalüasyonlar, yakıt, gübre, zirai ilaçlara yapılan sürekli zamlar tarımda girdileri arttırdı. IMF reçeteleri doğrultusunda kuyular ve otlaklar özelleştirildi. En verimli ve geniş topraklar zengin tüccarlar ve subaylar tarafından ele geçirildi.
Hayvancılık, Dünya Bankası’nın baskıları ile köreltildi. Yine yapısal uyum programları gereği ve Dünya Bankası’nın dayatmasıyla veterinerlik hizmetleri paralı hale getirildi. Veteriner ilaçları için özel bir pazar oluşması teşvik edildi. Su ticarileştirildi. Ülkenin temel gelirini oluşturan hayvan ihracatı, salgın hastalık gerekçesiyle Avrupa Birliği ve ABD tarafından engellendi. Böylelikle 10 yıl içersinde Somali’de tarıma ve hayvancılığa yapılan yatırımlar % 85 oranında düşürüldü.
“Yapısal uyum programları” gereği, kamu harcamalarını kısma adı altında sağlık ve eğitimde devlet yatırımları kaldırıldı. 1989’a gelindiğinde sağlık harcamaları 1975 yılına göre % 78 oranında azaltılmıştı. Eğitimde bir ilkokul çocuğu başına yıllık harcama 1982’de 82 dolar iken, bundan sadece 7 yıl sonra 1989’da 4 dolara düşmüştü. Sonuçta Somali’de eğitim ve sağlık sistemi harap oldu, okul ve hastanelerin bir kısmı kapanırken, var olanların büyük bölümü hizmet veremez duruma geldi.
Dünya Bankası tahminlerine göre gerçek ücretler 1989’da 1970’e göre % 90 oranında azalmıştı. Kamu sektöründe ortalama ücret ayda 3 (üç) dolara düşmüştü.
Dünyanın IMF ile iş yapan pek çok ülkesinde olduğu gibi Afrika’nın da pek çok ülkesi Somali ile aynı kaderi paylaşıyor.
Geçimini esas olarak hayvancılıkla sağlayan Zimbabve, Afrika’nın ekmek sepeti olarak görülürdü. 1992’deki büyük kuraklık üretimi etkiledi. Fakat asıl ilginci, kuraklık doruk noktasındayken uluslararası sigara tekellerinin isteğiyle ve modern su kanalları, kredi, ulaştırma ile desteklenen tütün üretimi arttı. Yani halk kıtlık içinde kıvanır, bebekler gıdasızlıktan can verirken, tütün üretimi artırıldı.
Yine bir başka Afrika ülkesi ve bir zamanlar gıda ihracatçısı olan Malawi’de Dünya Bankası programları gereğince mısır üretimi 1992’de % 40 oranında azalırken, sigara tekellerinin isteği doğrulusunda, Bretton Woods kuruluşları nezaretinde yürütülen tarıma yönelik “sektörel uyum” modeli çerçevesinde tütün üretimi ikiye katlandı. En verimli araziler tütün ekimine ayrıldı.
1980’li yıllar boyunca tarıma müdahale edilerek tarım çökertildi. Su paralı hale getirildi. Küçük üretici yok edildi. Tütünden gelen para ise, sürekli artan borç ödemelerine verildi. Ancak emperyalist propagandaya göre Afrika’daki açlığın nedeni bunlar değil, kötü iklim koşullarıydı!
Bir başka Afrika ülkesi Ruanda, dünya kahve üretiminin merkezlerinden biriydi. Buradaki etnik ayrılıklar, böl-yönet politikalarının gereği olarak emperyalistler tarafından sürekli gündemde tutuluyordu.
Kahve satışları Ruanda’nın döviz gelirlerinin % 80’ini oluşturuyordu. 1980’lerde Ruanda ekonomisi Aşağı Sahra Afrika’sının en iyi ekonomilerinden biriydi ve o yıla kadar GSMH’si % 4,9 oranında artıyordu. Yıllık enflasyon % 4 civarındaydı ve bölgenin en düşük enflasyonuydu. Köylülerin % 70’i kahve ekiyordu, ama diğer tarımsal ürünler de yetiştiriliyordu.
Dünya kahve kartelinin dayatması, kahve tekellerinin oyunları sonucu gelirler birden düştü. GSMH eksiye geçti. Borç ödemelerinde sıkıntılar baş gösterdi.
1988 Kasımında IMF heyeti “ekonomiyi ve kamu harcamalarını incelemek” üzere Ruanda’ya gitti! İnceleme sonucu devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, kamuda çalışan işçilerin ve emekçilerin işten atılması kararı çıktı. Ruanda parası % 50 oranında devalüe edildi. Temel tüketim maddelerine, benzine, mazota zamlar yapıldı.
Dış borçlar sadece 1989–1992 arasındaki üç yıllık sürede % 34 arttı.
Eğitimde, sağlıkta özelleştirmeler başladı, sosyal harcamalarda kısıtlamalara gidildi. Ve sonucunda bulaşıcı hastalıklarda ve sıtmada büyük patlamalar yaşandı.
Yine IMF ve Dünya Bankası’nın dayatması sonucu 300 bin kahve ağacı kökünden söküldü. Dünya kahve fiyatları yükseldi. Ama Ruanda bundan nasibini alamadı, çünkü Bretton Wodds isimli kredi kuruluşuyla yeni kredi alabilmek için yaptığı anlaşma sonucu kahve fiyatını 1988’deki fiyat düzeyinde dondurmuştu.
Ruanda ekonomisi çökertilmişti. Halk öfkesi kabarıyordu. İşte tam bu sırada emperyalizmin böl-yönet taktiği devreye girdi. IMF yeni kredi için yeşil ışık yaktı. Ama verilecek kredi şartlı krediydi ve silah alımında kullanılacaktı. Halk açlık içindeyken Ruanda ordusunun asker sayısı bir gecede 5 binden 40 bine çıkartıldı! Açılan şartlı kredi karşılığı yeni makineli tüfekler, roketler, toplar alındı. Ruanda’nın dış borcu arttı.
Bundan hemen sonra savaş, etnik çatışmalar, katliamlar başladı. Bunlar halen sürüyor.
Aynı olaylar değişik biçimde Afrika’nın birçok yerinde hüküm sürüyor. Bir zamanlar tarımı kendine yeten, dışarıya hayvan ihraç eden Afrika’da, bugün kıtlık kol geziyor. Avrupa’dan ithal edilen gümrüksüz et ve süt ürünleri hayvancılığı öldürüyor. Avrupa’nın Batı Afrika’ya yaptığı et ihracatı 1984’den bu yana yedi kat arttı. Tüm bunlar bir yanda IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla tarım ve hayvancılığı öldürürken, her geçen gün büyüyen dış borçlar ödenemez duruma gelmekte, Afrika’nın büyük bölümü, küreselleşmenin nimetlerinden açlık biçiminde nasiplenmektedir.
HİNDİSTAN
1991 yılında yürürlüğe konulan IMF programı sonucu Hindistan’da kronik açlık baş gösterdi. Hükümet uluslararası mali piyasaların isteğini yerine getirebilmek için 47 ton altını güvenlik teminatı olarak uçakla Bank of England kasalarına emanet etmek zorunda kaldı.
IMF ve Dünya Bankası ile olan anlaşmalar çerçevesinde Hindistan’da hükümet sosyal programları ve altyapı harcamalarını kesti. Tarımda destekleme fiyat uygulaması kaldırıldı. En kârlı kamu işletmeleri özelleştirilerek yabancılara satıldı. Vergi sistemi değişti. Yabancı sermayenin önündeki tüm engeller kaldırıldı. Birçok kamu işletmesi kârlı olmadığı gerekçesiyle kapatıldı. 4 ila 8 milyon arasında kamu işçisi işten atıldı. İş yasaları değiştirilerek kuralsızlaştırıldı. Yabancı bir ayakkabı imalatçısı olan Bota, sendikalı fabrika işçisine günlük 3 dolar ödüyor. Ancak bu para çok geliyor. İş yasalarında yapılacak yeni değişikliklerle bunun 1 dolara düşürülmesi hedefleniyor.
Hindistan’da 900 milyonluk nüfusun 400 milyonu tarım alanında. IMF anlaşmalarının temel koşullarından biri olan tarıma desteğin çekilmesi, tarım ürünlerine ve gübreye sübvansiyonun kaldırılması, tarımsal ilaç, mazot, benzin vb. sürekli artması sonucu küçük ve orta ölçekli çiftçi iflasa sürüklendi. Milyonlarca tarım işçisi açlığın kollarına itildi. Büyük bir işsizlik baş gösterdi. İnsanlar açlık karşılığı çalıştırılmaya başlandı. 1992’de hükümetin Tamil Nadu’da tarım işçileri için belirlediği asgari ücret günlük 15 rupeydi (0,57 dolar. Yaklaşık 370 bin Türk Lirası civarı). Ancak bu bile uygulanmıyordu. Gerçekte günlük işçi yevmiyesi 3 ile 5 rupe civarındaydı. Ağır işkolu olan inşaat sektöründe günlük ücretler 10–15 rupe, kadınlara 8–10 rupeydi.
IMF programının ardından halkın temel besin kaynaklarından pirincin fiyatı % 50 oranında yükselirken, 17 milyon insanın geçimini sağlayan el tezgâhlarında dokumacıların geliri % 60 düştü. Açlıktan ölümler başladı.
IMF ve Dünya Bankası, işçileri açlık karşılığı çalışmaya zorlar, küçük ve orta ölçekli tarım üreticisini yıkıma sürüklerken, kamu arazilerinin ellerine geçmesi için kastlarla ve toprak ağalarıyla işbirliğine girdi. Köy tefecileri muazzam ölçüde güçlendi.
Uluslararası emperyalist tefeci sermayenin isteği doğrultusunda tarımsal üretim düşerken, fiyatı % 50 yükselen pirinç üretimi arttı ve ihraç ediliyordu. Ve 1940’lardan bu yana ilk kez, Hindistan tarihinde görülmemiş bir açlık yaşandı. Halkın öfkesi hissediliyordu, işte burada bir kez daha emperyalizmin artık klasikleşen oyunu sahneye kondu. Üstelik İngiltere dünyada etnik, mezhepsel, dinsel çatışmalar ile oynamanın, bu yöntemle halkı birbirine kırdırırken sömürüsünü devam ettirmenin en deneyimli usta devletiydi ve Hindistan’ı sömürgesi altında bulundurmuş, buraların özelliklerini avucunun içi gibi biliyordu. Böylece yıllardan beri canlı tutulan iç çatışmalar şiddetlendi. Halen Kaşmir, Pencap ve Assam sorunları bitmiyor, Hindu-Müslüman çatışmaları sürüyor, Pakistan ile ilişkiler her zaman gergin tutuluyor.
Ülke ekonomisinin altı oyulur, tarım çökertilir, açlık ve kıtlık yaşamı çekilmez hale getirir, insanlar birbirine düşürülürken, yolsuzluk ve rüşvet kol geziyor, yağma ve talan artarak devam ediyor, bir avuç rantiye, sömürücü ve yönetici servetlerine servet katıyor.
BANGLADEŞ
1975 yılında Başkan Mujibur Rahman’ın CIA tarafından düzenlenen bir askeri darbe ile devrilmesinin ardından Bangladeş’te yeni ekonomik programlar devreye sokuldu.
ABD yardımları, IMF programlarının tam olarak uygulanması şartına bağlandı.
IMF anlaşmaları sonucu Bangladeş tam anlamıyla IMF ve Dünya Bankası denetimine girerken, IMF ve Dünya Bankası’nın bilinen politikaları yürürlüğe kondu. Tarımda destekleme alımları, sübvansiyon kaldırıldı, tarım girdilerine ve temel tüketim maddelerine büyük oranlı zamlar yapıldı. Küçük ve orta çiftçilik yerle bir oldu.
Bangladeş’in en önemli gelir kaynağı Hint keneviriydi. IMF bu sanayinin üçte birinin kapatılmasını, 35 bin işçinin işten atılmasını istedi. Aksi takdirde kredi muslukları kapanacaktı.
Tarımda yıkım sonucu büyük bir işgücü fazlası oluştu. IMF’ye göre Bangladeş’in en büyük avantajı buydu! Elbette zenginler bu işgücü fazlasını kendileri için büyük bir avantaj olarak kullanıyorlardı. Bir tekstil işçisinin ortalama aylık ücreti 20 dolar civarındaydı.
Dünya Bankası’nın “bütçe ve kamu açıklarını kapatma” adı altında klasik uygulamaları sonucu Bangladeş’te sağlık ve eğitim harcamaları büyük oranda kısıldı. Dünya Bankası’nın dayatması sonucu sağlık için bütçeden kişi başına ayrılan para yıllık 1,5 dolara düşürüldü (900 bin TL). Buna karşılık Dünya Bankası; Bangladeş’te sosyal harcamaların hâlâ çok yüksek olduğunu söylüyordu!
Sonuçta hastalıklar arttı. Yalnız tahıl ile beslenme nedeniyle A vitamini eksikliği yüzünden on binlerce çocuk kör oldu.
RUSYA
Soğuk savaştan sonra, ABD ve diğer emperyalistlerin öncelikli hedefi Rusya idi. Sosyalizm yıkılmış, ancak geriye güçlü bir altyapı, sanayi, teknoloji, bilimsel birikim, eğitimli insan malzemesi kalmıştı. Bu durum Rusya’nın ileride yeniden toparlanıp bir süper güç olarak dünya pazarlarına el atması, güçlü ve büyük bir devlet olarak pazar savaşımında boy göstermesi tehlikesini ortaya koyuyordu. Üstelik yıllar boyunca bir bloğun başı olarak Doğu Avrupa ülkeleriyle ciddi bağlara, dünyanın pek çok ülke ve bölgesinde etkiye sahipti. Öyleyse hedef, bu tehlikeyi bertaraf etmek, Rusya’yı toparlanmaya fırsat vermeden güçsüz düşürmekti. Bunun birkaç yolu vardı; Rusya Federasyonu’nu dağıtmak. Bağlı ülkeleri Rusya’dan kopartmak, sözüm ona bağımsızlıklarını ilan ettirmek, yani ABD’nin nüfuz alanına girmelerini sağlamak gibi.
Bu amaç doğrultusunda iç karışıklıklar çıkartmak, bölgeyi sürekli gergin, karışık ve savaş halinde tutmak, etnik, ırkçı kavgaları kışkırtmak faaliyetlerinden bazıları idi. Bu konuda en büyük görev Türkiye’ye verilmişti.
Diğer yandan da sanayinin altını oymak, enerji kaynaklarını ele geçirmek, tarımı çökertmek ve sonuç olarak ekonomiyi tahrip ederek dışa açık ve mahkûm hale getirmek hedeflerin diğer ucuydu.
Rusya, nükleer yatırım ve gelişmişliği, yeraltı kaynakları ve enerji alanındaki zengin kaynakları ile iştah kabartıyordu. Gerçi enerji alanına ABD’li ve İngiliz petrol şirketleri daha önceden girmiş, petrol alanları üzerinde etkinlik kazanmışlardı, ama enerji kaynaklarının ele geçirilmesi, üzerlerinde tam bir hakimiyet kurulması, önümüzdeki dönem bölgeye kimin hâkim olacağını belirleyecek önemli bir etmendi.
Biz konumuz açısından, emperyalist hegemonya planlarını, emperyalistler-arası işbirliği ve dalaşmaları bir kenara bırakarak, Rusya’nın ekonomik yaşamına, emperyalist tefeci devlet ve kuruluşlarla ilişkilerine, IMF, Dünya Bankası ile anlaşmalarına dönelim.
Emperyalistler açısından hedef saptanmıştı; ulusal ekonomi çökertilecek, bilim, teknoloji alanları ve yatırımları ele geçirilecek, sanayi dinamitlenecek, tarım tahrip edilecekti. Öyle bir darbe indirilmeliydi ki, hasta bir daha normal hayata dönememeli, bitkisel hayatta, başkalarına mecbur halde kalmalıydı.
Rusya’da IMF ve Dünya Bankası’nın telkinleriyle “ekonomik reform” programı uygulamaya konuldu. Ve daha reformların ilk ayında sanayi üretimi % 27 azaldı. 1992 yılına gelindiğinde bu rakam % 50’ye düşmüştü.
IMF, Yeltsin’in başında bulunduğu Rusya’ya Sahra Afrika’sı muamelesi yapıyordu. Burada uygulamaya koyduğu programların aynısını Rusya’da uygulamaya koydu. ” Demokrasi”, “küreselleşmeye ayak uydurma”, “Yeni Dünya Düzeninin dışında kalmama” vb. propagandalarla uygulamaya konulan “ekonomik istikrar paketi” sonucu tüketici fiyatları bir yıl içersinde yüz kattan fazla arttı.
Ekmeğin fiyatı bir yıl içinde 18 köpekten 2 rubleye çıktı. Ülke içinde üretilen televizyonun fiyatı 800 rubleden 85 bin rubleye yükseldi.
Halk bir avuç zengin, işbirlikçi, yönetici ve mafya dışında açlık ve yoksulluğun pençesine itiliyordu. Geçmişi sosyalizmin başarıları ile dolu, eğitimden sağlığa, sosyal hizmetlerin ücretsiz olduğu, dünyanın en gelişmiş altyapısına sahip, halkın yarınlardan hiçbir endişe duymadığı, sosyalizm bayrağı altında barış ve kardeşlik içinde yaşayan koca bir ülke, kapitalizmin restorasyonu ile başlayan sürecin sonucunda bir köpeğe muhtaç hale düşürülmüştü. “Demokrasi geliyor” yalanları altında açlık, yoksulluk çekiliyor, enerji kaynakları bakımından dünyanın en zengin ülkesinde doğalgaz dışarıya aktarılırken konutlarda ısınma sorunu ile karşı karşıya kalınıyor, yıllardan sonra ilk kez soğuktan donarak ölme olayları yaşanıyordu.
Ancak IMF, ekonomik istikrar programının sertleştirilerek sürdürülmesini istiyordu. Çünkü IMF’ye göre, “halkta likidite fazlası” vardı ve bunun emilmesi gerekiyordu! Oysa bütün dünya, basın kanalıyla halkın nasıl yoksulluk içinde kıvrandığını görüyordu. IMF’nin demek istediği şuydu; ücretler daha fazla düşürülmeli, tüketim maddelerine daha fazla zam yapılmalı.
Yoksulluk ve açlık öyle noktaya ulaşmıştı ki, yaşlı Ruslar durumu şu çarpıcı sözlerle özetliyordu; “2. Dünya Savaşı yıllarında bile daha çok yiyecek bulabiliyorduk!”
Ortalama maaşlar 10 dolara karşılık geliyordu. Oysa bir palto 60 dolardı!
IMF ve Dünya Bankası bilinen nakaratları tekrarlamaya başladı; okullar, hastaneler, anaokullarından devlet desteği çekilmeli, buraları kendi kendini finanse eder duruma gelmeliydi. Yani özelleştirilmeliydi. Aynı şeyler sanat kurumları için de geçerliydi. Uygulama sonucu eğitim, sağlık ve sanat iflasa sürüklendi. Tüm bunlar küreselleşmeliydi. Küreselleşme ise uygarlıktı! Ve o uygarlık eğitimi engelliyor, hastane kapatıyor, en köklü sanat kurumlarının kapısına kilit vuruyor, sanatçıyı sokağa, çöplüğe atıyordu. İşte küreselleşme buydu; insanlığın en büyük zaferi ve son mucizesiydi!
“Yapısal uyum programları” gereği özelleştirmeler yürürlüğe girdi. En büyük devlet işletmeleri, en gelişmiş devlet çiftlikleri yağmalandı. Enerjide korkunç bir soygun başladı. Yabancı petrol tekellerince 17 dolar karşılığı alınan petrol, uluslararası piyasada 150 dolara satılıyordu. 1993 yılında Rusya’daki bankaların yarısı artık mafyanın elindeydi.
Ayda 1 milyar civarında olduğu tahmin edilen para yurt dışına kaçırılıyordu.
Buna karşın iç pazarı ithal lüks malları kaplamıştı. Yağmadan elde edilen ganimet ithal lüks tüketim mallarına harcanıyordu. Mercedes, BMW araçlarına ilgi büyüktü. ABD’den ithal edilen özel ambalajlı bir şişe kaliteli içki 345 dolara, yani bir Rus işçisinin 4 yıllık gelirine alıcı bulabiliyordu.
IMF, Dünya Bankası ve uluslararası tefeci kredi kuruluşları ile imzalanan anlaşmalar doğrultusunda özelleştirmelere hız verildi, inanılmaz bir yağma yaşanıyordu. En büyük sanayi tesisleri satışa çıkartıldı. Satış rakamları öylesine komikti ki; örneğin komple bir füze tesisi 1 milyon dolara satılmıştı. (GS’li Hakan Şükür’ün satış bedelinin 17 milyon dolar olduğunu hatırlayınız!)
Satışlar yalnızca fabrikalarla sınırlı değildi. Topluma ait ne varsa satılıyordu. Moskova Belediyesi, şehir merkezindeki apartman dairelerini satışa çıkartmıştı.
Kısa zaman içersinde pek çok alan emperyalist tekellerin denetimine girdi. Ancak yabancı sermaye yine de temkinliydi. Kontrollü girişi tercih ediyorlardı. Çünkü kendileri açısından Rusya hâlâ geleceği belirsiz ve riskliydi.
1992’nin sonlarına gelindiğinde IMF, ekonomik istikrar için sanayi işletmelerinin % 40’ının kapatılması gerektiğini söyledi. Ancak bu karar Rus parlamentosunda muhalefetle karşılaştı. Öneri tam olarak uygulanmadı.
Bunun üzerine IMF, Rusya parlamentosunun engellemesi yüzünden ekonomik istikrar programının tam olarak uygulanamadığını söyleyip 3 milyar dolarlık ikinci dilim kredinin verilmeyeceğini açıkladı. Yüreği demokrasi aşkıyla dolu olan Clinton da, yardımın “demokratik reformların başarılmasına bağlı” olduğunu ilan etti!
İşte bu açıklamaların hemen ardından o meşhur saldırı; Beyaz Eve topçu saldırısı gerçekleştirildi. Saldırının amacı açıktı; IMF programının tam olarak işlemesini engelleyen, ulusal sanayinin gelişmesinden yana olan muhaliflerin korkutulup kaçırtılması…
Saldırının ardından Yeltsin, meclisi feshettiğini açıkladı. Sonradan belgelerle açığa çıktı ki, Yeltsin bu kararı ABD ve G7 ülkeleriyle birlikte almıştı. Daha topçu saldırısından bir gün önce ABD ve G7 ülkeleri ertesi gün parlamentoya saldırı olacağını Moskova’daki elçiliklerine bildirmişlerdi.
Saldırıyı IMF kararlarının tam olarak uygulanacağını bildiren Yeltsin imzalı bir dizi kararname izledi. Faiz oranları yükseltildi, özelleştirmeler hızlandı. İç piyasaya yönelik krediler azaltıldı.
Kararlar etkisini çok kısa bir zaman içinde gösterdi. Ekmek fiyatları bir gece içinde dört misli arttı. Tarımda sübvansiyonlar kaldırıldı. Tarım desteklemesine ayrılan para dış borç ödemelerine aktarıldı.
Özelleştirmelerin sanayi üzerinde yıkıcı bir etkisi oldu. Sanayi işletmelerinin % 50’sinden fazlası 1993’de iflasa sürüklendi. İşçiler ücretlerini düzenli alamıyor, açlık, yoksulluk ve sefalet sınır tanımıyordu. Halk yoksulluk içinde kıvranır, en değerli sanayi işletmeleri kapatılır, tarıma büyük darbeler indirilir, halklar arasında düşmanlık tohumları serpilirken, emperyalist tekeller ülkeyi yağmalıyor, bir avuç işbirlikçi zengin, yönetici, mafya, milyar dolarları istifliyor, yurt dışına kaçırıyordu.
MALİ SERMAYE EGEMENLİĞİ KAÇINILMAZ DEĞİLDİR
Küreselleşmenin yeni bir umut, insanlığın tümü için paha biçilmez bir fırsat, uygarlığın dünyanın en ücra köşesine taşınmasının yegâne yolu vb. olduğu biçimindeki sözler, üstü cilalı sloganların kapitalizmin tükenmişliğini, asalaklığını, gözlerden saklayıp, yeni bir umut yaratma, kitleleri beklentiye sokma peşinde olanların adice propagandasından başka bir şey olmadığı meydandadır. Yaşanan gerçekler hiçbir biçimde üstü örtülemeyecek kadar korkunçtur. Ve mali sermaye egemenliğinin eriştiği düzeyi, tefeci devletlerin ağına düşenlerin ne hale geldiklerini acı deneylerle de olsa göstermektedir.
Son süreçte bağımlı ülkelerin borçları artmış, 561 milyar dolardan 2 trilyon dolara ulaşmış, ancak yatırımlar 1980–1995 yılları arasında 4 milyar dolardan sadece 5,5 milyar dolara çıkabilmiş. Bir başka ifadeyle, borçlar % 400 artarken, aynı zaman dilimi içerisinde yatırımlar sadece % 40 artmış. Demek ki alınan krediler, borç faiz ödemelerinde, şartlı krediler sonucu ithalatta, silah alımında vs. kullanılmış. Yeni yatırımlar yapılmadığına, krediler üretken alanlarda kullanılmadığına göre, ülkenin gelirlerine el koyan emperyalistlerin ve yerli ortaklarının kefaretleri işçi sınıfının, emekçi halkın, küçük ve orta ölçekli köylünün sırtına yüklenmiş. Ücretler düşürülmüş, tüketim maddelerine sürekli zamlar yapılmış, taban fiyatları düşük tutulmuş, toplu işten atılmalar yaşanmış, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurum kat be kat büyümüş.
Vaziyet öyle ürkütücü noktalara varmış ki, dünyanın en büyük spekülatörlerinden Soroz ve kapitalizmin akıl hocaları Amerika’daki “düşünce üretme merkezleri” think-tang kuruluşları bile, işin aşırı boyutlara ulaştığını, sermayenin fazla düşüncesiz hareket ettiğini, zenginlikle yoksulluk arasındaki uçurumların çok büyüdüğünü, bu gidişin sistem açısından tehlikeler arz ettiğini, yakında toplumsal patlamaların olabileceğini söylemeye başlamışlardır.
Ancak tesadüfe bakın ki (!) küçük burjuva reformistlerinin de ağızlarından aynı yakınmalar duyulmaktadır. Onlar da, küreselleşmenin aslında iyi bir şey olduğunu, teknolojiyi ve bilimi her tarafa taşıyacağını, demokrasi getireceğini, bu açıdan bakıldığında Avrupa Birliği’ne girmenin Türkiye halkı açısından iyi olacağını, Avrupa’nın Türkiye’ye demokrasi ve refah getireceğini, üstü kapalı ve utangaçça da olsa söylemektedirler. Kendi işçi sınıfı ve emekçi halkından umut kesenlerin, kapitalizme içten içe hayranlık duyanların böyle düşünmesinden doğal bir şey yoktur. Onlar da, Amerika’daki kapitalist ideologların ve Saroz’un kaygılarını paylaşmakta, kapitalizmin sömürüyü fazla aşırıya kaçtığını düşünmektedirler; bilim ve teknolojiyi, uygarlığı dünyanın dört bir yanına taşıyan kapitalizm (!) biraz daha adil davranıp gelirlerinden bir kısmını halklarla paylaşabilir, daha adil ve yaşanabilir bir dünya kurabilir.
Oysa tatlı su solcuları şu gerçeği asla hatırlamak istemiyorlar. -Ya da hatırlıyorlar da, gerçeklerle yüz yüze gelmek istemiyorlar.- Kapitalizm kapitalizm olarak kaldıkça insanların refah seviyesini yükseltmeyi, yaşam kalitesini arttırmayı değil, daha fazla kâr elde etmeyi, büyük boyutlara ulaşan sermaye fazlasını geri ülkelere aktarmayı, bu ülkeleri kendi egemenliği altına almayı sürdürecektir. Kapitalistlerin, dünya pazarlarında daha fazla pay sahibi olmak, daha fazla kâr elde etmek varken, bunu bırakıp, kitlelerin refah düzeyini yükseltmekle uğraşacağını ancak, kapitalizmin pisliklerini örtmek, onu şu veya bu biçimde övmek, beğendirmek isteyenler düşleyebilir.
Oysa yapılması gereken, sermayenin sanal âleminde hayallere dalmak değil, en acı ve yalın gerçeklerle yüz yüze gelmek ve buna karşı mücadele etmektir.
Kapitalizm tam kapitalizm gibi davranmaktadır. Varlığını insanların sömürüsü ve asalaklık üzerine kurmuş bir sistemin başka türlü davranması zaten beklenemez. Aksi takdirde kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkar.
Öyleyse nasıl ki kapitalizm kapitalizm olarak davranıyorsa, kapitalizme hayranlık duyanların, onun “tanrısal gücüne” inananların da ıkınıp sıkılmadan öyle davranmaları, yok eğer öyle değilseler, o zaman yine ıkınıp sıkınmadan işçi sınıfı davasının açıkça yanında olmaları ve kapitalizmin vicdanı olma hayallerini bırakıp, mali sermaye egemenliğinin son bulması, işçi sınıfının ve emekçi halkın gerçek kurtuluşu için işçi sınıfı partisiyle birlikte mücadele etmeleri gerekir. Ara yol yoktur.
Temmuz 2000