Üniversite gerçeği, bilim ve mücade

(Bu yazının, Özgürlük Dünyası’nın 50. ve 51. sayılarında yer alan “Yüksek Öğrenim Gençliğinin Örgütlenme Sorunları” başlıklı 2 bölümlük yazı ile birlikte okunması, sorunun kavranması açısından faydalı olacaktır.)

Üniversitelerde iki anlayış mücadele ediyor. Birisi; fikir babalığını Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (DB) yaptığı, işbirlikçi sermayenin, hükümetin ve YÖK’ün ise adım adım uygulamaya koyduğu anlayış. Bu anlayışa göre üniversite, “Piyasanın ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılarak kapılarını özel girişimciliğe açan, bilimin sermayenin hizmetine sunulduğu, üniversitelerin şirketlerle kaynaştığı, dahası, üniversitenin kendisinin holdinge dönüştürüldüğü” kurumlar olmalıdır. Diğeri ise, bilim insanı onurunu yitirmemiş akademisyenlerin, bilimsel öğrenim görmek isteyen öğrencilerin, insanca çalışma ve yaşama koşulları talep eden üniversite çalışanlarının ve bir bütün olarak, parasız, demokratik ve bilimsel eğitimden yana olanların savunduğu anlayıştır. Bu anlayışa göre üniversite; “Bilimsel araştırma ve öğrenimin özgürce yapılabildiği, bilimin sermayenin değil, toplumun, halkın hizmetinde olmasının gerekliliğini ilke edinmiş; şirketler, holdingler, uluslararası tekeller ve işbirlikçileri karşısında bağımsız kimliğini koruyan, devlet tarafından finanse edilen ve eğitimde fırsat eşitliğine uygun olarak yapılandırılan, özerk ve demokratik bir işleyişe sahip olan” kurumlar olmalıdır.
Geçtiğimiz ay içerisinde başlayan 2000–2001 eğitim-öğretim döneminde de üniversitelerde bu iki anlayışın mücadelesi yaşanıyor-yaşanacak.
Üniversitelerin açıldığı ilk günlerde YÖK’ün ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ortak olarak çıkardığı, üniversiteler ve bilim açısından “yüz karası” niteliği taşıyan bir broşür, öğrencilere dağıtıldı, ailelerine gönderildi. Böyle bir broşürün dağıtılması bile, üniversitelerin getirildiği noktanın sermaye, hükümet ve YÖK’ün üniversiteye yüklediği işlevin bilim, demokrasi ve özgürlük karşıtı içeriğini çarpıcı bir biçimde göstermiştir. Bu aynı zamanda bugün yükseköğrenime hâkim olan anlayıştır.
Üniversitelerde mücadele eden iki anlayışın birincisini temsil edenlerin çıkarıp dağıttığı bu broşüre karşı, öğrenciler de çeşitli bildiri ve broşürler yayınlayarak, üniversitenin gerçek işlevinin ne olması gerektiğini ortaya koydular. Bu belgeler ve içerikleri, üniversiteler ve bilim alanında süren mücadelenin güncel ifadeleridir. Mücadelenin kökleri ise oldukça eskilere dayanır.

ÜNİVERSİTE-BİLİM İLİŞKİSİ VE EGEMENLERİN TUTUMU
Üniversitenin tarihi bilim tarihi kadar eski değildir. Ancak, üniversitelerin kurumsal yapıya kavuşmaya başladığı ortaçağın son dönemlerinden itibaren üniversiteler (akademiler), bilimsel araştırmanın, üretimin ve öğrenimin merkezleri olmuştur. O günden itibaren üniversitelerle bilim iç içe geçmiş; bilimin ilerlemesi üniversitenin, üniversitenin ilerlemesi de bilimin ilerlemesi anlamına gelmiştir.
Bilim denince, “doğa ve toplumun gelişim, ilerleme yasalarını anlamak, buradan elde edilen bilgiyi toplumun hizmetine sunmak; insanın ve doğanın zenginliğini, yine insan ve doğanın ihtiyaçları doğrultusunda kullanılabilir hale getirmek; insanlığın bolluk içerisinde, sağlıklı, mutlu, eşit ve özgür yaşamasının olanaklarını ilerletmek, bu uğurdaki çalışmaları sistemli bir hak getirmek” akla gelir. Eğer bilimin amacı ve işlevine dair bir tanım yapılacaksa, namuslu, onurlu her bilim insanının üzerinde birleşebileceği genel tanım budur. Üniversiteler ise, “bilimin konusunu oluşturan bütün alanlarda, bilimin amacına ve işlevine uygun olarak araştırma ve üretim içerisinde olan, bu temelde lisans ve lisansüstü öğrenim veren, öğrencileri bilimsel ve mesleki bir formasyona kavuşturan kurumlardır.”
Üniversite ve bilimin bu iç içe geçmiş tanımı ve tarihi aynı zamanda egemen sınıfların, bilime ve üniversiteye hâkim olmalarının da tarihlidir, ama öte yandan bu egemenliğe karşı mücadelenin de tarihidir. Birçok bilimsel gelişme egemen sınıfların toplum üzerindeki ideolojik hâkimiyetlerini sarsmış, egemenler de buna karşı üç ana yaklaşımla tutum almışlardır. Kimi zaman bilimsel gelişmeleri bütünüyle reddetmişler, bilimi ve bilim insanlarını din ve tanrı düşmanı ilan ederek baskı altında tutup, tasfiyeye girişmişlerdir. Kimi zaman ise, bilimsel ilerlemeleri kendi egemenliklerinin dolgu malzemesi yaparak, bilginin yönünü saptırmış veya kendi çıkarlarına uygun olarak yorumlayıp kapsamışlardır. Bütün zamanlarda ise, bilimi ve bilimsel bilgiyi, yoksul halklardan, sömürülen emekçi yığınlardan saklayarak, onları bilimden ve bilgiden uzak tutarak, insanların, halkın bilinçlenmesini engelleyerek, bilimsel ilerlemelerin sosyal sonuçlarının önüne geçmeye çalışmışlardır. Bilimin ve üniversitenin ortaçağ engizisyonuna, dinsel ve feodal gericiliğe karşı verdiği mücadele bu yönüyle zengin örnekler sunmaktadır.
Modern toplumun, kapitalizm-emperyalizm çağının egemen sınıfı olan burjuvazi ise, feodal gericiliğe karşı bilim ve aydınlanmaya sahip çıkarak kendi egemenliğini kurmuştur. Ancak o da bir kez egemen olduktan sonra, bilimin ve üniversitenin toplumdan, işçi sınıfı ve emekçilerden yana olmasına karşı amansızca mücadele etmiştir. Günümüze kadar gelen süreç içerisinde de bir egemen sınıf olarak burjuvazinin bilim ve üniversite karşısındaki tutumunu, yukarıda ortaya koyduğumuz üç ana yaklaşımın iç içe olduğu burjuva ideolojik anlayış belirlemiştir.
Dünyanın yuvarlak olduğundan, kendisinin ve güneşin etrafında döndüğünden tutun da, maddenin tanrıdan, evrensel akıldan veya ilahi güçlerden bağımsız olarak doğada var olduğu gerçeğine, Darwin’in Evrim Teorisi’nden Einstein’ın İzafiyet Teorisi’ne, inorganik maddenin organik maddeye dönüşmesinden atomun parçalanmasına birçok bilimsel buluş ve ilerleme egemen sınıflar tarafından hep reddedilmiş, buna karşı dinsel, metafizik görüşler savunulup propaganda edilmiştir.
19. yüzyıl, burjuvazinin bilinemezci, olgucu, kuşkucu ve metafizik görüşlerinin diyalektik materyalizm tarafından aşılmasına sahne olurken, artık hiçbir bilim adamı diyalektik materyalizmi top yekûn reddedemez hale gelmiştir. 20. yüzyılda birçok bilimsel buluş, sömürücü egemen sınıfların ve onun son temsilcisi burjuvazinin ideolojik hegemonyası aşıldıkça ve diyalektik materyalizm bir kılavuz olarak benimsendikçe gerçekleşebilmiş ve bunların her biri burjuva bilim anlayışına indirilen birer darbe olmuştur. Bilim ve üniversite, her tür dogmatik, gerici, hurafeci, kaderci anlayışlardan kurtuldukça, amacına ve işlevine uygun bir kulvarda geleceğe yürüye-bilmiştir.
Bütün bu tarihsel süreç, bilim ve üniversitenin; bilimi ve bilgiyi kendi tekelinde tutup, ona köle muamelesi yapan, bilimin ve üniversitenin işlevini, amacını, sınırlarını kendi çıkarlarıyla çizmek için uğraşan egemen sınıflara karşı mücadele ettikçe ilerleme şansına sahip olabileceğini zorunluluk düzeyinde ortaya koyan bir süreçtir. Dolayısıyla bugün de üniversitelerin bilim kurumları olarak varlıklarını sürdürmelerinin yolu, tarihsel sürecin gösterdiği zorunluluğa uygun hareket etmelerinden geçmektedir.

SERMAYE-ÜNİVERSİTE İLİŞKİSİ NE GETİRİYOR?
Türkiye üniversitelerinde, sermayenin üniversiteyle kurduğu ilişkinin özü, egemen sınıfların tarih boyunca bilim ve üniversiteyle kurduğu ilişki ve ona yüklediği anlamdan farklı değildir. Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD) dönem dönem hazırladığı üniversite raporlarında ortaya konan anlayış; Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) Başkanı Kemal Gürüz’ün dile getirdiği düşünceler; rektörler, dekanlar, üniversite ve fakülte yönetimlerine egemen olan anlayış, özünde aynıdır.
Bu çevreler tarafından “Üniversitenin yeniden yapılandırılması ve bilimsel araştırmanın somut olması” cümlesiyle özetlenen sermaye-üniversite ilişkisinin çerçevesi genel hatlarıyla şöyle açıklanabilir:
Üniversitelerin piyasanın ihtiyaçlarına uygun olarak uluslararası şirketler ve yerli işbirlikçileriyle yakın ilişkiler kurması, onların ihtiyaç duyduğu konularda araştırma-geliştirme (Ar-Ge) projeleri hazırlamaları, teknolojik açıdan donanımlı, altyapı sorunları az çok çözülmüş devlet üniversitelerinin bu şirketlerin yan kuruluşları haline getirilmesi, devlet üniversitelerine kaynak olmadığı gerekçesiyle bütçeden ayrılan pay düşürülürken özel üniversiteler ve vakıf üniversitelerinin teşvik edilmesi, bedava arazi tahsis edilmesi, en yetenekli ve başarılı öğrencilerin daha üniversite sıralarındayken bu şirketlerin elemanları olarak çalışmaya teşvik edilmesi, bilimin işlevinin ve amacının, şirketlerin kâr maksimizasyonu için yeni teknolojiler üretmekle sınırlandırılması, devletin ideolojik ihtiyaçlarına uygun olarak üniversitenin sözde bilimsel araştırmalar yapıp raporlar hazırlaması, vb.
12 Eylül sonrası hükümetleri ve YÖK’ün üniversitelere yönelik karar ve düzenlemelerinin kapsam ve içeriği buna uygun olarak şekillenmiştir. Birçok uluslararası şirket ve onların ülke içerisindeki yerli ortaklarıyla “bilimsel araştırma, teknolojik geliştirme” adı altında projeler hazırlanmış ve uygulamaya konmuştur. Birçok konferans, sempozyum ve uluslararası ölçekte düzenlenen toplantılarla üniversitenin ufku, kapitalist sömürü sisteminin, kâr ve rantı artırmaya dönük girişimleriyle sınırlanmıştır. Her tür bilimsel-teknik gelişme, sermaye düzeninin ihtiyaçlarını karşıladığı oranda geçerli ve yararlı sayılmış; toplumun çıkarına hiçbir proje oluşturulmasına izin verilmemiş, bu tür girişimler ya finanse edilmeyerek, ya da baskı altına alınarak engellenmiştir.
Üniversiteye finansman sağlamak, öğrencilerin yeteneklerini değerlendirmek ve ilerletmek propagandasıyla kendisine meşru temeller oluşturmaya çalışan bu egemen yaklaşıma göre üniversite ve bilim; Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar ve onların işbirliği yaptığı yabancı tekellerle uyum içerisinde çalıştığı oranda ayakta durabilir ve çağın ihtiyaçlarına yanıt verebilecek kurumlar olarak varlığını sürdürebilir. Bunun içindir ki, kamu arazileri, ormanlık alanlar bu işbirlikçi kapitalistlere yasadışı yollardan ve bedava verilerek peşkeş çekilmektedir.
Sermaye-üniversite ilişkisinin nasıl bir amaç taşıdığının çarpıcı örnekleri Türkiye’deki üniversiteler şahsında saymakla tükenmeyecek kadar çoktur. Siyanürlü altın aranmasının, nükleer santrallerin kurulmasının, insan ve çevre sağlığı açısından hiçbir zararı olmayacağı doğrultusunda “bilimsel raporlar” hazırlayacak kadar alçalmış, kamuoyu önünde bunu savunarak üniversite kürsülerinde akademik kariyer yükseltecek kadar bozulmuş ve kirlenmiş, sermayenin boyunduruğu altına girmiş üniversite öğretim görevlileri sistem tarafından üretilmekte ve desteklenmektedir.
Üniversitelerde düzenlenen konferanslarda ve panellerde, borsanın iyilikleri üzerine methiyeler düzecek, girişimcilik ruhu ve kolay para kazanmanın, kısa yoldan köşe dönmenin yolları üzerine bilimsel seminerler veren, bunu üniversitenin çağa ayak uydurmasının zorunlu adımları sayan profesörler, doçentler el üstünde tutulmaktadır. Enerjiden sağlığa, ulaşımdan iletişime birçok alanda toplumun ihtiyaçlarına yanıt vermeyi amaçlayan projeler geliştirmeyi gereksiz sayıp, bu konuda hiçbir sistemli çalışma desteklenip finanse edilmezken, devlet üniversitesindeki dersini bırakıp özel üniversitedeki dersine yetişen, şirket davetlerinde, yemeklerinde boy göstermeyi “bilim ahlakına” uygun sayan bir akademisyen tipini üniversiteye hâkim kılma onuru sermaye-üniversite ilişkisinin bu çağdaş yorumuna aittir!
Üniversiteye hâkim kılınan bilim dışı anlayışın çarpıcı örneklerini, ders kitaplarında bilimsel öğretiler olarak okutulan saçmalıklarda, şarlatanlıklarda da görmek mümkündür. İktisat, kapitalistlerin sömürü ve talanını haklı göstermek için okutulur ve özelleştirmeler, yabancı sermaye, aşırı kâr hırsı ve tekelcilik övülüp kutsanır. Kapitalizmin ekonomik krizlerini güneş lekelerine ya da azalan marjinal faydaya bağlayarak açıklamak, iktisadi doktrinler olarak öğretilir. İşletmecilik, en kısa yoldan “voleyi vurmak” ve emek sömürüsü üzerinden servete servet katmanın bilimi olarak “genç girişimcilerin” yüceltmesiyle beyinlere kazınır. Matematik, fizik, kimya ezberlenmesi gereken karmaşık formüller ve şekillerden ibaret, sadece kârlı yatırımların ölçüm ve proje araçları olarak vardır. İletişim fakültelerinde kitle haberleşmesi ve hukuk ilişkisi üzerine okutulan “bilimsel” derslerde, 12 Eylül’ün basın ve düşünce özgürlüğü üzerindeki baskıcı ve sansürcü tutumu haklı gösterilebilmekte ve gerekçeleri sayfalarca anlatılabilmektedir. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Kitle Haberleşme Hukuku isimli ders kitabında yer alan şu kısa paragraf, oldukça çarpıcıdır: “28. maddenin basın özgürlüğünü önemli bir biçimde sınırlayan bu hükmünü (82 Anayasası’nın 28. maddesinin içerdiği hükümler kastediliyor) 12 Eylül 1980 öncesi Türkiyesi’nin durumunu dikkate almak suretiyle değerlendirmek gerekir. Ülkemizi ve milletimizi parçalamaya yönelik yayınların önlenmesi Devletimizin en doğal hakkı olarak kabul edilmelidir. Hiçbir devlet varlığına yönelik bu tür saldırılara göz yumamaz. Anayasamızın bu alanda dahi hâkim kararını gerekli görmesi, basın özgürlüğüne verdiği değeri gösterir.”
Bütün bunlar ve alt alta sıralanabilecek daha birçok örnek, sermaye-üniversite ilişkisi üzerine cafcaflı sözlerle yürütülen popüler propagandanın üniversiteyi içine ittiği ve giderek derinleşen uçurumun göstergesi durumundadır. Burjuvazinin bilim anlayışının ve üniversite öğrenimine egemen olan ideolojisinin yarattığı tablodur bu. Amaçlananın, üniversitenin toplumun, işçi emekçi halkın yanında, bilimin amaç ve işlevlerine uygun olarak varlığını sürdürmesini savunan anlayışın, bu doğrultuda halkta ve öğrencilerde var olan beklentinin bütünüyle yok edilmesi, karalanıp unutturulması olduğu ise açıktır.

YÖK’ÜN ÜNİVERSİTEYE HİZMETİ!
Sermaye-üniversite ilişkisi temelinde üniversitelerin yeniden yapılandırılmasının temel dayanağını oluşturan kurum YÖK’tür. YÖK, yetkileri ve uygulamaları yönüyle uluslararası sermaye ve işbirlikçilerine hizmet edecek şekilde örgütlenmiştir ve hakkını yemeyelim bugüne kadar hizmette kusur etmemiştir. 6 Kasım 2000’de kuruluşunun 19. yılına girecek olan YÖK’ün kurucuları ve savunucuları bu kuruluş gününü kutlamaya hazırlanırken, üniversitenin bilimsel kimliğine sahip çıkanlar bunu protesto etmektedirler. Burada, YÖK’ün üniversiteye hizmetten sermayeye hizmeti anladığı 20 yıllık tarihini iki temel noktada özetleyebiliriz.
1. YÖK, kuruluş amaçlarına uygun olarak üniversiteyi bilimsel eğitimden ve bilim insanı niteliği taşıyan öğretim kadrolarından temizlemeye yönelik yoğun bir çaba içerisinde olmuştur. Üniversitenin idari ve akademik yönetiminde, egemen sınıfın ideolojik hâkimiyetine halel getirmeyecek bir kadrolaşmayı ve kurumlaşmayı titizlikle uygulamıştır. Kimi zaman bir istihbarat örgütü olarak yönetenlere hizmet etmiş, çoğu zaman da, devletin üniversitelerdeki militarist baskı aygıtı olarak işlev göstermiştir. Çıkardığı yönetmelikler ve genelgelerle, öğrenci, öğretim üyesi ve üniversite çalışanlarının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi durmuştur. Kamuoyunun karşısında kurucuları da dâhil hiç kimsenin açıktan savunamadığı bir kurum olmasına rağmen varlığını sürdürmesinin temelinde de bu kusursuz hizmetleri yatmaktadır.
2. YÖK’ün üniversiteye hizmetinin bir diğer yönü ise, üniversitelerin ve yükseköğrenimin ticarileştirilmesi alanında yaşanmıştır. TBMM’nin YÖK Araştırma Komisyonu’nun raporu bile, YÖK’ün kendisi de dâhil, üniversite yönetiminin nasıl bir şirket, holding yönetimi anlayışıyla yürütüldüğünün çarpıcı örnekleriyle doludur. Üniversite arazilerinden haksız kazanç sağlanmasından zimmete para geçirmeye kadar, dolandırıcılık, yağma, soygun ve rant işi YÖK’ün temel işleri olmuştur. YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün, “bilimsel araştırma somut olmalıdır” sözleriyle kastettiğinin, eğitimin ve üniversitelerin olanaklarının alınıp satılan birer meta haline getirilmesi olduğunu söylemek, bir gerçeği ifade etmek olacaktır.

ÜNİVERSİTELERDEKİ MÜCADELENİN KAPSAMI VE PLATFORMU
Üniversite-bilim, sermaye-üniversite ilişkisi ve YÖK üzerine yazımızın buraya kadarki bölümünde ortaya konan özet tablo, yazımızın başında ortaya koyduğumuz “üniversitelerde iki anlayış mücadele ediyor” tespitinin tarihsel ve güncel temellerini oluşturmaktadır.
Bugün üniversitelerde parasız, bilimsel, demokratik eğitim talebi etrafında yürütülen mücadelenin kapsamı ve zemini, bu özet tablo ekseninde ele alınmak zorundadır. Çünkü üniversite gençliğinin, öğretim elemanlarının ve bir bütün olarak akademisyenlerin, parasız, demokratik, bilimsel eğitim mücadelesine kazanılmasının yolu, doğru araçlar ve yöntemlerle, bilimsel bir temelde propaganda yürütmekten geçmektedir. Bir süredir üzerinde ısrarla durulan “üniversitelerde bir fikir hareketi yaratma, bilim temelinde bir tartışma ve bölünme yaratma” ifadesi ile kastedilen, üniversitedeki mücadelenin yukarıda ortaya konulan genişlikte ve zenginlikte ele alınmasıdır.
Elbette ki üniversitelerde öğrenci gençliğin güncel, somut talepler etrafında mücadele etmesi ve bu talepleri savunup savunmama temelinde bir bölünmenin üniversitelerde yaşanması gerekir. Örneğin kantin özelleştirmeleri, yemek, yurt ve harç zamları, kulüp ve ÖTK’ların demokratik bir biçimde kurulup çalışması vb. genel ve tek tek üniversitelere özgü birçok soruna karşı, bilimsel demokratik eğitim talebi ekseninde bir tepkinin ortaya konması önemli ve zorunludur. Ancak, yemekhane, kantin özelleştirmeleri ve harç zamlarına karşı tepkinin protestocu bir hareketin ötesine geçmeyip, “bir parlayıp bir sönen” seyir izlemesinin, özelleştirme saldırısının uluslararası ve ulusal boyutuyla bilimsel, ideolojik bir tartışma düzeyine çıkarılamamasından kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Oysa yemekhane, kantin özelleştirmeleri ve harç zamları üzerinden birbiriyle bağıntılı bir bilimsel tartışmanın çerçevesi oldukça geniştir. Bu güncel ve somut taleplerden yola çıkarak üniversitede yaşanacak bir “bölünmenin” boyutu, özelleştirmeden yana olanlar-olmayanlar, eğitimde fırsat eşitliğini savunanlar-savunmayanlar, devletin üniversiteyi mali açıdan finanse etmesini isteyenler-istemeyenler, üniversitelerin bağımsız ve özgür kimliğinin yanında veya karşısında olanlar, ülkenin bağımsızlığını savunanlar-savunmayanlar… şeklinde genişleyebilir. Yemekhane ve kantin özelleştirmelerine, harç zamlarına karşı çıkmanın, yemek parası verip vermeme ya da harç ödeyip ödememenin ötesinde, ülke ve dünya sorunlarına ve bu sorunların çözümüne yaklaşımda iki farklı dünya görüşünün çatışmasının ürünü olduğu gerçeği üniversite gençliğine gösterilemediği sürece, akademik mücadelenin bilimsel ve sınıfsal temellerinin zayıf ve sığ kalacağı açıktır.
Yine ÖTK’lar ve kulüplerin içinde yer alıp almama, bu öğrenci örgütlerinin oluşum ve çalışmaları üzerindeki baskılara, anti-demokratik düzenlemelere karşı çıkıp çıkmama konusu, üniversitede demokrasi sorunu olarak ele alınmadığında, tepkisel ve kaba reddedişlerle sınırlı bir tutum ortaya konduğunda da ortaya çıkan tablo farklı olmayacaktır.
Örnekler çoğaltılabilir. Bugün iktisat kulüpleri, IMF, 2001 bütçesi ve ülke ekonomisinin gidişatı üzerine, kültür, sanat, eğitim, araştırma kulüp ve toplulukları, emperyalist kültürün, üniversitenin kültürel-ideolojik yaşamına etkileri ve sonuçları üzerine; biyoloji ve fizik bölümleri biyo-teknoloji, genetik ve ışık hızı konusunda gündeme getirilen şarlatanlıklar üzerine tartışmadığı, ABD, Türkiye, İsrail ittifakı ve GAP’ın geleceği konusu üniversitenin gündemine girmediği, dahası üniversite bir bütün olarak bunları sorgulayıp bilimsel bir tartışma yaşamadığı koşullarda akademik mücadele “adı var, kendi yok” bir duruma düşecektir.
Üniversitelerin anti-emperyalist, anti-faşist bir hareketin kitlesel ve istikrarlı geliştiği mekânlar olması, mücadelenin yazı boyunca ortaya konan politik-ideolojik zemine oturtulması ile mümkün olacaktır. Üniversitelere, “işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarının yanında olmanın bilimsel bir gereklilik, zorunluluk olduğu” fikrinin hâkim olmasını sağlayacak bir akademik mücadele, üniversitelerde yürütülen devrimci çalışmanın merkezine oturtulmalıdır. Gerici faşist kurumlaşmayı, burjuvazinin bilim anlayışını ve ideolojik kuşatmasını yarmanın başkaca yolu yoktur.
YÖK ve üniversitelerdeki eğitimin niteliği, amacı tartışıldığında sıkça yapılan ve doğruluğu su götürmez olan bir tespit vardır: “Düşünmeyen, üretmeyen, tartışmayan, sorgulamayan, araştırmayan, her şeyi olduğu gibi kabul eden, ülke ve dünya gündemindeki konulara yabancı, biriktirmeyen ve sadece tüketen, lümpen, bireyci, bilinmezci, nihilist, post-modern, halkına ve ülkesine karşı sorumluluk hissetmeyen bir üniversite ve gençlik yaratılmak isteniyor,” Bu tespit sadece sermaye-üniversite ilişkisini ve YÖK’ün amaç ve işlevini ortaya koymaz. Aynı zamanda, bu tespiti yapanlara ve bu tespite katılanlara bir sorumluluk da yükler. O da tespitte söylenenlerin tam tersi bir konumda yer alarak üniversitenin günlük hayatına katılmaktır.
Evet, üniversitelerde bugün iki anlayış mücadele ediyor. Ve bu anlayışlardan ikincisini temsil edenler de en az birincisini temsil edenler kadar disiplinli, ısrarlı, çalışkan ve kararlı olurlarsa, sonuçta kazanan mutlaka ve mutlaka üniversite ve bilim olacaktır.

Kasım 2000

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑