Türkeş’in mirası ve ABD çıkarlarına dayanan kontrgerilla diplomasisi

Türkiye’deki ülkücü faşist hareketin “Başbuğ”u Türkeş’in gizli hesaplarının ortaya çıkması ile başlayan tartışmalar, Susurluk süreciyle birlikte devlet-çete, kontrgerilla tartışmalarında sıkça başvurulan “devlet sırrı” kavramının kapsamına giren icraatlara kadar boyutlandı.
Avrupa’daki Türk federasyonlarınca MHP’ye bağış adı altında toplanan ve Türkeş tarafından gizli hesabına geçirilen paraların, aile içi miras kavgasına yol açmasıyla birlikte Türkeş’in kızı Umay (Türkeş) Günay’ın basına yansıyan, “Bu paraları babamızın isteği doğrultusunda şimdi açıklayamayacağım, milletin menfaatleriyle ilgili yerlere transfer ettim” sözleri bu gerçeği “örtülü” olarak içeriyordu. Ardından Susurluk’un önemli isimlerinden DYP Lideri Tansu Çiller’in de Başbakan olduğu 1995 yılında MHP’ye “örtülü” ödenekten 2 milyon dolar verildiğinin basına yansıması ise, örtülü kalması istenen bu yüklü para transferlerinin, belki önemli bir bölümü Türkeş üzerinden döndürülen gizli ve “stratejik” işlerin, aslında devlet merkezli sistemli bir bütün oluşturduklarına işaret ediyordu.

MHP’NİN BESLENDİĞİ KAYNAK, “DIŞ TÜRKLER”
Bilindiği gibi, 12 Eylül darbesi öncesinde, devrimci muhalefetin önünü kesmek amacıyla devlet ve CIA güdümündeki sivil güçler olarak kullanılan ülkücü militanlara 1980’den sonra verilen yeni görev, yine benzer bir içerik taşıyordu. MHP’nin darbe sonrası dönemde benimsediği ve beslendiği iki ana damardan birisi, 1990’lann başında SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, dış müdahaleye daha açık hale gelen Türkî Cumhuriyetlerin, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni coğrafyası haline getirmek hedefiyle açıklanabilecek “dış Türkler” motifiyken, ikincisi de PKK’yle mücadele adı altında şovenist çizgisinin tabanını daha da geliştirmekti.
Ancak MHP’nin Türkî Cumhuriyetler üzerindeki hesabı, aslında çokuluslu başka hesapların içinde yerli yerine oturmaktadır. SSCB’nin dağılması, ABD başta olmak üzere batılı emperyalist güçlerin iştahını kabartan bir alanı öncesine göre müdahaleye daha açık bir hale getirmişti. Yeni dönemin emperyalist kapışmaları içinde stratejik bir değere sahip olan petrol ve enerji açısından adeta cennet olan Hazar Petrolleri, Kafkaslardan Orta Asya’ya kadar olan bölge, emperyalizm için önemli bir çekim merkeziydi.
Bununla birlikte, başta ABD olmak üzere, batılı büyük emperyalistler için, herhangi bir alanda yürütülecek hegemonya mücadelesinde, alanın kendi özgülüne ilişkin yöntemler geliştirilmesi, beklenen “başarı” açısından özellikle kilit önemdedir. Bir bölgeye nüfus etmek için açık askeri işgal, söz konusu bölgenin yönetenlerinin işbirlikçileştirilmesi, söz konusu ülkenin ekonomisinin teslim alınması yoluyla o ülkeyi bağımlı kılmak; ABD Dışişleri Bakanları içinde stratejist yönüyle de öne çıkan Henry Kissinger’in altını çizdiği ve son Körfez müdahalesinde BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından da dile getirilen askeri destekli diplomatik müdahale gibi yöntemler, bunlardan belli başlıcalarıdır.

ABD’NİN BÖLGESEL STRATEJİSİNİN UZANTISI: ADRİYATİKTEN ÇİN SEDDİ’NE
Türkî Cumhuriyetlerim bulunduğu bölgenin ABD’nin başını çektiği emperyalist güçlerin nüfuz alanına sokulması açısından en az riskli ve başarı şansı en fazla görüleni de, bunun, NATO’da NATO’nun büyük güçlerinin bölgesel jandarması olarak algılanan Türkiye’nin üzerinden gerçekleştirilmesiydi. ABD’nin ideolojik müdahale ve diplomatik ilişkilerin yanı sıra Irak’a olduğu gibi, Rusya’nın “arka bahçesi” olarak algılanan bölgelere, bir 3. Dünya Savaşı’na yol açabilecek askeri bir çıkarma yapmak yerine bunun bölgedeki zayıf Türkî cumhuriyetlerinin “ağabeyi” olan Türkiye Cumhuriyeti üzerinden aşama aşama gerçekleştirilmesi çıkarlarına daha uygun bulunmuştu.
“ABD bizim stratejik ortağımızdır” açıklamasını dillerinden düşürmeyen, bu konsepti ortaöğretim ders kitaplarına bile geçiren Türkiye yönetenleri, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, ABD’nin geliştirdiği stratejik hamleye denk düşen projeler geliştirmekte gecikmediler. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” politikası bunun bir ifadesiydi. Bu politika Turgut Özal ve Süleyman Demirel’li yıllar boyunca büyük bir emperyal proje olarak iç politikada kendi konumlarını güçlendirmek için de kullanıldı. Türkiye, Türkî cumhuriyetlerdeki bu emperyalist kapışmaya öyle daldı ki, Azerbaycan’da Aliyev’e karşı darbe girişimlerine kadar kontra diplomasisinin konusu olan bir dizi olaya imza atmaktan çekinmedi. Türkiye’nin, ABD’nin çıkarlarının taşıyıcısı olarak, Türkî cumhuriyetler üzerinde gerçekleştirdiği hegemonya mücadelesinin diplomatik yanında devletten devlete “kardeşçe” ilişkiler görüntüsü olsa da, alttan alta kurulan ilişkiler bunun çok ötesine gidiyordu. Bu tür işlerde, bu konularda rüştünü ispatlamış olan ve “Dokuz Işık Doktrini”nde “millicilik” görüntüsünü yer yer batıcılık karşıtlığına oturturken ABD’ye övgüler düzen Alparslan Türkeş ile kadrolarına ihale edildi. Hatırlanacağı gibi, bu yıllarda sarkık bıyıklı ülkücü militanlara bir ordu disiplini içinde rastlanan iki temel odaktan birisi Türkiye’deki özel tim örgütlenmesi iken, diğeri de Türkî cumhuriyetlerdeki milis güçlerdi.

TÜRKEŞ’İN KUMANDALARININ DIŞARIDAKİ KAPMLARI VE EYLEMLERİ
Bu gerçeğe, basma yansımış onlarca haberde ve bu konuda yazılmış çeşitli kitaplarda işaret edildiği bilinmektedir. Dr. Arslan Tekin’in kaleme aldığı “Alparslan Türkeş’in Liderlik Sırları” adlı kitapta şunlar söylenmektedir: “1992’de Ermeni Savaşı devam ederken Türkeş, Azerbaycan’a dört kişi gönderiyor. Bunların arasında Azeri kökenli olduğu için Atilla Kaya (Ülkü Ocakları Başkanı) var. Eğitim işini ise emekli uzman bir astsubay üstleniyor. Türkeş kampın adını da Rüzgâr Kampı koyuyor. Ancak bu dört kişi gidip amaçlarını Elçibey’e anlattıklarında. Elçibey izin vermiyor. Dört arkadaş Elçibey’den yüz bulamayınca Çeçenistan’a geçip Cevher Dudayev’le görüşüyor. Dudayev olumlu yaklaşınca Elçibey de kampın kurulmasına izin veriyor. Kampta Özbek, Türkmen ve Türkiye’den gelen gençler eğitilmiş. Bu kampta eğitilenlerin Gürcistan ve Ermenistan’da yaptığı çok büyük 5–6 bombalama olayı var.”
Türkî cumhuriyetler ve Azerbaycan’la girilen ilişkilerde güdülen bu politikanın bir ucu “kontrgerilla diplomasisine”, diğer ucu onunla bağlantılı olan Susurluk’a kadar varmıştır. Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfü Topal’ın bir elinin Azerbaycan’da olduğu ortaya çıkmış ve bu “karanlık” ilişki hattının boyutları uyuşturucu işine kadar genişlemiştir. Azerbaycan icraatlarının Susurluk Raporu’na yansıdığı, Susurluk’la ilgili belgelerde sıkça anıldığı bilinmektedir.
Kontrgerilla örgütlenmesi, Türkiye’de nasıl bir siyasal konseptin siyasal hedefleriyle yürürken daha sonra bu organizasyonda yer alanların “milli çıkarları” (!) kişisel çıkarlara vardırmalarına kadar sarkmışsa, bu kirli ilişkiler, aynı pislikleriyle birlikte orada da gündeme gelmiştir. Kıbrıs’la birlikte Azerbaycan da kontrgerilla eğitiminden, kara para ve uyuşturucu işine kadar türlü kirli ilişkilerle gündeme geldiyse, bunun rastlantısal olduğunu, ya da kişisel etkenlerle açıklanabileceğini düşünmek, elbette saflıktan başka bir şey değildir. Bölgedeki emperyalist çıkar hesaplarının şemsiyesinde gerçekleşen bu çürümüşlük, rengini ve niteliğini tamamen bu çıkar hesaplarından almaktadır. ABD’nin taşeronu olarak gelişen bu yayılmanın, Avrupa’daki Türk derneklerince toplanan ve Türkeş’in kişisel hesabına aktarılan paralarla da desteklenmiş olması, MHP geleneğinin “millici” karakterine son derece uygundur. ABD ve CIA’nın kotardığı “Soğuk Savaş”ın mamulü olan bir doktrine dayanan milliyetçiliğin daha olumlu özellikler içermesi mümkün değildir.
MHP’nin “Dış Türkler” politikası, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, ABD tarafından düğmesine basılan, Rusya’yı Rus toprağına hapsetme projesine bağlanmış ve o ilişkinin getirdiği tüm pislikleri de sözde “milli” bir örtü ile maskelemiştir. Türkeş’e dönemin Başbakan’ı Tansu Çiller tarafından “Örtülü Ödenek”ten para verilmiş olması da, bu politikaya son derece uygundur ve Çiller’in kişisel tasarrufu olarak sınırlandırılamaz. “Örtülü Ödeneğin” bir kontrgerilla ödeneğine dönüşmüş olduğu bu vesileyle bir kez daha doğrulanmıştır. Bu paraların hangi dış operasyonlarda nasıl kullanıldığı sorusu da, Türkeş’in kızının ima ettiği gibi bir “devlet sırrıdır.” 2. Kayıp Silahlar Davası sanıklarından Susurlukçu Korkut Eken’in, silahları dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın talimatı ile aldığını ve dış ülkelere gönderdiğini söyledikten sonra, bu silahların hangi ülkelerde kullandığı sorusunu “devlet sırrı” olarak örtülü bırakması, Eken’in bu açıklamalarını teyit eden Mehmet Ağar’ın da aynı tutumu alması, devletin “sır” parantezine alarak halktan sakladığı aynı gerçeğe işaret etmektedir.

KONTRGERİLLA DİPLOMASİSİNE KARŞI BAĞIMSIZ VE DEMOKRATİK TÜRKİYE
Halka “milli” bir söylemle kabul ettirilmeye çalışılan bu işbirlikçi taşeron politikası, kontrgerilla diplomasisi ile kol kola yürümüş, bu politikayı hayata geçirmek için Türkeş’in komandoları ile Eken ve Ağar’lar omuz omuza vermiştir. Bu karanlık ittifakın, dışarıdaki kamplarda yetiştirdiği ve kontra eylemlere sürdüğü kadrolarını, emekçi halk hareketinin yükselişiyle birlikte yurtiçine çekerek devreye sokması kimseyi şaşırtmayacak olan ihtimallerdendir. Ve emperyalizmin taşeronu olmaktan kurtulamamış bir Türkiye’nin komşuya darbe pişirmesinin önüne geçmek mümkün değildir. Bu karanlık ittifak, onu besleyen politikalardan arındırılmış bağımsız ve demokratik bir devlet düzeni ile bertaraf edilebilir. İşçi sınıfı ve emekçilerin, emperyalist politika ve programlara karşı geliştirdiği mücadele, bunu sağlamaya yetenekli tek alternatiftir.

Mart-Nisan 2001

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑