Biyolojik determinizm, ırkçılık ve “yeni dünya düzeni” Tarafsız bilim var mıdır?

İnsanın, doğayı ve kendini değiştirme-dönüştürme eylemi, var olmasından bu yana en temel uğraşı olagelmiştir. Toplumsal yaşama geçişle birlikte bu uğraş, örgütlü ve sistemli bir zeminde gelişmeye başlamış, gelişmenin sınırlarını ise maddi yaşamın devamı için zorunlu ihtiyaçların üretimi ve yeniden üretimi belirlemiştir. İnsanın zorunlu ihtiyaçlarını üretme yeteneği ve bununla karşılıklı etkileşim içerisinde üretim tekniği geliştikçe, bir başka deyişle emek araçları ve emeğin üretkenliği geliştikçe insanın doğayı ve kendini değiştirme amaçlı anlama eyleminin de sınırları genişlemiştir. Bu olgu aynı zamanda, bilimin ve bilimsel araştırmaların ortaya çıkışının da maddi temelini oluşturur. Ancak bir kategori olarak bilimin ve farklı bilim dallarının gelişimi ve ortaya çıkışı, insanın doğayı ve kendini değiştirme eyleminin ileri bir aşamasına tekabül eder. Sınıflı toplumlara geçişle birlikte insanın doğayı, kendini ve yaşadığı toplumu, değiştirme amaçlı anlama çabasına bağlı olarak ortaya çıkan düşüncelerin ve bilimsel bulguların kabulünün ve bütün topluma yayılmasının sınırlarını ise, tarihselliği içerisinde her toplumsal sosyoekonomik formasyon içerisinde egemen olan sınıfın çıkarları belirlemeye başlamıştır.

Yaşadığı çağın önde gelen ve dönemi açısından her biri birer deha sahibi olan birçok bilim adamı ve filozof, egemen sınıfın ve egemen ideolojinin çıkarlarına ters düştükleri anda her türlü baskı ve şiddete maruz kalmıştır.

Örneğin; başından beri materyalist olarak gelişen doğa bilimleri, ortaçağın egemen sınıfı senyörlerin ve toprak beylerinin, özellikle de toplumun yönetiminde önemli bir güce-otoriteye sahip olan kilisenin yoğun baskılarıyla karşılaşmıştır. Ortaçağ’a egemen olan skolastik düşünce ve eninde sonunda din ve tanrı inanışına indirgenen felsefi idealizm, materyalist doğa bilimleri ve savunucuları karşısında acımasızdır.

Antikçağın önde gelen filozoflarından Aristoteles, dine saygısızlıktan hakkında a-çılan davalardan dolayı Atina’yı terk etmek zorunda kalmış, Sokrates ise tanrı düşmanlığı ve inançsızlığın propagandasını yaptığı gerekçesiyle ölüme mahkûm edilmiştir. Giordano ve Galilei gibi birçok bilim adamı da ortaçağ egemenlerinin despotizminin en çarpıcı örneklerini sergilemiş olan engizisyon mahkemelerinde yargılanmış, kimi ölüme mahkûm edilmiş, kimi zindanlara atılmış ve kimisi de düşüncelerini inkâr etmek durumunda bırakılmışlardır.

Sonuçta; tarihselliği içerisinde günümüze gelinceye kadar bilimsel gelişmeler, yeni bilimsel bulgular ve onların savunucuları, egemen sınıflar tarafından üç temel tutumla karşılanmıştır: Bunlardan ilki; ortaçağ örneğinde olduğu gibi her türden bilimsel bulguyu bütünüyle reddetmek ve şiddetle, zorla bastırmak. Diğeri; kendi sınıf çıkarlarının geleceğini garanti altına alma çabasına bağlı olarak bilimsel gelişmeleri, sınıf egemenliklerinin kaçınılmazlığının propagandasına alet etmek ve kendi sınıf egemenliğini haklı çıkaracak sözde bilimsel çalışmalar ve araştırmalar yaptırmak. Bunu yaparken de, bilimsel gelişmeler ve bulgular karşısında egemen ideolojinin sınırlarını genişletip, bir biçimde bunları kendi sınıf ideolojileri içerisinde konumlandırmak ve çıkarlarına uygun yorumlamak. Ve son olarak, bilimsel bulgu ve gerçeklerin içeriklerini boşaltmak, yozlaştırmak, kabaca bir bilgi yığını düzeyine indirgemek veya teknik kavramlara boğarak anlaşılmaz hale getirmek.

Her üç tutum da; sınıflı toplumların tarihsel evrimi içerisinde, sınıf mücadelelerinin aldığı seyre göre değişkenlik göstermiş, egemen sınıflar tarafından kimi zaman, aynı zaman dilimi içerisinde bir arada, kimi zaman da birbirini takip eden bir sürecin halkaları olarak ortaya çıkmışlardır.

Örneğin, kapitalist toplum için söyleyecek olursak, burjuvazi işine geleni bilim olarak kabul etmiş, işine gelmeyeni ise reddetmiştir. İşine gelmeyen ama kendisine rağmen kabul görüp etkin olma potansiyeli taşıyan bilimsel gelişmeleri ise bir şekilde burjuva ideoloji içerisinde yozlaştırmaya, “kırk dereden su getirip” kendi sınıf çıkarlarının dayanakları yapmaya çalışmıştır.

Ancak bütün bu tutumlarda, takınıldıkları dönemler boyunca ortak olan bir yön vardır: Geniş halk yığınlarını her tür bilimsel gelişmeden ve bilimsel bilgiden uzak tutmak ve bilimsel bilginin geniş emekçi halk yığınları tarafından özgürce edinilmesinin bütün maddi olanaklarını ortadan kaldırmak.

Dolayısıyla, tarih boyunca bilimden yana olmak ve bilimsel araştırmalar yapmak, egemen sınıflara karşı sürekli bir mücadeleyi gerektirmiş ve gerçek anlamlarını bulabilmeleri ve kabul görmeleri ancak böyle bir mücadeleyle mümkün olmuştur.

 

GENETİK VE BİYOLOJİK DETERMİNİZM

Son dönemlerin “yeni” ve en “popüler” bilim dallarından biri olarak modern biyoloji ve genetik oldukça ilgi görüyor, dahası egemen burjuva sistemin ve ideolojinin temellendirilmesine konu oluyor. Tüm bunlar modern biyolojiyi de içine alan “modern bilim”in ideolojisi adı altında yapılıyor. Egemen burjuva sistem, ideolojisini, bu yolla tahkim etmeye ve yeniden üretmeye çalışıyor. Bu ideoloji; biyolojik bir organizma olarak insanın; toplumsal yaşamın, sınıf farklılıklarının ve buna bağlı olarak farklı yaşam biçimlerinin ve düzeylerinin belirleyici özelliklerinin kaynağını, atom veya birey olarak tespit ediyor ve bu temelde açıklamaya çalışıyor. Dünyayı incelemenin yolu olarak, dünyayı tek tek parçalara ayırmayı ve bu ayrı parçaların özelliklerini incelemeyi öneriyor. Bunun için de, “dünyayı içsel ve dışsal ‘olarak bağımsız otonom alanlara” bölüyor. Ve “Nedenler ya içseldir ya da dışsal, aralarında hiçbir ortak bağ yoktur.” diyor/*)

Prof. Dr. Lewontin “modern bilim”in ideolojisi biyolojik determinizm için “organizmaların ve onların tüm yaşam faaliyetlerinin özgün bir tablosunu ortaya çıkardı.” diye yazıyor ve devam ediyor: “Canlılar, içsel nedenler, yani genler tarafından belirlenmiş şeyler olarak anlaşılmaktadırlar. Genlerimiz ve onları meydana getiren DNA molekülleri ‘takdir’in modern biçimleridirler ve bu görüşle genlerin neden meydana geldiğini bilirsek, ne olduğumuzu anlayabileceğiz. Dışımızdaki dünya kendimizin yaratmadığı fakat yalnızca nesneler olarak görünen belli sorunları önümüze koyar. Sorunlar eş bulma, yiyecek bulma, diğerleriyle rekabette yarışı kazanmak, dünya kaynaklarını kendimize mal etmektir ve eğer doğru cins genlere sahipsek sorunları çözebileceğiz ve daha fazla döl bırakacağız. Öyleyse bu görüşe göre, gerçekte bizim aracılığımızla kendi kendini üreten bizim genler imizdir. Biz sadece onların aracıyız. Bizi dünyaya yayılmak için başarılı veya başarısız kılan kendi kendini tekrarlayan moleküllerdir. Bu biyolojik görüşü öneren önde gelen isimlerden biri olan Richard Dawkins’in deyişiyle biz, genleri ‘bedenimizi ve aklımızı yaratan’ ‘akılsız robotlar’ız.”

Modern biyolojiyi de içine alan “modern bilim”in ideolojisi olarak önümüze konulan biyolojik determinizmi daha yakından tanımak için aktarmaya devam edelim:

“Genler bireyleri, bireyler toplumu meydana getirirler, bunun için de genler toplumu yaratırlar. Eğer bir toplum diğerinden farklı ise, bu bir toplumdaki bireylerin genlerinin diğer toplumunkinden farklı olmasındandır. Ne kadar saldırgan, yaratıcı veya müziğe yatkın olduklarına göre farklı ırkların genetik olarak farklı oldukları düşünülmektedir. (…) Bunun içindir ki, moleküler biyologlar bir insanın DNA dizilimini keşfetmek için gerekli en fazla parayı harcamamız için bizi zorlamaktadırlar. Genlerimizi oluşturan molekül dizilimini bildiğimiz zaman insan olmanın da ne demek olduğunu bileceğimizi söylemekteler. DNA’mızın nasıl bir şey olduğunu bilirsek neden bazılarımızın zengin bazılarımızın fakir, bazılarımızın sağlıklı ve bazılarımızın hasta, bazılarımızın güçlü ve bazılarımızın zayıf olduğunu da bileceğiz. Aynı zamanda neden bazı toplumların güçlü ve zenginken diğerlerinin zayıf ve fakir olduğunu, neden bir ulusun, bir cinsin, bir ırkın diğerini ezdiğini de bileceğiz…”

“… doğuştan gelen yeteneklerde farklılaştığımız, bu doğuştan gelen farklılıkların biyolojik olarak kalıtsal olduğu, ve insan doğasının hiyerarşik toplumun biçimlenmesini sağladığı- birlikte ele alındığında biyolojik determinizm ideolojisini meydana getirirler.”

İdealizmin; bütün statükocu ve yaşadığı sistemi mutlaklaştırıp meşrulaştırıcı bütün mistik öğelerini görebilirsiniz, Prof. Dr. Lewontin’in biyolojik determinizm savunucularının temel iddialarını aktardığı bu satırlarda. Hatta her şeyi bilmek ve anlamak adına bilinmezciliğin ve değişmezliğin savunusunu yapmakta gösterdiği uyanıklık ve yetenekle yüzyılımızın en zeki ve çarpıcı örneğini teşkil ediyor(!) Richard Dawkins’ ten aktarılan son sözler!

İnsan, Prof. Dr. Lewontin’in yazdığı bu satırları okurken ister istemez kendisini kapitalizmin (emperyalizmin) genetik kaçınılmazlığının korkunçluğuyla yüz yüze hissediyor! Ancak bu yeni bir şey değil. Tarihselliği içerisinde birçok kez idealist filozoflar, yaşanan toplumsal sistemi değişmez, mutlak ve hatta kutsal ilan ederek sömürülen yoksul insanları, “kötü kaderleri”ne razı olmak zorunluluğuyla yüz yüze bırakmışlardır.

Örneğin Aristo, çağının en büyük dehası olmasına karşın, köleliğin ve köleci toplumun değişmezliğini savunmuştur. Hegel’in düşüncesine göre ise Prusya devleti, “devlet idesi”nin zorunlu bütün koşullarını kendisinde toplamış olan mükemmel ve değişmeyecek son biçimi temsil ediyordu.

Bugün de aynı şeyi burjuva bilim adamları, burjuva biyologlar yapıyor. Modern biyolojideki ve genetik araştırmalardaki gelişmeler onların elinde kâh mistisizmin, kâh değişmezliğin, kâh mutlaklığın gölgesinde gericileşiyor ve insanlığın geleceği açısından taşıdığı bütün bilimsel değeri kaybederek, burjuvazinin sınıf çıkarlarının savunulmasına ve kutsanmasına alet ediliyor.

Ortaçağda maddi dünyanın ve onun i-çerisinde toplumsal maddi gerçekliğin tek kaynağı tanrıydı. “Bilim ve Teknoloji Çağı”, “Bilgi Çağı”, “Uzay Çağı” vb. çok isimli bugünkü çağımızda ise, maddi dünyanın olmasa da, bütün toplumsal maddi gerçekliğin kaynağı genlerimiz oldu. Tanrı yeryüzüne indi ve şimdi biyolojik deterministler sayesinde genlerimizde yaşıyor.

 

EVRİM VE BİYOLOJİK DETERMİNİZM

ABD’deki Berkeley Üniversitesi tarafından yürütülen kazılarda günümüzden 4 milyon 400 yıl öncesine ait olan yeni bir iskelet bulundu. İskeletin, insanın atalarından yeni bir türe ait olduğu tahmin ediliyor. Araştırmalara katılan ve kazıda görev alan Ankara Üniversitesi DTCF Paleo-antropoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ersin Güleç, “uzun yıllar, insanın kökenine ait bilinmeyen halkanın” araştırıldığını söyleyerek bunun bulunmasının karanlıkta kalan birçok noktayı aydınlatacağını belirtiyor.

Yine, dünyanın 4.6 milyar yıllık bir geçmişe sahip olduğu, dünya üzerinde yaşayan ortak ata-tür’ün ise 35 milyon yıl öncesine kadar gittiği, yapılan bilimsel kazılarla bulunan fosiller üzerinden elde edilen bilgiler arasında.

Prof. Dr. Berna Alpagut, Bilim ve Ütopya dergisinin 7. sayısındaki, “Evrim Penceresinden İnsan ve Çevre” başlıklı makalesinde fosiller üzerine şu değerlendirmeyi yapıyor: “… Öteki canlılar bizden çok daha önceleri doğada yaşamlarını sürdürmekteydiler. İnsan evriminin fosil kayıtlarında bazı boşluklar bulunmasına karşın evrim ağacımız, birçok memeli türünden daha iyi doküman vermektedir; özellikle son 2–4,5 milyon yıl arasında bulunan fosiller (Afrika) insan evriminin önemli kanıtlarını oluşturuyor. Son 35 yıllık zaman diliminde Afrika, Asya ve Avrupa kara parçalarında bilimsel kazılar sonucunda ele geçen fosiller soyağacının dallarına konduğunda, bu tablo bize, adı geçen üç kıtada evrimsel açılımla çeşitli habitatlara dağılan türlerin ata-torun ilişkilerini, yok olan türleri ve çevrelerini anlatır. Fosiller biyolojik değişimin yani evrimin birer kanıtıdır ve geçmişten gelen genetik bilgileri bize ulaştırırlar. Onları yorumlarız ve geçmişimizi aydınlatmaya çalışırız. Hangi çevrelerde hangi canlı türlerinin yaşadığını ve çevre değiştiğinde türlerin nasıl silinip yok olduğunu ve kalanların ise yeni çevrelere uyum yaparak yeni türleşmelere uğradığını araştırmalarıyla sergilemeye çalışan bilim adamlarının ö-nemli bir işlevi var; geçmişi aydınlatmak…”

Prof. Dr. Alpagut’tan çevre ve insan biyolojisinin karşılıklı birbirini etkileyerek süregelen evrimine ilişkin bu pasajı aktardıktan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Doğal çevre, insanın biyolojik evrimi açısından olmazsa olmaz koşuludur ve bu yönüyle de içsel’dir. İnsanın, bilinçli eylemiyle doğal çevre içerisinde kendisinin yaşamına en elverişli olan çevreyi inşa etmeden önce doğayla kurduğu ilkel ve vahşi ilişkiler bile bize dış dünyayla insan biyolojisi arasında doğrudan bir bağın olduğunu gösterir. Hatta insanın biyolojik varlığının oluşmasında ilk olanın doğal çevre olduğunu ve insanın biyolojik varlığının bu doğal çevrenin evriminin ileri bir aşamasında oluşmaya başladığını; evrim konusundaki bilimsel çalışmaların ortaya çıkardığı; insanın ata-tür ilişkisi içerisinde 35 milyon yıllık bir geçmişi olduğu, dünyanın ise 4,6 milyar yıllık bir geçmişe sahip olduğu bilimsel bulgusundan çıkarmak zor olmayacaktır. Binlerce yıllık bir süreç içerisinde, insanın vahşi doğanın içinde kendi çevresini oluşturmasından yola çıkarak, insanın biyolojik varlığını ve sosyal yaşama ilişkin bütün kategorileri salt genlere veya DNA moleküllerine bağlamak ve bütün bu süreç içinde DNA molekül yapısının değişmeden kaldığını, hiç bir değişimden etkilenmediğini ileri sürmek ise, en iyimser yaklaşımla, bir bilim olarak evrim teorisini yok saymak anlamına gelecektir.

Toplumsal yaşama ilişkin kategorileri genlerin belirlediği iddiasına geçmeden önce, geçmişten beri farklı felsefi sistemlerin ortaya çıkmasına kaynaklık etmiş temel bir noktaya; beyin, insan düşüncesi ve sosyal çevre konusuna kısaca değinelim. Ve başta konumuzla ilişkili olan genetik araştırmalardaki gelişmeler olmak koşuluyla, bilimin ve bilimsel bulguların diyalektik materyalizmi nasıl doğruladığını görelim.

İnsanın kendi fiziksel ve biyolojik evrimi, doğayla iç içe ve karşılıklı etkileşim halinde günümüze gelmiş; bütün bu süreç içerisinde düşüncenin evrimi de, bu maddi gerçekliğin (burada doğa ve insanın maddi gerçekliği anlaşılsın) evriminin bir yansıması olarak, ama bir kez yansıdıktan sonra, yansıdığı maddenin evrimini de etkileyen bir süreç izlemiştir. Basitleştirerek ifade edecek olursak; doğa ve insanın karşılıklı diyalektik etkileşimi içerisinde evrimi; bunun yansıması ve karşılıklı etkileşimi içerisinde de düşüncenin evrimi.

Şüphesiz bütün bu evrim süreci boyunca insan beyninin genetik yapısı, düşünme örgeni açısından içsel bir yöndür ve bugün genetik araştırmalardaki bulgular bunu reddedilemeyecek bilimsellikte tanıtlamıştır. Ancak bu vargı tek başına yetersizdir. Çünkü düşünceyi belirleyen sosyal çevredir. Sosyal çevrenin, yani maddi toplumsal yaşamın ve onun yeniden üretiminin olmadığı bir yerde beyin en gelişmiş genleri taşısa da, düşüncesiz bir beyin olmaktan öteye gidemezdi. Beynin düşünce gibi bir işleve sahip olması sosyal çevreyle mümkündür. İşte düşünceyi belirleyen iki içsel maddi neden: Beyin ve sosyal çevre.

“Bilincimiz ve düşüncemiz ” diye yazıyor Engels “… bize ne kadar yüce görünürse görünsünler, ancak maddi, bedensel bir örgenin, beynin ürünleridir. (…). Madde aklın bir ürünü değildir, ama aklın kendisi maddenin üstün bir ürününden başka bir şey değildir. İşte bu, kuşkusuz, arı materyalizmdir.” (1)

Düşüncenin dış dünyayla olan bağına ilişkin olarak ise Anti-Dühring’te şunları söylüyor Engels: “Ama düşünce bu ilkeleri nereden alır? Kendinden mi? Hayır… burada söz konusu olan sadece varlık, sadece dış dünya biçimleridir ve düşünce, bu biçimleri, hiçbir zaman kendinden değil, ama tastamam dış dünyadan çıkartıp türetebilir… Sorunun tek materyalist anlayışı budur…” (2)

Yine, konuya ilişkin olarak bir başka bilimsel örneği, Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Ana Bilim Dalı Profesörü Dr. Korkut Yaltkaya’nın Cumhuriyet gazetesinin Bilim Teknik ekine yazdığı makaleden bir pasaj aktararak verelim: “Cinsel örgenlerin daha ilkel seviyedeki işlevini omurilik ve omuriliğin bel ve kuyruk sokumu kısımlarından çıkan duyu ve devinsel sinirler sağlar. Refleks özelliğinde olan bu tepkilemeleri başlatan yine beyindir. Bir başka deyişle cinsel nesneye yönelimi, cinsiyetin refleksle ilgili işlevleri dışındaki davranışları, cinsel güdüleme ve dürtüleri beyin sağlar. Beyin bu işlevi doğadan gelen temel yönelimlerle (insanın insanı yeğlemesi, cinsel nesne olarak insana yönelmesi gibi); gelenekle, eğitimle, modayla, reklâmla şekillenmiş tercihlerle (değişen beğeniler, değerler, görüntüler) yerine getirir. ” Şüphesiz bunlara çalışma koşullarını, yaşam koşullarını, beslenme vb.leri de eklemek gerekir.

Şimdi, tıpkı Engels’in yaptığı gibi bilincin ve düşüncenin kendisi de maddi bir örgen olan beynin ürünü olduğu materyalist tespitini tekrarlayalım ve düşünelim: Sosyal çevreden ve onun bugün vardığı çok yönlü karmaşık ilişkilerinden yalıtılmış olarak, sadece genlerin belirlediği bir davranış, duyum, yönelim; yaratıcılık, değişim, düşünce, cinsellik vb.; yanı sıra başarı ve başarısızlık, güçlülük zayıflık, yetenek, yeteneksizlik gibi bütünüyle insana ve onun toplumsal yaşamına özgü özellikleri tanımlayabilir veya anlamlandırabilir miyiz? Bunun tek bilimsel ve tarihsel yanıtı hayır’dır. Tam aksi bir noktadan hareketle, beyin ve sinir sisteminden bağımsız olarak bu özelliklerin sadece sosyal çevrenin ürünü olduklarını söyleyebilir miyiz? Bu sorunun yanıtı da hayır’dır. Zira evet olsaydı, insanın bütün özelliklerinin aynı gelişmişlik düzeyinde hayvanlarda da bulunması gerekmez miydi?

Öyleyse yine iki içsel nedene geliyoruz. Beyin ve sosyal çevre, insan biyolojisinin ve toplumların evrimini doğru tarzda kavrayabilmek açısından her iki içsel nedenin varlığının olmazsa olmaz bir koşul olduğu bilimsel bir gerçek. Biyolojik bir organizma olarak insanın bütün özelliklerini beyin ve sinir sistemi yönetir. Peki onun bu yönetimini yönlendiren ve sınırlarını belirleyen nedir? Sosyal çevredir veya bir başka deyimle toplumsal maddi yaşamın üretimi ve genişletilmiş yeniden üretimidir. Her ikisinin tarihsel evrimi arasında karşılıklı diyalektik bir ilişki vardır.

 

BİYOLOJİK DETERMİNİZMİN NEDEN-SONUÇ İLİŞKİSİ, İÇSELLİK VE DIŞSALLIK ANLAYIŞI ÜZERİNE

Yazımızın “Genetik ve Biyolojik Determinizm” başlıklı bölümünde, Prof. Dr. Lewontin’in kitabından yaptığımız alıntıda, biyolojik determinizm açısından nedenlerin ya içsel ya da dışsal olduğunu aktarmıştık. Biyolojik deterministlere göre içsellik “insanın biyolojik varlığının içinde olan şeyler -genler ve DNA molekülleri”, dışsallık ise “insanın biyolojik varlığının dışında olan şeyler -dış dünya-” demektir. Ve insanın biyolojik varlığını da içine alacak şekilde dış dünya da dâhil her şeyi dışsal nedenler belirlemektedir.

İçsellik ve dışsallık kategorilerine değinmeden önce, biyolojik determinizmin genler ve DNA moleküllerinden yola çıkarak ortaya koyduğu nedensellik bağıntısına kısaca değinmekte fayda var. Hatırlanacağı gibi biyolojik determinizm güçlü-güçsüz, yoksul-zengin, ezen-ezilen vb. toplumsal kategorilerin varlığının nedenini genetik farklılıklara dayandırıyordu. Bu neden sonuç ilişkisine göre her tür ilişki genlerimiz tarafından belirleniyor, kalıtsal olarak günümüze geliyor ve bunun için de değiştirmek mümkün olmuyordu. Hatta bu nedensellik açısından koşulların da pek bir önemi yoktu. Her şey genlerde başlıyor ve genlerde bitiyordu. Koşullar da buna dâhil. -Nasıl oluyorsa?-

Tıpkı diyalektik öncesinde olduğu gibi burada da tek yönlü bir nedensellik söz konusudur. Hatta klasik determinist anlayışta olduğu gibi farklı olaylar ve süreçler açısından farklı sonuçlar bile ileri sürülmez. Her şey için tek bir neden söz konusudur -burada genler ve DNA molekülleri hatırlansın-, farklı olan sadece sonuçlardır. Bu yönleriyle biyolojik determinizmin neden-sonuç ilişkisi metafizik neden-sonuç ilişkisinden farklı değildir. Hatta neden-sonuç ilişkisindeki bu tutumuyla biyolojik determinizm, klasik determinizmin “farklı sistemlerde farklı biçimler aldığını” ileri sürdüğü neden-sonuç ilişkisinin de gerisine düşer.

İçsellik ve dışsallık kategorilerine gelince… İnsan beyninin, düşünce ve davranışlarının belirlenmesinde ve yönetilmesinde dış dünyadan gelen yansımalar doğrultusunda hareket ettiğini ve karşılıklı etkileşme (nedensellik) ilişkisi içerisinde bu işlevleri belirleyen içsel nedenin beyin ve sosyal çevre olduğunu görmüştük. Biyolojik determinizm bu konuda bize, tek içsel nedenin genler ve DNA molekülleri olduğunu söyleyerek eksik bilgi vermekle kalmaz, içsellik ve dışsallık kategorilerini insanın “iç dünyası” ve “dış dünyası”na indirgemekle, aynı zamanda yanlış bilgilendirir. Böylesi bir içsellik ve dışsallık ayrımı yapıldığında insanın evrimini ve toplumların evrimini anlamak bütünüyle imkânsızlaşır ve belki de yapılmak istenen budur.

Gerçekte ise “İç ve dış ayrımı, çeşitli bağıntıların, süreçlerin ve öğelerin, bir belli bütünün hareketi bakımından oynadıkları role göre yapılmalıdır. Oluşu belirleyen, ‘olmazsa olmaz’ türünden öneme sahip olan bütün öğeler, süreçler ve bağlantılar, içsel’dir; varlığın doğasını belirlemeyen ama onun oluş sürecinde bir görünüş öğesi olarak bulunanlar ise dışsal’dır. (3)

Biyolojik determinizmin, nedenlerin ya içsel ya da dışsal olduğu ve içsel olanın dışsal olanla, dışsal olanın da içsel olanla herhangi bir bağının olmadığı iddiasının yanlışlığının yanında, iktisadi, siyasal, sınıfsal, kültürel vb. toplumsal yaşama dair bütün kategorilerin varlığının nedenini insanın genetik yapısına bağlamasının ve bunu içsel neden olarak ileri sürmesinin başta doğa bilimleri olmak üzere, tarih ve toplum bilim açısından geçersizliği de ortadadır.

 

TOPLUMSAL YAŞAMI VE ONA İLİŞKİN KATEGORİLERİ GENLER Mİ BELİRLİYOR?

Farklı toplumsal sınıfların, yoksulluk ve zenginlik, güçlülük ve güçsüzlük gibi durumlarının genlerimiz tarafından belirlendiği konusuna gelince: İnsanın biyolojik varlığının, ata-tür ilişkisi içerisinde günümüzden 35 milyon yıl öncesine kadar gittiğini, dünyamızın ise 4,6 milyar yıllık bir geçmişi olduğunu yukarıda belirtmiştik. Öyleyse, biyolojik olarak insan var olmadan önce de dünya ve doğa vardı.

Dünyanın bu maddi varlığı içerisinde insanın toplumsal yaşama geçişinin ise birkaç on bin yıllık bir geçmişi var. Toplumsal yaşam içerisinde, mülk sahibi zenginler ve mülksüz yoksullar, köleler ve köle sahipleri, sömürenler ve sömürülenler gibi toplumsal kategoriler ise çok daha sonra ortaya çıkıyor. Bu kategorilerin nasıl ortaya çıktığına ilişkin olarak Marksizm’in kütüphanesi oldukça zengin.

Bütün bunlardan sonra, insanın bu toplumsal kategorilerle tanışmadan önce de bir yaşamı olduğu ve insan vücudunun genetik varlığının o zaman da söz konusu olduğu tarihsel ve bilimsel bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.

Şimdi bir an duralım ve söylendiği gibi -determinist biyologların yaptığı gibi- zengin ve yoksul, güçlü ve güçsüz insanların ve ulusların varlığının kaynağını genlere bağlayalım. Peki, bu tarihsel kesit içerisinde yoksulluk ve zenginlik neden yoktu? Yoksa insanın o zamanki genleri eşitlikçi miydi(!) Diyelim ki öyle. O halde, ne oldu da genlerimiz bu kadar eşitliksiz ve sömürücü bir toplumsal yaşamı belirler oldular? Yoksa insanlığın ve toplumların tarihinde böylesi bir dönem hiç olmadı mı? İnsan beyninin bugüne kadar vardığı tarihsel ve bilimsel toplam bilgi düzeyinin bu sorular karşısında; bütün bunlar da ne ola ki? demekten başka çaresi kalmıyor.

“Bu iddialardaki yanlışı anlamak için, bir organizmanın gelişiminde neler olduğunu anlamak zorundayız.” diye yazıyor Prof.Dr. Lewontin. Ve devam ediyor: “…kesinlikle onlar tarafından etkilendiğimiz halde, biz genlerimizle belirlenmiyoruz. Gelişim sadece anne ve babadan geçen maddelere -ki bunlar sperm ve yumurtadaki genler ve diğer maddelerdir-bağlı değildir, Fakat aynı zamanda gelişen organizmaya etki eden belirli ısı, nem, beslenme, kokular, görüntüler ve seslere (eğitimi dediğimiz şey de dâhil olmak üzere) de bağlıdır. Bir organizmadaki her genin bütün moleküler özelliğini bilseydim bile, o organizmanın nasıl bir şey olacağını önceden bilemeyecektim. (…) türler içinde bireyler arası çeşitlilikler hem genlerin ve hem de geliştirici çevrenin sürekli birbirine etkisinin tek sonucudur. Bundan başka gelişen bir organizmanın bütün genlerini ve onun çevrelerinin bütün dizilimini de bilsem, organizmayı belirleyemem.”

Prof. Dr. Lewontin’in sözünü ettiği ısı, nem, sesler vb. etkenlerle birlikte onlara eklenebilecek daha onlarca doğal etken, insanın biyolojik evriminden çok daha önceleri doğada vardı ve insanın biyolojik evriminin her aşamasında birbirlerinden farklı önemlerde yer tuttular. Şüphesiz insanın biyolojik evriminin ve canlı insan organizmasının varlığının temelinde DNA molekülleri yatıyor. Ve yine eğer biyolojik bir organizma olarak insan var olmasaydı toplumsal yaşam diye bir şey de olmazdı.

Fakat bu gerçeklerden yola çıkarak toplumsal yaşamın bütün o çok yönlü ve karmaşık ilişkilerinin kökeninde yatan şeyin genler olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü biz biliyoruz ki toplumsal olarak örgütlenmiş yaşama geçmeden önce de insanlar biyolojik bir organizma olarak vardı ve bu biyolojik organizmanın doğal çevreyle karşılıklı etkileşim halinde evrimi sürüyordu. Toplumsal yaşama geçiş ise, zorunlu insan ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik üretim ve genişlemiş yeniden üretimle oldu.

Yine biz biliyoruz ki insanlar, bu evrim sürecinin ileri bir aşamasında toplumlar halinde yaşamaya başladılar. Ve sonra insanlık; insanın insan tarafından sömürülmediği bir tarihsel dönemi de yaşadı. Bütün bu tarihsel dönemler içerisinde, toplumsal yaşamın maddi üretiminin ve yeniden üretiminin, insanın biyolojik yapısıyla veya genetik yapısıyla ilişkisi olmayan yasaları vardı.

Her toplumsal sistemin insanın iradesi dışında, insanların yaşamını yönlendiren ve o sosyoekonomik formasyon içerisinde kalındığı sürece insanların belirli zorunlu ilişkiler kurmalarına neden olan üretim yasaları vardır. İnsanlar arasındaki zorunlu ilişkiler, onların üretim ve tüketim faaliyeti içinde birbiriyle kurdukları bağlardan doğarlar ve bu onların iradelerinden bağımsızdır. Sınıflar, bu ilişkiler içinde karşılıklı konumlanırlar. Hiç bir birey, sınıflar-arası ilişkilerin genel durumundan bağımsız değildir ve kişisel tercihleri bu genel durumu değiştirmez. Burjuvaziyi savaşçı, sömürücü, baskıcı yapmanın her bir burjuvanın gen yapısı olduğunu ileri sürmek, tamamıyla ideolojik bir yanıltmacadır.

Düşünceden duyumlara, sosyal sınıf ve kategorilerden yoksulluk ve zenginliğe kadar toplumsal yaşama ve insana ilişkin her tür örgenin mutlak surette genlerimiz tarafından belirlendiği iddiaları, doğanın, toplumun ve insanın tarihine ilişkin araştırmalar yapan diğer bilim dallarının ortaya çıkardığı bilimsel bulgular karşısında sakattır. Ki biyolojik determinizmin iddiaları, kendinin dışındaki hiçbir doğa bilimi bulgusunu, pozitif bilimlere ilişkin yeni bulguları, toplum-tarih bilimini ve kısacası kendi dışındaki her şeyi, özellikle de bilimin bütün gerçekliğini yok sayar.

 

BİYOLOJİK DETERMİNİZM VE IRKÇILIK

İnsan ve insan toplumlarına ilişkin bilmek istediğimiz her şeyin genlerde olduğunu iddia eden “modern bilim”in ideolojisi biyolojik determinizmin pratik sonucu Amerika Birleşik Devletleri’ndeki İnsan Genomu Projesi’dir. Uluslararası örgütlülüğü ise “insan genomunun Birleşmiş Milletleri” diye adlandırılan İnsan Genomu Örgütü (HUGO)’dür. Bu Amerikan projesini sürdürmek için gerekli olan yüz milyonlarca dolarlık parasal finansın kontrolü ise Milli Sağlık Enstitüsü ve Enerji Bakanlığı’na ait.

Prof. Dr. Lewontin bu projeleri, araştırma projeleri olmaktan daha çok “idari ve mali örgütler” olarak nitelendiriyor. Ve kitabında bu iddiasını somut örneklerle ispatlıyor. Fakat biz bu konuya değinmeyeceğiz. Bizi daha çok, bu projelerin hangi amaçla yürütüldüğü ilgilendiriyor. Bunun için de sadece, projelerin “idari ve mali örgütler” olduğunu söyleyen Lewontin’den konuya ilişkin kısa bir pasaj aktarmakla yetineceğiz. Merak edenlerin ve daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenlere kitabı alıp o-kumalarını öneriyoruz.

“Bu projeler, aslında, genel anlamda araştırma projeleri olmaktan çok idari ve mali örgütlerdir. Bunlar, son beş yılda çok büyük miktarda kamu kaynaklarını ele geçirmek ve bu kaynakların büyük ve ortak bir araştırma programına akışını yönlendirmeyi hedefleyen Walter Gilbert, James Watson, Charles Cantor ve Leroy Hood gibi bilim adamlarının yoğun lobi çalışmalarının sonucu olarak kuruldu. “

Projenin nihai amacına gelince; insan “genomundaki genleri meydana getiren A’lar, T’ler, C’ler ve G’lerin tam düzenli dizilimini yani 3 milyar eleman uzunluğunda bir harfler dizinini yazmaktır. ” Peki, ne olacak bunları yazınca? Sözüm ona, genetik kodlamaları ifade eden bu 3 milyar A’lar, C’ler, G’ler ve T’lerden, insan toplumları, sömürenler ve sömürülenler, ezenler ve ezilenler, güçlüler ve güçsüzler, mutluluk ve mutsuzluk gibi konularda biyolojik anlamlar çıkarılacak. Bir ulus diğerinden neden güçlü, biri diğerini neden sömürüyor veya eziyor bütün bunlar açıklığa kavuşacak.

İnsan biyolojisinin genetik yapısından yola çıkarak toplumsal yaşamın ve uluslararası ilişkilerin karmaşık dünyasını açıklamak iddiası yeni değil. 1800’lü yıllarda Darwin ve Lamarc’ın evrim üzerine düşüncelerinden yola çıkarak bunu yapmaya çalışanlar vardı. Darwin’in “doğal seçmecilik” teorisini çarpıtarak ırkçı teoriler geliştirilmeye ve insanları; sadece genetik yapılarından dolayı farklı ırklara ayrıldıklarına ve bunların arasında üstün olan ırkların diğer ırkları sömürmesinin, ezmesinin kaçınılmaz olduğuna inandırmaya çabaladılar. Ancak evrim teorisinde yaşanan gelişmeler ve yapılan bilimsel çalışmalarla ortaya çıkarılan bulgular bu ye benzeri iddialarla sürekli çelişti ve yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu doğrultudaki her türden iddiayı bilimsel temellerinden yoksun bıraktı.

Genetik ve DNA molekülleri üzerine yapılan bilimsel çalışmalar geliştikçe, ırkların ve ulusların farklılığını evrime dayandırmanın yerini bu sefer de modern biyoloji aldı. Ve bugün, insan Genomu Projesi üzerine yazdıkları makale ve kitaplarıyla tanınan Dorothy Nelkin, Laurence Tancredi, Evelyn Fox Keller gibi Amerikalı burjuva sosyal bilimciler başta olmak üzere birçok burjuva sosyal bilimci ve psikolog “İnsan Genom’u Projesi’nin öneminin, aslında, biyoloji hakkında ne açıklayabildiğinde ve sonunda şu ya da bu hastalık için başarılı tedavi programına önayak olacağından daha çok, bütün sosyal ve bireysel çeşitliliğin bir açıklaması olarak biyolojik determinizmin geçerliliği ve güçlendirilmesinde olduğunu belirtiyorlar.”

Şapka düştü ve kel göründü. Yüz milyonlarca dolarlık sözde bilimsel çalışmaların ve 3 milyar A’lar, T’ler, G’ler ve C’lerden oluşan bir DNA dizilimini ortaya çıkaracak -ki bunun ne kadar olanaklı olduğu genetikçiler tarafından tartışılıyor ve imkansız olduğu söyleniyor- projenin, gerçekte neyi ortaya çıkaracağı ve güçlendireceğini biyolojik deterministlerin kendi ağızlarından aktarıyor Lewontin. Sonuç: “Bilimsel ırkçılık”.

Nasıl mı oluyor bu “bilimsel ırkçılık”? Amerikalı burjuva sosyologlar ve bilim adamlarına sorarsınız; insanın doğuştan getirdiği farklılıklar bireysel çeşitlilikle sınırlı değildir. Uluslar ve ırklar doğuştan gelen tepkisel ve entelektüel farklarla ayırt edilirler. Bunun için de ” Zencileri bizim ırkımızın içine soktuğumuz için herhangi bir Avrupa ülkesinde karşılaşılandan çok daha kötü bir biçimde burada, Amerika’da ırkların karışması olasılığını göze almalıyız.” diyorlar ve “… Ne zaman zencilerle karışmış bir soy ortaya çıktıysa uygarlıkların bozulduğunu” söylüyorlar.

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Önce bütün ırkların genetik özelliklerine göre ayrıştığını ve çeşitlendiğini söyleyeceksiniz, buna genlerin kalıtsal olarak bir önceki insanın bütün özelliklerini gelecek kuşaklara taşıdığını ve güçlülük, güçsüzlük, ezme ezilme, sömürme sömürülme, mutluluk mutsuzluk vb. gibi bütün kavram ve kategorilerin kalıtsal olduğu için değişmediğini ekleyeceksiniz, sonra da bir başka ırkın genleriyle ırkınızın genleri karıştığı için uygarlığınızın bozulduğundan yakınacaksınız.

Yukarıda, sosyal sınıfların ortaya çıkışı ve sömürünün gelişmesi konusunda sorduğumuz soruyu şimdi tekrar soruyoruz, insanın genetik ve moleküler yapısı o zaman da söz konusuydu. Peki, neden ırklar ve uluslar yoktu? Neden bir ırk bir başkasını, bir ulus diğerini ezip sömürmüyordu? Yoksa genler, insanın biyolojik evriminin belirli bir gelişme aşamasında düşünüp taşındılar ve ırklara, uluslara ayrılmaya mı karar verdiler(!)? Yine bugüne kadar biz, miras aracılığıyla mülkiyetin kuşaktan kuşağa geçtiğini düşünüyorduk ve bu kuralın da egemen hukuk sisteminin bir parçası olduğunu ama buna rağmen mülkiyetin el değiştirebildiğini ve değiştirildiğini biliyor ve buna inanıyorduk. Yoksa sizin kalıtsal ve değişmez olan “mirasyedi genler”iniz mi var?

Daha düne kadar biyolojik determinizmin ırkçı-faşist tezleriyle pek de çelişmeyen ve hatta onunla örtüşen aynı mantığın ürünü olarak, binlerce-on binlerce zencinin, Amerikan emperyalist burjuvazisinin ırkçı-faşist saldırıları ve katliamlarının kurbanı olduğunu ne yoksul zenciler ne de işçi emekçi dünya halkları unutmadılar. Üstün genlere vakıf(!) Amerikan emperyalist burjuvazisinin Haiti’de, Irak’ta, Somali ve daha dünyanın birçok yerinde kışkırttığı haksız savaşlara ve katliamlara duyulan kini hiçbir sözde bilimsel araştırma ve bunun üzerinde yükselen ırkçı-faşist ideoloji haklı çıkaramaz ve unutturamaz. Tıpkı Amerikalı egemen sınıfların Vietnam’ı unutmadığı, unutamadığı; unutturamadığı ve unutturmayacağı gibi.

Yine tıpkı Alman egemen sınıflarının, üstün “Alman ırkı” iddiasıyla yola çıkan Hitler faşizminin binlerce insanı çalışma kamplarında nasıl katlettiğini, deneylerde birer kobay olarak kullandıktan sonra yüzlercesini fırınlarda nasıl yaktığını ve bunu bilim adına, bilimsellik adına yaptığını unutmadığı ve unutturamadığı gibi.

“Modern Bilim”inizin ideolojisi biyolojik determinizminize bir şeyi daha hatırlatalım. Üstün genlere sahip olduklarını, bunun için de zengin ve egemen olduklarını iddia ettiğiniz emperyalist burjuvazinin ve faşizmin onlarca yıldır dünya halklarının ü-zerine kustuğu kan ve vahşeti, emperyalist it dalaşını, genlerini beğenmediğiniz Sovyet işçi ve emekçi halkları engelledi. Belli ki, devrimci gelişmenin durduğu, zayıfladığı zehabına fazlasıyla inanmışsınız.

 

“YENİ DÜNYA DÜZENİ” VE BİYOLOJİK DETERMİNİZM

1980’li yılların ikinci yarısından sonra dünya kamuoyunda çok sık duyduğumuz, başını Amerikan emperyalist burjuvazisinin çektiği ve dünya halklarını kandırmak amacıyla propagandasının milyarlarca dolar harcanarak yapıldığı, doğruluğu kendinden menkul bir kavram “yeni dünya düzeni”. Bugün gelinen noktada ise, yaşanan gerici-milliyetçi savaşlarla, Haiti ve Çeçenya gibi “arka bahçe” operasyonları işgalleriyle; daha fazla baskı, daha fazla sömürü, daha fazla kan ve katliamla, henüz egemenliğini dahi tesis edemeden, dünya halklarının gözünde eskimiş ve hiçbir geçerliliği kalmamış olan emperyalist bir düzmece.

Başta Sovyetler olmak üzere, bütün doğu bloğu ülkelerinin sözde sosyalist, gerçekte ise modern revizyonist toplum sistemlerinin pratik olarak çöktüğü ve açıktan kapitalist yeniden yapılanmanın ve bütünüyle serbest piyasa ekonomisine geçişin hızlı adımlarının atıldığı bir sürece koşut olarak yükselen bir emperyalist hokkabazlık.

Neyi öngörüyordu bu emperyalist “yeni dünya düzeni” düzmecesi ve hokkabazlığı: Artık kapitalizmin (emperyalizmin) ebedi tek toplumsal sistem olduğunun kanıtlandığını; her ulusun gelişen, “küreselleşen” ve “globalleşen” “yeni dünya”da kendine bir rol biçmesi gerektiği ve bunu egemen emperyalist statükolarla çelişmeden, dünya barışının bir gereği olarak kavramak ve yapmak gerektiğini, aksi takdirde dünya barışını korumak için “yaramazlık” yapan ulusların kulağının çekileceği ve nihayet, bir daha yeni bir proletarya devriminin, halk demokrasisinin ve sosyalist bir toplum sisteminin olanaklı olmadığını.

İşte tam da bu noktada, yazımızın başından beri ne menem bir şey olduğunu anlatmaya çalıştığımız ve kendisine genetik ve modern biyolojideki gelişmeleri kurban seçen “modern bilimin” ideolojisi biyolojik determinizm ile “yeni dünya düzeni”nin öngörüleri arasında çarpıcı bir bağ, birebir düzeyde bir örtüşme var.

Biyolojik determinizmi kastederek “Böyle bir görüş statükoyu tehlikeye sokmaz” diye yazıyor Prof. Dr. Lewontin ve devamında: “… Aksine güçsüz olanlara durumlarının kendi doğal eksikliklerinin kaçınılmaz sonucu olduğunu, dolayısıyla yapılacak hiçbir şey olmadığını söyleyerek statükoya destek verir.” diyor.

Ardından da, doğal eşitsizlik teorisinin en önde gelen ideologlarından biri olan ve Harvard’da psikologluk yapan Richard Herrnstein’den şunları aktarıyor: “Geçmişteki ayrıcalıklı sınıflar muhtemelen ezilenlere göre biyolojik olarak fazla üstün değillerdi, bunun için devrimin başarı şansı vardı. Sınıflar-arası yapay engelleri kaldırarak toplumda biyolojik engellerin ortaya çıkmasını teşvik etti. İnsanlar toplumda doğal yerlerini alabildikleri zaman, tanımsal olarak üst sınıflar alt sınıflardan daha fazla kapasite sahibi olacaklardır. “

Bu satırlar Richard Herrnstein tarafından 1973 yılında kaleme alınan “I.Q. in the Meritocracy” isimli kitaptan alınmış. O yıllarda genetik konusundaki gelişmeler, yozlaştırılarak, çarpıtılarak ve içi boşaltılarak bu tip iddiaları kesin “bilimsel bulgular”mış gibi öne sürecek kadar gelişmiş olmasa gerek ki, psikologumuz geleceğe yönelik konuşuyor. Ancak İnsan Genomu Projesi ve İnsan Genomu Örgütü’nün aynı doğal eşitsizlik teorisinin bir ürünü olduğunu ve bu projenin sonuçta şu yada bu hastalığı iyileştirecek tedavi yöntemleri geliştirmekten daha çok, insan toplumları arasındaki ırk, ulus ve sınıf farklılıklarını genetik ve DNA moleküllerinin farklılıklarıyla açıklama iddiasıyla yola çıkan biyolojik determinizmin tezlerini güçlendireceğini Dorothy Nelkin, Laurence Tancredi, Evelyn Fox Keller gibi burjuva sosyologlar ve sosyal eleştirmenlerin kendi kalemlerinden aktarmıştık. Dolayısıyla onlar da öncelerini aratmıyorlar ve ortaya çıkan tablo “mutato nomine de te fabula navratur (adını değiştir, hikâye seni anlatır)” oluyor.

Tekrar Herrnstein’in yazdıklarına ve biyolojik deterministlerin doğal eşitsizlik ve biyolojik çeşitlilikten dolayı ırk, ulus ve sınıf farklılıklarının ortaya çıktığı iddiasına dönersek, anlatılmak istenen şudur: “Yeni dünya düzeni”ne gelinceye kadar, ayrıcalıklı sınıflar (köle sahipleri, senyörler ve burjuvalar) ezilen sınıflara (köleler, serfler, işçiler ve emekçiler) oranla biyolojik olarak veya genler ve DNA molekülleri açısından fazla üstün değillerdi. Bunun için de, bütün toplumsal maddi gerçekliğin çelişkili ve çatışmak dünyası yapay engellerden oluşuyordu. Bu aynı zamanda sosyal devrimlerin de başarı şansı demekti. Ancak giderek toplum yapay engelleri ortadan kaldırarak -burada psikoloğumuz, yapay engellerin neler olduğu ve toplumun ne yapıp da bu yapay engelleri ortadan kaldırdığını söylemiyor; ama siz “modern bilim”in ideolojisinin mantıksızlığını bir neden olarak alabilirsiniz- biyolojik engelleri ortaya çıkardı. Sonra da, insanlar doğal olarak toplumdaki yerlerini aldılar. Kimileri, genleri ve moleküler yapıları gereği ayrıcalıklı sınıfları oluşturdular ve büyük çoğunlukta yine aynı doğal nedenden dolayı alt sınıflarda kümelendiler.

Artık, doğası gereği, bir proleterin çıkıp bir burjuvaya, “sen niye zenginsin ve niye beni sömürüyorsun” diye sorması, insan biyolojisine ve bilime ters düşeceğine göre, kapitalist (emperyalist) toplum sisteminin ebediliği ve geçmişte olduğu gibi devrimci bir altüst oluşla yıkılamayacağı da ispatlanmış oluyor(!)

İşte karşımızda, “yeni dünya düzeni”nin ideologlarının ve politik propagandacılarının ileri sürdüğü; tek ebedi toplumsal sistemin kapitalizm (emperyalizm) olduğu ve artık devrimin ve sosyalizmin olanaklarının kalmadığı iddiasıyla birebir örtüşen, “modern bilim”in ideolojisi biyolojik determinizm. Bir bilim dalı ve onun bilimsel araştırmalarla ortaya çıkardığı bilimsel bulgular ancak bu kadar çarpıtılıp, yozlaştırılabilir ve ancak bu kadar burjuvalaştırılıp, piç edilebilir. “Tanrı” yoksulları biyolojik determinizmin gazabından korusun.

Bir süredir, bitmez tükenmez tartışmalar yürüten reformistlerden, revizyonistlerden ve dönek devrimcilerden; “bilimsel teknolojik devrim”in, sınıfları ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını nasıl ortadan kaldırdığını ve burjuva devlet mekanizmasının nasıl burjuvazinin baskı, şiddet ve terör örgütü olmaktan çıkıp, sınıflar-üstü bir konuma ulaştığını; demokrasinin, nasıl sınıflar-üstü ve sınıf mücadelesinden ayrı bir yerde kristal bir vazo gibi durduğunu; proletaryanın, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan proletarya olmaktan çıkıp, nasıl mal mülk sahibi olduğunu ve bunun için de kaybedecek çok şeyi olan bir proletarya haline nasıl geldiğini ve sonuçta artık devrimlerin gerekliliğinin nasıl ortadan kalktığını okuyor ve dinliyorduk.

Şimdi de “bilimsel teknolojik devrimin” veya “modern bilim”in “harika” çocuklarının bir başka kolunun incileriyle yüz yüzeyiz. Bilimle, teknolojiyle, bilgisayarlarla, robotlarla ve nihayet genlerle ve DNA molekülleriyle birer oyuncak gibi oynayan, I.Q.’ su yüksek “deha(!)”lar; sosyal yaşama ilişkin bütün her şeyin insan biyolojisinin çeşitliliğinin doğal bir sonucu olduğunu ve buna karşı çıkmanın anlamsız olduğunu iddia ediyorlar. Bir farkla ki, bunlar; bütün o yukarıda saydığımız sosyal sınıflar arasındaki çelişki ve uzlaşmaz çatışmaların varlığını reddetmiyorlar. Bunun için de diğer “harika çocuklardan” bir adım önde sayılabilirler. Sadece, değişmez, değiştirilemez olduğunu söylüyorlar ve genetik kalıtsallığı kader haline getiriyorlar.

 

DİPNOTLAR

(1) Engels’ten aktaran V.l. Lenin. Materyalizm ve Ampriokritisizm. Çeviren: Sevim Belli. Sol Yayınları, üçüncü baskı, Kasım 1993, Ankara

(2) Friedrich Engels, Anti-Dühring. Çeviren: Kenan Somer. Sol Yayınlan, ikinci baskı, Mart 1993, Ankara.

(3) Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik. Üçüncü baskı, Kasım 1993, Evrensel Basım Yayın

 

Haziran-Temmuz 1995

1997’de gençliğin gündemi

Geçtiğimiz yıl gençliğin gündemini, işçi ve üniversite gençliği cephesinden yaşanan hareketlenmeler oluşturdu. Genç işçi kitleleri, yaşanabilir bir ücret, 8 saatlik işgünü, sendika ve sigorta talepleri etrafında bir araya gelirken; üniversite gençliği har(a)çlara yapılan zamlara, bir bütün olarak har(a)çlara ve devletin sahte reform girişimlerine karşı, uyanan kesimleriyle sınırlı da olsa, küçümsenemeyecek bir tepki ortaya koydu. Son yılların en yoğun katılımlı ve süreklilik gösteren eylemleri gerçekleşti.

Her iki gençlik kesimi açısından da mücadele süreci içerisinde önemli birikimler elde edildi. Gençlik kitlelerinin somut sorun ve talepleri temelinde birleşik bir mücadeleye girmesinin; bu mücadele içerisinde ve üzerinde kendi kitlesel örgütlerini oluşturmasının ne anlama geldiği ve nasıl gerçekleşeceği, yaşanan pratik deneyimler sonucunda gençliğin ileri kuşaklan tarafından açıkça görüldü. Bu noktada akla, dünya ve Türkiye gençliğinin mücadele tarihinin zaten, bu açıdan önemli zenginliklerle dolu olduğu gelebilir. Ancak her gençlik kuşağının bu zenginliği kendi mücadelesi içerisinde yaşayarak edindiği ve edindiği ölçüde pratikte kullanabildiği düşünüldüğünde geçtiğimiz yılın mücadele pratiğinin önemi daha iyi kavranacaktır.

Ortaöğrenim gençliği ise, geçtiğimiz yıl temel olarak katkı payına karşı yer yer ortaya çıkan eylemlerle, ama daha çok da küçümsenemeyecek sayıdaki lisede kendiliğinden ortaya çıkan “katkı payı ödememe” tutumuyla gündeme geldi. Yine, ÖSS-ÖYS sınavlarının intihara ittiği gençler, okul yöneticilerinin dövdüğü öğrenciler, bekâret testi ve uyuşturucu batağı, geçtiğimiz yıl ortaöğrenim gençliğinin gündemini oluşturan ve bu yıl da gündemde kalacak olan diğer hususlar.

Üzerine vurgu yapılan bu konular, gençliğin bugünkü ve önümüzdeki dönem içerisinde gündeminin ne olduğunu ortaya kovmadan önce, geçtiğimiz yıla ilişkin yapılabilecek en özet değerlendirme ve giriş olarak kabul edilebilir. Gelelim ’97’de gençliğin gündemine.

 

SANAYİ SİTELERİ VE SANAYİ BÖLGELERİNDE İŞÇİ GENÇLİK

Türkiye, irili ufaklı yüzlerce sanayi sitesinde milyonlarca genç ve çocuk yaştaki işçinin, vahşi kapitalizm dönemindeki çalışma koşullarından farklı olmayan koşullarda çalıştırıldığı bir ülke. Sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerindeki onlarca, yüzlerce atölyede çalışan genç ve çocuk yaştaki işçi kitlelerinin gündemini dün olduğu gibi bugün de, insanca bir yaşama yetecek kadar ücret, 8 saatlik işgünü, sendika, sigorta ve iş güvencesi talebi oluşturuyor.

1996 yılında işçi gençliğin bu talepler uğruna verdiği mücadeleyi yeni bir aşamaya çıkaran en önemli gelişine, Ünaldı direnişi oldu. Ünaldı’da dokuma işkolunda çalışan on bine yakın işçinin başlattığı direniş, çeşitli işkollarında çalışan on bin işçinin de katılımıyla, önce Gaziantep emekçilerinin, ardından da bütün Türkiye emekçilerinin gündemine girdi. Ünaldı direnişi boyunca yaşananlar -bu konuya ilişkin ayrıntılı haberler ve değerlendirmeler parti basınımızda yer almıştır- milyonlarca genç işçinin tutması gereken yolu gösteriyordu.

Özellikle Ünaldı işçisinin sınıf bilinçli ileri unsurlarının direniş öncesinde ve sürecindeki tutumu, bugün sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerinde yürütülen mücadele ve örgütlenmenin ilham kaynağı olmaktadır. Ünaldı direnişi tek tek ve kendiliğinden ortaya çıkan ve emeğin sermayeye karşı hak alma amacıyla gerçekleştirdiği bilinçli ve planlı eylemlerden daha çok, tepkisel temelde gerçekleşen direniş ve eylemlerin yerine nasıl bir anlayışın geçmesi gerektiğini ortaya koymuştur.

 

SANAYİ SİTELERİ, SANAYİ BÖLGELERİ VE İŞÇİ DERNEKLERİ

Önümüzdeki dönem sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerinde genç komünist işçi önderlerinin yürüteceği propaganda-ajitasyon çalışmasının merkezine genç işçi kuşaklarının yukarıda ortaya koyduğumuz talepleri oturacaktır. Bu taleplerin öne çıkarılacağı propaganda ajitasyon çalışması, sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerinde genç işçi derneklerinin kurulması çalışmalarıyla birleştirilecektir. Bugün artık genç işçi kitlelerinin sermayenin saldırılarına karşı birleşmesinin, dayanışmasının ve mücadele etmesinin araçlarını yaratmak, ertelenemez bir görev durumundadır. .Sendika kurulabilecek işletmelerde sendika çalışması yürütülecektir. Küçük ve dağınık atölyelerden oluşan ve binlerce, on binlerce genç işçiyi barındıran sanayi siteleri ve sanayi bölgelerinde ise, işçi birlikleri ve dernekler kurulacaktır. Giderek bu işçi örgütleri bir araya getirilerek Ünaldı işçisinin taşıdığı bayrak daha da ilerilere götürülecektir.

Bugün küçümsenmeyecek sayıda sanayi sitesinde mücadele ve örgütlenme çalışmaları yürüten emeğin genç kuşaklarının, genç işçilerin bu birlik, dayanışma ve mücadele örgütlerinin kurulması için daha çok çalışması ve çabalaması gerekmektedir. Genç işçi kuşaklarının kalıcı örgütlenmelerini oluşturmak için onları mücadeleye çekmek, mücadelelerine yardımcı olmak ve önderlik etmek, genç komünistlerin “boynunun borcu”dur.

Önümüzdeki günler, işçi gençliğin gündemini oluşturan talepler için mücadelenin ve sorunların çözümünün yakıcılığının daha da arttığı günler olacaktır. Sermaye ve devletin sanayi bölgelerinde ve sanayi sitelerindeki milyonlarca genç işçi üzerindeki düşük ücret, sendikasız, sigortasız ve her tür sosyal güvenceden yoksun çalışma, zorunlu mesai vb. baskıları daha da artacaktır. Aksı yönde bir gelişmeye işaret eder hiçbir tedbir, düzenleme veya karar yoktur. Hatta bu doğrultuda bir vaat bile verilmemektedir. Ayrıca sanayi siteleri, sanayi bölgeleri ve buralarda çalışan genç işçilerin sayısındaki artış, daha fazla gencin sömürü ağı içerisine çekileceğinin ve sömürünün daha da yoğunlaşacağının somut bir işaretidir.

Sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerinde yaygınlaşarak yoğunlaşan ucuz işgücü sömürüsü, her geçen gün daha çok genç işçi kuşağını mücadele ve örgütlenmeye hazırlamaktadır. Hemen hemen bütün sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerindeki çalışma koşulları, ücret düzeyi, iş güvencesi, iş sağlığı vb. konularda yaşanan sıkıntılar kendiliğinden bir ileri işçi kuşağı yaratmaktadır. Sorunlarına karşı duyarlı, tepkili ve bunun sonucu olarak da kendiliğinden birlikte mücadele etmenin önemini kavramış bu ileri işçi gruplarıyla buluşacak bir işçi gençlik çalışması yürütüldüğünde; kısa sürede verim alınmaktadır. Genç komünistlerin bu alanlarda yürüttükleri çalışma ve bunun üzerinde oluşan işçi grupları bu gerçeğin pratik göstergeleridir.

Ancak işçi gençlik yığınlarının taşıdığı mücadele ve örgütlenme potansiyeli henüz bütünüyle genç işçilerin kendi örgütlerinde bir araya getirilebilmiştir. Bugün sanayi sitelerine ve sanayi bölgelerine bakıldığında, genç işçilerin birliğini, dayanışma ve mücadelesini güçlendirecek işçi derneklerinin sayısı bir elin sayısını geçmeyecek kadar azdır. Oysa genç komünistler bir taraftan işçi gençliği politik olarak kendi saflarında birleştirirken, aynı zamanda işçi gençliğin geniş kitlelerini içine alabilme yeteneği olan işçi derneklerinin kurulmasını da teşvik etmeli, kurmalı ve bu işin başına geçmelidir. Bugün on binlerce üyesi olan yüzlerce işçi gençlik derneği kurmak ve buraları genç işçi yığınlarının birlik, dayanışma ve mücadele örgütleri olarak çalıştırmak, emeğin genç kuşaklarının temel görevleri arasındadır.

Yine ’97 yılında genç işçi kuşaklarının gündemini özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, işten atma vb. saldırılara karşı işçi sınıfının bir bütün olarak yürüteceği mücadele oluşturacaktır. Sanayi siteleri ve sanayi bölgelerinde, bugüne dek hiç olmadığı kadar yoğun bir propaganda ve ajitasyon çalışması yürütülecektir. Genç işçi kuşaklarının, işçi sınıfının kendi çıkarları ve geleceği için yürüteceği mücadeleye katılması örgütlenecek ve özelleştirmeye, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya, işten atılmalara ve işsizliğe karşı yürütülecek bu mücadelede en ön saflarda emeğin genç kuşakları saf tutacaktır.

Emeğin mücadeleci genç unsurları, toplam olarak içine girdikleri bu mücadele ve örgütlenme yolunda ısrar edecek ve buluştukları genç işçi gruplarıyla bir an önce yukarıda ortaya konulan sorunlar ve talepler etrafında daha geniş işçi kitlesini kucaklayacak bir mücadele ve örgütlenme gerçekleştirmeyi başaracaktır.

 

ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİ ÜZERİNE

YÖK Yasa Tasarısı Ve Karşı Mücadele

Üniversite gençliğinin bugün ve önümüzdeki dönemde temel gündemlerinden birinin eğitimin özelleştirilmesi ve paralı eğitimin yaygınlaştırılmasına dönük uygulamalar olacağı mutlaktır. Geçtiğimiz dönem, eğitimin özelleştirilmesine dönük politikalara karşı gelişen öğrenci muhalefeti ve öğretim üyeleri ve öğretim görevlilerinin tepkisi, 23 Mart 1996 tarihinde cumhurbaşkanının, rektörleri Çankaya’da toplamasına neden oldu.

Cumhurbaşkanının başkanlığında yapılan rektörler toplantısı, kamuoyuna, üniversitelerde “Demokratik Reform” hazırlıkları olarak sunuldu. Toplantı sonrasında da yeni bir Yükseköğrenim Yasa Taslağı hazırlandı. Üniversite gençliği, rektörler toplantısına ve sözde demokratik reform için yasa hazırlıklarına karşı 23 Mart günü Ankara’da buluştu. Binlerce üniversite öğrencisi “Sahte Değil Demokratik Reform” ve “YÖK’e Hayır” sloganlarını haykırdı. Yasa taslağı hazırlıkları kısa bir dönem gündemden düştü. Ancak yaz döneminde, taslak, Yasa Tasarısı haline getirilerek meclise sunuldu.

Üniversite gençliğinin, eğitimin özelleştirilmesi ve paralı eğitimin yaygınlaştırılmasına ilişkin gündemi, bu yasa tasarısıyla birleşmiş durumda. Geçtiğimiz yıl üniversite gençliğinin eylemleriyle gündeme, gelen “Sahte Değil Demokratik Reform” sloganı ise, bugün ve önümüzdeki dönem, öğrenci gençliğin gündemini belirleyen sloganlardan biri olmaya devam edecek.

Burada kısaca YÖK Yasa Tasarısı’nın içeriğini ortaya koymakta fayda var. Tasarı, yükseköğrenimin temel sorununu, “üniversitelerin mevcut yapısının, uluslararası pazarın kalite standartlarına tam anlamıyla uyum sağlamakta zorlanması” olarak tanımlıyor. Çözüm olarak da, “piyasa ilişkilerine göre tanımlanan, eğitimin içeriğini, idari ve mali yapısını, akademik işleyişini, bizzat sermayenin, içinde yer alarak belirlediği” bir üniversite modeli ortaya koyuyor.

Tasarıda YÖK’ün mevcut yapısı korunurken, yönetimdeki üst düzey bürokrat sayısı artırılıyor. Ayrıca üniversite bütçelerinin belirlenmesi gibi birçok önemli konuda YÖK’ün yetkileri artırılıyor. YÖK tarafından oluşturulacak yeni organlarla, üniversitelerdeki akademik işleyişin bütün ayrıntılarına kadar denetim altına alınması hedefleniyor. Sözde YÖK’ün kaldırılacağı ortaya konurken, yasa tasarısı YÖK’ü güçlendiriyor ve daha ileri düzeyde yeniden üretiyor.

Tasarıyla getirilmek istenen bir başka uygulama ise, Akademik Değerlendirme Kurulu adı altında bir organın oluşturulması. Akademik Değerlendirme Kurulu; içerisinde sanayi, ticaret ve finans çevrelerinin önde gelen “şahsiyetlerinin de yer alacağı kişilerden oluşuyor. Ve akademik unvanların yükseltilmesi yetkisi bu kurula veriliyor. Akademik unvanların yükseltilmesi ise, kurul tarafından belirlenmiş uluslararası düzeydeki “bilimsel” dergilerde yazıların yayınlanması koşuluna bağlanıyor. Ayrıca, tüm giderleri özel ya da tüzel kişi ve kurumlar tarafından karşılanan “Özel Statülü Profesörlük” uygulaması başlatılıyor.

Yine tasarıda yer alan düzenlemelerle, üniversitelere dışardan rektör yardımcısı ve bölüm başkanı atanmasının önü açılıyor. Rektör yardımcılarının sayısı dokuza çıkarılırken, bunlardan sadece üçü üniversitelerdeki profesör unvanlı hocalardan seçilebiliyor. YÖK’ü üniversite bütçelerinin belirlenmesinde yetkili kılan tasarı, üniversitelerin mali işlemlerini de, rektörlere bağlı işletme hesaplarında topluyor. Bu hesapta yer alacak gider kalemleri arasından beslenme, kültürel, sportif, sosyal hizmetler gibi harcamaları kaldırıyor. Bu, üniversitelerin özelleştirilmesine ve paralı hale getirilmesine, dönük uygulamalardan birisi. Anlamı ise, har(a)çların daha da artırılması.

Bütün bunların toplamı üzerinden düşünüldüğünde hazırlanan yasa tasarısı üniversitelerin, fiili olarak sermayenin ihtiyaçlarına göre örgütlenmiş kurumlar olmasının yasal çerçevesini de oluşturmuş oluyor. Eğitimi ise, herkesin parası oranında satın aldığı bir meta haline getiriyor. Birebir, sermayenin ve piyasanın ihtiyaçlarına göre belirlenmiş bir üniversite eğitimi: tamamıyla sermaye tarafından yönetilen ve denetlenen bir akademik yaşam; parayı verenin düdüğü çaldığı, sermayenin yeni bir yatırım ve kâr kapısı olan öğrenim. İşte sermayenin kendini ve egemenliğini yeniden üretme sürecinin eğitim alanına ilişkin politikaları ve yasa tasarısıyla getirilen reformların gerçek yüzü.

Önümüzdeki yarıyıl, üniversitelerin gündemini; eğitimin özelleştirilmesi, paralı eğitim ile birlikte YÖK Yasa Tasarısı’nın belirleyeceğini söylemek bir kehanet olmayacaktır. Özellikle son birkaç ay içerisinde bu yasa tasarısına karşı öğretim üyeleri ve öğretim elemanları cephesinden de önemli tepkilerin gündeme gelmesi bunun somut işaretidir. Öğrencisi, öğretim üyesi, öğretim görevlisi ve çalışanıyla üniversitelerin bütün bileşenlerinin birleşik eyleminin hedef tahtasına yukarıda sözü edilen talepler oturacaktır. Emeğin genç kuşaklarının ’97 yılında üniversitelerdeki gündemini de bu talepler için üniversitelerin gerçek sahiplerinin birleşik mücadelesini örgütlemek oluşturacaktır.

 

Öğrenci Temsilciler Kurulu (ÖTK) Üzerine

Üniversitelerde önümüzdeki dönemde öğrenci gençlik cephesinden gündemde kalacak bir diğer önemli konu da, Öğrenci Temsilciler Kurulu (ÖTK)’dur.

YÖK tarafından gündeme getirilen ÖTK’ler, en genel anlamıyla sınıflar veya bölümler temelinde yapılacak seçimlerle belirlenen temsilcilerden oluşacak öğrenci kurulları olarak tanımlanıyor. Temsilciler kurullarının oluşturulma biçimi ve işleyişine ilişkin ayrıntılı bir tanımlama yok. Bu noktalara ilişkin ayrıntılı düzenlemeler üniversite ve yüksekokul yönetimlerine bırakılmış. Kimlerin temsilci seçilebileceğine ilişkin ise bazı anti-demokratik hükümler içeriyor. Ancak bunlar da üniversite ve yüksekokullarda farklı biçimlerde uygulanıyor, YÖK’ün çok genel hatlarıyla ortaya koyduğu prosedüre pek fazla uyulmuyor. Daha çok, öğrencilerin temsilciler seçilirken ve kurullar çalışırkenki tutumları belirleyici oluyor. Bu olgu, ÖTK’lerin oluşturulmasından sonraki süreç için de geçerlidir.

ÖTK’ler hakkında bu bilgileri kısaca ortaya koyduktan sonra böyle bir örgütlenmenin YÖK tarafından neden gündeme getirildiği ve üniversite gençliğinin ÖTK’ler karşısındaki tutumunun ne olması gerektiği sorunu gündeme geliyor.

ÖTK’ler, YÖK tarafından, gelişen öğrenci muhalefetinin önünü almak; daha kitlesel tepkilerin ortaya çıkabileceğini hesaba katarak, bugünden öğrenci gençliği denetlenebilir bir öğrenci örgütlenmesinin içerisine çekmek amacıyla gündeme getirilmiştir. Yine. YÖK Yasa Tasarısı’nda olduğu gibi bu girişim de üniversitelerde bir imaj değişikliği ve sahte reform makyajı ihtiyacı ile birlikte ele alınmaktadır. ÖTK’ler konusunda YÖK ve üniversite yönetimleri cephesinden atılan adımlar da bunun somut göstergeleridir.

İşte bu ÖTK’ler karşısında emeğin mücadele örgütünün genç kuşaklarının tutumu, ÖTK’leri öğrenci gençliğin bağımsız örgütleri olarak kurma, işletme ve bu anlayışı yaygınlaştırıp genele hâkim kılma yönündedir. Bunun için de, daha ÖTK’ler ortaya atılır atılmaz ve bazı üniversitelerde kurulma çalışmaları başlar başlamaz sürece müdahale etmeye çalışmıştır.

Üniversite gençliği içerisindeki küçük burjuva politik grupların ÖTK’ler karşısındaki tutumu ise, “solcu gevezeliği”nin ötesine geçmemiştir. Bu kesimlerin “ÖTK’leri kurdurmayacağız, bunlar devlet örgütleri”dir, bunlar içerisinde yer almayız…” vb. yollu tutumları ise öğrenci hareketinin somut durumu, ihtiyaçları, kısa, orta ve uzun vadedeki çıkarlarından uzak, fikrin sahiplerinden beklenen ve yakışan tutumlardır. Üniversite gençliğinin, marjinal meydan okuyuşlara ve bundan kaynaklı kaçınılmaz yenilgilere değil, olabilecek en geniş kesimlerinin içinde yer alıp sorunlarını tartışacağı; geleceğini ve gerçek çıkarlarını sahiplenmeyi, onlar için mücadele etmeyi öğreneceği öğrenci örgütlerine ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı karşılama eylemini etkileyecek hiçbir gelişme ve fırsat karşısında yok sayıcı ve reddedici bir tutum takınılamaz. Aksi durum, yığınların kendi geleceği için eyleme geçmelerine hizmet edecek bir araç karşısında devrimci sorumluluğa uygun davranmamak ve geleneksel küçük burjuva solun kolaycı anlayışına teslim olmak anlamına gelecektir.

YÖK’ün, ÖTK’leri yukarıda kısaca vurgulanan amaçlarla ortaya attığı gerçeğiyle, üniversite gençliğinin ÖTK gibi bir örgütlenmeye ihtiyacı olduğu gerçeği; görünürde ihtiyaçlarda bir uyum, çıkarlarda bir birlik gibi karşımıza çıkıyor. Özümle ise bu iki gerçek, yani sermayenin ve YÖK’ün ihtiyaçları gözetilerek ortaya atılan ÖTK’ler ile üniversite gençliğinin ihtiyaç ve çıkarlarının gerektirdiği ÖTK’ler arasında bir çelişkiyi ve bu çelişkiye bağlı olarak sürecek bir çatışmayı ifade ediyor. Önümüzdeki süreçte ÖTK’lerin kimin ve nasıl olacağı, işte bu ihtiyaçlar ve çıkarların tarafları arasında yaşanacak mücadele ile belirlenecek. Aynı zamanda bu süreç statik, durağan ve bir kez belirlendikten sonra aynı şekilde devam eden bir belirleme süreci olmayacak. YÖK’ün istediği ÖTK’ler ile üniversite gençliğinin istediği ÖTK’ler arasındaki çelişki ve mücadele, ÖTK’ler kurulmaya başladığı andan itibaren başlamıştır ve var oldukları zaman dilimi içerisinde de sürecektir.

Üniversite gençliğinin yapması gereken şunlardır:

1- ÖTK’lerin oluşturulması için yapılan ve yapılacak olan seçimlerin, öğrenci gençliğin iradesi ve inisiyatifini yansıtacak biçimde yapılmasını sağlamak. Bunun için seçim dönemlerini bir kampanya haline getirmek, bu doğrultuda sınıf ve amfi toplantıları yapmak, yoğun bir sözlü ve yazılı propaganda yürüterek en geniş öğrenci kitlesine seçimleri duyurmak ve onları seçimlere katmak.

2- Sınıf, bölüm ve fakülte temsilcileri seçildikten ve kurullar oluştuktan sonra, kurulların hem kendi aralarında, hem de sınıf, bölüm ve fakültelerde düzenli toplantılar yapmak. Bu toplantılarda öğrencilerin sorunlarına ve taleplerine ilişkin somut gündemler belirlemek, kararlar almak ve bu kararları öğrencilerle birlikte hayata geçirmek. Bu şekilde temsilciliklerin öğrencilerin genel kitlesinden kopup, giderek marjinal ve bürokratik yapılar haline gelmesini engellemek.

3- Bu toplantılarda darlaştırıcı, soyut ve öğrenci gençliğin güncel sorunlarından uzak tartışmaların yaşanmasının önünü almak. Bunun için toplantılara hazırlıklı katılmak ve küçük burjuva politik grupların dağıtıcı tutumlarını öğrenci gençliğin somut talepleri ve sorunlarına ilişkin gündemlerde ısrar ederek bertaraf etmek.

4- Bir an önce ÖTK’lerin işleyişine ilişkin, yukarıdaki maddelerde ortaya konan noktaları içeren bir tüzük taslağı oluşturarak bunu tartışmaya açmak ve bu taslak üzerinden tüzüğün öğrenciler tarafından hazırlanmasını sağlamak.

Sonuç olarak ’97 yılında üniversite gençliğinin ülke çapında gündemini oluşturan ÖTK’lerin, öğrenci gençliğin kitlesel mücadele örgütleri olup olmayacağının ortaya çıkacağı süreç başlamıştır. Emeğin genç kuşakları da, bütün güçleriyle bu sürecin öğrenci gençliğin mücadele ve örgütlenmesini ilerletecek bir süreç olarak yaşanması için çalışacaktır.

 

Üniversitelerde Akademik Yaşam Üzerine

Yukarıda üniversite gençliğinin ülke genelinde bu yılki gündemine ilişkin iki önemli konuyu ortaya koyduk. Ancak üniversitelerin gündemi bununla sınırlı değildir. Başta genç komünistler olmak üzere üniversite gençliğinin uyanan kesimleri, gündemlerini bunlarla sınırlandıramaz. Sınav sistemlerinde gündeme gelen değişikliklerden, bütünleme sınavlarının kaldırılmasına; kantin, yemekhane ve mediko-sosyallerin özelleştirilmesinden bir bütün olarak paralı eğitime ve özelleştirmeye; dersliklerin ve uygulamalı eğitim için gerekli olan araçların yetersizliğinden eğitimin kapsam ve içeriğinin anti-bilimsel oluşuna; eğitime ayrılan bütçenin yetersizliğinden öğretim üye ve görevlilerinin yetersizliğine kadar birçok yerel ve genel sorun, üniversite gençliğinin akademik yaşamını bütünüyle yok eden gündemlerdir. Bu sorunlar çoğaltılabileceği gibi, sorunların toplamının ortaya çıkardığı tablonun kendisi bir mücadele gündemi durumundadır. Bunun için de kısaca üniversite öğrencilerinin akademik yaşamına ilişkin olarak gelinen noktayı ortaya koymak gerekir.

Bugün birçok üniversite, öğretim verdiği konularda gerekli ve yeterli mesleki ve bilimsel eğitimi verecek kapasiteden uzaktır. Bu, bütün üniversite kamuoyunun kabul ettiği; sermaye ve devletin bu alandaki yetkili kurumlarının da kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçektir. Öyle ki, hemen hemen bütün üniversitelerde üniversiteye kayıtlı öğrenci sayısının önemli bir bölümü derslere girmemekte ve hatta üniversiteye bile gelmemektedir. Üniversite öğrencilerinin daha birinci sınıftayken üniversiteye yabancılaşmaya başlaması, artık normal bir durum olarak kabul edilmektedir. Hatta giderek “üniversiteli olmak” bu anlama gelmeye başlamıştır.

Özellikle devam zorunluluğu olmayan sözel alanda öğretim yapan bölümlerde derse devam eden öğrenci sayısının, okula kayıtlı olan öğrenci sayısının üçte biri kadar olduğunu söylemek bir gerçeği ifade etmek olacaktır. Sayısal bölümlerde bu oran biraz daha yüksek ise de, özellikle üst sınıflara yaklaştıkça buralarda da durum aynılaşmaktadır. Bütün diğer göstergeleri bir yana, bu durum en başta üniversitelerin hiçbir çekiciliğinin kalmadığının ve içine düştüğü bataklığın çok çarpıcı bir göstergesidir.

Akademik, bilimsel, araştırma-inceleme amaçlı hiçbir çalışma ve tartışma yapılmadığı gibi bu doğrultuda girişimler “terörist faaliyetler” olarak damgalanmaktadır. Özellikle özel üniversitelerin sayısındaki artışla birlikte birçok yetenekli ve deneyimli uzman öğretim üyesi bu üniversitelere kaymış durumdadır. Bu, sermayenin kendi ihtiyaç duyduğu bürokrat ve teknokrat kadroları doğrudan kendi kurdukları üniversitelerde (Bilkent, Koç, Sabancı üniversiteleri vb.) yetiştirmesi anlamına geldiği gibi, aynı zamanda devlet üniversitelerinin burjuva anlamda bir öğretimi vermekten bile uzak olduğu anlamına gelmektedir. Bugün akademilerde, burjuva anlamda bir öğretim disiplininden, araştırmacılıktan ve üretimden söz etmek neredeyse mümkün değildir.

Ancak buna karşılık, anlamsız bir sınav yoğunluğu ve müfredat doluluğu söz konusudur. Sınav öncesi ve sınav sonrası tatil uygulamaları üniversite öğrencilerinin çıkarına bir uygulamaymış gibi görünürken, gerçek, bunun tam tersidir. Üniversite öğrencileri “okulcu” bir öğretimden uzak; ders notlarının ve geçmiş dönem sınav sorularının üniversite çevresinde bulunan kırtasiye ve fotokopicilerde parayla satıldığı ve bunun üniversite yönetimleri tarafından teşvik edildiği bir öğretim anlayışı ve yaşantısı içinde, sözde yükseköğrenim görmektedirler.

Bu durum ve yukarıda birkaçını vurguladığımız bu duruma yol açan bütün uygulamalar üniversite gençliğinin acil gündemini toplam olarak oluşturan olgulardır. Üniversite gençliğinin ilerici, devrimci, komünist bütün mücadeleci unsurları ve uyanan kesimlerinin çalışmalarının merkezine bu somut ve acil talepler oturmalıdır. Eğer güçlü bir öğrenci muhalefeti ortaya çıkacaksa ve üniversite gençliği bu muhalefetiyle emekçi sınıfların demokrasi, sosyalizm ve özgürlük mücadelesindeki yerini alacaksa -ki buna kuşku yoktur-, bu ancak bu platformda yürütülecek çalışma ve mücadeleyle olacaktır.

 

ORTAÖĞRENİM GENÇLİĞİ ÜZERİNE

Ortaöğrenim gençliğinin temel gündemlerinden birini eğitimin özelleştirilmesi ve paralı hale getirilmesi oluşturuyor. Özellikle son birkaç yıldır bütün liselerde uygulamaya sokulan kayıt parası ve katkı payı uygulaması liseli gençliğin tepki duyduğu sorunların başında geliyor. Karne parası, tebeşir-silgi parası, spor parası ve toplam olarak öğretim araç ve gereçlerine yapılan harcamaların karşılanması adı altında toplanan paralara, kayıt ve katkı payı parası da eklenince ortaöğrenimin bütünüyle paralı hale geldiğini söylemek, bir gerçeği ifade etmek olacaktır.

Eğitimin özelleştirilmesi ve paralı eğitime dönük bu uygulamalara karşı öğrenci ve veliler cephesinden biriken tepki, yer yer protesto eylemleri olarak kendisini dışa vurdu. Bu tepki ve eylemler karşısında devletin ilgili organları, “her öğrenciden para alınmayacağı, durumu uygun olmayan öğrencilerin para ödemeyeceği” vb. yalanlara sarıldılar. Hatta bazı illerde Milli Eğitim Müdürleri “katkı payı toplanmayacağı” yönünde açıklamalar yaptılar. Bu yalan açıklamalar bir dönem, ortaöğrenim gençliği ve velilerin biriken tepkisinin yerine, belirsizliği ve beklentiyi geçirdi. Ancak çok kısa bir süre içerisinde okul yönetimlerinin pratik tutumlarıyla bu açıklamaların yalan olduğu ortaya çıktı. Şimdilerde ortaöğrenim gençliği ve veliler farklı biçimlerde yeniden, tepkilerini ortaya koyuyorlar.

Onlarca lisede binlerce liseli genç, gerek kendiliğinden gerekse, ileri kesimlerinin bilinçli ve örgütlü tutumları sonucu katkı payı ödemiyor. İlk yarıyılın bitiminde, katkı payı ödemeyen kesimlerin karnelerinin verilmemesine dönük idari baskılara da eylemlerle ve protestolarla yanıt veriyor. Bu içerikte gerçekleştirilen eylemlerin birkaçı günlük basına da yansıdı. Ancak bu temelde ortaya çıkan ve parti basınımıza haberi ulaşmayan onlarca yerel protestodan söz etmek mümkün. Bütün bunlar önümüzdeki dönemde ortaöğrenim gençliğinin “Katkı Payı” uygulamasına karşı ortaya koyacağı tepkinin ve protesto eylemlerinin gündemde olacağının göstergesidir. Genç komünistler, bu durumu bilerek hareket etmeli ve bu tepkinin daha güçlü ve kitlesel eylemlere dönüşmesi için çalışmalıdır. Önümüzdeki dönemde bütün liselerde, istenen katkı paylarının ödenmemesi için açık çağrılar yapılmalı ve ödememe tutumu yaygınlaştırılmalıdır. Giderek tek tek okullar düzeyinde ortaya çıkan tepkiler ve protestoları; güçlü, birleşik tepkiler ve birleşik protestolar düzeyine çıkarma hedefiyle mücadele edilmelidir.

Ülke genelinde ortaöğrenim gençliğinin gündemini oluşturan bir diğer sorun da ÖSS-ÖYS sınavlarıdır. Her yıl milyonlarca gencin korkulu rüyası olan bu sınavlar, ortaöğrenim gençliğinin, geleceğini kazanmasının tek çıkış yolu olarak gündeme getirilmektedir. Oysa sınavlara giren öğrencilerin’ sadece onda birinin üniversiteye girme şansının olduğu ve geri kalan büyük çoğunluğun üniversiteye girme şansının olmadığı bilinen bir gerçektir. Bu paradoks, her yıl birçok lise son sınıf öğrencisini bunaltırken, intihara varan sonuçlar doğurmaktadır. Öğrenci gençliğin bu sorun karşısında biriktirdiği tepki, sadece istenmeyen ve üzüntüden öteye geçmeyen durumlarla yüz yüze gelindiğinde değil, sürekli gündemde tutulmalı ve bunun üzerinden veli, öğrenci ve öğretmen birlikteliği yaratılarak mücadele edilmelidir. Yazılı ve sözlü propaganda ajitasyonunun yanında, imza kampanyaları, seminerler, tartışma toplantıları, paneller, basın açıklamaları, kitlesel protesto gösterileri vb. etkinlikler, ortaöğrenim gençliğinin ÖSS-ÖYS sınavına karşı yürüteceği mücadelede kullanabileceği araçların ilk akla gelenleri. Önümüzdeki süreçte, ortaöğrenim kurumlarında okuyan gençler ÖSS-ÖYS’ye karşı mutlaka tepkilerini ortaya koyacak; şu veya bu etkinliklerle on binlerce, yüz binlerce ortaöğrenim genci sorunlarını dile getirerek, talepleri için mücadelede ileri adımlar atacaktır.

Ortaöğrenim gençliğinin yukarıda ortaya konan temel gündemlerin yanı sıra, disiplin ve idare baskısı, not tehdidi, gerici faşist müfredatlar, sportif ve kültürel etkinliklerin yok denecek düzeyde olması, eğitsel kol çalışmalarının yetersizliği ve amacına uygun yapılmaması vb. daha sayılabilecek birçok sorun temelinde ortaya çıkan ve çıkacak olan gündemlerden söz edilebilir. Bu sorunların gündeme geldiği okullarda da yine yukarıda ortaya konan platforma ve temel gündemlere bağlı olarak tepkiler geliştirilmeli ve uygun araç ve yöntemler kullanılarak bu tepkiler eylemli bir süreci başlatmalıdır. Ortaöğrenim gençliğine verilen öğretimin ve kapitalist yaşam ilişkilerinin ortaya çıkardığı, rekabetçi, bireyci, sorumsuz, düşünmeyen, sormayan, tartışmayan, üretmeyen genç tipinin yerine: sorunları ve sıkıntıları karşısında birlikte hareket eden, paylaşan, kendi sorunlarına ve ülke sorunlarına duyarlı, bilimden yana, araştırmacı ve mücadeleci bir ortaöğrenim kuşağının geçmesine yardımcı olmanın platformu budur. Her genç komünist, ilerici, devrimci genç bu gerçeği bilerek faaliyetini her gün yeniden ve yeniden gözden geçirmelidir. Sorunlarına ve taleplerine sahip çıkmaktaki kararlılık ve yeteneğinin, çevresindeki gençleri bir bütün olarak etkileyecek ve harekete geçirecek temel etkenleri oluşturacağını unutmamalıdır.

Son olarak ortaöğrenim gençliğinin kendi örgütlerini kurması açısından gündemde olan ve bugüne kadar parti basınımızda da birçok kez ortaya konmuş bir gerçeği tekrar vurgulamakta fayda var. Hâlâ birçok lisede liseli gençlik içerisinde şu veya bu düzeyde örgütlü olan politik gençlik gruplarının bir araya gelerek oluşturduğu, platformu ve günlük işleyişi marjinal ve itici olan örgütler vardır. Bunların birçoğunda genç komünistler de yer almaktadır. Artık bu tip örgütler terk edilmeli ve genç komünistler bütün gücüyle sınıf temsilciliği temelinde bir örgütlenmeyi gerçekleştirmeye girişmelidir. Bilinmelidir ki, birkaç politik gençlik örgütünün üyelerinin bir araya gelerek oluşturduğu ve 10–15 gencin içinde yer aldığı marjinal örgütlenmelerde ısrar etmek yerine, 40–50 kişilik sınıflardan sadece birkaçında temsilci veya sınıf başkanı olmayı başarmak ve bu temelde bir araya gelerek örgütlenmek bile daha fazla gencin sorunlarına sahip çıkmasını ve uyanış içerisine girmesini sağlayacaktır.

 

GENÇLİĞİN POLİTİKAYA KATILIMI VE PROPAGANDA-AJİTASYON ÜZERİNE

Bugün işçi, işsiz, öğrenci bütün gençlik kesimlerinin toplam olarak politikaya ilgileri, politikayı takip etme ve katılma düzeyleri, bir dönem öncesine nazaran daha da artmış ve yaygınlaşmış durumdadır. Bunda, sistemin içerisinde bulunduğu açmazın her gün daha da artmasının ve bu artmanın getirdiği sorun, çelişki ve çatışmaların artık saklanamayacak düzeyde gözler önüne serilmesinin büyük payı vardır. Burjuvazinin kendi siyasal arayışları ve bu temeldeki propagandası bile gençlik yığınlarının politikaya ilgisini artırmakta; kendisinin, ülkenin ve dünyanın sorunlarını takip etme ve tartışma alışkanlıklarını geliştirmektedir. Şüphesiz gençlik kitlelerinin bu politik etkilenişi ve etkinliği burjuva bir etkilenme ve etkinlikten öteye geçen durumda değil. Ve yine bu politik etkilenmenin ve etkinliğin içeriğini ve sınırlarını burjuvazi belirliyor.

Yazılı, sözlü ve görsel kitle iletişim araçlarındaki gelişmeler ve yaygınlık bir taraftan bu kitle iletişim araçlarına hâkim olan sınıfın -burjuvazinin-, gençlik üzerindeki ideolojik-politik etkinliğini, yanlış bilinçlendirme ve yanılsatma düzeyini geliştirirken; diğer taraftan gençliğin ülke ve dünyada gelişen olaylardan haberdar olmasını ve bu olayların ortaya çıkardığı olguları şu veya bu düzeyde takip etmesini ve burjuva anlamda da olsa politika yapma-tartışma alışkanlıklarını da etkiliyor. Bu olgu, genel kitle açısından da geçerli bir durumu ifade eder. Uzun bir dönem gençlik üzerine yapılan analizleri içeren yazılarda sıkça kullanılan, asosyal, apolitik vb. kategoriler bugün artık geçerliliğini yitirmiştir.

Gençlik kitlelerinin politikaya katılımını etkileyen ve politik etkinliğini yönlendiren burjuva politik otoriteye karşı, gençliğin kendi somut gerçeğini, çıkarlarını, taleplerini ve geleceğini gösteren devrimci politikanın ne kadar yaşama geçirilip geçirilemediği temelinde yapılacak değerlendirmeler, gençlik mücadelesinin düzeyini de verecektir. Sözü edilen devrimci politika aynı zamanda, gençlik yığınlarının her günkü yaşamında burjuva politik otoritenin egemenliğinden kendiliğinden kopuş düzeyinin, kendi çıkarları için bilinçli ve örgütlü mücadele veren bir toplumsal kategori olma düzeyine yükselmesi sürecinin de belirleyici halkasıdır.

İlerici, devrimci, komünist gençler, gençlik yığınlarının ana gövdesi içerisinde, gençliğin burjuva politik otoritenin egemenliğinden kurtulması için yürüttükleri günlük mücadelede üç önemli gerçeği iyi kavramalıdır: 1) Gençlik yığınlarının doğal örgütlenme alanlarında (sanayi siteleri, sanayi bölgeleri, tek tek işyerleri ve atölyeler, okullar, üniversiteler vb.) yaşanan yerel sorunlar ve yine hu doğal örgüt alanlarına yönelik sermayenin ülke genelinde saldırı politikalarını, sözlü, ve yazılı propaganda-ajitasyon çalınmalarının merkezine koymak. Hatta her günkü yaşamlarında günlük doğal sohbetlerin, tartışmaların gündemi haline getirmek. 2) Bununla birlikte dünya ve ülke gündeminin farklı gençlik kesimleri içerisinde aktüel ve popüler olan konularını temel çıkış noktaları yaparak toplu grup tartışmaları örgütlemek ve bu konularda yetkinleşmek. 3) Bütün bunların toplamı üzerinden, her günkü politik eylemini, iktidar hedefini ve ufkunu bir an bile kaybetmeden yürütmek.

Bu üç önemli noktayı kavrayarak yürütülen günlük politik çalışmanın temeli, günlük propaganda ve ajitasyon çalışmasıdır. Günlük propaganda-ajitasyon çalışmasının yaygınlığı ve sürekliliği; gençliğin burjuva politik kuşatmayı parçalaması ve kendi gerçek çıkarları için mücadele etmesi sürecinin kilit halkasıdır. Günlük, kesintisiz ve yaygın bir propaganda-ajitasyon çalışmasının kilit işlevi, gençlik yığınlarının burjuva politik etkiden kurtulması ve kendi çıkarları için mücadeleye atılması sürecinin her aşaması için geçerlidir.

Eğer bugün ilerici, devrimci, komünist gençler, gençliğin gündemini belirleme ve gençliğin kendi sorunlarına, taleplerine ve geleceğine sahip çıkmasına yardımcı olmayı başarmada kilit formül arıyorlarsa bu; günlük/sürekli ve yaygın propaganda-ajitasyon çalışmasından başka bir şey değildir. Genç komünistler de gençliğin geleceğine sahip çıkma eyleminde üzerlerine düşeni ne kadar yaptıklarım, bu “kilidi” ne kadar kullanıp kullanamadıklarına bakarak tespit edebilirler. Geleceğini emeğin mücadelesinde yer almakta gören her gençlik grubu ve tek tek her genç, bu temelde günlük mücadele ve örgütlenme çalışmalarını değerlendirmeli ve her günkü devrimci faaliyetini bunun üzerinden sorgulamalıdır. Bunun üzerinden bugüne ve yakın geleceğe ilişkin somut planlar yapmalı, hedefler koymalı ve yukarı da ortaya konan üç önemli noktayla örtüşen bir çalışmada ısrar etmelidir. Bu tutum ve sürecin devrimci bir çalışmada, yaşamın her alanında bitimi olmayan bir akışkanlık içerdiği iyi özümsenmeli ve bir an bile akıldan çıkartılmamalıdır.

 

İŞÇİ-EMEKÇİ SINIFLARIN MÜCADELESİ VE GENÇLİK

İşçi ve emekçiler ile sermaye arasında, emek-sermaye çatışması temelindeki uzlaşmaz çıkar ayrılıkları ve çatışmalar, yaşamın her alanında sürmektedir. İşçi ve emekçilerin bu çıkar ayrılıkları ve çatışmalar temelinde yürüttükleri mücadele, gençlik yığınlarının mücadelesini de etkiler ve ondan etkilenir. Genç komünistlerin önemli bir görevi de işçi-emekçi sınıfların mücadelesiyle, gençlik yığınlarının mücadelesi arasındaki bu etkileme ve etkilenme sürecim hızlandırmak ve giderek bütün gençlik kesimlerinin kendi sorun ve talepleri temelinde geliştirdikleri mücadeleyi işçi-emekçi sınıfların mücadelesine bağlamaktır. Önümüzdeki günler, bu görevi başarıyla yerine getirmek açısından pratik olanakların iyi değerlendirildiği ve somut adımların atıldığı bir süreç olacaktır.

Bilindiği gibi sermayenin 1997 yılını “özelleştirme yılı” olarak ilan etmesinin ardından, emeğin mücadele örgütleri de ’97’yi “özelleştirmeye karşı mücadele yılı” olarak’ ilan etti. Bu karşılıklı sınıf tutumlarının ardından bir süredir özellikle enerji işkolu başta olmak üzere maden ve demir-çelik işkollarında işçi ve emekçilerin özelleştirmeye karşı mücadelesinde önemli gelişmeler yaşanıyor. Emeğin devrimci politik örgütü, bu mücadeleyi diğer işkollarına da yaymak ve devrimci demokratik halk iktidarı ve sosyalizm yolunda güçlü adımlar atmak, yeni mevziler kazanmak hedef indedir. İşçi simlinin ve emekçilerin özelleştirmeye, işten atmalara ve işsizliğe karşı yükselttiği ve giderek daha da ilerilere götüreceği bayrakta yazılı olan talepler için mücadele; başta işçi gençlik olmak üzere, işsiz ve öğrenci gençliğin mücadelesini de pratik olarak etkilemektedir. Tek tek farklı gençlik kesimlerinin mücadele ve örgütlenme sürecini bu açıdan ele aldığımızda;

1) İşçi gençlik yığınları, işçi, emekçi sınıfların genç kuşakları olarak emekçilerin özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, işten atılma vb. saldırılara karşı yürüttüğü mücadeleye aynı taleplerle katılacaktır. Bu taleplere, yazının “Sanayi Siteleri ve Sanayi Bölgelerinde İşçi Gençlik” başlıklı bölümünde yer alan talepleri de ekleyecek ve işçi-emekçi sınıfların mücadelesinin en önünde yer alacaktır: İşçi gençlik yığınları, işçi ve emekçilerin özgürlük ve demokrasi mücadelesine kendi doğal üretim alanlarından kalkarak, kendi taleplerini bayraklaştırarak var gücüyle katılacaktır.

Böyle bir katılımın ve bu katılımı sağlamaya dönük sözlü ve yazılı propaganda-ajitasyon çalışmasının, genç işçi kuşaklarının mücadele ve örgütlenme isteğini artıran, onlara güç veren ve işçi gençliğin ileri kuşaklarını pratik olarak eğitip yetkinleştiren bir çalışma ve süreç anlamına geleceği açıktır. Emeğin devrimci örgütünün genç kuşakları, işçi gençlik kitlelerinin bu mücadeleye katılımını sağlamak için gerekli plana sahip olmalı: işçi-emekçi sınıfların ve onların örgütlerinin yerel ve merkezi düzeyde gerçekleştirdiği bütün eylemlere kendi cephelerinden güçlü ve yaygın katılımı örgütlemelidir.

Bu yaklaşımın ve pratik hareket tarzının işsiz gençlik yığınları açısından da geçerli ve hayati önemde olduğu reddedilemez bir gerçektir. Bu noktada İŞ-EKMEK-ÖZGÜRLÜK sloganının anlattıkları ve emekçi sınıflar içerisindeki sahiplenilme düzeyini hatırlamak anlamlı olacaktır.

2) Öğrenci gençlik kitlelerinin henüz işçi ve emekçilerin mücadelesiyle birleşen kitlesel hareketinden söz edemesek de; öğrenci gençliğin kendi somut sorunları ve talepleri temelinde kitlesel bir mücadele içerisine girmesinde işçi ve emekçilerin yürüttüğü mücadelenin sunduğu olanakların öneminden söz edebiliriz. İşçi ve emekçi sınıfların özgürlük ve demokrasi mücadelesinde açtığı yol-ve yarattığı toplumsal etki, milyonlarca öğrenci gencin bu mücadeleye olan ilgisini de artırmaktadır. Öğrenci gençliğin mücadeleci unsurları, bu gerçekten hareketle bu ilgiyi, öğrenci gençliğin demokrasi ve özgürlük mücadelesine kitlesel katılımını sağlamaya hizmet edecek bir propaganda-ajitasyonun konusu yaparak maddi bir güce dönüştürebilir.

Öğrenci gençlik yığınları bir taraftan, kendi doğal örgüt alanlarında, yazının, yukarıda bu gençlik kesimine ait olan bölümünde değinilen talepler ekseninde mücadele ederken, bir taraftan da bu mücadelesini işçi ve emekçilerin mücadelesiyle birleştirmenin pratik adımlarını atmalıdır. Özellikle sermayenin özelleştirme cephesinden yürüttüğü topyekûn saldırıya karşı öğrenci gençlik de paralı eğitime ve eğitimin özelleştirilmesine karşı olan talepleriyle katılmaktadır. Öğrenci gençlik bu katılımı, işçi ve emekçilerin özelleştirmeye karsı gerçekleştirdiği pratik eylemlerde kendi talepleriyle yer alarak da sürdürecektir. Bu konuda hem olumlu bir pratik olması hem de somut bir örnek teşkil etmesi açısından Sağlık Emekçileri Sendikası (SES)’in 1 Mart’ta Ankara’da düzenlediği “Sağlıkta Özelleştirmeye Hayır!” mitingi, önemli ve dikkate değerdir. SES’in düzenlediği mitinge, başta ülke genelindeki tıp fakültesi öğrencileri olmak üzere, Ankara’daki üniversite öğrencileri kendi talepleriyle katılmış ve bu katılımı sağlamaya dönük pratik bir çalışma yürütülmüştür. Yine Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK)’in ve Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (EĞİTİM SEN)’in düzenlediği mitingler de bu kapsamda olumlulukları ve olumsuzluklarıyla dikkate değer diğer örneklerdir.

Önümüzdeki süreçte bu çalışmanın planlanması ve pratik adımlarının atılması görevi, tıpkı işçi-işsiz gençlik yığınları açısından olduğu gibi, öğrenci gençlik açısından da, en başta bu alandaki emeğin devrimci örgütlenmesi içerisinde yer alan gençlik gruplarının omuzlarındadır.

Gerek işçi-işsiz gençlik yığınları açısından, gerekse öğrenci gençlik yığınları açısından gençlik hareketini işçi ve emekçilerin mücadelesiyle birleştirmede sözü edilen sorun ve taleplerin dışında yerel ve ülke düzeyinde gündemde olan demokrasi ve özgürlük talepleri açısından da aynı çerçevede hareket etmek gerekir. Emekçilerin, hak ve özgürlük taleplerini haykırdıkları; baskılara, insanlık dışı uygulamalara, kontrgerillaya, kısaca diktatörlüğün gerçek yüzünü gösteren olay ve olgulara karşı “Demokratik Türkiye” istemini dile getirdikleri gösteri ve mitinglerde demokrasi ve özgürlük talepleriyle gençliğin kitlesel katılımını sağlamaya dönük faaliyet yürütülmelidir.

 

GENÇLİK KONFERANSI ÜZERİNE

Emeğin devrimci örgütlenmesinin genç kuşakları, bütün gençlik kesimlerinin mücadele ve örgütlenme sorunlarını tartıştıkları, bu tartışmayla birlikte gençliğin kitlesel mücadelesinin gelişimine dönük pratik adımlar attıkları, gençlik hareketinin yakın geçmiş içerisindeki ilerleme eyleminden deneyler çıkardıkları, günlük politika yapına yeteneklerini sorguladıkları bir süreç başlattılar. Bu süreç “Gençlik Konferansı” adı altında devam ediyor. İlan edildiğinden bugüne, dört ayı aşkın bir zaman geçti ve birkaç ay içerisinde sonuçlanması hedefleniyor.

Gençliğin mücadele ve örgütlenmesinin günlük hareketliliğinden bağımsız ele alınmayan konferans çalışmaları, binlerce gençle “Konferans Platformu” temelinde yapılan tartışmalarla sürüyor. Farklı gençlik kesimlerinin mesleki, sendikal örgütlenmelerini yaratma ve bu örgütlenmeleri hareketin ilerlemesine bağlı olarak yerel düzeylerde ve giderek ülke düzeyinde federatif bir örgütlenme ile merkezileştirme hattı, konferans sürecinde ve sonrasında emeğin genç kuşaklarının mücadele ve örgütlenme hattının örgütsel çerçevesini oluşturuyor.

Konferans çalışmaları bu doğrultuda, on-binlerce gence ulaşarak, gençliğin emeğin saflarında yeni bir dünya kurma mücadelesine katılımı için önemli ve devrimci adımlar atmıştır, atmaya da devam edecektir. Çünkü emeğin, devrimci örgütünün gençlik gruplarının her günkü yaşamının devrimci değerler temelinde yeniden üretilip ilerletilmesi, her genç komünistin gençlik mücadelesinin geliştirilip, yaygınlaştırılmasına kalkışının artırılması ve bütün bunlarla birlikte gençlik kuleleriyle yenilenmiş bir mücadele ve örgütlenme temelinde buluşulması doğrultusunda atılan adımları daha da sıklaştırmak ve süreklileştirmek görevi, her gün yeniden yerine getirilmesi gereken bir görevdir.

Konferans sürecinin ülkemiz gençlik hareketinin geleceği açısından hayati öneme sahip olan adımlarından birisi de binlerce gencin geleceklerini kazanma eyleminde mücadele ve anlayış birliğini sağlamlaştırmak, ülke genelinde yekvücut olmayı gerçekleştirmektir. Bugün binlerce genç bu sürecin içerisinde yoğrulmaktadır.

Sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerinde, emekçi semtlerinde, okullarda ve üniversitelerde gençliğin sendika, dernek, gençlik lokali, birlik, konsey vb. onlarca yeni birlik, dayanışma ve mücadele örgütünde bir araya gelmesine yardımcı olmak, önderlik etmek; bunun pratik planlarını yapmak ve bunları eyleme dökmek, bu yolda ısrarcı, kararlı ve atılgan olmak, konferans sürecinde ve sonrasında genç komünistlerin ellerinde bayraklaşacaktır. Bunun için de yürütülen çalışmalara daha da hız verilmeli ve Konferans Platformu’nun on binlerce gence ulaşmasına dönük yürütülen propaganda-ajitasyon çalışmaları yeni araçlarla beslenerek sürdürülmelidir.

Özellikle konferans sürecinde gençliğin gruplar halinde bir araya gelerek, gerek kendi yerel alanlarında yürüttükleri çalışmalara ilişkin, gerekse ülke genelinde farklı gençlik kesimlerinin mücadele ve örgütlenmesine ilişkin konularda yapılan tartışmalarda ortaya çıkan düşünceler yazılı hale getirilmeli ve bu belgeler önümüzdeki süreçte neler yapılacağına ilişkin soruların yanıtlarını bulma doğrultusunda gençlik önderleri tarafından titizlikle incelenmelidir. Konferans sürecinde yapılan tartışmaların ve pratik çalışmaların toplamının gençliğin mücadele ve örgütlenme faaliyetinin bir manifestosunu ortaya çıkaracağı unutulmamalıdır. Bunun için emeğin devrimci örgütünün gençlik grupları, her alanda yürütülen konferans çalışmalarının ürünlerinin, merkezi konferansta birleştirilerek, gençlik mücadelesini daha ilerilere taşıyacak mücadele platformunun oluşmasına veriler sunacağını bir an bile akıldan çıkarmadan faaliyetlerini yürütmeli ve hazırlıklarını yapmalıdır.

Gençlik Konferansı’nın merkezi konferansın toplanmasıyla sonuçlanmasının bir bitim değil; konferans süreciyle içine girilen mücadele ve örgütlenme platformunun daha ileri düzeylerde üretilmesinin yeni bir başlangıcı ve aracı olacağı bilinmelidir. Merkezi konferans, gençliğin geleceğini kazanma mücadelesinde, hiçbir kişisel hesap, çıkar ve kaygı taşımaksızın mücadeleye atılmış yeni bir gençlik kuşağının varlığını dosta da düşmana da tek bir ağızdan ilan etmelidir. Gençlik, nasıl bir dünyada yaşamak istediğini bütün ayrıntılarıyla ve devrimci bir kararlılıkla ortaya koymalıdır.

’97 yılı, gençlik cephesinden bütün bu yazı boyunca temel özellikleriyle ortaya konulan bir hatta ilerleyecektir. Gençliğin geleceği kazanma mücadelesinin ihtiyaçları ve bu ihtiyaçları karşılama eyleminin gençliğin bütün uyanan kesimlerinin omuzlarına yüklediği sorumluluklar genel hatlarıyla ortadadır. Ortada olan bir diğer gerçek ise, sürecin karmaşık ve zorlu bir süreç olduğudur. Bu da, hiçbir şeyin bir gün öncesinde olduğu haliyle kalamayacağının göstergesidir. Başta emeğin devrimci örgütünün genç kuşakları olmak üzere, gençliğin uyanan kesimlerinin kendi geleceklerine sahip çıkma eyleminin düzeyi de bir önceki gün düzeyinde kalmamalıdır. İler gün kendini yeniden üretmeli, yetkinleştirmeli, bugününe ve yarınına olan hâkimiyetini artırmalıdır.

 

Mart 1997

Sermayenin saldırılarına karşı iktidar perspektifiyle mücadele

Bugün, emek ve sermaye arasındaki çatışma; bir yanda IMF, Dünya Bankası, işbirlikçi büyük patronlar ve onların hükümetinin artan saldırıları, öte yanda işçi, emekçi sınıfların mücadelesinin “genel grev, genel direniş” sloganıyla yeni bir yükselişe yönelmesiyle karakterize oluyor. Bu koşullarda “Hükümet istifa” sloganı ve “erken seçim” tartışmaları, emekçilerin çıkarına bir çözümü dile getirmekten uzaktır.
Yıllardır uygulanan IMF programları ortadayken, uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda “serbest bölgeler” ve “endüstri bölgeleri”, MAI, MIGA, tahkim vb. yasal düzenlemeler, tarım ve hayvancılığın bitirilmesine yönelik uygulamaların ekonomi üzerindeki egemenliği sürerken, “Tütün Yasası” yeniden gündeme getirilirken, ülke ekonomisinde yaşanan sorunların ve işçi, emekçi sınıfların çalışma ve yaşam koşullarındaki sürekli kötüleşmenin sorumluluğunu hükümetle sınırlamak ya da sadece “ülkenin kötü yönetilmesi” ile açıklamak, işçi, emekçi sınıfları yeniden sisteme bağlamaya yönelik burjuva politik manevralardan medet ummak, sermayenin değirmenine su taşımaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir.
İşçi ve emekçi sınıfların her geçen gün daha fazla yoksullaşması, işsizliğin çığ gibi büyümesi, kazanılmış haklara yönelik saldırıların “kıdem tazminatları ve ikramiyelere el konulmasının gündeme getirilmesi ile devam etmesi, “krizden çıkış ve ülke ekonomisinin düzlüğe çıkarılması” adına yürürlüğe konan programların içerdiği emek düşmanı uygulamalar vb.- bütün bunların kaynağında, kapitalist sömürü sisteminin egemenliğini sürdürmesi ve yaşanan ekonomik krizlerin faturasını emekçilere kesen sermaye politikaları vardır.
Sermaye sınıfının çıkarlarının belirlediği politikaların yürütme organı olan hükümetler, onlarca yıldır, kapitalist sömürü ve emperyalist yağma düzeninin sadık bekçileri olarak işlev görmüşlerdir. Bu gerçek 57. hükümet açısından da geçerlidir.
Bunun içindir ki, işçi, emekçi yığınların, mitinglerde, salon toplantılarında bir yandan taleplerini haykırırken, bir yandan da sermayenin saldırılarına karşı, işsizliğe, yoksulluğa, IMF politikalarına karşı öfkelerini “hükümet istifa” sloganı ile dile getirmelerinde anormal bir durum yoktur. Dahası, bugün içinde bulunulan koşullar dikkate alındığında, işçi ve emekçilerin hükümeti yıkmayı hedefleyen bir tutumla mücadeleye atılması; sınıfın bilinç ve örgütlülüğünün ilerletilmesi, işçi, emekçi yığınların hükümetleri yıktıkça, bağımsız bir sınıf olarak siyaset sahnesindeki yerlerini alma sürecinde kendilerine olan güvenlerinin artması açısından önemlidir.
Ancak bütün bunlar, mücadeleyi “hükümetin istifası” ile sınırlayan ve sorunların çözümünü “erken seçim”e gidilmesinde gören tutumların, burjuva siyasetin kulvarları arasında kaybolmakla malûl olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Özellikle, sosyal demokrat çevreler, burjuva siyasetin sendikal bürokrasi içerisindeki her renkten temsilcileri ve “en azından emekçilerin bazı hakları korunur” diyen kimi sendikacılar, mücadelenin yeniden yükselmeye başladığı bir süreçte, hareketin ufkunu “Hükümet İstifa-Erken Seçim” noktasına kilitleyerek, işçi, emekçi hareketini burjuva politikanın sınırlarına hapsediyorlar. Emekçilerin mücadele ufkunu “Hükümet İstifa-Erken Seçim” siyasetiyle sınırlamanın neden bu anlama geldiğini, sermayenin yeni saldırıları, büyük patron örgütleri ve hükümet ilişkisinin güncel ve yakın geçmişteki kimi yönleri üzerinde durarak ele alalım.

SERMAYENİN SALDIRILARI ARTARAK SÜRÜYOR
Bırakalım onlarca yıldır işçi ve emekçileri yıkımdan yıkıma sürükleyen kapitalist sömürü politikalarını, Bakanlar Kurulu’nun son “tasarruf paketi” ve IMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlandığı inkâr edilmeyen 2002 Bütçesi bile, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtulması gereken düşmanın sadece hükümet olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Gerek yeni tasarruf kararları gerekse 2002 Bütçesi, krizin yükünü emekçilerin sırtına yıkmayı sürdürecek yeni saldırıları gündeme getirirken, kapitalist sömürü ve emperyalist yağmanın katmerleşerek sürdürüleceğinin resmi metni olma niteliği de taşıyor.
Kamu işyerlerinde, 150 bin olacağı resmi ağızlardan ilan edilen, ancak rakamının daha da büyümesi beklenen yeni işten atmalar, hazine arazilerinin yerli ve yabancı sermayenin yağmasına açılması, ikramiye ve kıdem tazminatlarının ödenmemesi, ücretsiz izin uygulamasının kamu işyerlerinde de gündeme getirilmesi, temel tüketim maddelerine sürekli zam, özel iletişim vb. dolaylı vergilerin artırılması, Köy Hizmetleri, DSİ, Elektrik İşleri Etüt İdaresi, Enerji İşleri Genel Müdürlüğü ve Karayolları Bölge Müdürlüklerinin kapatılması, birçok üründe taban fiyat ve destekleme uygulamalarından vazgeçilmesi, Ziraat Bankası ve Halk Bankası’nın çiftçi ve esnaf kredilerini durdurması, çalışanlara ilaçların taneyle verilmesi, lojman kiralarına zam yapılması vb. gelir artırıcı, gider azaltıcı önlemler ve tasarruf adına gündeme getirilen yeni saldırılarla krizin yükü emekçilere yıkılmaya devam edecek.
2002 Bütçesi, IMF’nin % 6,5’lik faiz dışı fazla talebine göre düzenlenirken, kamu emekçilerine verilecek zam oranının 2002 yılında % 15’i geçmeyeceği belirtiliyor. Özelleştirme gelirlerinin, özelleştirme yasası ve programının yeniden ele alınarak artırılması hedeflenirken, devletin küçültülmesi adına kamusal alanının bütünüyle tasfiye edilmesi ve kamu hizmetlerinin ve kazanılmış hakların gaspının devam etmesi planlanıyor. 2002 yılında 10 milyar doları IMF, 3 milyar doları da Dünya Bankası tarafından verileceği söylenen yeni borçların yeni bir stand-by antlaşmasına bağlanacağı ve 2002 Bütçesi’nin bütünüyle borç, anapara ve faiz ödeme bütçesi olarak hazırlandığı, ülkeyi yönetenler tarafından açıkça ilan ediliyor.
Bütün bunlar ve burada alt alta sıralamadığımız emek ve ülke düşmanı benzeri politikaların TÜSİAD, TOBB ve TİSK gibi büyük patron örgütlerinin haberi olmadan, onların rızası olmadan gündeme gelmesi mümkün müdür? Dahası, onların emperyalist sermayenin işbirlikçileri olarak, bu politikaların asıl sahipleri olduklarını söylemek, gerçeği ifade etmek olacaktır.
Dolayısıyla bugün saptırıcı bir tartışmanın konusu haline getirilen hükümet istifa etsin veya etmesin, erken seçim olsun veya olmasın, kapitalist sömürünün ve emperyalist yağmanın önümüzdeki yıl içerisinde nasıl katmerleşerek devam edeceğine ilişkin planlar ABD’de hazırlanmış, program haline getirilmiş ve hatta takvimlendirilmiş durumdadır. Var olan da veya her ne şekilde olursa olsun gelecek olan da bu hazır programı uygulayacaktır.

BURJUVA SİYASETİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI ÇABALARI
Sorunu, patron örgütlerinin hükümete ilişkin tutumunun yakın geçmişteki örnekleri ile birlikte irdelemeye devam edelim.
Hatırlanacağı gibi, Kasım ve Şubat krizlerinin yaşandığı günlerde, Türkiye’nin büyük patron örgütlerinden biri olan TÜSİAD, hükümette revizyona gidilmesini isterken, diğer büyük patron örgütü TOBB, hükümeti istifa etmeye çağırıyordu.
O güne kadar her iki patron örgütünün defalarca arkasında olduklarını açıkladıkları IMF programı çökmüş, TL bir gecede dolar karşısında % 45 değer kaybetmiş ve halk bir gecede % 45 yoksullaşmış, yerli ve yabancı spekülatörler milyarlarca dolarlık vurgunlarla Merkez Bankası’nı ve Hazine’yi soymuş, enflasyon fırlamış ve toplu işten atmalar hız kazanmıştı, işte bu koşullarda, sanki IMF ve Dünya Bankası’nın istekleri doğrultusunda uygulanan politikalara destek veren ve hükümete sürekli “programdan sakın sapmayın” diyerek sistemin dümeninde kendilerinin olduğunu her fırsatta hatırlatanlar kendileri değilmiş gibi, kabinede revizyon ve hükümetin istifasını isteyerek ortaya çıktılar.
Ardından Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş, ABD’den ithal edilip, çöken programdan hiçbir farkı olmayan, hatta işçi, emekçi sınıflara ve ülkenin bağımsızlığına ilişkin saldırıları daha kapsamlı olarak içeren “Cilalı IMF-Derviş Programı” ilan edildiğinde en büyük desteği yine onlar verdi. Ancak, işçi ve emekçi yığınların, esnafın ve köylülerin öfkesi sokağa taşıp, mücadelenin yükseldiği her durumda da, hükümetten rahatsız olduklarını, revizyon veya istifa istediklerini söylemeyi ihmal etmediler. Gerekçeleri ise şöyleydi; “Ekonomik krizin nedeni siyasilerdir. Kriz asıl siyasette yaşanmakta ve bunun sonuçları da ekonomiyi olumsuz etkilemektedir. Siyaset yeniden yapılandırılmadığı sürece de bu böyle olacaktır, vb.”
Bu tutumlarıyla büyük patron örgütleri “bir taşla birkaç kuş birden vurmayı” amaçladılar. Emekçilerin, kapitalist sömürü düzeni ve emperyalist saldırganlığın dizginlerinden boşalmış ifadesi olan yeni liberal politikaların yarattığı yıkım karşısında kabaran kitlesel öfkesinin, kapitalist, emperyalist sistem karşıtlığına dönüşmesini engellemek; amaçlarının başında geliyordu. Kapitalist, emperyalist sömürü zincirine tam entegrasyonun kesintiye uğramaması ve işbirlikçi büyük patronların çıkarlarının mutlak savunuculuğundan taviz verilmemesi, bir diğer amaçtı. Bunlara bağlı olarak da, burjuva siyasetin yeniden yapılandırılması ve burjuva siyasetin yürütme gücünün tahkim edilmesi, buna yönelik düzenlemelerin hızla yapılması, bunun için de parlamento ve hükümetin daha fazla çalışması, bir diğer önemli hedef idi.
Bunun için ayak bağı olan ve çıkardıkları yerli yersiz pürüzlerle halkın gözünde sisteme dair kuşkular yaratan bakanlar (aktörler) temizlendi, burjuva siyasetin yeniden yapılandırılması fikrinin halktan destek görmesi için çalışıldı; IMF ve Dünya Bankası’nın emirleri doğrultusunda 15 günde 15 yasa çıkarmak için gece gündüz çalışan Meclis alkışlandı. Revizyona gitmesi, istifa etmesi istenen, siyasette kriz yaratarak ekonomiyi krize sürükleyen (!) hükümet işini yapmaya devam ediyor, işbirlikçi büyük patronlar için borç para dileniyor, memleketi ABD ve Avrupa kapılarında uluslararası emperyalist tekellere pazarlamayı sürdürüyordu.
Büyük patron örgütlerinin “bir taşla birkaç kuş vurma” amacıyla gündeme getirdiği ve burjuva siyasetin yeniden yapılandırılmasına bağlanan hesapları, bugün de geçerliliğini koruyor ve daha önümüzdeki bir kaç yıl için de güncelliğini sürdürecek gibi görünüyor, ihtiyaca göre, hükümetin istifası, erken seçim, başkanlık sistemi ve şimdilik en ideal gibi gördükleri teknokratlar hükümetine ilişkin kartlar şu veya bu açıklıkta kullanılmayı sürdürecek. Dahası, burjuva siyasetin güçlü bir yürütme gücüne sahip olabilmesi için en uygun formülün bulunması yolunda, siyasi partiler yasasında ne gibi değişiklikler yapılması gerekeceği konusu, kısa sayılmayacak bir süre daha gündemde kalacak. Çünkü baraj kaldırılsın mı, ne kadar kaldırılsın, kaldırılmazsa ne olur vb. gibi birçok soru üzerinden, emperyalizme bağımlı, vahşi kapitalist sömürü düzeninin siyasi üstyapısını en ideal nasıl şekillendirebileceğinin yanıtları aranıyor ya da var olan yanıtlar içerisinden en işe yarayanının belirginleşmesi isteniyor.
Yani, büyük patron örgütleri bir yandan, burjuva siyasetin yeniden yapılandırılması ve emekçi yığınların yeniden ve yeniden sisteme bağlanması için hükümetin gitmesi, erken seçim, seçim yasasının değiştirilmesi vb. tartışmalarım canlı tutuyor, diğer yandan da hiç gitmeyecekmiş gibi çalışması ve sermayeye hizmette kusur etmemesi için, “gelmiş geçmiş en uyumlu koalisyon bu” diyerek hükümetin sırtını sıvazlıyor.
Bir bakıyorsunuz, büyük patron örgütleri hükümetin istifasından söz ediyor, erken seçim, seçim yasalarının değiştirilmesi, siyasi partilerde lider sultası vb. tartışılıyor, bir bakıyorsunuz, başta patron örgütleri olmak üzere hükümet savunucularının sesi gür çıkıyor, işte, “bir bakıyorsunuz öyle bir bakıyorsunuz böyle” durumlarının neye göre, nasıl belirlendiği ve neye hizmet ettiği, ortada bir kaos gibi görünenin altında hangi hesapların yattığı, yukarıda ortaya konulanların ışığında daha anlaşılır bir duruma geliyor.

TÜSİAD’IN, EMEKÇİLERİ YEDEKLEME MANEVRALARI
Sisteminin ayakları altından kayan toprağa tutunmak ve işçi sınıfı ve emekçi yığınları yedeklemek için bütün bunlar yetmiyor olsa gerek ki, TÜSİAD, bir de, Emek Platformu’nun (EP) son eylem kararlarının ardından, TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ ile görüşerek, EP içerisinde yer almak istediğini açıkladı.
Yukarıda da kısaca ortaya konulduğu gibi, TÜSİAD’ın bugünkü talep ve hedeflerinin, işçilerin, emekçilerin, kırın ve kentin yoksullarının talepleriyle hiçbir ortak yanı yoktur.
Büyük patron örgütleri, kendi çıkarlarının, kapitalist sömürü sisteminin devamından ve emperyalizm işbirlikçiliğinden yana olduğunu lisanımünasiple, defalarca ve defalarca ortaya koymuşlardır.
Ancak bu gerçeğin, işçi, emekçi yığınlar tarafından bu kadar açık ve somut olarak bilinmesinin de TÜSİAD açısından bir faydası yoktur. Aksine, böyle değil de, sınıf çıkarları ve çelişkileri açısından belirsiz, karışık ve tersyüz edilmiş fikirlerin emekçilerin saflarında yaygın olarak egemen olması, büyük patronların her zaman işine gelmiştir. EP’te yer alma isteği de, bu doğrultuda yeni bir hamledir.
TÜSİAD’ın bu girişimi, emek ile sermaye arasındaki çatışma ve mücadele sürecinde, sermayenin saldırı politikalarının kaçınılmazlığını emekçilere kabul ettirme ve emek cephesini kontrol etme amacıyla oluşturulan “5’li Sivil İnisiyatif ve “Ekonomik Sosyal Konsey” (ESK) gibi bir dönemin sözde “uzlaşma-diyalog platformlarının, mevcut biçimleriyle ve en azından bugün için bir işe yaramadığının, beklenen işlevi yerine getirmediğinin düşünüldüğünü gösteriyor. Bu “ileri” mevzilerde tutunamayan TÜSİAD, daha “geri” bir mevziiye çekilmek ihtiyacını hissetmiştir. Yine bu girişimiyle, TÜSİAD, mevcut koşullarda işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini zayıflatma işini, sadece sendika bürokrasisine bırakmama, doğrudan işin başında yer alarak duruma müdahale etme yönünde bir adım atmış oluyor. Hem EP’in, işçi sınıfının, emekçilerin tabandan gelen baskıları sonucunda, sermayeden bağımsız bir mücadele cephesi olarak ortaya çıkması ve sermaye karşıtı politikaların uygulanması isteğinin yüksek sesle dile getirildiği bir platforma dönüşmesine karşı tedbir alıyor, hem de işçi, emekçi halk kitlelerinin gücüne ve işçi sınıfının dünya görüşüne dayanarak, somut talepler için kararlıca mücadele eden bir merkez olmaktan bugünkü durumuyla uzak olan EP’in zayıflıklarına oynayarak, emekçileri yedekleme manevraları yapıyor.
Büyük patron örgütlerinin gerek burjuva siyasetin yeniden yapılandırılması, gerekse TÜSİAD’ın EP’e girme konusundaki tutumları; işçi, emekçi hareketinin “hükümetin istifası ve erken seçim”in ötesinde bir anlayışla hareket etmesi gerektiğine, aksi takdirde, büyük patronların, şu hükümetin gitmesi yerine bu hükümetinin gelmesinden fazlaca bir rahatsızlığının olmayacağına, bu durumda da, sermayenin hükümet konusundaki manevralarının sonuç vermesi ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğuna işaret etmektedir.
Kapitalist sömürü sisteminin, emperyalistlerin ve işbirlikçi büyük patronların ihtiyaçlarıyla, işçi, sınıfı ve emekçilerin ihtiyaçları arasındaki çelişki ve çatışmalar, hiç olmadığı kadar keskinleşmekte ve derinleşmektedir. Bu koşullarda işçi sınıfı ve emekçilerin talepleri ve mücadelenin ufku açısından en küçük bir belirsizliğe bile izin verilmemelidir. Dolayısıyla, sınıfın ve emekçilerin taleplerine uygun politikaların yaşama geçmesinin yolunun, hükümetin istifası ve erken seçimin ötesinde, bazı koşulların oluşmasından geçtiği bir an bile unutulmamalıdır.
Sınıf bilinçli ileri işçilerin, sınıftan yana, mücadeleci sendikacıların, emekten yana politika yaptığını söyleyenlerin ve sınıf partisinin örgütlerinin tutumunun da, bu koşulların olgunlaşmasını sağlayacak yönde olması; bunun için de, işçi sınıfını ve emekçileri iktidara götürecek bir perspektifle hareket edilmesi zorunludur.
Yani bir yandan, işçi sınıfı başta olmak üzere kentin ve kırın yoksullarının talepleri kararlı bir biçimde savunulmak ve sermayenin saldırılarına karşı emek cephesinin daha etkili ve sonuç alıcı eylemler gerçekleştirmesi için çaba sarf edilmeli; bir yandan da, işçilerin, üretim birimlerindeki, fabrika ve işyerlerindeki örgütlenmesinin düzeyi, ekonomik ve politik yönden ilerletilmelidir. Bütün bunlar yapılırken de, ülkenin ve emekçilerin geleceğinin, hükümetin istifası ya da erken seçimde değil, emeğin iktidarında olduğu gerçeği bütün açıklığıyla ortaya konulmalıdır.

EMEKÇİLERİN TALEPLERİ AÇIK VE KESİNDİR
Bu noktada, sermayenin saldırıları karşısında emek cephesinin, gerisine düşmeden ve daha ileri olanları da ekleyerek, öne sürmesi gereken belli başlı talepleri bir kez daha hatırlamak anlamlı olacaktır.
1) Gümrük Birliği, MAI, MIGA ve Türkiye’yi açık pazar haline getiren öteki antlaşmalardan çıkılmalı, diğer ülkelerle ticarette tam eşitlik sağlanmalı, IMF ve Dünya Bankası ile olan antlaşmalar iptal edilmelidir.
2) İç ve dış borç ödemeleri durdurulmalı, bu durumda bütçede serbest hale gelecek borç ve faiz ödemelerine akıtılmakta olan kaynaklar, sosyal güvenlik, eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlerinin iyileştirilmesi için kullanılmalı, herkese insanca yaşayabileceği bir ücret ödenmeli ve çalışma koşullarının düzeltilmesi sağlanmalı, yeni iş olanakları yaratılmalıdır.
3) Sahipleri tarafından hortumlanan bankalar yüzünden uğranan zarar hortumculardan tahsil edilmeli; bu amaçla hortumcuların tüm mal varlıklarına el konulmalıdır.
4) Nüfusun en yüksek gelir sağlayan yüzde 20’lik kesimine girenlerden bir kereye mahsus servet vergisi alınmalıdır.
5) Özelleştirmeye son verilmeli, özelleştirilen kurumlar yeniden kamuya devredilmeli; sanayi ve hizmet KİT’lerinin modernize edilerek verimlilikleri ve üretimdeki etkinlikleri artırılmalı, bu kuruluşlar düzen partilerinin ve hükümetlerin arpalığı olmaktan çıkarılıp “işçi denetimi”ne açılmalı, tarım KİT’leri (Devlet Üretme Çiftlikleri, TİGEM) araştırma ve geliştirme kurumları ve tarımın modernleştirilmesinin dayanakları olarak yeniden örgütlenmeli, Tarım Birlikleri (TARİŞ, Pankobirlik, Fiskobirlik vb.) gerçek üreticilerin denetimine verilmeli, bağlı sanayi kuruluşları modernize edilerek üretime katkıları artırılmalı, kooperatifçilik desteklenmeli, bir tarım reformuyla, topraksız köylüye toprak dağıtılmalı, yoksul köylülerin ve tarım işçilerinin yaşam düzeyi yükseltilmeli ve sosyal güvenceye kavuşturulmaları için gereken önlemler alınmalı, Ziraat Bankası, köylülüğü destekleyen bir banka olarak yeniden organize edilmelidir.
6) Esnafların, tekellerin ve bankaların baskısından kurtulması için gereken önlemler alınmalı; banka borçları affedilmeli, Halk Bankası esnaflarla ilgili olan görevleriyle yeniden yükümlendirilmelidir.
7) Enerji, iletişim, THY, DDY, Deniz Yolları, demir-çelik, petrokimya, makina sanayi gibi ülkenin bağımsızlığı ile de doğrudan ilgili olan temel ve stratejik sanayi ve hizmetler bir ulusal kalkınma programı çerçevesinde ele alınmalı, demir ve deniz yolu taşımacılığını merkeze alan bir politikayla ulaşım sorunu çözülmeli, bunlar çevrenin korunmasını da içeren ulusal bir tarım programı ile birlikte ele alınmalıdır.
8) Teknolojik ilerlemeden emeğin aleyhine değil lehine yararlanılmalı; teknolojideki gelişmeler işçinin, emekçinin çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi, çalışma saatlerinin azaltılması (haftada 5 gün çalışma ve 35 saatlik iş haftası), emekçilerin refah düzeyinin artırılması için kullanılmalıdır.
Bu amaçla;
– Sendikal örgütlenmenin önündeki tüm engeller kaldırılmalı ve tüm emekçilerin grev ve TİS hakkıyla donatılmış olarak sendikalaşmasının yolu açılmalı, baraj kaldırılmalı, sendika seçiminde tam özgürlük için yetkinin referandumla belirlenmesi sağlanmalı, kamu emekçilerine grevli toplusözleşmeli sendika hakkı tanınmalıdır.
– Sigortasız çalışmanın önlenmesi için etkin bir sigorta denetimi kurulmalı, sanayide taşeron sistemine son verilerek, işçi ve emekçilerin haklarını istismar eden her girişim yasaklanmalıdır.
– Sosyal güvenlik sistemi gerçek bir reformdan geçirilerek, tüm halka, insanca bir sağlık ve emeklilik hizmeti sunar hale getirilmeli, bütün emekçiler sosyal güvenlik kapsamına alınmalıdır.
– Eğitim ve sağlık hizmetleri her kademede parasız olmalıdır.
– Vergi sisteminde çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınması ilkesi benimsenmeli, dolaylı vergiler kaldırılmalıdır.
– Asgari ücret “açlık sınırı”nın üzerine çıkarılmalı ve vergiden muaf tutulmalıdır.
– “Açlık sınırı”nın altında gelire (şimdi bu sınır, 4 kişilik bir aile için net 300 milyon TL) sahip ailelere sosyal yardım yapılarak gelirlerinin açlık sınırının üstüne çıkması sağlanmalıdır.
– Her ne ad altında olursa olsun işten çıkarmalar yasaklanmalı, fazla mesailer geçici bir süre için kaldırılmalıdır.
– İşsiz kalanlara, hiçbir ön koşul aranmaksızın ve acilen işsizlik yardımı başlatılmalı, insanca yaşamalarını sağlayacak bir gelir bağlanmalı, bu doğrultuda genel işsizlik ve sağlık sigortası için gerekli düzenlemeler yapılmalı, herkese iş imkanı sağlanmalıdır.
– İş güvencesi yasa taslağı, günün ihtiyaçları gözetilerek yeniden düzenlenmeli, iş güvencesinin gerçek bir güvence olarak yasada yer alması sağlanmalıdır.
– Belediyeler, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sanayi Bakanlığı gibi kurumlar, gençlere meslek edindirme amaçlı kurslar açmalı ve iş sağlanması için çalışmalar başlatmalıdır.

TALEPLER GERÇEKLEŞİNCEYE KADAR MÜCADELE
Şüphesiz yukarıda sıralanan taleplere, demokratik haklar ve Kürt sorununun çözümüne ilişkin bir dizi siyasi talep daha eklenmelidir. Ancak bütün bunlarla birlikte, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin yeniden yükselişe geçtiği bir süreçte, mücadelenin, talepler gerçekleşinceye kadar, daha da kitleselleşerek ve yaygınlaşarak sürdürülmesi gibi temel bir ihtiyacın olduğu gerçeği unutulmadan hareket edilmelidir. Dolayısıyla işçi, emekçi yığınlar, kentin ve kırın yoksulları için önemli olanın hükümetin istifası ve erken seçim değil, bu taleplerin hayat bulması olduğu üzerinde titizlikle durulmalıdır. İşçi emekçi yığınların sisteme karşı artan öfkesi, burjuva düzen partilerine olan güvensizliği ve onlardan kopuş içerisine girmesi, yaşadığı sosyo-ekonomik koşulları her geçen gün daha fazla sorgulama tutumu, uygun koşullar oluştuğunda tepkisini sokağa taşıma eğilimi vb. yönleriyle birlikte düşünüldüğünde, mücadelenin dünden daha ileri bir noktada olduğu açıktır. Ancak bu durum; işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ana gövdesinin henüz mücadele içerisine çekilemediği, bu açıdan önemli eksiklik ve zayıflıklar olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmamaktadır. Dolayısıyla bu süreçte, işçi sınıfı başta olmak üzere, emekçi sınıfların, “kurtuluşun kendi kollarında olduğu”nu görmelerini sağlamak; bunun için fabrika ve işyerleri temelinde bilinç ve örgütlülüklerini geliştirme ihtiyacı, sınıf hareketinin geleceği açısından hayati önemini sürdürüyor.
Burada önemli bir hususa dikkat çekmek gerekiyor. Sınıf bilinçli ileri işçiler, doğal işçi önderleri, Emek Platformu ve onun hazırlamış olduğu Emek Programı’na ilişkin tartışmalara, ilk ortaya çıktığı günlerdekinden daha fazla katılıyor ve ilgi gösteriyor. Bu, şüphesiz Emek Programı’nın mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda yenilenmesi, taleplerin kapsamının genişlemesi ve açık, somut, kesin ifadelerle vurgulanması açısından önemlidir. Ancak bu süreç, işçi hareketinin yukarıda ortaya konan eksiklik ve zayıflığının giderilmesinden bağımsız olarak tartışıldığında, bu zayıflıkların giderilmesi için atılması gereken somut adımların yerini, “hükümetin istifası ve erken seçim gibi çözüm olmayan çözümler aldığında, programa ilişkin tartışmalar çok da anlam ifade etmeyecektir.
Dahası, giderek sınıf bilinçli, ileri işçilerin ve doğal işçi önderlerinin kendilerine düşen pratik sorumlulukları unutup “program her şeyi çözecek” gibi bir beklenti içerisine girmeleri tehlikesini de gündeme getirecektir. Emek Programı’nın yenilenmesine ilişkin çalışmalarda işin bu yönü önümüzdeki dönem daha fazla gözetilmeli, sınıf bilinçli, ileri işçiler ve sınıf partisinin örgütleri; işçilerin, emekçilerin fabrika ve işyerlerinde inisiyatifi ele almaları ve bu temelde örgütlenme çabasını (işyeri komiteleri, genel grev genel direniş komiteleri vb. ile sınıfın bağımsız politik örgütlenmesini) artırmalarının, hareketin geleceği açısından tayin edici olduğunu unutmamalıdırlar.
Emek Platformu’nun ortaya koyduğu, “eğer hükümet taleplerimizi kabul etmezse genel greve davetiye çıkarır” tavrı hatırlandığında ve bugüne kadar hükümetin, EP’in beklediği herhangi bir açıklama yapmadığı dikkate alındığında, ilerleyen günlerde, genel grevin somut bir eylem olarak gündeme gelmesi kaçınılmaz görünüyor. Genel grev gibi bir eylemin örgütlenmesi, istenilen etkiyle gerçekleşmesi, işçi sınıfının mücadele mevzilerini ileriye atması vb. gibi olgularla birlikte düşünüldüğünde, hareketin pratik ihtiyaçlarına ilişkin, yukarıda altı çizilen meselelerin, daha iyi kavranacağı muhakkak.

EMEĞİN İKTİDARI PERSPEKTİFİYLE MÜCADELE
Evet! İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin bugün geldiği noktada “hükümetin istifası, erken seçim ve seçim sisteminin yenilenmesi” gibi tartışmalara yaklaşımı, önümüzdeki dönemin görev ve sorumlulukları, yazı boyunca ortaya konulan perspektifle ele alınmalıdır. Bu da, aynı zamanda, mücadeleyi emeğin iktidarı perspektifiyle yürütmek anlamına gelir, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, mücadelenin hedefine sadece hükümeti koymakla yetinemezler. Kapitalist sömürü sistemini, emperyalizmi ve işbirlikçi büyük sermayeyi de içine alan bir şer cephesine karşı mücadele ettikleri gerçeğini de kavramaları gerekir. Burada sınıf bilinçli, ileri işçiler ve sınıf partisinin örgütlerinin taşıdıkları sorumluluğun bir diğer önemli yönü gündeme gelmektedir. Çünkü işçilerin fabrika ve işyerlerinde inisiyatifi eline alması için yürütülecek her günkü çalışma, aynı zamanda, işçilerin; taleplerinin bütünüyle gerçekleşmesinin, ancak emeğin iktidarıyla mümkün olacağı fikri etrafında birleştirilmesi, doğal işçi önderlerinden başlayarak sınıfın ana gövdesinin bu fikre kazanılması çalışması olmalıdır.
Açıktır ki, ülkenin ve emekçilerin bugün içinde bulunduğu durumdan çıkmalarının tek yolu, yukarıda ortaya konan taleplerin ve daha fazlasının yer aldığı bir programın uygulanmasından geçiyor. Bu ise, işçi sınıfı ve emekçilerin iktidarı hedefleyen bir mücadeleye atılmasının kaçınılmazlığı demektir. Öyleyse başta EP’in merkezi olmak üzere, yerel emek platformlarında yer alan sendikalar ve emek örgütleri, sınıf bilinçli, ileri işçiler ve bütün işçi önderlerinin bugünden siyasal bir tutumla hareket etmesi gerekir. Böyle bir tutum benimsenmeden yapılacak bir sendikacılığın ve “Ankara’ya sesini duyurma” eylemciliğinin emekçileri oyalamaktan, öfkelerini boşaltmaktan öte hiç bir anlamı yoktur. Artık bu, emek ve sermaye arasındaki mücadelenin bugün geldiği düzeyde, işçi sınıfı ve emekçiler içerisinde, siyasal bir tutum olarak, “hükümetin istifası” ve “erken seçim” istemenin ötesine geçen; emekçilerin, halkın iktidara gelmesini, ülkenin kaderine el koymasını; iç politika, dış politika, ekonomi ve sosyal yaşamın, emekçilerin talepleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesini hedefleyen bir mücadele ufkunun gerisine düşmek, boşa kürek çekmektir.
Sınıfın partisinin bütün örgütleri yürüttükleri çalışmalarda bu gerçeği bilerek hareket etmeli, burjuva siyasetin başta sosyal demokrat olmak üzere şu veya bu renkten savunucularının, onların sendika bürokrasisi içerisindeki uzantılarının, işçi sınıfı içerisinde belirsizlik, kafa karışıklığı ve bulanıklık yaratan etkilerine karşı cepheden savaş açan bir tutumla emekçileri aydınlatmalı ve bilinçlendirmelidir.

Aralık 2001

Yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin ilerletilmesi üzerine

Üniversitelerde 2001–2002 öğrenim yılı başladı. Yükseköğrenim sisteminin gerek fiziki-teknik yapısını gerekse içeriğini belirleyen neoliberal eğitim politikalarının yarattığı çok yönlü tahribat, geçen dönem olduğu gibi, bu dönem de gündemde olacak. Altyapı sorunları başta olmak üzere (barınma, derslik, teknik yeterlilik vb.), eğitimin paralı hale getirilmesinin yarattığı problemler, kayıtlar döneminden başlayarak daha ilk günlerde eski ve yeni öğrencileri kuşattı.
Bütün dünyanın gündemine oturan ABD’deki saldırılar ve sonrasında siyasi ve ekonomik açıdan yaşanan gelişmeler de, yükseköğrenim alanına yansıdı. Ülkemiz egemen sınıfları, yaşanan olayları, üniversite ve bilim üzerindeki baskıcı, yozlaştırıcı, emek ve halk düşmanı hegemonyalarına uygun olarak kullanmaktan geri kalmayacaklarını hemen gösterdiler. Bunun ilk örnekleri, daha açılış günlerinde ortaya çıkmaya başladı.
“Yüksek Öğrenim Komutanlığı”nın (YÖK) başında duran Kemal Gürüz’ün, üniversite rektörlerine gönderdiği genelgede, egemen sınıfların işbirlikçi tutumları doğrultusunda, ABD’nin başını çektiği emperyalist savaş ve terör politikalarının savunulması için yaptığı uyarı, üniversite ve bilim tarihine geçecek yeni bir utanç belgesi niteliğindedir. YÖK Paşası Gürüz’ün genelgeyi yayınladıktan birkaç gün sonra katıldığı İstanbul Teknik Üniversitesi’nin açılış töreninde attığı nutuk ve emperyalist savaş karşıtlarına yönelik tehditleri de, emperyalist savaş ve terör destekçiliğinde ısrar edileceğinin ifadesi olmuştur.
Belli başlı üniversitelerin YÖK yetiştirmesi hocalarının televizyon ekranlarında ve gazete sütunlarında yaptıkları savaşçı açıklamaları da unutmamak gerekir. Bunlara benzer örnekler, önümüzdeki günlerde de yaşanacaktır.
Görülüyor ki, neoliberal eğitim politikalarıyla sermaye ve piyasanın hizmetine koşulan üniversitelerin, kapitalist sistemin ve liberalizmin ekonomik, siyasal ve sosyal alanlardaki vahşi, yıkıcı sonuçlarının “bilimsel savunuculuğu” ile çizilen görevlerine yenileri eklenmiştir. Emperyalist savaş ve terörün açık savunuculuğunu yapmak, toplumu bu konuda ikna etmek için gerekli “bilimsel çalışmaları” yürütmek, dünyada oluşturulmak istenen ve ülkemiz işbirlikçilerinin de bir bileşeni olduğu gerici cephenin ideolojik, politik tetikçiliğini üstlenmek.
Sadece bu özet tablo bile, yeni öğrenim döneminde üniversitelerin gündeminin sıcak ve yoğun olacağını söylemek açısından yeterli veriyi sunmaktadır. Dahası bu tablo, dünya ve ülke gündemini belirleyen olay ve olguların, üniversitelerin gündemini doğrudan belirleyeceği bir sürece girildiğine işaret etmektedir. Bu da, dünyanın, ülkenin ve toplumun gündeminden yalıtılmış gibi duran, yönetenlerin bunun için özel bir çaba sarf ettiği, skolastik bir yapı arz eden üniversitelerin yerini, güncel politika açısından daha canlı ve duyarlı bir akademik hayatın alması açısından yeni bir durum ortaya çıkarıyor.
Bütün bunlar, önümüzdeki dönem yükseköğrenim gençliğinin mücadele gündemi açısından da belirleyici olan hususlardır.
Bir yandan, yaşanan olay ve olgular, egemen sınıfların, üniversiteleri sürüklendiği halka yabancı, ülkenin çıkarlarını savunmaktan uzak, bilimin yozlaştırıldığı yapıyı daha da belirginleştirip, yıkım ve bozuşmanın yarattığı problemleri daha çarpıcı bir şekilde ortaya çıkarırken, öte yandan, üniversitelere bilimden, emekten ve ülkenin çıkarlarından yana bir tutumun egemen olmaya başlamasına olan ihtiyaç da yakıcılaşıyor.
Bu, birbirini koşullandıran karşıtlık içerisinde, egemen sınıfların ve YÖK’ün, üniversiteleri halkın değil sermayenin hizmetinde kullanmasının önüne geçmek, ülkenin çıkarlarına göre değil, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarlarına göre şekillenen bir yükseköğrenim yapısına dur demek için mücadele etme ve örgütlenmenin önemi ve olanakları da her geçen gün artıyor.
Emek Gençliği, biriktirdiği deneyler üzerinden, önümüzdeki dönem üniversitelerde yürüteceği çalışmayı, daha ileri, militan, canlı ve çok yönlü bir düzeye yükselttiği oranda; ortaya çıkan olanakları doğru değerlendirip yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin ilerletilmesinde daha etkin bir rol oynayacaktır.

2000–2001 ÖĞRENİM YILI
Geçtiğimiz dönem (2000–2001 öğrenim yılı) yükseköğrenim gençliğinin mücadelesinde, fen-edebiyat fakülteleri öğrencilerinin öğretmenlik hakkının (formasyon hakkının) kaldırılmasına karşı yürüttükleri mücadele önemli bir yer tuttu. Denebilir ki, uzun bir süreden sonra, ilk defa, üniversitelerde dönem boyunca gündemde kalan ve hemen hemen bütün üniversiteleri şu veya bu düzeyde içine alan eylemler gerçekleşti. Bir kaç üniversitede hukuk fakültesi öğrencileri sınavla avukatlık uygulamasına karşı eylemler gerçekleştirse de, asıl öne çıkan formasyon eylemleri oldu. Öğretmenlik hakkı için İstanbul Üniversitesi merkezli başlayan gösteri ve boykotlar, diğer illerdeki fen edebiyat fakültelerini de kapsayarak sürdü. Bazı üniversitelerde öğrenciler üniversite yönetimlerine geri adım attırırken, bazı üniversitelerde sonuç alınamadı. Harekete geçirebildiği yerlerde, ÖTK’ların bu mücadele sürecindeki rolü; Öğrenci Temsilcileri Konseyi’nin (ÖTK) doğru değerlendirildiğinde, öğrencilerin mücadele örgütü olarak taşıdığı önemi göstermesi açısından önemliydi.
Üniversitelerde geçtiğimiz dönem öne çıkan bir diğer husus, çeşitli konularda (IMF programları, emperyalist kültür, eğitim politikaları vb.) düzenlenen panel ve söyleşiler oldu. Üniversitelere hâkim olan neoliberal eğitim politikalarına karşı, sermaye ve piyasanın değil, bilimin ve halkın hizmetinde bir üniversite anlayışının savunulmasının öne çıktığı etkinliklere azımsanamayacak sayıda öğrencinin katılması; daha ileri düzeyde bir mücadele için üniversitenin taşıdığı potansiyeli ortaya koyması açısından dikkat çekicidir. Ancak bu etkinlikler, genel bir tartışma ve üniversitenin gündemini belirleyen bir sorgulamaya dönüşmedi.
Bu etkinliklerin düzenleyicisi olan kol, kulüp ve toplulukların az sayıda olması, birçok alanda kurulmuş bu tür öğrenci örgütlerinin sürece katılımının sağlanamaması, etkinliklerin büyük oranda ilerici, politik gençlik kesimlerinin katılımıyla sınırlı kalmasına neden oldu. Bu durumu yaratan diğer etkenler ise; bazı fakülte ve bölümlerde başlatılan girişimlerin karşılaşılan ilk engellerde kesintiye uğraması, etkinliklerin süreklilik ve yaygınlık kazanması için ısrarcı olunmaması ve çabuk pes etme gibi zayıflıklardı. Etkinliklere daha fazla öğrencinin katılması için gerekli çalışmanın yürütülmesindeki eksiklikler ve farklı düşünceleri savunan kişilerin tartışma toplantılarına katılmasını sağlamadaki yetersizlikleri de, bu etkenlere eklemek gerekir.
2000–2001 döneminde çeşitli üniversitelerde öğrencilerin yurt ve yemekhane sorunlarına ilişkin yaptıkları eylemler, eğitimin paralı hale getirilmesine karşı mücadelenin lokal düzeyde kalan örneklerini oluştururken, YÖK protestolarının yaygınlığı ve kitleselliği, son bir kaç yıldır YÖK’e karşı gerçekleştirilen eylemlerin devamı niteliğindeydi. YÖK’e karşı yapılan eylemler, geçtiğimiz öğrenim yılında öğrencilerin en çok katılım gösterdiği ve hemen hemen bütün üniversitelerde şu veya bu biçim altında gerçekleşen eylemler oldu.
Üniversite gençliğinin IMF programına karşı eylemlere ve 2001 1 Mayıs eylemlerine katılımı ise, ilerici, politik gençlik gruplarının kendi dar ve öznel çıkarlarını değil, yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin ihtiyaçlarını düşünüp, buna uygun ortak bir tavırla hareket ettiklerinde üniversitenin çehresini değiştirebilecek bir tepkiyi örgütleyecek gücün yükseköğrenim alanında mevcut olduğunu ortaya koyması açısından dikkate değerdi. Ancak bu duruma uygun hareket edecek, çalışmalarını bu gerçeği dikkate alarak sürdürecek bir yaklaşımın irili ufaklı gruplara hâkim olmasının “deveye hendek atlatmak” gibi bir şey olduğu da, defalarca ve defalarca test edilen ayrı bir olgudur.
Yukarıda en çok öne çıkan örnekleri ile özetlenen 2000–2001 öğrenim dönemi; yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesi açısından belirli bir hareketliliğin yaşandığı dönem olmuştur. Düne oranla ileri ve olumlu yönleriyle belli başlı ilklerin gerçekleşmesi söz konusudur. Ancak, süreklilik, yükseköğrenim gençliğinin ana gövdesini kapsama, öğrenci örgütlerinin merkezinde olduğu, kitlesel, merkezi bir mücadele, bu mücadelenin işçi, emekçi hareketiyle birleşme düzeyi gibi yönlerden ele alındığında, yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenme düzeyinin geriliği devam etmektedir. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesine güç katma, onu yeni ve kendi alanından bilimsel olarak zenginleştirme, gerek kendi hareketinin, gerekse emekçi muhalefetinin siyasallaşmasında ilerletici bir rol oynama açısından varolan boşluk devam etmektedir.
2000–2001 döneminde yükseköğrenim gençliğinin mücadele gündemini oluşturan sorunların birçoğu, yeni dönemde de varlığını sürdürüyor. Bu sorunlara karşı öğrencilerin tepkisi azalmak bir yana daha da artmış durumda. Dolayısıyla geçtiğimiz döneme ilişkin yukarıda yapılan kısa anımsatmalarda değinilen olumluluklar ve eksiklikler, Emek Gençliği’nin yeni dönemde yürüteceği çalışmalarda da dikkate alınmak durumundadır.

MÜCADELEDE İKİ BELİRLEYİCİ YÖN
2001–2002 öğrenim yılına girilen şu günlerde, yukarıda yapılan değerlendirmelerin de ışığında, Emek Gençliği’nin, Yükseköğrenim gençliğinin mücadelesini ilerletmek için yürüteceği çalışmaya yön verecek iki temel noktaya dikkat çekmek gerekiyor.
Bunlardan ilki; yeni bir dünya ve Türkiye’nin mümkün olduğu fikrinin, üniversitelerde, bütün bilim dallarıyla ilişkisi içerisinde (ekonomi, edebiyat, tarih, felsefe, fizik, kimya, biyoloji vb.) tartışılmasının örgütlenmesi ve bu fikrin üniversite camiasına hâkim kılınmasını sağlayacak bir çalışmanın kesintisiz ve yaygın olarak yürütülmesidir. Bu yaklaşım; bilimin, bilimsel bilginin devrimci olduğu fikrinden yola çıkarak, bilimin özgürlüğü için mücadeleyi, üniversite mücadelesinin merkezine almak demektir. Bir başka söyleyişle, şirketlerin, holdinglerin, kısacası sermayenin neoliberal eğitim politikaları sonucu, üniversite ve bilim üzerinde kurduğu egemenliğe, “üniversite ve bilim piyasanın ihtiyaçlarına yanıt vermeli” vb. iddialardan kalkarak bilimin özgürlüğünü yok etmelerine karşı mücadeleyi temel almayan tutum ve yaklaşımlar, üniversite gençliğinin mücadele ve örgütlenmesini ilerletmekten uzak olan tutum ve yaklaşımlardır.
Üniversitenin mücadeleye katılımı dendiğinde, sadece üniversite öğrencilerinin, üniversite gençliğinin, anti-emperyalist demokratik bir çizgide mücadeleye katılması akla gelmemelidir. Üniversite öğretim üyeleri, öğretim görevlileri ve üniversite çalışanlarıyla birlikte bütün üniversite camiasının; bilimsel üretimin özgürce gerçekleştirilebileceği bir ortam, bu ortamın demokratikleşmesi ve sermayenin egemenliğinden her bakımdan kurtarılması için mücadele etmesi akla gelmelidir.
Üniversite camiasının anti-emperyalist, demokratik bir mücadele platformu etrafında birleşmesi ve üniversitede yaşanan sorunların (barınma, beslenme, parasız eğitim, özerklik, öğrenimin niteliği, akademisyenlerin ve üniversite çalışanlarının sorunları vb.) kaynağının bütün üniversite bileşenleri tarafından kavranması, bu sorunların çözümü için mücadelenin bilimin özgürlüğü için mücadeleyle olan kopmaz bağlarının görülmesinin sağlanması, Emek Gençliği’nin üniversite örgütlerinin asli görevidir.
11 Eylül’de Pentagon’a ve Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine yönelik saldırının ardından Türkiye’yi de doğrudan içine alan emperyalist savaş ve terörün ülkemiz ve dünya halkları üzerindeki tehdidine karşı yürütülen antiemperyalist mücadelenin, bu asli görevin, güncel ve başat konularından biri olduğu unutulmamalıdır. Yine, geçtiğimiz dönem sonuna doğru, bazı ÖTK temsilcileri ve profesörlerin ortak imzasıyla tartışmaya açılan neoliberal eğitim anlayışına karşı, bilimden ve halktan yana bir üniversite anlayışını ortaya koyan bildirge, bilimin özgürlüğü için yürütülecek çalışmaların önemli bir aracı olarak, bugün de geçerliliğini koruyor.
İkinci temel nokta ise şudur: kol, kulüp, topluluk, ÖTK gibi öğrenci örgütleri ve üniversite dergilerinin, bilimin özgürlüğü için yürütülecek mücadele etrafında birleştirilmesi, öğrenci örgütlerine bakışın yenilenmesi, çalışmalara aktif olarak katılan gençlerin Emek Gençliği saflarına kazanılması. Bir başka ifade ile bir yandan öğrenci örgütlerinin etkinliğinin artırılması, bir yandan da Emek Gençliği’nin yeni katılımlarla güçlenmesi.
Üniversite gençliğinin mücadele ve örgütlenmesindeki bu iki temel husus, üniversitelerdeki Emek Gençliği gruplarının yürüttükleri çalışmanın eksiklik ve olumluluklarını değerlendirmenin temel kriterleri olmalıdır. “Üniversitelerde üzerimize düşen sorumluluğu ne kadar yerine getiriyoruz? Mücadelede oynamamız gereken rol nedir ve bu rolü ne kadar oynuyoruz? Ne kadar başarılıyız ya da değiliz?” Bu ve benzeri soruların yanıtını gerçekçi ve ihtiyaca uygun bir zeminde ortaya koymanın yolu, çalışmamızın ne durumda olduğunu, yukarıda ortaya konan iki temel husus açısından teraziye vurmaktan geçiyor. Emek Gençliği’nin bütün örgüt ve üyelerinin, her günkü çalışmalarını bu terazide tartması, ilerlemenin anahtarıdır. Bu aynı zamanda; “dünya ve ülkede ortaya çıkan her yeni durum üzerinden dünyanın ve Türkiye’nin nereye gittiği sorusuna yeniden yanıt verip, bu gidişe müdahale etmek, bunun için varolan araçları kullanmak ve ihtiyaç varsa yeni araçlar yaratmak” diye tanımlayabileceğimiz günlük politik çalışmanın, üniversite mücadelesi üzerinden yapılabilecek en somut tarifidir.
Emek Gençliği’nin üniversite örgütlerinin saflarında, üniversite gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin ilerletilmesi konusunda yapılan değerlendirmelerde ortaya çıkan ve bugünkü ihtiyaçlara yanıt vermekten çok, yakınmacı, kuru kuruya şikayetlenen, iddiasız, ilerlemek için gerekli halkayı kavramayan, sübjektif yaklaşımlardan kurtulmanın yolu da, sorunu yukarıda ortaya konan çerçevede ele almaktan geçiyor.
Şüphesiz buraya kadar ortaya konan hususlar, üniversitelerdeki Emek Gençliği örgütlerinin artan görev ve sorumluluklarına işaret etmektedir. Ancak, kendine ayak bağı olan, kurtulması gereken yanlış tutumlar ve yapılması gerekenler, bunlarla sınırlı değildir. Bu belirlemeler ışında, Emek Gençliği örgütlerinin çalışmaları açısından belli başlı hususlara değinmek, mücadele ve örgütlenmenin ilerlemesi açısından önemlidir.

ÖTK, KOL, KULÜP VE TOPLULUKLARDA MÜCADELE ÖRGÜTÜ OLMALI
Öğrenci örgütleri (kol, kulüp, topluluk, ÖTK gibi örgütler, her biri farklı amaçlarla kurulmuş olsalar da birer öğrenci örgütüdür), bugün büyük oranda üniversite gençliğinin mücadele örgütleri olmaktan uzak bir durumdadır. Bu durumun değiştirilmesi için, bu örgütlerin içinde yer almak, onları; bilimin özgürlüğünden, halktan yana, anti-emperyalist, bağımsızlık ve demokrasiden yana mücadele örgütleri haline getirmek, yeni bir dünya ve Türkiye fikrinin üniversitelere egemen kılınmasının önemli araçları olarak değerlendirmek gerekir.
Bu belirleme, her dönem Emek Gençliği’nin gündemindedir. Ancak, öğrenci örgütlerinin birer mücadele örgütü haline gelmesi için yürütülen pratik çalışmalarda yaşanan sorunlar, sıkıntılar, zorluklar; öğrenci örgütlerinin önemi konusunda yersiz tartışmalara neden olabilmektedir. Sorunu sadece bir kulüp kurmak veya varolan bir kulüp içine girip tek tük adam kazanmak ya da bu öğrenci örgütlerine üye olmayı yeterli görmek, bir kaç girişimden sonuç alamayınca, “bu iş olmuyor” deyip öğrenci örgütlerinin önemini küçümsemek vb. tutumlara sıkça rastlanabilmektedir. Dahası, mücadelenin zorluklarından hareketle, Emek Gençliği’nin öğrenci örgütlerine ilişkin yaklaşımını ucube yorumlarla eleştirmeye kadar varan eğilimler de görülebiliyor.
Oysa Emek Gençliği’nin gerek geçtiğimiz dönem gerekse bütün geçmiş dönemler içerisinde öğrenci örgütlerini birer mücadele örgütü olarak çalıştırma konusunda zengin deneyleri vardır. Öğrenci örgütleri aracılığıyla üniversitelerin gündemine damgasını vuran işler yapılmıştır. Emek Gençliği’nin bütün örgüt ve üyeleri bu deneylerden öğrenerek, çalışmasını çok yönlü bir temelde yürütmelidir.
Bunun için, birçok öğrenci örgütünün duyarsız, lümpen, liberal, sponsor peşinde koşan gerici konumunu sorgulamak, bu eğilimin egemenliğine karşı mücadele etmek, bunun için açıktan bir teşhir ve tartışma yürütmek, yapılması gerekenleri ortaya koyup üniversitenin bütün bileşenlerini silkeleyecek bir kararlılık, ısrar ve süreklilikle çalışmak; hem üniversitenin bir ihtiyacı ve bilim özgürlüğü için mücadelenin bir gereği hem de emek genci olmanın bir sorumluluğu ve bütün diğer politik örgütlenmelerden olan farklılığıdır.
“Emek Gençliği adına mı iş yapacağız yoksa öğrenci örgütleri adına mı?” gibi garip paradokslardan kurtulup, bunları iş yapmamanın dayanağı haline getiren tartışmalarda enerji heba edilmemelidir. Emek Gençliği’nin üniversite örgütleri, politik bir gençlik örgütü olarak yürüteceği bağımsız çalışmalarla, öğrenci örgütleri içindeki çalışmalarını, birbirini destekleyen, tamamlayan ve güçlendiren bir anlayışla ele almalıdır. Etkin olduğu öğrenci örgütleri aracılığıyla ve/veya politik bir gençlik örgütü olarak doğrudan kendi gücüyle bunu yaptığı oranda, üniversite gençliğinin mücadele ve örgütlenmesini de ilerletecektir.
Emek Gençliği’nin mücadele birikimi, yersiz, anlamsız ve garip tartışmaları elinin tersiyle itip yukarıda ortaya konan temelde militan bir mücadele yürütmek için yeterli dayanağı sunmaktadır. Önümüzdeki süreçte bu yersiz ve anlamsız yaklaşımları terk edip, öğrenci örgütlerinde yer alıp, çeşitli etkinliklerle üniversitelerin içinde bulunduğu durumu sorgulayıp değiştirme ve bilim özgürlüğü için bu örgütleri mücadele merkezleri haline getirmeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır.

EĞİTİMDE BEKLENTİCİLİK VE KOLAYCILIKTAN KURTULUNMALI
Bilimin özgürlüğü için mücadele, bir yandan üniversitede öğrenim yapılan her alanda, o alanın başarılı bir öğrencisi olmayı gerektirdiği gibi, her zaman olduğundan daha zengin bir ideolojik, politik birikimi, sosyalizm bilinciyle donanmayı da gerekli kılmaktadır. Bu ise, araştırma, okuma, öğrenme ve öğretme konusunda üniversiteye egemen olan “düşünce tembelliği”nden kurtulmayı zorunlu kılmaktadır.
Emek Gençliği grupları ve üyeleri açısından, “pratik işlerin çokluğu” gibi gerçekçi olmayan bir gerekçeye sığınarak, bireysel ve örgütlü eğitim çalışmalarına yeterli önemin verilmemesi kabul edilemez bir durum olmalıdır. Bugün Emek Gençliği üyeleri, sosyalizmin öğrencileri olarak, kendilerini sürekli eğitmek, yeni şeyler öğrenmek ve bu öğrendikleriyle mücadele düzeyini ilerletmek açısından önemli olanaklara sahiptir. Sorun, bu olanakların, titizlik ve “kıskançlıkla” ne kadar sahiplenildiği sorusuna açık yüreklilikle yanıt verip, verdiği yanıtın gereğini yapmaktır. Günlük işçi basını başta olmak üzere, partisinin süreli ve süresiz yayınları, programı ve Marksizm’in temel eserlerinin oluşturduğu “külliyat” dikkate alındığında (bir süredir çevirileri yapılan, önümüzdeki süreçte sayıları daha da artarak sürecek olan ve 1940-50’li yıllarda sosyalist bilim insanlarıyla burjuva bilimciler arasında yapılan tartışmalara ilişkin makalelerin önemini burada bir kez daha vurgulamakta fayda var), bilim özgürlüğü için mücadelede kendi fikirlerini cesaretle savunacak bilgiyle kuşanmak üzere yapılması gereken, öğrenme disiplinini elden bırakmamaktır. Beklenticilikten ve kolaycılıktan kurtulup, “iş başa düşüyor” deyip harekete geçmektir.

EMEK GENÇLİĞİ, YENİ KATILIMLARLA GÜÇLENMELİ
Bugün birçok Emek Gençliği grubunun yürüttüğü çalışma içerisinde tanıştığı, birlikte iş yaptığı gençlerin sayısı az değildir. Şüphesiz bununla yetinilmemeli ve gençlik kitleleriyle sürekli yeni bağlar kurma fikriyle hareket edilmelidir. Canlı, büyüyen, ilerlemek isteyen bir örgüt için bu olmazsa olmaz koşuldur.
Emek Gençliği üye ve grupları, bir yandan bu gerçeği bilerek çalışma yürütürken, bir yandan da saflarına yeni gençler kazanmayı ihmal edemez. Bu açıdan ele alındığında, mücadele içerisinde etrafında bir araya getirdiği, bağlar kurduğu gençleri Emek Gençliği saflarına katmayı “bilinmeyen bir tarihe ertelemiş” Emek Gençliği örgütleri hiç de az değildir. Kitle ilişkilerine bu gözle bakmayan, onları mücadeleye katma ihtiyacı duymayan, politika dışı bir hayat varmışçasına, onlarla örgütlü mücadelenin gerekliliğini paylaşmayan ya da “hazır değil, acaba uzaklaşır mı, yanlış anlarsa aramız açılabilir vb.” gerekçelerle cesaretsiz tutumlar takınan bir örgütün veya üyelerinin kitleleri kazanması, büyümesi, genişlemesi mümkün müdür? Bu soruyu bir Emek gencine sorduğunuzda elbette ki alınacak yanıt “hayır” olacaktır. Ancak bu noktada Emek Gençliği üyeleri kendilerine bir soru daha sormalıdır; “Peki ben böyle mi yapıyorum?” Bu soruya açıklıkla verilecek yanıt, örgütlenme konusundaki kendiliğindenciliğin düzeyini de verecektir.
Gerek üniversite gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin ilerletilmesi, gerekse Emek Gençliği’nin güçlenmesi (ki bu iki olgu her zamankinden daha fazla içice geçmiştir) bu kendiliğindencilikten biran önce vazgeçmeye bağlıdır. Aksi bir durum, bir mücadele örgütü ve onun üyesi tarafından kabul edilemez olmalıdır.
Emek Gençliği’nin üniversite grupları ve üyeleri, yukarıda ortaya konan bilinç ve sorumlulukla hareket ettiği oranda, üniversite gençliğinin ve kendisinin mücadele ve örgüt düzeyini de ilerletecektir.

Kasım 2001

Sermayenin saldırılarının püskürtülmesinde fabrika örgütlenmesinin önemi

İşçi sınıfı ve emekçilerin partisinin temel örgütleri fabrika örgütleridir. (Fabrika örgütlenmesi, yazı boyunca iki kavramı sürekli tekrar etmemek açısından, aynı zamanda işyeri örgütlenmesi anlamında da kullanılmıştır. Ele alınan konuların, aynı zamanda kamu hizmetleri alanındaki kamu emekçilerinin mücadele ve örgütlenmeleri açısından da büyük oranda geçerliliğini koruduğunu unutmamak gerekir.) Çalışan, güçlü ve yaygın fabrika örgütlerine sahip olmayan bir işçi-emekçi partisinin; burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadeleyi, diğer emekçi sınıfları da etrafında birleştirerek yönetme, ilerletme ve daha ileri bir eylem ve örgüt düzeyine yükseltme şansı yoktur. Bir başka deyişle; işçi sınıfının partisinin fabrikalardaki örgütlü gücü; sermayenin saldırılarının püskürtülmesi, egemen sınıflardan yeni tavizlerin koparılması ve yeni haklar elde edilebilmesini doğrudan belirler.
Dahası, işçi-emekçi hareketinin lokalliği aşarak birleşik bir harekete dönüşmesi, siyasallaşması gibi son dönemlerde sıkça üzerinde durduğumuz zayıflıkların aşılmasında tayin edici güç, sınıfın partisinin fabrikalardaki gücüdür.
Başta ABD’li olmak üzere uluslararası emperyalist tekellerin mali tetikçileri olan IMF ve Dünya Bankası (DB) ile onların yerli işbirlikçilerinin, işçi sınıfı ve emekçilere yönelik artan saldırıları, bu saldırıların püskürtülmesi ve emekçilerin kurtuluşu mücadelesinin zayıflıkları, fabrika örgütlenmesinin önemini güncel zayıflıklarıyla birlikte bir kez daha ele almayı önemli kılmaktadır.
Konuya girerken, fabrika örgütlerinin, neden işçi sınıfı partisinin temel örgütleri olduğu sorusunun yanıtını vermek anlamlı olacaktır.

SINIF MÜCADELESİNİN ARENALARI: FABRİKALAR
Kapitalist üretim süreci içerisinde emek sömürüsünün gerçekleştiği temel birimler fabrikalardır. İş gücünü kapitaliste belirli bir ücret karşılığında satan işçi, herhangi bir metanın üretimi için gerekli emek zamanını fabrikalarda geçirir. Dolayısıyla fabrikalar; artı değerin yaratıldığı ve kapitalist tarafından el konulduğu dev sömürü çarkının dişlileridir.
Emek ile sermaye, kapitalist ile işçi arasındaki sömürü ilişkisinin, çelişki ve çatışmaların en açık haliyle ortaya çıktığı, yaşandığı, yeniden ve genişletilmiş yeniden üretiminin gerçekleştiği alanlar olan fabrikalar, aynı zamanda sınıf mücadelesinin arenalarını oluşturur.
“Kapitalizm, tarihinde ilk kez, insan toplumunu, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olanlarla, kullandıkları üretim araçlarının sahibi olmayan ve emek güçlerini satarak yaşayan sınıflara bölmüştür. Kapitalizm, yalnızca, üretim araçları üzerinde özel mülk sahibi olan kapitalist sınıfları değil, aynı zamanda, mülksüzleştirilmiş işçi yığınlarını da yaratmıştır. Böylece, sermaye sahipleri ile işçiler arasında, toplumsal hayatın diğer bütün ilişkilerini de belirleyen bir mücadele başlamıştır.” (EMEP Programı)
Ekonomik, siyasal ve ideolojik bütün alanlarda süren bu mücadelenin günlük tezahür ettiği, sonuçlarının en çarpıcı şekilde görüldüğü alanların başında da fabrikalar gelir. Şüphesiz fabrikaların temel örgüt alanı, fabrika parti birimlerinin de temel parti birimleri olmasının objektif nedenleri bunlara bağlıdır, ancak bunlarla sınırlı değildir.
Fabrikalar, işçilerin üretim süreci içerisinde zorunlu olarak bir arada bulunduğu doğal örgüt alanlarıdır aynı zamanda. İşçilerin birbirlerini tanıdıkları, üretim içerisinde aynı kaderi paylaştıkları, sınıf çıkarlarının aynı olduğunu ilk gördükleri, kapitalist sömürüye karşı birlikte hareket etmek gerektiği fikrini ilk keşfettikleri ve sürekli yaşadıkları alanlardır fabrikalar. İşçiler fabrikalarda, kapitalistin bütün engelleme girişimlerine, baskılarına ve tehditlerine rağmen, burjuva propagandanın etkisi ve kendiliğinden bilincin sınırları içerisinde, dünya ve ülkede yaşanan olayları canlı bir biçimde tartışırlar. Dahası, sömürüye karşı ortaya çıkan kendiliğinden tepkiyi, öfkeyi bu alanlarda dışa vururlar ve eyleme, örgüte dönüştürürler.
Sınıf mücadelesinin arenaları olarak fabrikaların önemini gösteren daha birçok unsur sıralanabilir. Ancak bütün bu genel ve objektif hususlar bile sınıf partisinin, işçilere, kapitalist sömürünün nasıl işlediği ve ondan neden kurtulması gerektiğini kendi deneylerinden kalkarak öğretebileceği en uygun alanların fabrikalar olduğu gerçeğini göstermeye yeter. Bunun için bütün devrimci sınıf partileri gibi EMEP de, fabrikaları, temel örgütlenme alanı olarak görmektedir. Bu, partinin politika ve taktiklerinin, çağrılarının işçi hareketine egemen olabilmesi açısından zorunlu olduğu gibi, işçi sınıfının çalışma disiplininin, fedakârlığının, mücadeleci ve devrimci ruhunun sınıf partisine egemen olması, partinin sınıf içerisinden kazanılan yeni güçlerle donanması açısından da zorunludur.

FABRİKALARA YÖNELİK ÇALIŞMANIN BAZI SORUNLARI
EMEP’in fabrika örgütlenmesinde yaşadığı zayıflıklar başlı başına bir yazı konusu olacak genişlikte ve zenginliktedir. Ancak biz burada başlıca birkaç hususa dikkat çekmek istiyoruz.
Fabrika örgütlenmesinde yaşanan zayıflıkların bugün için gelip düğümlendiği yer; sorunun teknik bir sorunmuş gibi kavranmasında yatmaktadır. Bunun için de eksikliklerin, zayıflıkların aşılmasının; belirli bir istikrar içerisinde sürdürülen fabrika örgütlenmesinin, sınıflar mücadelesinin yukarıda ortaya konulan çok yönlü özelliğinin, bir ve aynı halkasının parçalan olarak değil de, tekil ve indirgenmiş sorunlar olarak ele alınmasında görülebilmesidir.
Örneğin, belirli temel fabrikalara partinin gerekli görevlendirmeleri yapıp yapmaması, zayıflıkların çözülüp çözülmemesinin belirleyici yönü olarak görülebilmektedir. Bu durum fabrika örgütlenmesinde; bütün ayrıntıların ustaca dikkate alınması, “kör gözüm parmağına” işlerin unutulmamasının işlerin yolunda gittiği değerlendirmelerine neden olmaması; sabırlı, inatçı, sarsılmaz bir iradeyle sürdürüldüğünde sonuç alınabilecek bir çalışmanın, “yapıyoruz, yapıyoruz olmuyor” gibi değerlendirmelerle sıradanlaştırılmaması gibi gerçeklerin unutulmasına neden olabilmektedir. Bu da fabrikalara yönelik faaliyet içerisinde yakalanan işçi ilişkilerinin, yaratılan etkinin örgüte dönüştürülmesinin önündeki her tür gerici engelle mücadele etme tutumunun yerine, mevcut durumun giderek doğal ve kabul edilebilir olarak değerlendirilmesinin konulmasına neden olabilmektedir. Hal böyle olunca da, fabrika örgütlenmesinin teknik bir sorun olmaktan çıkıp, işçi sınıfının partisinin bütün birikiminin maddi bir güce dönüşmesinin olmazsa olmaz koşulu olarak kavranması mümkün olmamaktadır.
Son dönemlerde yaşanan canlı bir örneği ele alacak olursak: Fabrikalardan oluşan ve EMEP’in çalışmaları açısından öncelikli olduğu defalarca ve defalarca vurgulanan bir bölgede önemli bir grev yaşanıyor. Bu bölgede bulunan ana işletmelere yönelik gerekli görevlendirmeler ve iş bölümü yapılmış. Ancak, bu bölgede bulunan diğer fabrikalarda çalışan partili işçiler, günlerce süren grev boyunca, grevin yaşandığı işyerine bir kez dahi olsun uğramıyor; çalıştıkları işyerlerindeki işçilerin, olabilecek en çok katılımla bu grevi desteklemesi için somut bir adım atmıyor ve gerekli çağrıları yapmıyor.
Bu durumdaki bir fabrika işçisi partilinin veya bir parti fonksiyonerinin, fabrika örgütlenmesini teknik bir sorun olarak değil de, sınıflar mücadelesinin arenasında, sınıf partisinin ve emekçi sınıfların, sermayeye karşı mücadelesinde temel bir alan olarak kavradığını söyleyebilir miyiz? Elbette ki, devrimci sınıf partisinin amaçlarını ve bu amaçlara ulaşmada kat edilmesi gereken yolu doğru, çok yönlü ve işçi-emekçi hareketini ilerletici bir temelde kavrayan partili açısından bu sorunun yanıtı, hayır’dır.
Kaynağını aynı eksik kavrayıştan alan bir başka yanlış tutum da; fabrikalara yönelik örgütlenme çalışması yürüten sorumlu parti görevlilerinin, günlük işlerini ve çalışmanın ufkunu, fabrikada bulunan parti üye veya az sayıdaki işçi ilişkileri ile görüşmekle sınırlamasıdır. Bu sınırlama, gerek sorumlu parti kadrosunu gerekse fabrikadaki üye ve işçi ilişkilerini rutinleştirmekte, ilerletici olmaktan uzaklaştırmakta, öğretici bir politik örgüt çalışmasının canlılığından mahrum bırakmaktadır. Kendini daraltıp, politik rahatlık, cesaret ve zenginlikten uzaklaştıkça, sıkıntılı bir ruh haliyle kendine eziyet etmenin dışında hiçbir sonuç doğurmayan bu tutum terk edilmedikçe de verimli ve kendini yenileyen bir çalışma yürütmek imkânsızdır.
Yapılması gereken açıktır; parti üyesinin olduğu fabrikalarda, üyeler; “çalıştığı bölümle işe başlamalıdır. Her parti üyesi öncelikle kendi bölümündeki parti çalışmasını örgütlemelidir. Öncelikle bölümde kiminle çalıştığını bilmelidir. Eğer söz konusu bölümde 50 kişi çalışıyorsa, parti üyesi öncelikle bu 50 kişinin kim olduğunu saptamalıdır. Bu kendisinin ilk parti yükümlülüğüdür.” (3. Enternasyonalde Örgütlenme Sorunu adlı kitaptan.) Ancak kuşkusuz bununla yetinilemez. (Söz konusu kitabın okunması, çeşitli dönemlerde EMEP GYK’sı tarafından bütün örgütlere tavsiye edilmiştir. Bu çağrıyı bir kez daha bu vesileyle hatırlamakta fayda var.)
Parti üyesi bulunsun veya bulunmasın, temel fabrikalara yönelik çalışmada, partinin ilçe örgütlerinin ve mahalle gruplarının olanaklarını yeni işçilerle tanışmak için kullanmalı, sendikalı bir fabrika ise (en gerici sendika dahi olsa), sendikaya, temsilciliğe gidip gelen işçilerle tanışmak, işçilerin oturdukları semtleri, evleri, işçilerin gittiği kahveleri tespit ederek, iş dışında kalan zamanını buraları gezerek, yeni işçilerle tanışmak için değerlendirmelidir, işyerinde şu veya bu siyasi partiden etkinlenmiş işçilerle, ülke ve dünyada yaşanan sorunlar üzerinden tartışmalar örgütlemek, işbirlikçiler, muhbirler dışındaki her işçiyle, açık parti kimliğiyle konuşmalı, hükümetin ve patronların açıklamalarını, izlenen politikaları sorgulayıcı sohbetler yapmalıdır. İşçilerle politika yapma ve sorunları tartışarak, talepler için mücadele etmek ve örgütlenmenin zorunluluğunu işçilere anlatmayı, “aşamalı bir iş” olmaktan çıkarıp, temel bir tarz haline getirmek gerekir.
Bütün dikkatini yukarıda belirtilen temelde yürütülecek bir çalışmaya yoğunlaştırmış bir partilinin, az önce belirtilen olumsuz sonuçlarla karşılaşması söz konusu olmayacaktır.
Burada önemli bir hususa daha dikkat çekmek gerekiyor. Sınıf partisinin çalışma ve örgütlenmesi içerisinde fabrikaların önemini yeniden ve yeniden hatırlamak, fabrikalara yönelik çalışmaların eksikliklerini ve zayıflıklarını çeşitli yönleriyle defalarca ve defalarca değerlendirmek; “yeter artık, hep aynı şeyleri konuşuyoruz” gibi, sebatkâr, inatçı ve kararlı bir parti örgütçüsüne, yöneticisine yakışmayacak tutumlarla karşılanamaz. Kaldı ki, bugüne kadar EMEP’in merkezi düzeyde ve yerel düzeylerde açmış olduğu kampanyalar, sınıf hareketinin tarihinde önemli yer tutan günlerde, işçi sınıfı ve emekçilerin sokak eylemlerinin örgütlenmesinde yaşanan sıkıntılar ve daha bir dizi konu ele alındığında, yaşanan zayıflıkların ve sıkıntıların gelip dayandığı yer; fabrika çalışmalarında ve örgütlenmesindeki gerilik değil midir? Hatta az sayıda fabrikada parti örgütü olmasından çok, var olan fabrika örgütlerinin gerek sayıca az işçiye dayanması gerekse aktivitelerinin az olması gibi temel bir sorunla yüz yüze olduğumuz reddedilebilir mi?
O halde, fabrikalarda parti örgütlerinin güçlenmesi, yaygınlaşması ve bunun her geçen gün ortaya çıkan yeni yönlerinin tartışılması konusu; işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin, egemen sınıflara karşı galebe çalacağı güne ve hatta daha sonraki döneme kadar da geçerliliğini koruyacaktır. Dolayısıyla, sınıf partisinin fabrika örgütlenmesinin sorunlarının, zayıflıklarının ve ihtiyaçlarının her dönem bütün yönleriyle yeniden ve yeniden değerlendirilmesi, sonuçlar çıkarılması, hedeflerin yinelenmesi, yeni görev ve sorumluluklar belirlenmesi rutin bir iş değildir, ilerlemek, büyümek ve sonuca ulaşmak isteyen devrimci bir partinin sürekli yapmaktan kaçınamayacağı bir iştir.
EMEP’in 2. Genel Kongre Kararları arasında yer alan, “fabrikalar toplamı bir parti olmak” konusundaki hedefine doğru ileri, devrimci bir adım atmak, fabrika örgütlenmesini teknik bir sorun olarak değil, sınıflar mücadelesinin günlük olarak sürdüğü temel alanlar olarak görmekten geçmektedir.

İŞYERLERİNDE MÜCADELE KOMİTELERİNİN KURULMASININ ÖNEMİ
Bugün gelinen süreçte işçi, emekçi hareketinin ileriye yönelik adımlar atmasında yukarıda ortaya konan temelde bir fabrika çalışmasının sürdürülmesinin temel bir önemi vardır. Fabrikalardaki bu çalışmanın güncel bir hedefi de, işyeri komitelerinin oluşturulması ve sendikal hareket de dâhil, inisiyatifin işyerleri düzeyinde ileri, sınıf bilinçli işçi önderleri tarafından ele alınmasını sağlamak olmalıdır.
EMEP son dönemlerde, sermayenin kazanılmış haklara yönelik saldırılarının püskürtülebilmesi ve yeni haklar elde edilebilmesi için, işçi, emekçi hareketinin lokallik ve siyasallaşamama gibi iki temel zayıflığının aşılmasının zorunluluğuna dikkat çekmiştir.
İşçi, emekçi hareketinin Mart ayından bu yana yaşanan seyri içerisinde, bu zayıflığın aşılamasında önemli imkânlar sunan gelişmelere işaret etmiş, Emek Platformu’nun ve aldığı kararların bu açıdan nasıl ele alınması gerektiği üzerinde durmuştur. Mart ayının ilk günlerinden başlayarak, birleşme ve saldırıları püskürtme amacıyla sokağa yönelen işçi, emekçi mücadelesinde 1 Mayıs’a kadar yaşanan yükselme süreci, Mayıs ayından itibaren yerini yeniden lokal eylemlere bırakmıştır. Cam iş kolunda yaşanan ve Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanan grev, Sümerbank işçilerinin uzun süredir devam eden eylemleri, Tuzla deri işçilerinin TİS’lere ilişkin eylemleri, Tekel ve Telekom işçilerinin küçük çaplı gösterileri, belediyelerde çalışan işçilerin ücretlerinin ödenmesi ve işten atmaların durdurulması için yaptıkları eylemler, kamu emekçilerinin grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı için yürüttükleri mücadele, kamu bankalarının tasfiyesine karşı banka çalışanlarının gerçekleştirdiği eylemler, birleşemeyen ve lokal düzeyde kalan işçi-emekçi mücadelesinin son iki ay içerisindeki belli başlı örnekleridir.
İşçi emekçi hareketinin birleşme ve siyasallaşma eğilimi içerisine girdiği her dönemde olduğu gibi bu süreçte de sermaye örgütleri, hükümet ve sendikal bürokrasinin işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini bastırma, dağıtma, zayıflatma ve geriletme çabaları sonuç vermiş, hareketin birleşme ve yükselme eğiliminin önü kesilmiştir. İşçi sınıfının fabrikalar temelinde örgütlenmiş, inisiyatifi ele almış örgütlü gücünün zayıflığı (gerek sendikal örgütlenme açısından, gerekse sınıf partisinin örgütlülüğü açısından), egemen sınıflar ve sendika bürokrasisinin bu çabalarının boşa çıkarılamaması sonucunu doğurmuştur.
Şüphesiz EMEP, bu süreç içerisinde fabrika örgütlenmesinin önemi, işyerlerinde mücadele komitelerinin oluşturulmasının gerekliliği üzerinde durmuş, yürüttüğü aydınlatma çalışmasında bunun önemine özellikle dikkat çekmiştir. Ancak bu, geçmişten bu yana süren zayıflıklardan dolayı, ileri işçilerin, sınıfın partisinin güçlerinin ve emekçi yığınların hazırlıksızlığını ortadan kaldırmaya yetmemiştir.
Mart ayından günümüze kadar gelen süreç içerisinde işçi, emekçi hareketinin izlediği bu seyir, sınıf partisinin ve ileri işçi kuşağının fabrika örgütlenmesinin önemini bir kez daha bütün ağırlığıyla omuzlarında hissetmesine neden olmuştur. Gelinen yerde işçi, emekçi hareketinin lokallik ve siyasallaşamama gibi iki temel eksikliğini aşma doğrultusunda yol alabilmesi için yakalanacak ana halka, yukarıda ortaya konan temelde fabrikalardaki parti örgütlenmesini ilerletmek ve işçi önderlerinin mücadele komiteleri şeklinde örgütlenmelerini sağlamaktır. Yazının girişinde ortaya konan ve fabrika çalışmasının öneminin objektif nedenlerine dikkat çeken olgulara, işçi, emekçi hareketinin son birkaç aylık süreçteki seyrinin gösterdiği bu güncel olgular da eklendiğinde, bunun vazgeçilemezliği daha bir açıklıkla kavranacaktır.
Bugün gelinen noktada işçi, emekçi mücadelesinin ileriye doğru hamle yapmasında en çok karşılaşılan sıkıntı, sendikaların üst yönetimlerinin işçi tabanını, işçilerin de sendika yönetimlerini eleştirmekle sınırlı bir tutumun ağırlık kazanmasıdır. Adeta fasit bir daire içerisinde dönmeye neden olan bu tutumun taraflarından hangisinin haklı hangisinin haksız olduğunu tartışmanın artık çok bir anlamı yoktur. Mesele, durumdan kurtulup, ilerlemek için yapılması gerekenin ne olduğunu görmek ve bu yolda somut adımlar atmaktır.
İşçi hareketinin lokalliği aşması ve siyasallaşmasında, işyerlerinde kurulacak mücadele komitelerinin önemine yaptığımız vurgu bu konuda da geçerlidir.
Mücadeleci, sınıf bilinçli ileri işçi kitlesinin, sendikal bürokrasinin işçi hareketini zayıflatan rolü hakkında önemli bir pratik deneyimi söz konusudur. Bu birikime sahip bir işçi hareketinin, sendikal bürokrasinin sınıf karşıtı uğursuz rolünü, birleşik işçi-emekçi mücadelesinin önündeki engel olarak tekrarlayıp, kendi yapabileceklerini yapmaktan uzak durması, emek düşmanı cephenin işini kolaylaştırmaktan başka bir anlam ifade etmez olmuştur. TİS süreçleri, grev dönemleri, işten atmalar, özelleştirmeler de dâhil, işçi önderleri fabrikalarda mücadele komiteleri oluşturarak duruma el koymadığı sürece durumu değiştirmek mümkün olmayacaktır. İşçi sınıfı ve emekçilerin karşı karşıya oldukları sorunlar ve saldırılar, sendikal bürokrasiyi ve onun ayak oyunlarını suçlamanın ötesine geçen bir tutum ve inisiyatifle mücadele etmeyi zorunlu kılmaktadır.
Adana, Mersin ve İskenderun’daki çimento işçilerinin TİS’ler konusunda Çimse İş sendikasının yöneticilerinin tutumuna karşı ortaya koydukları tavır bu açıdan öğreticidir. İşçi basınına yansıyan haberlerden anlaşılan odur ki, sendika merkez yönetimi TİS’lere ilişkin işçilerin aleyhine bir anlaşmayı imzalama eğilimindedir. Bunu duyan işçiler hemen harekete geçip, sendika şubesini basarak “ya bizim yanımızda yer alın, ya da çıkın gidin” diyerek duruma müdahale etmiştir. Sendika merkez yönetimi işçilerin bu tutumu karşısında, anlaşma yapıldığını inkâr etmiş, işçiler olası bir oyunu bu tutumlarıyla bozmuştur.
Yine İzmir Sümerbank işçileri, günlerdir sürdürdükleri direnişin diğer sınıf kardeşleri tarafından sahiplenilmesini sağlama görevini sendika yönetimlerinden beklememiş, kendileri değişik işkollarındaki fabrikaları ziyaret ederek işçileri mücadeleye çağırmıştır. Beykoz Deri Kundura işçilerinin, Bursa Merinos işçilerinin, Aslantaş, lastik ve belediye işçilerinin mücadeleleri benzer yönleriyle sıralanabilecek diğer örneklerdir.
Sadece güncel bu örnekler bile, fabrikalarda ileri işçilerin mücadele komiteleri kurarak ya da bir biçimde inisiyatifi işyerleri düzeyinde kendi ellerine alarak, gidişata müdahale etmenin zorunluluğunu görmeleri açısından çarpıcıdır. Bu müdahaleler çoğaldıkça; sınıf hareketinin ilerlemesinin önündeki engelleri aşmak, dün yaşanan sorunları tekrar yaşamamak ve egemen sınıflar karşısında yeni bir mevzide birleşik mücadeleyi aşağıdan örerek ilerlemek mümkün olacaktır.
Fabrikalarda örgütlenme çalışmasında önümüzdeki dönemin temel işlerinden birisi bu gerçeğin ileri işçi kuşakları tarafından kavranması, bu doğrultuda harekete geçilmesinin sağlanması olmalıdır. İşçi hareketinin mücadele birikimini kabalaştırmak, her seferinde benzer zayıflıklardan kaynaklanan sonuçlarla yüz yüze gelmemek, ancak böyle bir yönelimle mümkün olacaktır.
İleri işçi kuşaklarının fabrikalar temelinde işyeri mücadele komiteleri oluşturması, aynı zamanda, sınıf partisini de güçlendirecektir. Çünkü sınıf partisinin fabrika örgütlenmesini güçlendirmesiyle, işçilerin fabrikalar düzeyinde inisiyatifi ele almaları, birbiriyle iç içe geçmiş iki olgunun, birbirini güçlendirerek, işçi hareketinin ilerlemesine hizmet etmesi anlamını taşımaktadır.

SINIFTAN YANA, MÜCADELECİ SENDİKACILIK İŞ YERLERİNE DAYANMALIDIR
Sınıftan yana, mücadeleci sendikacılığın gelip dayandığı yer de, yukarıda ortaya konan anlayışla hareket etmeyi gerektiriyor.
Belli sayıdaki mücadeleci, sınıftan yana sendikacının da işçi kitle hareketinin ilerlemesinin sorunlarını kendilerinin dışında oldukları bir sorun olarak görmeleri ve işçilerin duyarsızlığı gibi gerekçelerle açıklama yanlışına düşmeleri, yaptıklarını yeterli kabul etmeleri vb. olgular hiç de az karşılaşılan durumlar değildir.
Oysa sınıftan yana, mücadeleci sendikacılık, sendikal hareketi fabrika temeline oturtmayı zorunlu kılmaktadır. İşçileri, fabrika temelinde işyeri temsilcilikleri ve mücadele komiteleri aracılığıyla eğitmek, sermayenin saldırılarını püskürtebilmek ve daha ileri mücadelelere sınıfı hazırlamak ancak ve ancak fabrikaları merkezine alan, dişe diş bir mücadeleyle, usanmaz bir çabayla mümkün olacaktır.
Emek Platformu’nun son dönem eylem kararlarının işyerlerinde hayata geçirilmesinde, eylemlerin yeterli yaygınlık ve kitlesellikle gerçekleşmesinde yaşanan zayıflıkların kaynağında, fabrikalara dayanan bir sendikal örgütlenmenin cılızlığının büyük payı reddedilemez. O zaman, bu durumdan sonuçlar çıkarıp, gücünü fabrikalardan alan bir tutumu sendikal harekete hâkim kılma sorumluluğu, en başta sınıftan yana, mücadeleci sendikacıların omuzlarındadır.
Bir örnek verecek olursak, son yaşanan cam işçileri grevinde, iki ay önceden grev kararı işyerlerine asılmışken (bu aynı zamanda yasal bir zorunluluktur) ve grev başladıktan sonra küçümsenemeyecek bir süre geçmişken, grev komitesinin hâlâ kurulmamış olması gibi bir eksikliğin grevi zayıflatıcı rolü reddedilebilir mi? Oysa daha toplusözleşme dönemi yaklaşırken bu dönemi uygun şekilde karşılamak ve sözleşmenin ve maddelerinin “yukarıya” havale edilmeden “aşağıda” tabanda işçiler arasında tartışılmasını ve sahiplenilmesini sağlamak üzere toplusözleşme komitesi oluşturmak, grev kararı işyerinde asılır asılmaz, işçileri greve hazırlamak ve işçilerin inisiyatif almasını sağlamak için bu komiteyi grev komitesi olarak yeniden örgütlemek, hem sınıf bilinçli ileri işçilerin, hem de sınıftan yana, mücadeleci sendikacının takınması gereken bir tutumdur.
Sınıf partisinin örgütçüsüne düşen görev de, varsa fabrikadaki işçi üyeleri aracılığıyla yoksa açıktan yürüteceği aydınlatma faaliyetiyle, işçileri bu konuda bilinçlendirmek, bunun avantajlarını ve dezavantajlarını işçilere anlatmak, kendi bağımsız çalışmasıyla işçileri greve hazırlamaktır.
Sonuç olarak; IMF, hükümet ve büyük patronların artan saldırılarını püskürtmenin ve birleşik bir işçi hareketinin örülmesinin, gerek sendikal hareket gerekse sınıf partisi açısından mücadeleyi fabrikalara dayanarak yükseltmekten başka yolu yoktur.

Temmuz 2001

Seçimler, kitle çalışması ve kongre süreci

Emek-Barış-Demokrasi Bloku’nun kurulması ve seçimler sürecinde yürütülen çalışmalar bir çok açıdan tartışıldı ve değerlendirildi. Emeğin Partisi (EMEP)’nin 3. Genel Kongre süreci de bu tartışma ve değerlendirmelerin yapıldığı dönemle iç içe geçerek başladı ve devam ediyor. Seçim döneminin işçi, emekçi halk yığınları içerisinde yürütülen kitle çalışması açısından gösterdiklerini, kongre sürecinde bir kez daha hatırlamak ve gelinen noktayı değerlendirmek, işçi, emekçi halk hareketinin ilerletilmesi açısından önemlidir.
3 Kasım seçimlerinin sonuçları, halkın, yaşadığı sorunların çözümü ve taleplerinin gerçekleşmesi için geleneksel siyasal tercihlerinden farklı, değişim isteyen bir tutum içerisinde olduğunu göstermişti. Seçimlerde oy vererek Meclis’e gönderdiği iki partinin beklentilere yanıt vermemesi durumunda “ne olacak” sorusuna halk kesimlerinden verilen “sandıkta onları da cezalandırırız” yanıtı ise, halkın kendine güveni açısından ileri bir noktaya işaret ediyor. AKP hükümetinin kısa süreli yönetimine ve emek ve halk karşıtı politikalarına ilişkin düşünceleri sorulan kesimlerin “böyle yaparlarsa oyumu haram ederim” şeklinde koşullu da olsa verdikleri yanıtlar, halk yığınlarının, sorunları ve talepleri konusundaki duyarlılığının devam ettiğini gösteriyor.
Elbette, AKP hükümetine ilişkin “ülkenin ve halkın sorunlarının çözümü için bir şeyler yapacaklar” beklentisi henüz ortadan kalkmış değil. Ancak özellikle ABD’nin Irak’a yönelik saldırı hazırlıkları karşısında hükümetin işbirlikçi tutumunun yarattığı rahatsızlığın giderek büyüdüğünü söylemek abartı olmayacaktır. Hükümet kendisine oy veren kesimlerden bile tepki ve tenkitler alıyor. Yani beklentilerle kaygılar iç içe.
Ülkenin ve halkın sorunlarının ABD ve IMF işbirlikçiliği temelinde sürdürülen politikalarla daha da artacağı açık. Hükümetin “acil plan” ve “programı”nın, IMF’ci Kemal Derviş’in “programları”ndan özünde farklı olmadığı gerçeği bunun somut göstergesi. Sömürünün yoğunlaşması ve 8 saatlik iş günü de dahil yüzyıllar önce kazanılmış hakların ortadan kaldırılması temelinde çalışma yaşamının yeniden düzenlenmesi için adımlar hızlanıyor. Özelleştirmeler, işten atmalar, eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetlerin tasfiyesi, tarımın, hayvancılığın çökertilmesi vb. gibi emek düşmanı politikalarda ısrar ediliyor. 
Dışişleri Bakanı açıklamalarıyla açık savaş savunuculuğu yapıyor. Başbakan Abdullah Gül ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ise işbirlikçi büyük sermayenin baskısıyla “örtülü savaş örgütçülüğü” yolunda adım adım ilerliyor. Halk yığınları ise sokakta, pazar yerinde, işyerinde ya da kahvede kendilerine uzanan bir mikrofon ya da teyp aracılığıyla her fırsatta gidişattan duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. İşbirlikçi patron örgütlerinin ve holding medyasının bütün savaşçı kuşatmasına rağmen, Irak’a yönelik ABD saldırısı konusunda yapılan anketler halkın yüzde 90’ının savaş istemediğini gösteriyor. Bu, hem bir duyarlılığın hem de henüz sokağa çıkmamış tepkinin boyutunun ifadesi.
Bu özet tablo da gösteriyor ki, emperyalistler ve işbirlikçileriyle halkın çıkarları ve beklentileri arasındaki uçurum derinleşiyor, çelişki ve çatışma keskinleşiyor. Seçimler dönemindeki düzeye henüz ulaşmamış olsa da, kadın, erkek işçi emekçi yığınların, gençlerin, kentin ve kırın yoksullarının politik duyarlılığı geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak kadar yüksek. Kahvede, lokantada, pazar yerinde, dolmuşta, otobüste, fabrikada, iş yerinde, kısacası insanların bir arada bulunduğu her yerde dünya ve ülkede yaşanan sorunlara ilişkin, halkın sıkıntılarına dair söyleyeceğiniz bir kaç cümle hızla herkesin katıldığı bir sohbete, tartışmaya dönüşüyor. Halkın birleşmesi ve mücadeleye atılması konusunda en karamsar ruh haline bürünenler bile, bir bakıyorsunuz, konuşurken, halkın ne kadar sıkıntılı ve tepkili olduğunu anlatmaya başlıyor.
Ve bu tablo, en az seçimler dönemindeki kadar yaygın, canlı, yoğun ve kesintisiz bir çalışmanın; halkın aydınlatılması, talepleri için mücadeleye seferber edilmesi ve örgütlenmesine yönelik bir kitle faaliyetin sorumluluğunu öncü işçilerin, devrimcilerin omuzlarına yüklüyor.

SEÇİM ÇALIŞMASI GİBİ BİR KİTLE ÇALIŞMASI
Seçim çalışmalarının özellikle son bir ayında, bütün parti örgüt ve üyelerinin seferber olması açısından bugüne kadarki en ileri ve verimli düzey yakalanmıştır. Yöneticilerinden, birim örgütlerine, üyelerinden etkilediği çevrelere kadar bütün güçleriyle parti, kitleler içerisinde bir aydınlatma ve örgütlenme aygıtı olarak çalışmıştır. Partinin politikalarının, fikirlerinin yazılı ve sözlü ajitasyon aracılığıyla halk kitleleri içerisinde açık ve kararlı bir tutumla yayılması için bir çok örnek iş yapılmıştır.
Ev, işyeri ve kahve toplantıları, açık ve kapalı salon etkinlikleri, mitingler, kapı kapı dolaşılarak, yığınlarla yüz yüze gelinen ve partinin fikirlerinin cesaretle dile getirildiği bir kitle çalışması çizgisi bütün parti güçlerinin çalışma tarzına hakim olmuştur. Canlılık, heyecan, kazanma isteği, sınıfların mevzilenişi ve emek cephesiyle sermaye cephesinin güç dengelerinde emek cephesi açısından somut bir adım atma ve başarı elde etme arzusu, bütün parti örgütüne ve çevresine hakim olmuştur. Yığınlara seslenme, birer propagandacı-ajitatör olarak kitlelerin karşısına çıkmada ataklık, halk kesimleri içerisinde doğal önder konumundaki kişilerle bağ kurma çabası, yaygın bir dağıtım örgütü olma vb. bir çok açıdan partimizin olanak ve kapasitesinin, öncesinden ne kadar ileriye çıkabileceği herkes tarafından görülmüştür.
Kendisini dar bir alandaki ilişkilerle, içe dönük bir git-gele sıkıştırmış partili bir işçi, emekçi kadın, genç, sendikacı, profesyonel, yarı profesyonel kadro ya da yönetici olmanın yerini, doğal ilişkilerini, çevresini hareketlendiren, bir fikre kazanan ve kitleleri de bir fikre kazanmaya yönelen güçlü bir parti aygıtı almıştır. Düne kadar bulunduğu mahalle, sokak, fabrika, işyeri ya da okulda kitlelerle politika tartışmaktan çekinen, partili olduğunu saklayan geri tutum ve alışkanlıklar yerini bunların tersi özelliklere bırakmıştır. Öyle ki, seçim çalışmalarına katılan bir EMEP’linin ya da çevresinde bulunan bir kişinin, artık kendisini kitlelerin dışına çekme, saklama şansı kalmamıştır.
Günlük çalışmanın merkezine konulmasında en çok sıkıntı yaşanan gazete gibi bir aracı, bütün yetersizliğine rağmen düne oranla daha ileri düzeyde kullanmayı bilen tutumlar yaygın olarak seçimler dönemindeki kitle çalışması içerisinde ortaya çıkmıştır. Yaptığı bir etkinliği gazeteye haber olarak yazmaktan, gazeteyi okuyarak öğrendiklerini kitlelerle yüz yüze geldiği etkinliklerde anlatmaya, gazeteyi aydınlatma çalışmasının merkezine koymanın önemini bütün herkes görmüştür.
Artık gelinen noktada, bir yönetici parti organının, herhangi bir alandaki parti biriminin, bir tek parti üyesinin ve parti çevresinin; nasıl bir kitle çalışması yürütmek gerektiğini, halktan öğrenen ve öğreten bir politik faaliyetin gücünün ne kadar önemli olduğunu, seçim çalışmalarına bakarak kafasında somutlayamaması için hiçbir neden yoktur. Tabii ki, kitle çalışmasının gereğini yerine getirmekten, üzerine düşeni yapmaktan bilinçli olarak imtina edilmediği sürece.
Şüphesiz bütün bu söylenenler, “seçim çalışmaları her şeyin başlangıcıdır” anlamına gelmiyor. İşçilerin, emekçilerin, halkın bağımsız, politik kitle partisinin çalışma tarzının nasıl olması gerektiğinin pratik olarak görülüp, yaşanması açısından seçim çalışmalarının önemine dikkat çekiliyor. Elbette ki seçim çalışmaları, parti çalışmasının dünkü birikimleri üzerinde yükselmiştir. Ancak, bu geçmiş birikimin üzerinde yükselen seçim çalışmalarının gösterdiği olanaklar, partinin yeniden inşasını gerçekleştirmede bir dayanak olarak önemsenmek durumundadır.
Bunun içindir ki, EMEP; 3. Genel Kongresi’ni toplamaya giderken, en küçük bir işi bile yapmaya mecali olan bir partilinin örgütlü çalışmanın dışında kalmadığı, mutlaka bir parti birimine bağlandığı bir yeniden inşa sürecini gerçekleştirme hedefiyle hareket ediyor. Bunun içindir ki, EMEP; politik-taktik platformunu kavramayı, bu platformu halkı aydınlatma faaliyetinin merkezine koymayı, günlük gazeteyi bunun temel aracı olarak sahiplenmeyi, üyelerinin günlük yaşamını bu temelde yeniden düzenlenmesini, kongre sürecinde ve kongre sonrasında kitleler içerisindeki parti çalışmasının güçlenmesinin temel koşulu sayıyor. EMEP, böyle bir yeniden inşa ve çalışma tarzıyla, emperyalist sermaye ve işbirlikçilerinin karşısına halk güçlerini dikmek için ileri atılma, bütün güçleriyle somut adımlar atma çağrısı yapıyor.
Yazının bu bölümünde, 3. Genel Kongre sürecinde gelinen noktayı değerlendirmeye geçmeden önce kısaca seçim çalışmalarına ilişkin yukarıda söylenenler ışığında savaş karşıtı mücadelenin yükseltilmesi için yapılanları kısaca değerlendirmekte fayda var.

SAVAŞ KARŞITI BİR KİTLE ÇALIŞMASI
Seçim çalışmaları sürecinde ortaya konan enerjik çalışma ve yaşanan seferberliğin halkın savaşa karşı tepkisinin açığa çıkarılması ve örgütlenmesi açısından da örnek alınması şarttır. Özellikle ABD’nin Irak’ı işgali ve bunun bir parçası olarak Türkiye’nin adeta önden, işbirlikçilerinin gönüllü tutumuyla işgal edilmiş bir ABD üssü haline getirilmesi konusunda atılan adımlar düşünüldüğünde, tehlikenin büyüklüğü ve somutluğu ortadadır. Halkın savaş istemediği ve özellikle ABD’ye karşı olan tepkisi biliniyor. Bu koşullarda, halkın tepkisini açığa çıkaracak canlı, sürekli ve yaygın bir ajitasyonun seçimler dönemindeki düzeyde sürdürülmesinin önemi büyük.
Ev ve kahve toplantıları, mahallelerde ajitasyon gösterileri, kapalı salon etkinlikleri yapılarak, kapı kapı gezerek halkın savaşa karşı saf tutmasının, tepkisini dile getirmesinin gereğini anlatmak önemli. Fabrika önlerinin, sanayi sitelerinin ve organize sanayi bölgelerinin, cuma namazlarında cami çıkışlarının gazete satışları ve bildiri dağıtımlarıyla, sözlü ajitasyonla kuşatılması, tıpkı seçim döneminde olduğu gibi “kürsünün sokağa kurulması”, savaş karşıtı yürütülecek kitle çalışmasının olmazsa olmazları durumundaki işlerdir.
Bugüne kadar yerel parti örgütlerinin ve birim örgütlerinin yürüttükleri savaş karşıtı çalışmalarda, parti güçlerinin seçimlerdeki gibi bir seferberliğe doğru somut adımlar attığını görmek mümkün. Mevcut durumla yetinmeden bütün güçler ve olanaklar sürekli ve sürekli gözden geçirilerek, gazeteden günlük olarak öğrenen ve öğrendikleri üzerinden zengin bir ajitasyon sürdüren bir tarzın, hızla çalışmalara egemen hale gelmesi gerekiyor. Bu işe, parti ve gençlik örgütü yöneticileri, emekçi kadınlar içerisindeki fonksiyonerlerden başlamalı, onlar, birer propagandacı-ajitatör olarak, örgütleri, üyeleri harekete geçirecek işlerin planlayıcısı, takipçisi ve birlikte iş yaparak yürütücüsü olmalı.
Seçim çalışmasında nerelerde, kimler tarafından kitle toplantıları örgütlendiği biliniyor. Yine seçim çalışması içerisinde çalınan kapılar, gidilen yerler bütün yerel örgütlerin bilgisi dahilindedir. Savaş karşıtı çalışmada, bunlardan, çok daha yaygın ve süreklilik içerisinde faydalanma imkanı vardır. Bu imkanlar kullanılarak, seçimlerde yakalanan kitle çalışması çizgisi sürdürülerek, halk güçlerinin birleştirilmesi yönünde ileriye dönük somut adımlar atmanın önünde bir engel yoktur.

KONFERANS VE KONGRE SÜRECİNİN GÖSTERDİKLERİ
Derginin bu sayısının elinize geçtiği günlerde, EMEP’in il kongreleri de tamamlanmış olacak. Birim konferanslarından il kongrelerine kadar geçen bir buçuk aylık süre zarfında, seçim döneminde parti saflarında ve çevresinde biriken kitle gücünün birim temelinde örgütlü hale getirilmesi için somut adımlar atıldı.
Örneğin İstanbul’da gerçekleştirilen birim konferansları sürecinde, temel alınan ilçeler başta olmak üzere bir çok yerde gençlik ve kadın gruplarının yeniden örgütlenmesinde somut adımlar atıldı. Kimi ilçelerde yeni Emek Gençliği grupları oluşturulurken, kimi ilçelerde de onlarca emekçi kadının içinde yer aldığı kadın grupları oluşturuldu. Mahallelerde onlarca parti grubu kuruldu. Bu grupların birim konferansları ağırlıklı olarak evlerde yapılırken, bazı gençlik konferanslarının, gençlerin gittiği kafe ve pastane gibi yerlerde yapılması, yapıldığı yerde Emek Gençliği gruplarının oluşturulması ve sorumlularının seçilmesi tutumu, örnek işler olarak öne çıktı. Kitlelerle birleşme ve mücadele örgütü olma açısından bu konferansların her birisi öğretici niteliktedir. 
Yapılan birim konferanslarında özellikle savaş karşıtı mücadeleye yönelik somut işler planlandı ve bunların bir kısmı gerçekleşti. Bir yandan kalan hedeflerin gerçekleşmesi için çalışmalar sürerken, bir yandan da yeni hedefler belirleniyor. Bunlar, seçimlerin ardından parti örgütlerinin kitle gücünü ve üye potansiyelini harekete geçirmeye yönelik olumlu adımlar.
Seçimlerin ardından parti çalışmalarının tekrar rutine dönüşmemesi için çaba sarf edilirken, bütün parti üye ve çevrelerinin parti gruplarında örgütlü bir çalışmaya katılmasında zorluklar ve sıkıntılar da yaşanıyor. Özellikle mahallelerde sokakları temel alan ve birbirine yakın oturan parti üyelerinin bir araya gelerek günlük bir çalışma yürütecek şekilde birim olarak örgütlenmesinin öneminin yeterince kavranmadığı görülüyor. Parti üyelerinin bu temelde örgütlü bir çalışma içerisine girmesi teknik bir iş gibi ele alınıyor.
3. Genel Kongre’nin, “sermayeye karşı halk güçlerinin birleştirilmesi ve mücadeleye seferber edilmesinin sorunlarının ve getirdiği sorumluluklarının tartışıldığı bir kongre olacağı” daha işin başında ortaya konmuştur. Bu temelde bir kongrenin örgütlenmesi demek, kitle çalışması çizgisinin bütün örgüt çalışmamıza egemen olması demektir. Bunun için de, parti birimlerinin sokak temelinde, yerleşim birimlerinin yakınlığına göre yeniden örgütlenmesi ve en küçük bir iş dahi yapan partilinin bu birimlerin dışında kalmaması, teknik bir iş değildir. Aksine kongre platformunun önümüzdeki süreçte yaşam bulmasının temel örgütsel dayanağıdır.
Burada bir gerçeğin daha altını çizmek gerekiyor. Fabrika ve işyeri birimlerinde çalışmaya katılan partili işçi ve emekçilerin sözü edilen birimlerde de yer alması işçi sınıfı ve emekçiler içerisindeki kitle çalışmasını zayıflatan değil güçlendiren bir adım olacaktır. Fabrika ve işyerlerini temel alan, onu halkın örgütlenmesiyle güçlendiren bir yaklaşım, 2 . Kongre hedeflerimizi günün ihtiyaçlarına uygun olarak yenilemekten başka bir anlam ifade etmez.
Öte yandan, konferans ve kongre tartışmalarında zaman zaman “Seçimler bitti, artık yuvamıza geri dönelim” şeklinde ifade edilebilecek bir içe dönme ve kendi içinde ve yakın çevresindeki ilişkilerle düzenli düzensiz bir araya gelmekle yetinme eğilimleri öne çıkıyor. Ya da oluşturulan parti, gençlik ve kadın gruplarının somut bir iş temelinde mücadeleye yeniden ve yeniden seferber edilmesinin sorunları ve zorlukları, yakınmacı tutumları gündeme getiriyor. Özellikle de günlük gazetenin okunması ve okutulmasını merkez alan bir çalışmanın istikrar kazanmasında “kolay pes eden” yaklaşımlar görülüyor. Seçim döneminde doğal kitle ilişkilerini ev ve, kahve toplantılarında vb. bir araya getirip politik mücadeleye katmak için somut adımlar atan partililerimizin bugün de benzer adımlar atma olanakları varken, bundan imtina ediliyor. Parti mücadelesini ve halk hareketini ilerletmek için “sihirli formül arayan” değerlendirmeler, farkında olunsun ya da olunmasın, yapılacak işlerin önüne geçip, yaygın ve ısrarcı bir kitle çalışmasının öneminin üstünü örten bir rol oynuyor.
Oysa mevcut durumdan bir adım ileri atmak için ne yapmak gerektiğini, İstanbul İl Konferansı’na katılan bir delegenin sözleri açıkça gösteriyor: “İstersek, müdahaleci olursak, emek harcarsak mutlaka ileriye gidiyor, somut bir mesafe kat ediyor ve emekçileri mücadeleye katmada olumlu bir sonuç alıyoruz. Bütün mesele, günlük hayatımızı ve alışkanlıklarımızı, mücadelenin ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden planlamakta.” Yine bir başka delege, fabrikasındaki parti çalışmasının dünden farkını şu kısa ama özlü cümlelerle ifade ediyor: “Seçim çalışmaları, işçilerle politika tartışma konusunda bizi cesaretlendirdi. Gördük ki, bugüne kadar fabrikamızda bir şeyleri başarabileceğimize inanmadan çalışmışız. 6 aydır ise, inanarak çalışıyoruz ve bu kısa süre bile neler yapabileceğimizi görmeye yetti. Çevremizdeki işçiler, bizi bugüne kadar kendileriyle politika tartışmadığımız için eleştiriyor.” Bir başkası ise şöyle söylüyor: “Emperyalistler ve işbirlikçileri, yöneticiler niyetlerini, yapmak istediklerini halka açıkça söylüyor ve onları bütün araçları kullanarak ikna etmeye uğraşıyor. Biz de, emekçilerin taleplerini ve yapılması gerekenleri en az onlar kadar açıklıkla, meşruluğumuza inanarak ve bütün araçlarımızı kullanarak halka anlatmalıyız. Halk bizi dinleyecektir. Çünkü biz doğruyu söylüyoruz.”
Her şey çok açık, somut ve pratik. Belki bu yaklaşımlar, konferans-kongre sürecinin geride kalan günleri içerisinde henüz bütünüyle parti güçlerimize egemen olmuş değil. Ancak mücadele devam ediyor ve yapılacaklar kongreyle sona ermeyecek. Emek, barış, demokrasi ve kardeşlik yolunda halk güçlerini birleştirmek için, ilk iki Kongre’nin öğrettiklerine yenilerini de ekleyerek yürüyüş devam edecek.

Yükseköğrenim gençliği hareketi ve emek gençliği’nin rolü

1999–2000 yükseköğrenim yılının sona ermesine az bir zaman kaldı. Yüz binlerce öğrencinin son birkaç hafta içerisindeki yoğunluğunun merkezinde final sınavları var. Hepsi, sınavlarda başarılı olup mezun olmak ya da bir üst sınıfa geçmek için çaba sarf ediyor. Bu günlerde hangi öğrenciye “ne yapıyorsun” diye sorsanız, “eve veya yurda kapanıp ders çalışacağım-çalışıyorum” yanıtını alırsınız. Bu yanıtla birlikte bir de yakınma-şikâyet işitirsiniz; “Hayatla bağlarımız koptu. Finaller bütün zamanımızı alıyor” diye. İstisnalar elbette ki vardır. Ancak bilinen deyimiyle bunlar “kaideyi bozmamaktadır.”
Yükseköğrenim alanında yaklaşık dokuz ayı kapsayan bir öğrenim döneminin sona erdiği günlere dair sarf edilen bu sözlerle anlatılan durum, bir anlamda yükseköğrenim sisteminin ve öğrenci gençliğin içinde bulunduğu durumu da özetlemektedir. Uluslararası tekeller ve işbirlikçi yönetici sınıflar, onların hükümetleri, bakanlık, YÖK ve diğer kurumları tarafından izlenen; özerkliğe, demokrasiye, bilimsel üretim ve öğrenme özgürlüğüne, örgütlenme ve düşünceleri özgürce dile getirme hakkına düşman politikalar, üniversiteyi üniversite olmaktan çıkardı. Yönetmelikler, rektörlük ve senato kararlarıyla gündeme getirilen uygulamalar, akademik hayatı parçaladı ve üniversiteleri birer piyasa kurumuna dönüştürerek, holdinglerin teknoloji ve kalifiye eleman üretim merkezlerine indirgedi. Buna paralel olarak da, sınav sistemlerinden akademik takvime kadar üniversitenin günlük hayatının belirleyici unsurları tekdüze, monoton, rekabetçi, eleyici ve bunaltıcı bir konuma geldi.
Bugün üniversitelerde akademik yaşam bir ay olsun kesintiye uğramaksızın süremiyor. Vize öncesi tatil, vize tatili, final öncesi tatil, final tatili, resmi ve dini bayramlarda tatil, ara tatil vb. nedenlerle kesintiye uğrayan akademik takvim; bilimi, bilimsel araştırma, öğrenme, tartışma ve üretmeyi teknolojiye, kapitalist piyasanın ihtiyaçlarının karşılanmasına indirgeyen egemen yükseköğrenim anlayışının bir ürünü ve karşılıklı birbirlerini besleyen unsurları durumundadır. Dahası bütün bunlar, asker, polis ve özel güvenlik birimleri gibi baskı güçleriyle terörize edilmiş bir ortamla da iç içe varlığını sürdürmektedir.

BİR RAPOR VE GERÇEĞİN İTİRAFI
Türkiye’de üniversitelerin emekçi halkın yararına, toplumun ilerlemesine hizmet eden kurumlar olmaktan çıkıp, nasıl birer ticari kurum haline geldiğini göstermek için Meclis YÖK Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı 343 sayfalık taslak rapora bakmak yeter de artar bile. Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK), Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) ve 14 üniversitenin incelenmesinin ardından hazırlanan raporda ortaya çıkan tablo, üniversitelerin, lafa gelince “bilim yuvası” olduğunu söyleyenler tarafından nasıl da dolandırıcılık, yağma, zimmete para geçirme, soygun ve rant merkezleri olarak çalıştırıldığının onlarca örneğini ortaya koyuyor. Türkiye yükseköğrenim sistemi’nin sahiplerinin ve sürdürücülerinin YÖK diktatörlüğü altında yarattıkları Susurluk-vari kirli ilişkiler ağının, üniversite ve yüksekokulları bir ahtapot gibi nasıl sardığının resmi itirafı niteliğinde bir rapordur bu.
YÖK’ün uzun yıllar patronluğunu yapan ve Bilkent’i kurarak özel üniversitelerin önünün açılmasında ilk adımı atan eski YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’nın yaptıklarından taslak rapora yansıyan ve Doğramacı hakkında soruşturma açılması istemine neden olan uygulamalardan birkaç örnek: Bilkent Üniversitesine tahsis edilen arsalar. Bu arsalar üzerinde YÖK site inşaatı kapsamındaki bütçe ödenekleriyle yapılan konukevi, derslik ve konaklama üniteleri. Bu tesislerin evrakta sahtekârlık yoluyla ücretsiz olarak Bilkent’e bırakılması. YÖK’ün yeni patronu Kemal Gürüz hakkında soruşturma açılmasına neden olan ve Gürüz’ün bilimsel (!) icraatlarını gözler önüne seren birkaç örnek: YÖK Döner Sermaye İşletmeleri’nin zarar ettirilmesi, aynı işletmelerin parasal olarak aşındırılması. ÖSYM sınav hizmetleri ihalelerinde usulsüzlükler. Periyodik yabancı dergi alımı konusunda ‘Informatica’ adlı firmaya bir milyon dolar fazla ödeme yapılması. Aynı raporda ÖSYM Başkanı Fethi Toker hakkında ihalelerde usulsüzlük yaptığı için soruşturma açılması gerektiği hükmü de yer alıyor.
İstanbul Üniversitesi’nin patronunun bilimsel (!) icraatlarını da unutmamak gerekir: İÜ Eğitim Fakültesi faaliyetlerinden elde edilen gelirlerin usulüne uygun harcanmaması. Katkı paylarının usulüne uygun dağıtılmaması. Üniversiteye ait telefonu evinde kullanıp 500 milyon liraya yakın konuşma bedelini katma bütçeden ödettirmesi. İÜ sosyal tesisleri işletmesi hesabından mevzuata aykırı harcamalar, mal alımları. Rektörlük vakıf veya işletmeleri tarafından çalıştırılan büfe, otopark, kantin, kafeterya ve konukevi ile sosyal tesislerden elde edilen gelirlerin katma bütçeye aktarılmaması. Bağış adı altında paralar toplanması, çeşitli harcamalara ilişkin sahte belge düzenlenmesi, öğretim üyesi, öğrenciler ve idareciler üzerinde baskı, eski rektör Bülent Berkarda’nın usulsüzlüklerine göz yumma ve devam ettirme vb. Rapor bunlarla da bitmiyor. Ege, Uludağ, Karadeniz, Trakya, Kırgısiztan-Türkiye Manas ve Hoca Ahmet Yesevi Türk-Kazak Üniversitelerinden Afyon Kocatepe, Niğde, Celal Bayar, Erciyes, İnönü, Harran ve Dokuz Eylül Üniversitelerine kadar birçok üniversitenin rektör ve yöneticilerinin tonla bilimsel (!) icraatları.
Üniversitelerin bilim yuvası değil, köstebek ve hırsız yuvası olduğunu, hırsızlığın, vurgunun ve talanın mekânı haline geldiği, halka ve topluma değil sermayeye, holdinglere hizmet ettiği, böyle bir yerde demokrasinin ve bilimsel öğrenim ve üretimin olamayacağını söyleyenleri vatan haini, bölücü, art niyetli, bilim ve millet düşmanı ilan edenlerin, üniversiteleri getirdikleri noktanın açığa çıkarılabilen unsurları bunlar. Elbette ki bunlar birkaç ahlaksız yöneticinin münferit işleri değil ve elbette ki raporun ortaya koyduğu tablo yapısal bir sorunun, çürümenin ifadesi. Yönetici sınıflar ve onların çıkarları gereği uygulanan yükseköğrenim politikalarının başka bir tablo ortaya çıkarması zaten beklenemezdi. Ancak, bu gerçeği dile getirenlerin karalanıp, sermaye-bilim ilişkisinin, piyasa koşullarına uygun yükseköğrenim anlayışının, eğitimde özelleştirmenin, vakıf ve özel üniversitelerin teşvikinin eğitimin kalitesini yükselteceğini söyleyen ideolojinin ve onun savunucularının yüceltildiği binaların ayaklarını bastıkları zeminin görülmesi açısından yeterince çarpıcı örnekler bunlar.
Bu anlayışın ve onunla uyum içerisinde, karşılıklı olarak birbirini besleyerek sürdürülen uygulamaların kökleri şüphesiz derinlerdedir. 12 Eylül askeri cuntası ise bu sürecin yakın tarihimizdeki başlangıç noktasıdır. Bütün bu açılardan üniversitelerin geldiği nokta, yönetici sınıfların sistemi koruma ve halkı idare etme anlayışının yükseköğrenim alanındaki izdüşümüdür.

TABLO HENÜZ DEĞİŞMEDİ
Fakülte ve yüksekokulların bulunduğu kampuslarda akıp giden günlük hayat kapsamında gerçekleşen işler; kültürel, sanatsal, sportif ve sosyal faaliyetler, kısacası dünya ve ülke gündemindeki konular da dâhil olmak üzere öğrenme ve öğretme sürecine ilişkin etkinlikler, etkinliklerin içeriği, yönü ve bunun içerisinde yükseköğrenim gençliğinin yer alış şekli ve düzeyinin ortaya koyduğu tablo bize yükseköğrenim gençliğinin hareketini verir. Bu özet ve genel çerçeveden bakıldığında, yükseköğrenim gençliğinin ana gövdesinin fikir ve gelecek projesinin içeriğinin ve kapsamının, yönetici sınıfların ihtiyaç ve isteklerine uygun olarak belirlendiğini söylemek bir gerçeği ifade etmek olur.
Tabloya hâkim olan bu görünüm 1999–2000 öğrenim döneminde de hâkim görünüm olmuştur. Ancak, on yıllardır tablodaki görünümün değişmesi için yürütülen mücadele, harcanan emek ve atılan adımların yarattığı birikim de küçümsenemeyecek kadar zengindir. Dolayısıyla tabloda bu birikim de önemli bir yer tutmaktadır.
Tabloyu oluşturan resmin tarafları arasında süren mücadele, özünde, üniversitelerin bilimden, aydınlanmadan yana kurumlar olarak, uluslararası emperyalist sermayenin ve onun işbirlikçilerinin değil; halkın, emekçi yığınların çıkarına hizmet eden kurumlar olarak toplumsal yaşamın geleceğe dönük akışındaki yerini almasını hızlandırmaktır.
Emek Gençliği’nin yükseköğrenim gençliği içerisinde yürüttüğü çalışma, geçmiş yıllarda olduğu gibi 1999–2000 öğrenim döneminde de öğrencilerin kendi talepleri, istekleri ve özlemleri için mücadele etme bilincinin gelişmesi ve örgütlü mücadelenin ilerletilmesi, öğrenci örgütlerinin geliştirilmesini ilke edinmiştir. Üniversitelerin, bilimin ve üniversite gençliğinin, işçi sınıfı ve emekçilerin yanında yer alması, yükseköğrenim gençliğinin geleceğinin, işçi sınıfı ve emekçilerin geleceğine bağlı olduğu fikrinin yaygınlaşması, öğrenci gençliğin başta kendi gerçeği olmak üzere, üniversite, ülke ve dünya gerçeğini kavraması için çalışmak, Emek Gençliği’nin ve onun tek tek üyelerinin yaşamına yön vermektedir.
Bu yazının amacı, yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenme sorunlarını, 1999–2000 döneminin verileri ışığında ele almak; ilerlemek ve büyümek için, yükseköğrenim gençlik hareketi içerisinde Emek Gençliği’nin rolünü, yaşanan pratik üzerinden bir kez daha temel yönleriyle hatırlamaktır. Emek Gençliği’nin, bugünkü yükseköğrenim tablosunun değişmesinde daha güçlü bir dayanak olması amacıyla belirli konulara dikkat çekmektir.

1999–2000 ÖĞRENİM YILI
Geçmiş yıllarda olduğu gibi, 1999–2000 öğrenim yılında da yükseköğrenim gençliğinin, ilerici, devrimci, emekten, halktan yana olan politik kesimleri, burjuvazinin üniversitelerdeki gerici, yozlaştırıcı hâkimiyetine karşı, bilimi, demokrasiyi, eğitimde fırsat eşitliğini ve bunların unsuru olan daha birçok talebi öne çıkaran; bu talepler etrafında öğrenci gençliğin ana gövdesini harekete geçirmeyi amaçlayan bir faaliyet yürüttü. Bu doğrultuda öğrenciler, dönem başında alternatif açılışlar düzenleyerek veya rektörlükler tarafından organize edilen açılışlara katılarak yükseköğrenim gençliğinin talep ve özlemlerini dile getirdiler.
Ardından Adana, Eskişehir, Mersin, Antep, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi iller başta olmak üzere öğrenciler, YÖK’ün kuruluşundan bugüne kadar geçen süre içerisindeki en yaygın ve kitlesel eylemlerini gerçekleştirerek, üniversitelerdeki YÖK saltanatını protesto ettiler. Burjuva basın sadece İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda yapılan ve polis saldırısı sonucu katılımcıların hepsinin gözaltına alınmasıyla sonuçlanan protesto gösterisiyle ilgilense de, ülke genelinde birçok üniversitede gerçekleştirilen eylemlere binlerce genç katıldı. Daha sonraki dönemde ise öğrenci eylemlerinin öne çıkan gündemini çoğunlukla kantin ve yemekhane özelleştirmeleri oluşturdu. Eğitimin paralı hale getirilmesi ve özelleştirilmesi doğrultusunda atılan adımlara bağlı olarak gündeme getirilen bu ve benzeri uygulamalar karşısında yürütülen çalışmalarda öne çıkan talepler, “eğitimde fırsat eşitliği ve parasız, bilimsel demokratik eğitim” ekseninde beliriyordu.
Kol, kulüp, topluluk gibi öğrenci örgütlerinin birçok konuda yürüttüğü çalışmalara bağlı olarak gerçekleştirdikleri panel, tartışma, söyleşi gibi etkinlikler dönem başından sonuna kadar geçen sürece dağınık ve büyük oranda birbirinden kopuk etkinlikler olarak yayıldı. Bunların içerisinde, politik gençlik örgütlerinin önayak olduğu etkinliklerin gündeminde, ülke ve dünya gündemini oluşturan konulardan kültür, sanat, müzik ve üniversitelerde yaşanan sorunlara kadar birçok konu yer aldı. Ancak bu tür etkinliklerin çoğunluğunu, üniversite öğrencilerinin kendi ilgi alanlarına göre veya okul yönetimleriyle ortaklaşa düzenledikleri salon toplantılarının oluşturduğunu belirtmek gerekir. Bunların konuları ve nitelikleri ise, daha çok üniversitelerin piyasa kurumu haline getirilmesine hizmet eden bir yelpazede bulunuyordu.
Yükseköğrenim gençliği hareketinin gündeminde birkaç yıldır yer alan ÖTK’ların çeşitli üniversitelerde yaşanan seçimleri ve organize ettikleri eylemleri 1999–2000 öğrenim döneminde de görmek mümkün. Özellikle, Çukurova Üniversitesi’nde YÖK’ün bilgisi dâhilinde, beş üniversitenin rektörlüklerinin ÖTK başkanlarıyla organize ettiği konferansa katılan belirli sayıda öğrenci temsilcisinin ortaya koyduğu tutum bir ilkin yaşanmasına neden oldu. Konferansın ve özellikle de konferansın örgütlenmesinde yer alan gerici-faşist akımların teşhirini yapan temsilciler, Çukurova Üniversitesi’ndeki öğrencilerle gerçekleştirdikleri protestoyla işin iç yüzünü ortaya çıkardılar. Bir anlamda planlar bozuldu ve “şapka düşüp kel göründü”.
Bir önceki yıl yaşanan “Büyük Marmara Depremi”nin etkili olduğu illerdeki üniversitelerde öğrenim gören öğrencilerin gündeminde, depremin yarattığı yıkım ve onun giderilmeyen sonuçları vardı. Bu üniversitelerde öğrenciler çeşitli taleplerini dile getirdikleri eylemler gerçekleştirdi. Yine bu dönemde, gençlik hareketi ve anti-emperyalist mücadele içerisinde simgeleşmiş çeşitli günlere ilişkin yapılan etkinlikler, işçi-emekçi hareketinin gündeminde yer alan taleplere ilişkin düzenlenen eylemler ve 1 Mayıs’ta düzenlenen gösterilere katılım, üniversite gençliğinin ileri-politik kesimleriyle sınırlı kaldı. 1999–2000 öğrenim yılının sona erdiği günlerde ise yükseköğrenim gençliğinin gündeminde bahar şenlikleri vardı. Bu şenliklerde de siyaset, kültür, sanat ve spora ilişkin etkinlikler yer aldı. Bu şenlikler kapsamında düzenlenen etkinlikler, yükseköğrenim gençliği hareketinin bu dönemdeki son halkaları oldu diyebiliriz.

MERKEZİ DEĞİL YEREL FAALİYETLER VE EYLEMLER
1999–2000 öğrenim döneminde yükseköğrenim gençliği hareketi, ülke düzeyinde merkezi bir hareket olma özelliği taşımadı. Bu değerlendirme, sadece bu dönem için değil, 80 sonrası yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin toplamı için de yapılabilir. 1996–97 döneminde yaşanan harçları-paralı eğitimi protesto eylemleri, üniversitelerde demokratik reform talebi eksenli faaliyetler ve eylemlerde de olduğu gibi, zaman zaman merkezi eylemler şeklinde bir hareketlenme yaşandı. Ancak, bunların hiçbirisi, yükseköğrenim gençliği hareketinin merkezi bir hareket olarak geliştiğinin göstergesi olarak kabul edilemez. Zaman zaman ortaya çıkan yanlış anlayışlar ve özellikle de belirli politik çevrelerin tespitleri; üniversite gençliğinin ileri, bilinçli, politik kesimlerinin muhalefetiyle sınırlı merkezi etkinlik ve eylemleri yükseköğrenim gençliğinin merkezi hareketinin yerine koyar yönde oldu. Ancak gerek geçmiş yıllarda yaşanan mücadele ve örgütlenme çabalarının dökümü, gerekse 1999–2000 öğrenim döneminde yaşanan ve yukarıda kısaca özetlediğimiz eylem ve etkinlikler, yükseköğrenim gençliği hareketinin merkezi yönünün değil, kendisini farklı kampus ve fakülteler düzeyinde dışa vuran yerel eylem ve etkinlikler yönünün harekete hakim olduğunu gösteriyor.
Tek veya birkaç merkezi talep etrafında ülkedeki bütün üniversitelerin barındırdığı öğrenci kitlesinin ana gövdesinin harekete geçmesinin olanakları zayıflayıp geri plana düşerken, kampuslarda, fakültelerde ve bölümlerde özgün talepler ve yerel özellikler öne çıktı ve hareket bu zeminde gelişti.
Bir veya birkaç talep etrafında, belirli bir dönem içerisinde bütün üniversiteleri kapsayan bir merkezi hareketlenmenin; kampus, fakülte ve bölüm düzeyinde gerçekleşen eylem ve etkinliklerin çoğalması, yaygınlaşması ve olgunlaşmasıyla mümkün olacağını söylemek bir gerçeği ifade etmek olur. Yapılan merkezi planların, yürütülen mücadele ve örgütlenme çalışmalarının bu durumu dikkate almasının, yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerlemesi ve kitleselleşmesi açısından önemi büyüktür.
Yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenme düzeyi, 1999–2000 öğrenim döneminde yaratılan birikimlerle birlikte, belirli büyük ve “üniversite kenti” denebilecek illerde, üniversite veya il düzeyinde bir hareketi mümkün kılmaktadır. Çeşitli merkezi eylemlerin gündeme gelmesi her zaman olasıdır. Ancak burada iki şey dikkatten kaçırılmamalıdır.
Birincisi; ülkenin çeşitli üniversitelerinden gelen 40’ar 50’şer öğrencinin Ankara’da veya başka bir ilde oluşturacağı birkaç bin kişilik kalabalığın eylemlerinin yükseköğrenim gençliğinin merkezi hareketinin yerine geçmeyeceği ve geçirilemeyeceğidir. Bugüne kadar yaşanan merkezi eylemler böyle olmuştur ve yukarıda da vurgulandığı gibi yükseköğrenim gençliğinin merkezi hareketi olarak değerlendirilmiş ve yanlışa hizmet etmiştir. “Yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin merkezileşmesi, merkezi eylemlerle olacaktır” gibi bir mantık doğru değildir. Dönem dönem gerçekleşen merkezi eylemler, yükseköğrenim gençliğinin merkezi hareketinin yerine geçirilemez. Hatta merkezi eylemler, çeşitli üniversitelerden 40–50 kişilik öğrenci gruplarının bir araya gelerek belirli sayıda bir kalabalığı oluşturmasıyla sınırlı kaldıkça (ki bugün bunun ötesine geçebilecek bir durum söz konusu değildir) yükseköğrenim gençliği hareketini ilerletici değil, zayıflatıcı bir rol oynar. Öğrenci gençliğin politik-mücadeleci kesimlerini, yükseköğrenim gençliğinin ana gövdesinden uzaklaştırır, koparır, çalışmayı genelleştiren ve kendi eyleminden tatmin olup rahatlayan, protestocu dar bir anlayışa-platforma hapseder.
İkincisi; yükseköğrenim gençliğinin merkezi hareketi; kampuslarda, fakültelerde veya bölümlerde, öğrenci gençliğin ana gövdesini kapsayan, ona dayanan bir mücadele ve örgütlenmenin üzerinde yükselecektir. Merkezi hareket, merkezi eylem değil; şu veya bu nitelikteki temel ve güncel bir ya da birkaç talep etrafında ülke genelinde bütün üniversitelerin hareketlenmesi, bu temelde öğrenci gençliğin ana gövdesinin harekete geçmesi anlamına gelir. Bu doğru yaklaşımdan hareket edildiğinde, merkezi plan ve çalışmaların yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinde ilerletici bir rol oynaması mümkündür. Yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgüt birikiminin ortaya koyduğu gerçek budur.

YÜKSEKÖĞRENİM GENÇLİĞİ HAREKETİNİ İLERLETECEK ARAÇLAR
Üniversitelerde sadece öğrencilerin üyesi olduğu, çalışmasının ve etkinliklerinin yönünü üyesi olan öğrencilerin tayin ettiği, yürüttüğü faaliyetler, üniversite ve öğrenciler üzerinde doğrudan etkiler yaratan, öğrencilerin çeşitli fikirleri tartıştıkları, akademik, kültürel, sanatsal ve sosyal etkinlikler organize ettikleri öğrenci örgütlenmeleri, yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesini ilerletecek temel araçlar durumundadır. Bunların başında ÖTK, kol, kulüp ve topluluk gibi öğrenci örgütleri gelmektedir. Bunun yanında bazı üniversitelerde, kampus, fakülte veya bölüm düzeyinde çeşitli öğrenci dergileri çıkarılmaktadır. Yaşanan geçmiş deneyimler de dâhil, 1999–2000 öğrenim dönemi de açıkça göstermiştir ki bu öğrenci örgütleri ve öğrenci dergileri; sistemin, siyasi iktidarların, YÖK ve üniversite yönetimlerinin, üniversiteyi üniversite olmaktan çıkaran uygulamalarına karşı öğrenci gençliğin üniversiteye gerçek kimliğini kazandırma yolunda önemli dayanaklar olma özelliğine sahiptir.
Yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerlemesinde, öğrencilerin birçok konudaki arayışına hakim olan, egemen sınıfın gerici, çıkarcı, rekabetçi ve lümpen kültürel-politik ideolojik hakimiyetinin kırılmasında bu öğrenci örgütlerinin ve öğrenci dergilerinin yürüteceği faaliyetin içeriği ve kapsamı belirleyici olmaktadır, önümüzdeki dönemlerde de olacaktır. Öğrencilerin, taleplerine ve haklarına sahip çıktığı; gerici, faşist, baskıcı uygulamaları ve kültürel, ideolojik kuşatmaya karşı mücadele etme fikrine kazanıldığı; bu temelde kitlesel etkinliklerin ve eylemlerin gerçekleştiği her süreçte bu araçların doğru tarzda kullanılması etkili olmuştur.
Öğrenci örgütleri ve öğrenci dergileri sermayenin bilimi esir almasına; düşünmeyen, üretmeyen, tartışmayan, sormayan, itaatkâr bir üniversite kuşağı yetiştirmeyi amaçlayan politikaların yaşam bulmasına karşı mücadeleyi yükseltmede kaldıraç olmaktadır. Dahası öğrenciler, bu öğrenci örgütleri içerisinde yürüttükleri çalışmalarda, faaliyetlerde aydın, bilimsel, öğretici, demokratik tutum ve alışkanlıklar edinebilmekte ve bu temelde kendilerini geliştirebilmektedirler.
Mücadeleci-politik gençler kol, kulüp, topluluk gibi örgütlenmelerin üyesi olmalı ve bu örgütlerin işlevlerine ve üniversitelerde doldurdukları boşluğa uygun çalışmalar yürütmesi ve etkinlikler organize etmesi için çalışmalıdırlar. Bu tür örgütlerin konu ve alanlarının (iktisat, fotoğrafçılık, sinema, müzik, eğitim araştırma, görsel sanatlar vb. vb.) özgünlüğü; bunların üniversitelerin değişimi ve öğrencilerin hak ve taleplerinin gerçekleşmesi için yürütülen mücadeleyi zenginleştirici bir etki yaratacağı muhakkaktır. Dünya ve ülke gündemindeki sorun ve konulardan tutun da, birçok konuda çok çeşitli etkinlikler düzenleyen-düzenleme olanakları olan bu örgütlerin; planlı, düzenli ve istikrarlı çalışmasının sağlanması; üniversitelerin halktan yana, aydınlanmadan, bilimden, demokrasi ve özgürlüklerden yana kurumlar olması için öğrencileri bilgilendirici, aydınlatıcı etkinlikler organize etmesi sorumluluğu en başta mücadeleci-politik gençlerin omuzlarındadır.
Yükseköğrenim gençliği üzerinde, eğitim sistemi, medya ve üniversite yönetimleri tarafından yaratılan köşe dönmeci, rekabetçi, bireyci, bilinemezci, nihilist ve liberal özgürlükçü akımların hegemonyasını kırmaya hizmet edecek etkinliklerin örgütleri ve örgütleyicileri olmalı bunlar. Bunun için de, bilimsel, demokratik bir üniversite fikrine bağlanan ve giderek kapitalizmin-emperyalizmin dünya halklarını nereye götürdüğünü sorgulatan, yaşadığı sistemi ve onu değişmesinin zorunluluğunu gündeme getiren, çok geniş yelpazede bir aydınlatma çalışması, dönemsel değil bir süreklilik içerisinde yürütülmeli.
Yine öğrenci dergilerinin giderek bütün kampus, fakülte ve bölümlerde yaygınlaşması, bunların ÖTK’lar, kulüp, kol ve topluluklarla koordineli bir çalışma yürütmeleri, yükseköğrenim gençliği hareketi açısından ilerletici olacaktır. Öğrenci dergilerinin, birkaç kişinin kafa kafaya verip, düzensiz ve istikrarsızca çıkardığı yayınlar olmaktan çıkarılması da önemlidir. Gerek ÖTK’lar gerekse kol, kulüp, topluluklar ve öğrenci dergileri, üniversitelerin “olsa da olur, olmasa da olur” organları değil, “olmazsa olmaz” parçaları olarak ele alınmalıdır. Öğrenci gençliğin, üniversiteyi üniversite yaptığı, yapacağı; üniversitenin çehresini değiştiren dinamikler olarak kavranmalıdır.

SADECE TESPİT ETMEK YETMEZ
Bu tespitleri bugün yükseköğrenim gençliğinin bütün mücadeleci-politik kesimleri kabul etmektedir. Ancak, bu tespitleri yapmak ya da kabul etmek, öğrenci örgütlerinin ve öğrenci dergilerinin, yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerletilme-sinde doğru ve ilerletici bir tarzda kullanıldığı anlamına gelmiyor. Aksine, politik darlık, sığlık, grupçuluk, tembellik ve formülcülük vb. küçük burjuva tutum ve alışkanlıklar, bu araçların yeterince işlev görmesini engelleyen sonuçlar çıkarıyor. Hatta bu araçların “mücadele aracı olup olmadığı” gibi gereksiz ve ucube tartışmaların yaşandığına tanık olabiliyoruz. Yine, ÖTK’ların, kol, kulüp ve topluluk gibi örgütlerin, hatta öğrenci dergilerinin yürüttükleri çalışmaları ve faaliyetleri politika dışı görüp, küçümseyen tutumlar takınılabiliyor, bu çeşit fikirler ortaya atılabiliyor.
Kimi zaman da öğrenci örgütlerinin ve öğrenci dergilerinin yükseköğrenim gençliği hareketini ilerletecek araçlar olduğu kabul ediliyor, ancak takınılan pratik tutumlar, “siz ne söylerseniz söyleyin biz bildiğimizi okuruz” anlamına gelen fasit bir dairenin dışına çıkmıyor-çıkamıyor. Yükseköğrenim öğrenci hareketini ilerletecek faaliyetlerin organize edilmesini birkaç ÖTK temsilcisinin işi olarak görüp, sonra da “yapsınlar da görelim” diyen yaklaşımlardan da söz etmek mümkün. Çeşitli üniversitelerin kampus, fakülte ve bölümlerinde ortaya çıkan örnekler hatırlatıldığında ise takınılan tutum; “Öğrenci örgütleri bizim üniversitemizde de var. Ama bizim herhangi bir etkimiz yok. Zaten var olan temsilcilerden de bir şey olmaz. Yükseköğrenim gençliğinin yaşadığı sorunlar hiçbirisinin umurunda bile değil”‘vb. oluyor. Neresinden tutacaksınız bu yaklaşımların? Kendisini ve rolünü, var olan öğrenci örgütlerinin bütünüyle dışında gören veya o güne kadarki tutumlarıyla bu örgütlerin dışına düşmüş veya dışında kalmış bir durum, hangi politikanın (gerçekte politikasızlığın) ürünüdür veya ürünü olabilir?
İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’a katılım konusunda, Emek Gençliği’nin, partisinin politika ve taktikleri doğrultusunda ortaya koyduğu, “üniversite gençliği 1 Mayıs’a kendi örgütleriyle, temsilcilikleriyle ve pankartıyla katılmalıdır” tutumu karşısında da benzer sorular sorduracak değerlendirmeler yapılabiliyor. Bütün bunlar ve İstanbul’da üniversite öğrencilerinin 1 Mayıs’a katılımının azlığından yola çıkarak dile getirilen “plan tutmadı, keşke partinin arkasında yürüseydik” gibi yaklaşımlar, Emek Gençliği’nin ve yükseköğrenim gençliği hareketinin gerçeğine ve birikimine denk düşmeyen yaklaşımlardır. Ne Emek Gençliği ne de onun partisi, “becerilemeyen, yapılamayan ya da başarılamayan işlerin ya da hem objektif koşullardan hem de yerine getirilemeyen görev ve sorumluluklardan ve ortaya çıkan sonuçlardan dolayı sığınılacak bir liman olarak görülemez.”
Bu yaklaşımların temelinde, öğrenci gençlik hareketinin tarihinde olumlu hiçbir rol oynamamış, grupçu, soyut tartışmalara meraklı küçük burjuva yaklaşımlar ve onun yansımaları var. Bu tutum ve anlayışların zaman zaman Emek Gençliği saflarında da görülmesi, bilerek ya da bilmeyerek bu tutumlardan etkilenmelerin olduğuna işaret etmektedir. Oysa Emek Gençliği’nin üzerinde yükseldiği birikim, bunların eleştirisi ve reddiyle oluşmuş ve her şeyden önemlisi, bu reddedişin pratik adımlarıyla bugünlere gelinmiştir. Gelinen noktadan ileriye gitmenin yolu da aynı reddedişten geçmektedir.
ÖTK’lar, kollar, kulüpler, topluluklar ve öğrenci dergileri, kaba deyimiyle “adam kafalamanın” ya da “kandırıp, kullanmanın” araçları değildir. Bırakalım bunu, böyle göstergesi olacak, bunu çağrıştıracak tutum ve anlayışlar bile Emek Gençliği gruplarına ait olamaz. Aksine, Emek Gençliği kararların demokratik tarzda alındığı, tartışmaların ve fikirlerin öğretici bir temelde yapıldığı, kendinin ve öğrencilerin bilinç ve eyleminin ilerletilmesi için pratik işlerin üretildiği, kültürden sanata, ekonomiden sosyal bilimlere, felsefeden tarihe, bilimin ve politikanın konusu olan bütün alanlarda çok yönlü etkinliklerin gerçekleştirildiği bir platformdur. Ancak ve ancak bu temeldeki tutum ve anlayışla yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinde ilerletici bir rol oynanabilir ve bu da Emek Gençliği bunun için vardır. Mücadele ve mücadele örgütleri, araçları konusunda bir kriter aranacaksa, Emek Gençliği gruplarının kriterleri, bu anlayış ve ona uygun olarak gerçekleştirilen işler olmalıdır.
Öyleyse, küçük burjuva politik gençlik örgütleriyle Emek Gençliği’nin arasındaki farkın masa başında konması yetmez. Bu farkın pratik olarak ortaya konması, yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerlemesinin yolunun nereden geçtiğine ilişkin anlayışın açıktan, yüksek sesle savunulması ve hepsinden önemlisi Emek Gençliği üye ve gruplarının günlük pratiğinin bu anlayışa uygun olması, hareketin bugünü ve geleceği açısından bir zorunluluktur.

ÖĞRENCİ OLMAK VE SINIF ÇALIŞMASI YÜRÜTMEK
Yükseköğrenim gençliği hareketini ilerletici bir rol oynamada, öğrenci gençliğin mücadeleci-politik kesimlerinin temel eksikliklerinden birisi de, öğrenci olarak günlük okul hayatının akışının bir parçası olmak, derslere girmek, mücadeleyi ve örgütlenmeyi sınıflara, amfilere dayandırmak konusunda ortaya çıkmaktadır. Yazının girişinde sözünü ettiğimiz akademik hayatın parçalanmasının bir yansıması olmakla birlikte, asıl olarak politikayı ve politik mücadeleyi yanlış kavramanın bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır bu sorun.
Üniversitedeki günlük yaşam içerisinde sınıflar ve amfiler öğrencilerin doğal örgütleri durumundadır. Öğrenci gençliğin ihtiyaç duyduğu kitle örgütü, onun çalışması ve bunda temel rolü oynayacak olan politik güç (Emek Gençliği) kendisini bu doğal örgüt birimlerine dayandırmak zorundadır. ÖTK’ların kurulmaya başlanmasıyla birlikte, sınıflar ve amfilerin doğal örgüt alanları olmanın yanı sıra, öğrenci gençliğin kitle örgütünün en küçük birimleri olması pratik, somut bir durum haline gelmiştir. Öğrenci olmak ve sınıf çalışması yürütmek konusunda bugün yaşanan sıkıntılar, en çok da bu pratik, somut durum karşısında ortaya çıkmaya başlamıştır.
Kantin devrimciliğiyle kendini daraltmış, öğrenci muhalefetinin merkezine sınıfları ve amfileri değil, çeşitli politik gençlik gruplarının ortaklığını koymuş politik kavrayış ve anlayışın sonucu, öğrenci olmaktan uzak, adeta üniversiteye politikayı dışardan taşıyarak sonuç almayı uman, çağrıları ve seslenişi dışardan olan bir “devrimci ve devrimci örgüt tipi” çıkmıştır ortaya. Bunun öğrenci gençlik yığınlarının gözündeki yansıması da “güvensizlik, tehlike, bozgunculuk, huzursuzluk vb.” olmuştur. Şüphesiz bunda, egemen ideolojinin yürüttüğü örgütsüzleştirici, örgütsüzlüğü öven, örgütlü mücadeleyi özgürlüksüzlük sayan propagandanın önemli bir payı vardır. Ancak açıkça ifade etmek gerekir ki, günlük yaşamı öğrencilikten uzak, üniversitesinden, sınıfından ve amfisinden kopmuş, selam vereceği arkadaş sayısı bile sınırlı, hatta yok; arada bir amfide şu veya bu eyleme çağrı yaparken görülen vb. özelliklerin belirlediği bir konumda öğrencilerin karşısına çıkan devrimci tipinin bu “imaj”daki payı, egemen ideolojinin propagandasının payını aratmaz.
Bugüne kadar birçok kez altı çizilen bu sorun basit bir “derse girip girmeme” sorunu değildir. Sorun böyle kavrandığın da; Emek Gençliği üniversite örgütü olarak karar aldık. Bundan böyle herkes derslerine girecek, sınıfında ve amfisinde olacak. Buralarda üniversite hareketini ilerletmek için çalışma yürütecek dedik. Ancak, bir süre sonra kantinde her gün birbirimizi göremeyince, bildiri dağıtımı vb. işler için bir araya gelme konusunda sıkıntı yaşayınca, örgüt dağılıyor, hemen önlem alalım deyip yeniden herkesi kantinde toplayan bir çalışma tarzına geri döndük sözleriyle ifade edilen durumlar ortaya çıkmaktadır. Yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerlemesinde ÖTK gibi bir örgütlenmenin, kol, kulüp, öğrenci dergileri gibi araçların kısa, orta ve uzun vadede oynayacağı rolün görülememesinin önemli bir nedenini de bu kavrayış oluşturmaktadır.
Sorun; yükseköğrenim gençliği içerisinde yürütülen politik çalışmayı kavrayış sorunudur. Yani, günlük politikayı, dünya ve ülke gündemini izleme, öğrenme, yükseköğrenim gençliği hareketinin emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesindeki yerini anlama, bulunduğu alandaki günlük kendiliğinden akan hayata etkide bulunabilme, sadece yükseköğrenim gençliği içerisinde değil, bütün diğer alanlarda yürütülen mücadelenin birikimini özümseme sorunudur. Kısacası bu, bir yaş ve mücadele kültürü, bilinci sorunudur. Sınıf ve amfiler temelinde çalışma ve örgütlenme konusu bu temelde kavrandığında; genelleşip, kantinlere hapsolma ya da üniversitenin dışına düşüp içindeymiş gibi davranma, dışardan seslenme vb. yanlış ve öğrenci gençlik hareketine hiçbir yararı olmadığı, pratikte defalarca ve defalarca kanıtlanmış bir çalışma-politika yapma tarzından kurtulmak mümkün olabilir. Ancak o zaman, egemen ideolojinin yürüttüğü karşı ve yıpratıcı propagandanın öğrenci gençlik yığınlarının gözünde yarattığı “güvensizlik, tehlike, bozgunculuk, huzursuzluk vb.” etkilenmelerin yerini tersi bir etkilenmeye bırakması mümkün olabilir. Sevilen, sözü dinlenen, fikirlerine değer verilen, öğrenme ve öğretme çabası karşılık bulan öğrenci gençlik önderleri, böyle bir yaşam ve mücadele kültürü, bilinci ile var olabilirler.

SONUÇ OLARAK
Öğrenci gençliğin mücadeleci-politik kesimlerinin, yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenme deneyimlerinden yararlanması, onları kavraması ve özümsemesi, geçmişte düşülen hata ve eksikliklere tekrar düşülmemesi açısından önemlidir. Yaşanmış deneyleri kendi günlük çalışmasında kullanamayan ve her defasında yeniden yaşayarak öğrenmek zorunda kalan bir
Emek Gençliği birim grubunun kavrayışının yüzeysel olduğu açıktır.
Şüphesiz bugün Emek Gençliği’nin yükseköğrenim gençliği içerisinde çalışma yürüten gruplarının toplamının bu durumda olduğu söylenemez. Bu durumda olan birim gruplarının Emek Gençliği örgütlerinin çalışmalarını belirli düzeylerde olumsuz etkilediği, dolayısıyla yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerlemesinde de olumsuz rol oynadığı ise bir gerçektir.
Yükseköğrenim gençliğinin mücadeleci-politik kesimleri her dönem kendi yaşadıkları deneylerden öğrenmekle yetinemezler. İşçi sınıfının politik partisinin hafızasına, onun gençlik örgütünün yürüttüğü çalışmadan edinilen birikime kulak vermek ve ona dayanarak ilerlemek, cesur, militan, kararlı, başarılı ve kitlesel bir yükseköğrenim gençliği hareketi açısından hayati değerdedir. Yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerlemesine hizmet edecek bir politik çalışmanın, yukarıda belirli açılardan yapılan değerlendirmeleri dikkate alarak sürdürülmesi sorumluluğu Emek Gençliği örgütlerinin omuzlarındadır. Emek Gençliği örgütleri bunu başardıkları oranda, hem yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesini ilerletici bir rol oynamayı sürdüreceklerdir hem de onun içerisinde kendi örgütlülüklerini büyütüp, yaygınlaştırma olanağına sahip olacaklardır.

Haziran 2000

Üniversite gerçeği, bilim ve mücade

(Bu yazının, Özgürlük Dünyası’nın 50. ve 51. sayılarında yer alan “Yüksek Öğrenim Gençliğinin Örgütlenme Sorunları” başlıklı 2 bölümlük yazı ile birlikte okunması, sorunun kavranması açısından faydalı olacaktır.)

Üniversitelerde iki anlayış mücadele ediyor. Birisi; fikir babalığını Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (DB) yaptığı, işbirlikçi sermayenin, hükümetin ve YÖK’ün ise adım adım uygulamaya koyduğu anlayış. Bu anlayışa göre üniversite, “Piyasanın ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılarak kapılarını özel girişimciliğe açan, bilimin sermayenin hizmetine sunulduğu, üniversitelerin şirketlerle kaynaştığı, dahası, üniversitenin kendisinin holdinge dönüştürüldüğü” kurumlar olmalıdır. Diğeri ise, bilim insanı onurunu yitirmemiş akademisyenlerin, bilimsel öğrenim görmek isteyen öğrencilerin, insanca çalışma ve yaşama koşulları talep eden üniversite çalışanlarının ve bir bütün olarak, parasız, demokratik ve bilimsel eğitimden yana olanların savunduğu anlayıştır. Bu anlayışa göre üniversite; “Bilimsel araştırma ve öğrenimin özgürce yapılabildiği, bilimin sermayenin değil, toplumun, halkın hizmetinde olmasının gerekliliğini ilke edinmiş; şirketler, holdingler, uluslararası tekeller ve işbirlikçileri karşısında bağımsız kimliğini koruyan, devlet tarafından finanse edilen ve eğitimde fırsat eşitliğine uygun olarak yapılandırılan, özerk ve demokratik bir işleyişe sahip olan” kurumlar olmalıdır.
Geçtiğimiz ay içerisinde başlayan 2000–2001 eğitim-öğretim döneminde de üniversitelerde bu iki anlayışın mücadelesi yaşanıyor-yaşanacak.
Üniversitelerin açıldığı ilk günlerde YÖK’ün ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ortak olarak çıkardığı, üniversiteler ve bilim açısından “yüz karası” niteliği taşıyan bir broşür, öğrencilere dağıtıldı, ailelerine gönderildi. Böyle bir broşürün dağıtılması bile, üniversitelerin getirildiği noktanın sermaye, hükümet ve YÖK’ün üniversiteye yüklediği işlevin bilim, demokrasi ve özgürlük karşıtı içeriğini çarpıcı bir biçimde göstermiştir. Bu aynı zamanda bugün yükseköğrenime hâkim olan anlayıştır.
Üniversitelerde mücadele eden iki anlayışın birincisini temsil edenlerin çıkarıp dağıttığı bu broşüre karşı, öğrenciler de çeşitli bildiri ve broşürler yayınlayarak, üniversitenin gerçek işlevinin ne olması gerektiğini ortaya koydular. Bu belgeler ve içerikleri, üniversiteler ve bilim alanında süren mücadelenin güncel ifadeleridir. Mücadelenin kökleri ise oldukça eskilere dayanır.

ÜNİVERSİTE-BİLİM İLİŞKİSİ VE EGEMENLERİN TUTUMU
Üniversitenin tarihi bilim tarihi kadar eski değildir. Ancak, üniversitelerin kurumsal yapıya kavuşmaya başladığı ortaçağın son dönemlerinden itibaren üniversiteler (akademiler), bilimsel araştırmanın, üretimin ve öğrenimin merkezleri olmuştur. O günden itibaren üniversitelerle bilim iç içe geçmiş; bilimin ilerlemesi üniversitenin, üniversitenin ilerlemesi de bilimin ilerlemesi anlamına gelmiştir.
Bilim denince, “doğa ve toplumun gelişim, ilerleme yasalarını anlamak, buradan elde edilen bilgiyi toplumun hizmetine sunmak; insanın ve doğanın zenginliğini, yine insan ve doğanın ihtiyaçları doğrultusunda kullanılabilir hale getirmek; insanlığın bolluk içerisinde, sağlıklı, mutlu, eşit ve özgür yaşamasının olanaklarını ilerletmek, bu uğurdaki çalışmaları sistemli bir hak getirmek” akla gelir. Eğer bilimin amacı ve işlevine dair bir tanım yapılacaksa, namuslu, onurlu her bilim insanının üzerinde birleşebileceği genel tanım budur. Üniversiteler ise, “bilimin konusunu oluşturan bütün alanlarda, bilimin amacına ve işlevine uygun olarak araştırma ve üretim içerisinde olan, bu temelde lisans ve lisansüstü öğrenim veren, öğrencileri bilimsel ve mesleki bir formasyona kavuşturan kurumlardır.”
Üniversite ve bilimin bu iç içe geçmiş tanımı ve tarihi aynı zamanda egemen sınıfların, bilime ve üniversiteye hâkim olmalarının da tarihlidir, ama öte yandan bu egemenliğe karşı mücadelenin de tarihidir. Birçok bilimsel gelişme egemen sınıfların toplum üzerindeki ideolojik hâkimiyetlerini sarsmış, egemenler de buna karşı üç ana yaklaşımla tutum almışlardır. Kimi zaman bilimsel gelişmeleri bütünüyle reddetmişler, bilimi ve bilim insanlarını din ve tanrı düşmanı ilan ederek baskı altında tutup, tasfiyeye girişmişlerdir. Kimi zaman ise, bilimsel ilerlemeleri kendi egemenliklerinin dolgu malzemesi yaparak, bilginin yönünü saptırmış veya kendi çıkarlarına uygun olarak yorumlayıp kapsamışlardır. Bütün zamanlarda ise, bilimi ve bilimsel bilgiyi, yoksul halklardan, sömürülen emekçi yığınlardan saklayarak, onları bilimden ve bilgiden uzak tutarak, insanların, halkın bilinçlenmesini engelleyerek, bilimsel ilerlemelerin sosyal sonuçlarının önüne geçmeye çalışmışlardır. Bilimin ve üniversitenin ortaçağ engizisyonuna, dinsel ve feodal gericiliğe karşı verdiği mücadele bu yönüyle zengin örnekler sunmaktadır.
Modern toplumun, kapitalizm-emperyalizm çağının egemen sınıfı olan burjuvazi ise, feodal gericiliğe karşı bilim ve aydınlanmaya sahip çıkarak kendi egemenliğini kurmuştur. Ancak o da bir kez egemen olduktan sonra, bilimin ve üniversitenin toplumdan, işçi sınıfı ve emekçilerden yana olmasına karşı amansızca mücadele etmiştir. Günümüze kadar gelen süreç içerisinde de bir egemen sınıf olarak burjuvazinin bilim ve üniversite karşısındaki tutumunu, yukarıda ortaya koyduğumuz üç ana yaklaşımın iç içe olduğu burjuva ideolojik anlayış belirlemiştir.
Dünyanın yuvarlak olduğundan, kendisinin ve güneşin etrafında döndüğünden tutun da, maddenin tanrıdan, evrensel akıldan veya ilahi güçlerden bağımsız olarak doğada var olduğu gerçeğine, Darwin’in Evrim Teorisi’nden Einstein’ın İzafiyet Teorisi’ne, inorganik maddenin organik maddeye dönüşmesinden atomun parçalanmasına birçok bilimsel buluş ve ilerleme egemen sınıflar tarafından hep reddedilmiş, buna karşı dinsel, metafizik görüşler savunulup propaganda edilmiştir.
19. yüzyıl, burjuvazinin bilinemezci, olgucu, kuşkucu ve metafizik görüşlerinin diyalektik materyalizm tarafından aşılmasına sahne olurken, artık hiçbir bilim adamı diyalektik materyalizmi top yekûn reddedemez hale gelmiştir. 20. yüzyılda birçok bilimsel buluş, sömürücü egemen sınıfların ve onun son temsilcisi burjuvazinin ideolojik hegemonyası aşıldıkça ve diyalektik materyalizm bir kılavuz olarak benimsendikçe gerçekleşebilmiş ve bunların her biri burjuva bilim anlayışına indirilen birer darbe olmuştur. Bilim ve üniversite, her tür dogmatik, gerici, hurafeci, kaderci anlayışlardan kurtuldukça, amacına ve işlevine uygun bir kulvarda geleceğe yürüye-bilmiştir.
Bütün bu tarihsel süreç, bilim ve üniversitenin; bilimi ve bilgiyi kendi tekelinde tutup, ona köle muamelesi yapan, bilimin ve üniversitenin işlevini, amacını, sınırlarını kendi çıkarlarıyla çizmek için uğraşan egemen sınıflara karşı mücadele ettikçe ilerleme şansına sahip olabileceğini zorunluluk düzeyinde ortaya koyan bir süreçtir. Dolayısıyla bugün de üniversitelerin bilim kurumları olarak varlıklarını sürdürmelerinin yolu, tarihsel sürecin gösterdiği zorunluluğa uygun hareket etmelerinden geçmektedir.

SERMAYE-ÜNİVERSİTE İLİŞKİSİ NE GETİRİYOR?
Türkiye üniversitelerinde, sermayenin üniversiteyle kurduğu ilişkinin özü, egemen sınıfların tarih boyunca bilim ve üniversiteyle kurduğu ilişki ve ona yüklediği anlamdan farklı değildir. Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD) dönem dönem hazırladığı üniversite raporlarında ortaya konan anlayış; Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) Başkanı Kemal Gürüz’ün dile getirdiği düşünceler; rektörler, dekanlar, üniversite ve fakülte yönetimlerine egemen olan anlayış, özünde aynıdır.
Bu çevreler tarafından “Üniversitenin yeniden yapılandırılması ve bilimsel araştırmanın somut olması” cümlesiyle özetlenen sermaye-üniversite ilişkisinin çerçevesi genel hatlarıyla şöyle açıklanabilir:
Üniversitelerin piyasanın ihtiyaçlarına uygun olarak uluslararası şirketler ve yerli işbirlikçileriyle yakın ilişkiler kurması, onların ihtiyaç duyduğu konularda araştırma-geliştirme (Ar-Ge) projeleri hazırlamaları, teknolojik açıdan donanımlı, altyapı sorunları az çok çözülmüş devlet üniversitelerinin bu şirketlerin yan kuruluşları haline getirilmesi, devlet üniversitelerine kaynak olmadığı gerekçesiyle bütçeden ayrılan pay düşürülürken özel üniversiteler ve vakıf üniversitelerinin teşvik edilmesi, bedava arazi tahsis edilmesi, en yetenekli ve başarılı öğrencilerin daha üniversite sıralarındayken bu şirketlerin elemanları olarak çalışmaya teşvik edilmesi, bilimin işlevinin ve amacının, şirketlerin kâr maksimizasyonu için yeni teknolojiler üretmekle sınırlandırılması, devletin ideolojik ihtiyaçlarına uygun olarak üniversitenin sözde bilimsel araştırmalar yapıp raporlar hazırlaması, vb.
12 Eylül sonrası hükümetleri ve YÖK’ün üniversitelere yönelik karar ve düzenlemelerinin kapsam ve içeriği buna uygun olarak şekillenmiştir. Birçok uluslararası şirket ve onların ülke içerisindeki yerli ortaklarıyla “bilimsel araştırma, teknolojik geliştirme” adı altında projeler hazırlanmış ve uygulamaya konmuştur. Birçok konferans, sempozyum ve uluslararası ölçekte düzenlenen toplantılarla üniversitenin ufku, kapitalist sömürü sisteminin, kâr ve rantı artırmaya dönük girişimleriyle sınırlanmıştır. Her tür bilimsel-teknik gelişme, sermaye düzeninin ihtiyaçlarını karşıladığı oranda geçerli ve yararlı sayılmış; toplumun çıkarına hiçbir proje oluşturulmasına izin verilmemiş, bu tür girişimler ya finanse edilmeyerek, ya da baskı altına alınarak engellenmiştir.
Üniversiteye finansman sağlamak, öğrencilerin yeteneklerini değerlendirmek ve ilerletmek propagandasıyla kendisine meşru temeller oluşturmaya çalışan bu egemen yaklaşıma göre üniversite ve bilim; Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar ve onların işbirliği yaptığı yabancı tekellerle uyum içerisinde çalıştığı oranda ayakta durabilir ve çağın ihtiyaçlarına yanıt verebilecek kurumlar olarak varlığını sürdürebilir. Bunun içindir ki, kamu arazileri, ormanlık alanlar bu işbirlikçi kapitalistlere yasadışı yollardan ve bedava verilerek peşkeş çekilmektedir.
Sermaye-üniversite ilişkisinin nasıl bir amaç taşıdığının çarpıcı örnekleri Türkiye’deki üniversiteler şahsında saymakla tükenmeyecek kadar çoktur. Siyanürlü altın aranmasının, nükleer santrallerin kurulmasının, insan ve çevre sağlığı açısından hiçbir zararı olmayacağı doğrultusunda “bilimsel raporlar” hazırlayacak kadar alçalmış, kamuoyu önünde bunu savunarak üniversite kürsülerinde akademik kariyer yükseltecek kadar bozulmuş ve kirlenmiş, sermayenin boyunduruğu altına girmiş üniversite öğretim görevlileri sistem tarafından üretilmekte ve desteklenmektedir.
Üniversitelerde düzenlenen konferanslarda ve panellerde, borsanın iyilikleri üzerine methiyeler düzecek, girişimcilik ruhu ve kolay para kazanmanın, kısa yoldan köşe dönmenin yolları üzerine bilimsel seminerler veren, bunu üniversitenin çağa ayak uydurmasının zorunlu adımları sayan profesörler, doçentler el üstünde tutulmaktadır. Enerjiden sağlığa, ulaşımdan iletişime birçok alanda toplumun ihtiyaçlarına yanıt vermeyi amaçlayan projeler geliştirmeyi gereksiz sayıp, bu konuda hiçbir sistemli çalışma desteklenip finanse edilmezken, devlet üniversitesindeki dersini bırakıp özel üniversitedeki dersine yetişen, şirket davetlerinde, yemeklerinde boy göstermeyi “bilim ahlakına” uygun sayan bir akademisyen tipini üniversiteye hâkim kılma onuru sermaye-üniversite ilişkisinin bu çağdaş yorumuna aittir!
Üniversiteye hâkim kılınan bilim dışı anlayışın çarpıcı örneklerini, ders kitaplarında bilimsel öğretiler olarak okutulan saçmalıklarda, şarlatanlıklarda da görmek mümkündür. İktisat, kapitalistlerin sömürü ve talanını haklı göstermek için okutulur ve özelleştirmeler, yabancı sermaye, aşırı kâr hırsı ve tekelcilik övülüp kutsanır. Kapitalizmin ekonomik krizlerini güneş lekelerine ya da azalan marjinal faydaya bağlayarak açıklamak, iktisadi doktrinler olarak öğretilir. İşletmecilik, en kısa yoldan “voleyi vurmak” ve emek sömürüsü üzerinden servete servet katmanın bilimi olarak “genç girişimcilerin” yüceltmesiyle beyinlere kazınır. Matematik, fizik, kimya ezberlenmesi gereken karmaşık formüller ve şekillerden ibaret, sadece kârlı yatırımların ölçüm ve proje araçları olarak vardır. İletişim fakültelerinde kitle haberleşmesi ve hukuk ilişkisi üzerine okutulan “bilimsel” derslerde, 12 Eylül’ün basın ve düşünce özgürlüğü üzerindeki baskıcı ve sansürcü tutumu haklı gösterilebilmekte ve gerekçeleri sayfalarca anlatılabilmektedir. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Kitle Haberleşme Hukuku isimli ders kitabında yer alan şu kısa paragraf, oldukça çarpıcıdır: “28. maddenin basın özgürlüğünü önemli bir biçimde sınırlayan bu hükmünü (82 Anayasası’nın 28. maddesinin içerdiği hükümler kastediliyor) 12 Eylül 1980 öncesi Türkiyesi’nin durumunu dikkate almak suretiyle değerlendirmek gerekir. Ülkemizi ve milletimizi parçalamaya yönelik yayınların önlenmesi Devletimizin en doğal hakkı olarak kabul edilmelidir. Hiçbir devlet varlığına yönelik bu tür saldırılara göz yumamaz. Anayasamızın bu alanda dahi hâkim kararını gerekli görmesi, basın özgürlüğüne verdiği değeri gösterir.”
Bütün bunlar ve alt alta sıralanabilecek daha birçok örnek, sermaye-üniversite ilişkisi üzerine cafcaflı sözlerle yürütülen popüler propagandanın üniversiteyi içine ittiği ve giderek derinleşen uçurumun göstergesi durumundadır. Burjuvazinin bilim anlayışının ve üniversite öğrenimine egemen olan ideolojisinin yarattığı tablodur bu. Amaçlananın, üniversitenin toplumun, işçi emekçi halkın yanında, bilimin amaç ve işlevlerine uygun olarak varlığını sürdürmesini savunan anlayışın, bu doğrultuda halkta ve öğrencilerde var olan beklentinin bütünüyle yok edilmesi, karalanıp unutturulması olduğu ise açıktır.

YÖK’ÜN ÜNİVERSİTEYE HİZMETİ!
Sermaye-üniversite ilişkisi temelinde üniversitelerin yeniden yapılandırılmasının temel dayanağını oluşturan kurum YÖK’tür. YÖK, yetkileri ve uygulamaları yönüyle uluslararası sermaye ve işbirlikçilerine hizmet edecek şekilde örgütlenmiştir ve hakkını yemeyelim bugüne kadar hizmette kusur etmemiştir. 6 Kasım 2000’de kuruluşunun 19. yılına girecek olan YÖK’ün kurucuları ve savunucuları bu kuruluş gününü kutlamaya hazırlanırken, üniversitenin bilimsel kimliğine sahip çıkanlar bunu protesto etmektedirler. Burada, YÖK’ün üniversiteye hizmetten sermayeye hizmeti anladığı 20 yıllık tarihini iki temel noktada özetleyebiliriz.
1. YÖK, kuruluş amaçlarına uygun olarak üniversiteyi bilimsel eğitimden ve bilim insanı niteliği taşıyan öğretim kadrolarından temizlemeye yönelik yoğun bir çaba içerisinde olmuştur. Üniversitenin idari ve akademik yönetiminde, egemen sınıfın ideolojik hâkimiyetine halel getirmeyecek bir kadrolaşmayı ve kurumlaşmayı titizlikle uygulamıştır. Kimi zaman bir istihbarat örgütü olarak yönetenlere hizmet etmiş, çoğu zaman da, devletin üniversitelerdeki militarist baskı aygıtı olarak işlev göstermiştir. Çıkardığı yönetmelikler ve genelgelerle, öğrenci, öğretim üyesi ve üniversite çalışanlarının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi durmuştur. Kamuoyunun karşısında kurucuları da dâhil hiç kimsenin açıktan savunamadığı bir kurum olmasına rağmen varlığını sürdürmesinin temelinde de bu kusursuz hizmetleri yatmaktadır.
2. YÖK’ün üniversiteye hizmetinin bir diğer yönü ise, üniversitelerin ve yükseköğrenimin ticarileştirilmesi alanında yaşanmıştır. TBMM’nin YÖK Araştırma Komisyonu’nun raporu bile, YÖK’ün kendisi de dâhil, üniversite yönetiminin nasıl bir şirket, holding yönetimi anlayışıyla yürütüldüğünün çarpıcı örnekleriyle doludur. Üniversite arazilerinden haksız kazanç sağlanmasından zimmete para geçirmeye kadar, dolandırıcılık, yağma, soygun ve rant işi YÖK’ün temel işleri olmuştur. YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün, “bilimsel araştırma somut olmalıdır” sözleriyle kastettiğinin, eğitimin ve üniversitelerin olanaklarının alınıp satılan birer meta haline getirilmesi olduğunu söylemek, bir gerçeği ifade etmek olacaktır.

ÜNİVERSİTELERDEKİ MÜCADELENİN KAPSAMI VE PLATFORMU
Üniversite-bilim, sermaye-üniversite ilişkisi ve YÖK üzerine yazımızın buraya kadarki bölümünde ortaya konan özet tablo, yazımızın başında ortaya koyduğumuz “üniversitelerde iki anlayış mücadele ediyor” tespitinin tarihsel ve güncel temellerini oluşturmaktadır.
Bugün üniversitelerde parasız, bilimsel, demokratik eğitim talebi etrafında yürütülen mücadelenin kapsamı ve zemini, bu özet tablo ekseninde ele alınmak zorundadır. Çünkü üniversite gençliğinin, öğretim elemanlarının ve bir bütün olarak akademisyenlerin, parasız, demokratik, bilimsel eğitim mücadelesine kazanılmasının yolu, doğru araçlar ve yöntemlerle, bilimsel bir temelde propaganda yürütmekten geçmektedir. Bir süredir üzerinde ısrarla durulan “üniversitelerde bir fikir hareketi yaratma, bilim temelinde bir tartışma ve bölünme yaratma” ifadesi ile kastedilen, üniversitedeki mücadelenin yukarıda ortaya konulan genişlikte ve zenginlikte ele alınmasıdır.
Elbette ki üniversitelerde öğrenci gençliğin güncel, somut talepler etrafında mücadele etmesi ve bu talepleri savunup savunmama temelinde bir bölünmenin üniversitelerde yaşanması gerekir. Örneğin kantin özelleştirmeleri, yemek, yurt ve harç zamları, kulüp ve ÖTK’ların demokratik bir biçimde kurulup çalışması vb. genel ve tek tek üniversitelere özgü birçok soruna karşı, bilimsel demokratik eğitim talebi ekseninde bir tepkinin ortaya konması önemli ve zorunludur. Ancak, yemekhane, kantin özelleştirmeleri ve harç zamlarına karşı tepkinin protestocu bir hareketin ötesine geçmeyip, “bir parlayıp bir sönen” seyir izlemesinin, özelleştirme saldırısının uluslararası ve ulusal boyutuyla bilimsel, ideolojik bir tartışma düzeyine çıkarılamamasından kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Oysa yemekhane, kantin özelleştirmeleri ve harç zamları üzerinden birbiriyle bağıntılı bir bilimsel tartışmanın çerçevesi oldukça geniştir. Bu güncel ve somut taleplerden yola çıkarak üniversitede yaşanacak bir “bölünmenin” boyutu, özelleştirmeden yana olanlar-olmayanlar, eğitimde fırsat eşitliğini savunanlar-savunmayanlar, devletin üniversiteyi mali açıdan finanse etmesini isteyenler-istemeyenler, üniversitelerin bağımsız ve özgür kimliğinin yanında veya karşısında olanlar, ülkenin bağımsızlığını savunanlar-savunmayanlar… şeklinde genişleyebilir. Yemekhane ve kantin özelleştirmelerine, harç zamlarına karşı çıkmanın, yemek parası verip vermeme ya da harç ödeyip ödememenin ötesinde, ülke ve dünya sorunlarına ve bu sorunların çözümüne yaklaşımda iki farklı dünya görüşünün çatışmasının ürünü olduğu gerçeği üniversite gençliğine gösterilemediği sürece, akademik mücadelenin bilimsel ve sınıfsal temellerinin zayıf ve sığ kalacağı açıktır.
Yine ÖTK’lar ve kulüplerin içinde yer alıp almama, bu öğrenci örgütlerinin oluşum ve çalışmaları üzerindeki baskılara, anti-demokratik düzenlemelere karşı çıkıp çıkmama konusu, üniversitede demokrasi sorunu olarak ele alınmadığında, tepkisel ve kaba reddedişlerle sınırlı bir tutum ortaya konduğunda da ortaya çıkan tablo farklı olmayacaktır.
Örnekler çoğaltılabilir. Bugün iktisat kulüpleri, IMF, 2001 bütçesi ve ülke ekonomisinin gidişatı üzerine, kültür, sanat, eğitim, araştırma kulüp ve toplulukları, emperyalist kültürün, üniversitenin kültürel-ideolojik yaşamına etkileri ve sonuçları üzerine; biyoloji ve fizik bölümleri biyo-teknoloji, genetik ve ışık hızı konusunda gündeme getirilen şarlatanlıklar üzerine tartışmadığı, ABD, Türkiye, İsrail ittifakı ve GAP’ın geleceği konusu üniversitenin gündemine girmediği, dahası üniversite bir bütün olarak bunları sorgulayıp bilimsel bir tartışma yaşamadığı koşullarda akademik mücadele “adı var, kendi yok” bir duruma düşecektir.
Üniversitelerin anti-emperyalist, anti-faşist bir hareketin kitlesel ve istikrarlı geliştiği mekânlar olması, mücadelenin yazı boyunca ortaya konan politik-ideolojik zemine oturtulması ile mümkün olacaktır. Üniversitelere, “işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarının yanında olmanın bilimsel bir gereklilik, zorunluluk olduğu” fikrinin hâkim olmasını sağlayacak bir akademik mücadele, üniversitelerde yürütülen devrimci çalışmanın merkezine oturtulmalıdır. Gerici faşist kurumlaşmayı, burjuvazinin bilim anlayışını ve ideolojik kuşatmasını yarmanın başkaca yolu yoktur.
YÖK ve üniversitelerdeki eğitimin niteliği, amacı tartışıldığında sıkça yapılan ve doğruluğu su götürmez olan bir tespit vardır: “Düşünmeyen, üretmeyen, tartışmayan, sorgulamayan, araştırmayan, her şeyi olduğu gibi kabul eden, ülke ve dünya gündemindeki konulara yabancı, biriktirmeyen ve sadece tüketen, lümpen, bireyci, bilinmezci, nihilist, post-modern, halkına ve ülkesine karşı sorumluluk hissetmeyen bir üniversite ve gençlik yaratılmak isteniyor,” Bu tespit sadece sermaye-üniversite ilişkisini ve YÖK’ün amaç ve işlevini ortaya koymaz. Aynı zamanda, bu tespiti yapanlara ve bu tespite katılanlara bir sorumluluk da yükler. O da tespitte söylenenlerin tam tersi bir konumda yer alarak üniversitenin günlük hayatına katılmaktır.
Evet, üniversitelerde bugün iki anlayış mücadele ediyor. Ve bu anlayışlardan ikincisini temsil edenler de en az birincisini temsil edenler kadar disiplinli, ısrarlı, çalışkan ve kararlı olurlarsa, sonuçta kazanan mutlaka ve mutlaka üniversite ve bilim olacaktır.

Kasım 2000

Felsefe bilimler-üstü bir bilim midir?

İnsanın kendini, doğayı, toplumu anlama ve değiştirme çabası, onun tarih boyunca temel uğraşı olmuştur/olmaktadır. Bu uğraşın çerçevesini ise zorunlu ve sonsuz insan ihtiyaçlarının karşılanması için -maddi ve düşünsel- üretim ve genişletilmiş yeniden üretim belirlemektedir. Bu aynı zamanda doğa bilimlerinin/pozitif bilimlerin ve felsefenin tarihsel serüveninin de maddi temelidir.
Bu serüven, belirtilen maddi temele bağlı olarak insanın insana, sınıflı toplumların ortaya çıkması ile birlikte de bir sınıfın bir başka sınıfa egemen olma sürecini de kapsar. Dolayısıyla, doğa bilimleri/pozitif bilimler ve felsefe, insanının kendini, doğayı ve toplumu anlama çabasının bir ürünü ve aracı olmakla kalmaz, bununla birlikte tarihsel gelişim ve ilerleme içerisinde insanın insana ve bir sınıfın bir başka sınıfa egemen olmasının aracı olarak da işlev görmüştür ve görmektedir.
Bugün de ülkemizde başta “yükseköğrenimin baronları”, “YÖK şefleri” olmak üzere, yazılı-görsel sermaye medyasının kalemşorları ve burjuva ideologlar her şeyi tersyüz ederek, yarattıkları yanılsama ve fikri karmaşayı, kapitalist emperyalist sistemin egemenliğini sürdürmenin dayanağı olarak kullanıyorlar. Yerküre üzerinde son yirmi yıldır toplumların düşünsel hayatına hâkim kılınmak istenen “ideolojiler öldü” kanısı; özünde burjuvazinin sosyal, iktisadi ve ideolojik hegemonyasının yeniden üretimini amaçlıyor.
“İdeolojilerin öldüğü” ilan edildikten sonra, burjuva ideologlar “bilimin somutluğu” adına, bilimi ve bilgiyi pazara süren, üretimin temel girdileri arasında sayıp metalaştıran, sırf bu iş için özel şirketler kurup “yeni bir sektör” yaratan bir ideolojik çizgide çalışmalarını sürdürüyor. SAS Institute isimli Amerikan şirketi, bu temelde 120 ülkeye hizmet veriyor ve bunların birçoğunda bürosu bulunuyor. Benzer birçok şirket var ve bunlar işlevlerini şu sözlerle açıklıyorlar: “Hemen her platformdan, istenilen her formatta topladıkları veriyi işleyerek ve bilgiye dönüştürerek verimlilik, rekabet üstünlüğü ve karlılığı artırmak üzere müşterilere sunmak.”
Bilim ve bilgi karşısındaki bu tutum, felsefe ve bilim ilişkisi tersyüz edilerek, bu tersyüz edilmişlik içerisinde felsefe, ideolojinin yerine geçirilerek güçlendiriliyor. Okumuşundan, mürekkep yalamışından en cahiline kadar (burjuva bilimciden, akademisyenden reklâmcısına, iletişim uzmanına, mankenine, pop starına kadar), ne yaptığını bilenlerin ve bilmeyenlerin yer aldığı geniş bir yelpaze oluşturan burjuva propaganda güruhu, vıcık vıcık bir burjuva ideolojik propagandayı, bilimsellik ve felsefilik adı altında gençliğin ve emekçi halk yığınlarının önüne koyuyor. İşine geldiğinde, “benim felsefem bu”, “şirketimizin felsefesi bu” ya da “yaşam felsefesi meselesi bu” vb. diyerek yapılan bir “felsefe popülizmi”, diğer yanda ise felsefeyi her şeyin yerine geçirerek ve üzerinde tutarak yapılan seçkincilik…
Böyle bir durumda, bilim-felsefe ve ideoloji ilişkisini doğru kavramak, bugün özellikle lise ve üniversite gençliği içerisinde yaygın bir ilgi alanı oluşturan felsefe konusunda doğru bir öğrenme süreci açısından önemlidir. Ülkemizde, burjuva ideolojinin temel üretim alanı olan ve 12 Eylül ile birlikte bu yönü daha da belirginleştirilen üniversitelerdeki gerici şoven düşünsel hegemonyaya karşı bir dalga yaratmak açısından da konunun tarihsel arka planına özet olarak değinmenin anlamlı olacağı düşüncesindeyiz.

DOĞA BİLİMLERİ/POZİTİF BİLİMLER VE FELSEFE
Bilindiği gibi felsefi sistemleri, düşünce ile maddenin (varlığın) bağıntısı sorununa verdikleri yanıt ve getirdikleri çözümleme ye göre idealist ve materyalist olmak üzere iki büyük kampa ayrılır. Doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki gelişmelerin geri düzeylerde olduğu, doğa bilimleri/pozitif bilimlerle felsefe arasında henüz bir “alan ayrımının” olmadığı dönemlerde, insanın kendini, doğayı ve toplumu anlama çabası büyük oranda felsefenin koyduğu düşünce ve mantık sistemleri tarafından yönlendiriliyordu. Uzunca bir dönem düşünce ve mantık sistemlerine egemen olan felsefi akımlar özünde hep idealist-metafizik felsefi akımlar oldu.
Doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki ilerlemeye bağlı olarak -özellikle ortaçağın sonlarına doğru- insanı; doğayı ve toplumu anlamaya yönelik çalışmalarda maddeci dünya görüşünün öne çıktığını görürüz. Bu dönemler felsefe alanında idealist ve materyalist felsefe arasındaki kamplaşmanın daha da belirginleştiği dönemlerdir.
Bu süreci Engels en genel hatlarıyla şöyle anlatıyordu: “Her felsefenin, özellikle modern felsefenin büyük temel sorunu, düşünce ile varlığın bağıntısı… düşüncenin varlığa, tin’in doğaya ilişkisi, … tin’in mi, doğanın mı, hangisinin en ilk öğe oldukları sorunudur. … Bu soruyu yanıtlayışlarına göre filozoflar iki büyük kampa ayrılıyorlardı. Tin’in doğaya oranla önce gelme özelliğini ileri sürenler, idealizm kampını oluşturuyorlardı. Ötekiler, doğayı ilk öğe sayanlar ise materyalizmin değişik okullarında yer alıyorlardı.”

a) Doğa bilimleri/pozitif bilimler ve idealist felsefe
19. yüzyılın ilk yarısında felsefe alanındaki kamplaşmanın idealizm cephesindeki en ileri temsilcisi Hegel’di. Hegel, kendinden önceki idealist filozofların, dünyayı olmuş bitmiş süreçlerin, donukluğun, hareketsizliğin, değişmez mutlaklığın bir toplamı olarak algılayışlarına önemli bir darbe vurmuştu. Hegel, kendi felsefesinin temeline hareket ve değişimi koymuştu. Ancak Hegel’in diyalektiğinde doğa bilimlerinin ortaya çıkardığı maddi gerçekliklerin tuttuğu yer, evrensel aklın (us’un), idenin, tin’in kendini gerçekleştirmesinden öte bir anlam içermiyordu. Hegel’in felsefesindeki değişim ve hareket, evrensel us’un, tin’in sahip olduğu özgürlük doğrultusunda kendisini özgür kılma serüveninin hareket ve değişiminden başka bir şey değildi.
Hegel şunları yazıyordu: “… Dünya tarihini son ereğine göre incelemeliyiz; bu son erek dünyada istenen şeydir. Tanrıya gelince, onun en yetkin olduğunu biliyoruz: o bundan ötürü yalnız kendini ve dengini isteyebilir. Tanrı ve onun istencinin doğası birdir: felsefede buna ide diyoruz. Böylece ide kendi basmadır, ama incelememiz gerekir. İnsan tin’i öğesidir. Daha belirli olarak ide, insan özgürlüğü idesidir. İdenin kendini en salt açma biçimi düşüncenin kendisidir: ide mantıkta böyle ele alınır. Başka bir biçimi ile fiziksel doğadır, üçüncüsü ise sonuncusu ve tin dediğimiz şeydir.”
“… Tin doğası kendini tam karşıtında bildirir bize. Tin’i maddenin karşısına koyuyoruz. Nasıl ağırlık maddenin tözü ise, özgürlüğün de tin’in tözü olduğunu söylemeliyiz. Herkes tin’in başka Özellikler yanında bir de özgürlüğe sahip olduğuna doğrudan doğruya inanır. Felsefe ise bize, tin’in başka bütün özelliklerinin özgürlükten ileri geldiğini, hepsinin özgürlüğe aracı olduğunu, hepsinin özgürlük ardında olup onu meydana getirdiğini öğretir. …”
İdealizmin bu en ileri temsilcisinde bile, doğanın ve onun içerisinde insanın maddi varlığına ilişkin doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki ilerlemelerin ortaya koyduğu maddi gerçeklik evrensel aklın yansımalarından, görüngülerinden başka bir şey değildi.

b) Doğa bilimleri/pozitif bilimler ve “eski” materyalizm
Felsefi kampın materyalist cephesinde ise Başta Feuerbach olmak üzere, Thomas Huxley, Büchner, Vogt, Moleshcott’un materyalist görüşleri vardı. Ancak onların materyalist görüşleri de, doğa bilimlerindeki gelişmelerin, madde ve düşünce arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkinin tarihsel gelişim ve ilerleme yasalarını bütünlüklü olarak ortaya koymakta yetersiz kalıyordu.
Bütün bu materyalistlerin eksikliği ve “kaba”lıkları üç noktada eleştiri konusuydu: “1) Bu materyalizmin ‘mekanik yanı ağır basmakta’ idi, kimya ve biyolojide sağlanan en son gelişmeleri hesaba katmıyordu (bugün, maddenin elektrik teorisini de katmak zorunluluğu vardır); 2) eski materyalizm ne tarihsel idi ne de diyalektik (anti-diyalektik anlamda metafizikti) ve evrim anlayışına sistematik ve genelleştirilmiş bir biçimde bağlı değildi; 3) eski materyalizm, ‘insan özü’nü, (somut olarak ve tarihsel olarak saptanmış), ‘bütün toplumsal ilişkilerin karışımı’ olarak değil de, soyut olarak görüyor ve bu yüzden dünyayı yalnızca ‘yorumluyordu’, oysa bu bir ‘değiştirme’ sorunuydu, yani ‘devrimci pratik eylem’in özünü kavramamıştı.” (Marx ve Engels’ten aktaran Lenin; Marx, Engels, Marksizm)
Bu pasajdan, Marx ve Engels tarafından “eski” ve “kaba” olarak nitelendirilen materyalistlerin, idealist felsefeye karşı mücadelede doğa bilimlerinde gelişmelerin ortaya çıkardığı birikimi yeterince dikkate almadığı ve dünyayı değiştirme eyleminin önemini kavramadığını öğreniyoruz. Söz konusu eksiklik, aynı zamanda “eski” materyalistlerin idealist-metafizik felsefeye bilinemezcilik, olguculuk gibi özünde metafizik olan akımlara açık kapı bırakması sonucunu da doğuruyordu.
Comte, Hume ve Kant gibi metafizik felsefede önemli yer tutan isimlerin olgucu (pozitivist), eleştirici, bilinemezci düşüncelerinin kendilerine doğa bilimleri-pozitif bilimleri temel aldıklarını da unutmamak gerekir. Bu filozofların her biri fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi doğa bilimleri/pozitif bilimler alanında eğitim görmüşlerdir. Ancak her birinin olgucu, eleştirici, bilinemezci, uzlaştırmacı yaklaşımları, doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki gelişmelerin bir biçimde idealist-metafizik felsefelerin şemsiyesi altında kalmasına hizmet etmiştir.
Marx bu filozofların yaklaşımını da eleştiriyor ve “… bu felsefeyi, idealizme verilmiş ‘gerici’ bir ödün ve en iyimser anlamda ‘materyalizmi açıktan açığa geri çevirirken, gizlice, utangaç bir biçimde kabul etme’ olarak niteliyordu.”
Sonuç olarak. 1800’lü yılların ortalarına kadar doğa bilimleri/pozitif bilimler alanındaki gelişmeler; idealist-metafizik felsefe ve “eski” materyalizm tarafından ileriye dönük, genelleştirilebilir ve sistematik bir yaklaşımla yorumlanmaktan, doğanın, toplumların ve politik ekonominin gelişim ve ilerleme yasalarını kavramaktan ve dünyayı değiştirmek için kullanılacak bir bilimsel yöntem oluşturmaktan şu veya bu oranda uzak kalıyordu. Bu durum aynı zamanda, doğa bilimleri/pozitif bilimlerin, böyle bir bilimsel yöntemi kullanarak insanın kendini, doğayı ve toplumları anlama, yorumlama ve değiştirme eylemine katkıda bulunacak daha ileri adımlar atmasında zayıflatıcı bir etki yapıyordu.
c) Doğa bilimleri/pozitif bilimler ve diyalektik ve tarihsel materyalizm
Önceleri kısa bir süre Hegel’den etkilendiğini söyleyen, sonraları ise Feuerbach’ın materyalizminin sıkı bir takipçisi olduğunu vurgulayan Karl Marx, görüşlerinin biçimlendiği 1844’lü yıllardan başlayarak materyalistti ve yaşamının sonuna kadar felsefeyi bilimsel temelleri üzerine oturtma mücadelesi verdi, oturttu ve geliştirdi.
Doğa bilimlerini/pozitif bilimleri, eski felsefenin mutlakçı, tanrıcı ve her türden metafizik cenderesinden kurtaran, felsefeyi bilimler-üstü bir bilim olarak tutma çabasına son veren Marx ve Engels oldu. Marx ve Engels, yaşadıkları çağa kadar olan süreçteki bilimsel gelişmelerin toplam bilgisini büyük bir titizlikle incelediler ve o güne kadarki felsefi akımların köklü bir eleştirisini yaptılar. Hegel’in diyalektiğini “ayakları üzerine oturtarak” ve “eski” materyalizmin yukarıda da ortaya konulan eksikliklerini gidererek felsefeyi bilimsel temellerine oturttular.
Marx ve Engels’in kuruculuğunu yaptıkları diyalektik ve bilimsel materyalist felsefe, başta Hegel’in diyalektiğinin olumlu yönleri olmak üzere, o güne kadarki felsefenin bütün devrimci özelliklerini içinde barındırıyordu. Ama aynı zamanda bir bütün olarak geçmiş felsefi akımlardan, bu akımların felsefeye yüklediği misyonlardan köklü bir kopuşu da ifade ediyordu. Dahası, Marx ve Engels’le birlikte felsefe tarihinde yeni bir dönem -felsefenin “bilimler-üstü bir bilim” olmaktan çıkıp bir yöntembilim olarak alanının netleştiği- başlıyor ve bu devrimci anlayış tarihteki yerini alıyordu.
“Bilinçli diyalektiği, (Hegelcilik de dâhil idealizmin yıkımından) kurtarma gereğini kavrayan ve onu doğanın materyalist anlayışına uygulayan, hemen hemen yalnızca Marx ve ben olduk.” (Engels)
“Diyalektik materyalizmin, artık diğer bilimlerin üstünde olan bir felsefeye ihtiyacı yoktur. Daha önceki felsefeden düşünce bilimi ve onun yasaları, biçimsel mantık ve diyalektik kalmıştır. Marx’ın anladığı biçimde ve Hegel’in de anlayışına uygun olarak diyalektik, şimdi bilgi teorisi ya da epistemoloji adı verilen şeyi kapsar; bilgi teorisinin de, bilginin kaynağını ve gelişmesini, bilgisizlikten bilgiye geçişi inceleyerek ve genelleştirerek, konusunu tarihsel olarak ele alması gerekir.” (Lenin)
İşte Marx ve Engels bunu yaptılar ve diyalektiği insanın kendini, doğayı ve toplumu anlaması, değiştirmesi eyleminin tarihini ve ilerleyişini bilmenin başat yöntemi haline getirdiler. Dahası, doğa bilimleri/pozitif bilimler ile felsefe arasındaki bağıntıyı bilimsel temellerine oturttular ve felsefeyi sadece tek tek üstün bireylerin, okumuşların, filozofların ve onların öğrencilerinin “okullarının” bir işi olmaktan çıkardılar ve bu dönemi bir anlamda kapattılar.
Engels şöyle diyordu: “… Felsefenin bu şekilde ifade edilen amacının, ancak bütün insanlık tarafından ilerleme ve gelişme içinde yerine getirilebilecek olan bir görevin, bir tek filozofa verilmesinden başka bir anlama gelmediğini kavradığımız andan itibaren, bugüne kadar kabul edile gelmiş anlamıyla felsefe son bulmuş demektir. Bu yolla ya da herhangi bir tek birey tarafından elde edilemeyecek olan ‘mutlak gerçeği’ kovalama yerine, müspet bilimlerin yolundan giderek, ulaşılabilir göreli gerçekleri kovalamak ve bu bilimlerin vargılarını diyalektik düşünce aracılığıyla özetlemek gerekir.”
Çünkü artık: “Önceki sistemlerden farklı olarak Marksist felsefe, diğer bilimlerin üzerinde bir bilim değildir; tersine bir bilimsel araştırma aracıdır, bütün doğa ve toplum bilimlerine nüfuz eden ve onlar geliştikçe kendini onların ürünleriyle zenginleştiren bir yöntemdir. ” (Jdanov)
Bugün doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki ilerleme ve gelişmenin boyutu öyle bir noktaya varmıştır ki, bu bilim dallarını amaç ve kapsamlarına göre sınıflandırmak, birbirlerinden nasıl faydalandıklarını ve birbirlerini nasıl etkilediklerini ortaya koymak, kendi aralarında yeni alt bilim dallarına nasıl ayrıştıklarını tespit etmek başlı başına ayrı bir araştırmanın konusudur.
Ancak şunu söyleyebiliriz ki diyalektik ve bilimsel materyalizm, o güne kadar her şeyin başı ve sonu olarak görülen ve her şeyin üzerinde gösterilen felsefeyi bu durumdan kurtarmış; doğa bilimleri/pozitif bilimler ve toplum bilimleri arasındaki yerini, ilişkiyi bilimsel temellerine oturtmuş ve toplumların ideolojik üst yapısındaki ait olduğu yere koymuştur.
Bütün bunlar bize doğa bilimleri/pozitif bilimler alanında yaşanan ilerlemeye, gelişmelere bağlı olarak, doğa bilimleri ile felsefe arasında henüz bir ayrışmanın olmadığı dönemlerden, birçok müspet bilim dalının felsefeden ayrılmaya başladığı ve felsefenin de diyalektik ve tarihsel materyalizmle birlikte bilimsel temellerine oturduğu, böylece felsefenin de bir bilimsel araştırma yöntemi olarak alanının ayrıştığını ve felsefenin bir bilimler bilimi olmaktan çıktığını da göstermektedir.
“Felsefenin gelişmesinin kendine özgü niteliği, doğaya ve topluma ilişkin bilimsel bilgi geliştikçe, müspet bilimlerin birbiri ardından felsefeden ayrılmış olmalarında yatar. Dolayısıyla felsefenin alanı, müspet bilimlerin gelişmesi sonucu sürekli olarak daralmıştır. (Bu sürecin bugün bile sona ermemiş olduğunu söyleyebilirim.) Doğa ve toplum bilimlerinin bu şekilde felsefenin vesayetinden kurtuluşu, gerek doğa ve toplum bilimleri için, gerekse felsefenin kendisi için bir ilerleme oluşturmaktadır.” (Jdanov)
Doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki gelişmeye bağlı olarak, bu bilimlerin alanlarıyla felsefenin alanının ayrışması süreci, felsefenin bilimsel temellerine oturtulması süreciyle de tamamlanmıştır. Marx ve Engels’in felsefeyi bilimsel temellerine oturtması, diyalektik ve tarihsel materyalizm gibi bilimsel bir yöntemin inşası bize şunları söyleme olanağı vermiştir:
Eski felsefenin ve doğa bilimlerinin toplam birikimi, eleştirisi ve yeni tarzda inşası diyalektik ve bilimsel materyalizmin doğuşunun temelini oluşturdu.
Diyalektik ve bilimsel materyalist yöntem, sadece felsefe alanının bir yöntemi değil, doğanın, toplumların ve politik ekonominin ilerleme ve değişim yasalarını bilme ve dünyayı değiştirme eyleminin bilimsel kılavuzu olmuştur. Dolayısıyla diyalektik ve bilimsel materyalizm, bütün bilim dalları içinde bilimsel araştırma ve bilimsel bilgiyi edinmenin yöntemidir.
Felsefenin görevi ise artık, doğru ve gerçek bilgiyi edinmenin yöntemi olarak işlev görmesidir. Bu ise felsefenin -Engels’in ve Lenin’in de belirttiği gibi- “mutlak gerçek” peşindeki soyut serüveninin yerini, doğa bilimleri/pozitif bilimlerin peşinden giderek, onların vargılarını özetlemek, bilginin kaynağını ve gelişmesini, bilgisizlikten bilgiye geçişi inceleyerek ve genelleştirerek, konusunu tarihsel olarak ele almaktır.
Günümüz koşullarında, doğa bilimleri ve pozitif bilimlerdeki ilerlemeye paralel olarak, her bilim dalının kendi konusunu oluşturan alanda, bağlantılı olduğu bütün “alt bilim dalları”yla birlikte, kendi bilgi teorisini “bağımsız olarak” oluşturduğunu söylemek ise bilgi teorisi açısından somut bir duruma işaret etmek olacaktır. Bu da felsefenin, bu farklı bilim dallarının oluşturduğu bilgi teorisini “merkezileştirerek” ideolojik çatı içerisindeki yerine oturtma işleviyle sınırlı bir süreci yaşadığının somut ifadesidir. Artık alanı ideolojiler, ideolojiler arasındaki mücadele içerisinde bir “bilgi bilim” aracı olarak işlev görmekle sınırlanmış ve bu sınırlanması giderek artmakta olan felsefe ile karşı karşıyayız.
Dolayısıyla felsefe her şeyin başı sonu, bilimlerin üstünde bir bilim veya bilimler bilimi değil (Marksizm öncesi dönemde büyük oranda bu yaklaşım egemendi. Marksizm’le birlikte ve günümüzde bu anlamda felsefe tarihe karışmıştır) bilimsel öğrenme yöntemidir. Dolayısıyla toplumsal üst yapının, ideolojik yapının içindi bir parçası olarak yerini almıştır.

BİLİM VE FELSEFE İLİŞKİSİ VE İDEOLOJİK MÜCADELE
Şüphesiz bütün bunlar, Marksist felsefenin tarih sahnesine çıkmasından sonraki süreçlerde, idealist-metafizik felsefenin savunucularının bir köşeye çekilip meydanı Marksizm’e bıraktıkları anlamına gelmez. Bir başka söyleyişle, Marksist felsefe ile metafizik-idealist felsefe arasındaki mücadele bitmiş ve birileri felsefeyi, bilimi kendi sınıfsal varlığının ve egemen toplum sisteminin “mutlaklığım ve bakiliğini” savunmanın, bu temelde bir ideolojik mücadelenin sürdürülmesinin aracı olarak kullanmaktan vazgeçmiş değildir.
Ancak, bir kez Marksizm bilim, felsefe ve ideoloji arasındaki bağıntıyı adamakıllı kurduktan sonra felsefe alanında yaşanan mücadele süreci, temelde ideolojik mücadele sürecidir; Marksizm ile her renkten burjuva ideolojisi arasındaki mücadele süreci.
Sosyal bilimlerin bir bilim dalı olmaktan çıkarılması için açılan savaş, uygulamalı bilimler dışında bir bilim kabul etmeme anlayışının altında yatan nedenler…
Biyolojik determinizm, ideoloji olarak biyoloji eksenli tartışmalar. Olaylar ve olgular arasındaki neden sonuç ilişkilerini ekonomi politiğin ve toplum yasalarının çok yönlü ilişkileri üzerinden diyalektik bir düzlemde değil de, biyolojik nedensellik düzleminde sıkıştırılıp kalması arayışı…
Biyoteknoloji başta olmak üzere ”bilimsel, teknik devrim” üzerine oturtulan ve dünyayı tekniğin yasalarıyla açıklama, teknik ne-denedik ve zorunluluk üzerine tezler…
Bütün bunların, felsefeyi gericileştiren, burjuva ideolojik, karşı-devrimci “doktrin arayışlarının unsurları olmaları dışında felsefi olarak hiçbir değeri yoktur. Felsefeyi, dünyayı yeniden yorumlamakla ve mevcut statükoya boyun eğmek eksenine sıkıştıran dinozorca, arayışla, felsefenin ideoloji içerisindeki yerini donuklaştırma ve bilimle olan bağlarını tersyüz etme çabasıyla ise doğrudan bağlantıları vardır.
Sonuç olarak; Marx, felsefe alanındaki çalışmalarını değerlendirirken icat ettiği yeni bir şey olmadığını söyleyerek “Diyalektik Hegel’de tepe üstü duruyordu. Benim yaptığım onu ters çevirerek ayakları üzerine oturtmak oldu” diyordu. Bugün birçok burjuva ideolog, sermayenin paralı kalemşorları ve tekelci medyanın başını tutmuş gazeteci-yazar taifesinin çabası felsefeyi yeniden tepe üstü çevirmek ve dünyanın, insanlık ve toplumlar tarihinin devrimci temelde kavranması ve değiştirilmesi eylemini bilinmezciliğin, statükoculuğun, post-modernizmin vb. her renkten ve soydan pespaye burjuva ideolojisinin çıkmaz sokaklarında boğmaktır. Çabanın hedef kitlesi ise özelde öğrenci gençlik, genelde ise bütün gençlik ve emekçi halktır.
Dolayısıyla konuyu yukarıda özet olarak ortaya koymaya çalıştığımız çerçevede ele almak, bilim, felsefe ve ideoloji ilişkisini doğru kavramak, bu alana gerçekçi ve “objektif” bir yaklaşımın kapılarının sonuçta diyalektik ve tarihsel materyalizme açılacağını görmek, bunu unutmamak gerekir.
Başka çıkış yok! Ötesi gericilik, çağ dışılık ve gerçek anlamda “dinozorluk”tur.

Ocak 2001

Kitle çalışması ve kendiliğindencilik üzerine

İşçi sınıfı partisinin çalışmasının temelini “kitlelerin aydınlatılması ve örgütlenmesi”nin oluşturduğu olgusu, bilinen ve sıkça dile getirilen bir doğrudur. İşçi sınıfı partisi bu çalışmasını, parti programı, kongre kararları ve bunların ışığında sınıflar mücadelesinin pratik şekillenişi üzerinden ortaya koyduğu güncel politik taktikler doğrultusunda yürütür. Bu da, programında ortaya koyduğu amaca ulaşmak için bir araç olarak inşa edilen devrimci örgüt açısından olmazsa olmaz bir başka doğrudur.
Bu genel doğrulardan hareketle, Emeğin Partisi’nin (EMEP) işçi, emekçi kitleler içerisinde yürüttüğü çalışmanın belli başlı yönleriyle ele alınıp incelenmesi; çalışmanın eksiklikleri ve zayıflıkların aşılmasına hizmet edecek değerlendirmelerin yapılması yazımızın temel çerçevesini oluşturacaktır.
Dünya ve Türkiye’de yaşanan son politik-iktisadi olaylara, emekçi sınıflar ile emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileri arasında keskinleşen çelişki ve çatışmalara ilişkin yazılar çeşitli vesilelerle Özgürlük Dünyası’nda, günlük işçi basınında ve emek basınının diğer yayın organlarında çeşitli yönleriyle ele alınıp incelenmektedir.
IMF, hükümet ve büyük patronların her şeyin ilacı olarak ilan edip yaklaşık bir buçuk yıldır uyguladıkları program, geçtiğimiz ay, kendisinden öncekiler gibi iflas etmiştir. IMF programı doğrultusunda izlenen emek düşmanı politikalar ve hükümet cephesinde yaşanan yolsuzluk, rüşvet vb. skandallar, emekçi halkın siyasi iktidar konusunda taşıdığı “güven ve beklentinin” kaybolmasına yol açmıştır, İşçi-emekçi sınıfların alım gücünün her geçen gün daha da düşmesi ve gerçek ücretlerde yaşanan erime; dolaylı dolaysız vergiler, iğneden ipliğe her şeye yağmur gibi yağdırılan zamlar, işten atmalar, milyonlarca ve milyonlarca emekçinin tepki ve öfkesini artırmaktadır.
Böylesine önemli bir dönemde bu tepki ve öfkenin örgütlenmesi ve emekçiler içinde yürütülecek faaliyette gösterilebilecek zaaflar konusunda ise önceden uyanık olmak hayati önem taşıyor.

AYDINLATMA ÇALIŞMASI VE KENDİLİĞİNDENCİLİK
EMEP, 1 Aralık’ta gerçekleşen büyük emekçi eyleminin ardından yaptığı değerlendirmelerde, emek hareketinin iki önemli zayıflığına dikkat çekmiştir. Bunlardan birisi, zaman zaman aksi örnekler ortaya çıksa da emekçi eylemlerindeki lokalliğin temel olarak aşılamaması. Diğeri ise, emekçi eylemlerinin siyasallaşmasındaki zayıflıktır. Elbette böyle bir tespitin kendisi, beraberinde, bu iki eksikliği aşmanın ana dayanağını oluşturan işçi sınıfı partisinin yığınlara yönelik aydınlatma faaliyetinin gözden geçirilmesini ve her açıdan yeni bir düzeye yükseltilmesini de gündeme getirir. İşçi-emekçi yığınlara yönelik yazılı-sözlü aydınlatma faaliyetimiz ele alınıp değerlendirildiğinde herkesin üzerinde anlaştığı iki temel husus vardır. Birincisi; aydınlatma çalışmamızın dünya ve ülke gündemindeki politik gelişmeleri ve bunların içerisinden, işçi-emekçi yığınların bilincini ilerletmede etkili olacak en çarpıcı teşhir örneklerini kapsamadaki zayıflıktır. İkincisi ise; sorunun biraz daha teknik bir yönünü oluşturan süreklilik, canlılık ve ısrar konusudur.
Çeşitli düzeydeki parti yönetici organlarımızın ve fabrika-işyeri birimlerimizin yürüttüğü aydınlatma çalışmasını ele alıp incelediğimizde şunu görürüz: Aydınlatma faaliyetimizin konusunu daha çok işyerlerinde yaşanan sorunlar oluşturuyor ve bu sorunların ortaya çıkardığı kendiliğinden tepkinin kabardığı zamanlarla sınırlı bir aydınlatma çalışması yürütülüyor. Bunun dışına çıkan ve gerek uluslararası düzeyde, gerekse iç politika açısından sınıflar mücadelesinde önemli belirleyiciliğe sahip olan olaylar ve ortaya çıkardığı sonuçlara ilişkin partimizin düşüncelerini kitlelere taşıyan, bu doğrultuda işçi, emekçi yığınları uyaran, bilgilendiren ve eğiten, takınmaları gereken tutumu ortaya koyan bir pratik oldukça zayıf durumda. Olumlu örneklerden söz etmek ve bunların o alandaki parti örgütlerimizin kitle bağlarını güçlendirdiğini söylemek elbette ki mümkün. Örneğin, özelleştirme konusunda, özellikle de son dönemlerde TELEKOM, TEKEL ve THY’nin özelleştirilmesi, IMF programı ve buna karşı emeğin programı etrafında birleşilmesinin zorunluluğu konusunda bazı parti örgütlerimizin yürüttüğü aydınlatma çalışması bu açıdan dikkat çekicidir. İşçi-emekçi kitleler bundan etkilenmekte ve bu faaliyeti yürüten parti birimlerimizin işçilerle bağlarını güçlendirmesi açısından önemli ve olumlu sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Ancak bu çerçevede değerlendirilecek işyeri/fabrika birimlerimizin sayısının henüz sınırlı olduğu da açıktır. Kaldı ki en ileri olanlarında bile, “emeğin politikaları”nın açıktan ve yüksek sesle dile getirilmesi söz konusu olduğunda, özünde kendiliğindenciliğin ve sınıfa güvenmeyen bir ekonomizmin etkilerini görmek mümkündür. Şüphesiz aydınlatma çalışmalarında parti örgütlerimize etkisi görülen kendiliğindencilik ve ekonomizm bilerek ve isteyerek yapılan bir eksiklik veya zaaf değildir. Ancak bu eksiklikten kurtulmanın ve zaafları aşmanın, bu doğrultuda aydınlatma çalışmamızı her geçen gün daha da ilerletmek için işe bu gerçeği görerek; çalışmamızı bu yönden yeniden ve yeniden gözden geçirerek başlamak gerekir.
“Son yıllarda en yaygın olduğu haliyle bir sosyal demokrat çevre tipini alalım ve çalışmasını inceleyelim. Bu çevrenin ‘işçilerle bağı’ vardır ve bununla yetinir; fabrikalardaki rezaletleri, hükümetin kapitalistlere ayrıcalıklı davranışını ve polisin alçakça hareketlerini teşhir eden bildiriler yayınlar; işçilerle yapılan toplantılarda konuşmalar hiç ya da hemen hemen hiç, aynı konuların dışına çıkmaz; devrimci hareketin tarihi, hükümetimizin iç ve dış politikasının sorunları, Rusya ve Avrupa’nın ekonomik gelişimi sorunları ve modern toplumda çeşitli sınıfların konumları vs. üzerine konferanslar ve tartışmalar pek seyrek gerçekleşir; hiç kimse toplumun öteki sınıflarıyla, sistemle bağlar kurmayı ve geliştirmeyi düşünmez. Aslında böyle çevrelerin üyeleri için, kafalarında çizdikleri ideal politikacı resmi, sosyalist politik önderden çok, bir trade-union sekreteridir. Çünkü herhangi bir -diyelim ki İngiliz- trade-union sekreteri, işçilere daima ekonomik mücadele yürütmekte yardım eder. Fabrikalara ilişkin teşhirler örgütler, grev ve grev gözcüleri koyma (herhangi bir fabrikada grev olduğu yolunda herkesi uyarmak için) özgürlüğünü kısıtlayan yasa ve önlemlerin adaletsizliğini anlatır, burjuva sınıflara mensup hakemlerin önyargılılıkları üzerine işçileri aydınlatır vs. vs. Tek sözcükle, her trade-union sekreteri, ‘işverenlere ve hükümete karşı ekonomik mücadele’yi yürütür ve destekler.
Bunun henüz sosyal demokratizm olmadığı; bir sosyal demokratın idealinin trade-union sekreteri değil, nerede görülürse görülsün, hangi sınıf ya da katmanı hedef alırsa alsın keyfiliğin ve baskının bütün belirtilerine karşı tepki göstermeyi; bütün bu belirtileri polis zorbalığı ve kapitalist sömürünün genel bir tablosunda birleştirmeyi; sosyalist inançlarını ve demokratik taleplerini tüm dünyanın gözü önünde açıklamak için proletaryanın kurtuluş mücadelesinin dünya çapındaki tarihsel önemini herkese anlatmak için en küçük fırsattan yararlanmayı bilen halkın sözcüsü olması gerektiği ne kadar vurgulansa azdır.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 2, sayfa 106.)
Aydınlatma çalışmamızda ortaya çıkan kendiliğindencilik ve bunun altında yatan politik kavrayıştaki ekonomizmin daha iyi görülebilmesi açısından örnek vermek gerekirse şunları görürüz: Parti örgütlerimiz, işyeri/fabrika sorunları ve ekonomik taleplerden kaynaklı birçok direniş ve grevde işçilerin, emekçilerin yanında yer almakta, grev ve direnişlerin başarıyla sonuçlanması için çaba sarf etmektedir. Bu süreçte birçok işçiyle bağ kurmakta ve birçok işçi parti binalarımıza gelip, parti yöneticilerimiz ve üyelerimizle birlikte toplantılar yapıp direnişi değerlendirmektedir. Bu süreç bazen günlere, aylara yayılmaktadır. Ancak bütün bu zaman içerisinde parti binalarımıza kadar gelen işçilerle yapılan sohbetler, konuşmalar, kendiliğinden ortaya çıkmış eylemin nasıl kazanımla sonuçlanacağının, iş yasalarının ve iş mahkemelerinin değerlendirilmesinin, çeşitli teknik ve hukuki yardımların yapılmasının ötesine geçmemektedir.
Parti örgütlerimizde grevci, direnişçi işçilerle bir araya gelen yönetici ve üyelerimiz adeta, “işçilerle ne kadar az politika yaparsak o kadar yakınlaşırız, ya da ne kadar az politik konuşursak o kadar çok işçiyle bağ kurarız” gibi, işçi sınıfının bağımsız politik örgütü ve emeğin siyasetçisi tarafından kabul edilemez bir tutum takınabilmektedir.
Şüphesiz bütün bunlar, işçi sınıfı ve emekçileri aydınlatma ve daha ileri mücadelelere hazırlamada acil ekonomik talepler için mücadeleyi ve işçi hareketinin kendiliğinden kabarışını küçümsediğimiz anlamına gelmemektedir. EMEP ve örgütleri, elbette ki sınıfın acil ekonomik talepleri için de mücadele yürütmektedir ve bundan sonra da yürütecektir. Ancak altı çizilmesi gereken önemli bir nokta var ki o da şudur: İşçi sınıfı ve emekçilerin acil ekonomik talepleri ve kendiliğinden hareketin sınıflar mücadelesinde tuttuğu yeri en iyi kavrayan ve bu konudaki sorumluluklarını en ileri düzeyde yerine getirme yeteneğine sahip olan örgüt; işçi-emekçi kitleler içerisinde açıktan ve cesurca emekçi politikalarını savunabilen örgüt ve onun militan politikacılarıdır.
İşçi sınıfının bağımsız politik partisinin örgüt ve kadroları, kitlelere yönelik aydınlatma çalışması yürütürken, onların bilinç düzeyini, gerici-şovenist burjuva politik propagandadan büyük oranda etkilendikleri gerçeğini bilerek hareket ederler. Bu noktada da acil ekonomik talepler, emeğin politikası açısından önemli bir dayanak oluşturur ve çoğu zaman politik mücadele acil ekonomik taleplerin itici gücüne dayanarak etki alanını genişletir. Ancak işçi sınıfı partisinin örgüt ve kadroları kendisini bununla sınırlarsa, ya da gerek kendilerinin gerekse emek hareketinin ilerletilmesi için gerekli gıdayı, işyeri, fabrika sorunları, ekonomik-sendikal taleplerle sınırlı bir alandan almaya kalkarlarsa, kendiliğindencilik ve ekonomizmden başka gidecek yer kalmayacaktır.
Emeğin politikacıları, işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesiyle sınırlı bir politik ufka sahip oldukları için değil; politik ufukları, işçi sınıfı ve emekçilerin sermayenin, burjuvazinin sömürücü boyunduruğundan kurtularak, sınıfsız, sömürüşüz, eşit ve özgür bir dünyaya nasıl kavuşulabileceği gerçeğini kavradığı için, acil ekonomik talepler için de mücadele ederler ve kendiliğinden hareketi önemserler. Parti örgütlerimiz, işe politika katmadıkları için değil, açıktan emekçi politikalarını savundukları için, işçi sınıfı ve emekçilerin tek politik partisi biz olduğumuz için, emekçi kitlelerin çıkarlarını politik olarak doğru formüle edip, onları bilinçlendirdiğimiz ve mücadelelerine yön verdiğimiz için işçi ve emekçilerin bizimle birleşeceğini unutmamalıdır.
Parti kadrolarımız, kitlelere yönelik aydınlatma çalışmalarının eksikliklerine ancak yukarıda ortaya konan perspektifle yaklaştıklarında emek hareketi, lokallik ve siyasallaşamama sorunlarını, bundan kaynaklı zayıflıklarını aşma doğrultusunda somut ve ileriye doğru adımlar atabilecektir.

ÖRGÜTLENME VE KENDİLİĞİNDENCİLİK
Parti çalışmamızda kendiliğindenciliğin ortaya çıktığı bir diğer yön, partimize yeni işçilerin kazanılması; örgütlülüğümüzün güçlendirilip yaygınlaştırılmasıdır. Bilindiği gibi, ülkemizde işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye sınıfına karşı yürüttüğü mücadelede, sendikal örgütlenme önemli bir yer tutmaktadır. Sendikasız işçinin, sendikalı işçiye oranla daha fazla ezilip baskı altında tutulduğu ve hiçbir sosyal hakka sahip olmadan, vahşi kapitalizm koşullarını aratmayacak bir artı-değer sömürüsüyle karşı karşıya olduğu; sermaye sahibi sınıfların uluslararası ve ulusal ölçekte sendikal örgütlülüğe karşı yoğun bir tasfiye saldırısı yürüttüğü, sendikalı işçi sayısının azlığı ve işçiler arasındaki sendikalaşma isteğinin, eğiliminin yaygınlığı düşünüldüğünde, bu durumun uzunca bir süre daha varlığını sürdüreceğini söylemek kâhinlik olmaz.
Hal böyle olunca, işyeri, fabrika çalışması yürüten parti birim örgütü ve üyelerimiz, sendikal mücadele ve örgütlenme konusuyla sürekli artan oranda yüz yüze gelmeye devam edecektir. Sınıflar mücadelesinin bugünkü objektif koşulları göz önüne alındığında bunda garipsenecek bir durum yoktur. Aksine, özellikle genç işçi yığınları başta olmak üzere geniş işçi, emekçi kesimlerin sendikasız, sigortasız çalıştırıldığı, bu durumdaki işçilerin sayısının her geçen gün daha da arttığı, özelleştirme, esnek çalışma, taşeronlaştırma gibi uygulamaların sendikasızlığı daha da körüklediği vb. vb. olgular düşünüldüğünde parti örgütlerimiz, sendikal hareketin sorunlarının çözümü ve sendikalı işçi/işyerinin çoğalması için daha fazla çaba sarf etmek durumundadır. Ve elbette parti örgütlerimizin böyle yapması sendikalizm ve bu temelde bir kendiliğindencilik anlamına gelmez.
Ancak bugüne kadarki ve bugünkü çalışmalar düşünüldüğünde, bazı parti örgüt ve kadrolarımızın, sendikalaşma faaliyeti yürütürken, sendikalizm ve kendiliğindencilik tuzağına düşmekte olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Dahası, genel olarak işyeri, fabrika çalışmasında, partiye yeni işçiler kazanma, onları eğitme ve doğal işçi örgütü durumundaki çevrelerle ilişkileri ilerletme konusunda örgüt ve kadrolarımızın, sendikalizmin ve bu temelde kendiliğindenciliği alt etmekte zorlandığını görüyoruz.
Parti örgütlerimiz, kitle çalışması yürütüp, kitle hareketini ilerletecek bir anlayışla mesleki, sendikal kitle örgütlenmesine sahip çıkarken; sermayenin, onun sınıf içindeki ajanlarının ve onların değirmenine su taşıyan küçük burjuva, sapkın politik tutum ve anlayışlara karşı kitle örgütlerini savunurken ve buralarda mevzilenmeye çalışırken, politik örgütlülüğümüzü ilerletme, güçlendirip sağlamlaştırma ve yeni üyeler kazanma konusunda oldukça “mütevazı” davranmaktadır. Bu “mütevazılığın” temelinde, “biz işçilerin uğradığı haksızlıklara karşı onlara sahip çıkalım, sendikal bilinçle sınırlı -böyle söylenmese de pratik tutum ve ortaya çıkan tablo bunu göstermektedir- eylemlerine, direnişlerine olabildiğince yardımcı olalım, süreç içerisinde onlar gerçeği görecek ve doğru yolu bulup partimize gelecektir” anlayışı yatmaktadır. Bugün birçok parti örgütümüzün ve genel olarak partimizin sınıf içerisindeki örgütlülüğünün olması gereken yerin uzağında olmasının altında bu tür anlayışlar yatmaktadır. Bundan dolayıdır ki, sendikasız işçi kitleleri içerisinde sendikalaşma isteği, buna bağlı olarak gündeme gelen sendikalaşma çabası ve bütün bu durumu yöneten kendiliğinden, sendikal bilinçle sınırlı kabarışlar, parti örgüt çalışmamızı ilerletip yaygınlaştırması, güçlendirmesi için bir olanak olması gerekirken, kolaycılığı seçip, politik örgütlülükten, sınıf bilincinin geliştirilmesinden kaçış anlamına gelecek bir pratiğin yaşanmasına vesile olabilmektedir.
Kitlelerin bilinçlendirilmesine yönelik aydınlatma çalışmasında verdiğimiz örnekten hareketle, örgütlenme konusunda ortaya çıkan bu kendiliğindenciliğin daha somut görülmesini sağlamaya çalışalım: Parti örgütlerimiz, işyeri/fabrika sorunları ve ekonomik taleplerden kaynaklı birçok direniş ve grevde işçilerin-emekçilerin yanında yer almakta, grev ve direnişlerin başarıyla sonuçlanması için çaba sarf etmektedir. Bu direnişlerin bir kısmı sendikalaşma amaçlı olurken, bir kısmı da sendikalı işyerlerinde çeşitli ekonomik, sendikal taleplerle gündeme gelen grevler şeklinde yaşanmaktadır. Bu süreçte birçok işçiyle bağ kurmakta ve birçok işçi parti binalarımıza gelip, parti yöneticilerimiz ve üyelerimizle birlikte toplantılar yapıp direnişi veya grevi değerlendirmektedir.
Bu süreç bazen günlere, aylara yayılmaktadır. Ancak bütün bu zaman içerisinde parti binalarımıza kadar gelen işçilerle, partimizin programını, partili mücadelenin zorunluluğunu, bunun için de partiye üye olup, işçi sınıfı ve emekçilerin kuracağı yeni bir dünyanın mücadelesini vermek gerektiğini, aksi takdirde ezilen milyonlarca emekçinin “kötü kaderlerini” değiştirmenin mümkün olmayacağını vs. vs. anlatarak, onların işçi sınıfı partisinin saflarına katılmasını sağlamak için bırakalım özel bir çabayı, normal ve doğal olan bir yaklaşımı bile ortaya koymaktan uzak olunabilmektedir. Ne adına? “Partiye gelen işçilerin yanlış anlayıp partiden uzaklaşması, EMEP’i diğer partilerle aynı kefeye koyması ve bu durumda bir çuval incirin berbat edilmesi” vb. vb. kaygılar adına.
Ancak bütün bu görünürde iyi niyetli ama gerçekte “cehenneme giden yolların taşlarını döşeyen” ileriye yönelik yatırımlar(!) yapma anlayışı; “bir çuval inciri berbat etmekte” ve özünde kendiliğindenciliğin, sendikal bilincin işçiyi getirdiği noktadan onu alıp daha ileri bir bilince taşıma gibi, işçi sınıfı partisinin olmazsa olmaz işlevinin yerine, kendiliğindenciliği egemen hale getirmektedir. Sonuçta da, büyük çoğunlukla, ne direniş başarıya ulaşmakta, ne sendikalaşma gerçekleşmekte, ne ekonomik çerçeveyle sınırlı da olsa talepler elde edilebilmekte ne de geleceğe yönelik yatırımın en önemli ifadesi olan işyerinde parti örgütü kurulması konusunda somut adımlar atılabilmektedir. Hatta çeşitli sendikalaşma çalışmalarının ve direnişlerin sonuçsuz kalması örneklerinde olduğu gibi, işçilerin işten atılması gibi yaygın olarak ortaya çıkan sonuçlar, zaman zaman partiye olan güvenin zayıflamasına bile neden olabilmektedir.
Dolayısıyla parti örgütlerimiz ve örgütçü parti kadrolarımız, çekirdek bir parti örgütlülüğü yaratamadan, işyeri, fabrika çalışmasının merkezine bunu koymadan, bir emeğin politikacısının üzerine düşen görevi yerine getiremeyeceğini, oynaması gereken rolü oynayamayacağı gerçeğini görmek zorundadır. Bunun için gerekli ve yeterli örnekler, deneyimler ve pratik göstergeler, bugün hiçbir dönem olmadığından daha fazla mevcuttur. Bu tutumda ısrar eden bir parti örgütü ve örgütçüsü, işçilerin sendikal örgütlenmesinin sağlanması başta olmak üzere, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuvaziye ve onu güçlendiren tutum ve anlayışlara karşı, işçileri ve partilerini güçlendiren değil, zayıflatan bir rol oynayacağını bilmelidir. Çünkü böyle bir durumda, işçi sınıfının politik örgütlülüğünün ve bilincinin ilerletilmesi görevi “Allaha havale edilecek”, partiye yeni üyeler kazanma sorumluluğu da “Allaha kalacaktır”.

ÖRGÜTLENMEDE KENDİLİĞİNDENCİLİĞİ AŞMAK İÇİN
Parti örgütlerimiz, kendiliğindenciliği aşmak için, her düzeydeki parti-örgüt ilişkisinin bir organ ilişkisi olarak gerçekleşmesi ve bu eksende kurumlaşması için çaba sarf etmelidir. Bugün birçok yerel parti örgütümüzün parti politikalarını örgüte kavratma ve günlük politik çalışmayı planlayıp yürütmede sahip olduğu örgütsel platform genel üye toplantılarıyla sınırlıdır. Büyük oranda kararlar, örgüt çalışmasındaki görevlerimiz, planlar ve hedefler tartışılırken birim çalışmasının yerini; yönetici organ toplantısı, ardından da genel üye toplantısı yapmakla sınırlı olan, dolayısıyla zaman içerisinde örgüt ve üyeleri şekilsizleştiren, örgütlü, birim temelinde çalışma fikrini zayıflatan bir çalışma tarzı almaktadır. İşçi sınıfının bağımsız politik örgütünün sorunları ele alışı; siyasal, ekonomik, sosyal gelişmeleri değerlendirme, kararlar alma, planlar yapma ve bunları hayata geçirmedeki çalışma tarzı, merkezi bir mekanizma içerisinde şekillenir. Bu örgütsel mekanizma, organdan organa ilişkiyi canlı ve sürekli kılıp, kurumlaştırmayı gerektirirken, ancak böyle bir mekanizma içerisinde, örgüt ve üyeler günlük çalışmayı disiplin, denetim ve üretken bir tarzda sürdürebilirler. Yine ancak böyle bir mekanizma içerisinde fabrika ve işyerindeki bir parti birimi merkezi parti organının o alandaki izdüşümü olabilir.
İşçi sınıfının bağımsız politik partisinin neden birimler temelinde örgütlenip, birim çalışması yürütmesi gerektiğini hatırlayarak durumu daha da iyi kavrayabiliriz: “Bugün kendisine ister emekçi partisi desin, ister başka türden bir niteleme yapsın bütün partiler, iller ve ilçeler, dolayısıyla bölge esasına göre örgütlenmişlerdir. İnsanlar hangi ilçe ya da semtte oturuyorlarsa o ilçe örgütünün üyesidirler. Bu örgütlenmenin mantığında, partili olmanın ve parti çalışmasının esası partiye üye kazanmak ve seçimden seçime oy vermek vardır. Başka bir söyleyişle bu tarz örgütlenmede, özel olarak seçilmiş üst düzey yöneticiler politika yapacaklar; bunlar dışındaki parti üyelerinin politikaya tek katılış biçimi oy vermekten ibarettir.
Bunun anlamı ise, düzenin kendilerine biçtiği rolle sınırlı bir politika ve kitle ilişkisiyle yetinmektir. (…) Bu tarz bölgesel esasa göre örgütlenen, kendisine sosyalist ya da benzer adlar takan partiler için de sonuç değişmez. Bunlar; ne kadar çok emekten, emekçiden, işçiden, yığınların politikaya çekilmesinden, sokak ve emekçi inisiyatifinden vb. söz ederse etsin, emekçi yığınlar adına politika yaptığını iddia eden azınlık seçkinlerin partisi olmaktan kurtulamazlar. (…) Birim çalışmasının mantığı ise; tam tersine, politikayı doğrudan emekçilerin yaptığı, her partilinin gündelik olarak politikaya bütün boyutlarıyla katıldığı, dahası emekçi tarzı bir politikanın ancak yığınların gücünü sahneye çekerek yapılabileceğini esas alan bir çalışma tarzını zorunlu kılar. Çünkü birim örgütü, yığınların gündelik mücadeleyi sürdürdükleri üretim ve hizmet birimleri içinde kurulur ve ister istemez yığınlarla günün her saati iç içe ve yüz yüzedir.” (Birim Örgütlenmesi Nedir? Emek Eğitim Dizisi 1)
Parti örgütlerinin her düzeyde organdan organa bir ilişkiyi sürdürmesinin zorunluluğu, alıntıda ortaya konan birim anlayışı temelinde örgütlenme ve mücadele etmenin gereğidir. Bu alıntıyla birlikte, aylarca toplantı yapmamış, sorumlu yönetici organıyla bir birim örgütü olarak bir araya gelmemiş, zaman zaman yapılan ayaküstü görüşmelerde veya genel üye toplantılarında partinin dönemsel politika ve taktiklerinden haberdar olmuş, herhangi bir işyeri veya fabrikada bulunan parti üyelerinin durumunu düşünelim. Böyle bir örgüt ve üyelerin politik ve örgütsel sorumluluklarını yerine getirmesi, sonuçların izlenmesi, değerlendirilmesi ve somut, iradi müdahalelerde bulunulabilmesi mümkün müdür? Üyelerinin günlük politikaya bütün yönleriyle katılması; işçi, emekçi kitlelerin gücünü politik mücadele sahnesine çekmesi söz konusu olabilir mi? Dahası, merkezi bir örgüt mekanizmasının günlük işleyişi her düzeyde organdan organa ciddi bir ilişki olarak kurumlaşmazsa, parti üyelerinin günlük mücadele içerisinde eğitimini mümkün olan en ileri seviyede gerçekleştirmenin olanakları var mıdır?
Elbette ki bu sorulara verilecek yanıt, hayır’dır. Öyleyse örgütsel kendiliğindenciliği yenmek için, parti tüzüğünün ortaya koyduğu örgütsel mekanizmayı, işleyişi; örgütlenme ilkeleri ve parti içi yaşama (EMEP Tüzüğü, Madde 3) uygun olarak, titizlikle uygulamak gerekir. Elbette ki bu donmuş ve bir kez gerçekleştiğinde bir daha değişmeyecek bir şey değildir; sürekli bir çabayı ve ısrarı gerektirir. Çünkü ancak böyle bir işleyiş içerisinde, her parti üyesi ve yöneticisi bildiği, kavradığı kadarıyla politika yaparsa, pratik görevler için koşturursa hem kitle hareketinde hem de parti örgütlülüğünde ilerleme sağlanır. Dahası, ancak böyle bir işleyiş içerisinde bir parti üyesi açısından kendisini sürekli politik olarak geliştirmek, çalışmasının temposunu ve niteliğini yeni bir düzeye çıkarmak somut bir ihtiyaç haline gelir. Ötesi, işi laf içerisinde boğmaktan başka anlam taşımaz. Pratik ile söz arasındaki ilişkiyi tepetaklak etmekten öteye gitmez.
Bunun için, gerekli titizliği göstermek ve organlar-arası ilişkide gevşekliğe, genelliğe izin vermemek, başarılı ve değiştirici, ilerletici bir devrimci çalışmanın olmazsa olmaz koşuludur.

KENDİLİĞİNDENCİLİĞE KARŞİ DEVRİMCİ BİR SİLAH: GÜNLÜK İŞÇİ BASINI
Parti örgütlerimizin gerek aydınlatma çalışması açısından, gerekse örgütlenme ve örgütsel işleyiş açısından mevcut amatörlükleri aşmak ve kendiliğindenci eğilimleri kırmak için çalışmalarının merkezine koyacağı temel araç, günlük işçi basınıdır. Günlük işçi basını, gerek süreklilik açısından gerekse sınıflar mücadelesinin konusu olan iktisadi, sosyal, siyasal gelişmelerin günlük analizini ilk elden ve hızla yapan merkezi bir araç olması yönüyle, bütün alanlardaki parti örgüt ve üyelerimizin aydınlatma ve örgütlenme çalışmalarının ekonomizm ve kendiliğindencilik hastalığına düşmeden sürdürülmesinin biricik devrimci silahıdır. Günlük işçi basınının okunması, okutulması; başta ileri, doğal önder konumundaki işçiler olmak üzere en geniş işçi kitlesine ulaştırılması teknik-pratik bir görev değildir. Aksine politika yapma aracıdır ve gerekli önem verilip, örgüt çalışmasının merkezine oturtulmadığı her koşulda, parti örgütlerinin veya üyelerinin politika dışına düşmesi ve kendiliğindenciliğin batağına saplanması kaçınılmazdır. Günlük işçi gazetesinin işçilere-emekçilere ulaştırılması için harcanan çaba, gösterilen titizlik ve ilgi, işçi sınıfı ve emekçilerin politik mücadeleye, partili yaşama kazanılması için verilen çaba, titizlik ve ilgi anlamına gelir. Bir parti örgütümüzün bu devrimci silahı kullanmadaki düzeyi, cesareti ve kararlılığı, emeğin politikasını yapmadaki düzeyi, cesareti ve kararlılığına eşdeğerdir.
Bugün hangi parti örgütümüzü ele alırsak alalım çalışma ve örgütlenmesinin gelip dayandığı nokta şudur: Günlük işçi gazetesi karşısındaki konumumuz veya bir başka deyişle günlük işçi gazetesinin çalışmamız içerisindeki konumu neyse, işçi-emekçi yığınların aydınlatılması ve partili/politik mücadeleye kazanılması işi içerisindeki konumumuz da odur. Bugün ancak bu gerçeği görüp, aydınlatma ve örgütlenme faaliyetimizi bu anlayışla yeniden ve profesyonel bir kurumlaşma temelinde ele alırsak ilerleme şansımız olacaktır. Bu noktada temel rolü oynayacak olanlar ise en ileri düzeydeki parti fonksiyonerlerimiz ve her düzeydeki parti yönetici organlarımızdır. İşyeri ve hizmet birimlerinde bulunan parti birim örgütü veya tek tek üyelerimizin, bu alanlardaki çalışmalardan sorumlu en üst düzeydeki parti fonksiyonerlerimizin çalışmalarının ilerleme, gelişme durumuna baktığımızda, yukarıda ortaya konan anlayışla hareket edenlerin başarılı oldukları görülecektir. Dahası, sadece işçi emekçi kitleler içerisindeki aydınlatma ve örgütlenme faaliyeti değil, örgüt içi ilişkiler (organdan organa ve üyeler arasındaki ilişkiler) de yeni bir düzeye, ciddiyete, üretken ve politik seviyeye yükselmektedir.
Bütün bunların ışığında ihtiyacımız olan şey; parti örgüt çalışmamızı ve üyelerimizin çalışmaya katılımını daha ileri bir düzeye çıkarma çağrısını inatla, kararlılıkla ve cesaretle yaşama geçirmek için devrimci bir ısrardır. Bunları yaparsak, sınıflar mücadelesinin önümüze koyduğu güncel politik görevleri yerine getirebilir, hep daha ileriye doğru adımlar atabiliriz.

Mart-Nisan 2001

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑