Vural Savaş’tan Sami Selçuk’a demokrasi tartışmaları

Uygulama başka alanlarda yoğunlaşsa da, siyasal tartışma, özellikle son aylarda belirli bir noktada yoğunlaşma gösteriyor.
IMF paketleri yeminli uygulayıcılar elinde tüm hızıyla uygulanıyor. Özelleştirmeler hız kazandı. “Enflasyonu düşürme” gerekçesiyle toplu iş sözleşmelerinin yüzde 25’in üzerinde bir ücret artışıyla bağıtlananı yok gibi. Grevler yasaklanıyor. Örgütsüz toplum yaratmak üzere, sendikalar yetkisizleştirilerek, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü neredeyse sıfırlanıp siyaset yapma hakkı üzerindeki cendere daraltılarak, F Tipi ile cezaevleri, yok etme merkezlerine dönüştürülmek istenerek baskı artırılıyor. GAP haraç mezat yabancı sermayeye pazarlanıyor. Emperyalist dayatmalarla tarım ve hayvancılık ölüm noktasına getiriliyor. ABD’nin dümen suyunda İsrail’le kol kola “Yeni Dünya Düzeni”nin jandarmalığını paylaşın adımlar birbiri ardına atılıyor. Topluma dayatılan her adım, AB üyeliğine endekslenerek, halkın, tahakkümü altında kıpırdayamaz olduğu ABD ile birlikte emperyalizme bağımlılık perçinlendikçe perçinleniyor.
Ve Türkiye “demokratikleşme”yi, “hukukun üstünlüğü”nü, “insan haklarını, “düşünce özgürlüğü”nü vb. tartışıyor. Tartışma bu noktada dönüyor görünüyor!
Demokratik hak ve özgürlükler birbiri ardına fiilen tırpanlanır ve muhaliflik “babayiğitlik” düzeyine yükseltilirken, bu “demokrasi” tartışması da neyin nesi? Bu kadar çok “demokrasi” isteniyorsa neden bu halde ülke ve uygulamalar neden bu denli aykırı?
Üstelik demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi konularda şimdi en çok konuşanlar; bu alanlardaki olumsuzluklardan en çok zarar gören, bu nedenle ezilenler kategorisini oluşturan işçileri, emekçileri ve kaderlerini onlarla birleştirmiş namuslu aydınları bile geriye iterek seçkinlerin, bürokrasinin arasından çıkıyor. Görüntü bu.

“YUKARIDANCILIK” BİÇİMİ OLARAK BEKLENTİCİLİK
Demokrasi, hak ve özgürlükler, insan hakları alanlarındaki oldukça koyu karanlık, bu “yukarıdan” konuşanlar açısından bir iyimserlik, hatta daha da ilerisi, bir beklenti oluşturmuyor değil. Özellikle demokrasi ve insan hakları alanlarında ilerlemeyi halkın (bu arada hep ileri sürüldüğü gibi “temsilcisi” olarak kendisinin) güç ve olanaklarında görmeyip “demokratik” Avrupa’ya ihale edenler, bu iyimserlik ve beklentileri olumlamakla kalmıyor, körüklüyorlar. Avrupa’dan ve zaten yönetmekte olanlardan, devlet çarkının en belirgin dişlilerinin başlarında bulunanlardan, seçkinlerden beklenen “demokrasi”, demokrasiden başka her şeydir ama asla demokrasi olamaz.
Ancak, yine de, “hukukun üstünlüğüme vurgu yapan, bu kavramın öngördüğü hukuk karşısında eşitliği ya da biçimsel eşitliği herkesle eşit olarak kırmızı ışıkta duran, çarşı pazarda alışveriş eden vb. bir cumhurbaşkanı olarak kendi şahsında uygulayan ve aynı kavramı gerekçe göstererek YÖK’ün 9 Eylül Üniversitesi rektör adayı ile “memur kararnamesini onaylamayan A. Necdet Sezer, iyimserlik arayışındaki beklentiler ortamında öne çıkıyor.
İsmi üzerinde parlamentoda sağlanan konsensüs, belki de en çok “demokratik hukuk devleti” olarak görünme ihtiyacının karşılanmasına yönelikti. Henüz cumhurbaşkanı seçilmeden ve Anayasa Mahkemesi Başkanı iken yaptığı konuşmalardan hareketle, en başta medya bu yöndeki beklentileri yaymaya önem verdi. HADEP ve ÖDP gibi siyasal partiler ve bir dizi “demokratik örgüt” ile “Avrupa demokratizmi” kaynaklı propaganda merkezleri bu beklentiyi beslediler.
Bugün Türkiye’de hukukun üstünlüğü savunulmamalı mıdır? Bunu kimse iddia edemez. Peki, öyleyse bir cumhurbaşkanının bu kavramı savunmasından rahatsız olmak mı gerekiyor? Her ne kadar örneğin “memur kararnamesi”nde “içeriğine itirazım yok kanunla düzenlensin” türü geri bir biçimciliğin ötesine geçmese bile, bu da rahatsızlık konusu edilemez. “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” ya da “bazen rutin dışına çıkılabilir” diyen cumhurbaşkanları ardından A. Necdet Sezer’in ülkenin sıkıntılarını artırmayacağı ortadadır.
Sorun, Sezer’in kişiliği ve görüşlerinin ötesindedir. Cumhurbaşkanı hukukun üstünlüğü ya da eşitliğin sağlanması veya demokratikleşme sorunlarında -trafik ışıklarına uyma vb.nin ötesinde-yapabileceği çok şey olan bir konumdadır. Sorun, hukukun üstünlüğü ve onun temeli olarak toplumun demokratik yeniden örgütlenmesinin başlıca dinamiğinin nerede aranacağına ilişkindir. Cumhurbaşkanları hiçbir zaman hiçbir biçimde demokratikleşme dinamikleri arasında yer alamaz değildir. Bunun kanıtlanması için çok şey gereklidir ama teorik olarak ya da Şili ve Allende deneyinde izlendiği üzere böyle bir dinamiğin ortaya çıkması durumunda bile halk, en başta işçi ve emekçiler, demokrasinin asıl dinamiği, gücü ve beklenti kaynağı durumundadır. Bunun pratik bir kanıtı, tekelci sermaye medyasının işçi ve emekçilerin on binlerle demokrasi talep eden eylemlerine hiç yer vermezken, Sezer hakkında -sonradan resmi politika ile belirli bir makas açıklığı nedeniyle devirme ya da istifa zorlamasına kadar varan tutumlar geliştirilse de- beklenti yaymada çekince duymamasıdır. Medya, ne denli “demokrat” olursa olsun, işin içine mücadeleci halk katılmadığında, koşullandırma ve dezenformasyon, işlevini yüklendiği hatta psikolojik savaşın bir bileşeni olduğu tekelci düzenin Sezer ya da benzeri kişiliklerden zarar görmeyeceğinin farkındadır. Yaratılan beklentinin ise, halkın uyanışını ve demokrasi mücadelesinin başlıca öznesi olarak ortaya çıkışını olumsuz etkileyeceğini bilmekte ve Sezer’in, demokrat ya da değil, kişiliği ve görüşlerinden bağımsız olarak, bu beklentiyi pompalamaktadır.
Demokratikleşme, düşünce özgürlüğü ve insan hakları, ayrıca kuşkusuz yine hukukun üstünlüğü tartışmalarında iki yıldır yaptığı adli yıl açış konuşmalarıyla öne çıkan bir başka isim, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’tur. Özellikle ’99 konuşmasıyla görüşleri ve siyasi eğilimi üzerine yaygın bir tartışma açılan ve uzun süre medyanın gündeminde kalan Selçuk, akademisyen kimliğiyle yaptığı konuşmalarla, AB ile ilişkilerin bugün geldiği noktada, üst sınıfların belirli bir eğilimini yansıtmaktadır. Konuşmalarında egemen resmi görüşle çelişmelerini belirli bir üslupla ortaya koymaktan kaçınmayan Selçuk, bu tutumunun bedelini ödemeye başlamış görünmektedir. Medya’da bu yıl kendisine pek yer bulamamış, hatta -kitap yazmasaydı da konuşma yapsaydı gibi resmiyetin kendisinden beklediklerine uyumlu davranmadığını ortaya koyan- bazı alaylı eleştirilere de muhatap olmuştur. “Özgür bireyden, “herkes için özgürlük” ve “eşitlik”ten, “yaşam biçimini kültüre dönüştürme hakkı”ndan, “çoğulculuk”tan, “gerçeğin göreceliğinden”, “eleştirel akıl” ve “hoşgörü”den, “savaş yerine barış üretmek”ten söz eden (Özlenen Demokratik Türkiye, sf. 165–168), “Yolumuz bellidir… demokratik değerlerle demokrasiyi inşa etmek … Çözüm … kendini yeniliklere uyarlayamayan sistemi düzeltmekte odaklaşıyor.” diyen (Agy, sf. 17) Selçuk bu tür bir muameleye uğrayacağını kuşkusuz bekliyor olmalıdır. “Demokrasi” üzerine tartışılır, ancak kendisinin de yakındığı ve “açmazlarımız” arasında saydığı gibi “burası Türkiye”dir (sf. 17) ve “Türkiye’nin koşulları” (sf. 158) önyargı ya da saplantısına uygun davranılır. Ayağı denk almak gereklidir. Hiç dinlemez, Yargıtay Başkanı’nı yok sayar ve dalga geçerler!
Resmi görüşün ana eğilimiyle aykırılık halindeki görüşlerini oldukça cesaretle savunan Selçuk’un kendisini ortaya atışı, iyimserlik ve beklenti yayıcılığı fazlaca umutlandırdı.
Yine Selçuk da, kişiliği ve görüşlerinden bağımsız olarak toplumun resmi örgütlenişinin belirli bir noktasındadır; cumhurbaşkanına göre daha cesur çıkışlar yapmasına karşın yapabileceği şeyler toplumun sıradan bireyleriyle kıyaslandığında kuşkusuz çok fazladır. Ve üstelik yapabileceklerinin tümünü yapması durumunda bile, halk demokrasi mücadelesinde “etkin bir aktör” (sf. 54) olarak yer almadıkça ülkenin demokratikleşmesi hayal olarak kalır. Selçuk ve ortaya koydukları açısından da beklenti yayıcılık-tan kötüsü yoktur ve dolaysızca halkı siyasal mücadeleye katılmaktan alıkoymaya yönelik bir rol oynar.
Beklenticilik dışlandığında, gerçekten demokrasi isteyen ve demokrasi için mücadele eden en başta işçiler açısından, Sezer ve Selçuk’un demokrasi ve hukukun üstünlüğü savunuculuğu pozisyonu aldıklarını açıklamalarında bir olumsuzluk olamaz. Sorun, ortaya atılan görüşlerin geçerliliği, doğruluğu/yanlışlığı ve demokrasi mücadelesini geliştirmeye katkıda bulunup bulunmadığı noktasında önem kazanır. Bu açıdan özellikle S. Selçuk’un ortaya koyduğu görüşlerin eleştirisi gerekli olmaktadır.

AB İLE İLİŞKİLER DEMOKRATLARIN SAYISINI KABARTTI
Türkiye’nin gündemine oturmuş gibi görünen “demokrasi”, “demokratikleşme”, “insan hakları” vb. konulu tartışmanın yine görünür tarafları yalnızca Sezer ve Selçuk’tan ibaret değil.
Son ABD “gezisi”nden döndüğünden bu yana Mesut Yılmaz ve parti olarak ANAP demokrasi dinamiği haline dönüşmüş görüntüsü veriyor. Bu yeni imaj, AB’ye uyum süreci ve gerekleri ileri sürülerek, makyajlarla tazelenmektedir. Yılmaz’ın “demokratikleşme” savunuculuğu safına geçmesinin gerekçesi ÖDP ve HADEP’le çakışmakta ve AB “demokratizmi”ne bağlanmaktadır. Bu iki partiden ANAP ve Yılmaz’ın farkı, üst tabaka “demokratı” olmalarında, aynı zamanda enerji ihaleleri, uçak ve tank ihaleleri ile özelleştirmelerin altına imza atmaları ve hükümet ortağı bulunmalarıdır.
Erbakan ve FP, 28 Şubat’tan bu yana, rejimden dışlandıkça ivmesi artarak “demokrasi” savunuculuğuna kaymışlardır.
Ecevit zaten “demokrasi” savunucusudur. Çiller “demokrasi paketi” bile açıklamıştır!
Geriye bir MHP kalmaktadır. O bile “merkez parti” iddiasıyla “demokrasi” savunuculuğuna ulaştı ulaşacak!
Adına “milli birlik ve bütünlük” ile “kamu düzeni” üzerine gerekli oldukça demeçler verilen TSK ve her toplantısının ardından “demokratik laik hukuk devletine yönelik tehditler” üzerine kararları açıklanan MGK sayılmazsa, iyi ki Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş var! Yoksa memleket elden gidecek!
Ekonomik temelleriyle sosyal dayanaklarından koparılarak “demokrasi” tartışıldığında, hem herkesin demokratlığı olanaklı olmakta hem de tartışma kayıkçı dövüşüne dönmektedir. Bundan kolayı yoktur; üstelik gündem de saptırılmış olmaktadır. Tekellere ve egemenliğine en küçük zarar vermeyen, IMF vb. dayatmalarını, küreselleşmeyi, sınıf çatışmalarını dışlayan laf yarışına, demokrasi tartışmaları adı takılarak, ancak düzen rahatlatılmış oluyor.

BİR KAVGACI “DEMOKRAT”: V. SAVAŞ
Süregelen demokrasi tartışmalarına o da bir kitap yayınlayarak katıldı.
Kitabı, RP ve R. Tayyip Erdoğan iddianameleri de içinde olmak üzere aktarmalar toplamından oluşuyor. Arada “şu yazara katılıyorum” gibi cümleler de yazılmamış olsa tamamen derleme olacak. Kitaba adını da veren “militan demokrasi” savunuculuğunu yapıyor. Anlaşılacağı gibi Savaş da “demokrasi” savunucusu! Son yılların modası olarak bütün emperyalist müdahalelerin de “insan hakları ve demokrasi” adına gerçekleştirildiği dünya üzerinde olduğu gibi Türkiye’de de “demokrasi”yi savunmayan yok!
Bu durum, iki şeyi birden gösteriyor: Birincisi, hâlâ ezilenlerin demokratik özlemleri görmezlikten gelinemiyor, bu nedenle savunulur gibi yapmak ihtiyacı doğuyor. Ve ikincisi, ne kadar gerici, emperyalist zorba, halka karşı baskı uygulayıcısı, darbeci, işgalci, yasakçı varsa, ayrımsız tümü bu doğrultudaki görüş ve uygulamalarını “demokrasi” adına savunuyorsa; demokrasinin kendisi, sadece lastik gibi uzayıp kısalan her bedene uyan bir giysi haline gelmekle kalmamakta, tüm savunucuları, hem de birbirini dışlamadan tek bir “demokrasi” ortak paydasında birleşebildiklerinden ve tartışma hemen yalnızca sınırlama ve yasaklamaların ölçüsünde ortaya çıktığından, sınırlarıyla birlikte iflas halindedir.
Vural Savaş ve kitabı, adı ve temel tezi olan “militan demokrasi” ile bu iflasın önde gelen itirafı ve kanıtıdır.

SINIRLAR VE YASAKLAR
Savaş, RP’yi suçlar ve dine dayalı bu partinin tanrısal hukuk, kulun Allah ve halkın lider, kadının erkek karşısındaki eşitsizliği, şeriatın özgürlük ve demokrasi ile bağdaşmazlığını vb. hareket noktası olarak alışını eleştirirken “hukukun üstünlüğü”ne (sf. 187 ve 193), eşitlik ilkesine (188), “özgür düşünme ve tartışma”ya, hatta “bireylerin aktif ve örgütlü katılımı”na (sf. 187) dayanan “demokrasi”yi savunmaktadır. “Demokrasi”de “yöneticinin halk olduğu”nu ve “halkın iradesinin) en üst irade olarak kabul edilmekte” (sf. 186) olduğunu bile söylemektedir. Buraya kadar demokrattır. RP’yi demokrat olmamakla, demokrasiyi sınırlandırmak ve hatta yok etmeyi savunmakla, dışlamakla suçlamaktadır.
Ancak kendine gelince, özgürlüklerin sınırlandırılmasını ve hukuk yerine keyfiliği olabilir en üst düzeyde benimsemekte ve savunmaktadır.
TBB Başkanı Eralp Özgen’in “… özgürlüklerin de sınırının olacağına inanıyor ve bu nedenle demokrasinin, demokrasiyi yok etme özgürlüğünü de içerdiği düşüncesine katılmıyoruz… her özgürlüğün sınırı olduğu gibi düşünceyi açıklama özgürlüğünün de sınırları vardır.” (sf. 133 ve 135) şeklindeki görüşüne Savaş aynen katıldığını bildirmektedir.
Kitap boyunca üç beş kez tekrarladığı Alman Anayasa Mahkemesi’nin KPD’yi (Almanya Komünist Partisi) kapatma gerekçesini hararetle desteklemesi ve düstur edinmesi ise, hem düşünce özgürlüğünü yok saymanın hem de yasallık ve açıklık gibi ilkeleriyle hukukun üstünlüğü yerine keyfiliği benimsemenin en ileri örneği durumundadır. Mahkeme, Alman “demokrasisi”nin alabildiğine güdük olmakla kalmayan ama iflas halindeki içeriğini göstermek üzere kapatma gerekçesinde şunları yazmıştır:
“Önemli olan sadece, bir partinin gayelerine göre, hür demokratik nizama zarar vermek veya onu bertaraf etmek maksadının olup olmadığıdır. Gayelerinden bu maksat hâlihazırda ispat edilebiliyorsa, onun düşüncelerine göre, bu maksadın başarıya erişeceği veya erişmesi lazım gelen zamanın hukuki bir önemi yoktur. Kanun vazıinin maksadı, Anayasanın devamı müddetince, hür demokratik ana nizamı zedeleyecek hiçbir partinin inkişafına müsaade etmemektir.
“Bütün gayelerin yazılı olması veya herhangi bir surette tespit edilmiş bulunması anlamında, maksadın yazılı delillere dayanması şeklinde, Anayasanın 21. maddesinin 2. fıkrasında bir hüküm yoktur… Bir partinin Anayasaya aykırı maksatlarının hiçbir zaman ilan edilmediği bilinen bir keyfiyettir. Geçen on yılın siyasi tecrübeleri, bir partinin kullandığı siyasi vasıtaların şeklinden, hareketlerinin tarzından, onun hakiki maksadını anlamak ve sahte olanları ayırt etmek için kâfi derecede bilgi vermiştir.” (sf. 251–2) Savaş, “Başsavcılığımız da, parti kapatma davalarında delillerin bu şekilde ortaya konup değerlendirilmesi gerektiği inancındadır.” diye eklemektedir.
Burada özgürlük sınırlanmasının ve keyfiliğin en ileri biçimiyle karşı karşıyayız. Sadece “eyleme dönüşmemiş düşünce” değil, açıklanmamış, kullanılan “siyasi vasıtaların şeklinden”, “hareket tarzından” ve geçmiş on yılın siyasi tecrübelerinden hareketle savunulması gerektiği tahmin edilen, yakıştırılan düşünce ya da amaç suç sayılmaktadır. Konu üzerinde yorum yapan Savaş, “biçimsel ilkelere” (bu, aslında hukuk ilkeleri demektir) takılmamak gereği üzerinde durmaktadır:
“Anayasa dışı eğilimleri olan partilere, kendilerini geliştirmek, yoğun bir propaganda ve eğitim faaliyeti ile taraftarlarını Anayasaya karşı bir savaşçı olarak yetiştirmeleri imkânını tanımak, aslında özgür düzeni, liberal demokrasinin biçimsel ilkelerine kurban etmekten başka bir anlama gelmez.” (sf.215)
Nasıl “özgür düzen”se! Anayasa dışı eylemlere değil, düşüncelere bile değil ama başka eğilimlerle birlikte bulunabilecek “eğilimlere” sınırlama ve yasak. Bu, kuşkusuz hukukun üstünlüğünün de özgürlüklerin de hiçe sayılmasıdır.
RP’yi özgürlükleri sınırlamak ve yok etmekle suçlayan Savaş aynı işi kendisi rahatlıkla yapmakta ve bu eşitsizlik ya da keyfilik oluşturmamaktadır! “Hukukun üstünlüğü” ve “özgürlükçülük” ya da “demokrasi”, uzun süredir sadece Türkiye’de değil Almanya’da da bu acınacak iflas durumundadır.
V. Savaş, bu sınırlama ve yasakçılığı üstelik yeterli de görmemektedir.
Türkiye egemenlerinin değil emperyalistlerin icadı olan abartılmış terörizmi hedef göstererek hak ve özgürlüklere karşı saldırıyı tırmandırma yöntemi, hemen tüm demokrasilerde hukuk sistemleri ve ceza yasalarının gericileştirilmesinin kaldıracı olarak kullanılmıştır. “Terörizm” umacısıyla nice baskı ve katliamlar nice gerici faşist hukuki önlemler meşru gösterilmeye çalışılmıştır. Demokrasinin iflasının bir başka göstergesi olan bu yeni baskı yasaları kovma tutumu Savaş’ın da tutumudur:
“Eğer ülkemizde teröristlerin eylem yapmadan yakalanmaları, faili meçhul cinayetlerin aydınlanması ve yasadışı örgütlerle gerçekten mücadele edilmesi isteniyorsa; terörle yüz yüze gelmiş çağdaş ve demokratik ülkelerin, bu konuda yaptığı yasal düzenlemeleri yapmaktan ve onların uygulamalarını ülkemizde de hayata geçirmekten başka çare bulunmamaktadır.” (sf. 149)

YASAKÇILIĞIN TEMEL KAVRAMI: “KAMU DÜZENİ”
Özgürlükler, birey ve hakları, hukuk ve üstünlüğü, demokrasi, bütün bunlar, Savaş için laf olarak edilmenin ötesinde bir anlam taşımadığı gibi, bağlandıkları tek bir temel kavram vardır: “Kamu düzeni”. Bu, “devlet”in hukuk dilindeki anlatımıdır. “Kamu”, aslında halk demektir. Ama sömürücü, baskıcı sınıfların tarihsel soyutlamasına göre, zaten devlet, “halkın” olduğundan, “kamu düzeni” ile kastedilen toplumsal siyasal örgütlenme, yani devlet olmaktadır. Hele “halkın, halk için, halk tarafından yönetilmesi” olarak tanımlanan demokrasiler açısından kim “kamu düzeni” ya da aynı anlamda toplumun siyasal örgütlenmesinin, resmi örgütlenmenin, devletin “halkçılığı”ndan kuşku duyabilir!
Toplumdan doğmakla birlikte onun üzerinde yer alan resmi örgütlenmenin, kamusal alanın, kamu düzeninin korunması vurgusu; kendisi, sömürüye dayalı toplumsal örgütlenmenin savunulması, sömürünün dış koşullarının garanti edilmesi işlevine sahip kamunun ya da devletin kendisini yüceltmesidir. Savaş’ın belirleyici kavramı da bu nedenle “kamu düzeni”dir. Bunu, bu düzenden tek baskı ve zarar gören halkın isteği olarak sunmaktadır:
“Halkımız artık Türkiye Cumhuriyeti’nde kamu düzeninin sağlanmasını istiyor… Delillerin kolaylıkla toplanabildiği ve suç işleyenlerin mutlaka cezalandırıldığı bir hukuk düzeni istiyor… Kamu düzenini sağlayamazsak, akan kanı durduramayız. Ekonomimizi felç ederiz. Demokrasimizi koruyamayız.” (sf. 131–132)
Bu anlayışla, kamu düzeni, devlet karşısında bireyin boynu kıldan ince olmalıdır. Nitekim Savaş bu görüştedir. “Devletin asıl görevi, iddia edilenin aksine kamu düzenini sağlamak, ülke bütünlüğünü, vatandaşların can ve mal güvenliğini korumaktır.” (sf. 152)

ANTİ-EMPERYALİST KEMALİZM VE V. SAVAŞ BASKICILIĞI
Birey karşısında devletin önceliğini M. Kemal’e dayandırarak savunan Savaş, ondan şu aktarmayı yapmaktadır:
“Devrime karşı koyan muhalefetin özgürlükten ve yasadan yararlanmaya hakkı yoktur. Bireyin değil, bireylerin tamamını ifade eden toplumun ve devletin yararı her düşünce ve kaygıdan önce gelmelidir. Sınırsız bireysel özgürlük ve kişisel çıkar peşinde olanlar, kendi emellerini, çıkarlarını ulusun yüksek çıkarları ve özgürlüğünden üstün tutanlardır.” (sf. 154–155)
M. Kemal’in 1925’te, hâlâ ağır aksak devrimin sürdüğü dönemde ileri sürdüklerini bugünkü kendi pozisyonunu açıklamak üzere kullanması, olacak şey değildir, üstelik Savaş açısından ciddi handikap oluşturmaktadır. M. Kemal cılız da olsa antiemperyalist bir devrimin başındadır. Ya Savaş?
Evet, devrim, muhaliflerine özgürlük tanımaz ve yasalarını kendi yapar. Peki, Savaş’ın devrimciliği nerededir? Kovuşturma ve soruşturma kurumunun başı olarak, halkın tüm haklarının gasp edilmesi yanında bağımsızlıktan da geriye bir şey bırakmayan IMF dayatmalarının uygulanması karşısında ne yapmaktadır? Yine AB sömürgeciliğine ses çıkarmamak ve bu yöndeki adımları soruşturmayıp dava konusu yapmamak mı devrimciliktir? Şimdi “devrime karşı koyan muhalifler” iktidardırlar, özgürlükler onlar içindir, yasalar sadece onlar için değildir ama onlar tarafından yapılmaktadır. Savaş’ın Atatürkçülüğü kadar devrimciliği ve Kemalist düzenin muhaliflerine özgürlük tanımamayı savunması da gerçekçi değildir. O şimdi devrime özgürlük tanımamaktadır ve bu tür aktarmalar yapmaktan sakınması gereklidir.

“DEVLETİN ÖNCELİĞİ”: TEKELLERİN EGEMENLİĞİNE ONAY
“Bireysel özgürlük” ve “kişisel çıkar” sorununa gelindiğinde, M. Kemal aktarmacılığının durumu daha iyi değildir.
M. Kemal hiçbir zaman demokratizm iddiasında bulunmadı ve bireysel özgürlüğü reddetmesi, savunmak olanaklı olmasa da anlaşılır bir şeydir. Gelişmemiş bir ekonomi, olmayan bir sanayi ve tutulan devletçilik yolu, hemen tek örgütlü dayanak olarak devlet ve ordunun varlığı, tarihsel “kutsal devlet” koşullanmasıyla birleşince devletin bireye önceliği tezini anlamakta zorluk çekilmez. Ama bu dönemde bütün büyük işletmeler devlet işletmeleri olarak kurulmuş, bankalar devletin elinde toplanmış, devletin önceliği böyle bir kaynaktan beslenmiştir. Şimdi ise özelleştirmelerin hızına yetişmek bile zordur. Üstelik dev devlet işletmeleri ülkenin bağımsızlığı da hiçe sayılarak yabancı sermayeye pazarlanmaktadır. Gümrük Birliği, korunan ulusal ekonomik birim bırakmamıştır. Tarım ve hayvancılık emperyalist saldırıya boyun eğilmesiyle ölme noktasına getirilmiştir. AB üyeliği halinde devlet egemenliğinden de geriye pek az şey kalacak ya da kalmayacaktır. Şimdi hangi devletin, hangi devrimci yaklaşımla birey karşısındaki önceliğinden söz edilebilir? Şimdi “kendi emellerini, çıkarlarını ulusun yüksek çıkarlarından üstün tutanlar” yönetimdedir ve artık yerli ve yabancı tekellerin borusu ötmektedir. Bugünkü gerçek, sıradan bireyin karşısında yerli ve yabancı tekellerin emel ve çıkarlarının önceliğidir. Bugünkü gerçek, devletle iç içe geçerek bir mali oligarşi oluşturan bireyin, özel teşebbüsün önceliği ve çıkar dayatıcılığıdır. Çıkarılan her yasa, her resmi uygulama bu damgayı taşımaktadır. Artık ulusun değil emperyalizm ve onunla birleşmiş gericilerin ulus karşısındaki üstünlüğü dönemindeyiz ve bireyin özgürlük ve çıkarlarını yok saymak, en büyük “bireylerin” özgürlüğünü savunuculuğu, emperyalist ve yerli tekellerin çıkarlarının savunuculuğu anlamını taşımaktadır.
Geriye, zamansız ve mekânsız “bireyin değil devletin önceliği” soyutlaması kalmaktadır ki, bu, özellikle tekelci dönemde savunucusunu hiçbir şekilde demokrat yapmaz; tersine “demokratizmin” iflasının kanıtı durumundadır.

“MİLİTAN DEMOKRASİ” YA DA YASAKÇILIK
Elinde neredeyse hiçbir işletmesi kalmamış, gümrükleri üzerindeki denetimini kaybetmiş, tarımda taban fiyat uygulamasını bile terk etmiş, egemenliği ve bağımsızlığından emperyalizm lehine vazgeçmiş, ekonomide, kültürde, siyasette ve uluslararası tahkim örneğinde olduğu gibi hukukta her şeyi emperyalist ve işbirlikçi tekellere bırakmış “kamu”nun, kuşkusuz tekellerin çıkarlarını gerçekleştirmek üzere özgürlükler, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve demokrasi adına ama tümünü baskılamak üzere bu savunusuna Savaş, “militan demokrasi” diyor. Aslında kendi demiyor; diyenlerden alıp benimsiyor.
M. Kemal’den “Devrime karşı koyan muhalefetin özgürlükten ve yasadan yararlanma hakkı yoktur.” aktarmasını yapan Savaş, hiç hakkı ve alakası olmadığı halde, T.Z. Tunaya aracılığıyla, tarihin tanıklık ettiği en devrimci kişiliklerden olan Robespierre’e de atıfta bulunmaktadır: “Robespierre’in ‘hürriyetin düşmanlarına hürriyet yok’ prensibine bir dönüşten söz edilebilir. Demokrasiler, kendilerini ortadan kaldırma hürriyetinin tanınmayacağını kabul etmiş durumdadırlar.” (sf. 218)
Feodal aristokrasi ve kilise üzerinde terör uygulayan, ilerlemek için gericiliği baskılayan Robespierre ve Fransız Devriminin sloganını tersyüz edip karşı-devrime uygulayarak, ilerlemeyi baskılayan gericiliğin baskıcılığını olumlayan Savaş tanımını şöyle yapıyor:
“Atatürkçülerin benimsediği demokrasi anlayışı, çağdaş demokratik ülkelerin hemen hepsi tarafından benimsenip hayata geçirilen, Batılı bilim adamlarının kullandığı deyimle ‘militan’, Alman Anayasa Mahkemesi’nin kullandığı deyimle ‘kavgacı, mücadeleci’, yani düşmanlarına karşı kendini savunmaktan kaçınmayan demokrasi anlayışıdır.” (sf. 154)
Bu, ilerici, düzen karşıtı ya da düzen içi olmakla birlikte egemen sınıfın ana eğilimiyle çekişme halindeki muhalefetin baskılanmasını meşrulaştırma anlayışıdır. Çünkü bu “kavgacı ve mücadeleci demokrasi”, Savaş’a göre ve bu niteliğiyle kaçınılmaz olarak “temel hak ve özgürlüklerin yasalar ile kısıtlanmasının veya zaman zaman ortadan kaldırılmasının” (374) dışında düşünülemez.
Ve tarihin ilerleyişini, soyut fikir mücadelesi ya da kimler arasında sürdüğü belli olmayan soyut siyasal mücadelelerle açıklayan görüşler bir yana bırakılarak, nesnel sınıf çatışmaları ortamında düşünüldüğünde, “militan” ya da “kavgacı demokrasi”, kuşkusuz siyasal partilerin ve siyasal muhalefetin de, ama asıl bu muhalefetin temel sosyal dayanaklarının baskılanmasının, başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere halkın baskı altında tutulmasının, halka ve muhalefetine karşı mücadele edilmesinin, baskının yeni baskı önlemleriyle artırılmasının resmi ifadesidir. Çünkü düzene asıl muhalefet, bireysel terörden, terörizmden gelmez; bunu terörizmi abartanlar da bilir. Muhalefetin başlıca kaynağı, sömürülen ve baskı altında tutulan emekçiler önde gelmek üzere, kamu düzeninin kendisine karşı örgütlenmiş olduğu halktır.

DEMOKRASİNİN SINIRLILIĞI
Savaş’ın açıklamalarının hayırlı yanı, halka karşı kavgacı, mücadeleci baskıcı “demokrasi” anlayışının, yalnızca Türkiye gibi demokrasinin yakınından bile geçmemiş ülkelerde değil bütün demokratik ülkeler açısından geçerli olduğunu, dolayısıyla demokrasinin iflas noktasında bulunduğunu ve aşılma zorunluluğunu göstermesidir.
Tekellerin egemenliği ile birlikte, tekelin demokrasi değil dikta eğiliminin bir sonucu olarak burjuva demokrasisinin güdükleşip gericileşmesi kaçınılmaz olmuştur. Şu ya da bu ülkeye özgü olmayan bu gelişme, tüm kapitalist ülkeleri kapsamına almaktadır. Bu, kapitalizmin feodalizm karşısında sahip olduğu ilerici devrimci özelliklerinin tükenişi anlamına geldiği gibi, artık garantisini baskı ve zorun artırılmasında gördüğünün kanıtıdır.
Almanya’daki gelişmeyi, Alman demokrasisinin güdükleşmesini Savaş, aktarmacılıkla, daha kitabının önsözünde anmakta ve kendi militan yasakçılığını da bu genel gericileşmeye dayandırmaktadır:
“Alman Anayasası, 21. maddenin 2. fıkrasıyla Veimar Anayasası’nın yanlış bir özgürlük anlayışıyla kendi zararına yol açacak biçimde gözden kaçırdığı bir düzenlemeyi getirmiştir. Her anayasa gibi liberal-demokrat bir anayasanın da, düşmanlarına karşı hukukun silahıyla kendisini koruma hakkına sahip olduğunda kuşku yoktur. Hiçbir anayasadan, hele liberal bir hukuk devleti demokrasisi öngören bir anayasadan, kendisini ortadan kaldıracak koşulları onaylaması ve böylece intiharını yasallaştırması beklenemez… Liberal bir demokraside de özgürlük, kendisine siyasal açıdan işlerlik kazandıran varoluş temellerine bağlı olmayı şart kılar. Bu bağlılığa değişmezlik sağlamak ve buna karşı olanları devlet düşmanı olarak değerlendirmek liberal demokrasinin hakkıdır.” (sf. 7–8)
Ardından Savaş, düşünce ve siyaset yapma hakkına temel özgürlüklere getirilen sınırlamalar bakımından örnek olarak İsrail, İtalya, Fransa (sf. 379), İspanya, Portekiz, Avusturya’yı (sf. 381) saymakta, düşünce ve siyaset yapma yasakçılığının olmadığı iki ülke olarak ise Yunanistan ve Japonya’nın sözünü ettikten sonra şunları söylemektedir:
“… Yasağa hiç yer vermeyen Yunanistan ve Japonya’da dahi somut bir gereksinimin baş göstermesi halinde aynı sürece girileceği kuşkusuzdur. Zaten Yunanistan’da yasağa dayanak oluşturacak anayasal bir hüküm varlığı yanında, Japonya’da da dernek özgürlüğü çerçevesinde ölçülülük ilkesiyle haklı kılınacak bir sınırlamanın tartışma konusu olmaması bu yargımızı doğrulayan hukuksal verilerdir.” (sf. 382–3)
Somut ya da az çok somut, hatta potansiyel olarak ciddi denebilecek bir muhalif hareketlenme ortaya çıktığında, tarih, tüm burjuva demokrasilerinin sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamaları dâhil tüm yasakçı ve baskıcı önlemleri almakta tereddüt etmediğini, grevlere silahla saldırmak, yaygın tutuklamalar ve hatta katliamlara başvurduğunu göstermektedir.
Tartıştığı, kuşkusuz düşünce ve siyaset yapma hakkını da kapsayan parti kapatma/yasaklama sorunuyla ilgili olarak verdiği örneklerle, Savaş’ın vardığı sonuç şu olmaktadır:
“Demokrasi anlayışı militan olsun olmasın, her ülke kendi varlığını ve rejimini tehdit eden siyasal parti ya da hareketleri, bu tehdit ya da tehlike somutlaştığı ölçüde yasaklama eğilimine girer. Militan olan ve olmayan demokrasi anlayışlar’ arasında bu açıdan yalnızca söylem farkı, bir derece farkı bulunmaktadır. Burada demokrasinin temel felsefesi açısından her iki yaklaşım için de önemli olan, ‘özgürlüğün temel bir değer olarak korunması ve yasağın bu temel değere hizmet ettiği ölçüde var olması ve uygulanması’dır. Bir ülke, bu hassas dengeyi koruyabildiği ölçüde demokrattır. Bu açıdan bakıldığında bir ülkede salt yasağın varlığı o ülkenin demokratik niteliğine halel getirmez.” (sf. 383)
Evet, Vural Savaş’ın demokrat olmayışı bir yana, söylediği doğrudur, demokrasi budur.
Peki, tüm bunlara, demokrasi tartışmalarında Savaş’ın karşısında yer alıyor görünenler, öyle pozisyonlar alanlar; Yılmazlar, Erbakanlar vb. ne diyorlar. “Demokratlıkları” uygulamalarıyla ortada olan, demokrasi savunuculukları bir tuluattan ibaret zevatı bir yana bırakarak, V. Savaş’ın isim vermeden yer yer aşağılamaya varan eleştiriler yönelttiği (örnek: sf. 134, 152) ciddi bir demokrat profili çizen, konuya hâkim, birikimli Sami Selçuk ve görüşleri üzerinde durmak yararlı olacaktır.

BİR DEMOKRATİZM ÖRNEĞİ
Kuşkusuz içeriği hiç önemli olmasa da Karl Marx’tan alıntı yapmaktan dahi kaçınmayan (Özlenen Demokratik Türkiye, sf. 167) Selçuk, görüşlerini tartıştıkça da göreceğimiz gibi demokrat olmasına demokrattır; ancak onun demokratlığı da Savaş’ın demokrasiye dair çıkardığı sonucu doğrulamak üzere sınırlamaların ve yasakçılığın savunulmasını kapsamakta, bu savunma, yine Savaş’ın demokrasinin genel niteliği üzerine yaptığı sınırlılık ve yasakçılık saptamasına dayanmaktadır. Demokrasi, çağımızda güdüktür, gericileşmiştir ve iflas halindedir. Oldukça demokrat görüşleriyle Selçuk da bu gerçeği doğrulamaktadır.
Öyleyse neden başta Savaş olmak üzere aşırı yasakçılar Selçuk’a karşıdırlar ve medya onun son konuşmasını alay bir yana neredeyse tümden yok saymıştır? Bu bugün egemenlerin ana eğiliminin aşırı baskıcı ve yasakçı faşist oluşu nedeniyledir. Düzen kendi en iyi temsilcilerine bile bugünkü resmi eğilim nedeniyle aman vermeyecek kadar gericidir ve amacı düzeni, başka hiçbir şey için değil ama göreceğimiz gibi düzenin hayatiyeti için iyileştirmek ya da Selçuk’un dediği gibi kendisini yeniliklere uyarlayabilmek için “düzeltmek” (sf. 17) olanlara bile tahammül göstermemektedir.
Önce Selçuk’un yasakçıların tepkisini çeken görüşleriyle ilgilenelim.
Selçuk’un “Atatürkçü demokrasi” örneğin Savaş’tan farklıdır. Atatürk devrimini “bütünüyle demokrasinin önsözü” (24) olarak değerlendiren Selçuk, “Atatürk cumhuriyeti kurmuş, demokrasiyi gelecek kuşaklara bırakmıştır.” (sf. 26) demektedir. Selçuk, açıktan Atatürk’ü demokrat olarak görmemektedir. Ancak demokrasiyi gelecek kuşaklara bırakışını, “bilime dayanan bir çağcıllaşma yöntemi” ve bir “ulusal değer” (sf. 27) oluşunu hareket noktası olarak göstererek “Atatürkçü demokrasi ” anlayışının “özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı demokrasi” (Agy.) olduğunu savunmaktadır. Kalkış noktası olarak Savaş’tan farklıdır ve “kamu düzenini korumayı” ve bunun için yasakçılığı değil ama özgürlükçülüğü, çoğulculuğu ve katılımcılığı esas almaktadır.

“ÖZLEMLER”
Sistemi düzeltmekten söz eden Selçuk demokrasiyi özlüyor.
Birincisi, “özgür birey yaratma temel kaygımız olmalıdır” (sf. 165) diyor. Bu, kuşkusuz temel özgürlüklerine sahip birey anlamındadır ve Selçuk bunu, “demokrasi birey özgürlüğü için vardır” şeklinde formüle etmektedir.
“Özgür birey” ya da bireysel özgürlükler, kapitalizmin feodalizmin bağrında gelişmesi döneminde tayin ediciydi ve demokrasinin, kuşkusuz burjuva demokrasisinin temel bir ölçütü olma düzeyine aydınlanma çağında yükseldi. Derebeylerine ve kiliseye feodal ve kişisel bağlarla bağlı, dolayısıyla özgür olmayan bireylerin özgürlükleri, bu nedenle, hem gelişme dinamiğiydi hem de burjuvazinin temel bir sloganı oldu ve feodal kişisel bağlardan kurtulma ve siyasal (biçimsel, hukuki açıdan sömürenlerle sömürülenlerin eşitliği, ikincilerin birincilere kişisel bakımdan bağımlı olmayışı) özgürlük sorunu olarak belirdi. Gelişme, zenginliklerin küçük bir azınlık oluşturan bireyler elinde toplanırken büyük çoğunluğun üretim araçlarından özgürleşmesi, ellerinde avuçlarında bir şey kalmaması ya da tek “servetlerinin kiralayarak geçindikleri işgüçleri olması yönünde seyretti. Görüldü ki, “özgürlük” kapitalizm koşullarında ticaret özgürlüğüdür, işgücünü kiralama ya da açlıktan ölme arasında seçme yapma özgürlüğüdür. Hele tekelci döneminde kapitalizm koşullarında bu özgürlük artık hemen yalnızca tüm dünyada sayıları birkaç bini geçmeyen tekeller ve onların sahip ve yöneticilerinin özgürlüğü olmuştur. Üstelik küreselleşme saldırganlığı koşullarında emeğin en küçük kazanılmış hakkı bile gasp edilmeye çalışılırken, emeğin hak ve özgürlüklerini savunmayla, emekçilerin kurtuluşunun savunulmasıyla birleşmeyen bir özgürlükçülük boş laftan öteye gitmemekte ya da dünyanın birkaç bin ailenin egemenliği altında oluşunu ve bunun oluşturduğu zorbalığı onaylamak anlamına gelmektedir. Geniş sömürülen ve ezilen kitleler hâlâ çoğu ülkede, bu arada Türkiye’de siyasal özgürlüklerinden yoksun olmaya devam etmiştir; ancak ikinci bir etken daha ortaya çıkmıştır. Siyasal bakımdan özgürlüklere sahip olsun ya da olmasın sömürülenlerin ekonomik açıdan bu özgürlüklerini kullanma ya da gerçekleştirme olanakları bulunmamakta, siyasal özgürlükler sosyal dayanaklarından yoksun kalmaktadır. Dünyada artık burjuva özgürlükleri ya da bireysel özgürlük sadece işgücünü kiralama ya da açlıktan ölme arasında seçme yapma özgürlüğü olmaktan da çıkmış, dünyanın birçok yerinde düpedüz açlık bölgeleri oluşmuş ve Türkiye’de bile insanlar, çalışmayı reddettikleri için değil ama çalıştırılmadıkları için açlıktan ölmeye başlamışlardır. Siyasal özgürlüklerin bulunmadığı, düşüncenin hâlâ suç sayıldığı, partilerin kapatıldığı, örgütlenme özgürlüğünün sendikalara bile tanınmadığı, grevlerin bile yasaklandığı Türkiye’de bireysel ya da siyasal özgürlüklerin savunulması ve özlenmesi, kuşkusuz iyi ve gereklidir, ama yeterli olduğu ileri sürülemez. Bu özgürlük, ekonomik ve sosyal özgürleşmeyle birlikte savunulmadığında, sömürücülerin, gericilerin toplumsal egemenliğinin zora girme eğilimi içindeki dış (siyasal) koşullarını iyileştirerek sömürücü ve kuşkusuz baskıcı düzeni sağlamlaştırmak işlevini göreceği kesindir. Gerçekten özgür olmamalarına ve siyaseten sahip oldukları özgürlükleri gerçekleştiremeyecek koşullar içinde bulunmalarına karşın kendilerini özgür hissedecek bireyler, kapitalist egemenliği güçlendirici rol oynayacaklardır. Vural Savaş’ın öngördüğü baskı önlemleri ve yasakçılıkla yönetilenlerin, halkın gözünde düzenin meşruluğunu sağlamak dolayısıyla halkın onayıyla düzenin devamını kolaylaştırmak olanaksızdır; ama Selçuk’un soyut (sosyal özgürleşmeyle tamamlanmayan) özgürlükçülüğü ile bu açıdan adımlar atılabileceği kuşkusuzdur ve burjuva özgürlükçülüğü ya da demokratizminin temel hareket noktası zaten budur. Selçuk, çeşitli aktarmalar da yaparak, bu hareket noktasına sahip olduğunu belirtmektedir:
“‘Meşruluk’ kavramı, siyaset biliminin ve hukukun en önemli boyutlarından biridir. Buna göre, iktidar çoğunluğa dayanmalı ve ‘çoğunluğun katılımıyla/rızasıyla yönetiliyoruz’ inancı toplumda bulunmalıdır. Toplumu barış içinde yaşatan, iktidarı ve devleti ayakta tutan büyülü öğe, bu inançtır.” (sf. 102) Selçuk, bir akademisyen olarak açık sözlüdür ama burada, bütün demokratizminin amacını ortaya koymakta; demokrasi savunuculuğu, gerçek nedeniyle kendisini ele vermektedir. Yönetenlerin yönetilenlerde, yönetimlerinin meşruluk kaynağı olarak “çoğunluğun rızasıyla yönetiliyoruz” inancını yaratmaları, “iktidarı ve devleti ayakta tutan büyülü öğe”dir, düzenin devamının garantisidir! Bütün demokratizminin ardında Selçuk’un amacı da budur.
Sözü edilen inancın gerçeklerden mi kaynaklandığını yoksa tamamen yanılsama mı olduğunu net olarak göreceğiz, ama burada da yanılsama olduğu ve bir aldatıcı öğe oluşturduğu yeterince açıktır.
Selçuk’un özlemlerinin ikincisi, “özgürlük herkes için olmalı, eşitlikle beslenmelidir” (sf. 165) şeklindedir. Eşitlik özlemi ya da talebi de, özgürlük talebinin durumundan farklı değildir. Feodalizmin ve dinin eşitsizliği karşısında ortaya çıkan bu talep bireylerin ekonomik ve sosyal olarak değil ama siyasal açıdan ya da hukuk karşısında eşitliği olarak ortaya çıkmış ve toplumu ilerletici bir rol oynamıştır. Ancak sınıf ayrıcalıklarının, imtiyazların ortadan kaldırılmasını isteme dışında bir içeriğe sahip olmadığı burjuvazinin egemenliği koşullarında belirginleşmiştir. Hukuk karşısında eşit olmaları, patronla işçiyi, toprak sahibi ile köylüyü hiçbir zaman birbirine eşitlememiş, ancak siyasal demokrasinin ya da burjuva demokrasisinin sınırlılığını, açmazını, daha da ötesi iflasını ifade etmiştir. Eşitliği özlemek, eşitsizliğin diz boyu olduğu, örneğin “aile fotoğrafı”nda yer alanların kırdıkları ceviz bini aşmasına rağmen kıllarına dokunulmadığı, imtiyazlardan geçilmediği Türkiye koşullarında anlamsız değildir. Gelir dağılımının hükümet katlarında bile dile getirilme zorunluluğunu doğuran bunca bozukluğu ve yalnızca kapitalist egemenlik de değil tekeller ve küreselleşme saldırganlığı ortamında soyut bir biçimsel eşitlikle yetinmek ve emek, haklarıyla birlikte, değer yaratan niteliği de içinde olmak üzere bütünüyle yadsınırken sosyal eşitsizliğe ilgi göstermemek, sadece sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması olarak biçimsel eşitliği savunup eşitlik özlemini sınıfların ortadan kaldırılmasına, dolayısıyla sömürüye son verilmesine kadar genişletmemek, bugünkü sömürücü ve baskıcı düzeni, devamını sağlayıcı belirli iyileştirmelerle savunmaktan başka bir anlama gelmez. Birisi sömüren diğeri sömürülen iki sınıfın eşitliğinden, eşit olabileceğinden ve örneğin hukuk karşısında eşit muamele görebileceğinden söz etmek olanaksızdır. Kapitalist sistemde örneğin Sabancı’nın bir mahkeme karşısına çıkma ihtimali sıfıra yakındır, cezalandırılma ihtimali ise sıfır. Ama basit bir işçiyi mahkeme karşısına çıkaracak neden bolluğundan söz edilebilir ve mahkeme kapısından ceza almadan kurtulma ihtimali ise sıfıra yakındır. Kapitalizmin “eşitliği” budur ve bunu savunmak ancak 150 yıl önce bir anlam ifade edebilirdi. Şimdi, olanca keyfilik ve eşitsizlik, adaletsizlik koşullarında eşitliği savunmak kuşkusuz önemlidir; ama bu, tekelleri ve küreselleşmecileri güçlendirecek bir savunu, işçi ve bütün halkı tekellerin zorbalığına ve kaçınılmaz eşitlik inkârcılığına teslim edecek bir özlem değilse, sosyal eşitliği kapsamak, tekellere karşı bir mücadele silahı olarak anlaşılmak ve sınıfların kaldırılmasına duyulan özlem olmak durumundadır.
Üçüncüsü, Selçuk, “demokratik yaşam, bireyin yaşam biçimini kültüre dönüştürme hakkını savunur. Belli bir kültürü kimseye dayatmaz” (sf. 165) demektedir. Evet, bu demokratizmdir ve yine ancak tekeller ve emperyalizm öncesi dönemde kapitalizm ve demokrasi sınırları içinde kalınarak örneğin İsviçre ve Belçika’da yaşama geçmiştir. Özlem olarak saygıdeğerdir, ama artık uygulama alanı kapitalizmin ötesine kaymıştır. Emperyalistlerin, bırakalım kültürü, ulusların varlığını bile yer yer tanımadıkları ve sürekli olarak birbirine karşı kışkırttıkları, pazar ve kaynakları ele geçirme amacıyla toplumları birbirlerine düşürdükleri koşullarda, bu talep de, ancak veriliyor gibi yapılıp verilmeyerek halkların aldatılmasına araçlık edebilir. Gerçekleşme olanaklarına kavuşması da içinde olmak üzere bir aldatıcı öğe olmaktan çıkması ancak emperyalizm ve uluslararası sermayeye karşı mücadelenin ürünü olabilir. Oysa göreceğimiz gibi Selçuk, bu konularda safını çoktan belirlemiştir. Ancak özellikle bu soruna ilişkin görüşleri, HADEP beklenticiliğini ve dolayısıyla şimdiden HADEP’in kontrol etmekte olduğu Kürt kitlesinin düzenin meşruiyetine inançla doldurulmasını koşullandıran bir etken olarak rol oynamıştır.
Dördüncüsü, Selçuk, “insana özgü çeşitlilik, çok yönlü kültürel mayalanma insan birliğinin … hazinesidir… Kimlik başkasına göre belirlenir. Başkalıkları eşitleyen bir çoğulculuk varsa içe kapanma/cemaatleşme yoktur. Bu çok sesli orkestrada, Nuh’un gemisi örneği, bu çoklu birliktelikte ‘Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/Ve bir orman gibi kardeşçesine’ diyen Nâzım bilincini kazanmalıyız. Çoğulculuk, başkalıkları birleştiren, insanlar arasına duvar örmediği, köprü kurduğu için yalnızlaşmayı engelleyen demokratik bir üst söylem, üst kavramdır.” (sf. 165–166) demektedir.
Çoğulculuk, başkalıkları tanıyarak birleştirici olduğu için özlenmektedir ve bu niteliğiyle gerçekten demokratiktir. Ancak çoğulculuğun ve dolayısıyla sağlanması öngörülen birliğin karakteri burjuvadır. Çok ses tanınmaktadır ama orkestra olmak koşuluna bağlanmaktadır. Uzlaşmaz karşıtlık ve eşitsizlik halindeki sınıflar arasındaki çatışmayı törpüleyecek ve düzenin devamını kolaylaştıracak bundan iyi çözüm üretilmesi zordur. Tek sesin başka sesleri tahrik etmesinin kaçınılmazlığını bilen burjuva demokratlar, bu nedenle çoğulculuğu, “insanlar arasına duvar örmediği, köprü kurmadığı için yalnızlaşmayı engelleyen” niteliğiyle özlemektedirler. Bununla, örneğin Kürtler kendi “yalnızlıklarının engelleneceğini düşleme ve destek verme eğilimi gösterirler veya “solcular” kendilerininkinin. “Meşruluk” kavramı ve “iktidar çoğunluğa dayanmalı ve ‘çoğunluğun katılımıyla/rızasıyla yönetiliyoruz’ inancı toplumda bulunmalıdır”, “iktidarı ve devleti ayakta tutan büyülü öğe bu inançtır” yolundaki düşünceler hatırlandığında ve çoğunluğun ancak çokluğu yaratacak çoğulculukla sağlanabileceği düşünüldüğünde; “insanlar arasında köprü kurulması” aracılığıyla “yalnızlaşması engellenecek” asıl gücün, toplumun küçük bir azınlığını oluşturan burjuvazi olduğu kolaylıkla anlaşılacak ve bütün bu çoğulculuk ilkesinin, burjuvazi ve iktidarının, devletin yalnızlaşmasının, halktan kopmasının önlenerek ayakta tutulmasına yönelik olduğu görülecektir.
Beşincisi, Selçuk, “özgürlük ve çoğulculuk, gerçeğin/doğrunun göreceliğini benimser. Görecelik de, ‘akıl akıldan üstündür’ inancıyla diyalogu/tartışmayı zorunlu kılar… özgünlüklerimizi ve özgürlüklerimizi yitirmeden, ortak yolculuğa birlikte çıkalım.” (sf. 166–167) demektedir.
“Görecelik” bilimsel bir kavramdır ve her türlü hareketin, her olgu ve düşüncenin varoluş halidir. Düşünce tekçiliğine, dayatmacılığa, “benim dediğim olur” tutumuna karşı ileri bir tutumu ifade eder, demokratiktir. Ancak düşünsel görecelilik, toplumsal siyasal yaşam açısından yol gösterici bir ilke olarak savunulurken, a) sınıfların varlığı ve b) tekellerin dikte edicilik koşulları hesaba katılmadan ya da üstü örtülerek ele alındığında, “görecelilik”, “diyalog” ve “ortak yolculuk” kavramları, demokrasi ve demokratik değerler adına, baskı altında olanın sözde özgür tartışma içinde gönüllü olarak ve “çoğunluğun rızasıyla yönetiliyoruz” (üstelik “ben ya da biz de yönetime katılıyoruz”) aldatıcılığıyla yedeklenmesine götürmeden edemez. Sınıflar ve mücadelesinden, tekellerin egemenliği gerçeğinden koparılmış bu demokratizm kavramları, egemen sınıfın, tekelci burjuvazinin egemenliğini gizleyerek pekiştirir.
Evet, görecelilik; ancak tekeller, medyasıyla, okulları ve eğitim sistemiyle, hukuku, ahlakı, bütün üstyapısıyla egemendir. Görecelilik, bu koşullarda ne tür bir işlevsellik kazanacaktır? Kâr hırsıyla enflasyonu bahane ederek işçinin gerçek ücretini düşürmek üzere dayatmadan kaçınmayan, işçinin ne sözünü ne de eylemini takan tekeller onun hangi düşüncesiyle diyalog kuracak ve buradan nasıl bir “ortak yol” çıkacaktır? Tartışma ya da diyalog, egemen ve -ezilenlerin içinden adam satın alma ve onları ezilenlerin örgütlerinin başına getirme olanağını da kapsayarak- tüm maddi olanaklara sahip olanla egemenlik altında olan ve medyadan, okuldan vb. yoksun bulunan arasında nasıl gerçekleşebilecektir? Tekelci burjuvazinin egemenliği koşullarında tekçilik ve monolog, hem tekellerin tekçiliği ve dikte ediciliği nedeniyle hem de görecelik ve diyalogun gerçekleşme koşullarının olmayışı nedeniyle kaçınılmazdır. Tekellerin egemenliğine karşı çıkmadan, demokrasi savunuculuğunu tekeller karşıtlığına kadar genişletmeden, bu kavramları ve genel olarak demokrasi, tekellerin egemenliğini, üstelik kabul edilebilir bir zehirli şeker halinde sunarak sağlamlaştırmaktan başka bir içeriğe sahip olamaz.
Tekellere karşı mücadele öngörmeden;
—görecelilik” sanki kendi bağımsız düşünce ve politikalarına sahipmiş ve onların mücadelesini veriyormuş gibi hissederek (bağımsız politikalar geliştirmeleri durumunda da kapitalizm sınırları içinde gerçekleşme olanağı bulunmadığından) ezilenlerin tekellerin çıkarlarına uygun düşünce ve politikaların doğruluğunu kabullenmelerini,
—diyalog” tekellerin çıkarlarına ve bu çıkarların ifadesi olan düşünce ve politikalara ezilenlerin “evet, onların görüşü doğru” demek üzere ikna edilmelerini ve monologun “diyalog” olarak benimsenmesini,
—ortak yol” da, tekellerin yolunu ifade eder.
Bir örnek vermek gerekirse, Bayram Meral’le Sabancı ya da hükümet ilişkisinde “görecelilik” ve “diyalog” ancak var gibi görünür, ama aynı dilden konuşulmaktadır, “ortak yol”da da zaten yürünüyor. Ama bu güzel kavramlar işçi ve emekçiler açısından hiçbir değer ifade etmemektedir.
S. Selçuk, demokrat olmasına demokrattır, ama tekellere karşı tek bir laf etmediğinden tekellerin egemenliğinin mümkün olabilir ve en akılcı savunuculuğunu yapmaktadır. Burjuvazinin “iktidarı ve devletini ayakta tutan” “büyülü öğelerin”, dolayısıyla düzenin en sağlam şekilde nasıl sürdürülebileceğinin bilincinde olan akıllı bir burjuvadır. Kaçınmak istediği, başta işçi sınıfı olmak üzere sömürülüp ezilenlerin düzenden kopmalarıdır; çünkü meşruiyetini yitiren ve yönetilenlerin egemenlerden ve kendisinden koptukları bir düzen sürdürülemez, devrilir. Bu nedenle, “Karşıt görüştekiler birbirlerinden kopmamalı, sürekli diyalog içinde olmalıdır. Bunu yaparlarsa mutlaka ortak bir çizgide buluşacaklardır,” (sf. 63) demektedir, “ortak çizgi”nin burjuvazinin ve egemenliğinin çizgisi olabileceğinden emindir.
Altıncısı, Selçuk, “görecelik, eleştirel akılcılığı, eleştirel akılcılık da hoşgörüyü gerektirir.” (sf. 167) diyor.
Kullandıkları, daima “büyülü” kavramlardır. Öyle ya, “hoşgörü”ye kim karşı çıkabilir?
Ancak yine kapitalizm, burjuva devlet ve tekellerin egemenliği koşulları hatırlandığında, “hoşgörü”, birbiriyle ilişkili iki türden anlamlanabilir. İlkin bu, üst sınıflara, egemenlere, egemenliklerini sürdürmek açısından akıllı davranarak katlanılabilir ufak-tefek tavizleri de içerecek bir hoşgörü çağrısıdır. Sistemin, dilencinin, dilencilik durumunu değiştirmeyecek bir “ianecilik” ihtiyacını belirtir. Türkçesi, ezilenlerin bir takım isteklerinin ve muhalefetin olabileceğini bilelim, hoş görelim, bu sisteme zarar değil yarar getirir, biz kazanırız, şeklinde çevrilebilir. Selçuk bu yöndeki gerekçelerini de açıklamaktadır: “… Özgür bırakınca, katı görüş çoğulcu kılınır, ılımlılaşıp evcilleşir” ve “düşünce açıklaması sayesinde, toplumun boşalma kanalları açık tutularak, toplumsal patlamalar önlenir.” (sf. 63) Burjuvazinin, tekellerin bugün özellikle eğilimli olmadıkları hoşgörü, aslında ezilenlerin kendilerini düzen içi hissetmeleri için gereklidir; egemenler, egemenliklerini, en iyi biçimde, ezilenlere gösterecekleri, ezilme konumlarını değiştirmeyen hoşgörü ile, ezilenleri düzene entegre ederek, sürdürebilirler. Selçuk’un egemenlere önerisi budur.
“Hoşgörü”nün mevcut koşullarda ikinci anlamı, ezilenlere yönelik “katlanma” çağrısı oluşudur. Özellikle düzenin kötülük ve haksızlıklarının “diyalog” ve “adam yerine konma” gibi uygulamasız demokratizmle giderileceği inancı yaratılarak ezilenlerin egemenlere ve düzene hoşgörü ile yaklaşmaları elde edilmeye çalışılır. “Hoşgörü”nün asıl amacı, budur.
Son olarak, Selçuk, “bütün bunlar bile demokrat insan olmaya yetmiyor. Çünkü hoşgörüde bile başkalığa katlanma öğesi var. Öyleyse bu katlanma yerine hak kavramını geçirmeliyiz.” (sf. 168) diyor. “Katlanma” kavramının riski ve iticiliğini yumuşatarak adını “hak” takıyor. Emperyalizmden, tekellerden, devletten hak talebi, bu noktada “katlanma”ya indirgenmiş ama adı da “hak” konmuş oluyor. Ezilenlerin mücadelesinin önünün bundan iyi kesilme yöntemi tarihte bulunmuş değildir ve Selçuk, akademisyen niteliğiyle, şekere bulanmış zehir örneği “kabul edilebilir” formülasyonlarla sorunu bu sonuca bağlama becerisini göstermiştir.

DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ VE DEMOKRASİNİN SINIRLARI
Selçuk, düşünce özgürlüğünü savunmakta; bu açıdan örneğin V. Savaş’tan ayrılmaktadır. Savaş yasakçıyken ve yeni baskı yasaları ihtiyacını dile getirirken, Selçuk özgürlükçüdür. Şöyle der:
“… Demokratik toplumun, kendini devletten yararlanmaya adayan uslu yurttaşlara değil, her şeyi, bu arada kurulu düzeni yüksek sesle Sokrates’çe sorgulamayı alışkanlık edinen ve ödev bilen, kendini ciddiye alan onurlu bireylere gereksinmesi vardır. Demokratik rejim, rejimlerin en yüreklisidir. Yalnızca ilgi uyandırmayan, tedirgin etmeyen değil, tersine, toplumu inciten ve sarsan görüşlerin de sergilenmesine izin verir.” (sf. 61)
Önceki bölümde Selçuk’un aynı içerikli görüşleri üzerinde durmuştuk. Burada Selçuk demokratizmde daha ileri bir noktaya ilerlemiş görünmektedir. “Kurulu düzeni… sorgulama”, “toplumu inciten ve sarsan görüşlerin de sergilenmesine izin” türünden geniş düşünce özgürlüğü savunusu, Selçuk’a yönelttiğimiz eleştirileri sarsmamaktadır. Çünkü düzenin, özellikle uç noktalardaki çatışma ihtimallerinin önlenmesine ve yatıştırılmasına ihtiyacı vardır. Asıl önemli olan, sıradan aykırı düşüncelerin değil, ama düzeni sarsma potansiyeli taşıyan düşüncelerin “ılımlılaştırılıp evcilleştirilmesi”dir.
Soyut bir demokratizm ya da özgürlükçülükle değil ama böyle yaklaşıldığında, “büyülü” kavramların, “düzen sorgulaması özgürlüğü” ve “toplumu sarsan görüşlere özgürlük” gibi kavramların ilavesiyle çoğaltıldığını görürüz; dolayısıyla düzenin sağlamlaştırmasının dayanaklarının genişletilmesi eğilimiyle karşılaşırız.
Peki, bu “büyü” düzenin ve devletin gerçekten sarsılmasına varacak kadar geniş midir yoksa bu noktada büyü bozulur mu?
“Zihinsel emeği ve ürünü cezalandırmadan vazgeçilmelidir” diyen Selçuk eklemektedir: “Düşün özgürlüğü de, yargı da, devlet de birer değerdir. Hep birlikte ve dengeli biçimde korunmalıdırlar.” (sf. 69)
“Büyü”, “düşün özgürlüğü” ile devlet arasındaki denge bozulduğunda bozulmaktadır. Düşünce özgürlüğünü Selçuk da, özünde Savaş’la birleşerek, devlete zarar verme noktasında reddetmektedir. Bu, emeğin iktidarını kabul etmeyen, dolayısıyla emekçinin bugünkü kölelik koşullarının sürmesini öngören bir “düşünce özgürlüğü” yaklaşımıdır ve bütün “devlet sorgulama” ya da “toplumu incitme ve sarsma” gibi geniş görünen büyülü kavramların zarafetini sıfıra indirgemekte, tekellerin egemenliğini tehdit etmeyen sınırlarıyla bir özgürlükçülük olmaktadır.
Selçuk, ceza yasasında düşünce özgürlüğünü engelleyen “kötü huylu maddeler” olduğunu düşünmektedir ki doğrudur, hatta bütünü öyledir. Bu saptama, yeni baskı yasaları ve yasaklar isteyen Savaş karşısında Selçuk’u demokrat yapar. Ama yeterli midir?
Saptamanın ötesine geçtiğinde Selçuk, şunu söylüyor:
“Düşün özgürlüğünün sağlanabilmesi için, yalnızca iki seçenek vardır. Bu maddeleri kaldırmak ya da, suçların yaşattığı ve kesinliği ilkelerine göre, genel-geçer kesinlikte sınırlarla yeniden düzenlemek.” (sf. 66)
Kaldırmak, tamam, demokratlıktır. Peki, sınırlamacılık, demokrasinin ve demokratlığın sınırlarını göstermeyecek midir? Elbette bunu gösterir. Selçuk, düzene ve devlete zarar vermeyen “özgürlüklerin tanınması ve bu içerikli düşünce özgürlüğü engelcisi maddelerin kaldırılması eğilimlidir. Zarar verenler için ise, sınırlamadan yanadır: “Suçların yasallığı ve kesinliği ilkelerine göre” sınırlamacılık yasakçılık olmaktan çıkmaz ve bütün bir demokratlık iddialarını siler süpürür.
Selçuk kendi demokrasisinin ve genel olarak demokrasinin sınırlılığını, Savaş’ın “demokrasi anlayışı militan olsun olmasın, her ülke kendi varlığını ve rejimini tehdit eden siyasal parti ya da hareketleri, bu tehdit ya da tehlike somutlaştığı ölçüde yasaklama eğilimine girer” saptamasına uygun olarak, kabullenmekte ve bütün güzel büyülü sözlere karşın yasakçılıktan kaçınamamaktadır.
“Her değerin elbette öz savunma (meşru müdafaa) hakkı vardır. Ancak ceza hukukunda öz savunmanın koşulları ne denli belli ve darsa, demokrasi için de öyledir. Demokrasi öz savunmayı ancak tutarlı bir gerekçe olarak kullanabilir, ama olur olmaz bir bahane olarak kullanamaz. Yasaklama, önleme, savunulan amaç ve değerle ölçülü olmak zorundadır.” (sf. 62) demektedir
Selçuk. “Ölçüsü” ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptığı atıfla şudur: “… Sınırlamanın demokratik toplumu korumak için zorunlu olması…” (Agy.) Ölçü, düzen ve devletin korunmasıdır.
Selçuk, özünde Savaş’la hemfikirdir. Ayrıldıkları nokta, yasakların genişliği ya da darlığının savunulmasındadır. Selçuk, aynı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne atıfla, kendi pozisyonunu şu şekilde tanımlamaktadır: “‘Özgürlüğü’ geniş; ‘özgürlüğü daraltıcı sınırlamayı’ dar yorumlamak…” (sf. 62) Savaş ise tersinden yanadır. Ancak yasakçılık aynı yasakçılıktır. Hani “özgürlükçüydük!
Açmaz, Selçuk’un “açmazlarımız” bölüm başlığı altında saydıklarının ötesinde ortaya çıkmaktadır. Bu düzen ve devletin demokratlığından söz edilemeyeceğine, örneğin düşünce suç olduğuna göre, demokrasinin kazanılması, düzenin değiştirilmesini ve siyasal iktidarın yeni bir örgütlenmesini şart kılar. Ama Selçuk’un demokrasi anlayışı, demokrasinin kazanılmasını ve bunun için mücadeleyi suç saymaktadır. Sadece bu bile, Selçuk’un demokratizminden geriye güzel sözlerden başka bir şey bırakmaz. Ancak suç, Selçuk’un değildir. Çağımızda, kendisini var eden ekonomik temel ve sosyal dayanaklarıyla birlikte demokrasi, kuşkusuz burjuva demokrasisi sınırlılıkla malûldür, çürümüştür, iflas halindedir. Tekele dayanan ve tekellerin egemenliğinin siyasal koşulları olarak örgütlenmiş demokrasiden başka bir şey beklemek, zaten beyhudedir.
Burada artık demokrasinin, kapitalizmde, medya, okul vb. aracılığıyla koşullandırmanın genelliği karşısında düşünce özgürlüğünün gerçekleşme olanakları, kışkırtmanın (ajitasyon) suç sayılması gibi sınırları üzerinde durmak gerekli olmaktan çıkıyor.

HALKIN KATILIMI VE YÖNETİMİ
Selçuk, demokrasi tanımını, iyi bir biçimde yapıyor:
“Yoğun ve yetkin tanımıyla çağcıl demokrasi, hukukun üstünlüğü ilkesine ve sivil toplumun özgürlükçülüğe, çoğulculuğa, katılımcılığa yaslanan kurallarına göre, odağında hak ve özgürlüklerle donatılmış özerk ve eşit bireyler bulunan ve bu bireylerden oluşan doğru bilgilendirilmiş özgür halkın, özgür halk tarafından, özgür halk için yönetilmesidir. Rejimin kurumsal yapısı ne olursa olsun, halk bu rejimin ve yapının temel dayanak noktasıdır.” (sf. 53)
Demokrasi ile halk arasındaki ilişki dışındaki konuları ele almış durumdayız. Sorun, şimdi, halk ve demokrasi.
Selçuk, halkı, demokrasinin “temel dayanağı” sayıyor. Doğrudur. Ama “hukukun üstünlüğü”, “özgürlük”, “eşitlik” kavramlarının burjuva demokrasisindeki yeri ve anlamı gibi, halk ile demokrasi ilişkisi de, genel burjuva soyutlamada tepe laklak edilmiştir.
Öncelikle “halkın doğru bilgilendirilmesi” koşulu sayılmaktadır. Bu, dayanaklarından, sosyal ve ekonomik temelinden soyutlanmış demokrasi anlayışının habercisidir. Kim bilgilendirecektir? Üstelik Selçuk’a göre, “doğru” tekçi değil “göreceli” olduğuna göre, hangi “doğru”ya göre bilgilendirilecektir halk?
Kapitalizmde bilgi tekelleşmiş, bilgi tekeli oluşmuştur; bu tekel, üstelik sınıflı toplumun doğuşunun hemen ertesinde ortaya çıkmıştır ve kapitalizmde, bilginin, egemen sınıf ve mekanizmaları dışındaki birikimi, toplanma merkezleri, dolaşım aygıtlarını neredeyse hiç düzeyine indiren tam bir tekelleşmesine ulaşılmıştır. Ve eğer “doğrunun göreceliği” özlemi sahte değilse, halkın hangi bilgi ile bilgilendirileceği sorunu asılsa bile, bilgiye ulaşma ve biriktirmenin yanında bilgilendirme aygıtlarının, kapitalizmin başlıca iki karşıtı olan burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki eşitsiz dağılımı, yanlış da olsa, burjuva bilgilendirme lehine muazzam bir uçurum oluşturmaktadır. Bu durumda ancak burjuvazi kaynaklı ve onun lehine olan bilgilerin halkı koşullandırmasından söz edilebilir ki, başlıca bu işleviyle medyanın ve okulun (eğitim sisteminin) varlığı düşünüldüğünde, somut durum böyledir. Bu noktada ya işçilerin göstermelik “hakkı” ile birlikte burjuvazinin bilgi tekeli onaylanmak durumundadır, maddesiz, sosyal temelsiz, dolayısıyla uzlaşmaz karşıtlık halindeki sınıflara dayanmayan ve düşünsel süreçler olarak soyutlanabilir özgürlükler ve demokrasiden söz edildiği kabul edilmek zorundadır. Ancak gerçektir ve bu gerçek her gün her saat yeniden ve yeniden kanıtlanmaktadır ki, okul ve medya tek doğru sayılan resmi düşüncelerle halkı koşullandırmaktadır. İşçilerin bilgilendirme hakkı kabul edilecekse, hani bunun araç ve aygıtları nerededir? Onların güçlüklerle çıkardıkları bilgilendirmeye yönelik yayınlar, gazeteler bile yasaklanmakta, ağır ceza davalarına konu edilmekte, OHAL bölgesine sokulmamaktadır bile. Üstelik kafa ile kol emeğinin işbölümüyle ayrıldığı, işçi ve emekçiler saatler boyu geçim derdiyle çalışırken, ne düşünmeye, ne okumaya, ne kültür sanatla ilgilenmeye vakit bulamadıkları, uyku saatlerinden kesseler bile bu kez parasızlık nedeniyle isteklerini yerine getiremedikleri, paralı eğitim koşullarında katlanarak eğitim hakkından yararlanamadıkları, ama burjuvazinin özel bir katmanının, boş vaktiyle, eğitimiyle, araç ve aygıtları ellerinde toplayarak, yönetmek de içinde olmak üzere bilgi tekelini elinde tuttukları koşullarda, hem bilgilendirmeyi hem de yönetmeyi onların yapacağı/yapabileceği ortada değil midir?
Bu durumda “doğru bilgilendirilmiş halk” koşulu yok sayılmak durumundadır. Demokraside yönetim, ancak yanlış bilgilendirme, yanılsama yaratma, aldatma temelinde gerçekleşebilir.
Demokrasi bir yönetim biçimidir, devlet biçimidir; devletse bir baskı aygıtı. Demokrasiden ve devletten söz edilen her yerde bir baskı yapan ve bir baskı altında olan bulunması zorunludur. Kimsenin kimseyi baskılamadığı bir yönetim ve devlet abesle iştigal olduğu gibi, baskı yoksa demokrasi ve devlete ihtiyaç yok demektir. Bu nedenle “halkın, halk için, halk tarafından yönetimi” olarak yapılan demokrasi tanımı, sınıf karşıtlıkları ve mücadelesini gizlemeye, sömürenlerin sömürülenleri baskı altında tutmaları gerçeğini karartmaya yönelik bir aldatmacadır. “Çoğunluğun (yani ancak halkın, çünkü halktan başka hiçbir kategori çoğunluğu sağlayamaz, örneğin burjuvazi küçük bir azınlıktır) katılımıyla/rızasıyla yönetiliyoruz” büyülü inancını yaratmak, çoğunluğun azınlık tarafından yönetilmesi, yani baskı altında tutulması gerçeğinin üstünü örtmek açısından önem kazanmıştır. “Halkın, halk için, halk tarafından yönetimi” tanımı buradan hareketle yapılabilmektedir.
Kuşkusuz bu durumda “özgür halk” kavramı yerle bir olmaktadır. Eğer bir halk özgürse, bir devlet biçimi olarak ne demokrasiye gerek kalmıştır ne de halkın katılış biçimine göre yapılacak bir demokrasi tanımına. Halkın özgür olabilmesi; yönetilmekten kurtulması, kendisinin efendisi olması ve devletli süreçlerin son bulmasına bağlıdır. Bu durumda devlet ve onun bir biçimi olarak demokrasi anlamsızlaşır ve söner. Yok, eğer hâlâ devletten ve demokrasiden söz ediliyorsa, bu ancak halkın özgürlüğüne rağmen mümkündür ve bu halde özgür halktan söz edilemez.
Sonuç olarak, Selçuk’un demokratça ama sınıflar ve sınıf mücadelesinden soyutlayarak yaptığı demokrasi tanımı berhava olmaktadır.
Peki, halkı ve katılımını bunca yücelten bir demokrasi tanımı niçin yapılmıştır? Halkı yönetilmeye, baskı altında yaşamaya razı etmek için. Halk dalkavukluğu ile ilgisi olmayan şu tür halk övgülerinin amacı tamamen söylendiği gibidir: “Demokrasilerde halk, yönetenlerin müşterisi… değil, ülkenin gerçek sahibi ve yöneticisidir… Seyirci ve edilgin bir yığın değil, etkin bir aktördür.” (sf. 54) Güzel ama içi boş laflardır bunlar. Tıpkı, jandarma zulmü altında inleyen köylünün “milletin efendisi” ilan edilmesi gibi.
Amacın bu olduğu ama halkın yönetim için gerçek anlamda hiç düşünülmediği Selçuk’un şu sözlerinde kendini açığa vurmaktadır:
“Demokraside, yukarılarda alınan kararlar, halkın titreşimlerini, eğilimlerini gözetmek durumundadır.
“Sivil toplum örgütleri, baskı grupları ve halk, kararlar ve karar alma erkinin sahipleri üzerinde etkili olamıyorsa, sözde seçimlerle yetiniliyorsa, demokrasi bunalımı var demektir.” (Aynı sayfa)
Açmaz o denli büyüktür ki, Selçuk, aynı sayfada ve demokrasi tanımını yaptığı sayfadan bir sayfa sonra kendisiyle çelişmek ve amacını açığa vurmak durumunda kalmaktadır. Bilgi ve yönetme tekelinin, halkın değil “erkin sahipleri”, “yukarılar”ın elinde olduğunun kabulüdür bu söylenenler. Selçuk, “kararları alanlar”ın halkın eğilimlerini gözetmek durumunda olduklarına dikkat çekmektedir; demek ki, kararları halkın aldığı ve kendi kendisini yönettiği şeklindeki tanım aldatıcıdır. “Karar alma erki” ve “erkin sahipleri”nden söz etmektedir, halka, ancak bu erk sahipleri üzerinde “etkili olma” rolünü biçmektedir. Halk, demokraside yönetimdeyse, demek ki, “karar alma erki sahipleri” ile “derin devlet” onaylanmaktadır. Ya da halk yönetimi olarak demokrasi, bütünüyle aldatmadır. Bu “erk sahiplerinin”, egemen burjuvazinin, tekeller tarafından iyice güdükleştirilip daraltılan demokrasisiyle siyasal (ve dayanağı olarak ekonomik) egemenliği, yönetsel tekeli, halka demokrasi olarak sunulmakta ve buna katlanması ve boyun eğmesi istenmektedir. Savunulan, halkın değil tekellerin egemenliğidir.
Kimse, Türkiye’nin demokrasiye ihtiyacı olmadığını düşünmemelidir. Selçuk’un demokratizminin eleştirisi, onun ülkemizde en ileri temsilcileri arasında yer aldığı burjuva demokrasisinin sınırlılığı ve açmazıyla, iflası ile ilgilidir. Ve demokrasinin engeli, hiç de Selçuk’un dediği gibi (bkz. sf. 54) halkın katılımını dışlayan siyasal partilerin oligarşik yapısı ve buna izin veren Siyasal Partiler Yasası’ndan ibaret değildir. 1982 Anayasasından da ibaret değildir. Egemen sınıf olarak burjuvazinin siyasal örgütlenmesinin bütünüdür. ’82 Anayasası vb. ile tahkim edilmiş baskı aygıtının kendisidir.
Ve demokrasi, “sistemin düzeltilmesi” (sf. 17) sorunu değil, iktidar sorunudur. Çoğunluğun yönetiyor gibi gösterilmesi ama azınlığın yönetmeye devam etmesi durumuna son verilmesi ve çoğunluğu oluşturan milyonların coşku ve heyecanının bir sel gibi her yanı kucaklamasının önünün açılmasıdır, iktidar değişikliğini ve siyasal devrimi gerektirir.
Selçuk, “Ama demokrasi hiçbir yerde altın tepsiyle halka verilmez.” (sf. 55) derken haklı, “Bireysel girişimlerle elde edilir.” derken saptırıcıdır. Halka bunca övgü yapan örgütlü halkın girişimini kabul etmek zorundadır. Ancak amacıyla çeliştiğinden bundan kaçınmakta, düzen adamı olarak şunu da demektedir: “Ancak sistem buna izin vermelidir. Vermiyorsa halk ne yapsın?” (Agy.)
Bütün bunlardan sonra Selçuk da “iktidar”dan söz ediyor: “Türk halkı, halkın iktidarının gerçekleştirilerek, yönetilen demokrasiden yöneten demokrasiye geçmek ve devletiyle bütünleşmek istiyor.” (sf. 56)
Bu nasıl “iktidar” anlayışı ve nasıl “iktidar değişikliği”! Evet, halk iktidarı gereklidir, ama devletle bütünleşilecekse, bunun adı “halk iktidarı” olmaz ve bu bir “değişim” ihtiyacının da inkârıdır.
Devletin ve düzenin, bu düzenin sosyal dayanağı olan tekellerin egemenliğinin savunusu ve korunma kaygısı Selçuk’un bir hareket noktasıyken, ikincisi, AB somutunda, emperyalizme dayanma ve onunla birliktir.

AB DEMOKRATİZMİN DIŞ KAYNAKLARI
Selçuk, özenle AB’ye dayanma görüntüsü vermekten kaçınmış ve örneğin şunları söylemiştir: “Türk insanı demokrasiye kavuşacaktır. Bunun bir de yan ürünü olacak: Türkiye Avrupa Birliği’ne girecektir. Türk halkı bu Birliğe girmek için değil kendisinin kalkınması, mutluluğu için kesintisiz bir demokrasi istiyor. Avrupa Birliği’nin kodlarıyla Türk halkının iradesi kesişiyor. Bu yüzden Türk halkı, Avrupa Birliği’ne sıcak bakıyor.” (sf. 27)
Bu, işbirlikçilik ya da “kökü dışarıda” suçlamasına karşı alınmış bir önlem görüntüsündedir. Ancak burada bile halk ile AB arasında “demokrasi” ortak paydalı bir olumlu ilişki kurulmakta, halk ile AB’nin, demokrasi sorununda birleştiğinden söz edilmektedir.
“Demokratikleşme”nin “yan ürünü olarak” “Türkiye AB’ye girecektir” diyen Selçuk, “Çoğulcu, özgür ve demokrat, ama barış içinde bütünleşmiş bir Avrupa, bugün dokunabileceğimiz kadar bize yakındır. Türkiye demokrasi küresinde yer almak istiyor.” (sf. 36) yönündeki görüşüyle hem Avrupa’nın tam birleşmesinin hem de -demokrasi eksiğini kapatacak- Türkiye’nin bu birliğe katılmasının çok yakın olduğunu söylemiş oluyor. Burada, “Avrupa Birliği’ne alınacağımıza kolaylıkla inanan aydınları ‘artist yapılacağına inandırılarak kandırılan kızlara’ benzetmiştim. Elbette bu görüşe varmam sebepsiz değil.” (Militan Demokrasi, sf. 75) diyen V. Savaş’tan ayrılan Selçuk, üstelik onun “kandırılan kızlar” tanımlamasına giriyor.
Bundan vahimi, Selçuk, AB’yi ve tek tek Avrupa ülkelerini “çoğulcu, özgür, demokrat” vb. övgüleriyle göklere çıkarması ve Türkiye’nin ve demokrasisinin geleceğini Avrupa’da görmesidir. Sadece geleceğini değil, demokrasisini inşa etmek bakımından Türkiye’nin bugününü Avrupa’ya bağlayan Selçuk, Avrupa hayranlığı ya da bağımlılığının köklerinden de söz etmekte ve görüşlerini Tanzimatçı çizgiye oturtmaktadır: “Türkiye demokrasi küresinde yer almak istiyor. Bu bilinç ve irade, halkımızda esasen iki yüzyıldan beri var. Cumhuriyetle ivme kazanmış, güçlenmiştir. Bugün en hızlı noktadadır.” (Özlenen Demokratik Türkiye, sf. 36)
Avrupa ülkeleri, Fransa, Almanya, İngiltere, Körfez’e ve Yugoslavya’ya bomba yağdırılmasına katılırken, İngiltere’de grev hakkı bile bulunmazken, Almanya siyasal faaliyetlerin de yasaklanabildiği tam bir polis devleti durumundayken, Fransa eski sömürgelerinde ne insan hakkı ne özgürlükler tanımazken Selçuk Avrupa övgüsünde sınır tanımamaktadır. Birkaç örnek:
“Avrupa Birliği, özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü ilkeleri üzerine kurulmuştur.” (sf. 38)
“Üye devletler, kaynaklarını barış ve özgürlük için birleştirmişlerdir.” (sf. 41)
Oysa Avrupa demokrasisi, artık sadece kapitalizmden kaynaklanan (özgürlüğün ticaret ve emeğini kiralayıp kiralamama özgürlüğü olması gibi) kaçınılmaz sınırlılıkları ile malûl olmakla kalmamaktadırlar. Dünyanın paylaşılması kavgasına da katılmış tekellerin emperyalist çıkarlarınca iyice güdükleştirilmiş demokrasileriyle Avrupa devletleri, giderek daha çok halkı siyasal yaşamdan dışlama temelinde örgütlenmelerini yetkinleştirme durumundadır.
İşçi ve emekçilerin tüm kazanılmış haklarına, bu arada, sendikal örgütlenme özgürlüğü, kurala bağlanmış çalışma hakkı, emeklilik güvenceleri, genel olarak sosyal güvenlik sistemi gibi hak ve özgürlüklerine yöneltilmiş bir saldırı olan küreselleşme politikaları, aynı zamanda AB kaynaklıdır da. Özelleştirmeler, esnek çalıştırma, gerçek ücretlerde düşüş vb. AB’nin de geliştirdiği küreselleşme saldırganlığı unsurlarıdır. Son örneklerine lastik ve belediye grevlerinde tanık olduğumuz grev yasakçılığının, sadece hükümetin ülke içi sorunlardan kaynaklı bir tasarrufu olmadığı ama Avrupa sermayesinin de yönlendiricilerinden olduğu IMF dayatmalarıyla doğrudan ilişkili bulunduğu bilinmektedir. Bu köleleştirici küreselleşme saldırısı, kuşkusuz sadece Türkiye’ye yönelik değildir; ABD’nin yanında Avrupa ülkelerinin de ilişkili olduğu bütün ülkelere yönelik uygulamalarını yönlendirmekte, kendi ülkelerinde de uygulanmaktadır.
Üstelik Avrupa ve AB’nin Türkiye bakımından anlamı, demokrasi tartışmasını da aşmakta, sonuçta Türkiye’nin demokratikleşmesini olumlu değil ama olumsuz etkileyen sömürgecilikle belirlenmektedir. Küçük ve orta işletmeleri şimdiden iflasa sürükleyen, tarım ve hayvancılığı öldüren Gümrük Birliği’nin ve genel olarak küreselleşmenin sonuçlarını bugünden yaşamaya başladık. Ulusal egemenlik tanımayan ve tüm ulusal değerlerin yağmalanmasının yanında halkın tüm zenginliklerine el koymaya dayanan küreselleşme, kuşkusuz AB’nin de temel yönelimidir. Baş belası IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist dikte kurumlan aynı zamanda Avrupa kurumlarıdır da.
Çarpıcı örnek uluslararası tahkim sorunudur. Türkiye tarafından onaylanan Anayasa değişikliğiyle, artık özelleştirilmiş (geriye dönük olanları da kapsamaktadır) ve yabancı sermaye tarafından ele geçirilmiş şirketlerin ülke ya da işçileriyle çıkabilecek tüm sorunlarında Danıştay’ın yetkisinden vazgeçilmiş ve bir uluslararası mahkeme bile oluşturmayan tekellerin birkaç adamından oluşan tahkim heyetlerinin (hakem kurumlarının) yetkisi kabul edilmiştir. Selçuk ise, kitabının 40–43 sayfalarında uluslararası hukuk ve uluslararası mahkemelere övgü yağdırmaktadır. Ülkenin, sadece ekonomisi ve siyasetiyle değil ama hukuku ve hukuk sistemiyle de bağımsızlığından çoktan vazgeçtiğini, Tanzimatçı çizgisini Selçuk, üstelik açıktan kabullenmektedir:
“Bütünleşme yolunda en tartışmalı konu ‘ulus-devlet’ sorunudur. Avrupa Konseyi’nde ve Avrupa Birliği’nde, ‘ulusal egemenlik ve eşitlik’ kavramlarının gittikçe aşındığı, ‘uluslar-üstülük’ kavramının, bütünleşmeyi sağlayacak bir boyuta ulaştığı kesindir.” (sf. 38) ve Avrupa Birliği’nin “hak-hukuk”, “özgürlükler ve demokrasi” dayanaklarına (!) övgülerinden sonra eklemektedir:
“Birliğin üyeleri de, bu ortak hukuku yaratmak için ortak çaba içindeler. Niçin? Kendi insanlarını daha onurlu, daha mutlu kılmak için.
“Tercih bizimdir.
“Ben kendi tercihimi yapıyorum.
“Katı egemenlik anlayışının küreselleşme doğrultusunda yumuşatılmasında bir sakınca görmüyorum.
“Bu bir teslim olma değil, kimliğini koruyarak özgür iradeyle ekonomide, politikada, hukukta buluşmadır, ortaklıktır.” (sf. 45–6)
Avrupa’da dilencilik, küreselleşme politikalarına paralel artarken, örgütsüzlük yayılır ve örneğin sendikalı işçi sayısı azalırken, ortak Avrupa hukukunun Avrupa halkına mutluluk ve onur getireceği iddiasının yanıtı, giderek eskiyi arar hale gelen bizzat Avrupa halkıdır. Türkiye halkına gelince, “onur ve mutluluğun” Avrupa’dan gelmeyeceği kesindir.
Selçuk’sa tercihini çoktan yapmıştır. Küreselleşme lehine “egemenlik”ten çoktan vazgeçmiştir ve bunu sakıncalı görmemektedir. Uluslararası tahkimi sakıncalı görmediği gibi. Bunun teslim olmama ve ortaklık olduğu iddiası ise, tarihte kaderini emperyalizmle birleştiren herkesin ortak iddiasıdır, ama gerçeğe uymamaktadır. Selçuk’a rağmen “onlar ortak biz pazar” sloganı, küreselleşme saldırganlığı koşullarında bugün geçerliliğini önemi artarak korumaktadır.
Demokratizminin sınırlılığı üzerinde durduğumuz Selçuk’un bu açmazının kaynağı, -olanca halk övgüsüne karşın, halka güvensizliği nedeniyle- ülke içinde bulmakta zorluk çektiği demokrasinin dayanağını Avrupa ve AB’de aramasında ve Avrupa yandaşlığındadır. O tekellerin çıkarlarını zedelemeyecek, tersine tekellerin egemenliğinin en iyi gerçekleşeceği bir “demokrasi” peşindedir. Bunun adı “düşük yoğunluklu demokrasi” olarak takılmıştır. Selçuk, sözel olarak katiyen “yoğunluk düşüklüğü”nü benimsememekte ama emperyalist demokratizmin sınırlarını da aynı katiyet ve özenle aşmamaktadır.

ALTERNATİF DEMOKRASİ
Bitirirken, ’82 Anayasası’nın ve 312. maddenin tamamen ya da kısmen değiştirilmesi gibi demokratik önerileri olan Selçuk’un AB üyeliğinin düş olmadığını, bunun için Kopenhag kriterlerinin kabulünün yeterli olduğunu propaganda ederek emperyalist demokratizmini tüm netliğiyle ortaya koymaktan kaçınmadığını söyleyelim:
“… Avrupa Birliği düş değildir. Kopenhag ölçütleri, anlaşılması güç, doğa-ötesi kurallar değildir. Küreselleşmeye uyum, insan hak ve özgürlükleri, devletin değil bireyin önceliği, özgürlükçülük, çoğulculuk, her güçlüğün demokrasi içinde çözülmesi, saydamlık, halkın katıldığı iyi yönetim, devletle sivil toplum arasında eşgüdüm isteklerinin hiçbiri, Türk insanına ne karşıdır ne de yabancıdır. Bu tam demokrasidir. … AB kendini değiştirmeyecek. Kendini a’dan z’ye yeniden yapılanarak değiştirecek olan Türkiye’dir.” (sf. 46)
Sürekli “Türk halkı şunu istiyor”, “Türk halkı bunu istiyor”la başlayan saptamalar yaparak kendisini halkın temsilcisi olarak sunan ve gerici demokratizmine halkı ortak etme uğraşındaki Selçuk’a bilinçli işçilerin, halkın aydınlanmış kesimlerinin yanıtı şudur: Biz bu “tam demokrasi”yi istemiyoruz. Biz, özgürlük ve demokrasiyi kendi usulümüzce, kendimiz, kendi yolumuzdan kazanacağız. Ve bunun için en başta emperyalizme karşı mücadele etmemiz gerektiğini, işsizlik, yoksulluk, açlığın yanı sıra bağımsızlığın elden gitmesi demek olan küreselleşmeye karşı direnmemiz ve bu saldırıyı püskürtmemiz gerektiğini biliyoruz. Senin o üst sınıfların ve AB’nin demokrasisi senin olsun, biz işçi sınıfının diğer ezilenlerle birlikte iktidarda olacağı bir halk demokrasisi istiyoruz. Bu demokraside bütün karar erki halkın elinde olacaktır. Halkın egemenliğinin üstünde hiçbir egemenlik organı bulunmayacaktır. Ve bu demokrasi, bu nedenle, durmaksızın sosyalizme yürümenin kaldıracı olabilir. Sosyalizme yürünmesi, sosyalizmin hedeflenmesi, demokrasinin kazanılması bakımından da zorunludur; çünkü kapitalizmin, sermaye egemenliğinin, tekelci diktenin sınırları içinde kalınarak demokrasi elde edilemez. Bu sınırlar içinde bir demokratikleşme olacaksa bile, bu, durmaksızın sosyalizme yürümeyi perspektif edinen demokrasi mücadelesinin ürünü olabilir.

Ekim 2000

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑