1984 yazında PKK tarafından başlatılan silahlı mücadeleyle birlikte yeni bir sürece giren Kürt sorunu, ülkemiz politik hayatının en çalkantılı döneminin, en önemli konularından biri olarak, çeşitli aşamalardan geçti ve bugün, Suriye’ye yönelen tehdit ve arkasından PKK Genel Başkanı A. Öcalan’ın hangi ülkeye iltica edeceği çevresinde koparılan tartışmalarla sorun, gerek ülke içinde, gerekse uluslararası düzeyde yeni bir özellik daha kazanmış görünüyor.
Her olayda olduğu gibi Kürt sorununda da, her sınıf ve siyasal akım, sorunun her aşamasında; sınıflar-arası ilişkiler alanında tuttuğu yere uygun düşen ve sonuçlarından bizzat kendisinin sorumlu olduğu tavırlar aldı, politikalar izledi. Önce 12 Eylül sonrası yenilgi ve dağılma sürecinin damgasını taşıyan bu tutumlar, 90’lı yıllarda revizyonizmin çöküşüyle körüklenen ve sosyalizme ve proletarya hareketine yönelen saldırıların ve bunun ‘sol’ harekette yol açtığı ideolojik bozuşmanın, birincisini derinleştiren etkisi altında şekillendi. Bu nedenle de Kürt hareketine alınan tutumlar, aynı zamanda her akımın işçi ve emekçi hareketine karşı duyduğu sorumluluğun da bir ölçüsü oldu.
Bugün gelinen aşamada, devrimci sınıf hareketi açısından, her dönemde olduğu gibi, kendi rol ve sorumluluklarını esas alarak sorunu özetlemek ve kendi politikalarını daha da somutlaştırıp kristalize etmek özel bir önem kazandı. Çünkü işçi sınıfının ve onun ileri temsilcilerinin, sınıflar mücadelesinin canlı pratiği içinde çeşitli sınıfların ve politik akımların nitelik ve özelliklerini, kendisiyle olan ilişkilerini ve kendi sorumluluk ve rolünü ne kadar ileri derecede kavrarsa, bütün ezilen yığınları birleştirme görevini o ölçüde yerine getirerek mücadelenin güç kazanmasını sağlayabilir.
12 EYLÜL SONRASI HAREKETİN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARI VE GELİŞİMİ:
Bilindiği gibi, 12 Eylül sadece faşist teröre dayanan bir saldırı olarak kalmadı. Uluslararası düzeyde başını ABD ve İngiltere’nin çektiği gerici dalgaya bağlanan ekonomik politikalarla, emperyalist sermayenin dolaşımı önündeki her türlü engeli kaldırarak (Türk Parasını Koruma Yasası’nın değiştirilmesi ve diğer koruyucu önlemlerin kaldırılması gibi), sermayenin yoğunlaşmasını, yeni sermaye gruplarının oluşmasını daha da hızlandıran gelişmelerin de yolunu açtı. Bunun ilk elden sonucu köylülük başta olmak üzere, orta ve küçük burjuva tabakalarda, işbirlikçi tekelci sermayeye bağlanan yeni bir çözülmenin hızlanması, işçi ve emekçiler üzerindeki sömürünün daha da azgınlaşması oldu. Yani 84’ten itibaren sadece faşist teröre karşı değil, aynı zamanda azgınlaşan sömürüye karşı mücadele öğeleri ülke düzeyinde belli bir birikime ulaştı. Türk-İş miting ve toplantılarında “genel grev” talebinin açıktan dile getirilmeye başlanması, bu birikimin işçi hareketindeki somut göstergesiydi. Topraktan yoksun Kürt yoksul köylüleri açısından ise giderek artan işsizlik, yoksulluk ve sefalet, faşist teröre eşlik etti. Türkiye ‘sol’ hareketini meydana getiren belli başlı akımlar, alınan ağır yenilginin yarattığı dağınıklığın ve ideolojik sarsıntının derin etkisi altındaydı. Bu nedenle de, var olan durumu soğukkanlılıkla değerlendirerek platformunu yenileme sürecine henüz girmemiş bulunuyordu.
İşte bu koşullarda, hazırlıkları esas olarak Bekaa Vadisi’nde yapılmış olan silahlı mücadele PKK tarafından başlatılmış oldu. Koşulları belirleyen, ülke düzeyinde azgın faşist teröre ve gün be gün ağırlaşan sömürüye karşı mücadele öğelerinin birikmiş olmasına karşılık, hareketin örgütlenme düzeyinin geri ve ‘sol’ siyasal akımların ideolojik bulanıklık ve örgütsel dağınıklık içinde olmasıydı. Dolayısıyla da, işçi ve emekçi sınıfların kendi talepleri etrafında birleşme ve egemen sınıflara karşı bağımsız bir politik mücadeleye yönelme olanaklarının henüz zayıf olduğu bir noktada, tarihsel bir temele de sahip Kürt tepkisine dayanmayı hedefleyen bir silahlı mücadeleyle karşı karşıya kalınmış oldu. Böylece, bir yandan PKK, -sonradan kendi belgelerinde de dile getirildiği gibi- yol açacağı sonuçları kendisinin de kestiremediği, giderek kendi başına amaç haline gelen, diğer mücadele ve örgüt biçimlerini buna tâbi olmaya mahkûm eden ve bunun bir gereği ve bununla sınırlanmış bir şekilde, köylülüğün desteğiyle varlığını sürdürebilen bir silahlı mücadelenin temsilcisi olarak ortaya çıkarken; her sınıf ve siyasal akım ve özel olarak ‘sol’ gruplar da bu konuda bir tutum almak durumunda kaldı.
Egemen sınıflar; işçi ve emekçi hareketinde yeni bir mücadele ve hareketlenmenin uç verdiği ’89 yılına kadar, 12 Eylül sonrasında halk hareketinin ezilmiş ve devrimci grupların dağıtılmış olmasının verdiği kendine güvenle sorunu genel geçer bir “bölücü terör” olayı olarak görme eğilimindeydiler. Bu nedenle, bir yandan koruculuk sisteminden başlamak üzere karşıdevrimci güçleri örgütleyip yaygınlaştırmaya yönelirken, öte yandan; hareketi abartmamayı da bir politika olarak benimsediler.
‘Sol’ akımların içinde bulunduğu dağınıklık ortamında, ’88-89’lara kadar alınan tutumlara damgasını vuran; yenilgiye duyulan tepkiye bağlı olarak ve bir kısmının ideolojik temellerindeki, yer yer sosyal şovenizme varan geriliğe rağmen oluşan kendiliğinden bir “destekti”. Yani bu desteğin hareket noktası, genel olarak halka ve özel olarak Kürt halkına duyulan bir sorumluluktan çok, yenilgi karşısında girilen eziklik duygusu ve faşist teröre duyulan tepkiyle sınırlıydı. Dolayısıyla da işçi ve emekçi sınıflar hareketine karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirme çabasını değil, getirememe çaresizliğini ifade ediyordu. Bu tepki, daha sonra herhangi bir gruba ve sınıfa karşı, hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan Y. Küçük, E. Kürkçü gibi “bağımsız aydınlar” tarafından Türkiye işçi ve emekçi hareketine karşı güvensizlik yaratma, Türkiye ‘sol’ hareketinin tarihini ve birikimini küçümseme üzerinden piyasa yapma ve örgütsel tasfiye sürecini hızlandırma aracına dönüştürülecekti. Elbette ki, böyle bir eğilim Kürt işçi ve emekçilerinin mücadelesini geliştirip güçlendirmek yerine, onun gerçek dost ve düşmanlarını ayırt etmesini zorlaştıran, en önemlisi de Türkiye işçi ve emekçi hareketiyle birleşme olanaklarını zayıflatan bir rol oynayacaktı. Dolayısıyla da, egemen sınıflara, zulme ve zorbalığa karşı ezilen bir halkın mücadelesi olarak ulusal harekete belli bir hoşgörüyle bakan Türk işçi ve emekçilerinin de bu duygularının zayıflamasına yol açarak; giderek yoğunlaşacak olan şovenist demagojiyi cesaretlendirecekti.
Oysa ’84’lerde mücadele isteklerinin açıkça dile gelmeye başladığı işçi hareketinde, ’86-87’lere doğru ilk grevler ve gösteriler ortaya çıkmaya başladı ve bu gelişme, aynı dönemde, faşist teröre karşı, ağırlığını Kürt köylülerinin oluşturduğu kitlesel gösterilerin uç vermesini teşvik ettiği gibi; silahlı hareketin istikrar kazanmasını ve belli ölçülerde yaygınlaşmasını kolaylaştırdı. Dalkavukluğu meslek edinenlerin görmezlikten geldiği en önemli olgulardan biri budur.
Mücadeleyi besleyen sınıfsal dayanakları görmezlikten gelmek; silahlı hareketin, halkın mücadelesine bağlanma, halkın bizzat kendi eyleminin bir parçası olma yönünde gelişmesi olasılığını zayıflatarak, kaçınılmaz bir şekilde, onun bir grubun örgütlenme ve mücadelesi olarak daralmasına ve Kürt işçi ve emekçilerinin de bu hareketin sadece destekçileri olarak kalmasına yol açar. Bu destek, zaman zaman azımsanmayacak boyutlara ulaşmış olsa bile; hiçbir zaman işçi ve emekçi halkın kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda örgütlenmesi ve geleceğini kendi eline alması anlamına gelmez. Oysa mücadelenin gelişiminin ve ilerlemesinin güvencesi, halkın kendi taleplerinin bilincinde olması ve bizzat kendi eylemini örgütlemesidir. Ancak, böyle bir yola girildiğinde, sorun somut sınıf talepleriyle birleşir ve egemen sınıflara karşı bütün ezilen yığınların mücadelesinin bir parçası haline gelir. Bu da ‘ulusal özgürlük” talebini zayıflatmaz, tersine halkın özgürce karar verebilmesinin olanaklarını genişletir ve koşullarını hazırlar.
İşte Türkiye işçi sınıfı, ’89 Bahar eylemleriyle işçi ve emekçi hareketinde yakın tarihin en ileri mücadelelerine yöneldiğinde; PKK, Kürt hareketinin ve Kürt işçi ve emekçilerinin geleceğinde önemli bir rol oynayacak olan bir dönemecin başında bulunuyordu. Hareket, iş, toprak ve özgürlük talebiyle birleşerek anti-emperyalist-demokratik içeriği güçlenen bir işçi köylü devrimine doğrumu gelişecek; yoksa -hele de uluslararası koşulların emperyalistler arası yeni bir rekabet ve çatışmaya doğru geliştiği bir dönemde- Kürt reformcu burjuvazisinin egemen sınıflarla ve emperyalist ülkelerin burjuva hükümetleriyle gireceği sonu gelmez pazarlıkların batağına mı saplanacak?
Her sınıf ve siyasal akım, tutumuyla, bu iki seçenekten birinin destekçisi olmak durumundaydı.
’89’DAN ’91’E KÜRT REFORMCU BURJUVAZİSİNDE GÜÇLENEN EĞİLİM
“Bahar Eylemleri”yle işçi hareketinde başlayan mücadele dalgası ’90 1 Mayıs’ı, Zonguldak grev ve direnişi ve metal işçilerinin grevleriyle, kendi eylemlerine meşruiyet sağladığı gibi, 12 Eylül terörünün yarattığı havayı dağıtarak bütün emekçi sınıfların mücadele ve örgütlenme eğilimlerini güçlendiren bir rol oynadı. İşçi sınıfı, Özal’ın partisinin seçim yenilgisini hazırlayarak politik sonuçlara yol açtığı gibi, aynı zamanda pratik eyleminin Diyarbakır’da V. Aydın’ın öldürülmesine karşı gelişen yüz bini aşkın insanın katıldığı gösteriyle doruk noktasına ulaşan Kürt işçi ve emekçilerinin kitle mücadelesiyle, karşılıklı olarak birbirini güçlendirecek bir özelliğe sahip olduğunu da kanıtladı. Gerilla eylemlerinin yaygınlaşarak PKK’ye olan destek ve sempatinin artması bu zemin üzerinde gerçekleşti.
Buna karşılık, silahlı hareketin istikrar kazanarak giderek artan bir destek ve sempatiye sahip olmasına rağmen, Kürt işçi ve köylülerinin çıkarlarını temsil eden açık bir politik perspektif ortaya koymamış ve koyamamış olması; birçok ülkedeki tarihsel örneklerin de gösterdiği gibi emperyalizmin ve egemen sınıfların karşısında en uzlaşmacı ama aynı zamanda hareketin yönetimini ele geçirmede de en avantajlı -bu avantajın önemli bir yanını, egemen sınıflarla ve burjuva partilerle olan ilişkileri oluşturur- kesimini oluşturan reformcu Kürt burjuvazisini harekete geçirdi ve belli başlı burjuva partilerdeki temsilcileri aracılığıyla örgütlenmeye yönelmesini sağladı.
Kürt hareketinin bu tayin edici dönemecinde, uluslararası planda emperyalizmin propaganda araçlarından birine dönüşen Gorbaçovculuğa bağlanan, devrimci sınıf hareketi dışındaki burjuva sol harekette güçlenen anti-Marksist liberal eğilimler ve bunların temsilcileri, ideolojik ve örgütsel tasfiye sürecini yoğunlaştırdı. Kürt hareketi karşısında her türden gerici motifle birleşmiş bir dalkavukluk; örgütlerini tasfiye ederek, Marksizm’e ve işçi sınıfına karşı özgürlüklerini ilan etmiş revizyonist-küçük burjuva eski örgüt şefleri ‘sol’ hareketin her türden döküntüleri ve bir kısım orta sınıf aydınları için, sınıf dışı ideolojik eğilimlerini ifade edebilmelerinin aracı oldu, işçi sınıfını ve yakın tarihin en ileri eylemlerini görmezden gelmek, bunların Kürt işçi ve emekçilerinin mücadelesine olan katkılarını hiçe saymak, hem Kürt meselesinin Türkiye halkına mal edilmesi konusundaki, hem de Kürt işçi ve emekçilerinin kendi bağımsız sınıf talepleriyle mücadelede yer alması konusundaki sorumluluklarını örtmenin aracı oldu. Onların çöküntü içerisindeki ruh halleri, her iki halkın sağduyusuna seslenmelerini, hareketin somut bir politik çizgiye, mücadeleyi ileri götürecek ittifaklara yönelmesine yardımcı olmalarını engelledi. İçinden çıkıp geldikleri siyasal akımlara karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirecek inanç ve kararlılıktan yoksun olanların veya herhangi bir sınıfa ve siyasal akıma karşı sorumlu olmaktan kaçınanların Kürt hareketine ne yararı olabilir?
Kürt hareketinin bu sahte dostları, sürdürdükleri faaliyetle, Kürt reformcu burjuvazisinin, hareketin politik yönlendiriciliğini ele geçirmesine ve egemen sınıflardan ve kapitalist burjuva hükümetlerden umut ve beklentinin güçlenmesine yardım etmiş oldular. Zaten Kürt hareketini baştan beri sınırlamakta olan ideolojik ve sınıfsal zayıflıklarla birleştiğinde, PKK’nin, Kürt reformcu burjuvazisinin politikasına bağlanarak, kronik bir çözümsüzlüğe saplanmasında burjuva ‘sol’un bu dalkavukça tutumunun yarattığı ideolojik tahribatların önemli bir rolü olduğu, bugün, inkâr edilemez. Marjinal grupların “silahlı mücadelece tapınma konusundaki saplantıları ve bu konuda içine düştükleri kör terör hayranlığı da bu dalkavukluğun bir başka biçimi olarak ortaya çıktı.
Böylece, 91’e gelindiğinde, hareket, kendisinin bir işçi-köylü devrimine doğru gelişimine zemin oluşturacak, Türkiye işçi ve emekçi hareketiyle birleşme olanaklarını güçlendirecek özelliklere sahip, iş, toprak ve özgürlük talebini esas alan demokratik ve antiemperyalist bir platformdan yoksun olarak, “Kürt Realitesinin Kabulü”, “Siyasal Çözüm” gibi Kürt reformcu burjuvazisinin pazarlık isteğinden başka bir anlama gelmeyen ve halk yığınları için soyut ve belirsiz taleplere bağlanma sürecine yönelmiş bulunuyordu.
Ve egemen sınıflar, bir yandan ’89’dan itibaren SS kararnamesiyle ve doğrudan MGK’nın yönlendiriciliğinde, en başta Kürt hareketiyle işçi ve emekçi sınıflar mücadelesinin karşılıklı olarak birbirini teşvik edip güçlendirmesini önleyecek saldırıların işaretini vermiş oldular. Bir yandan işbirlikçi Kürt burjuvaları ve toprak ağalarının da yardımıyla belli Kürt aşiretlerini silahlandırmaya, yerel dayanaklarını güçlendirmeye yönelirken, öte yandan SHP başta olmak üzere çeşitli partilerdeki temsilcileri aracılığıyla Kürt reformcu burjuvazisinin örgütlenmeye yönelmesini ve harekette muhatap duruma gelmesini teşvik ettiler. Mücadelenin bir halk hareketine yönelmesini önleyecek en kaba terör yöntemlerini kullanarak, harekete dayanak teşkil edecek Kürt köyleri üzerinde baskı ve saldırıları yoğunlaştırırken aynı zamanda ulusal hareketin en zayıf halkasında uzlaşma eğilimlerini güçlendirdiler. Körfez krizi ve revizyonizmin çöküşüyle birlikte, uluslararası düzeyde ortaya çıkan çözülme ve emperyalistler arası ilişkilerin yeniden belirlenme sürecine girildiğinde artık saldırılar egemen sınıflar açısından Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Türkî cumhuriyetlerle ilgili emperyalist ülkelerle ilişkiler alanını ve onların talep ve eğilimlerini de gözeten ve egemen sınıfların çeşitli kesimleri arasında yer yer şiddetlenerek sürecek olan farklılıkları da belli bir disiplin altına alan genel bir stratejiyi gerekli hale getirdi. Ve ’91 erken seçim kararı bu koşullar altında alındı.
’91 SEÇİMLERİ VE EGEMEN SINIFLARIN YENİLENME PLATFORMU
Egemen sınıflar, Körfez Krizi’nin yarattığı ortamdan yararlanarak Zonguldak ve metal direnişlerinin ardından belli bir durgunluk içine giren işçi hareketine karşı, yüz binlerce işçiyi işten atarak saldırıya geçti ve sınıfın ileri kesimlerinde oluşan birikime önemli darbeler vurdu. Generaller eliyle, Kürt hareketine karşı saldırıların zeminini güçlendirmek üzere askerlerin cenaze törenleri ulusal düşmanlık duygularını kışkırtma aracına dönüştürülmeye başlandı. Mücadele açısından öneme sahip Kürt illerinde birbirini izleyen faili meçhul cinayetlere girişen çetelerin örgütlenmesi yaygınlaştırıldı. Gene kampanya boyunca burjuva partilerin “Adriyatik’ten Çin Şeddine” şiarıyla ifade edilen milliyetçi önyargıları körüklemeye yönelmesi teşvik edildi ve bu konuda burjuva basının üzerine düşeni yapması sağlandı.
Bu çok yönlü saldırı hazırlıklarının liberal manevrasını SHP-HEP ittifakı ve daha sonra kurulan SHP-DYP koalisyonu oluşturdu. “Kürt realitesinin kabulü ve demokratikleşme” demagojileriyle oluşturulan SHP-HEP ittifakı, Kürt hareketinde önemli bir beklenti ve umut yaratarak Kürt burjuvazisinin reformcu hayallerini güçlendirdi ve kitle hareketinin temellerini geçici de olsa yatıştırdı. Bu ittifakın SHP-DYP Koalisyon hükümeti ile tamamlanması; aynı zamanda Türkiye orta sınıf kesimlerinde ve bir kısım aydınlarda “demokratikleşme” beklentilerini geliştirerek kitle mücadelesinin hızını kesti. Böylece, Kürt hareketinde bugünün başlangıcı sürecine girilmiş oldu.
Yemin töreninde, parlamentoda gerçekleşen kışkırtma kampanyası; DYP-SHP Koalisyonunun parlamentodaki oturumunda düzenlenen kışkırtıcı saldırı ve generallerin parlamento ve hükümete açıktan müdahaleleri ve ’92 Newrozu’na ve ardından Kürt ulusal hareketinin kitlesel temelini oluşturan en önemli ilçelere, doğrudan ordu birliklerinin tank ve toplarla desteklenen saldırılarıyla, halk üzerinde estirilen terör yeni boyutlar kazandı. Paralel bir şekilde küçük burjuva gruplarının belli başlı büyük şehirlerde yöneldiği kör terör eylemleri bahane edilerek sürdürülen “yargısız infazlar”la ülkenin her yanını saran ve Düşük Yoğunluklu Savaş (DYS) stratejisi diye adlandırılan bu terör dalgası daha sonraki gelişmelere damgasını vurdu. Bu saldırı on binlerce insanın hayatına, binlerce köyün boşaltılmasına, birçok ilçe nüfusunun büyük oranlarda azalmasına, milyonlarca Kürt köylü ve emekçisinin yerini yurdunu terk ederek büyük şehirlere göçmesine veya Avrupa ülkelerine iltica etmesine mal oldu. Diyarbakır, Van gibi Kürt illerinde, üç dört misline katlanan ve işsizliğin aşlığın ve sefaletin yoğunlaşmasını hızlandıran nüfus yığılmalarına yol açtı.
Doğaldır ki, hareketi bütünüyle ortadan kaldırmanın kendi iradelerine bağlı olmadığını bilen egemen sınıflar, silahlı mücadeleyi asgari sınırları içine çekmeyi (marjinalize etmek diye ifade edilen) hedeflerken, buna karşılık; saldırıların işçi ve emekçi hareketindeki gelişmeleri de kapsayacak şekilde azami sonuçlara ulaşmasını amaçladılar. Bu nedenle de, dayandığı mantık ve politik amaçlarının bir gereği olarak DYS stratejisi, silahlı mücadelenin tümüyle sona erdirilmesini değil belli sınırlar içinde ve halk hareketinden tecrit edilerek varlığını sürdürmesi koşulunu varsayıyordu. Yani egemen sınıfların karşıdevrimi yeniden örgütlemeyi sağlayacak olan politik amaçlarının geçerli bir gerekçesi düzeyine düşürülmesini hedefliyordu. Ölüm makinası haline gelmiş faşist militanlardan parlamentoya, uyuşturucu ve mafya şebekelerine, general ve polis şeflerine uzanan cinayet çetelerinin, özel eğitilmiş birliklerin örgütlenmesi, merkezi tarzda sürdürülen ulusal düşmanlığı kışkırtma kampanyaları, giderek güçlenen militarizasyon ve bütün bunları tamamlamak üzere generallerin günlük politikaya müdahalelerinin zorunlu hale gelmesi, çapı giderek genişleyen bu saldırının doğal unsurları ve sonuçları olarak ortaya çıktı.
Ve generaller, “bölücü terör”e “irtica tehdidi”nin eklendiği 28 Şubat MGK Kararlarıyla günlük politikanın da doğrudan yönlendirici gücü olarak, herhangi bir “darbe”ye gerek kalmaksızın ve şimdiye kadarki belli başlı “darbeler”den daha da güçlü bir şekilde, devlet içindeki mevzilerini yenilediler ve buna meşruiyet kazandırdılar. Halen içinde bulunulan bu sürecin bir başka yönü, Türkiye egemen sınıflarının bölgede ve özel olarak Ortadoğu’da üstlenilen rol üzerinden ABD emperyalizmiyle yenilenen işbirliğine uygun bir politik tutumun generaller tarafından ve ülkenin hükümetler üstü politikaları olarak ilan edilmesidir. Kürt sorununda ABD tarafından sağlanan politik desteğin faturası, yenilenen bu işbirliğinin bir parçasıdır.
Bu süreç içerisinde, Kürt burjuvazisinin parlamenter temsilcileri, girdikleri ittifakın ve kapıldıkları reformcu hayallerin faturasını ağır saldırılarla ödediler. Onlara “pazarlık şansı” verilmedi. Bir kısmı ise; yurtdışında Sürgünde Kürt Parlamentosu aracılığıyla, burjuva hükümetler ve parlamentolar nezdinde girişimlerle yeni umut kırıntılarının yolunu açarak beklentiler yaratma çabasına yöneldi. Hareket alanları ve gelişme olanakları büyük ölçüde tahrip edilen silahlı hareket, asgari sınırları içine çekildi. PKK’nin Kürt halkından istediği “destek” ise; A. Öcalan’ın iltica talebinin kabul edilmesi noktasına geriledi.
Bu azgın terör dalgasının hızını kesen, gene işçi sınıfı hareketi başta olmak üzere, emekçi sınıfların ’94-95’lerden itibaren yeni boyutlar kazanan kitlesel mücadeleleri oldu. Giderek halkın anti-emperyalist talepleriyle birleşen, özelleştirmeye karşı eylemleri kamu emekçilerinin sendikal özgürlük talebiyle düzenledikleri, kendi tarihlerinin en ileri eylemleri azgın terörün ve buna eşlik eden ulusal düşmanlığın kışkırtılmasının hızını kesmekle kalmadı, aynı zamanda Kürt işçi ve emekçilerinin benzer taleplerle ortak mücadelelere yönelmesini teşvik etti, onların mücadele istek ve enerjisini cesaretlendirdi ve birleşik mücadelelerin yolunu açtı.
Gene yaşanan olaylar bütün kışkırtmalara rağmen her iki halkın da tarihsel temellere dayanan bir sağduyuyla, birbirine karşı düşmanca duygu ve tutumlar içine girmediğini gösterdi. Elbette ki Türk işçi ve emekçileri gerek PKK’nin izlediği çizgiyi, gerekse Kürt reformcu burjuvazisinin egemen sınıflarla girdiği ittifak ve pazarlıkları desteklemedi. Onların kapitalist burjuva hükümetlerden, en başta Kürt halkının onurunu zedeleyen, umut ve beklentiler içine girmesini desteklemedi… Zaten Türkiye işçi ve emekçi hareketinden böyle bir tutum alması beklenemez ve böyle bir tutum almadığından dolayı da sorumlu tutulamaz. Ama o en hasta egemen sınıflara karşı yeniden ve yeniden ve daha ileri taleplerle mücadeleye atılarak. Kürt işçi ve emekçilerine de nesnel olarak hiç kimsenin sağlamadığı desteği sağlamış oldu. Her türlü yöntemle sürdürülen kışkırtmalara kapılmayarak azgın faşist terörün dayanaklarını zayıflattığı gibi; onların kendi sınıf talepleri doğrultusunda mücadelelere yönelerek ortak mücadelenin, sınıf kardeşliğinin filizlenmesine yardım etti. Bu gerçekleri göz ardı ederek Kürt sorununu sahiplendiğini iddia etmek en başta Kürt halkını yanıltmak ve onun kendisine ve sınıf kardeşlerine olan güvenini zayıflatmak demektir.
KÜRT REFORMCU BURJUVAZİSİ VE PKK’NİN AŞILAMAYAN ZAAFLARI
Politik açıdan burjuva reformizmine bağlanmasının bir sonucu olarak PKK, yoğunlaşan saldırılar karşısında platformunu geleceği temsil eden sınıflara doğru yenilemek yerine, Y. Küçük vb. düşünce sistematiği dağılmış ve herhangi bir sınıfa karşı, hiçbir sorumluluk taşımayan aydınların katkılarıyla “Kemalizm”in eleştirisi ve tarihsel haksızlıklara duyulan tepki üzerinden ve onu geriye çeken bir çizgiye yöneldi. Kemalizm, ulusal kurtuluş savaşının ve onun önderliğini ele geçiren Türk ticaret burjuvazisinin bir ideolojisi olarak kabul ediliyorsa; ulusal kurtuluş savaşının kendisi gibi o da emperyalist işgal ve Ekim Devrimi tarafından belirlenen özel tarihi koşulların ve işçi sınıfı hareketinin bilinç ve örgütlenme düzeyinin geri olması tarafından belirlenen mevcut toplumsal gelişme derecesinin, gelişimine izin verdiği konjonktürel bir olgu ve nitelik itibariyle de bir burjuva ideolojisidir. Kurtuluş Savaşı ise; Kürt halkı da dâhil olmak üzere bu ülke halkının tarihsel toplumsal gelişiminde emperyalist işgale karşı mücadelede, sınırlı ve yarım kalmış da olsa cılız bir ileri adımı temsil eder. Zaten, hiçbir zaman “ilahi adalet”in de temsilcisi olmayan “Kemalizm”, sınıf karakteri gereği olarak ve bütün ülkelerde olduğu gibi, hareketin bir işçi-köylü devrimine doğru gelişmesi karşısında, gerici ve karşı-devrimci bir konumda olmasına rağmen; Komünist Partinin ve işçi hareketinin örgütlenmesine karşı, Kürt ayaklanmalarına karşı şiddet ve zorbalıkla saldırmış olmasına rağmen; emperyalist işgal karşısındaki tutumuyla, o günün koşullarında, toplumsal gelişmenin ileriye doğru yönelmesine katkıda bulunarak sadece Türk halkının değil aynı zamanda nesnel olarak Kürt halkının da ulusal gelişimini hızlandıran bir rol oynadı.
Dolayısıyla, işbirlikçi egemen sınıfları, bugünkü konumlarıyla ve tarihsel gelişme karşısındaki yerleriyle değerlendirmek yerine, generallerin bile sadece laiklik düzeyine indirgeyerek “tek ayak üstünde durmaya mahkûm ettiği” “Kemalizm”le suçlamak onlara iltifat etmektir. Bu, tersine yöneltildiğinde, Kemalizm’den bir işçi-köylü devriminin bütün taleplerini gerçekleştirmesini istemek anlamına geldiği gibi; bugünün işbirlikçi egemen sınıflarına “Lozan’ın savunucusu payesini vermek de, onlara “ulusal” bir sıfat kazandırmak demektir. Bu da, Kürt halkının mücadelesini ileriye yöneltmez; tersine işbirlikçi egemen sınıfların demagojilerini ve etkileyeceği kesimleri güçlendirir. Bugün, Kürt halkının önüne neredeyse, Kürt Teali Cemiyeti’ninkine benzer bir platform koymak; onu, bulunduğu toplumsal gelişme düzeyinin ve tarihsel kazanımlarının gerisine çekmektir. Bu da, ancak Kürt burjuvazisinin pazarlık masasına, kurtuluş savaşının hedefi olan emperyalist ülkelerin davet edilmesi anlamına gelir. Üstelik bunlar, ’90’lı yılların koşullarında emperyalizmin, geri ülkelerin bütün tarihsel kazanmalarına karşı saldırılarını yoğunlaştırdığı koşullarda yapılırsa; daha da geri bir konuma düşülür. Ve bu çizgi Türkiye emekçi halkının dostluk ve desteğini kazanmaya hizmet etmeyeceği gibi; Kürt halkının süre-giden mücadelesinin, bağımsızlık ve demokrasi yolunda ilerlemesine hizmet etmez.
Kemalizm’i ileri noktadan eleştirmek ve aşmak demek; onu Kürt burjuvazisinin veya “hilafetçilerin” bakış açısından değil, işçi sınıfının bakış açısından eleştirmek demektir. Anti-emperyalizme sırt çevirmek değil, tersine işçi sınıfı önderliğinde anti-emperyalist-demokratik devrimin sonuna kadar götürülmesini savunmak demektir. Kürt burjuvazisinin yedeğine düşmek değil, işçi sınıfının müttefiki olmak demektir. Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin mücadelesini ilerletecek olan, onlara bölge halkları nezdinde saygın bir yer kazandıracak olan, budur.
Bugün, hareketin içine girdiği çözümsüzlüğün nedenlerinin aranacağı yer; PKK’nin başlangıç aşamasında önüne gelen sorulara verdiği cevapta veya aynı anlama gelmek üzere, bunlara cevap verememesinde yatar. Mücadeleyi, bir işçi-köylü devrimine doğru geliştirmeye yönelmek yerine, burjuva reformculuğunun yedeğine düşmesinde yatar, işçi ve emekçi yığınların mücadele yetenek ve enerjisine dayanmak ve onu geliştirmek yerine; mücadelenin tek bir biçimine saplanarak mücadelenin dinamiklerini sadece silahlı gruplar örgütleme yeteneğiyle sınırlamasında ve bunu başlı başına amaç haline getirmesinde yatar. Kürt emekçi halkının kendi mücadele tecrübelerinde daha ileri sonuçlar çıkararak, daha ileri mücadelelere yönelmesine yardımcı olmak yerine; Bekaa Vadisi’nde silahlı grupların eğitimiyle yetinmesinde yatar. Varolan sınıflar mücadelesinde, iş, toprak ve özgürlük talebini de içeren demokratik ve anti-emperyalist talepler temelinde, açık ve somut bir mücadele çizgisiyle saf tutmak yerine, tarihsel haksızlıklara duyulan tepkinin çevresinde dönüp durmasında yatar. Yani ’84 yazında hareketin taşıdığı zayıflıkların ’90’lı yıllarda derinleşerek ve bütün sonuçlarıyla ortaya çıkmış olmasında yatar. Bugün ortada bir çözümsüzlük varsa; bu, Kürt işçi ve emekçilerinin değil PKK’nin ve onun kuyruğuna takıldığı, reformcu burjuva politikasının çözümsüzlüğüdür.
Kürt emekçi halkı açısından bakıldığında, o, reformcu burjuvazinin somut taleplerden yoksun ve uzlaşmacı bir yola girmesine rağmen, kendisinden beklenen desteği, sonuna kadar sağlamaktan kaçınmadığı gibi; çıkış olanakları bulduğu her koşulda kitle eylemlerine yönelmekten de geri durmadı. Saldırıların bütün yükünü göğüsledi ve evlatlarından on binlercesini silahlı harekete feda etti.
’95’lerden itibaren gerek işçi eylemlerinde, gerekse kamu emekçilerinin eylemlerinde ve en önemlisi de ’98 1 Mayıs’ında, Türkiye işçi ve emekçileriyle omuz omuza ortak mücadelelerde yer aldı ve sadece bir destekçi olarak kalmadığı gibi PKK’nin ve Kürt reformcu burjuvazisinin platformunu fiilen aştığını ve mücadele ve örgütlenme yeteneğinin onlardan daha ileri olduğunu kanıtladı. İşçi sınıfının bağımsız bir parti olarak örgütlenmeye yönelmesiyle birlikte, bugünkü durumu karakterize eden ve mücadelenin geleceğinin dayandırılması gereken yer, işte bu gelişmenin kendisidir. Ödenen ağır bedellerin acısını telafi etmenin, dökülen kan ve gözyaşlarının biriktirdiği öfkeyi umuda ve bilince dönüştürmenin yolu buradan geçer. Bugün, herkesten çok Kürt emekçi halkı buna ihtiyaç duymaktadır.
KÜRT SORUNU, TÜRKİYE İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİNİN SORUNUDUR
Bütün bu süreci kapsayan gelişmeler, gerek Kürt reformcu burjuvazisinin ve gerekse; burjuva ‘sol’ akımların, sadece Kürt meselesindeki tutumlarıyla değil, egemen sınıflara ve emperyalizme karşı mücadeledeki tutumlarıyla da mücadeleyi ilerletecek bir platform ortaya koyma ve onu geliştirme yeteneğinden yoksun olduklarını bir kez daha gösterdi. Egemen sınıflara ve burjuva hükümetlere bağlanan her yöneliş; Türkiye işçi ve emekçi hareketiyle birleşme olanaklarını görmezden geldiği gibi, Kürt işçi ve emekçilerinin umut ve beklentilerine cevap vermekten de uzaklaşma anlamına geldi.
Böylece, varılan sonuç; tarihte pek çok örneğin kanıtladığı bir gerçeği; yani ulusal meselenin ancak, emperyalizme karşı genel mücadeleye bağlandığı ve sağlam sınıf temellerine dayandığı oranda çözüm yoluna girebileceği gerçeğini, -bu çözümün biçimi ne olursa olsun onun içeriğini bu mücadele içinde şekillenecek olan, her iki halkın karşılıklı olarak birbirlerinin haklarına gösterdiği kardeşçe saygı ve güven belirleyecek- on binlerce insanın hayatına mal olan bir tarih dersi olarak bir kez daha önümüze koymaktadır. Dolayısıyla sorunun özü; çözümün herhangi bir biçimini ön koşul olarak öne sürmek değil, karşılıklı olarak birbirinin haklarına saygının sonuna kadar güvence altına alınması, emperyalizme ve egemen sınıflara karşı mücadelenin geliştirilip güçlendirilmesidir. Bu saygının güvencesi ise; tarihsel sorumluluklarını her geçen gün daha ileri bir bilinçle omuzlamakta olan Türkiye işçi sınıfıdır.
Kürt ve Türk işçi ve emekçileri, özellikle onların ileri temsilcileri, ortak sınıf yaşamı ve duygusunun sağladığı sınıf sezgi ve tecrübesiyle, Türk ve Kürt halkının yüzyılların deneyinden geçmiş sağduyusuna seslenmeyi bileceklerdir.
Çünkü Türk halkı kendi deneyleriyle, Kürt halkına yönelen her saldırının kendi üzerindeki baskı ve sömürüyü de yoğunlaştırdığını, kardeş bir halkın kendi geleceği hakkında özgürce karar vermesine yardımcı olmanın ve onun en doğru kararı vereceğine güven duymanın; her iki halk arasındaki kardeşçe duygulan güçlendireceğini, bunun da emperyalizme ve egemen sınıflara karşı her iki halk arasındaki mücadele birliğini geliştirip güçlendireceğini bugün daha çok anlayabilecek bir bilinç ve olgunluk düzeyine sahiptir.
Aynı şekilde, Kürt halkı da bizzat kendi deneyleriyle kendisine yönelen saldırıların aynı zamanda Türk halkı üzerindeki sömürü ve zulme dayanan egemen sınıflardan geldiğini özgürlüklerini egemen sınıflardan ve burjuva hükümetlerin çıkar çatışmalarından değil; Türk işçi ve emekçilerinin özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle birleşerek elde edebileceğini anlamakta olduğunu, bugün, pratik mücadeledeki yönelişiyle ortaya koymaktadır.
İşçi sınıfının çözümü ise; her iki halkın yaşamı içinde oluşan, bu kardeşçe duygu ve bilinç üzerinde şekillenecektir.
Şubat 1999