Sanatın kitleleri etkileme ve yönlendirme gücü, bugün kimsenin yadsımadığı bir gerçek. İnsanlık tarihinin başından bu yana egemenler, bir üstyapı kurumu olan sanatı mevcut sistemin sürdürülmesi doğrultusunda kullandılar; ezilen kitleleri ideolojik baskı altında tutmak, sömürünün ayrımına varmalarını, bilinçlenmelerini ve sisteme karşı mücadele etmelerini önlemek amacıyla onları, kendi ideolojileri doğrultusunda sanat yapan sanatçıların ürünleriyle etkilediler, yönlendirdiler. Bu olgu, her şeyin alınıp satıldığı, her şeyin metalaştırıldığı günümüzde de artarak devam ediyor. Bilim ve teknikteki gelişmelerin, telekomünikasyondaki yeni buluşların, görsel işitsel kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasının sonucunda etkileme ve yönlendirmenin alanı, bir ülkenin sınırlarını çoktan aşmıştır. İnsanın insanı, uluslararası tekellerin halkları sömürüsü üzerine dayanan sistemin ideologlarının, emekçi halk ve işçi sınıfı üzerindeki etkisi ve yönlendiriciliği daha da artmıştır. Yeni Dünya Düzeni’nin ideologları, ülkemizde ve dünyanın her yerinde, geniş emekçi yığınlarını kendi istedikleri doğrultuda etkilemek; sorgulamayan, karşı çıkmayan, yalnızca tekeller için çalışan ve düşünmeden tüketen tek tip insan oluşturmak için, birtakım sanatçı figürleri, idoller yaratarak onların aracılığıyla kitleleri etkilediler. En çok müzik alanında görülen bu etkileme, sinema, tiyatrodan edebiyatın çeşitli dallarına kadar kendini göstermiştir.
Özellikle ülkemizde 80’li yıllarda çevrilen yılgınlığı ve pasifizmi öğütleyen filmler, pişmanlık edebiyatı ürünleri bunların somut bir ifadesidir. Geçmişte ve günümüzde, sistemi eleştiren, sorgulayan yapıtlar üreten sanatçılar ise, her zamanki gibi baskı ve engellemelerle karşılaştılar. Uygulanan en geçerli yöntemlerden biri de, bu sanatçıları yok sayarak, görmeyerek, yaşamlarını adadıkları emekçilerle aralarında bir bağ kurmalarını engellemektir. Bu da yapıldı, yapılmakta.
Buna karşın, işçi sınıfının öncülüğünde mücadele eden demokrasi güçlerinin, uyanış içindeki emekçilerin; sayısı az da olsa, yaşamını işçi sınıfının mücadelesine bağlamış aydınların, sanatçıların bilgi, birikim ve potansiyelinden, geçmişte ve bugün ürettikleri yapıtlarından yeterince yararlandığını söylemek olanaksız. Sınıf bilinci olmayan, kendiliğinden işçi ve emekçi halk kitlelerinin; egemenlerin istedikleri doğrultuda düşünmesi, kendisine sanatçı olarak sunulan figürleri sorgulamadan kabullenmesi, estetik düzeyinin bu doğrultuda oluşması uygulanan politikanın bir sonucudur, doğal karşılanabilir. Ancak, sınıf bilinci edinmiş, sistemi ve uygulamalarını sorgulayan, buna karşı mücadele eden örgütlü emeğin, aydın ve demokratların artık kendi düşünce sistemine uygun davranış ve çaba içinde olması gereklilikten öte zorunluluktur. Yeni dünya düzenine karşı özgürlük, bağımsızlık ve emeğin iktidar mücadelesinin verildiği bir ortamda, sistem ideologlarına karşın sınıfın aydınlarının savunulup sahiplenilmesi gerekmektedir. Emeğin örgütlü gücünün içinde yer alan aydın ve sanatçıların, örgütsüz aydın ve sanatçılarla işçi sınıfı arasındaki bağı kuracak bir olanak olduğu gerçeği, bu olanağın değerlendirilmesi gerekliliği anlaşılmalıdır. Sınıf bilinçli işçiler, devrimciler, demokratlar, burjuva propagandanın körüklediği, sanatçılara karşı popülist yaklaşımlardan kendilerini arıtmak, davranış ve değerlendirmelerini bu anlayış üzerinden biçimlendirmelidirler.
Genelde sanatın, özelde edebiyatın kitleleri etkileme, dönüştürme ve mücadeleye çekme konusundaki gücünün ve öneminin anlaşılması, bu alanda oluşmuş birikimin doğru değerlendirilebilmesi için, konuyu bir kez daha gündeme getirmek ve tartışmak gerektiğini düşündük. Sanatın önemi ve kökleri konusunda Lenin’in, Clara Zetkin’in anılarında yer verdiği önemli bir yargısını anımsamakta yarar var:
“…Sanat hakkında ne düşündüğümüz fazla önemli değil. Milyonlarla ölçülen bir nüfus idinde sanatın yüzlerce, hatta binlerce kişiye ne verdiği de fazla önemli değil. Sanat halka aittir. Kökleri emekçi kitlelerin ta derinliklerine gitmelidir. Bu kitleler tarafından anlaşılabilmeli ve sevilmelidir. Onların duygularını, düşüncelerini ve istemlerini yansıtmalı, onları heyecanlandırmalıdır. Aynı zamanda da kitlelerin bağrındaki sanatçıların sanat yeteneğini uyandırıp geliştirebilmelidir.”
EDEBİYATIN SUNDUĞU OLANAKLAR
Bu yazıda tiyatro, sinema, müzik, bale gibi öteki sanat dallarına da kaynaklık etmesi nedeniyle edebiyat üzerinde duracağız. Edebiyat, işçi sınıfı devrimcileri için, gerçekçi ürünler yoluyla halkı tanımak, onların duygu ve düşüncelerini öğrenmek, var olan birikim ve gücü değerlendirebilmek; bunun yanı sıra sistemin ideolojik kuşatması altındaki emekçilerin uyanmasını sağlamak açısından çok önemli bir olanaktır. Bu olanağın değerlendirilmesi konusunda Nâzım Hikmet, Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar-1’de şunları yazıyor:
“Ben yazarların, en başta da komünist yazarların, yaşamın tanınmasının zorunlu kaynaklarından biri durumuna gelecek bir edebiyat yapmaları gerektiğine inanıyorum. Krupskaya’nın Lenin üzerine Anılar’ında, Rus edebiyatının, Lenin için gerçekliği tanıma kaynaklarından biri olduğunu belirttiği bir tümcesini hep anımsarım. Halkım için, başka halklar için, en yenisinden en yüksek yöneticisine kadar partimin tüm üyeleri için bu erdemi taşıyan şiirler, romanlar, tiyatro oyunları yazmak isterim. Ama bunun için, doğru olmayı, öz sözle süssüz, belirsizlikten uzak yazmayı, sağ kulağını sol elle göstermeye kalkmamayı bilmek gerek. Bu sorun, her türlü öncü için hatta gelecekte de kendini gösterecek sürekli bir sorundur.”
Nâzım Hikmet, amaçladığı nitelikte şiirler, romanlar ve tiyatro oyunları yazmıştır; ülkemiz ve dünya halkları için… Şiirlerinin bir ölçüde değerlendirildiğini söyleyebiliriz; ama ya romanları, ya tiyatro yapıtları… Yeterince değerlendiriliyor mu, sınıf mücadelesi veren kadrolarca? Ya burjuvazinin baskıyla, hapisle sindiremeyip yok sayarak unutturduğu, emekçilerle bağını koparttığı öteki şair ve yazarlar, onların yapıtları, hatta adları biliniyor mu?
PARTİ KADROLARININ KÜLTÜR SANATA İLGİSİ, KÜLTÜR SANAT ÜRÜNLERİYLE VE SANATÇILARLA İLİŞKİSİ KONUSUNDA USTALARIN YAŞAMINDAN ÖĞRENMEK…
Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in yaşamları, sınıf mücadelesi veren devrimcilerin, parti kadrolarının alacakları derslerle dolu. Onların yaşamlarında edebiyatın, kültür-sanat ürünlerinin yeri; felsefe, politika, tarih ve ekonomiden daha az değildi. Hepsinin yaşam öyküsünde, edebiyat ürünlerine, kitaplara karşı tutkularından; şair ve yazarlarla sıkı bağlarından söz edilmektedir. Üstelik bu bağlar bir zorunluluk, gereklilik olarak görülmeyip; gündelik yaşamın ve mücadele koşullarının getirdiği doğallık içinde kurulmuş, sağlamlaştırılmıştı.
Marx’ın gerek Fransa’daki sürgün yıllarında, gerekse Almanya’daki Yeni Ren Gazetesi’ni çıkardıkları zamanlarda, en yakın dostları ve çalışma arkadaşları arasında Heinrich Heine, Ferdinand Freiligrath, George Weerth, Wilhelm Wolf ve dönemindeki öteki şair ve yazarlar vardı. Jenny ve Karl Marx, daha sonra kendilerine katılan F. Engels ile birlikte bu şairlerin en yeni şiirlerini ilk okuyan kişiler olurlar, onlarla yapıtları üzerine sohbet ederlerdi. Dahası bu şiirleri yazılarında, mektuplarında birbirlerine yazar, değerlendirirlerdi. Engels, 13 Aralık 1844’te New Moral World’da yayınlanan, Almanya’da Toplumculuk başlıklı yazısında Heine’yi tanıtmış ve onun Silezyalı Dokumacıların Türküsü adlı şiirinin çevirisine de yer vermişti.
Marx’ın, hiç tanışmadığı ve kitaplar yoluyla bağ kurduğu ünlü Rus yazar Çernişevski’nin yaşamına ve yazgısına duyduğu yakın ilgiyi ise, 1870’de Engels’e yazdığı şu satırlardan okuyoruz:
“Lopatin’den öğrendiğime göre Çernişevski 1864’te sekiz yıllığına Sibirya madenlerinde travoux forces’ye mahkûm edilmiş; demek iki yıl daha iş görmek zorunda.”
Marx, Çernişevski’yi ana dilinden okuyabilmek için Rusça öğrenmeye karar vermiş ve bunu gerçekleştirmişti. 1871’de Sigfrid Meyer’e yazdığı mektupta, bu konuya ilişkin şu cümlelere rastlıyoruz: “Sonuç, ben yaşta birinin Cermen ya da Latin dili gibi klasik dil gruplarından son derece farklı bir dili iyice öğrenmesine değdi. Şu sıra Rusya’daki düşünce hareketi, içten içe bir kaynamayı gösteriyor. Kafalardaki düşüncelerle halk kitlesi arasında gözle görülmeyen bağlar var.”
Marx’ın yaşamında, bir zamanlar sanatta politikasızlığı savunan, daha sonra devrimin bir ozanı olan Ferdinand Freiligrath’ın önemli bir yeri vardı. Yeni Ren Gazetesi’ndeki çalışmaları sırasında da birlikte oldukları ozanın, edebi yaratıcılığı ve devrimci çalışmalarının demokratik hareket açısından büyük önem taşıdığını biliyor ve kendisine gereken özen ve duyarlığı gösteriyordu. Weydemeyer’e yazdığı bir mektupta Freiligrath’tan; “O gerçek bir devrimci ve tümüyle dürüst bir insan. Böyle bir övgüyü çok az sayıdaki insan için yapabilirim” diye söz etmişti. Mektubun devamında, “şairlerin şiir yazabilmek için çocuklar gibi övülmeye ihtiyaçları olduğunu hatırlatıp Freiligrath’a karşı iyi davranmasını rica etmişti.” (Ateşi Çalmak -2, Galina Serebryakova, Çev: N. Özkan, Evrensel Basım Yayın)
Lenin, kitlelerin duygu ve düşüncelerinin anlaşılması, onların değiştirilip dönüştürülmesi ve harekete geçirilmesi konusunda edebiyatın, edebiyat ürünlerinin ne büyük önem taşıdığının bilincindeydi. Krupskaya, Lenin’den Anılar adlı kitabında, Sibirya’daki sürgün yıllarında bile, felsefe yapıtlarının yanı sıra Puşkin, Lermontov ve Nekrassov okuduğundan söz eder.
“Stepan İvanoviç Radçenko, Vladimir Ilyiç’in sadece ciddi kitaplar okuduğunu, yaşamı boyunca eline bir kez bile roman almadığını söylemişti. Bu beni çok şaşırtmıştı o zaman. Lenin’i yakından tanımaya başladıktan sonra da bu konu üzerine hiç konuşmamıştık, ancak Sibirya’da anladım bunun uydurma olduğunu. Vladimir llyiç, Turgenyev’i, Tolstoy’u, Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı’sını bir değil defalarca okumuştu. Klasikleri çok iyi biliyor, çok da takdir ediyordu. Daha sonra Bolşevikler iktidara geldiğinde, devlet basımevini klasiklerin ucuz ve yeni baskılarını yapmakla görevlendirdi.” (Lenin’den Anılar, N. Krupskaya, Çev: S. N. Kaya-İ. Yarkın, İnter Yayınları)
Lenin, okuduğu edebiyatçıların yapıtlarından yola çıkarak Rus devrimci hareketinin gelişmesini üç ana döneme ayırarak değerlendirmişti. İlk aşamayı, sistemi eleştiren ve halkın özlemlerini dile getiren Puşkin ve Lermontov gibi soylu kökenli yazarların yapıtları oluşturuyordu, ikinci aşamada, soylu kökenli yazarların yerini, yapıtlarında sanatın halkçı niteliğini daha geniş boyutlara taşıyan Nekrassov, Çernişevski, Dobroliubov, Saltikov-Çedrin gibi devrimci demokrat yazarlar almıştı. Bu yazar ve şairler yapıtlarında, sistem eleştirisini ve halkın özlemlerini dile getirmenin yanı sıra, Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı? adlı kitabında olduğu gibi, ütopik de olsa, kurulacak olan sisteme ilişkin ipuçları veriyorlardı. İşçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasıyla başlayan üçüncü aşamada verilen yapıtlarda, köylülüğün yardımıyla 1917’deki Büyük Ekim Devrimi’yle iktidarı alan Rus proletaryasının, devrim öncesi koşullan ve verdiği sınıf mücadelesi anlatılıyordu. Bu dönemde yapıtlar üreten Gorki ve Mayakovski’den Ostrovski ve Şolohov’a kadar Sovyet yazarlarının halktan esinlenmeleri ve komünizm için mücadelenin zorunlu taraflılığına uygun yeni boyutlar kazanmıştır. Rus egemenleriyle işçi sınıfı ve topraksız köylülük arasında geçen kıyasıya mücadelenin keskinliği işçi sınıfı cephesinde yeni insan tiplerinin oluşmasına yol açmıştır. Hegel estetiğinde tanımlanan tipe benzerlik gösteren yeni çağın kahramanları, işçi sınıfı içinden çıkmıştır. Bu tipleri, Gorki’nin Ana’sında, Ostrovski’nin Ve Çeliğe Su Verildi’sinde ve öteki yapıtlarda görebiliriz. Özellikle Gorki’nin Ana romanındaki Pavel Vlasov, sosyalist sanatın, dünyanın devrimci dönüşümü uğruna verilen mücadele içinde gösterilen ilk kahramanıdır.
İnancı uğruna her türlü özveriyi gösteren, olağanüstü bir güç ve kararlılıkla mücadele eden, geleceğini kendi kollarıyla kurması gerektiğinin bilincinde olan işçi tipi.
Maksim Gorki, Ana adlı romanını 1905 Devrimi’nden hemen sonra yazdı. Bu roman yalnız Rusya’da değil, milyonlarca basıldığı öteki ülkelerdeki işçi okurlar arasında da büyük yankı buldu. Roman Amerika’da, önce İngilizce olarak Appelton Magazine’de 1906-1907’de tefrika edilmiş; aynı sıralarda 1906 yazında Gorki’nin Amerika gezisi sırasında da basılmıştı.
Lenin, elyazmalarından okuduğu bu romanın, devrim sancıları çeken Rusya için önemini kavramış ve basılışını sevinçle karşılamıştı. 1907 Mayıs’ında, Lenin ve Gorki, Londra’da Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin 5. Kongresi sırasında karşılaştıkları zaman, Lenin romanı övmüştür. Gorki, daha sonra Lenin’le ilgili anılarında şunları yazmıştır:
“Ona kitabı biraz aceleye getirmiş olduğumu itiraf ettim, ama daha nedenini anlatmama fırsat bırakmadan, Lenin kafasını olumlayan bir şekilde sallayıp acele etmekle iyi yaptığımı, bu romanın acil bir ihtiyaç olduğunu, devrimci harekete kendiliğinden katılan pek çok işçi bulunduğunu ve Ana’yı okumanın onlar için çok yararlı olacağını söyledi. ‘Bu kitap tam zamanında yetişti’ dedi. Tek övgüsü bu oldu; ama benim için en değerli övgü buydu zaten.”
Lenin, sanat yapıtlarıyla toplumsal yaşam arasındaki diyalektik bağı parti kadrolarına, kitlelere anlatmak amacıyla birçok yazı kaleme almıştır. Özellikle Leo Tolstoy üzerine olanlar ilgi çekici ve öğreticidir. 1908’de Proletary’de yayınlanan Rus Devriminin Aynası Leo Tolstoy başlıklı makalesi bunlardan biridir. 1910’da Sotsial-Demokrat’ta yayınlanan bir başka yazısında, Tolstoy’un yaşamı ve yazdıkları arasındaki çelişkiye dikkat çekerken bir konunun altını özellikle çizmiştir:
“Tolstoy’un görüşlerindeki çelişkiler, yalnız onun kendi kişisel görüşlerinin içerdiği çelişkiler değildir; bu çelişkiler, Reform-sonrası ama devrim-öncesi dönemde Rus toplumunun çeşitli sınıf ve çeşitli kesimlerinin psikolojisini belirleyen, son derece karmaşık, çelişkin koşulların, toplumsal etki ve tarihsel geleneklerinin bir yansısıdır da.”
1910’da Rabochaya Gazeta’da yayınlanan Tolstoy ve Proletaryanın Mücadelesi yazısında da, Leo Tolstoy’un yapıtlarının neden ve nasıl okunması gerektiğini şu sözlerle açıklar:
“Leo Tolstoy’un edebi yapıtlarını okumakla, Rus işçi sınıfı, kendi düşmanlarını daha yakından tanımayı öğrenecektir; ancak bütün Rus halkı da Tolstoy’un öğretisini inceleyerek, kendi kurtuluş davalarını sonuna kadar götürmelerine engel olan o kendi güçsüzlüklerinin nerede yattığını anlamak zorundadır, ileriye gitmek için bunu anlamaları gerekir… Rus halkı, daha iyi bir yaşamın Tolstoy’a bakılarak değil, ama önemini onun kavrayamamış olduğu ve onun nefret ettiği eski dünyayı yıkabilecek o biricik sınıfa bakarak elde edilebileceğini kavradığı anda, kendi kurtuluşuna kavuşacaktır ancak. Bu sınıf proletaryadır.”
Maksim Gorki de, bu gerçeğin ayrımına varmış ve 1899 tarihini taşıyan Foma Godayve adlı kitabında şu sözlerle dile getirmişti; “…henüz kendisinin farkında olmayan açık bir amaç ya da yön seçememiş olan kocaman bir güç, bastırılamaz bir güç dolaşıyordu ortalıkta.”
Lenin’in Büyük Ekim Devrimi’nin hazırlanması ve örgütlenmesi sırasında; Rus edebiyatçıların yapıtlarını okuyup değerlendirmesi, makalelerinde bunların sınıf mücadelesine getireceği kazanımlardan söz etmesi ve bu şairlerin şiirlerinden alıntılara yer vermesi üzerine de birçok örnek vardır.
Gorki’yi yalnız bir edebiyatçı olarak değil, bir mücadele arkadaşı olarak değerlendiren ve yazdığı mektuplarda onunla devrimin sorunları uterine tartışan, görüş alışverişinde bulunan Lenin’in; dünyadaki ilk işçi devletine faşizmin ve emperyalizmin yönelttiği saldırılara karşın Sovyet toplumunun kültür-sanat alanındaki gelişmesini sürdürmesini başarabilen Stalin’in yaşamlarından da pek çok örnek vermek olanaklı.
Burada ayrıca, dünyanın ilk işçi devletini kuran Lenin’in, sınıftan yana olan ya da sınıfla birlikte mücadele eden sanatçılarla kurduğu ilişkinin düzeyine dikkat çekmek istiyorum. Tıpkı Marx gibi Lenin de, sanatçıların özgün kişiliklerine ve yaratım güçlerine saygı duyuyor, onlara davranışlarında özen gösteriyordu. Lenin’in, 1908’de Gorki’ye yazdığı mektubundaki şu satırlar onun bu özenini açıkça ortaya koymaktadır: “Proletary’de kısa yazılar yazma tasarınız beni çok sevindirdi (gazetenin çıkış ilanı gönderildi size). Büyük bir yapıta çalışıyorsanız eğer, hiç kuşkusuz, yarıda bırakmayın.”
1913’te Pravda yazı kuruluna Demyan Bedni için yazdığı mektup ise gerçekten son derece öğreticidir. Devrimci hareketle ilk kez 1911’de tam bir Bolşevik gazetesi olan Zvezda için çalışmaya başladığında ilişki kuran Demyan Bedni’ye yazı kurulundaki birçok kişi küçümseyici bir gözle bakarken, Lenin, onun içindeki potansiyeli anlamış ve değerlendirmişti. Lenin, kısa sürede övgüsünü kazanan Demyan Bedni’ye karşı tutumları nedeniyle yazı kurulundaki öteki arkadaşlarını uyarmaktan da geri durmamıştı:
“Demyan Bedni’ye gelince, hâlâ ondan yanayım. İnsani kusurlara kabahat bulmayın, dostlarım. Yetenek ender bir şeydir. Sistemli ve dikkatli bir biçimde desteklenmelidir. Eğer bu yetenekli yazarı kendinize çekmez, yardım etmezseniz, demokratik işçi sınıfı hareketine karşı vicdani bir günah, büyük bir günah (varsa eğer, çeşitli kişisel günahlardan yüz kere daha büyük bir günah) işlemiş olursunuz. Bunun üzerinde düşünün.”
Genç bir şairden ünlü yazarlara kadar, edebiyatçılarla ilgilenen, onların çalışmalarını destekleyen aynı Lenin; gördüğü hataları içtenlikle eleştirerek, uyarı ve önerilerde bulunarak onları geliştirmeye, halkın istem ve özlemleri doğrultusunda yapıtlar vermelerini sağlamaya çalışmıştır. Sosyalist toplumun inşa edilmeye çalışıldığı ve bir yandan da burjuvaziye karşı amansız bir mücadelenin sürdüğü iç savaş ortamında, Maksim Gorki’ye yazdığı mektuplar bunu açıkça ortaya koymaktadır. 31 Temmuz 1919 tarihli mektubunda sosyalist inşa sırasındaki uygulamaları eleştiren Gorki’yi şu sözlerle eleştirmiş ve uyarmıştır Lenin:
“Eğer gözlemde bulunmak istiyorsanız, aşağılardan, yeni bir yaşamın nasıl kurulduğunun görülebileceği bir yerden, kasabalarda ya da taşrada bir işçi semtinden bakarak gözlemde bulunmalısınız. Orada, son derece karmaşık verilerin siyasal bir dökümünü yapmak zorunda değildir insan, gözlemde bulunması yeterlidir. Bunu yapacağınız yerde, kendinizi profesyonel bir çeviri yayımcısı yerine, yani yeni bir yaşamın yeni baştan nasıl kurulduğunu göremeyecek, bütün gücünüzü hasta aydınların hastalıklı inlemelerini dinlemekle yitirmekte olduğunuz, eski başkenti (Petrograd) büyük bir askeri tehlike ve korkunç yokluk içinde görmekle vakit geçirdiğiniz bir yere koymuşsunuz.
İşçilerle köylülerin, yani Rus halkının onda dokuzunun yaşamındaki yeni çizgileri doğrudan doğruya gözlemlemenizin olanak dışı olduğu bir konum içindesiniz; en seçkin işçilerin artık cephelere ve kırsal kesimlere giderek terk ettikleri, geriye hayatta yeri yurdu, yapacak işi kalmamış; üstelik çevrenizi ‘sarmış’ bir sürü aydının yaşadığı, eski bir başkentteki yaşam kalıntılarını görmek zorundasınız sadece. Oradan uzaklaşmanız için yapılan önerileri de inatla reddediyorsunuz… Bir sanatçı olarak siz orada yeni hiçbir şeyi, orduda, taşrada, fabrikalarda yeni olan hiçbir şeyi görüp inceleyemezsiniz.”
15 Eylül 1919 tarihli mektupta da aynı konudaki eleştirilerini sürdüren Lenin, ünlü yazara şu öneride bulunmuştu: “Yo gerçekten, bu burjuva aydın çevresinden kendinizi söküp almazsanız mahvolursunuz! Bunu bir an önce yapmanızı bütün kalbimle dilerim.” (Sanat ve Edebiyat, Marx-Engels-Lenin, Çev: Aziz Çalışlar, Evrensel Basım Yayın)
SONUÇ
Burada anlatılanların amacı; işçi sınıfının devrimci önderlerinin geçmişteki yaşantılarına nostaljik bir gönderme yapmak değildir. Bu konuda, belleklerimizi tazelemek, onların düşünce, davranış ve eylemlerinden öğrenip; öğrendiklerimizi, bugün verdiğimiz sınıf mücadelesinde yaşama geçirmeye çalışmaktır. Özetlersek, işçi sınıfının devrimci partisinin kadroları ve sınıf bilinçli işçiler tarafından, seçimini emeğin dünyasından yana yapmış -partili ya da partisiz- şair ve yazarların yapıtlarının okunması; bu yapıtların işçi sınıfına, emekçi halka mal edilmesi ve sınıf mücadelesinde bir olanak olarak değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. İşçi sınıfı devrimcilerinin, ülkemiz yazarlarının yapıtlarını okumaları ve değerlendirmeleri üç yönden gereklidir: Birincisi, bu yapıtlar yoluyla halkın duygu, düşünce ve gereksinimlerini öğrenmek, kitlenin psikolojisini anlamak; ikincisi, bu yapıtların nesnel eleştirisini yapabilmek, yazarına yapıcı eleştiri ve önerilerle katkıda bulunabilmek; üçüncüsü, bu yapıtları sınıf mücadelesi sırasında, kitleleri değiştirip dönüştürme yolunda bir olanak olarak değerlendirebilmektir. Sınıf mücadelesinin içinde yer alan devrimciler, bu yolla kendilerini kültürel yönden donatıp işçi sınıfına bu alanda da yardım edecek düzeye gelmelerinin yanı sıra; eleştiri ve önerileriyle yazar ve şairlerin de değişip dönüşmelerine yardımcı olabileceklerdir.
İşçi sınıfının; kültür ve düşünce birikimini, yaratıcılığını ve sanatsal üretimini halkın yararına sunan sanatçılara gereksinimi olduğu bilinen ve yadsınamayacak bir gerçektir. Yaşamda olmayanlar ve günümüz sanatçıları göz önüne alındığında, gerek dünya ölçeğindeki gerekse de ülkemizdeki şair ve yazarların bu alandaki birikiminin küçümsenmeyecek bir düzeyde olduğunu görebiliriz. Ancak bu şair ve yazarlarla geniş emekçi yığınlar arasındaki bağ kopuktur. Bunun nedenlerine yukarda değindik. Burada bir başka konuyu açmakta yarar var. Devrimciler, sanatçılarla ilişki biçimlerini sık sık değerlendirip gözden geçirmelidir. Tıpkı Marx’ın ve Lenin’in, yukarıya da alıntıladığımız yazılarında belirttikleri gibi; sanatçıların sezgileri güçlü, yaratıcılıkları ve duyarlıkları, olağandan daha fazla olan insanlar oldukları gerçeği kabul edilmelidir. Bu duyarlıkları, yaratıcılıkları ve sezgileri nedeniyledir ki sanatçılar, alanlarında yapıtlar verebilmektedirler. Onlarla ilişkide, sanatçı kimlikleri ve ürettikleri yapıtlar yoluyla emeğin dünyasına katkıda bulunmaları; geçmişte ve bugün vermekte oldukları mücadelenin yanı sıra; gelecekte de verecekleri, vermeleri gereken yapıtlar göz önüne alınmalıdır.
İşçi sınıfı partisi, düzenlediği etkinliklerde, sınıf mücadelesine katılan -partili ya da partisiz- sanatçılarla; tüketim toplumu denen düzenin, propaganda, reklâm ve kitle kültüründen oluşan bir alanda milyonlarca insanın beğeni ve alışkanlıklarıyla ve görüşleriyle oynayarak, maddi şeylerin tutsağı, kapital ve malzeme kaynaklarının kesintisiz akışı içinde bir dişli durumuna getirdiği insanları, geniş emekçi yığınlarını karşılaştırmada önemli bir misyona sahiptir. Bu karşılaştırmalar çeşitli biçimlerde olabilir. Parti şenlikleri, kültürel etkinlikler kuşkusuz ki seçimini emeğin dünyasından yana yapmış sanatçıların, geniş emekçi kuleleriyle karşılaştırılacağı etkinliklerdir. Ancak sanatçıların, emekçilerle tek karşılaşma biçimi bu değildir. Panel, konferans, söyleşi vb. etkinlikler yoluyla sanatçılarla emekçiler arasındaki buluşma daha yararlı bir biçimde gerçekleştirilebilir.
Şair ve yazarlar konuşmalarıyla kendilerinin ya da başka sanatçıların yapıtlarından örnekler vererek kitleye seslenirler; bu yolla emekçilerin bilincindeki bulanıklığı dağıtıp, sistemi sorgulamalarını sağlamaya ve onlar da örgütlü mücadeleye katılma isteği uyandırmaya çalışırlar.
Bu karşılaşmalar, emekçilerin bilincinde bir uyanışa yol açarken; sanatçılara da emeğin örgütlü güçlerini ve geniş emekçi kitleleri yakından tanıma ve kendilerini de değiştirip dönüştürme olanağı verir.
Bu tür etkinliklerin yanı sıra, belki de daha çok; sanatçıların, emekçi halkın yaşamını yakından gözlemleyebileceği, onlarla iç içe olup gerçek duygu ve düşüncelerini öğrenerek, bunun sonucunda edindiği bilgi ve ruhu yeni yapıtlarında yansıtabilmesi için başka organizasyonlara da gereksinim vardır. Biçimi ne olursa olsun, seçimini emeğin dünyasından yana yapmış olan ve emeğin örgütlü mücadelesinin içinde yer alan sanatçıların, emekçilerle sağlam bağ kurabilmesi ve onların yaşamını yakından gözleyebilmesi konusunda işçi sınıfı partisine, örgütlü emek güçlerine büyük iş düşmektedir. Burada, yaşamın her alanının özgürleştirilmesi için birbirinden ayrılmayan, birbiri içine geçmiş ortak bir mücadele söz konusudur. Bunun gerçekleştirilebilmesiyse; uluslararası tekellerin ve ülkemizdeki uzantılarının işçi sınıfına, emekçi halka karşı azgınlaşan özelleştirme, işten atma saldırıları karşısında; emekçilerin ülkenin birçok yerindeki direnişlerle, grevlerle yanıt verdiği, sınıf mücadelesinin yükseldiği bir dönemde, edebiyatçıların, aydınların da bu mücadelenin dışında kalmaması, “burjuvaziye bağlı ikiyüzlü özgür edebiyatın karşısına, açıkça proletaryaya bağlı, gerçekten özgür bir edebiyat çıkarmak için” gerekli ve zorunludur.
Aralık 1998