“Global demokrasi” ya da demokrasi yalanı

Sömürülen, baskı altında olan ve yaşamı boyunca acı çeken, insan yerine konmayıp horlanan, emeği ile geçinen geniş yığınların başlıca iki özlemi olagelmiştir: Geçim araçlarından insanca yararlanmak ve baskıdan ve horlanmaktan kurtulup kendisinin, kendi kaderinin efendisi olmak.
İnsanlık binlerce yıl bu nedenle geçmişin “altın çağı”na özlem duymuş, bunun için egemenlere karşı sayısız başkaldırılarda kanını dökmüş ve eylemiyle tarihin tekerleğinin ileriye doğru dönüşüne başlıca itişi sağlamıştır. Daha öncekileri saymazsak Spartaküs’ten bu yana böyle gelmiştir.
Uygarlığın, köleci Mezopotamya ve Yunan’dan başlayarak geniş yığınların sömürüsü üzerine kurulu olması gerçeği, sömürücü egemenleri her zaman, sömürülenler karşısında iki araç kullanmak zorunda bırakmıştır. Bunlardan birincisi, sömürülenleri sömürülmeye razı etmek üzere baskı ve zordur. İkincisi ise, çok çeşitli biçimler altında, kimi zaman “öte dünyayı”, kimi zaman bu dünyayı işaret eden aldatma ve yatıştırıcılıktır. Egemenlerin akıllı adamları, bu araç ve yöntemlerden ne zaman hangisini ya da ne zaman ikisini birden kullanacağını bilen “devlet adamları” olarak el üstünde tutulmuş; sömürünün dış koşullarını en iyi sağlayıcılar olarak gereken övgüyü görmüşlerdir.
“Akıllı devlet adamlığı”, kapitalizmde, baskı ve zor araçlarını uygun biçimde kullanmanın yanında geniş sömürülen yığınların çıkarlarının da temsilcisi gibi görünme ve onların özlemlerine yanıt arama çabası içinde olunduğu izlenimini vermeyi kapsamıştır.
“Büyük devlet adamı” hep gerekmiştir. Çünkü uygarlığın temeli, bir ya da birkaç sınıfın bir ya da birkaç başka sınıf tarafından sömürülmesi olduğundan, bütün gelişme, sürekli bir çelişki içinde şekillenir. Üretimdeki her ilerleme, ezilen sınıfın, geniş emekçi yığınların durumunda bir gerileme anlamına gelir. Kimileri için iyilik, zenginleşme, daha iyi yaşam, güç ve egemenlik yoğunlaşması olan şey, başkaları için kötülüktür, yoksullaşmada artış, sefilliğin büyümesi, işsizlik, yaşam enerjisinde azalma ve daha beteri köleleşmedir. Her gelişme, gittikçe azalan sayıdaki bazılarına, sömürücülere istisnasız bütün hakları sağlarken büyük çoğunluğa, sömürülen yığınlara bütün görevleri yükler. Sonuç korkutucudur. Her gelişmeyle daha net görülmeye başlanan bu zıtlık, giderek, mahkûm edildiği yaşam kavgasında kendisini ve geleceğini düşünmeye bile vakit bulamaz kılınarak ne kadar eğitimsiz, cahil, görgüsüz bırakılmaya çalışılmış olursa olsun, sömürülen yığınların geniş tabakaları tarafından kaçınamadıkları tepkilere yol açar. “Sosyal patlama”ya doğru gidişin koşulları oluşmaktadır.
Egemenlerin, “akıllı devlet adamları” aracılığıyla kaçınmaya çalıştıkları budur. Sınıf karşıtlıkları, zıtlıklar, hak ve görevler arasındaki ayrım gizlenmeli, görünmez kılınmalıdır. Olmazsa, egemenler için iyi olanın, kaçınılmaz olduğu kadar, sömürülen ve ezilen yığınlar için de iyi olduğuna ve katlanılması gerektiğine geniş çoğunluğun ikna edilmesine çalışılmalıdır.
Bu görevi, yüzyıllarca siyasallaşmış din ve mezhepçilik üstlenmiştir (başlangıçta krallar genellikle tanrının oğlu, ışığı ya da başrahiptir de). Uygarlığın kötülüklerini iyilikseverlik örtüsüyle örtmüş, “öte dünya kazançları” adına bu dünyaya, doğrusu sömürücülere (çeşitli gerekçelerle: iş verdiği ve velinimet olduğu için, işsizlerin durumuna bakarak kendi durumuna rıza göstermek üzere, bu dünya gelip geçici olduğu için, henüz tam işçileşmemiş olanların mülkiyet duygularını okşayarak, ulusal önyargıları kışkırtarak vb.) katlanmaya çağırmıştır. Ama dinsel yatıştırıcılık, gelişen sanayi tarafından alanı daraltıldığı için birçok ülkede güçten kaybetmektedir. Gittikçe daha çok küçülen ve başına modern emperyalist kölecilerin kurulduğu dünya, daha modern yatıştırıcılara ihtiyaç göstermekte, dincilik dışı ya da onun yanı sıra başka “ilaçlar” icat edilmektedir.

“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NİN DEMOKRASİ KOZU
Yeni dünya düzeni savunucularının buldukları “yeni” ilaç, hâlâ halkı cezp ettiğine inanılan “demokrasi” konulu oyundur. İlk çağlardan bu yana “halkın, halk tarafından halk için yönetimi” olarak tanımlana-gelen “demokrasi” üzerine yaptıkları çeşitlemeyi, ezilen, sömürülen geniş çoğunluğa bir “kurtuluş reçetesi” ve halkın özlemlerinin karşılığı olarak sundular. Savaşlar, zorbalık, baskı ve sürekli yoğunlaşan sömürü koşullarından bunalmış halka, bütün kötülüklerin kaynağı olarak işaret ettikleri “diktatörlüklerin”, otoriter ya da totaliter zorbalığın alternatifi olarak gösterdiler.
Bu “alternatifin, karşı çıkılacak yanı yok gibi görünür. İkna edici ve etki altına alıcı gücü de buradan gelir. Kim kendi kendini yönetmek ve kendisinin efendisi olmak istemez? Hangi halk kendi kendisini, üstelik kendisi için yönetmeye özlem duymaz?
Temel çarpıtma, demokrasinin karakteri sorunuyla ilgilidir ve örneğin hedefi konusunda belirir. Tez şudur: “Kapitalizm demokrasi demektir”, “demokrasi ancak serbest piyasa ile yan yana bulunur, onun tarafından üretilir ve ona dayanır.” Bu nedenle, dünya piyasalarının serbestleştirilmesi ve globalizm koşullarında (ya da bunların peşindeki) emperyalizm ve en çok da Amerikan emperyalizmi demokrasiyi savunmakta ve yaymaktadır!
Tezlerini savunurken, globalleşmeci “yeni dünya düzeni” savunucularının elinde, ikna edici uygun bir silah da bulunmaktadır: Çöküşe giden “Sovyet imparatorluğu”. Uzun yıllar “diktatörlük” ya da totalitarizm olarak kötüledikleri “sosyalizm” yıkılmış ve “sosyalizm”in kapitalizm, totalitarizmin de ”demokrasi” karşısında alternatif olmadığı kanıtlanmıştır. Artık yıllardır “demokrasi” ile özdeş olduğu ilan edilmiş kapitalizmin mutlak geçerliliği ortaya çıkmıştır. Bir ABD Dışişleri görevlisi olan Fukuyama, bunu “tarihin sonu” olarak ilan edecek kadar ileri gider. O halde “demokrasiye ve onun temeli olarak kapitalizme sarılmaktan başka yol kalmamıştır.
Gerçi, hızla bu silahın çakaralmaz olduğu görülmektedir. Kapitalizmin kendi iç karşıtlığı etkisini daha çok duyurmaya başlamıştır. “Sovyet imparatorluğu”nun yıkılışı üzerinden yeterince zaman geçmiştir ve “yeni dünya düzencileri”nin gösterdikleri “kötülüğün” ötesinde kötülükler dünyanın her yanından fışkırmaktadır. Ancak, tezin, azalsa da ikna ediciliğini koruduğuna inanılmakta ve globalleşmeci “akıllı devlet adamları” onun inanılırlığını sürdürmesi için üzerlerine düşeni olabildiğince yapmaya uğraşmaktadır.
Hâlâ Hitler’le Stalin’i aynılaştıran otoriterizm suçlaması, kuşkusuz sınıf karakterlerinin tam karşıt olmasının üzerinden atlanarak ve faşizm ile sosyalizm otoriter sistemler olarak mahkum edilerek sürdürülmektedir. Amaçlanan, ezilen ve sömürülen emekçi yığınların elinden gerçek özlem kaynağını ve kurtuluşlarının alternatifini çekip alarak, onları kapitalizm ve “piyasa demokrasiciliği” dışında bir kurtuluş aramaktan alıkoymaktır.

“EMPERYALİST DEMOKRATİZM”İN İLK SİNYALİ REAGAN’DAN
Emperyalistler, temsilci ve sözcüleri, SSCB’ye karşı açtıkları anti-komünist cihadın damgasını vurduğu “soğuk savaş” yıllarında “hür dünya” ve “demokrasinin üstünlüğünün bolca lafını etmişler ve gerici politika ve tutumları için “demokrasi savaşçılığı” yollu propaganda yürütmüşlerdi.
Buna karşılık, Vietnam ve Güneydoğu Asya’ya yaydıkları savaşta üstlendikleri saldırgan rol nedeniyle ciddi ölçüde yüzleri açığa çıkmış ve “demokrasi savaşçılığı” iddialarına neredeyse kimse inanmaz olmuştu. Üstelik uğradıkları yenilgi, Amerikan emperyalizmine karşı (hemen tümü Sovyet emperyalizmi güdümlü ya da destekli) savaşların da yolunu açmıştı. Bu hareketlerin çoğunun demokratizmi çok sınırlı da olsa, ulusal kurtuluş savaşı niteliğine sahip olmaları, düşman Amerikan emperyalizmini sadece askeri olarak değil siyasal propaganda bakımından da oldukça güçsüzleştirmişti. ABD sözcüleri “demokrasi savaşçılığını kolayca ağızlarına alamıyorlardı. Hem yurtlan için mücadele edenlere karşı savaştıklarından hem de dünyanın hemen her yerinde ulusal savaş yürütenlere karşı en gerici örgüt ve devletleri, bu devletlerin en gerici güçlerini, darbecileri, en otoriter oligarşileri vb. destekledikleri için, “demokrasi savaşçılığı” genellikle ABD’ye karşı savaşanların “kozu” durumundaydı. Üstelik ABD, içlerine elini sokmuş olsa da, “Bağlantısız Ülkeler Hareketi” türünden tam söz geçiremediği bir dizi muhalifiyle de yüz yüzeydi. Bu koşullarda saldırı politikalarında başarısız kalıp başkanlığı terke mecbur olan Nixon’dan sonra J. Carter savunma pozisyonunu benimsemiş, “insan hakları” edebiyatı ile puan toplama peşindeydi. “Haklar” laflan ardında ABD, en gerici ve otoriter rejimleri desteklemeye devam etti, ancak durumunu düzeltmeye uğraşıyordu. Carter’in son yıllarında İran’da Şah ve Nikaragua’da Somoza devrilmiş, ABD bu yakın işbirlikçilerini koruyamamıştı.
“Yumuşak” Carter’in eleştirmeni ortaya çıkmakta gecikmedi. Eski ABD BM Büyükelçisi J. Kirkpatrick, “Diktatörler ve Çifte Standart” başlığı ile 1979’da yayımladığı bir makalede, “ABD yanlısı otoriter hükümetler” ile “komünist totaliter hükümetler” arasında temel bir fark olduğunu ve bunu dikkate alan politikalar gerektiğini yazdı. “Otoriter hükümetler” demokrasi yönünde evrime açıktılar, oysa diğerleri bir defa geldiler mi bir daha gitmezler, baskıdan vazgeçmezlerdi. Kirkpatrick, aslında ABD’nin uzun yıllar “otoriter” gerici rejimlere verdiği desteği teori düzeyine yükseltmişti. Ve bir de ipucu veriyordu: Otoriter rejimler, “büyük patron” Amerikan emperyalistlerinin çıkarı gerektirdiğinde “demokratikleşebilir”di. Yaptığı, otoriter faşist ve gerici rejimlerin “emperyalist demokratizm”in çıkarına desteklenmesini, hem mazur göstermek hem de “demokratizm”in geleceği ve yüce amaçlarına bağlayarak “demokrasi savunuculuğu” ile ilişkilendirmekti. Yoksa kimse, örneğin Afganistan’da Sovyet yanlısı gerici rejime karşı savaşmakta olan şeriatçı mollaları destekleyen ABD’nin bu politikasını “demokrasi savaşçılığına yormayacaktı.
Amerikan emperyalistlerinin Orta ve Latin Amerika’da, Asya’da ve Afrika’da izlediği politika değişmemişti. Örneğin Sandinistlere karşı Kontra örgütlerine yardım ediliyor, Pakistan’da darbeciler destekleniyor, Etiyopya, Angola ve Mozambik’te UNİTA benzeri gerici Amerikancı gerillalar “özgürlük savaşçısı” ilan edilip yönlendiriliyordu. Tek fark, Vietnam sonrası ABD’nin moral toparlaması ve yeniden “demokrasi” adına gericiliği desteklemesini yeterince ikna edici bularak, dış politikasını yine “demokrasi savunuculuğu” üzerinden yürütmeye koyulmasıydı.
Kendisine güveni tazelendikçe sesi daha üst perdeden çıkmaya başladı. Carter’i yumuşaklıkla eleştirip daha saldırgan dış politika izleyeceğinin işaretlerini vererek başkan olan Reagan, bürokrat ve militarist ABD uzmanlarınca açılan bu yoldan ilerledi. Bir daha “otoriter rejimlerin tercih edilirliği” sözleri hiç ağza alınmadı. Ama Reagan 1982’de İngiliz parlamentosunda yaptığı konuşmayla ABD’nin “demokrasi cihadı”nı bir kez daha ilan etti. Tam da Kirkpatrick’in önerdiği politikayı formülleştiren Reagan, dünya çapında ilerici ya da Amerikan karşıtı hareketlerin ilerleyişinin önünü kesmeyi, olduğu ya da ortaya çıktığı her yerde, düzene karşı ya dâ değil ama Amerikan-karşıtı rejimleri darbe, müdahale vb. her yolla devirmeyi, Reagan Doktrini olarak ortaya attı. Bu doktrin kuşkusuz yine “demokrasi”ye vurgu yapıyordu:
Yaptığı demokrasi vurgusunun anlamı, artık ayakta kalması yarar değil zarar getirecek ve dolayısıyla ülkedeki ve bölgedeki Amerikan varlığını zora sokacak “otoriter”, gerici askeri rejimlerin yerini demokrasi söylemine olanak verecek, “demokratik” görünüşlü aynı ölçüde gerici rejimlere bırakmasına yol vermekti.
’80’li yıllar sona ererken Filipinlerde Marcos, Kore’de Chun Doo Hwan, Haiti’de Duvalier, Şili’de Pinochet, Paraguay’da Stroessner, yerlerini “demokratik” görünümlü rejimlere bırakmışlardı.
ABD desteğini arkalarında bulmaya devam etselerdi, Marcos’unki gibi rejimler kuşkusuz bir süre daha yaşamaya devam edebilirlerdi. Ancak örneğin Marcos rejimi yalnızca baskı ve zorbalığı değil yolsuzlukları sonucu da aşırı ölçüde yıpranmış ve halkın nefretini kazanmıştı. Yalnızca gerillaların değil emekçilerin de gelişmekte olan muhalefetinin düşmanı durumundaydı ve “sosyal patlama” tehlikesi, gelip kapıya dayanmıştı. Corazon Aquino ise işbirliği yapmaya yatkındı ve üstelik en Amerikancı general Fidel Ramos’a dayanmaktaydı. Muhalefeti ardında toplama yeteneğindeydi; önü açıldı ve hükümet oldu.
Benzer durum, Kore’de, Haiti’de ve Paraguay’da da geçerliydi. Şili’de ise, biraz daha beklendiğinde ABD’nin başını ağrıtma potansiyeli taşıyan ve güç kazanmakta olan Allende’nin ardılı solcu muhalefet seçimleri kazanacaktı. Bu nedenle Pinochet’nin başkanlık süresini uzatmak üzere başvurduğu referandumda ABD onu desteklemediği gibi Hıristiyan Demokratları finanse ederek destekledi ve seçimlerde de sol muhalefetin önünü keserek onlara kazandırdı. Üstelik Filipinlerde Ramos’un oynadığı düzeni ve Amerikan çıkarlarını garanti etme rolünü, Şili’de Genelkurmay Başkanlığı’nda kalmaya devam eden Pinochet’nin kendisi oynayacaktı.
“Global demokratizm”in ya da “piyasa demokrasiciliği”nin kaydettiği bu ilerleme Arjantin, Brezilya, Peru vb. ülkelerde hükümetlerin seçimlerle değişmesi ile, “seçim demokrasiciliği” ile pekişti.
Bu yıllar, aynı zamanda Gorbaçov’un piyasacılığı ile “demokratizmi”nin teşvik edildiği yıllardı. Pentagon gelişmenin varacağı yeri sadece görmemişti, öngörmekte ve yıkılışı sağlamaya çalışmaktaydı. “Seçim demokrasiciliği”ne, biraz da rakibi ininde ele geçirmenin coşkusu ve bunun sağladığı kendine güvenle girişmişti. Rusya’daki etkinliğinin yanında ABD, General Jaruzelsky’ye karşı Polonya’da Dayanışma Sendikası’nı, Macaristan, Çekoslovakya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde “komünist totalitarizme” karşı “demokratizmi” destekliyor ve “hür dünya”da puan topluyordu.
Sonunda beklenen çöküş geldi. Rusya’dan başlayıp tüm Doğu Avrupa’yı kat etti, en son Arnavutluk’ta noktalandı. (Nikaragua’da D. Ortega’nın seçimle devrilmesi de aynı döneme denk geldi.) Çöken, totaliter olmasına totaliterdi, ama artık sosyalizmle bir ilgisi yoktu. Batı’dakinden farklıydı, ancak restore edilmiş kapitalizmdi. Bundan sonra Batı’ya uyacaktı. “Demokrasi kazanmıştı”!

REAGAN’IN BIRAKTIĞI YERDEN BUSH DEVRALIYOR
’89 sonlarındaki zafer, dünya emperyalizminin başında bulunan ve kuşkusuz zaferde büyük payı olan ABD’yi zafer sarhoşluğuna yönelttiği kadar yeni misyon belirlemeye itti. On yıllar boyu çekişme içinde politika geliştirdiği ve bütün hareket noktalarını dayandırdığı rakibi artık yoktu. Önce Fukuyama’nın ağzından böbürlendi. Fukuyama, 1989’da “Dünya’da önemli bir devrimin olmakta olduğunu ve bu devrimde düşüncelerin önemli olduğunu kabul etmeliyiz.” diyerek, Doğu Avrupa’da 40 yıldan uzun bir süredir sürdürülen karşı devrimin son noktasına ulaşmasını “devrim” olarak vaftiz etti. 1992’de ise, “sonunu” ilan ettiği “tarihin demokratik bir amacı” olduğunu açıkladı. Amaç, kuşkusuz “demokrasi” idi. Ve artık, “eski” bilindik zıtlıklara, çatışmalara yer kalmamıştı, Hitler’in “bin yıllık krallık”ı gibi “sonsuz huzur ve sükûnet” gündemdeydi. Artık “seçim ve parlamenter demokrasiden başkasına yer yoktu, sona ulaşılmıştı! İddiaları aşın olsa da, Fukuyama, Amerikan tekellerinin amaç ve yönelimlerini ortaya koymuştu.
1990’ın başlarında Fukuyama’nın “tezi” resmiyet kazandı. Dışişleri Bakanı James Baker, Sovyet “tehdidinin ortadan kalkışından keyiflenmekle birlikte, ABD açısından “misyonun tamamlandığını” ilan etmenin ve “içerideki sorunlarımıza dönmenin” zamanı olmadığını, bunun düşünülemeyeceğini açıkladı. Baker’e göre, uygulanan bir “paket’ti ve “paketin arkasında demokrasi var”dı. Böylece, ABD’nin yeni misyonunu formüle etmiş oluyordu: “Demokrasiyi geliştirme ve pekiştirme”.
“Demokrasi” ABD’nin vazgeçmeyeceği yönelimiydi! Üstelik artık önemli bir rakip tarafından tehdit edilmiyordu. Başka alternatifi de yoktu!
Bundan sonra, ABD emperyalizminin, kuşkusuz “demokrasiyi geliştirme ve pekiştirme” amaçlı, saldırganlığı tırmandı. 1990’da işbaşına gelir gelmez yeni başkan Bush saldırı düğmesine bastı. Önce Reagan’ı uğraştıran ABD’nin eski göz ağrısı Noriega’yı “alıp ABD’ye getirip hapse tıkmak için” (gerekçe buydu!) 60 yıl sonra ilk kez Amerika kıtasında askeri müdahalede bulunuldu. Panama işgal edildi ve Amerikan deniz piyadeleri hâlâ oradalar. Ve hemen 199l’in başında Körfez’e saldırı başladı. Kuveyt’e saldırmaya teşvik edilen Saddam’ı cezalandırma gerekçesiyle Irak’a kara harekâtı düzenlendi. Irak hâlâ bombalanıyor ve ABD Suudi Arabistan, Türkiye ve bölgenin diğer ülkelerinde askeri varlığını güçlendirdi.
Sonra Somali’ye tamamen “insani amaçlarla” müdahale edildi. Ardından sıra Yugoslavya’ya, Bosna ve Kosova’ya geldi.
Tüm saldırganlıklar “demokrasiyi geliştirme ve pekiştirme” içindi!

ELEŞTİRMENLERİ DE “DEMOKRASİNİN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ TESLİM EDİYOR
Ancak bir kez “sosyalizm” çökertildikten ve rakipsiz kalındıktan sonra, yalnızca morali yükselip pervasızlaşan emperyalistler ve temsilcileri değil, çöküş sürecinde moral yitimine uğrayan, zaten “demokrasi” masallarıyla büyüyen ve globalizme buradan bağlanan “global demokrasi” eleştirmenleri de, tüm eleştirilerine karşın bir soyutlama haline getirdikleri “demokrasiyi, kuşkusuz “otoriterizm” ve “totalitarizm” karşısında savunma pozisyonu aldılar.
Eski solculardan ve yeni milyarlık köşe yazarı Hasan Cemal, açık sözlülükle “global demokrasi” saflarına katıldı. “Ama çöktü 1989’da her şey. Ekonomide ve siyasette liberal düzene, yani demokrasiye alternatif bulunduğu sanıldı. Ama olmadı. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte bunun bir yanılgı olduğu anlaşıldı… Yirminci yüzyılın dersi böyle. Çare, siyasette olduğu gibi ekonomide de serbest rekabet düzeninden geçiyor. Bunun adı demokrasi.” (Milliyet, 23 Temmuz 1999) diye yazıyor.
Türkiye’de ÖDP’nin son genel seçimlere yaklaşımı hatırlansın. ÖDP, sonuna kadar ve bütün yönleriyle olmasa da özelleştirmeyi ya da diğer globalizm saldırganlıklarını eleştirir. Ama ayak sürtmeleri de bilinir. Bir türlü özelleştirmeyi topyekûn mahkûm etmez… Bu bir etkilenmedir. Ama daha derin etkilenmesinin “seçim demokrasiciliği” ya da “global demokrasicilik” olduğu, seçimlerde görüldü. ÖDP, bir türlü, emperyalist merkezlerden başlayarak dayatılan yeniden yapılandırma politikalarını püskürtmek üzere bir halk muhalefeti oluşturmak için birleşmeye yanaşmadı. Dayatılan sınırları zorlayıp aşmaya yönelik bir politika yerine globalizmin medyasına, liberal köşe yazarlarının desteğine bel bağladı ve seçimlerden muhalefeti toparlayacak bir fırsat olarak yararlanma yerine “seçim için seçimi, “yüksek oy için seçime katılma” politikasını tercih etti. “Oy”u, seçimi, parlamentarizmi gözünde büyüttü.
Bunda, “buyrukçu ekonomi” ve Stalinizm suçlamalarıyla eleştiriye tabi tuttuğu sosyalizmi gözden geçirmeye ve “inanılır bir sosyalizm” aramaya yönelişinin, hem Sovyet deneyi hem de 12 Eylül tecrübesinden çıkardığı “demokratizmin yüceltilmesi zorunluluğuna dair dersin doğrudan rolü oldu.
Öcalan’ı alalım. Uzun mücadele yıllarında Amerikan emperyalizmine eleştiri yöneltmemeye özen gösteren ve son 6 yıldır ateşkeslerle “barış” çağrılan yaparak uzlaşmaya dayalı “siyasal zemin” arayan Öcalan, sonunda aradığı bu zeminin “demokratik cumhuriyet” olduğunu ilan etti. Devrimlerin “demokratikleşmesi zorunluluğumdan bahsediyordu. Üstelik genel bir demokrasiden değil, bugünkü Türkiye’den söz ediyordu. O “sosyali atıldıktan sonra “laik demokratik hukuk devleti” olarak bütün “devlet büyüklerimiz”in dilinde olan nitelik belirlemesine en son o da katılmıştı.
Hâlâ “sosyalistlik” iddiasındaydı. Sadece, geldiği “demokratizm” noktasından demokratikleştirilecek bir “sosyalizmi savunmaktaydı: “Nasıl ki kapitalizm kazanımlarını kendi demokrasisinin içine alarak -komünist partilere bile izin vererek- demokratik açılımla, bu arada temelinde rol oynayan insan haklarına daha fazla sahip çıkarak, bunu zamanında sağlamayan reel-sosyalizmi aştıysa, yeni dönem sosyalizmi de, kapitalizmin değil sadece tüm insanlığın tarih değerlerine sahip çıkarak, yeni insanlık önündeki tehlikeleri göğüsleyerek büyük çözüm gücüne ulaşacaktır.” (Savunma)
Ya da; “Demokratik Cumhuriyetle demokratik birlik yaklaşımı; stratejik olmak kadar, bizzat mücadelenin bize gösterdiği, dayattığı en doğru çözüm yolu olarak anlaşılmalıdır” derken, cumhuriyetin “demokratik” niteliğinin saptandığı savunmanın ana fikrine ilişkin pasajda Öcalan, “global demokratizmin” etkisini dışa vurmaktaydı.
Görüşlerinin moral kaynağı ile burada ilgilenmiyoruz. Ancak bir pragmatist olan Öcalan’ın yönelimlerinin düşünsel ve politik kaynağı, almayı tasarladığı desteğin olanaksızlaştığı, “sosyalizm”in çöküşüyle rakipsiz kalıp tek destek olanağı haline gelen ABD emperyalizminin yaratığı “emperyalist demokratizmin etkisi şu sözlerinde görülmektedir:
“(Demokrasi) esas gücünü toplumun doğallığına cevap vermesinden alır. Otoriter rejimler, belki hızlı gelişmelere yol açarlar ama toplumsal doğallığa yabancılaşmaları, onları dönemlerinde ne kadar güçlü de olsalar, er geç, çöküşe götürür. Devsel köleci imparatorluklardan, kapitalist faşist totaliter diktatörlüklere, hatta reel-sosyalist totaliterliğe kadar, hepsi aynı akıbeti paylaşmışlardır.
“Demokrasinin, yüzyılın sonunda tam zaferini ilan etmesi, tekniğin, üretimin bu en muazzam çağında nedensiz olmayıp demokratik sistemin mekanizmalarıyla yakından bağlantılıdır… Gücünü özgürleştirmeden alır.”
Öcalan’ın tekrarladığı, “global demokratizm”, “emperyalist demokratizm” sahtekarlığının temel tezidir: “Sosyalist” ve faşist otoriter sistemler karşısında piyasacı ya da kapitalist “demokrasi”nin üstünlüğü ve alternatifsizliği. Kürt sorununun da bu “emperyalist demokrasi” içinde çözülebileceğini varsaymaktadır. Bu tür bir “demokrasi” içinde yalnız ve yalnızca emperyalizmin işbirlikçilerine -o da işlevlerini tamamladıklarında Noriega gibi kaldırılıp bir yana atılmak üzere- yer olduğunu yılların pratiği defalarca ortaya koymuşken…
“Globalizmin demokratizminden benzer etkilenmeler ve onun temel tezini oluşturan “otoriterizm karşıtı” soyut “demokrasi” yüceltmesinin ön kabulü, emperyalizmin “yeni dünya düzeni” lehine “demokrasicilik” oyununu birçok yönden eleştiren ve görüşlerini
“Düşük Yoğunluklu Demokrasi” başlığıyla bir kitapta bir araya getiren eleştirmenlerin de hastalığıdır.
Bu eleştirmenlerden Roger Burbach, “demokrasiyi geliştirme ve pekiştirme” aldatmacasıyla, Reagan ve Bush yönetimlerinin, ABD’nin dar ekonomik çıkarları için, halkların demokratik özlemlerinden basitçe yararlandıkları görüşündedir. Doğu Avrupa’daki rejimlerin çöküşünün demokrasiye bağlanmadığını saptar. Ama yine de soyut bir demokrasi, onun yaklaşımının özünde vardır: “Doğu Avrupa’da yeni bakire demokratik zeminler, insanların ‘komünist totalitarizmi’ devirip ekonomik ve siyasi sistemlerini yeniden inşa etmek için Batı demokrasilerine yöneldiği bir bölge görülüyor. Polonya, D. Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan ve Romanya’da hükümetleri deviren ’89 devrimleri’, bütün yerkürede umut ve özlem yarattı. 1848 devrimlerinden ya da 1789 Fransız Devriminden bu yana, bu türden demokratik bir dalga Avrupa kıtasını sarmadı.” Eleştirisi, ABD yönetiminin iddialarına rağmen buralarda demokrasinin yerleşmesi için hiçbir şey yapmadığı ve “’89 devrimleri”nin “dumura uğradığı” noktasındadır.
Kendine özgü üslubuyla Noam Chomsky, “sıradan insanlar” ve onların “doğrudan demokrasisi”, anarşizan mevziinden demokrasiyi soyutlaştırıp, hem de sadece “totalitarizm” ve “otoriterizmi” değil, liberal demokrasiyi, sosyalist ve kapitalist demokrasiyi de birlikte eleştirerek şöyle yazmıştır:
“Bir yüzyıl önce Bakunin’in temel hatlarını çizdiği bir senaryoya bakarsak, belli başlı iki hiyerarşi ve baskı sisteminde de laik papazlık, kitleleri aptal ve ehliyetsiz, daha iyi bir dünyaya -ya Leninist modelde devlet iktidarını kendi üzerimize alarak ya da komuta merkezlerini ele geçirmek için halk devrimini kullanmak olanaksızsa kapitalist devlet sistemlerinin sahiplerine ya da idarecilerine hizmet ederek biz azınlık aydınların onlar için kuracağımız bir dünyaya- güdülmesi gereken şaşkın bir sürü gibi görmüştür. Kökenleri açısından öğretiler benzer olduğu için, bir kamptan diğerine geçiş çoğunlukla hızlı ve kolay olmuştur.” Chomsky kapitalist ve sosyalist sistemlerin ikisini de güdücü ve demokrasi karşıtı bulur. Öngördüğü “demokrasi”, ikisinin de, hem burjuvazinin hem işçi sınıfının ötesinde bir soyutluktur, sınıflar üstüdür.
Bir başka “emperyalist demokratizm” eleştirmeni olan Samir Amin de bu demokratizmin temel tezini veri almaktadır: “Yakın geçmiş, siyasi rejimlerin demokratikleşmesi yönünde tersine çevrilemez ölçekte bir global eğilim gösterdi. Sosyalist ülkelerde var olan iktidarlara bu eğilim dayatılmıştır; bu eğilimin gereklerini kabul edip benimsemelidirler ya da yok olmayı. Üçüncü dünyanın kapitalist ülkelerinde, demokrasi çağrısı henüz aynı popüler boyuta ulaşmamıştır…”
Amin de Batı demokrasilerine, kapitalizme tarihsel olarak dayatılan çağrıdan söz etmez. Demokrasi çağrısını irdelemektedir. Sorunu “demokratik olmayanların demokratikleşmesi” olarak, soyut “demokrasi” sorunu olarak anlar. Sonuçta eleştirilerine rağmen, soyutlaştırılmış demokrasinin somutunun Baker’in ABD misyonu olarak açıkladığı türden “demokrasinin yerleştirilmesi ve pekiştirilmesi olduğu noktasına gelir.
Andre Gunder Frank da “global demokrasiciliğinin sert eleştirmenlerindendir. Ancak o da, “Güney’de ve Doğu’da yayılan siyasi demokrasi, başka nedenlerle ne kadar iyi karşılanırsa karşılansın, dünya ekonomisinde etkili olan ekonomik güçleri yok etmek bir yana, engel olacak, etkisini giderecek ve geriletecek kadar güçlü değildir” eleştirisiyle bu “demokrasinin sınırlılığını belirtirken, yine de Batı’da seçim oyunlarıyla kamufle edilmiş otoriterizm ve Doğu’da “komünist parti bürokratlarının baskıcı” yönetimleri karşısına “demokrasi” soyutlamasını çıkarır. Doğu Avrupa 1989, ona göre de “devrimdir.
Ve Frank’ın hareket noktası, soyutlamanın öteden beri dayandırıldığı ve sorunun ana noktası haline gelen “demokrasi” tanımıdır. Eski Yunan’dan bu yana yapıla-gelen tanımı, Frank, eski ABD başkanlarından Lincoln’e atıfta bulunarak kullanır: “Halk tarafından, halkın, halk için demokrasisi”. Anlamı şu oluyor: Otoriter ve totaliter baskıcı yönetimler ya da zamanımızda “sosyalist” ve faşist zorbalıklar karşısında “demokrasi”. Ya da burjuva ve proletarya diktatörlükleri karşısında “halk”! Ne burjuva ve ne de işçi ve emekçi olmayan “halk”! Her şey onun için, onun tarafından ve onun ise “demokrasi” oluyor! Ama bu mümkün değildir, tarihin hiçbir döneminde olmamıştır ve böyle bir “halk” da yoktur.

“GLOBAL DEMOKRASİ” YENİ BİR KAVRAM DEĞİL
“Yeni Dünya Düzeni” savunucuları, en aşırıları olan Fukuyama’dan başlayarak “globalist demokrasiyi ne denli yüceltseler, Öcalan ne denli “çağdaş kapitalist demokrasiyi övse ve eleştirmenleri ne denli bu sahte “demokratizm” rüzgârının önünde eğilip “otoriterizm ve totalitarizm karşısında gerçek demokrasi” fikrinde birleşseler de, ortaya atılan ve savunulan şey yeni değildir.
“Emperyalist demokratizmi” ilk öngörüp savunan -kuşkusuz emperyalizmin temsilcilerinin ardından- Kautsky olmuştur.
“Globalizmi” ve “Yeni Dünya Düzenini düşünsel açıdan önceleyerek ortaya attığı “ultra-emperyalizm” teorisi, onun emperyalist demokratizminin temelini oluşturmuştu. O da kuşkusuz emperyalizmin eleştirmeniydi! Teorisini şöyle ortaya koymuştu: “(Gelişmeler) bugünkü emperyalist politikanın yerini yeni, ultra-emperyalist bir politikanın atabileceğini düşünmeme sebep olmuştur. Bu yeni politika, milli mali sermayelerin ortak rekabetleri yerine, uluslararası birleşik mali sermaye tarafından dünyanın ortaklaşa sömürülmesi-ni getirecektir. Kapitalizmin böyle yeni bir dönemi her şeye rağmen akla yatkındır…
“Savaş, … Ultra-emperyalizmin zayıf başlangıcını tamamen yok edebilir… Sınıf çelişmeleri gittikçe sertleşebilir. Bununla birlikte kapitalizmin ahlaki düşüşü gelebilir. Ama savaş başka türlü bir sonuç verebilir. Ultra-emperyalizmin başlangıcının kuvvetlenmesini sağlayabilir… Bunun verdiği dersler, barış şartları altında uzun zaman beklememiz gereken gelişmeleri hızlandırabilir. Eğer böyle bir sonuca vardır da uluslar arasında bir antlaşma olursa; silahsızlanma ve sürekli bir barış gerçekleşirse, o zaman savaştan önce kapitalizmin gittikçe büyüyen ahlaki çöküşüne götüren nedenlerin en kötüsü ortadan kalkabilir. Yeni, dönem şüphesiz proletaryaya ‘yeni talihsizlikler’, ‘belki daha kötü şeyler’ getirecektir, ama bir süre için ultra-emperyalizm, kapitalizm çatısı altında yeni umutlar ve bekleyişler çağı yaratabilir.”‘ (Aktaran Lenin, “Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky”)
İçeriği Fukuyama’nın tezi ile aynı olan Kautsky’nin tezi, yalnızca biçimde daha köşesiz formüle edilmiştir. O kuşkusuz, Fukuyama gibi- bir yeni yetme memura göre “ciddi” bir teorisyendir. Ama Fukuyama ve “Yeni Dünya Düzeninin diğer savunucu ve uzlaşıcılarının, Kautsky tarafından yüzyıl başında formüle edilmiş “ultra-emperyalizmden başka bir şeyi ortaya atamadıkları kesindir.
Üstelik Kautsky işi burada bırakmamış, otokrasi ya da diktatörlük karşıtı olarak “demokrasi” savunuculuğuna da “Yeni Dünya Düzeni” savunucusu ardıllarından çok önce soyunmuştur. “Her türlü diktatörlüğe”, otokrasiye karşı sınıflar üstü, soyut demokrasinin emperyalizm koşullarında savunulmasının fikir babası odur: “Kelime olarak alınınca diktatörlük sözü, demokrasinin kaldırılması demektir. Ama şüphesiz, gene kelime olarak bu söz, bir tek kişinin hiçbir kanun tarafından sınırlanmamış bölünmez iktidarı anlamına da gelir. Bu otokrasidir…” (a.g.e.)

DEMOKRASİNİN KARAKTERİ SORUNU
“Yeni Dünya Düzeni” ideologlarıyla propagandacıları ve ondan kopamayarak teori ve pratiğinin gücü altında ezilen eleştirmenleri, demokrasinin karakteri sorununu atlar ve onu teoride karaktersizleştirirler. Bunun pratik anlamı ise var olan “demokrasinin herkes için bir “demokrasi” olarak ezilenlere yutturulması, mazur gösterilmesi ve ezilenlerin alternatifsizliği kabullenmelerinin sağlanmasıdır.
Demokrasi, soyut olarak, aralarında hiçbir ayrım olmamacasına ve ayrım gözetilmeksizin bütün yurttaşların katıldığı bir yönetim (devlet) biçimi olarak sunulur. Ancak bu haliyle, “demokrasi”nin siyasal bakımdan tam bir eşitliği varsaymasının yanında ekonomik bakımdan bu eşitliğin gerçekleşme koşullarının bulunmasını da varsayması zorunludur. Ancak eşitliğin ekonomik koşullan sorunu hep atlanır. Her uygar toplumun sınıflara ayrılmış ve sınıf zıtlıkları üzerine kurulmuş olduğu gerçeği atlanır. Siyasi eşitliğin, hukuk önünde eşitliğin kabul edilmesi durumunda bir köle ile köle sahibinin eşit olacağı varsayılır.
Kuşkusuz kölenin siyasal eşitlikten yararlanma imkânı bulunmuyordu. Ama zaten siyasal eşitlik sorunu modern toplumlara, kapitalizme özgü bir sorundur. Oysa burada da köle vardır: ücretli köle olan işçi sınıfı ve karşısında burjuvazi. Kapitalist toplumun üzerinde kurulduğu zıtlık da bu iki sınıf arasındaki zıtlıktır. Burada siyasal bakımdan eşit haklara sahip kılınmış birbirine karşıt, sömüren ve sömürülen sınıfın siyasal haklarını gerçekleştirme bakımından da eşit olacağı farz edilir ya da sorun önemsenmez. Dolayısıyla sınıf karşıtlıkları, demokratizm açısından, “global demokrasi” savunucuları tarafından daima gözlerden gizlenerek, öngörülen “demokrasi”, “herkes için demokrasi”, “halk için demokrasi” ya da “her yurttaşın katıldığı devlet yönetme biçimi” olarak soyutlanarak kutsanır.
Atina demokrasisi
En önce Eski Yunan’da, kahramanlık çağında, henüz bilinen anlamıyla demokrasi yoktu; çünkü henüz sömürücü ve sömürülen sınıflar ve dolayısıyla devlet oluşmamıştı. Atina, kabileler, kabilelerin toplamı olan aşiretler ve aşiret konfederasyonu olarak örgütlenmişti. Aristoteles, “başlangıçta Atinalıların kralları vardı” diye yazar. Kral, aslında bazileus, yani askeri şefti, başkomutandı. Aristo da çok yerde komutandan söz eder. İlkel yaşamda pek sık başvurulan savaşları yönetmek üzere seçilirdi ve savaşların sürekliliği giderek başkomutanlığı sürekli kıldı. Zamanla başkomutanlık babadan oğula geçme eğilimi gösterdi ve Aristo tarafından krallık olarak anıldı.
Önemli olan, Atinalıların kendi içlerinde baskıyı henüz tanımamalarıydı. Henüz kamu işleri, kabile ve aşiret üyeleri, tarafından ortaklaşa görülüyordu, kamu işleri için özel bir örgüt oluşmamıştı; bu, bazileus açısından da geçerliydi. Baskı yalnızca dışa karşı geçerliydi ve sömürüşüz baskısız toplumda ilk gedik buradan açıldı; savaş tutsakları, yaptıkları üretim kendilerine yetecek olandan fazlasını vermeye başladığı andan itibaren köleleştirildiler. Önce sayıları azdı, giderek çoğaldılar.
Zamanla tahıl, üzüm-şarap ve zeytin-zeytinyağı üretimi gelişti. Önceden ortak mülk olan toprak, üzerinde çalışan kölelerle birlikte, özel mülkler haline gelmeye başladı. Bunda başkomutan ve etrafı öncelik aldı. Alışveriş, ticaret ülke içinde ve dış ticaret olarak gelişti. Önceden kabileler halinde ayrı ayrı sitelerde (kentler) yerleşik yaşayan Atinalıların bu örgütlenmesi bozulmaya, kabileler mensuplarıyla birbirlerine karışmaya başladılar. Tüccar şuraya ya da buraya, zanaatkâr işine uygun yere yerleşti. Atinalı olmayanlar Atina’ya aktılar, kabileler bunları kabul etti, ama yönetime katmadılar. Karışıklıklar ve çatışmalar içinde yeni bir örgütlenme için koşullar olgunlaştı.
Aristoteles, “Atinalıların Devleti” adlı eserinin yok olan başlangıç kısmının kırık parçalarında, “Thesus Atinalıları bir araya çağırıp onları hak eşitliği temelinde birleştirdi” der. (sf. 107)
Dikkat edilirse, “hak eşitliği” tanımı Aristoteles’le başlamıştır. Ama Thesus, bırakalım köleleri, “orta sınıfları” bile hak eşitliğinin dışında tutan bir örgütlenmenin ilk “anayasasını yapmıştı.
Thesus’la birlikte Atina toplumunun örgütlenmesinde gerçekleşen iki büyük değişiklikten biri, o zamana kadar kabileler ve aşiretler tarafından (örneğin hiç de bazileusa danışılmadan) kendi içlerinde ve kendileri tarafından, kendileri için yürütülen yönetsel görevlerden önemli bir bölümü kamu işleri olarak Atina’da toplanan ortak konseye devredilerek Atina’da bir merkezi yönetim oluşturulmasıydı. Kabile ve aşiretler hâlâ önemlerini büyük ölçüde korusalar bile, başında askeri şef bulunan aşiretler konfederasyonu olarak örgütlenmeden halkın tek bir örgütlenmesine, kabile ve aşiretlerin gelenek ve törelerinin üstünlüğünden tek bir genel hukuka, Atina hukukuna, Atina yurttaşlığına geçilmiş oluyordu. Diğer değişiklik ise, kabile ve aşiretleri önemsizleşerek Atinalıların -köleler dışında- üç sınıfa bölünmesiydi; soylular, çiftçiler ve zanaatkârlar.
Özel mülkiyet, sömürü ilişkileri ve kuşkusuz sınıf zıtlıkları ortaya çıktıktan sonra Atina devlet olarak örgütlenmeye adım atarak bu yolda ilerledi. İlk devlet biçimi monarşik krallıktı. Başlangıçta bazileus bir süre varlığını korudu. Aristoteles, “Memurlar yüksek soyluluk ve zenginlik göz önünde tutularak seçiliyordu. Memurluklar önceleri ölünceye kadar, sonraları on yıl için veriliyordu. En önemli ve en eskileri krallık, başbuğluk ve arkhonluktu” (sf. 15) diye anlatır. Aristo, devamında, arkhonluğun diğer ikisinden sonra ortaya çıktığını ve din değil yönetim ve yargı gibi devlet işleriyle uğraştığını ve kararlarının kesin olduğunu söyler. Arkhonluğa yalnızca soylular seçilebiliyordu.
Sonra örgütlenme, Drakon yasalarıyla geliştirildi. Köleler ve diğer üç sınıf varlığını korumaya ve yurttaşlar ya da halk üç sınıftan oluşmaya devam etti. Aristoteles gelişmeyi şöyle anlatıyor:
“Onun kurduğu devlet düzeni şöyleydi: Siyasal haklar kendi kendilerini silahlandırabilen yurttaşlara veriliyordu. Bu yurttaşlar en az on minalık saf bir varlığı olanlar arasından dokuz arkhonla hazinecileri seçiyorlardı. Daha az önemli olan öteki memurluklar, kendi kendilerini silahlandırabilen yurttaşlara açık tutuluyordu. Yalnızca strategosluk (yaya komutanlığı) ile hipparkhosluğa (atlı komutanlığı) seçileceklerin borçsuz, en aşağı yüz minalık bir varlıkları bulunması, yasaya göre yapılmış bir evlilikten on yaşını geçmiş meşru çocukları olması koşulu vardı… Meclis (konsey) yurttaşlar arasından kura ile seçilmiş 400 yurttaştan oluşuyordu. Areopagas Meclisi yasaların koruyucusuydu. Memurların yasaya uygun iş görmeleri için o gözcülük ediyordu.” Ayrıca Agora Meclisi (halk meclisi) en üst organdı ve her yurttaşın katılımından oluşuyordu.
Atina toplumsal örgütlenmesinin bu dönemi, Aristoteles’in anlattığına göre, “yüksek soylularla çoğunluk (halk) arasında pek uzun süren parti kavgalarına sahne oldu. Çünkü “O zamanın yönetim biçimi bir oligarşi olup yoksullar çocukları ve karıları ile birlikte, zenginler için köle gibi çalışıyorlardı. Bunlara Poletler ya da hektemerler (altıda birciler) deniyordu. Zenginlerin tarlalarını -bütün toprak az sayıda kimsenin elinde toplanmıştı- kaldırdıkları ürünün yalnızca altıda birini kendileri için alıkoymak üzere ekip biçiyorlardı. Geri kalan altıda beşi kira ücreti olarak tarla sahiplerine vermezlerse, kendileri ve çocukları köle olarak satılıyorlardı. Çünkü Solon’a gelinceye kadar borçlular alacaklılara kendi bedenlerini de rehin olarak göstermek zorundaydılar. Solon halkın elinden tutan ilk devlet adamı oldu.” (Aristo, sf. 13)
Savaş tutsaklarından edinilen kölelerin arasına, borçlarını ödeyemeyen aşiret mensubu Atinalılar da katılmaya başlamış; özel mülkiyet, aşiretin ortaklaşa mülkiyeti karşısında tam bir egemenlik kurmuştu. MÖ 600 yılına doğru Atina, artık savaşlar ve özel biçimi olan korsanlıktan servet biriktirmiş, giderek yayılan deniz ticaretinden zenginleşmiş ve topraklarla sürüleri tamamen özel mülkiyetine geçirmiş soyluların eline geçmişti. Para ekonomisi ve tefecilik eski tarıma dayalı kapalı toplulukların içine sızmaya bir kez başladıktan sonra, aşiret bağları dağılmış; eski aşiret mensupları, kendi topraklarında köleleşmeye kadar gelmiş, kendi tüketimleri için değil pazar için üretim yapan, borçlandırılmış küçük çiftçilikle uğraşır olmuşlardı. Eskiden karınlarını doyuran kendi ürünleri, değişimin, yani piyasanın büyük gücü sayesinde, kendileri üzerinde, onları köleliğe kadar götüren egemenliğini kurmuştu. Artık ürünlerine ve kendilerine yabancılaşmışlardı. Hâlâ aşiretin üstünlüğü döneminden kalma geleneklerin etkisiyle Agora Meclisi’nde çoğunluğu oluşturuyorlar ve bu meclis son söz hakkını elinde bulunduruyordu; ancak, gelişmelere hâkim olamaz hale gelmişlerdi. Zaten devletin başına geçmeye hakları yoktu; arkhonlar (yürütme, yöneticiler) soylulardan oluyor ve etraflarındaki memurlarla birlikte toplumu onlar yönetiyorlardı. Güç arkhonlar ve soyluların elinde birikmişti. Kargaşa ve çatışmanın kaynağı burasıydı.
Henüz kölelerin sesi çıkmıyordu; ama ezilen özgür yurttaşlar, küçük köylü ve zanaatkârlar başkaldırdılar.
“Büyük halk çoğunluğuna ayrıcalıklı bir azınlık için angarya hizmeti gördüren böyle bir devlet düzeni içinde halkın yüksek soylulara karşı ayaklanmaması olmayacak bir şeydi. Savaşım çok sert oldu ve uzun zaman birbirleriyle çarpıştılar. Sonunda her iki parti birden Solon’u hem uzlaştırıcı hem de Arkhon olarak seçtiler. Ona devleti yeniden düzenleme görevi verdiler.” (Aristoteles, sf. 17)
Solon’un ilk işi, soyluları dizginlemek ve özel mülkiyet yararına mülkiyetin özel bir biçiminin (büyük soylulardan oluşan alacaklıların mülkiyeti) oluşturduğu aşırılıkları törpüleyerek düzeni reformdan geçirmek oldu. Solon, “Şimdi ve gelecekte borçlunun bedeninin rehin olmasını yasak ederek bundan böyle halkı kölelikten kurtardı… İster özel kişiye ister devlete karşı olsun bütün borçların bağışlandığını bildiren kararlar çıkardı.” (Aristoteles, sf. 19)
İkinci olarak Solon, özel mülkiyet düzenini pekiştiren ve devleti soylular lehine düzenleyen Drakon yasalarını geçersiz kılarak devlet örgütlenmesinin içine özel mülkiyetin belirleyiciliğini sokan düzenlemeler yaptı.
Solon, “devleti şu biçimde düzenledi: Ondan önce yurttaşlar pentekosiomedimnoslar (beş yüz kileliler, büyük çiftlik sahipleri), atlılar, zeugitler (çiftçiler), thetesler (işçiler) olmak üzere dört vergi sınıfına ayrılmış bulunuyordu. Solon bu bölümlenmeyi olduğu gibi bıraktı. Memurluklara girmek hakkını yalnızca ilk üç sınıfa … verdi. Dokuz arkhon, hazineciler, poletler, onbirler, kolakretler bunlar arasından seçilecekti. Bu memurluklar da vergi sınıflarına göre derecelere ayrılmış, herkese vergisine uygun derecedeki memurluklar açık tutulmuştu. Dördüncü sınıftan olanlara yani thesteslere Solon yalnızca Halk Meclisi ile halk mahkemelerine (mahkeme görevini de zaten bu meclis görüyordu) girme hakkı tanıdı.
“Vergi sınıflarını birbirinden ayırmak için konulan ölçüler şunlardır: Kendi toprağından ister tahıl ya da meyve, ister akıcı olsun, yılda toplam beş yüz kile ürün sağlayan kimse birinci sınıftan … olacaktı; üç yüz kilelik ürün alan, bir at besleyebildiğim başkaları da tanıklık eden kimse, atlılar sınıfına girecekti… Zeugit (çiftçi) sınıfı vergisi vereceklerin en az iki yüz kilelik ürünü olması gerekiyordu. Geri kalan bütün yurttaşlar dördüncü vergi sınıfını, yani thestesleri oluşturuyorlardı. Bunlara bütün devlet memurlukları kapalıydı.”
Herkes mülkiyetine göre sınıflara ayrılmıştı. Arkhonlar ve hazineci ancak birinci sınıftan olabiliyor, dördüncü sınıftan kimse hiçbir biçimde devlet yöneticisi olmuyordu. Ancak bütün yöneticilerin seçilme, hesap verme ve yasaların yapılma yeri olan Halk Meclisi’nde dördüncü sınıf çoğunluğu oluşturuyor ve kabullenmediği kararların çıkma imkânı bulunmuyordu. Bu nedenle Solon düzeni “halk egemenliği” olarak tanımlandı. Aristoteles bu nedenle “Mahkemede (Halk Meclisi) oyu elinde tutan halk, devleti de elinde tutuyordu.” (sf. 23) der ve hatta “Solon’un halkı karara egemen kılmak için yasaları bile bile açık yazmadığı”nı ve işi halk oylamalarına bıraktığını, dolayısıyla halk egemenliğinin üstünlüğünü gözettiğini ima eder.
Devletin özel mülkiyet ve sınıf karşıtlıkları üzerinde var oluşu, hatta mülkiyet esasına dayalı devlet örgütlenmesinin bu ilk aşırı hali, devletin, mülkiyete göre, vergi dilimleri ölçü alınarak düzenlenmesi, açık sınırlandırmalar ve “halk egemenliği” fikri arasındaki uyumsuzluğun ilk kez uyum olarak ileri sürülmesi, bu dönemdedir. Ve Aristoteles, üstelik kölelerin hiç sözünü etmemiş, “halk egemenliği” kavramını bütünüyle dinamitleyen köleliği hiç hesaba katmayarak onları yurttaştan saymadığı gibi, insan olarak bile tanımamış ve bir eşya muamelesine tabi tutmuştur. Hesaba katılıp yurttaş sayılanların tümü, küçük ya da büyük özel mülk sahibidir ve onlar arasında da ciddi ayrımlar vardır. Ama her şeye rağmen düzen, “halk egemenliği” olarak tanımlanmıştır.
Özel mülkiyet derecelendirmeleri, aslında, aristokratik ayrımcılığa verilmiş taviz niteliğindeydi ve soylulukla halk arasındaki farklılıklara işaret ediyordu. Ancak halk da bölümlenmelere ve halk egemenliğinin kölelerin ötesinde sınırlandırılmasına ikna edilmiş oluyordu.
Solon, bunların yanı sıra, üretimin ilerleyişinin ortaya çıkardığı yeni işbölümleri ve onların ihtiyaç haline getirdiği yeni kamusal görevler ve bunlar için görevliler belirlenmesini de kurallara bağladı.
Eskiden, kabile ve aşiret düzeninin ortaklaşa mülkiyet temelinde hâkim olduğu zamanlarda askerlik işleri “kendi kendini silahlandıran yurttaşlar”ca görülürdü. Özel mülkiyete bağlı gelişmeler, askerlik gibi bir işin kamu görevi olarak diğer işlerden ayrılışını zorunlu kıldı. Hem zenginleşmekte olan tüccarlar zamanlarını askerliğe harcayamazlardı hem de kölelerin yanı sıra düzenin yürümesine itirazları olanları baskı altında tutacak halktan ayrı, halkın dışında ve üzerinde silahlı özel bir örgüt gerekliydi. Solon, eskiden ortaya çıkmış bu örgütlenmeyi de “dört sınıf bölümlenmesi” temeli üzerinde yeni bir kurala bağladı. Ordu, bugün de devam eden işleviyle, bazileus dönemindeki “halk ordusu” ya da “silahlı yurttaşlar” olmaktan farklılaşarak halka karşı ve özel görevlilerden devşirme özel örgüt olarak kural oldu.
Süvari ilk iki sınıftan çıkıyordu, üçüncü sınıftan olanlar askerlik görevini ağır piyade olarak yapıyor, dördüncü sınıftan olanlara hafif piyadelik ya da denizci askerliği kalıyordu. Bir denizcilik devleti olan Atina’da deniz kuvveti önemli idi ve halka karşı özel örgüt olarak ordunun ortaya çıkışı da buradan oldu.
Solon’dan önce, aşiretleri 12 bölgeye göre olan yerleşimleri temelinde bölen, düzenin aşiret bağlarını gevşeten bir örgütlenme biçimi ortaya çıkmıştı. Bunlara naukraria deniyordu. Gemi yaptıranlar demekti. Her naukraria, bir savaş gemisi yapıp silah, donatım ve kürekçi kuleleriyle askerlerini sağlamak zorundaydı. Özel birlikler olarak silahlanmış halkla aynı şey olmayan silahlı örgüt kuruluşu, ordunun yapılanması buraya dayandı. Solon yasaları bunu onaylayıp genelleştirdi.
Onun yasalarının önemi, “halkı egemen duruma yükseltme”nin ötesinde, ticaretin gelişmesi zemini üzerinde, soyluluğun gücünü kırarak yeni zenginleşme yolundaki tüccarların önünü açmak oldu. Köle ve gemi sahipliği biçimini alan yeni servet edinme yöntemleri, deniz ticareti ve köle ticaretinin gelişmesi sonucuydu. Bu gelişmeye bağlı olarak, bir kısmı Atina yurttaşı bile olmayan bu yeni zenginler, aşiret bağlarının son kalıntılarını da kıracak bir hareketlilik içinde, istedikleri yerde yerleşir ve ikamet eder oldular. Hiçbir kabileden değillerdi. Dolayısıyla birçok tüccar, hâlâ Halk Konseyi (yürütme gücü) olarak devleti yönetmekte olan kurumun görevlilerinin (yöneticiler), Solon’un onayladığı aşirete göre seçimi ilkesi uyarınca yönetici olamıyordu.
Gerek zenginleşen tüccarlarla soylular, gerek genel olarak halkla soylular arasında süren egemen olma mücadelesi, çatışmaların sürmesine neden oldu.
Solon çatışma içindeki soylularla halkı uzlaştırmaya çalışmıştı: “… Köpek sürüsüyle karşılaşmış kurt gibi kendimi korumak için bir o yana bir bu yana dönüyordum” diyordu. (Aristoteles, sf. 27) Halk için şunları yapmakla öğünüyordu: “… Kölelik boyunduruğu altında inleyenleri, ağaların zorbalıkları karşısında tir tir titreyenleri özgürlüğe ulaştırdım. Zoru halkla birleştirerek güçle bunları yaptım…” Soyluluk içinse şunları yapmıştı: “Bütün ağalara, gücü ellerinde tutanlara gelince, beni övmeliler, beni dost bilmelilerdi. Bana verilen yetki başkasına verilseydi, hem halkın dizginlerini tutamazdı, hem de sütü çalkalayıp kaymağını almaktan geri kalmazdı. Bense dövüşen iki düşman dizisinin arasında bir sınır taşı gibi dikilip durdum.”
Ama hızla demokrasiye (köleler dışında hukuk önünde eşitliğe) dönmekte olan Atina’nın devlet örgütlenmesi, buna rağmen bir çatışmalar rejimi olarak kaldı. Demokrasi, zaten bundan başka bir şey değildi. Kurulması ve yıkılması kadar varlığı da tamamen çıkar farklılıklarına sahip sınıflar arasındaki çatışmalar ve mücadeleye bağlıydı. Bu mücadele hep sürdü. Hem de Aristoteles’in hiç sözünü etmediği köleler üzerindeki baskı ve zorbalığın artışı ve kölelerin tepkileriyle birlikte.
Solon karşıt sınıflar tarafından sürekli suçlanırken, ondan sonra da çatışmalar sürdü, ilk dört yıl, nispeten sakin geçti, ama beşinci yıl arkhon seçimi bile yapılamadı. .Bir dört yıl, böyle sürdü. Sonra arkhon seçilebilen Damasias ise görevinden uzaklaştırıldı. Atina dört yıl daha başsız kaldı. Sonra bir uzlaşmaya varılabildi.
Sonra karşıt partiler halinde örgütlenmiş olan Atinalılar arasındaki çatışmalar tiranlığa götürdü. Bugün otokratik denen yönetim de ilk kez Atina da yaşandı. Aristoteles’in dediğine göre, “halk egemenliğinin en ateşli yandaşı sanılan” Peisistratos, Solon yasalarının konmasından 32 yıl sonra, Atina’nın ilk tiranı olmayı başardı. Ardından oğulları geldi. Özel mülkiyet düzeni ve çatışan sınıflar değişmemişti. Tüccarlardan güç alıyor, yüksek soylular onu destekliyordu. Uzunca bir süre sonra devrildiler. Soylular eski ayrıcalıklarını yeniden elde etmeye uğraşıyorlardı ve bir süre üstünlüğü ele geçirmişlerdi.
En son Kleisthenes bu üstünlük kavgasına son verdi. Tüccarlar lehine soyluların egemenlikleri son buldu ve yeni bir “anayasa” yapıldı. Soyluluğu güçlendiren ama aşiret bağlarının üstünlüğünün kalıntısı durumundaki aşiretlere göre seçim ilkesine son verildi. Artık, örneğin 400’ler Meclisi’nin (konsey) oluşturulmasında olduğu gibi, örgütlenme aşiretlere göre olmayacaktı. Geçersizleşen Naukraria türü örgütlenme, yurttaşların aşiretlerine göre değil oturdukları yere göre bölünmeleriyle yenilenerek geliştirildi. Toprağa göre yerleşim esas oldu. Bu tüccarların üstünlüğü anlamına geldi. Aşiret üyesi olmalarına bakılmaksızın, oturdukları yer itibarıyla her göreve seçilebilir oldular ve ekonomik gücü topladıkları ellerinde siyasal gücü de toplamaları mümkün hale geldi. Atina sitelerinin kurulu olduğu tüm topraklar yüz demosa (bucak) bölündü. Kendi yönetici ve yargıçlarıyla hazinecilerini kendileri seçiyordu ve kendi üst meclisleri vardı.
On demosun bir arada oluşturdukları birimler, Naukraria benzeri, tam donanımlı beş savaş gemisi veren ve kendi askeri yöneticilerini seçen topluluklardı. Ayrıca Atina’daki üst Konsey’e (500’ler Meclisi) ellişer üye verirlerdi. Atina’da en üstte, (artık aşiretlerden birine mensup olmaları şartı bulunmadan) her yurttaşın oy kullandığı Halk Meclisi vardı. Seçilmeye devam eden arkhonlar, bu meclis ve konseyin gözetimi altında yönetim ve yargılamaya ilişkin görevleri yürütürdü.
Bu son biçimiyle devlet örgütlenmesi, gelişkin bir demokratik cumhuriyet halini almıştı. “Atina Demokrasisi” olgunlaşmış ve oturmuştu. Özgür yurttaşlar, uzun çatışmalar sonunda “eşit hakları” elde etmişler; az ya da çok mülkiyeti olanlar açısından -hâlâ belirli görevlere gelemeseler bile- siyasal hak eşitliği sağlanmıştı.
Atina’da “halkın, halk için, halk tarafından” yönetimi gerçekleşmişti. En kazançlı çıkanlar, doğal olarak, zenginlikleri ellerinde en çok biriktiren tüccarlardı. Kölelerin ise en küçük bir hakları yoktu; onlar “hak eşitliğinden yararlanamıyorlar ve yurttaşlardan oluşan ordunun baskısı altında efendileri için çalışmaya zorlanıyorlardı. MÖ 350’lerde, Atina demokrasisinin en parlak döneminde özgür Atina’nın nüfusu (kadın ve çocuklar dâhil) doksan bin civarındayken, kadın-erkek köle sayısı 365 bindi. Yetişkin özgür erkek başına düşen köle sayısı on sekiz idi.
“Halkın, halk için, halk tarafından” yönetimi, tek üretici güç olan ve büyük çoğunluğu oluşturan kölelerin sömürülmesi ve boyunduruk altında tutulmasıyla olanaklı olmuştu ve buna dayanıyordu. Atina demokrasisi, köle sahiplerinin demokrasisiydi. Köleler demokrasinin nimetlerinden en küçük ölçüde yararlanamadılar.
Sınıf karşıtlıklarına dayanmayan demokrasi yoktur
Atina demokrasisi tartışması, demokrasinin sınıf karşıtlıklarının ifadesi olduğunu ortaya koyuyor. Burada demokrasiyi demokrasi yapan, kölelerin köle sahipleri tarafından boyunduruk altında tutulmasıdır. Demokrasi, hem kölelerin boyunduruk altında tutuluşunu sağlamaktadır hem de boyunduruk altında tutuluşuna dayanmaktadır.
Bu, üretici güçlerin, dolayısıyla sömürücü ve sömürülen sınıfların, yani mülkiyet ilişkileri ve üretim biçimlerinin değişmesine karşın toplumsal siyasal örgütlenmelerin değişmeden kalan temelini oluşturmuştur.
Kölecilikten sonra gelen serflerin angarya biçimi altında sürdürdükleri üretimin, feodal üretimin ortaya çıkıp egemen üretim biçimi halini almasıyla, toprağa bağlı köylülerin, toprak kölelerinin baskı altında tutulduğu ve yönetimin hiyerarşi sırasına göre oluştuğu baskı ve zorun feodal örgütlenmesine geçilmiştir. En üstte en büyüğü (kral) olmak üzere, kral tarafından verilen ve bağımlılık ilişkisinin temelini oluşturan topraklarında kendi toprak köleleri üzerinde egemen derebeylerin “hak eşitliğinin oluşturduğu aristokratik demokrasi, toplumun feodal siyasal örgütlenmesinin bir biçimi olmuştur.
Osmanlı feodalitesi örneğinde olduğu gibi feodaller açısından hak eşitliğine yer vermeyen mutlakçı (padişaha, krala vb. bağlı) örgüt biçimleri de görülmüştür. Osmanlı’da ancak parçalanma dönemine doğru, sonradan Mısır hıdivi olan Mehmet Ali Paşa’nın başkaldırı döneminde feodal beyler, sultan karşısında belirli haklar kazanırken (ittifak senedi); İngiltere’de feodal demokrasi, 1200’lerde Manga Carta ile feodal toprak sahiplerinin kral karşısında güç edinmesi ve bir Lortlar Kamarası’nın oluşmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler, kuşkusuz uzun mücadelelerin sonucu olmuştur. Ancak aynı feodal mülkiyet ilişkileri temelinde ortaya çıktığı durumda feodal demokrasi, tıpkı Atina demokrasisinde olduğu gibi “halkın, halk için ve halk tarafından” yönetimi değil, toprağa bağlı köylülerin hiçbir siyasal hakkının olmadığı, hak eşitliğinden yararlanamadıkları ve tersine boyunduruk altında tutulduktan bir siyasal toplumsal örgüt olmuştur. Burada, hiyerarşinin sınırlandırmaları ötesinde hak eşitliği, yalnızca feodal beyler açısından geçerli olmuş, serflerin sömürüsü ve baskı altında tutulmaları üzerinden gerçekleşebilmiştir. Toprak kölelerinin boyunduruk altında tutulmasına yarayan feodal demokrasi, yalnızca aristokratların demokrasisidir.

BURJUVA DEMOKRASİSİ
Köleci Atina demokrasisi ve örneğin İngiltere’de ortaya çıkmış haliyle aristokratik demokrasi, “halkın, halk için, halk tarafından” yönetimi değil köle sahipleri ve feodal beylerin, köleleri ve serfleri boyunduruk altında tutmak üzere, kendileri için yönetimi iken, burjuva demokrasisi, “herkes için” midir? “Halkın, halk için, halk tarafından” yönetimi midir? Kapitalist ya da işçi veya emekçi olmak, kapitalist demokrasinin nimetleri açısından fark etmez mi? Ya da burjuva demokrasisi bir “halk egemenliği” midir?
Bu sorulara mantıklı bir yanıt vermek için, dün Kautsky’nin bugün de “global demokrasinin savunucu ve utangaç eleştirmenlerinin “demokrasi” ile serbest piyasa ve kapitalizm arasında kurdukları doğrusal bağlantıdan hareket etmek ve kapitalizmin sınıf zıtlıkları üzerinde yükselip yükselmediğini sorgulamak zorunludur.
İşçi ile burjuva ya da toplumsal kategoriler olarak emek ile sermayenin tamamen farklı ve karşıt çıkarlarla çelişmeli bir birlik oluşturdukları biliniyor. Sermaye, emek-gücünü kiralayıp artı-değeri oluşturmak üzere, karşılığı ödenmeden emeğin önemli bir bölümüne el koyarak birikir. Kapitalist özel mülkiyet, buradan büyür ve ödenmemiş emeğin gaspı ancak fabrikalar vb. olarak üretim araçları ve toprağın özel mülkiyeti sayesinde olanaklıdır. Dolayısıyla, sermaye birikimi, işçilerin sırtından gerçekleşir; zenginlikler az sayıda burjuva elinde birikirken büyük çoğunluğu oluşturan işçi ve emekçilerin durumunun kötüleşmesi, yoksullaşması demektir. Dolayısıyla eski Yunan öncesinde ortaya çıkmış ürünlerin metalaşması (ve özel mülk edinilmesi) yanına işgücünün metalaşmasının eklenmesiyle diğer sömürü ilişkilerinden farklılaşan kapitalist ilişkilerin varlığı, burjuvazi ile işçi sınıfının uzlaşmaz karşıt sınıflar olarak karşı karşıya bulunmaları ve bu karşıtlığın giderek dayanılmaz hal alması demektir.
Biri (burjuvazi) diğerini (işçi sınıfı) sömürmeden var olamayan ve tersinden, işçi sınıfının sömürüye katlanmak zorunda bırakılmasının koşulları (sömürünün dış koşulları) yaratılmadan burjuvazi ve kapitalist sömürü ilişkilerinin varlığını sürdüremeyeceği türden iki karşıt sınıfa ve karşıtların çatışmasına dayanan kapitalist toplumun siyasal örgütlenmesi, öyleyse “herkes için” olamaz. Ekonomik bakımdan egemen olan siyasal bakımdan da egemen olmak zorundadır; yoksa ekonomik egemenliğini sürdüremez hale gelir. O halde kapitalist ya da burjuva demokrasi, ücretli köleden başka bir şey olmayan işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların boyunduruk altında tutulmasına yarar. Burjuva demokrasisi yalnızca burjuvazi içindir; işçilerin biçimsel bir hak eşitliği aldatmacasıyla avutulmasından başka bir şey değildir.
Burjuva hak eşitliği
Burjuva demokrasisinin köleci Atina demokrasisinden ayrıldığı nokta burasıdır. Köleci demokraside hak eşitliği köleler için kesinlikle mümkün değilken ve köleler bütün siyasal süreçlerden bütünüyle dışlanmışken, burjuva demokrasisi, işçiler için de biçimsel olarak hak eşitliğinin tanınmasıdır. Ancak bilinen deyimiyle işçi açısından bu hak eşitliği ya da özgürlük, işgücünü kiralama ya da açlıktan ölme özgürlüğüdür.
Gelişme diyalektiği içinde hak eşitliği, kapitalizmin nesnel bir ihtiyacı olarak ortaya çıkmış ve burjuvazi, feodalizme karşı mücadele yürüttüğü ilerici döneminde bu talebin savunuculuğunu yapmıştır.
Feodal toplumun bağrında sanayi ve ticaret ciddi boyutlarda gelişmesine karşın, siyasal, yapı hemen buna uygun düşen değişmeyi göstermemiş, toplum kapitalistleşirken devlet feodal kalmıştır. Oysa “Büyük ticaret, yani özellikle uluslararası ve hele dünya ticareti, hareketlerinde engellerle karşılaşmayan, bir bakıma eşit haklara sahip, hiç değilse tek başına alınmış her yerde, hepsi için eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerinin varlığını gerektirir. Zanaatçılıktan yapımevi sanayisine geçiş, emek güçlerinin kiralanması için yapımcı ile sözleşme yapabilen ve buna dayanarak, onun karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan belli bir sayıda özgür emekçinin de varlığını gerektirir -bir yandan lonca bağlarından öte yandan da kendi emek güçlerini kendi başlarına değerlendirme araçlarından özgür emekçiler. En sonu, genel olarak insan emeği oldukları için ye insan emeği olarak, bütün insan emeklerinin eşitlik ve eşit değeri, bilinçsiz, ama en kesin dışavurumunu, modern burjuva iktisadının, bir metanın değerinin, o metanın içerdiği toplumsal bakımdan gerekli-emek aracılığıyla ölçülmesini isteyen değer yasasında bulur. Ama ekonomik ilişkilerin özgürlük ve hak eşitliği istediği her yerde, siyasal rejim onların karşısına her adımda loncasal engeller ve ayrıcalıklar çıkartıyordu. Yerel ayrıcalıklar, farklılaştırılmış gümrükler, her türlü ayrım yasaları, ticaretlerinde yalnızca yabancılar ya da sömürgelerde yaşayan halk için değil, ama çoğu kez devlet uyrukları için de zararlı oluyordu; loncasal ayrıcalıklar, yapımevi sanayisinin gelişme yolunu keserek, her yerde varlığını sürdürüyordu. Burjuva rakipler için, hiçbir yerde, ne yol açık, ne de şanslar eşitti.” (Engels, Anti-Dühring, sf. 190–191)
Ezilenlerin binlerce yıllık özlemi olan eşitlik talebi, ilk kez gerçekleşme şansını yakalamış gibi göründü. Gelişen ve toplumsal gelişmeyi kendi geleceği yönünde düzenlemeye yönelen burjuvazi, bu talebi savunmaktaydı. Ticaret özgürlüğü istiyordu. Bu, hukuk önünde eşitliği engelleyen tüm feodal sınırlamaların kaldırılmasını gerektirmekteydi. Ticari rakipler, eşit haklarla birbirini boğazlamalıydı. Üstelik kapitalist üretimin ilerleyişi, işgücünü burjuvaya kiralayacak işçiye ihtiyaç duymaktaydı. Burjuvazi, işçileri, lonca bağlarıyla üretim aletlerine bağlanmış zanaatçılar ve feodal bağlarla toprağa ya da kişisel bağlarla toprak beyine bağlanmış köylülerden derleyebilirdi. Bu durumda, onlar da bağlarından kurtulup özgürleşmeli ve aynı burjuva gibi hukuk önünde eşitliğe kavuşmalıydılar. Onların hak eşitliği, burjuvalarla emek-güçlerini kiralama sözleşmesi yapabilme özgürlüğünde olacaktı. Onlara bu kadarı yeterdi!
İlk burjuva “tarihin sonu” iddiası
Bu eşitlik fikri olağanüstü coşturucuydu. Söylendiği gibi feodal sınırlamaların kaldırılmasını, toplumun feodal siyasal örgütlenmesinin değiştirilmesini öngörüyordu. Temelini, feodal yük ve engellerinden kurtulmadan gelişemeyecek olan kapitalizmin ilerleyişi oluşturmaktaydı.
En belirgin biçimde Fransa’da ortaya çıkan gelişme, bütün feodal kurum ve kavramların sorgulanmasına götürdü, İngiltere’de Manga Carta’nın ilanı ile feodal soylulukla uzlaşan burjuvazi, daha ılımlı bir yol tutmuş -doğal ki çatışmaları içererek- kendi gelişmesi önündeki engellerin kaldırılması anlaşmasıyla iktidarı soylulara bırakmıştı.
Fransa’da ise, köktenci bir yoldan yürünerek feodalizme karşı saldırı düzenlendi. Akla aykırı görünen her şey yıkıcı bir eleştiriden geçirildi. Bu, rasyonalizminin üstünlüğüyle Aydınlanma Dönemi’ni oluşturdu. Din, doğa anlayışı, devlet, ahlak, her şey akıl süzgecinden geçirilip toplum ve devletin eski biçimleri, bütün eski fikir ve kavramlar akıldışı olarak mahkûm edildi. Önyargılarla birlikte keyfiliklerin ölüm borusu çalındı; hukuk kavramı büyük bir değer kazandı. Kapitalist gelişmeden güç alan bu yenilenmeler karşısında bir haksızlık, keyfilik, ayrıcalıklar ve yasaklar yığını olarak feodal kurum ve kavramlar direnemedi; tarihin çöplüğüne atıldılar. Bundan sonra, önyargı, akli olmayan fikirler, haksızlık, ayrıcalıklar ve kuşkusuz baskı, mutlak ve sonsuz olduğu iddia edilen doğrular, adalet, eşitlik ve insan hakları ve kuşkusuz demokrasi karşısında hükmü olmayacaktı!
Aklın egemenliğine dayanan bu sonsuz ve mutlak doğruluk, hukuk ve eşit hakların ilanı, şüphesiz, feodal akıl dışılık ve keyfilik karşısında büyük bir ilerlemeydi. Ancak sonsuzluk iddiası, sonradan görme burjuvazinin kendi egemenliğini idealize ederek ölümsüz ve alternatifsiz ilan etmesinden başka bir şey değildi. Aklın egemenliği, bütün gelişmenin kendisinden yana olduğunu gören ve böyle devam edeceğinden emin olan burjuvazinin egemenliğinin savunulmasına denk düşüyor, ölümsüz adalet, burjuva adaleti olarak gerçekleşiyor, eşitlik ise hukuk önünde biçimsel burjuva eşitliği olarak öngörülüyordu. Tümü, burjuva mülkiyetinin kutsanmasının araçlarıydı.
Ancak ortaya çıktığı kadarıyla proleterler ve proletaryanın saflarını durmaksızın kabartan eski zanaatkârlar ve köylüler de feodal soyluluğun keyfilik, baskı ve engellemelerinden zarar görüyorlardı. Ve henüz kendi bağımsız çıkarlarının farkına varacak ve dünya görüşlerini geliştirecek yeterlilikte olgunlaşmamışlardı. Bu koşullarda burjuvazi kendi çıkarlarını bütün ezilenlerin çıkarları ve kendisini de bütün ezilenlerin temsilcisi gibi gösterme olanağı buldu; kendi doğrularını ve adaletiyle hukukunu “herkes için” ve “sonsuz” ilan etti. Biçimsel hak eşitliğinin yetersizliği, burjuva adalet ve hukukun sonsuz olmadığı, ezilenler tarafından, kapitalizmin gelişmesi ve kuşkusuz mücadele içinde biriktirilen deneylerle anlaşılıncaya kadar, burjuvazi kendi sınıf karşıtını da kendisinin temsil ettiğine ve kendi demokrasisinin üstünlüğüne inandırdı. (Daha ilk proleter başkaldırısı olan 1831 Lyon Ayaklanması ile bu “sonsuz doğrular”ın sonsuz olmadığı ve burjuva karakter taşıdığı ortaya çıktı; proleterler bu “doğrulama ve onların üzerinde yükseldiği kapitalizme karşı saldırıya geçmişlerdi. Bundan sonra burjuvalar, proleterlerden, soyluluktan korktuklarından daha çok korkar oldular.)
Bu, her şeye rağmen anlaşılır bir şey. Feodalizme karşı mücadeleye bağlı olarak belirli bir çıkar ortaklığı, hem burjuvazinin hem de işçi ve köylülerin feodal keyfilik ve baskıdan zarar görmeleri ve ona karşı mücadelede birleşmeleri, burjuvaziye bu imkânı sunuyordu. Ekonomik bakımdan güçlü olan, feodalizme karşı mücadelenin meyvelerini kendisi topluyor, bu meyvelerin tadına herkesin biraz bakmasından yararlanarak, ellerinde ve doğrusu kasalarında tuttuğu meyvelerin “herkesin” olduğu yanılsamasını yaratabiliyordu. Bu, tarihin ileriye doğru gidişi içinde ortaya çıkan bir olguydu. Kendisi de ilerici bir konumda bulunan ve feodal baskının kendisi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf karşıtlığının üzerini örtmesinden yararlanan burjuvazinin, kendi çıkarlarını işçi ve emekçilerin de çıkarı olarak göstermesinin bir nesnel dayanağı ve belli bir ikna ediciliği vardı.
Kapitalizm ve burjuva demokrasisinin üstünlüğü iddiasıyla “tarihin sonu” Fukuyama tarafından ikinci kez ilan edildiğinde, burjuvazinin ilericiliğinden ve bu ilericiliğin kaynağı olan feodalizm karşısındaki çıkar ortaklığı ve ortak mücadeleden eser kalmamıştır. İlk “tarihin sonu” iddiası Aydınlanmacıların dilinde feodalizmin çöküşünü muştularken, son “tarihin sonu” iddiası “sosyalizmin çöküşü” üzerinden Fukuyama ve “Yeni Dünya Düzeni” savunucularının elinde ezilenlere karşı yöneltilmiş öldürücü bir silahtır. Bu ikinci “son” iddiasının emekçilerin aldatılmasına elverir hiçbir inandırıcı yanı bulunmamaktadır. Tek inandırıcılık kaynağı olduğu varsayılan totalitarizm suçlaması, bu nedenle öne çıkarılmaktadır. Sosyalizmle ilişkisi kalmamış revizyonist (geçmişi sosyalizm olan restore edilmiş kapitalizm) sistemin totaliter rejimi, keyfilik ve ayrıcalıkları, serbest piyasanın önünde engeller oluşturan hak eşitsizlikleriyle kapitalizmin faşist rejimine benzetilerek, sosyalist deneyin başarısızlığının kanıtı olarak gösterilmekte ve alternatifin olumsuzlanmasıyla kapitalizmin ve kapitalist demokrasinin üstünlüğü kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Ancak (feodalizm karşısında burjuvazinin oynadığı role benzer bir rol oynayacak) ilerletici öğe yokluğunda, bütün iddia boşluğa savrulan kılıç durumundadır.
Şimdi, eskiden feodalizme karşı ileri sürülen demokrasi isteği ve hak eşitliği talebi, kime karşı ileri sürülmektedir? “Otoriter ve totaliter rejimlere” karşı! Ama sosyalist olduğu ileri sürülen totaliter rejimler ve “engellemeleri” artık yoktur. Şimdi kime karşı?
Otoriter rejimlerin sınıf temeli tekelci burjuvazi, üzerinde yükseldiği temel ise kapitalizmdir. Şimdi kapitalizm, kapitalizmi suçlamak durumunda kalmaktadır.
Peki, otoriterizm suçlaması inandırıcı mıdır? Bugün “demokrasinin büyük dayanağı gösterilen ABD, en çok otoriterizm unsurları ile dolu güdük bir demokrasi ve tüm dünyada otoriter rejimlerin en büyük destekçisi değil midir?
Ve burjuvaziye, emekçi yığınları da temsil ediyor görüntüsü verebilmek üzere, burjuvazi ile işçi ve emekçilerin çıkar ortaklığı nerededir? Kime karşıdır? Feodalizm, kalıntılar dışında tarihe karıştığına ve olduğu kadarıyla da tekelci burjuvazi ile birleştiğine ve onun tarafından desteklendiğine göre, şimdi artık bir toplumsal sistem durumunda olmayan sosyalizme karşı mı? Ama sosyalizm, otoriter veya değil işçi sınıfı egemenliğidir. O halde işçi sınıfına ve emekçi çoğunluğuna karşı olabilir ve öyledir.
Bir dönem inandırıcılığı bulunan “tarihin sonu” iddiası ikinci kez ileri sürüldüğü burjuvazinin gericileştiği koşullarda, artık inandırıcı değildir ve sömürülen emekçi çoğunluğun, herkesi temsil ettiğini ve “demokrasisinin “herkes için” olduğunu ileri süren burjuvazinin egemenliğini kabul etmesi, eskisinden çok daha fazla zor ve baskıya ihtiyaç göstermektedir. Çünkü bu demokrasinin herkes için olmadığının, her adımda bir kez daha ve gittikçe daha büyük emekçi yığınlar tarafından görülmesine yol açan kanıtları, kapitalizmin her yanından fışkırmaktadır.” Çünkü sömüren ve işçi sınıfının sırtından sahip olduğu olanaklarla egemen olan burjuvazi, işçilere kendisiyle eşit haklara sahip olduğunu söylerken, kapitalizm toplumsal eşitliğin tanınmayışıdır. Sınıf karşıtlıklarının her gün biraz daha keskinleşmesi ve tam bir toplumsal çürümedir.
Toplumsal eşitsizlik kapitalist demokrasinin güvencesidir
Hangi karakol ya da mahkemede zengin burjuva ile yoksul işçi eşit muamele görür? Bütün büyük toplantı salonları ve binalar özel mülkler olarak burjuvazinin dindeyken, işçi sınıfı nasıl toplanma özgürlüğünü burjuvazi ile eşit haklarda kullanabilir? Matbaalar ve kâğıt fabrikaları burjuvazinin elindeyken, basın özgürlüğü, işçi ve burjuva açısından nasıl eşitçe yararlanılabilir bir hak olur? Kapitalistler açısından basın özgürlüğünün anlamı, basını parayla satın alma, yüksek maaşlarla kendilerine yazarlar ve haberciler tutma ve zenginliklerinden “kamuoyu”nu oluşturmak, değiştirmek ve yönlendirmek için yararlanma özgürlüğüdür. İkametgâhları olmayanların oy kullanma hakkına sahip olmadıkları ABD’de milyonlarca evsizle mülk sahiplerinin ne tür bir eşitliğinden söz edilebilir?
Üstelik siyasal kısıtlamalar demokraside hiç de istisna değildir. Kapitalizmin anayurtları olan birçok demokraside, örneğin İsviçre’de kadınların oy hakkı daha yeni tanınmıştır. Birçoğunda, hak eşitliğinin ilan edilmesine rağmen oy hakkının sınırlandırılması, Atina’daki vergiye göre bölümlendirilmiş hak sahipliğini hatırlatır boyuttadır. Örneğin “demokrasinin beşiği” İngiltere’de işçilere oy hakkı, o da, işçi ailesi başına bir oy olarak, 1884’te tanınmıştır. 1800’lerin sonunda 15 yıl anti-sosyalist yasa ile işçilerin siyasal özgürlüklerine konan yasak, bugün Almanya’da anayasanın hâlâ komünist partiyi yasak sayması ile devam etmektedir. İşçi mahallelerini gözeterek seçim bölgeleri oluşturulmasını, seçim barajlarını kapsayan, ABD’de tek dereceli olmayan seçim sistemleri, bu herkes için olmayan demokrasinin gereği sınırlandırmalardandır.
Ancak yine de, burjuva demokratik cumhuriyette işçi, hukuk karşısında burjuva ile eşit sayılır; devlet yönetimine katılma bakımından da -istisna oluşturmasa bile- kural olarak açık sınırlamalar ile engellenmemiştir, hak eşitliği bu açıdan da geçerli kılınmıştır. Siyasal özgürlüklerin tanındığı faşist olmayan burjuva siyasal toplumsal örgütlenmede, kapitalist demokraside bu özgürlüklere biçimsel olarak işçi de sahip sayılır. Ama hiç kimse, “eşit” haklarını kullanabilme, bu hakları gerçekleştirebilme bakımından işçi ile burjuvayı, işçi sınıfı ile burjuvaziyi eşit olanaklara sahip sayamaz. Paranın gücü, sermaye egemenliği bütün eşitlik masalını açığa çıkarır. İşçi işinden başını kaldırıp siyasete katılacak zaman bile bulamaz. (Ne yapılabilir, özgürlüğünü kullanıp sözleşme yapmış, hukuk önünde eşit olduğu patronunun gösterdiği yerde çalışmayı seçmiştir!) Toplantı yerlerinin tümü burjuva mülk olan ya da gazete çıkarmak için gerekli olan matbaa ve kâğıt harcamaları veya TV kanalının gereksindiği maliyetin çok yüksek olduğu bir toplumda, toplantı ve basın özgürlüklerinden yararlanmak açısından işçi ile burjuvanın kağıt üzerinde tanınmış hak eşitliğinin hiçbir anlamı yoktur. Bu nedenle burjuva demokrasisi, sermayenin siyasal egemenliğidir de ve işçi sınıfını baskı altında tutmanın en kolay ve aldatıcı biçimidir.
Paranın gücüyle sağlama bağlanmış işçi sınıfının bu biçimsel hak eşitliği, ancak üretimin belli bir düzeyinde olanaklı oldu. Atina’da köleler için olamayan, ama ancak işgücünün de metalaştığı kapitalizmde mümkün olan bu biçimsel eşitlik ve kölelerden farklı olarak işçilerin de siyasal özgürlüklerden yararlanabilmesi, kuşkusuz işçi sınıfının kölelik koşullarında bir değişikliğe yol açmıyor ve mümkün kıldığı yanılsama (işçilerin kendilerini özgür ve eşit yurttaşlar saymaları) nedeniyle kapitalistler tarafından tercih de ediliyor. Ne zamana kadar? Sermaye egemenliğinin tehlikeye düşmesine kadar. Sermaye, egemenliğini tehdit altında gördüğünde, işçiler karşısında, Spartaküs karşısında gaddarlaşan köleci Roma’dan hiç de aşağı kalmayacak boyutta gaddarlaşır; tarih bunun örnekleriyle doludur. Grevlere düzenlenen saldırılar, Mc Carty’ci kampanyalar, komünistlere yönelik sürek avları, sıkıyönetim ilanları, olağanüstü mahkemeler, hapis cezaları ve Sacco ile Vanzetti ya da Rosenbergler örneğinde olduğu gibi idamlar, kaybetmeler, yani hak eşitliğine konan sınırlamalar olarak yasaklar ve fiziki saldın daima burjuva demokrasisinin kapısının önünde durur.
Kapitalizmde biçimsel hak eşitliği ve özgürlükler de içinde olmak üzere demokrasi, burjuva karakterlidir; burjuvazi içindir ve işçi sınıfının baskı altında tutulmasına yarar ve ona dayanır.
Burjuva demokrasisinde, burjuvazinin siyasal egemenliği, sermayenin ekonomik egemenliği ile kapitalist özel mülkiyet ve paranın egemenliği ile ekonomik ve toplumsal eşitsizlik ile teminat altına alınmıştır.

SONUÇLAR
Atina demokrasisi ile burjuva demokrasisinin en yüzeyden yapılan incelemeleri bile hemen bazı sonuçlara götürür:
1. Her demokrasi bir diktatörlüktür
Atina’da olduğu gibi günümüz demokrasilerinde de devlet örgütlenmesinin biçimi olan demokrasi, mülk sahibi sömürücü sınıfların sömürülen sınıfları, köle ve ücretli köleleri boyunduruk altında tutmaya yarayan bir diktatörlüktür. Demokrasiler, biçimsel hak eşitliği olsun ya da olmasın, sömürülen sınıfların sömürülmeye razı edilmesini garanti altına alan toplumsal siyasal örgütlenmeler olarak, sömürülen çoğunluk üzerinde mülk sahibi azınlığın diktatörlüğüdür. Demokrasi mülk sahipleri içindir, diktatörlük ise sömürülen çoğunluk için. Burjuva demokrasisi de, Yeni Dünya Düzeni savunucuları ne derse desin, burjuvazi için demokrasi, işçi ve emekçiler için bir diktatörlüktür.
2. Devlet bir şiddet aracıdır
Özel mülkiyet ve sömürü ortaya çıkmadan ve toplum uzlaşmaz karşıt sınıflar halinde bölünmeden ortada görünmeyen devlet, sınıf zıtlıklarının ürünü olarak, bu zıtlıklardan doğan çatışmanın toplumu yıkıma götürmemesi ihtiyacını karşılamak üzere doğmuştur. Başlıca işlevi, sömürünün dış koşullarını sağlamaktır. Dışa karşı savaşı yönetmek üzere seçilen Bazileus’la döneminde, bütün yurttaşların sınıf zıtlıklarına dayanmayan ve sömürüyü içermeyen ilişkilerinin koşullarını oluşturmak üzere bir baskı aracına ihtiyacı yokken, özel mülkiyet ve kuleleriyle birlikte uzlaşmaz karşıtlık halini alan kölelerle köle sahipleri ilişkisini sürdürmek ve köleci mülkiyet ilişkilerinin devamını garanti altına almak, bir baskı ve zor aracına ihtiyaç göstermiştir. Atina demokrasisi tartışılırken üzerinde durulan “kendi kendini silahlandırabilen yurttaşlardan kamu işlerini (itirazcıları bastırıp ezme işi) üstlenen “özel silahlı birlikler”in oluşmasına geçiş, ordu ve polisin devletin temel kurumları olarak ortaya çıkış sürecidir. Bununla kölelerin bastırılması ihtiyacı karşılanmıştır. Aynı süreç, Atina’da görüldüğü gibi, mahkemeler ve hapishanelerin, vergi kurum ve görevlilerinin, hazine ve hazinecilerin ortaya çıktığı süreçtir. Henüz devlet oluşma süre-cindeyken ve kölelik genelleşmemişken, tümü silahlı olan yurttaşlar tarafından denetim altında tutulan ve giderek sayıları ve “yarattıkları” problemler artan kölelerin baskı altında tutuluşu bundan böyle ordu ve polisin güçlü ellerine verilmiştir. Bundan böyle sömürünün ve sömürü ilişkilerinin varlığı ve devamının garanti altına alınması, toplumun tamamen kendisi olmayan, onun üzerinde, özerk bir güç tarafından sağlanacaktır.
Atina’da olduğu gibi bugün de demokrasiler, bu tür, toplumun üstünde ve ona yabancı kurum ve görevliler toplamı olan devlet örgütü aracılığı ile sömürülen yığınları baskı altında tutarlar. Demokrasi de, bu baskı altında tutmanın, diktatörlüğün sadece bir biçimidir. Yoksa Atina’da tiranlık, günümüzde “otoriter rejim” denen faşist devlet ve diktatörlük biçimleri ortaya çıkmamış değildir. Bu, sadece ezilenleri bastırma işinin olağan demokratik yöntemlerle gerçekleştirilemez olduğu ve açık şiddete ihtiyaç duyulduğu anlamına gelir, ama kesinlikle demokratik ve otoriter diktatörlüklerin farklı sınıf karakterlerine sahip olması demek değildir. Hele otoriter rejimlerin diktatörlük, demokrasinin ise herkes için olduğu anlamına hiç gelmez.
3. Devletin olduğu yerde “herkes için” demokrasi olmaz
Zaten bir devlet biçimi olan, dolayısıyla devlet olmadan olamayacak bir diktatörlük türü olan demokrasi, sömürülen yığınlar üzerindeki siyasal zorun örgütlenmesidir. Bu zorun, doğrudan toplumsal eşitsizliklerle garanti edilmiş mülk sahiplerinin ekonomik egemenliğinin ürünü sınırlamaların öne çıkmasıyla üstü örtülü ya da açık şiddet olarak örgütlenmesi, sorunun özünü ilgilendirmez. Önemli olan, zorun, açlık nedeniyle hırsızlık yapanın ya da sömürü koşullarına isyan edenin bastırılmasına yönelik olmasıdır.
Devletin henüz ortaya çıkmadığı koşullarda demokrasi ve özgürlükler yoktu, çünkü baskı altında tutulacak kimse olmadan özgürlük istemi kadar, özgürlüğün kendisi de anlamsızdı. Demokrasi, ancak devlet ortaya çıktıktan sonra ve onun örgütlenmesinin görünümlerinden biri olarak sahneye çıktı. Daima sömürenlerin sömürülenler üzerindeki diktatörlüğü oldu. Baskı altında tutulacak kimse kalmadığında, sınıflar ortadan kalktığında da devlet sönerken özgürlükler ve demokrasi de anlamsızlaşacak ve gereksizleşecektir. Ama var olduğu koşullarda, devlet, hep bir kısım yurttaşın diğer bir kısım yurttaş tarafından ezilmesinin aracı olacaktır: Kapitalist demokraside mülk sahibi azınlığın sömürülen çoğunluk üzerindeki diktatörlüğünün aracı olarak ve sosyalist demokraside proletarya diktatörlüğü olarak, işçi ve emekçi çoğunluğun burjuvazi üzerindeki zorunun aracı olarak.
Demokrasi: “Uzlaşmalar rejimi” değil, sınıfsal çatışmanın en açık yürüdüğü sistem
Demokrasinin “halkın, halk için, halk tarafından” yönetimi olmadığı görüldü. Bu tamamen yanılsama yaratmaya yönelik propagandif bir tanımlamadır. Demokrasi bir diktatörlüktür ve Demirel başta olmak üzere Yeni Dünya Düzeni savunucularının kabul ettirmeye çalıştığı gibi bir “uzlaşmalar rejimi” değildir, uzlaşmalarla sağlanan konsensüslere dayanmaz.
Demokrasiler hiç uzlaşma tanımaz değildir; ancak uzlaşmaların geçici, çatışmanın ise sürekli ve esas olduğu yönetim biçimidir. Demokrasinin bulunup bulunmadığı, sınıflar-arası uzlaşmanın olup olmamasıyla, uzlaşma ya da çatışmanın varlığıyla değil, çatışma ve zorun meşruluğunun tanınmasıyla kararlaştırılır. Bütün diğer diktatörlük biçimleri gibi, demokrasi de, çatışma ve zoru tanımakla kalmaz, çatışmaya ve zora dayalıdır.
Demokrasi, sınıflar arasındaki çatışmanın en düz ve açık biçimiyle yürüdüğü sistemdir.
Yeni Dünya Düzeni savunucuları, “demokrasi” adına, “otoriter rejim” dediklerine, zoru kullanmasını gerekçe göstererek suçlama yöneltiyorlar. Onların “demokrasisi” zoru tanımazmış gibi! Ya da şeriatçılar, örneğin türban sorunu nedeniyle baskıya maruz kaldıklarında “baskı var, böyle demokrasi olur mu?” diye ortalığa çıkıyor ve “demokrasi” istemeye başlıyorlar.
Oysa sorun baskı ve zorun varlığı değildir. Söylendiği gibi demokrasi bir baskı ve zor yönetimidir, diktatörlüktür. Baskıya ve zora dayalı olmayan demokrasi yoktur.
Demokrasi iki tür baskı tanımıştır.
İlki, feodalizm karşısındaki devrimci demokratik zor ve feodallerin baskı altında tutulmasıdır. Bu, tamamen demokratik bir baskı ve zordur. Bunun örneğine 1789 sonrası Jakoben diktatörlüğünde 1793 devrimci terör döneminde tanık olundu. Devrimci burjuvazi, feodal soyluluk üzerinde terör uygularken otoriterizm adına hiç de gericilik yapmadı; tam tersine sonuna kadar demokratikti, demokrasinin gereği olan zoru en ileri noktasında kullandı.
İkincisi, gericileşen burjuvazinin ileriyi temsil etmeye başlayan kendi karşıtına, işçi sınıfına ve emekçi çoğunluğa karşı yönelttiği baskı ve zordur. Bu oturmuş ve gericileşerek demokrasi isteminin hedefi durumuna gelmiş burjuva demokrasisinin dayanağı olan zordur. Artık bu baskı ve zor demokratik değildir; anti-demokratiktir ve bu nedenle üzerinde yükseldiği kapitalizmle birlikte ömrünün sonuna gelmiştir.
Dolayısıyla Yeni Dünya Düzeni savunucuları ve şeriatçıların soyut baskı karşıtlıkları (bunlar sözde baskı karşıtlıklarıdır, çünkü kendi politikaları ve savundukları ya da öngördükleri toplumsal örgütlenme tamamen baskıya ve üstelik gerici baskıya dayalıdır), “herkes için” demokrasi yanılsamasını güçlendirmeye ve gericiliklerini haklı çıkarmaya yöneliktir. Propagandiftir, demagojiktir.
Şeriatçılara yöneltilmiş baskı örneğinde, ne şeriatçılar baskıya uğradıklarında demokrasi isteyerek yüzlerini (gerici politikalarını) gizleyebilirler ne de baskının varlığı ile demokrasi yokluğu arasında kurdukları paralellik doğrudur. Demokrasi yoktur, ama bu, şeriatçılara yöneltilmiş baskı nedeniyle değildir.
Sorun baskının varlığında değildir; baskının hangi politikanın ürünü ve devamı olarak ortaya çıktığı önemlidir. Şeriatçılık, ortaçağ özlemiyle tutuşan, sermayenin hizmetinde bir gericilik türü olarak demokratik yaklaşımlardan uzaktır. Ama ona yönelik baskının da, feodalizm ya da emperyalizm karşıtlığıyla ve demokratiklikle ilgisi yoktur. Uluslararası gericiliğe bağlanmış işbirlikçi tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda kullanılan zor ve baskı, gericiliğin güçlendirilmesine yöneliktir.
Öte yandan ister burjuva demokrasisi ister onunla ilişkisiz faşist bir rejim altında burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçilere yönelttiği baskının demokratiklikle ilgisi yoktur. Toplumsal demokrasi talebiyle ileriye atıldığı her yerde işçi sınıfı, artık çürüyen, miadını doldurmuş burjuva gericiliğinin karşısında demokrasinin temsilcisi durumundadır. Sonuna kadar demokrattır ve bu noktada zaten burjuva demokrasisi, demokrasi olmaktan çıkmak zorundadır.
Ama bu noktaya kadar, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki meşruluğu tanınmış çatışma sürer. Sosyalist demokrasi lehine burjuvaziden işçi sınıfının eline geçmekte olan demokrasi (bu kez toplumsal demokrasiyi içermek üzere tam demokrasi, sınıfların kaldırılmasına yöneltilmiş demokratizm) savunuculuğu bu çatışmaya damgasını vurur. Ve burjuva demokrasisi, sosyalist mücadelenin gelişmesi için en uygun, çünkü işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çatışmanın en açık ve üstü örtülmeden yürüdüğü devlet biçimidir.
Burjuva özgürlükler ve demokrasi ezilenlerin mücadelesi olmadan kazanılmamıştır
Yeni Dünya Düzeni savunucuları ezilen, sömürülen yığınları hareketsizleştirmek ve sömürü ve zulme boyun eğmelerini sağlamak amacıyla demokrasinin “herkes için” ve “son durak” olduğu masalını anlatıyorlar. Oysa burjuva demokrasisinin doğuşu da içinde olmak üzere, burjuva karakterli tüm özgürlükler, sömürülen yığınların mücadelenin esas yükünü omuzla-yan mücadelesiyle gerçekleşmiştir.
1500’ler Almanyasında burjuva devrimleri önceleyen Münzer hareketi, serfliğe karşı köylülerin başkaldırısıydı. İleri taleplerini gerçekleştirme şansı bulamadan ezildi. Rusya’da Pugaçev, Münzer’le aynı yoldan yürümüştü. İngiltere’de Cromwell’in ardından yürüyen on binler yine toprak soyluluğuna karşı hınçla dolu köylüler ve kentlerin ezilenleriydi. 1789’da Bastil’i basanlar Paris’in yoksulları oldu. Yine tökezleyen Fransız devrimini 1793’le ileriye taşıyanlar devrimci küçük burjuvazi, işçiler ve yoksul köylülerdi. “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganı, burjuvazinin çıkarlarını dile getiriyordu; ama yoksul milyonların özlemlerini ifade ediyor ve en çok onların elinde soyluluğu yıkıcı bir silah durumuna giriyordu.
Eski Yunan’da Sokrates, gençleri zararlı fikirleriyle yoldan çıkardığı için zehirlenerek öldürüldü. Kilise bu uğurda binlerce insanı diri diri yaktı. Düşünce özgürlüğü, en çok bilineni Bruno olmak üzere çok sayıda aydının ödediği can bedeliyle gerçekleşti, gericileşen burjuvaziyi suçlayan Babeuf ve diğerlerinin ödediği bedellerle kalıcılaştı. Basın özgürlüğü, sansür baskısını kırarak, hapislere katlanarak mücadeleyle kazanıldı.
İşçi sınıfının hakları ise yine mücadeleyle kazanıldı. Halkı temsil ettiği iddiasıyla köylülüğü ve kentlerin yoksullarını peşinden sürükleyen burjuvazi, iktidar koltuğuna oturduktan sonra, sömürülen yığınlara sırtını döndü. Bundan sonra, özgürlükler hemen her yerde burjuvaziye rağmen ezilenlerin mücadelesiyle kazanıldı ya da korunabildi.
İngiltere’de sendika kurma hakkı, işçilerin uzun mücadeleleri sonunda, parlamentonun kuruluşundan neredeyse 200 yıl sonra 1824’te elde edilebildi. Sendikal örgütlenme özgürlüğünü kazanan işçiler, uzun süre siyasal örgütlenme hakkına sahip olamadılar. 1830’lara gelirken patlak veren Reform Hareketi’nin radikal kanadını oluşturan işçiler, yine burjuvazi ile soyluların uzlaşmasının kurbanı oldular. Reform Yasasının ardından Tahıl Yasasını da çıkartmayı başararak soyluluk karşısında üstünlüğünü kanıtlayan burjuvazi, parlamentoda kendisine genişçe bir yer edindi. Burjuvazinin, başlıca yönetim görevlerini yine kendisine bıraktığı soylulukla uzlaşmasını sürdürdüğü bu yeni üstünlüğü döneminde, burjuvazi özgürlükleri sadece kendisi için alıp 1832’de çıkarılan yasa işçileri oy hakkından yoksun bırakınca, Chartist Hareket patlak verdi. İlk bağımsız işçi partisi durumundaki Chartistler, Avrupa kıtasına yayılan 1848 devrimleri yenilgiye uğrarken yenildiler. 1848 devrimcilerinin, işçilerin talepleri burjuva toplumu açısından kabul edilmez bulunmuş ve gericilik seferberlik ilan etmişti. İşçi sınıfının ileri sürdüğü talepler hem İngiltere’de hem de kıta Avrupası’nda belirli bir süre için sindirildi. İşçiler, yeniden, Reform Hareketi sırasında sol kanadını oluşturdukları Liberal Parti’ye katılmaya zorlandılar. Ama seslerini yükseltmeye ve mücadeleye devam eden işçiler, sonunda aile başına bir oy da olsa oy haklarını aldılar (1884). Gizli oy da bu sırada kabul edildi. Fransa’da ise sendika hakkı 1840’larda alınabilmişti.
Bu durum, ilk kez sendikaların 1951’de kurulduğu Türkiye açısından da geçerlidir. Özellikle 1940’larda yükselen işçilerin sendikalar içinde örgütlenme mücadelesi ve ortalığı bir anda sendikaların sarması baskının yoğunlaşmasıyla yanıtlanmış, ancak işçilerin örgütlenme talebinin önü alınamamıştır. Sonunda çare, yukarıdan Türk-İş’in kurulması aracılığıyla sendikal hareketin denetim altına alınmaya çalışılmasında bulunmuş, ama bir kez yol açılmıştır. Uzun mücadeleler içinde önce daha ileri bir sendikal anlayışla DİSK’in örgütlenmesi ve ardından sendikal örgütlenme ve hareketin, özellikle işçi hareketinin yükseldiği dönemlerdeki canlılığıyla mevziler kazanmak mümkün olmuştur. 1970’de sendikal örgütlenme hakkına getirilmek istenen kısıtlamaları başkaldırarak püskürten işçi sınıfı, toplumun mutlaka hesaba katılması zorunlu bir gücü haline geldiğini kanıtlamıştır.
Demokrasi mistifikasyonu
Demokrasi tamamen bir mücadele sorunu olmasına karşın, Yeni Dünya Düzeni savunucuları, Fukuyama (“sükunet ve toplumsal refah dönemi”), Demirel (“uzlaşmalar rejimi”), ruh huzurlarını bu düzene eklemlenmekte bulmuş ve “demokratik barış” savunucusu kesilmiş eski solcular, Öcalan (“çıkar gruplarını doğru tanıma ve ilişkilerini şiddetsiz dengeleme”) ve diğerleri gerçek olmayan mistik bir demokrasi anlayışı geliştirmişlerdir. “Global demokrasi” savunuculuğu yaparken tümünün ortaklık içinde olduğu nokta, “herkese eşit hak sağlayan” ve dolayısıyla “çatışmasız” demokrasi anlayışına sahip olmalarıdır.
Yeni Dünya Düzeni savunucuları çatışma ve şiddeti, baskı ve zoru otoriter ya da totaliter yönetimlerin özelliği olarak gösterip darbelerden vb. uzak kalınmasını, seçimleri ve seçimlere bağlı olarak gerçekleşen olağan hükümet değişikliklerini, parlamento tartışmalarını, gerici burjuva partiler arasındaki uzlaşma ve koalisyonları, sendikaların satılmış liderleriyle hükümetler arasındaki anlaşmaları vb. vb. kanıt gösterip “demokrasi “yi çatışmasız rejim ilan ederler.
Oysa demokrasi adına ne kazanıldıysa sınıflar arasındaki çatışmanın ürünü olarak kazanılmıştır, korunabilen özgürlükler de ancak mücadele ile korunabilmektedir. Üst tabakalar arasında yapılan uzlaşmalar, demokrasinin işareti değil, tersine demokrasiye karşı, ezilen ve sömürülen yığınlara karşı birer saldırının kanıtıdır.
“Çatışmasız demokrasi” mistifikasyonunun kuşkusuz bir nedeni vardır. Gerçek olmayan, hayali bir “demokrasi” aracılığıyla demokrasi mücadelesi ihtiyacı içindeki ve bu mücadeleyi vermekte olan sömürülen, ezilen yığınlara anlamsız bir amaç peşinde olduklarını göstermeye ve onları yatıştırmaya çalışmak, bu “demokrasi” anlayışına can veren gerçek nedendir.

NE TÜR BİR DEMOKRASİ
“Demokrasi” kavramının bütün çekiştirme ve çarpıtmalarına karşın, “global demokrasi” artık çürüyen kapitalizmin bir kabuğu durumundadır ve tarihin ileriye doğru yürüyüşünde bir ihtiyaç olmaktan çıkmıştır. Tekelci kapitalizm, demokrasiye kucak açmaz; demokrasi tekellerden güç almaz. Artık demokrasinin kazanımlarının korunması ya da demokrasinin kazanılması; tekelleşerek gericileşen burjuvazinin işi değildir ya da onunla olmaz, ama tekellere karşı mücadele sorunu haline dönüşmüş, işçi ve emekçilerin uluslararası tekellere, tekelci burjuvaziye ve işbirlikçilerine karşı mücadelesinin zaferine bağlanmıştır.
Tekelci kapitalizm mali sermaye egemenliğidir. Sanayi sermayesi ile iç içe girmiş banka sermayesinin oluşturduğu mali sermaye bir avuç oligarkın egemenliğine götürmüştür. Hükümetler ve bürokrasi ile kurduğu kopmaz bağlantılarla (emekli jandarma genel komutanı Teoman Koman’ın Cavit Çağlar’ın holdinglerinin yönetiminde yer alması, OYAK’ın en büyük tekellerden biri olarak doğrudan ordunun elinde olması, Yılmaz’ın kardeşi ve yeğeninin bir holding ve büyük bir borsa şirketi sahibi olmaları, bankacı ve büyük şirketler sahibi kocası aracılığıyla Çiller’in tekellerin devlet kuruluşlarında iş takipçiliğini yapması, eski hava kuvvetleri komutanı Şahinkaya’nın dünyanın en zenginleri arasında yer alması örneklerinde olduğu gibi) mali sermaye, mali oligarşiye yol açarak, bütün ekonomik ve siyasal süreçleri denetimi altına almış ve ülkelerin yönetimlerinin başına çöreklenmiştir.
—Kapitalist tekel feodal tekelin yerini almıştır
Yeni Dünya Düzeninin “global demokrasi” savunucuları, “serbest piyasa” ve “liberal ekonomi”, “liberalizm” “liberalizasyon” kavramlarını pek sever ve çok sık kullanır; “serbest piyasa” ile “demokrasi” arasında doğrusal bir ilişki kurarlar. Bunlarla kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine, feodalizme karşı savaşında ticaret özgürlüğü için demokrasi istemiş devrimci burjuvaziye gönderme yaparlar. Öyle değil mi? Herkesin, “burjuva özgürlüklerinin özü ticaret özgürlüğüdür; o halde, demokrasi ‘serbest piyasa’nın istenmesi ve savunulmasından başka nedir ki” diye düşünmesini isterler.
Oysa kapitalizmin serbest rekabetçi dönemi bir daha gelmemek üzere tarihe gömülmüş; serbest rekabet, piyasa, tekeli doğurmuş ve tekel, serbest rekabeti en geri noktalara sürerek egemenliğini kurmuştur.
Feodal toprak tekelinden daha güçlü bir tekel durumu yaratan kapitalist tekel, hammadde kaynakları ve pazarların ele geçirilmesidir.
Tekel, üretimin miktarı ve ürünlerin fiyatlarının dikte edilmesi üstünlüğüdür.
Holdingler ve hisse senedi çıkarma yoluyla çok sayıda tasarruf sahibi üzerinde denetim sağlama, belirli bir miktar hisse senedi ile büyük miktarlarda senetlerin kontrol edilmesidir.
Tekel, bilânço cambazlıkları ile yüksek kârlar elde edilmesidir.
Tekel, bugün Türkiye’de olduğu gibi, kriz nedeniyle binlerce küçük ve orta büyüklükteki firma kapanırken birkaç büyük bankanın kârlarını üçe, beşe katlamasıdır.
Tekel, rantiyerliktir; borç verme, faizcilik ve tefecilik (ipotek) aracılığıyla zenginleşmedir. Milyonların üretim dışı yollardan sömürülmesidir.
Tekel, hisse senedi ve tahvil satışı ve borsa oyunlarından devasa kârlar elde edilmesidir.
Tekel, arsa spekülasyonudur.
Özelleştirme furyasında dönen dolapları, Çiller’de doruğuna ulaşmış yolsuzlukları, “piyasacı pek “serbestleştiren” mafya ve hükümetler ile iç içe çevrilen oyunları (Korkmaz Yiğit-Çakıcı-Yılmaz görüşmeleri örneği) birlikte izledik.
Şu sorunun yanıtı yoktur: Nerede “serbest piyasa”?
“Serbest piyasa”, tıpkı “global demokrasi” türünden bir sahtekarlıktır. Küçük ve orta mülk ve tasarruf sahiplerini düzene bağlamaya ve kendilerini “demokrasi” kapsamında hissetmelerine yarar.
“Serbest piyasa” savunusu, “ekonominin liberalleştirilmesi”, “ticaretin serbestleştirilmesi” biçiminde, “demokrasinin yerleşmesi” gibi kaygılarla değil, ama emperyalist baskı artındaki ülkelerin uluslararası tekellerin yağmasına bütünüyle açılması amacıyla gündeme sokulmuştur. Muz, kürk ve Cola savaşlarında görüldüğü gibi ABD ve örneğin Almanya kendi piyasalarını serbestleştirmezken, uluslararası tekellerin, Türkiye gibi ülkelere yönelik, gümrük duvarları, himayeci yasalar vb. türünden bütün engellerden temizlenmiş birer çiftlik isteklerinin ürünüdür. Demokrasiyi geliştirmenin değil, tekelci diktenin tahkim edilmesi ve emperyalist çıkarlara bağımlılığın geliştirilmesiyle tamamen önünü almanın aracı kılınmıştır.
—Tekel demokrasi değil gericilik eğilimidir
Dikte, baskı, denetim altına alma ve hükmetme, tekelin temel karakteridir. Tekeller tüm ekonomik ilişkileri kendisine bağımlı kıldığı gibi, hükümetler ve bürokrasi ile kurduğu ilişkilerle onlarla iç içe geçer; tekelin çıkarından üstün çıkar bırakmaz.
Tekel ne serbest ticaretten yanadır ne serbest tartışmadan. Ne ekonomik özgürlükten, ticaret özgürlüğünden ne de siyasal özgürlüklerden. Tekelin ortaya çıktığı yerde özgürlükler gündemden kalkar; her şey tekelin çıkarına bağlanır. Tekel her alanda demokrasinin, özgürlüklerin çiğnenmesidir. Tekel, gericiliğin yoğunlaşmış ifadesidir. Demokrasi mücadelesinin baş hedefi, tekelci kapitalizmin ortaya çıkmasından bu yana tekellerdir: Emperyalist tekelci burjuvazi ve onunla birleşmiş işbirlikçi tekelci burjuvazi. Demokratik hakları ayaklar altına alarak yönetirler ve yönetim biçimleri demokrasiden başka her şeye benzer. Otoriter rejimleri suçlayarak “demokrasi” savunuculuğu maskesi takmaya çalışmaları, işçi ve emekçilerin tepkileri nedeniyledir.
Tekelci döneminde artık demokrasi, tekeller tarafından yıkıma uğratılır, önü kesilir ve ancak sömürülen geniş işçi ve emekçi yığınların mücadelesinin ürünü olarak doğup gelişebilir.
a) Sosyalist demokrasinin şafağı yeniden sökecek
Önceden burjuva devrimleriyle, tamamen sınıf mücadelesinin ürünü olarak gerçekleştirildiği ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda vb. ülkelerde, burjuva demokrasisi, artık gelişmesinin sonuna gelmiştir ve kendi karşıtını davet eder durumdadır. Geniş sömürülen yığınların, işçi ve emekçilerin baskı altında tutuluşunun örgütlenmesi olarak, tekellerin egemenlik biçimi olarak, tarihsel bakımdan ömrünü tamamlamıştır. Tıpkı temelini oluşturan kapitalist özel mülkiyet ve tekellerin egemenliğine götüren sömürü ilişkilerinin tamamladığı gibi. Artık, ne kadar “öldüğü” ve bir “alternatif oluşturmadığının kanıtlandığı” ileri sürütürse sürülsün, sosyalizm ve sosyalist demokrasi tarafından yerinden edilecektir. Yüz milyonlarca işçi ve emekçi birkaç bin ailenin sınırsız egemenliğine sonuna kadar katlanamaz.
b) Sosyalizmin bir ön adımı olarak siyasal demokrasi ihtiyacı yakınlaşmıştır
“Global demokrasi” ve onun temeli olarak Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde yeniden örgütlendirilmeye uğraşılan emperyalist saldırı altındaki ülkelerde ise, siyasal demokrasi kesin bir ihtiyaç halindedir.
Bu ülkelerde sorun, “global demokrasi” mi, uluslararası tekellerin, emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin talancı kan dökücü egemenliği mi yoksa sosyalizme geçiş adımı olarak işçi ve emekçilerin demokratik egemenliği mi sorunudur.
Bu ülkeler, “demokrasiyi yerleştirme ve pekiştirme”, misyonunu ilan eden başta ABD olmak üzere emperyalizmin demokrasiye hayat hakkı tanımayan temel veri durumundaki saldırganlığına maruzdur; bağımsızlık adına ne varsa silip süpüren emperyalizmin (ve işbirlikçilerinin) talan ve zorbalığının acısını çekmektedir.
İşbirlikçileri aracılığı ve doğrudan müdahalelerle emperyalistler, bu ülkeleri denetimleri altında tutmaktadırlar. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, GATT, OECD, AB, BAB, NAFTA bu müdahale ve denetimin özel kuruluşlarıdır. MAI, MIGA, uluslararası tahkim gibi anlaşmalar, bu denetim ve talanı sağlamak içindir. BM, bu müdahaleyi ve denetimi gerçekleştirme kurumudur. Bu olağan kuruluşlarla denetim istenen ölçüde sağlanamaz olduğunda, 2. Dünya Savaşı’nın Nazi artıklarından oluşturulup kurulmuş ve her ülkede en gerici, faşist kan dökücü saldırganlarla güçlendirilmiş doğrudan devlet kuruluşu Gladio (kontrgerilla), “bizim oğlanlar”a (Amerikalılar 12 Eylülcü darbecilere böyle diyordu) yaptırılan darbeler ve Somali, Irak vb. örneklerinde olduğu gibi askeri müdahaleler gündeme alınır. Ya da bunlar hiç gündemden çıkmaz; “global demokrasinin ayrılmaz parçalarıdır.
Dolayısıyla Türkiye’nin aralarında bulunduğu emperyalist baskı altındaki ülkelerde durum, “global demokrasi” propagandacılarının işaret ettiklerinin tam tersi yöndedir. Emperyalistler bu ülkelerde “demokrasiyi yerleştirmeye” çalışmıyorlar; tersine demokrasi mücadelesinin başlıca hedefi durumundadırlar.
– Toplumsal devrim ihtiyacı
Yeni Dünya Düzeni savunucuları kapitalizmin, tekellerin alternatifi olmadığını ve “global demokrasiden başka çare bulunmadığını ileri sürerek, tekelci kapitalizme karşı mücadelenin başarı olanakları üzerine inançsızlık yaymaya ve demokrasi mücadelesinin önünü kesmeye yönelmişlerdir. Amaçları, sömürülen yığınlara tekelci kapitalizmi, azgın sömürü ve zorbalık koşullarını kabul ettirmektir.
Yeni Dünya Düzeni ve “global demokratizm”in ürkek eleştirmenleri ise, “barışçıl” ve “demokratik” “ultra-emperyalizm” beklentisi içindeki Kautsky gibi, tekelci kapitalizmin aşırılıklarını, aşırı kötülüklerini suçlarlar. Eleştirilerinin ortak noktası, toplumsal eşitsizliklerdir. Çözüm önerileri ne demokrasi ihtiyacına yöneliktir (zaten demokrasiyi varsayarlar) ne de köklü bir değişiklik isterler. “Düşük Yoğunluklu Demokrasi” kitabının yazarları bu konuda aynı görüştedir. Bu görüş, kitabın üç imzalı ilk makalesinde şöyle belirtilmiştir: “Siyasi demokrasi ile toplumsal reformu bütünleştirmeksizin, kendi başına demokrasinin uzun vadede aşındığı ileri sürülebilir. Toplumsal reformsuz biçimsel demokrasi, ekonomik eşitsizliği artırır ve dolayısıyla toplumdaki eşitsiz erk paylaşımını yoğunlaştırır. Demokratik rejimlerin ilk ve en önemli görevi toplumsal reformdur.” (sf. 11)
Bu görüş, demokrasinin bulunmayışından büyük acılar çeken, emperyalizme bağımlı ülkeler açısından ileri sürülüyor. Demokrasi ile tanımlanan bu ülkelerin eksikliği, toplumsal koşulların ağırlığı olarak gösteriliyor. Oysa bu ülkeler, ezici çoğunluğuyla hiç demokrasi deneyinden geçmemişlerdir; tekellerin denetimi altındadırlar, çoğu askeri darbeler yaşamıştır ve bütün bunlar, bir yanda emperyalizm ve tekellerin öte yanda işçi ve emekçilerin yer aldığı temel toplumsal karşıtlık nedeniyledir. Bu ülkeler reform değil, tekelci burjuvazi ve ardındaki emperyalizmin tahakkümünü kıracak bir demokratik devrim ihtiyacı içindedir. Ve zaten hiçbirinde toplumsal reform yönünde bir eğilim görünmez. Sorun uluslararası tekellerin denetiminin kırılması ve işbirlikçi tekellerin sömürüsüne son verilmesi sorunu olarak, sosyalizmin ön adımı olan demokratikleşmenin sağlanmasıdır. Emperyalizm ve tekellerin çerçevesi dışına çıkmayacak reform girişimleri ise, boğulmaya mahkûmdur, boğulmasa bile dönüştürücü güçten yoksundur.
—Seçim demokrasisi” ya da sömürülen yığınların siyasetten dışlanması
Bir demokratik devrim sürecinden geçmemiş emperyalizmin denetimi altındaki ülkelerde, demokrasinin güldürüsü oynanır. Seçimlerin yapılması ve hükümetlerin seçimler yoluyla el değiştirmesi (darbeler ima edilerek) alkışlanır ve demokrasinin nişanesi ve varlığının kanıtı sayılır. Çetelerin her köşeyi tutmuş olması, binlerce insanın “yargısız infaz”a kurban gitmesi, binlerce köyün yakılması, cezaevlerinin “düşünce suçu” ile cezalandırılmış aydın ve emekçilerle dolu olması, dayanışma grevinin bile yasak olması, en çok bu “demokrasinin eksikleri olarak düşünülür ve zamanla tamamlanacağı ileri sürülür. Yığınlar oy kullanıyor ve “kendilerini yönetenleri seçiyor”sa, sorun hallolmuştur. Bu, eleştirmenlerinin de genel olarak katıldığı “global demokrasi” anlayışıdır.
Oysa en demokratik burjuva cumhuriyetlerde bile nüfusun yüzde 99’u yönetimden dışlanır, siyasete katılamaz. Devlet işleri, birkaç yüz kişi tarafından yürütülür. Son karar verici mercii ise, Türkiye’de MGK örneğinde olduğu gibi, iki elin parmaklarını geçmeyen “devlet büyüğü”dür.
Bu durum ABD ya da İngiltere açısından değişmez. Devlet işlerine ilişkin kararlar parlamentolarda değil, Pentagon ve CIA şefleriyle Beyaz Saray bürokratları ve az sayıda tekelci patron tarafından alınır.
Bu iktidar yoğunlaşmasına gücün mali oligarşide birikmesi ile ulaşılmıştır.
Geniş yığınların bu duruma katlanması en başta, sermayenin ekonomik egemenliği nedeniyledir. Yaşam kavgası içinde işlerinden başlarını kaldıramayan emekçiler dört ya da beş yılda bir oy verme dışında devlet yönetimine katılamazlar. Katılmaları, ayrıca siyasetin maliyeti nedeniyle engellenir. Düşüncelerini yaymaları, toplantı yapmaları, örgüt kurmaları hep yüksek maliyetlidir. En demokratik kapitalist ülkelerde bile, emekçi kitleler sadece iç politika süreçlerinden değil dış politika süreçlerinden de dışlanır. Dış politikanın kapalı kapılar ardında kararlaştırılmadığı ve yüzlerce gizli anlaşma uyarınca yürütülmediği tek bir burjuva ülke bile yoktur.
Geniş kitleler, ayrıca eğitim yoluyla ve aldatılarak siyasal süreçlerden dışlanırlar. Resmi eğitim tekellerin koşullandırmasına dayanır. Öte yandan işçi ve emekçiler kendi okullarını ekonomik nedenlerle açamazlar ve kendi basınları aracılığıyla eğitim de matbaa, kâğıt, dağıtım vb. işlerinin yüksek maliyetine dayanıp tıkanır. Kamuoyu oluşturma ve yönlendirme aracı medya sermayenin elindedir, ancak onun parayla satın aldığı adamlar tarafından kullanılır.
Geriye oy hakkı kalır. Emekçiler, ancak seçmen olabilirler ve kendilerini satmadıkça, aday olma ve hele kazanmak için kapsamlı bir seçim kampanyası yürütmenin maliyeti caydırıcı ve alıkoyucudur. Demokratik ülkelerde bu yolda ilerlemeler sağlandığında, yine paranın gücü, adam satın almalar için devreye girer. JetPa’cı milletvekillerinin değerinden ve birkaç tane satın alabileceğinden boşuna bahsetmez.
Yetmediğinde, 28 Şubatçılar benzeri darbeciler hazır durumdadır. Mafyacılar devletle iç içe alesta beklemektedir. Kontrgerilla emre amadedir.
Bu açık terör aygıtları, ekonomiden kaynaklanan sınırlamalar hiçbir zaman yeterli olmadığı, çünkü emperyalist ve tekelci baskı sınıf karşıtlıklarını üst boyutlarda sertleştirip siyasal atmosferi ağırlaştırdığından, emperyalist talan ve denetim altındaki ülkelerde olağan aygıtlar durumundadır ve sürekli görev başındadır.
Bu ülkelerin sömürülen yığınları, siyasal zoru, her günkü yaşamlarından tanırlar. Çünkü ekonomik dışlamanın yetmediği her yerde siyasi zora, açık zora dayalı dışlayıcılık ihtiyacı kaçınılmazdır. Yasaklar (düşünce suçları, sansür, örgütlenmeye ilişkin yasaklar, grev yasakları vb., yanında olağanüstü hal, sıkıyönetim) ve yasal olmayan fiili zor (çetelerin eylemleri, “derin devlet”) bu boşluğu doldurur.
Parlamentolar en çok bu ülkelerde tekelci yönetimin ve kapitalizmin ayıbını örten asma yaprağı durumundadır. Asıl güç merkezlerinin kararlarını onaylayan kâtipler topluluğu konumundadır. Üstelik bir gün var bir gün yokturlar. İleri işçiler, parlamento ve seçimlerden, ancak, etkinliklerinin düzeyini ölçmek, politik etkilerinin ne denli derine nüfuz ettiğini görmek bakımından ve seçildiklerinde ezilenlerin geri yığınlarının eğitimi hizmetinde bir kürsü olarak yararlanabilirler. Yoksa 4 ya da 5 yılda bir ezilenlere verilen kendilerini kimin ezeceğini “kararlaştırma” hakkını demokrasinin amentüsü olarak görmezler.

İŞÇİ SINIFI VE BURJUVA DEMOKRASİSİ
1. Demokrasi mücadelesi işçi sınıfına kalmıştır
Tekellerin ortaya çıkması, ekonomik ve siyasal yaşamda denetimlerini sağlamalarına bağlı olarak gericileşen, rantiyere dönüşen burjuvazi, artık devrimci özelliklerini yitirmiş, yoğun biçimde sömürdüğü işçi ve emekçilerin bastırılmasından başka siyasal amacı kalmamıştır.
Dolayısıyla demokrasinin kapitalizmle birlikte çürüdüğü ve doğrudan sosyalizme çağrı çıkardığı ülkelerin (bu ülkelerde kavga yine demokrasi kavgasıdır, ama bu kez sosyalist demokrasi kavgasıdır) ötesinde demokrasi için savaşmak, en başta işçi sınıfına kalmıştır.
İşçiler emperyalizm ve işbirlikçilerinin sömürü ve baskısı karşısında toplumsal kurtuluş için, sömürüye son vermek üzere yürüyecek başka yolları olmadığı için demokrasi için mücadele etmek zorundadır. Demokrasi yolundan geçmeden, karşıtı ile sınıf çelişmesinin üzerini örten çok sayıda etkeni etkisizleştirmek olanaksızdır. Üstelik işçi sınıfı, emperyalizmden ve işbirlikçilerinden zarar gören tekel dışı burjuvaziye kadar halkın geniş kesimleriyle birleşme ya da bir kısmını tarafsızlaştırma üstünlüğüne ancak demokrasi mücadelesi çerçevesinde sahip olabilir. Çeteler tüm halka kan kusturur ve özgürlükler bütün halka yasak edilmiş ve faşist diktatörlük tüm muhalifleri ezerken, işçi sınıfının, ancak kendisine en yakın emekçi tabakalarla birlikte bir çırpıda toplumsal kurtuluşu hedeflemesi, başarıyı olanaksız kılacağı gibi, geniş halk yığınlarıyla birleşmenin önünü keser. Üstelik işçiler, demokrasinin bulunmayışından en çok zarar gören sınıfların başında gelmektedir.
O halde, işçi sınıfı sosyalist eğitimini demokrasi mücadelesi içinde tamamlar ve ileriye yürüyüşünde toplumun tüm ezilen kesimleriyle birleşerek bu yürüyüşü kolaylaştırırken, durmaksızın toplumsal kurtuluş için mücadelesini sürdürmek üzere demokrasi mücadelesinin başını çekecektir.
Demokratik haklarını kazandıkça işçi sınıfı, mücadelesini daha bir silahlanmış olarak sürdürme olanaklarına kavuşacak; ama daha da çok demokrasi mücadelesi içinde dostunu düşmanını iyi tanıyıp uzlaşmacılığı, sonuçlarını vb. deneyden geçirerek geleceğin toplumsal kurtuluş mücadelesine hazırlanacaktır.
Burjuvazinin en üst kesimi tekelci burjuvazi, demokrasi mücadelesinin engeli ve hedefi olmuştur. Orta sınıflar, en başta tekel dışı burjuvazi, onunla ve emperyalizmle bağları nedeniyle, kurulu düzenden zarar görmesine rağmen tutarlı bir muhalif olamaz. Üstelik sömürücü bir sınıf olarak, en az onlar kadar işçi sınıfından korku duyar. Karşı koyma ve demokrasi isteme durumunda bile, yarım yamalak reformlar peşinde demokrasi mücadelesini dumura uğratmaya yönelir. Küçük burjuvazinin ürkekliği, yalpalamaları beklenmez değildir. Dolayısıyla ancak işçi sınıfı demokrasi mücadelesinin sonuna kadar ve tutarlı savunucusu olabilir. İşçi sınıfının başını çektiği demokrasi mücadelesi ise, durmaksızın sosyalizme geçişin garanti edilmesidir.
2. İşçi sınıfının eğitimi ve politikleşmesinin demokrasi mücadelesinden başka yolu yoktur
Demokratik haklardan yararlanma ve bu haklar için demokrasi mücadelesi, işçi sınıfının politik eğitimi açısından olmazsa olmaz koşulu oluşturur.
En başta işçiler, ekonomik haklan için girdikleri hemen her mücadelede, hükümetin baskısı ile karşı karşıya kalıp demokrasi için mücadele zorunda olduklarını anlamaya başlarlar. Bugün Türkiye’de olduğu gibi, hemen her ücret ve diğer sosyal hak mücadelesi doğrudan hükümete karşı mücadele olmadan zor yürür. Hükümet ya patron olarak ya da patronlar adına davranır. En önemlisi, Yeni Dünya Düzeninin yolunu düzleyen önlemler hükümet eliyle dayatılır. Sosyal güvenliğin tasfiyesi, özelleştirmeler ya da ücretlerin düşük tutulması vb. gibi.
İşçilerin, sınıf olarak hükümetle karşı karşıya geldiği mücadelelerden geçmesi ve kendisinin farkına varması, kuşkusuz önemlidir. Ama daha önemlisi ve sınıfın politik bilinçle donanması, sadece kendi demokratik ve sosyal hakları için değil ama düzenden baskı gören başka sınıf ve tabakaların hakları için mücadele etmeye yönelmesi ile gerçekleşir. İşçi sınıfı, ancak kendi hakları için mücadele sürecinde demokrasi için mücadeleye atılarak, başka ezilenlerin haklarını sahiplenme bilincine ulaşabilir. Sadece kendisi ile patron ya da hükümet arasındaki ilişkiler alanında politik bilince ulaşması mümkün olmayan işçi sınıfının, kendisi ile başka sınıflar, onlar ve kendisiyle devlet arasındaki ilişkiler alanında ulaşabileceği sınıf bilinci, ancak demokrasi mücadelesi içinde elde edilebilir.
Sosyalizm mücadelesinin başarısı için bu bilinç zorunludur. Öyleyse, demokrasi mücadelesi içinde pişmeden, dolayısıyla sınıf bilinciyle donanmadan işçi sınıfının sosyalizm için mücadeleyi kazanması hayaldir. O nedenle demokrasi mücadelesi, sosyalizmin zaferinin de anahtarı durumundadır.
Bu mücadele içinde işçiler sadece dost ve düşmanlarının ve tümünün devletle olan ilişkisinin bilincine varmak ve yollarını doğrultmakla kalmazlar; aynı zamanda ezilen diğer kesimlerin haklarının savunuculuğunu yaparak demokrasi mücadelesinin başarısı için zorunlu birlik ve ittifaklarını da gerçekleştirirler. İşçiler başka ezilenlerin talep ve eylemlerini desteklemeden, kuşkusuz onlarla işçi sınıfı arasında bir yakınlaşma ve demokrasinin kazanılması için zorunlu birlikler oluşmasının yolu açılmayacaktır.
Bu yüzden, IMF’nin özelleştirme saldırısı karşısında direnişe geçen Yatağan işçilerinin eylemi önemliydi. Sadece işlerini değil, tüm ezilenlerin temsilcisi olarak IMF karşısında Türkiye’nin bağımsızlığını da savundukları eylemleriyle ezilenlerin bağımsızlık mücadelesinin yolunu da açtılar.
Yatağan önemliydi, çünkü İstanbul’da çok sayıda fabrikada iki saatlik iş bırakmayla çağrısı yanıtlandı. Yatağan ve Yatağan’ın çağrısını yanıtlayan işçiler, sadece kendi “dar” talepleriyle mücadele etmedikleri için, hem demokratik hem de sınıfsal dayanışmanın örneğini sundular. Özelleştirme sorununa sahip olmayan işçilerin Yatağan için iş bırakması, kesinlikle sınıf bilincinin yükselmesine bir işaretti ve işçi sınıfının politikleşmesinin tek yolunu göstermesi bakımından önemliydi. Yine bu yüzden, SEKA işçileri sadece kendi taleplerini değil ama “Bugün SEKA yarın Türkiye” ve “Kahrolsun IMF, Bağımsız Türkiye” taleplerini yükselterek İzmit memuru ve esnafının desteğini sağladıklarında önemli bir işi başardılar.
Aynı şekilde işçi sınıfının ezilen Kürtlerin taleplerini sahiplenip desteklenmesi önemlidir ve sınıfın politik bilincinde ciddi bir yükselmeyi gösterecektir.
Öte yandan demokrasi mücadelesi içinde politik bilincin yükselmesi, demokratik ve sosyalist mücadele açısından olduğu kadar salt ekonomik talepler için mücadele açısından da önem taşır.
Ezilen sınıfların her eyleminde “benim işçim”, “benim köylüm”, “memuru işçiye ezdirmem” ya da “köylü şehri sömürüyor” türünden ezilenleri birbirine düşürmeye yönelik demagojik propagandalar ortalığı kaplar. Ekonomik olsun demokratik olsun yürütülen mücadelenin başarısı, ezilenlerin birliğini zedelememesine, tersine geliştirmesine bağlıdır. Köylünün taban fiyatı için mücadelesine ya da memurun zam talebine destek vermeyen işçi henüz, bırakalım sosyalizmi, demokrasi mücadelesi için bile hazır değil demektir. Bu haliyle egemenler tarafından bir o yana bir bu yana çekiştirilir. Ama işte politik bilince de ancak demokrasi mücadelesi içinde ulaşarak, sadece demokrasi için değil sosyalizm için mücadeleyi de kazanacak olan, yine, bütün sömürülenlerle birlikte mücadele etmeyi ve demokrasi mücadelesinde sömürücü sınıflarla da uzlaşmalar yapmayı öğrenerek olgunlaşmasını tamamlayacak olan işçi sınıfıdır.

GERÇEK DEMOKRASİ SOSYALİST DEMOKRASİDİR
Sonunda; Fukuyama ve benzeri “piyasa demokrasisinin ve kapitalizmin sonsuzluğunu ve alternatifsizliğini ilan edenler ne derlerse desinler, toplum sosyalist dönüşüme uğrar. İşçi sınıfının kapitalistlere karşı doğrudan sosyalist mücadelesine (burjuva demokratik devrimden geçmiş ülkeler) ya da işçi sınıfının başını çektiği demokrasi mücadelesinin zaferine (bir demokratik devrimden geçmemiş ülkeler) bağlı olarak durmaksızın sosyalizme geçilir.
Kapitalist toplumun bu dönüşümü zorunlu ve kaçınılmazdır.
Kendisinin değil ama tamamen başkasının ürününü kendisine mal ederek biriktirilen sermaye, gittikçe toplumsallaşan üretim ile mülk edinmenin kapitalist karakteri arasındaki zıtlığın dayanılmaz hale gelmesidir. Tekellerin egemenliği, bu zıtlığın ölümcül sonucu üretme noktasına varmasının belirtisidir: Toplumsal üretimin kazandığı olağanüstü boyutlar karşısında bütün zenginlik kaynakları çok küçük bir azınlığın elinde birikmiştir. Bu çelişme kendisini burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlıkta gösterir. Kapitalist üretim, toplumsallaşan üretimin tek tek fabrikalarda ve tekellerin ortaya çıkmasıyla birkaç fabrikada birden örgütlü oluşuyla, toplum çapında bilinmez pazarlar için yapılması demek olan üretim anarşisi arasındaki karşıtlığı en, üst düzeyde geliştirir. Bu, krizlere götürür. Kapitalizmin yaşamını sürdürmeye mecali olmadığı ortaya çıkar. Üretim biçimi değişim biçimine karşı başkaldırır, toplumsal nitelikleriyle çok büyüyerek kapitalist üretim biçimi içine sığmaz olan üretici güçler, üretim biçimine karşı başkaldırıdan Üretici güçler, artan bir güçle karşıtlığın giderilmesine, sermaye niteliklerinden kurtulmalarına ve toplumsal üretici güçler olmalarının gerçek tanınmasına götürür.
Tek tek fabrikalarda ve tekellerin ortaya çıkışıyla birkaç fabrikada birden üretimin örgütlülüğü ve tek merkezden planlanması ile “serbest piyasacı” ideologların bütün yüceltmelerine karşın piyasa (üretim anarşisi) öylesine çelişmeye başlar ki, kapitalizmin henüz kendi çerçevesi içinde tanımaya mecbur kaldığı üretici güçlerin gerçek niteliği ve planlı üretim, bu çerçevenin parçalanmasını zorunlu kılar. Bugün Türkiye’de 500 en büyük şirketin gerçekleştirdiği bütün üretimin Amerikan tekeli General Motors’un üretimin ancak yüzde 43’ü düzeyinde olması ya da aynı tekelin çok sayıda fabrikada ürettiği ürünlerin değerler toplamının 17 ülkenin gayri safi milli hâsılası toplamına eşit olması tek bir gerçeğe işaret eder: Tek bir tekel, “piyasanın üstünlüğü” ya da kapitalizm koşullarında 17 ülkenin tek tek planlayamadığı üretimleri kadar bir toplam toplumsal üretimi tek bir merkezden planlayabiliyor ve devasa bir toplumsal emek büyüklüğünü ve üretimi tek merkezden yönetiyorsa, kapitalizm artık, eskisinden çok daha fazla sosyalizm için olgunlaşmış demektir. Çünkü sosyalizm, toplumsal üretimin merkezi plan uyarınca ve bunun kapitalizm çerçevesinde ortaya çıkan ipucuna ek olarak ve yine bunun zorunlu kıldığı ürünlerin özel mülk edinilmesi olmadan üretilmesinin örgütlenmesinden başka bir şey değildir.
Kapitalist üretim biçimi, ara sınıfları durmaksızın sefalete sürükleyip eriterek nüfusun büyük bölümünü işçileştirirken, yok olma sınırında, bu altüst oluşu gerçekleştirme zorunda ve yeteneğinde gücü de yaratmıştır. Sonunda, burjuva demokrasisi içinde demokratik haklardan yararlanarak ya da demokrasi mücadelesi içinde bu hakları ve demokrasiyi kazanma sürecinde tamamlamakta olduğu eğitimi, işçiyi, çelişmenin çözüm ihtiyacının dayattığı tek bir noktaya yöneltir: İşçi sınıfı devlet iktidarını ele geçirerek, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve sömürüye son verir. Ekonomik egemenliğin sonucu olan siyasal egemenliğini devirerek kapitalistlerin ekonomik egemenliklerini de sona erdirir. Artık üretici güçlerin toplumsal nitelikleri tanınmıştır. İlk adım, üretim araçlarının devlet mülkiyeti haline dönüştürülmesidir.
Toplumsal dönüşüm ihtiyacı, işçi iktidarının kurulmasına götürür. Yeni Dünya Düzeni savunucularının “totaliter yönetimler” olarak suçladıkları Rusya ve bir dizi ülkede götürmüştür. (Burada, bu ülkelerde revizyonizmin ortaya çıkışı ve kapitalizmin restore edilmesi tartışmasına girmiyoruz.)
“Totalitarizm” olarak suçlanan bu iktidar değişikliği, azınlığın çoğunluk üzerindeki boyunduruğunun yerini çoğunluğun azınlık üzerindeki boyunduruğunun almasıdır. Sosyalist demokrasi, bu nedenle, burjuva demokrasisinden milyon defa daha demokratiktir. Baskı her ikisinde de vardır. Her ikisi de diktatörlüktür. Ancak burjuva demokrasisi ya da aynı anlama gelmek üzere burjuva diktatörlüğü, küçük bir sömürücü azınlığın geniş işçi ve emekçi yığınlar üzerindeki baskısının örgütlenmesi ya da diktatörlüğüdür. Sosyalist demokrasi ise, işçi ve emekçi yoğunluğunun bu küçük azınlık üzerindeki baskısı ya da diktatörlüğüdür.
Bu niteliğiyle, yine bir devlet biçimi olan sosyalist demokrasi ya da proletarya diktatörlüğü, artık devletsizliğe geçiştir. Kelimenin gerçek anlamıyla devlet olmayan devlettir. Sömürücü toplumlardan, sınıf zıtlıklarının ürünü olarak miras alınan devletin, sınıf zıtlıkları ve sömürünün ortadan kalkması sürecinde sönme yolunda ilerlemesidir. Çoğunluğun, azınlık üzerindeki baskı ihtiyacı giderek azalır. Sınıf karşıtlıklarının giderilmesine bağlı olarak çoğunluk ve azınlığın yok olmasıyla, artık baskı altında tutacak kimse kalmaz. Baskı ve dolayısıyla özgürlükler anlamını yitirir. Devletsizliğe ulaşılır.
Sosyalist demokrasi bu sürecin devlet olmayan devletidir ya da devlet olmaktan çıkmakta olan devletidir. Ve sadece bir geçiş dönemi devleti olur: Kapitalizmden komünizme, son sınıflı toplumdan sınıfsız, sömürüşüz topluma geçiş döneminin devleti.
Yeni Dünya Düzeni savunucuları bu devleti, totaliter sayar ve suçlarlar. Artık açık olmalıdır ki, suçladıkları “totaliter yönetim” falan değildir (otoriter olmayan ne bir devrim ne de bir demokrasi ve devlet olmuştur ve olacaktır); suçladıkları, başta işçi sınıfı olmak üzere sermayenin baskısı altında olan ve bu baskıdan kurtulmaya özlem duyan geniş emekçi çoğunluğudur. Çünkü sosyalizm, sınıfların, sömürünün ve baskının ortadan kaldırılması olarak, toplumsal eşitsizliklerin kaldırılması ve toplumsal kurtuluş olarak, geniş emekçi yığınların özgürlüklerden yararlanma olanağı olarak, işçi ve emekçilerin toplumsal örgütlenmesidir.
Henüz geniş işçi ve emekçi yığınların politik bilince sahip olmamasından yararlanarak Yeni Dünya Düzeni savunucuları, yüzlerinin açığa çıkmasını geciktirmek için, doğrudan işçi ve emekçileri ve onların toplumsal kurtuluş özlemini değil, “totaliter yönetim” adını taktıkları sosyalizmi suçlamayı tercih ediyorlar.
Suçladıkları işçi ve emekçilerin, sömürü ve baskılarına “yeter” diyecekleri zaman çok uzak değildir. Yaşadığımız, o çağdır.

Ağustos 1999

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑