Sosyal güvenliğe karşı “reform” saldırısı

Uzunca bir zamandan beri kapitalizm, dünya ölçüsündeki saldırısını, canlı emeğin dizginsiz sömürülmesi ötesinde KİT’lerin yağmalanması, işçilerin kazanılmış haklarının gaspı, özel olarak da sosyal hakların kurumsal ifadesi olarak biçimlenen sosyal güvenlik sistemine yöneltmiş bulunuyor. Ekonomisi yüksek bir verimliliğe sahip gelişmiş ülkelerde bile patronlar ve hükümetleri, sosyal güvenlik sistemini yıkmak için her yolu deniyorlar. Ve dünyanın her köşesinde işçiler, sosyal güvenlik sistemini savunmak, sosyal haklarını korumak için ayağa kalkıyor.
Oysa sosyal güvenlik sistemi, 1960’lı, ’70’li yıllarda “refah devleti” propagandacılarının kullandığı en flaş “buluş”tu. Özellikle ikinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, sosyalizme karşı birer savunma üssü olarak inşa edilen Avrupa ülkelerinde sosyal güvenlik sistemi bir sosyalist ayaklanma tehlikesinden korunmak üzere biçimlendirilmişti. Bu çerçevede, gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyal güvenlik, sosyalist ülkelerde sosyalizmin sağladığı gelecek güvencesi, işsizliğin ortadan kaldırılması, refahın ortaklaştırılması ve sosyal haklar bakımından
“Sosyalizmi aratmayacak” “görünümde” olmasına Özen gösterilmişti. Ve denilebilir ki; aşağı yukarı 40 yıl boyunca da bu hakların geliştirilmesi, hem İkinci Enternasyonal partileri (sosyalist ve sosyal demokrat partiler) hem de devletler tarafından neredeyse bir alışkanlık haline getirilmişti.
Son 10–15 yıldır, sermaye ve hükümetleri, sosyal hakları ortadan kaldırma politikalarının devamı olarak, sosyal güvenlik sistemine karşı savaş açmış bulunmaktadır. IMF yönlendiriciliğindeki hükümetler ve sermayenin her köşede türeyen ideologları; sosyal güvenlik sistemini, uzunca bir zamandan beri, “ekonominin KİT’lerden bile büyük kara-delikleri” olarak ilan ettiler. Ekonominin başına gökten taş düşse, “sosyal güvenlik sisteminin yarattığı zorlamalardan” biliniyor. Ve bir zamandan beri, işçi sınıfının, emekçilerin en temel haklarına saldırılar “devletin”, “ekonominin” ve “sistemin” kamburu ilan edilen sosyal güvenlik sistemine yöneltilen saldırının üstünden gerçekleştiriliyor.
Türkiye’de, daha ANAP-DSP-DTP Hükümeti (55. Hükümet) döneminde IMF; Türkiye ile anlaşma yapmanın önkoşulunu “sosyal güvenlik sisteminde reform yapılması” olarak açıkça ilan etmişti. O günden bugüne de hükümetler (55, 56 ve 57. hükümetler) sosyal güvenlik sistemini tahrip etmek için her yolu deniyorlar. Ve sonunda Ecevit Hükümeti (57. Hükümet) hazırladığı tasarıyı Meclise gönderdi. Üstelik bu, işçi sınıfı ve halka saldırı tasarısını “sosyal güvenlikte reform” tasarısı olarak adlandırmayı da ihmal etmedi.

KARŞI REFORM SALDIRISI
“Reform” sözcüğünün Türkçe karşılığı “iyileştirme”dir. Genelde de “reform” denildiğinde insanların aklına, sözü edilen konuda bir iyileştirme, en azından bazı kolaylıklar ve avantajlar getirilmesi gelir. Ama her halükarda “reform” dendiğinde devrim kadar çabuk ve köklü olmasa da az çok kapsamlı bir ilerlemeden söz edildiği anlaşılır. Bir konuda yapılan çok sınırlı değişiklikler, bunlar ileriye doğru da olsa reform sözcüğü ile karşılanmaz. Ancak pek çok konuda olduğu gibi kavramlarda kargaşa yaratarak iletişimi bir sorun haline getirmeyi kendi amaçlarını saklamanın aracı olarak kullanan Yeni Dünya Düzeni ideologları ve politikacıları, halka verecek bir şeyi kalmamış burjuva hükümetler; ekonomik alanda piyasalaştırmayı, politikada emekçileri politikanın dışına itecek önlemleri “reform”, hatta bazen “devrim” diye adlandırmayı adeta alışkanlık haline getirdi.
Son dönemde “vergi reformu” olarak büyük gürültülerle ilan edilen yasa değişikliği, emekçileri yeniden ezerken büyük patronları, faizcileri, rantçıları kollayan yasa tasarısı “vergi reformu”, “cumhuriyet tarihi boyunca yapılamamış büyük bir atılım” olarak sunulmuştur. Şimdi ise sosyal güvenlikte “sosyal” ve “güvenlik”le ilgili ne varsa onları ortadan kaldırmayı amaçlayan yasa tasarısı “sosyal güvenlikte reform” olarak sunulmaktadır.
Gerçekte, sosyal güvenlikte yapılan tam bir karşı reform hareketidir. Çünkü emekçilerin bütün tarihsel kazanımlarını ortadan kaldırmayı hedeflemekte, emekçiler arasında dayanışmayı ortadan kaldırarak yerine, herkesin “parası kadar hizmet” alacağı temel piyasa görüşünü geçirmektedir. Bu ise, emekçilerin az çok yüksek gelirli çok küçük bir kesimi dışındaki milyonlarca, on milyonlarca emekçiyi sosyal güvenlikten yoksun hale getirmeyi amaçlamaktadır.
Sosyal Güvenlik Bakanlığının açıklamalarından da açıkça anlaşılmaktadır ki IMF’nin yönetimindeki bakanlık, sosyal güvenlik sistemini iki aşamada tasfiye etmeyi amaçlamaktadır. Birinci aşama emeklilik yaşını, primleri ve prim gün sayısını artırmak, dolayısıyla sosyal güvenlik sistemine girmeyi caydıran önlemler almaktır. Şu anda mecliste olan yasa tasarısı, sistemi tasfiyenin birinci adımıdır.
Yetkililer, her ne kadar emeklilik yaşı için 38–41 diyorsa da gerçekte emeklilik yaşı 49–50,5’tur. Bu da, Türkiye’de insanlar 5000 işgünü primi doldurabilmek için normal süresinden 9,5 yıl daha fazla çalışmak zorunda kalmıştır demektir. Çünkü belirli bir yaşta işe girip kesintisiz sigortalı olarak çalışanların sayısı son derece azdır. Dolayısıyla yaş sınırı 58-60’a, prim gün sayısı 8 bin 300’e çıkarılırsa emeklilik yaşı aslında 70’e çekilmiş olacaktır. Ortalama yaşama süresinin 68 olduğu göz önüne alındığında ise işçilerin büyük oranda daha emekliliğine 2 yıl varken öleceği tahmin edilebilir. Kaldı ki esnek çalışmanın yaygınlaşmasına paralel olarak sigortasız çalıştırmanın ya da kesintili çalışmanın hızla yaygınlaşacağı düşünüldüğünde, milyonlarca işçinin 8 bin 300 gün bir yana 5000 günü bile tamamlaması mümkün olmayacaktır. Dahası, belirli bir yaştan sonra (örneğin 35 yaş) işsiz kalan işçilerin iş bulmasının neredeyse imkânsız olduğunu, milyonlarca genç işçinin asgari ücretten çalışmaya hazır olduğu bir ülkede 40, 50, 60 yaşındaki işçilere kimsenin iş vermeyeceğini holding patronları bile kabul etmektedir.
Bu durumda işçinin sigortalı olmak yerine, sigorta priminin de kendisine ücret olarak ödenmesini tercih edeceğini, bunun patronun da işine geleceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Bu ise, SSK’nın yıkımı anlamına gelmektedir. Çünkü SSK’nın sorunu sigortalılara çok yüksek sağlık ve emeklilik harcaması yapması değil, aktif sigortalı sayısındaki düşüklüktür. Bu gerçek devletin yaptığı araştırmalarda da açıkça gösterilmiş olmasına karşın bakanlığın hazırladığı tasarı, yeni sigortalılığı yüksek prim ve yüksek prim gün sayısı ile caydıracak mahiyettedir.
İkinci adımdaki niyetleri de şimdiden açıklanmıştır. Sosyal güvenlikte karşı reformun ikinci adımı, ihtiyarlık sigortası ile sağlık sigortasının ayrılması ve herkesin özel sigorta şirketlerine başvurmaya yönlendirilmesidir. Aslına bakılırsa, burada amaçlanan, SSK’nın dev hastanelerinin ve tesislerinin yok pahasına özel kuruluşlara devri ve bu kurumlardan yüksek prim ödeyebilen sigortalıların yararlanması için yeniden yapılandırılmasıdır. Bu yolla sigortalı yakınlarının sigorta imkânlarından yararlanmasını “ek prim ödemeleri”ne bağlama ya da ayrıca sigortalı olma zorunluluğunun getirilmesi yoluyla sigortanın sosyal karakterini tümüyle ortadan kaldırmaktır.
Görüldüğü gibi ikinci adımın amacı, bugün sosyal güvenlik şemsiyesi altında bulunan 55 milyon kişinin sağlık ve emekliliğine ilişkin alanı sermayenin kâr alanı olarak açmaktır. IMF’nin, uluslararası tekellerin ve yerli uzantılarının sosyal güvenliği hedefe koymalarının, bu alanda yapılanın bir reform, yıllardır kimsenin el atmaya cesaret edemediği bir reform olarak ilan etmelerinin nedeni budur.
Bütün bu yıkıcı, emekçiler için kabul edilemez sonuçlarına karşın “sosyal güvenlik reformu” yasa tasarısını bir karşı reform yapan şey, yasa taslağının özünü belirleyen ideolojik tutumdur.
Sosyal güvenlik fikrinin arkasında, işçilerin, emekçilerin toplumsal olarak güvence altında olma fikri vardır ve az gelirli ile çok gelirli, az prim ödeyen işçi ile çok prim ödeyen işçi arasında hizmetten yararlanma bakımından çok fazla fark olamaz. Yani sosyal güvenlik sisteminin temelinde, işçilerin kapitalizmin kendilerini ittiği koşullara kargı dayanışma içinde karşı durmaları fikri vardır. Bu dayanışma, herhangi bir kişisel katkının miktarı ya da sosyal güvenlik kurumlarının karlılığı ya da zarar ediyor olması üstüne oturamaz. Dolayısıyla, bu sigorta sistemindeki “sosyal” kavramı böyle bir fikirle, böyle bir yaklaşımla bağlantılıdır.
Karşı reformcular ise, tam tersine bütün yaptıklarını ve yapmak istediklerini “toplumsal bir güvence” değil, piyasa fikri ve kişinin “ödediği prim kadar hizmet alması” üstüne oturtmaktadır. Bu yüzden de “kurum zarar ediyor, devlete kamburdur” üstünden yürütülen propaganda ile kafa karışıklığı yaratmaktadırlar. Nasıl ki hastayı “müşteri”, hastaneyi de ticarethane ilan ederek devleti toplum sağlığı karşısında kayıtsız ilan edip, sağlık sorununa dahiyane çözümler bulduğunu iddia eden “sağlık reformcuları” çıkmışsa, “sosyal güvenlik reformcuları” da işçinin ve yakınlarının SSK’dan hizmet alabilmesi için “hizmetin karşılığını” ödemesi gerekir demektedirler. Eğer işçi hizmetin karşılığı kadar prim ödeyecekse ya da işçi ödediği prim kadar hizmet alacaksa; sosyal güvenliğe ne gerek var. Gider özel sigortaya kaydolur! Zaten karşı reformcular da bunu söyletmek istiyorlar. İşçi için sosyal güvenliğin hiçbir çekici yanı kalmasın. Hizmetler kötüleştirilerek, emeklilik yaşı ve primler yükseltilerek yeterince itilirse, işçi, sosyal güvenlik sisteminden çıkarak uluslararası ve yerli hastane ve sigorta tekellerinin pençesine düşer hesabı yapılmaktadır.
Kapitalist pazarda her malın bir fiyatı olduğu gibi, elbette “hizmetin fiyatı” da vardır: Normal koşullarda işçi (sınıf olarak) bu fiyatın karşılığını “prim” olarak ödemektedir. Ama primlerin şu ya da bu nedenle yetmediği yerde devletin kurumlara destek vermesi yine “sosyal güvenliğin karakteri” ile ilgilidir. Çünkü az çok uygar bütün (ilklerde, hatta Türkiye’den çok daha geri ekonomik olanaklara sahip ülkelerde bile devletler sosyal güvenlik sistemine yüzde 25 ile yüzde 90 arasında değişen bir destek sunmaktadır. Sosyal güvenlik sisteminden desteğini sakınan tek devlet Türkiye Cumhuriyetidir.
Saf kapitalist mantık açısından herkesin ödediği prim kadar hizmet alması “çok adil bir durum”dur. Çünkü kapitalizmde her hizmetin, her malın bir karşılığı vardır. “Nasıl ki, bakkaldan ekmek alırken tam fiyatını ödemeden ekmeği alamazsan, sosyal güvenlik sisteminden de karşılığını tam ödemeden hizmet alamazsın” deniyor. Dolayısıyla az prim ödeyen az hizmet, çok prim ödeyen çok hizmet, hiç prim ödemeyen de sıfır hizmet almalıdır!
Bugün var olan sosyal güvenlik sistemi kapitalizm koşullarında ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Dolayısıyla sistemin kapitalizmle, piyasa ekonomisiyle de ilişkisini kurmak mümkündür. Ama bu saf kapitalist mantık, söz konusu olan sosyal güvenlik sistemi olduğunda, birkaç noktada aşılmaktadır.
Şöyle ki;
Prim ödeyemeyenlerin (sigortalının bakmakla yükümlü olduğu yakınlarının sayısına göre ayrıca bir prim ödenmemesi ya da işçinin çalışmadığı, yani prim ödeyemediği zamanlarda da kimi sağlık hizmetlerinden yararlanması) hizmetten yaralanması ile az prim ödeyenle çok prim ödeyenin aynı hizmeti alması, halen yürürlükte olan ve yıkılmak istenen sosyal güvenlik sisteminin kuruluş fikriyle yakından bağlantılıdır. Bugüne kadar bir isçinin kalkıp da; “Ben yıllardır ‘tavan’dan prim ödüyorum, ama asgari ücretten prim ödeyenle aynı hizmeti alıyorum. Bu hakkaniyete aykırıdır” ya da “Benim hiç kimsem yok, ama başkalarının 5–10 yakını var. Benim ödediğim primlerle onlara neden bakılsın?” itirazında bulunduğu görülmemiştir. Oysa bir kapitaliste göre kişi “böyle davranmalıdır ki çıkarlarını korumuş olsun!
Ama sınıfın en geri kesimlerindeki işçi bile böyle davranmaz, davranmıyor da. Çünkü sosyal güvenlik sistemi, genelde burjuvazinin kendi sisteminin bir parçası, onun sisteminin kaçınılmaz bir sonucu olarak değil, işçi sınıfının mücadelesinin sonucu olarak elde edilmiş bir hak; burjuvazi karşısında sınıfın bir dayanışma örgütü olarak doğup gelişmiştir. Burjuvazi kurumu sonradan kendi denetimine alarak sistemiyle bütünleştirmiş, yönetiminde etkili bir konuma gelmiştir. Ama kurumun doğuşuna yol açan mücadelenin üstünde yükseldiği sınıf dayanışması duygusu ve fikrini, en azından henüz, tümüyle yıkamamıştır.
Kapitalist bir ülkede olmasına karşın sosyal güvenlik kurumlarının bu özgün yanı; bu sistemde dayanışma, düşük ücretli işçinin yüksek ücretli işçinin ödediği primden yararlanması, hatta prim ödediği halde ömür boyu SSK hastanesine gitmeyen bir işçinin bile kendisini dolandırılmış saymadığı bir anlayış, sosyal güvenlik kurumlarında içselleşmiştir.
Öte yandan hemen bütün ülkelerde sosyal güvenlik kurumları, bir devlet kurumu olarak değil az çok “özerk” bir işçi dayanışma örgütü olarak kurulmuştur. Bu sistemden “özerklik”; sınıfın fertleri arasında “dayanışma”, “yardımlaşma” ilişkilerini geliştirici olmuştur.
Türkiye’de de sosyal güvenlik sistemi, işçinin, kamu emekçilerinin, Bağ-Kur üyelerinin ödediği primlerle kurulup bugüne gelmiştir. Devletin bu kurumlara herhangi bir “gönüllü katkısı” yoktur. Tersine devlet, bu kurumların birikimlerini yağmalamış, “ucuz kredi” olarak kapitalistlere sunmuş ve kurumların tahrip olmasında başlıca rolü oynamıştır.
Şimdi de bu tahribatına bakıp; “sosyal güvenlik sistemi çöküyor” diye “kurtarıcı rolüne” soyunmaktadır.
Oysa başka ülkelerde devlet, bu hakkın kazanılması sürecindeki mücadeleler sonucu olarak olsa da, sosyal güvenlik sistemine katkıda bulunmaktadır. Ama devlet İster katkıda bulunsun ister bulunmasın, sonuç olarak sosyal güvenlik sistemi, işçilerin “dayanışma örgütü” olarak doğmuştur.
IMF’yi, uluslararası sermayeyi ve onların yerli uzantılarını, her soydan burjuva iktisatçısı ve ideologunu sinirlendiren başlıca iki nedenden birisi de bu “ideolojik yön”dür. (diğeri bu alanı uluslararası tekellerin soygununa açmaktır)
İşçilerin, emekçilerin kendi aralarında dayanışması, az prim ödeyenle çok prim ödeyenin aynı hizmeti almak için aralarında anlaşmış olması, sosyal güvenlik sisteminin dayanışma fikrinin, sınıf duygusunun yaşamasına vesile olan bir bağ olması, işçinin, kamu emekçisinin en geniş dayanışma örgütü olarak yaşamaya devam etmesi, sermayeyi ve onun ideologlarını son derece rahatsız etmektedir.
Dahası sendikaları yıkmak, tasfiye etmek; yaşaması gerekiyorsa bile bir işçi kitle örgütü olarak değil, içi boşaltılmış burjuva kurumlar olarak yaşamasını isteyen zihniyetle, sosyal güvenlik sistemine saldıran zihniyet aynı zihniyettir ve aynı nedenlere dayanmaktadır.
Bu yüzden de emeklilik yaşının yükseltilmesinden hastanelerin özelleştirilmesine uzanan plan, aynı sosyal güvenlik siteminde işçiyi, dayanışmayı, emeğini kolektifliğini çağrıştıran her şeyi yıkarak sistemi sermayenin kâr alanı haline getirme planının, genel olarak özelleştirmenin amaçlarına bağlanan parçalarıdır.
Demek ki sosyal güvenlik sistemi iki yönlü bir karaktere sahiptir. Bir yanıyla ve tarihsel bakımdan ortaya çıkış biçimiyle, işçilerin dayanışma ve yardımlaşma fikriyle doğrudan bağlantılıdır. Öte yandan sosyal güvenlik sistemi, kapitalizm koşullarının bir olgusudur, işçinin ödediği ve devletin de destek olmakla yükümlendiği bir ekonomik temelde biçimlenir. (Örneğin SİP, “gerçek sosyal güvenlik sosyalizmdedir” diyerek aklınca keskinlik yapıyor; sosyalizm övgüsü yapmış olayım derken sosyalizmi kapitalist “sosyal devlete” indirgemiş oluyor. Çünkü sosyalizm sosyal güvenlik diye bir fikri kabul etmez. Sosyalizm bir sistem olarak bütün yurttaşlarını en gelişmiş biçimiyle de olsa, kapitalist soysal güvenlikle ilgili olmayan bir anlayışla güvenceye almıştır. Bu yüzden de sosyal güvenlikle ilgili olarak görülen, emeklilik sigortası, hastalık sigortası, iş güvencesi, işsizlik sigortası gibi kapitalist bir ülkede, sonuçta şöyle ya da böyle işçinin ödediği prime bağlı bir sosyal güvenlik anlayışı, sosyalizme tümüyle yabancıdır.)
Bu çelişik durum, “piyasacılara” kuruma müdahale etme, onun ekonomik yapısı üstünde oynayarak kurumu çökertme olanağı tanımaktadır. Bugün Türkiye’de hükümetin yapmak istediği “karşı reform” da iste bu noktadan, sorunun “ekonomik” boyutundan hareketle yapılmak istenmektedir.

SOSYAL GÜVENLİK SİSTEMİNE SALDIRI ULUSLARARASI BİR SALDIRIDIR
Ancak şu bir gerçek ki sosyal güvenlik sistemine yönelik saldırı, sadece Türkiye’ye özgü değil. Hatta IMF’nin sadece Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelere dayattığı bir koşul da değil. Tersine, en gelişmiş ülkelerde de sosyal güvenlik sistemi hedefe konulmuş durumda.
Uluslararası kapitalizm, kendisini yeniden organize ederken emekçilerin örgütlerini de tahrip etmeyi, ya tümüyle ortadan kaldırmayı ya da işlevsizleştirmeyi amaçlamaktadır.
Saldırının uluslararası boyutu öylesine açıktır ki örneğin IMF’nin dayatmaları kadar ülkelerdeki yöneticilerin saldırılara gerekçe olarak öne sürdükleri argümanlar bile nerdeyse tıpa tıp aynı.
Örneğin Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan ve diğer “devlet ricali”nin söyledikleri, “Sosyal güvenlik sistemi çökmüştür. Devleti borca sürüklemektedir. Böyle giderse 5 yıl sonra emekli maaşları bile ödenemez. Biz bugünü değil gelecek kuşakları düşündüğümüz için bu reformu yapıyoruz. Bu çok önemli bir reformdur. Yapmazsak devlet de çöker.” gibi laflardan ibarettir.
Dünyanın en gelişmiş birkaç ülkesinden birisi olan ve aynı zamanda kapitalizmin “sosyal güvenlik cenneti” sayılan Almanya’da, işçilerden oy alarak iktidara gelen Sosyal Demokrat Parti-Yeşiller koalisyon hükümeti de “ekonomik tasarruf paketini” şu günlerde meclise sevk etmiş bulunuyor. Yasanın içeriği, işçilerin sosyal haklarının önemli bir bölümünü kırpmak üzere hazırlanmış ve sosyal güvenlik sistemini de hayli hırpalıyor. Ancak o soğukkanlı, “realist” politikacılar ülkesinde bile Başbakan Gerhard Schröder, yapılan kısıtlamaları “Alman politikasında paradigma değişimi”, “Federal Almanya Cumhuriyeti tarihindeki en büyük reform projesi”, “Yapıcıların bozgunculara karşı programı” olarak adlandırdıktan sonra “reform”un gerekçesini de şöyle açıklıyor: “Bu, Almanya’da bugüne kadar yapılan en geniş kapsamlı reformdur. Bu reformu biz kendimiz için değil ileri yaşlardaki nesiller ve torunlarımız için yapıyoruz. Böylece torunlarımızın geleceklerini daha kolay planlamaları için ortam hazırlarken, yaşlı nesil için de güvence sağlıyoruz. Kohl hükümetinden muazzam bir borç devraldık.”
Kuşkusuz ki, sosyal güvenlik sistemine yöneltilen saldırı, kendi başına, ekonominin diğer alanlarında yürütülen “yeniden yapılanma” girişimlerinden bağımsız değildir. Tersine, “tekellerin global dünyası” için dünya ölçüsünde yürütülen saldırının koç başlarından birisidir sosyal güvenlik sistemine yöneltilen saldırı. Daha ileri giderek şunu söyleyebiliriz: Yugoslavya ve Irak’ta savaş uçakları ve bombalarla, başka ülkelerde iç karışıklıklarla yürütülen “Yeni Dünya Düzeni’ne, globalizme adaptasyon operasyonu” diğer pek çok ülkede de sosyal güvenlik sistemi üstünden yürütülen bir operasyonla yapılmak istenmektedir. Sadece kullanılan araçlar farklıdır.

GLOBALİZM NASIL BİR İŞÇİ-PATRON İLİŞKİSİ İSTİYOR
Sosyal güvenlik sisteminin neden böyle hedefe çakıldığını daha açık görmek için, uluslararası sermayenin varmak istediği amaçların açıklanmasına ihtiyaç vardır. Bu nedenledir ki burada, kapitalist global dünyada uluslararası sermayenin nasıl bir işçi-patron ilişkisi kurmak istediğine kısaca da olsa değinmek gerekir.
İşçi sınıfının mücadele tarihi, kapitalistlerin, ancak uzun mücadeleler sonucunda işçilerin haklarını meşru gördüğünü göstermiştir. Örneğin İngiltere gibi “demokrasinin beşiği” bir ülkede bile 1799’da işçilerin sendika kurmaları yasaklanmış, ancak 1824 yılında yeniden serbest bırakılmıştır. Büyük Devrim’in ülkesi Fransa’da sendikalar, ancak 1840’lardan sonra serbestçe örgütlenme imkânı elde edebilmiştir. Yine diğer Avrupa ülkelerinde de sendikaların burjuvazi tarafından kabul edilmesi, yüz-iki yüz yıllık mücadeleler sonucu mümkün olabilmiştir.
Ancak bütün bu güçlüklere karşın burjuvazi sonuçta, işçilerin sermaye karşısında kendi örgütlerini kurmasını, toplu pazarlık yaparak haklarını geliştirmenin en meşru hakkı olduğunu; bu hak mücadelesinde grev, hak grevi, dayanışma grevi, siyasi grev ve genel grev (grevlerin cinsi ve hak haline gelmesi ülkeden ülkeye değişiklikler gösterse de) yapabileceğini kabul etmiştir. Bu yüzden de 20. yüzyılda, özellikle bu yüzyılın ikinci yarısında, sendikalar sosyal haklar bakımından hayli başarılı toplu sözleşmeler yaptıkları gibi, aynı zamanda birçok hakkın yasalara geçmesini de sağlamayı başarmışlardır.
Kısacası, yaklaşık 150 yıl boyunca, patronlar ve hükümetleri, işçilerin toplu pazarlık yapma ve güçlerini birleştirerek haklarını almalarını meşru görmüştür.
20. yüzyılın son çeyreğinde durumda bir değişme gözlenmiştir. Patronlar, toplusözleşmelerdeki “idari maddeleri”, sosyal hakları ve iş güvencesine ait yasal düzenlemeleri kendi mülkiyet haklarına, mülkiyetlerini yönetme hakkına bir müdahale olarak görmeye başlamışlardır. Bu yüzden de giderek daha büyük bir dirençle “idari maddelere” karşı çıkmaya, sosyal hakları kırpmaya, iş güvencesine ilişkin yaptırımlardan kaçınmaya yönelmişler; hatta “idari maddeler” ve işçiyi koruyan yasaların rekabet etme imkânlarını baltaladığını öne süren patronlar, böylece ülkenin uluslararası pazarlarda gerilemesi ya da yeni atak yapamamasını, işçilerin, sendikaların işyerlerinde patronların yönetme hakkını sınırlamasına bağlayarak, sorunu bir “ulusal” sorun haline getirmeye yönelmişlerdir.
Taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma ve esnek çalışma yöntemlerinin yaygınlaştırılmasının arkasındaki fikirlere bakıldığında; yeni dünya düzencilerinin, global bir kapitalist dünya hayali kuranların amaçladıkları işçi-patron ilişkisi gayet nettir. Uluslararası sermaye, işçiler örgütsüz, gelecek güvencesiz, bir gün çalışmadığı zaman ertesi gün aç kalmak durumunda kalan bir işçi kalabalığı olsun; bu kalabalığın gelecek güvencesi de, kazandığı para kadar olsun istiyor. Başka bir söyleyişle, globalizmin ideologlarının tarif ettiği ve bugün de patron örgütlerinin toplu sözleşme masalarına kadar taşıdıkları yeni patron-işçi ilişkisinin özünde toplu sözleşme düzenini reddetmek vardır. Öyle ki, patronlar işçilerin “fazla ücret” istemesini bile “rekabeti sınırladığı” gerekçesiyle toplu sözleşmelerin pazarlık konusu olmasını istemiyorlar; tersine ücretlerin bile “genel olarak” (memur maaş zamlarının hükümet tarafından belirlenmesi gibi) belirlenmesini istiyorlar. Yani işçi, tek kişi olarak patronun karşısına çıksın ve arkasında hiçbir güvence olmadan patronla “pazarlık” yapsın. Yasalar, toplu sözleşme ile konulan idari maddeler, sosyal güvenlik kurumlarının desteği işçinin arkasında olmasın isteniyor.
İşte sosyal güvenlik sistemleri burada, işçinin güvencesiz bir biçimde patronların karşısına çıkmasını önleyecek bir kurum olarak ortaya çıkıyor. Bir yandan sağlık ve ihtiyarlık sigortasıyla işçiler arasında bir dayanışma örgütü işlevi gören sosyal güvenlik kurumları, öte yandan da işsizlik sigortası ve iş güvencesine dair yasalarla birlikte, sermayenin amaçladığı, patron karşısında “çıplak işçi” tablosunu fazlaca bozuyor. Dolayısıyla sınıfın bu en geniş dayanışma örgütünü tahrip etmeden işçileri örgütlenmede çok geri mevzilere atmanın olanaksız olduğu gömüldüğünden, sosyal güvenlik sistemi (diğer şeylerin yanı sıra bu yanıyla da sermayenin şiddetini üstüne çekiyor) uluslararası sermayenin her ülkedeki uzantıları tarafından hedef tahtasına konmuş bulunmaktadır.

“MEZARDA EMEKLİLİK”TEN “MEZARDA EMEKLİLİĞE”
Yüz yılı aşkın bir zamandan beri kapitalist ülkelerde var olan sosyal güvenlik kurumlan, özellikle İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında “sosyal devlet”‘ adıyla işçilere, emekçilere, sistemin bahşettiği bir nimet olarak propaganda edildi. Ama, gerçek bambaşkadır.
Şöyle ki; sosyal güvenlik kurumlarının kapitalist devletler tarafından meşru görülmesi, uzun işçi mücadelelerinin sonucu mümkün olabilmiştir. Bu yüzden sosyal güvenlik kurumları kapitalist devletin çoğu yerde yarı-resmi kurumları gibi biçimlenmiş olsa da, temeli, işçi sınıfının ilk örgüt biçim olan “yardım sandıklarına dayanmaktadır:
Geçmişi, daha işçilerin kendilerini kapitalist toplum içinde ayrı bir sınıf olarak hissetmeye başladıkları günlere dayanan “yardım sandıkları”, işçilerin kendi aralarında kurdukları bir dayanışma örgütüydü. İşten atılan, sakatlanan, hapse atılan işçiye geçici olarak da olsa yardım amacıyla, işçiler arası dayanışma amacıyla kurulan yardım sandıkları sınıfın kitleselliğinin artmasına ve örgütlülük düzeyine bağlı olarak gelişti.
Yardım sandıkları bir yandan sendikal örgütlenmenin ilk başlangıcı olduğu kadar onu destekleyen yan bir organizasyon olarak da önem kazandı. Dahası işçiler, giderek sosyal güvenlik konusuna önem vermeye, bunu devletten isteyen bir aşamaya geldiler. Toplu sözleşmelerle birlikte ve ondan bağımsız olarak sosyal güvenliğe ilişkin talepler giderek yoğunlaştı.
Marx ve Engels’in kurucusu oldukları Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin işçiler arasında otoritesinin arttığı ve sınıfın politikleşme düzeyinin hayli ileriye taşındığı yıllarda sınıf içinde “sosyal güvenlik talebi” de hayli ileri düzeye ulaştı. Ve ilk sosyal sigorta yasası 1880’li yıllarda Almanya’da kabul ettirildi. Elbette ki ilk yasa, bir yandan “ilk” olması, öte yandan Bismarck gibi işçi düşmanı bir aristokratın başbakan olduğu bir dönemde çıkarılması nedeniyle aslında işçinin emekli olmasının pratikte mümkün olmayacağı koşullar içeriyordu. Alman işçiler bu yasaya tepki olarak “Mezarda Emeklilik Yasası” dediler. Ama yasa çıktı diye mücadele durmadı; tersine, bütün kapitalist ülkelere yayıldı. Ve sosyal güvenlik, bu işçi baskısı karşısında öncelikle gelişmiş kapitalist ülkelerden başlayarak tüm dünyaya yayıldı. Ancak bu hakların kullanılabilir bir biçimde yasalara geçmesi oldukça uzun mücadeleleri gerektirdiği gibi; yasaların çıkmasından sonra pratikte uygulanması daha da zor oldu. Örneğin Türkiye’de en önemli sosyal güvenlik kurumu olan SSK’nın kurulmasının üstünden yarım yüzyıl geçmiş olmasına karşın, dahası yarım yüzyıldan beri yasayla, sigortasız çalıştırma yasaklanmış olmasına karşın, resmi istatistiklere göre 5 milyon dolayında işçi sigortasız olarak çalıştırılmaktadır.
Görüldüğü gibi sosyal güvenlik, ilk olarak bizzat işçiler tarafından gündeme getirilmiş ve kapitalistler ve devletleri ise böyle bir yola ancak, işçilerin baskısıyla yönelmiş ve bu baskıya rağmen çıkarttıkları yasalar ancak “mezarda emeklilik” düzeyinde olabilmiştir. Aradan gecen yüzyılı askın zamandan sonra burjuvası ve hükümetleri dönüp dolaşıp ilk çıkış noktalarına gelmişler; işçiye yeniden “mezarda emekliliği” reva görecek yasal değişikliklere yönelmişlerdir.
Temmuz ayı koyunca yeniden “mezarda emekliliğe hayır” diyen işçilerin sloganları ortalığı sarmışsa, bu, kapitalizmin dramatik çelişkisinin açık bir ifadesidir. Ya da aradan gecen bunca zamandan sonra, Almanya gibi dünyanın en zengin ülkelerinden birinde burjuvazi, işçilerin sosyal haklarına, iş güvencelerine saldırıyorsa bu, kapitalizmin işçi haklarına nasıl baktığının çarpıcı bir ifadesidir.
Burada akla 1880’lerin ve 1990’ların burjuvazisi işçi düşmanı da, 1960’ların, 1970’lerin burjuvaları işçi dostu mu, en azından daha uygar bir burjuvazi mi, sorusu gelebilir. Bu soruya verilebilecek yanıt, elbette ki “hayır”dır.
Çünkü en devrimci çağında bile burjuvazinin; işçi hakları, işçileri burjuva özgürlüklerden ve hele kapitalizmin ortaya çıkardığı refahtan yararlandırmak gibi bir dertleri olmamıştır. Tam tersine, burjuvazi daha çok kâr, daha büyük oranda sömürü için her yolu denemiştir. Sadece kapitalizmin gelişmesi ve zenginliklerdeki genel artış, işçilerin bu refahtan pay almasının imkânlarını yaratmış, işçiler mücadele ederek haklarını şu ya da bu ölçüde elde edebilmiştir. 1900’lü yılların ikinci ve üçüncü çeyreğinde sosyal güvenlik kurumlarının yayılması, hatta kapitalistlerin övündükleri “sosyal devlet” olgusunun ortaya çıkması, yani sosyal güvenliğin geliştiği ve oldukça geniş bir işçi kesiminin bu haklardan nispeten kolay bir biçimde yararlandığı dönem; dünyada sosyalizm rüzgârlarının estiği, işçi mücadelelerinin de dünya ölçüsünde “yüksek” seyrettiği bir dönemdir. Bu yüzden de başlıca kapitalist ülkelerde “sosyal devlet” kavramına bağlanan, başta sosyal güvenlik olmak üzere kimi işçi haklan önceki dönemlerle kıyaslanmayacak biçimde artmış, kapitalizm koşullarında da işçinin sağlık, eğitim, emeklilik gibi konularda gelecek güvencesi olduğu kanıtlanmaya çalışılmıştır.
İşsizliğin ortadan kalktığı, sağlık, eğitim gibi konuların devletin asli görevi olarak belirlendiği; emekliliğin, çalışamaz hale gelmenin işçiler ve tüm halk için hayatın yokluk dönemi, yaşlılığın utanç verici bir yaşam dönemi olmaktan çıkarak tarihe karıştığı sosyalizm karşısında, gelişmiş kapitalist ülkelerin sosyal güvenlik kurumlarının çıtaları yükseltildi. İşsizlik sigortası, emeklilik yaşlarının düşürülmesi, emeklilik fonlarının artırılması gibi önlemlerle işçilerin sosyalizme imrenmesi ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Sosyal güvenlik kurumları, bu gelişmişlik düzeyine ancak Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde ulaştı, ama diğer ülkelerde, bu gelişmiş ülkelerin düzeyi, biraz da masallaştırılarak allanıp pullandı. Adeta bir “sosyal haklar cenneti” olarak tarif edilen bu ülkelerin koşulları, bütün dünyada ulaşılması gereken hedefler olarak ilan edildi. Gelecekte bütün işçi sınıfının, bu gelişmiş ülkelerdeki kadar refah içinde olacağı propaganda edildi. Ama şimdi açıkça görülüyor ki, bu söylenenler sadece propagandadan ibarettir.
Nitekim sosyalizmin yenilgisi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucunda kapitalizm, bütün diğer alanlarda olduğu gibi, sosyal güvenlik alanında da yüz yıllık kazanımları ortadan kaldırmaya yöneldi.
Bugün kapitalizmin gelip dayandığı yer yüz yıl önce, işçileri mezarda emekliliğe mahkûm ettiği yerdir. Bunca uygarlık, ilerleme, verimlilik, refah düzeyi iddiasına karşın durum, bir kısır döngü gibi, “mezarda emeklilikten mezarda emekliliğe” geliştir.
Bu kısa özetten de anlaşılacağı gibi eğer işçiler haklarını korumada direniş göstermezlerse, “serbest piyasa ekonomisi” denilen tekellerin vahşi dünyasında, haklarının kırıntısı bile kalmayacak, kapitalistler kendileri için dikensiz gül bahçesi olarak tasarladıkları globalizmin dünyasını kurmada daha da cesaretlenecek; saldırılarının dozunu daha da artıracaktır.

SOSYAL GÜVENLİK SİSTEMİNDE GERÇEK BİR REFORM İÇİN….
Karşı reformcular ikiyüzlüce davranıyor. Sosyal güvenlik sistemini dağıtmayı, tasfiyeyi amaçladıklarını saklayıp onu ihya etmek için “reform” yapmak istediklerini öne sürüyorlar. Bu görüşlerine dayanak bulmak için de kendi elleriyle yıllardır mali bakımdan iflasa sürükledikleri sosyal güvenlik kurumlarının bugün içinde bulunduğu ekonomik koşullan, hizmetlerdeki aksamaları gerekçe gösteriyorlar. Ve sonuç olarak da yapmak istedikleri karşı reformu, reform olarak yutturmayı amaçlıyorlar.
Ancak, olup bitenler öylesine üstü örtülemez ki, yapmak istedikleri Karşı reforma emekçi yığınlarından, işçi sınıfından en küçük bir destek bile bulmuş değiller. 24 Temmuz günü Ankara’da yapılan Türkiye tarihinin en kitlesel gösterisinin bileşimi bile (iktidar partilerinin destekçisi sendikalar ve işçi kesimleri bile “Hükümet istifa” diye slogan atarken, aynı zamanda mücadelenin sürmesi için de aktif davranacaklarının ipuçlarını da veriyorlardı.) hükümetin ve patronların emekçi yığınlardan bir destek alamayacağının kanıtıydı.
Dahası emekçiler, karşı reforma karşı mücadele bayrağı açarken, isteklerini sıralıyor, sistemde gerçek bir reform da istiyorlardı. Hükümetin, devletin SSK’dan elini çekmesini istiyordu işçiler.
Çünkü Türkiye’de devletin sosyal güvenlik sistemine katkısı yüzde sıfır düzeyindedir. “Devlet bu kurumlara verilen sübvansiyonlar yüzünden batıyor” diye bağırdıkları miktar ise 1 katrilyon TL düzeyindedir. Bu, banklara bir kalemde yapılan sübvansiyona ya da faizcilere devletin ödediği bir aylık faize eşittir. Ancak devlet, sosyal güvenlik sistemine hiçbir katkı yapmamasına karşın gerek SSK, gerek Emekli Sandığı, gerekse Bağ-Kur’un başına devlet tarafından atanan görevliler vardır. Örneğin SSK’da sadece bir işçi temsilcisi vardır; geri kalanların tümü devlet ve patronların temsilcisidir. Oysa SSK’nın bütün bütçesi işçiler ve “işverenler” tarafından ödenen primlerden oluşmaktadır; devletin bir kuruşluk katkısı yoktur. Kaldı ki “işveren tarafından ödeniyor” denilen prim de aslında işçiden kesilmektedir. Çünkü “işveren” primi kârından ödememekte, tersine “işçilik masrafları” olarak göstermekte, böylece patron, “SSK priminin işveren payını”, işçiye ücret olarak ödenmiş gibi göstermektedir. Dolayısıyla SSK’nın giderlerinin tümü işçiler tarafından ödenmektedir. Ama SSK’nın 7 kişilik yönetiminde sadece 1 işçi temsilcisi bulunmaktadır.
Öte yandan SSK, işçilerin en geniş dayanışma örgütü olarak KİT’lerden tamamen farklıdır. Dolayısıyla, her şeyden önce devletin ve hükümetlerin, düzen partilerinin SSK’dan elini çekmesi gerekmektedir.
SSK’nın bugün içine sürüklendiği kaosun ana nedeninin de devletin ve hükümetlerin SSK’yı bir arpalık olarak, düzen partilerinin yandaşlarının yemliği olarak kullanması olduğunu, bizzat devletin resmi raporları sabitleştirmiştir. Ancak, gerçekler bu ölçüde ortadayken, sorunun “çözümü” ele alındığında yine devletin denetlediği, yönettiği bir SSK oluşturulmaktadır. Dahası devlet ve hükümetler, hastanelerin özelleştirilmesini, bu alanın özel sigorta tekellerine açılmasını gerekçelendirirken akıllarına devletin SSK üstündeki olumsuz rolünden söz etmek geliyor. Aynı anlama gelmek üzere hükümetlerin, parlamentonun “SSK zarar ediyor” diye, emeklilik yaşını ve prim gün sayısı ile prim miktarını yükseltmeye kalkması da abestir. Sermayesi ve her şeyi işçilerin ödediği primlerden karşılanan bir kurumda işçilerden başka “kural koyucu” olmamalıdır. Bu yüzden de bir “yaş yükseltilmesi”, bir “prim yükseltilmesi” gereği varsa buna karar verecek olan da SSK’nın kendi
“genel kurulu” olmalıdır. Ama işçiler yönetimindeki SSK’nın genel kurulu!
Dolayısıyla, sosyal güvenlik sisteminde bir reformdan söz edeceksek, bunun ön koşulunun devletin, hükümetlerin, yani bugün sosyal güvenlikte bir “karşı reform” İşin kollan Sıvayanların, sosyal güvenlik kurumlarının yönetiminden çekilmesi olduğu apaçık ortadadır.
İkinci koşul ise devletin, kendi üstüne düsen payı sosyal güvenlik kurumlarına ödemesidir. Sosyal güvenliğe, diğer uygar ülkelerde hangi ölçülerde bir devlet desteği varsa (Bu oran yukarıda belirtildiği gibi, ülkeden ülkeye yüzde 25 ila yüzde 90 arasında değişmektedir) o ölçülerde bir sübvansiyonla, sosyal güvenlik sistemini desteklemelidir.
Bu koşullar yerine geldiğinde, hastanelerde hizmetlerin iyileştirilmesi için yeni yatırımların yapılması, yeni teknolojilerin uygulanması için gereken alet-edevatın temin edilmesi, hizmetlerin kalitesinin yükseltilmesi, sağlık personelinin çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve personel açığına son verilmesi, emeklilik maaşlarının insanca yaşayacak düzeye çıkarılması, sistemde gerçek bir reform anlamına gelecektir.
Kuşkusuz ki, sistemdeki reform, iş güvencesiyle, sigortasız çalışmaya zorlanan 5 milyon işçinin sigorta sistemi içine alınması için gerekli düzenlemelerin yapılması ve işsizlik sigortası ile sistemin takviye edilmesiyle gerçek hale gelebilir.
Bütün bu önlemlerin, bugün dünya kapitalizminin gidişatının tersine olduğunu biliyoruz. Ama şu da bir gerçek ki bugün Türkiye ekonomisinin ulaştığı boyut (Örneğin faizcilere ödenen faizin bir bölümünün sosyal güvenlik kurumlarına ayrılması, bankalara verilen desteğin bir bölümünün sosyal güvenliğe aktarılması gibi basit aktarmalarla bile) böyle bir hizmet veren sosyal güvenlik sistemini gerçekleştirebilir. Geriye sadece, sınıfın, emekçilerin taleplerinde ısrar etmesi, ülkenin kaderine sahip çıkarak ülkeyi IMF’nin, uluslararası tekellerin ve hükümetlerinin tacizinden kurtaracak bir yola sokmak için gereken inisiyatifi ortaya koyabilmesidir. 24 Temmuz’da Kızılay’a çıkan yarım milyon işçi ve kamu emekçisi, isteklerinin bu yönde olduğunu dosta düşmana ilan etmiştir. Bu isteğin gerçek olması için sadece daha çok çabaya, daha çok inisiyatife ve mücadele kararlılığına ihtiyaç vardır.

Ağustos 1999

“Global demokrasi” ya da demokrasi yalanı

Sömürülen, baskı altında olan ve yaşamı boyunca acı çeken, insan yerine konmayıp horlanan, emeği ile geçinen geniş yığınların başlıca iki özlemi olagelmiştir: Geçim araçlarından insanca yararlanmak ve baskıdan ve horlanmaktan kurtulup kendisinin, kendi kaderinin efendisi olmak.
İnsanlık binlerce yıl bu nedenle geçmişin “altın çağı”na özlem duymuş, bunun için egemenlere karşı sayısız başkaldırılarda kanını dökmüş ve eylemiyle tarihin tekerleğinin ileriye doğru dönüşüne başlıca itişi sağlamıştır. Daha öncekileri saymazsak Spartaküs’ten bu yana böyle gelmiştir.
Uygarlığın, köleci Mezopotamya ve Yunan’dan başlayarak geniş yığınların sömürüsü üzerine kurulu olması gerçeği, sömürücü egemenleri her zaman, sömürülenler karşısında iki araç kullanmak zorunda bırakmıştır. Bunlardan birincisi, sömürülenleri sömürülmeye razı etmek üzere baskı ve zordur. İkincisi ise, çok çeşitli biçimler altında, kimi zaman “öte dünyayı”, kimi zaman bu dünyayı işaret eden aldatma ve yatıştırıcılıktır. Egemenlerin akıllı adamları, bu araç ve yöntemlerden ne zaman hangisini ya da ne zaman ikisini birden kullanacağını bilen “devlet adamları” olarak el üstünde tutulmuş; sömürünün dış koşullarını en iyi sağlayıcılar olarak gereken övgüyü görmüşlerdir.
“Akıllı devlet adamlığı”, kapitalizmde, baskı ve zor araçlarını uygun biçimde kullanmanın yanında geniş sömürülen yığınların çıkarlarının da temsilcisi gibi görünme ve onların özlemlerine yanıt arama çabası içinde olunduğu izlenimini vermeyi kapsamıştır.
“Büyük devlet adamı” hep gerekmiştir. Çünkü uygarlığın temeli, bir ya da birkaç sınıfın bir ya da birkaç başka sınıf tarafından sömürülmesi olduğundan, bütün gelişme, sürekli bir çelişki içinde şekillenir. Üretimdeki her ilerleme, ezilen sınıfın, geniş emekçi yığınların durumunda bir gerileme anlamına gelir. Kimileri için iyilik, zenginleşme, daha iyi yaşam, güç ve egemenlik yoğunlaşması olan şey, başkaları için kötülüktür, yoksullaşmada artış, sefilliğin büyümesi, işsizlik, yaşam enerjisinde azalma ve daha beteri köleleşmedir. Her gelişme, gittikçe azalan sayıdaki bazılarına, sömürücülere istisnasız bütün hakları sağlarken büyük çoğunluğa, sömürülen yığınlara bütün görevleri yükler. Sonuç korkutucudur. Her gelişmeyle daha net görülmeye başlanan bu zıtlık, giderek, mahkûm edildiği yaşam kavgasında kendisini ve geleceğini düşünmeye bile vakit bulamaz kılınarak ne kadar eğitimsiz, cahil, görgüsüz bırakılmaya çalışılmış olursa olsun, sömürülen yığınların geniş tabakaları tarafından kaçınamadıkları tepkilere yol açar. “Sosyal patlama”ya doğru gidişin koşulları oluşmaktadır.
Egemenlerin, “akıllı devlet adamları” aracılığıyla kaçınmaya çalıştıkları budur. Sınıf karşıtlıkları, zıtlıklar, hak ve görevler arasındaki ayrım gizlenmeli, görünmez kılınmalıdır. Olmazsa, egemenler için iyi olanın, kaçınılmaz olduğu kadar, sömürülen ve ezilen yığınlar için de iyi olduğuna ve katlanılması gerektiğine geniş çoğunluğun ikna edilmesine çalışılmalıdır.
Bu görevi, yüzyıllarca siyasallaşmış din ve mezhepçilik üstlenmiştir (başlangıçta krallar genellikle tanrının oğlu, ışığı ya da başrahiptir de). Uygarlığın kötülüklerini iyilikseverlik örtüsüyle örtmüş, “öte dünya kazançları” adına bu dünyaya, doğrusu sömürücülere (çeşitli gerekçelerle: iş verdiği ve velinimet olduğu için, işsizlerin durumuna bakarak kendi durumuna rıza göstermek üzere, bu dünya gelip geçici olduğu için, henüz tam işçileşmemiş olanların mülkiyet duygularını okşayarak, ulusal önyargıları kışkırtarak vb.) katlanmaya çağırmıştır. Ama dinsel yatıştırıcılık, gelişen sanayi tarafından alanı daraltıldığı için birçok ülkede güçten kaybetmektedir. Gittikçe daha çok küçülen ve başına modern emperyalist kölecilerin kurulduğu dünya, daha modern yatıştırıcılara ihtiyaç göstermekte, dincilik dışı ya da onun yanı sıra başka “ilaçlar” icat edilmektedir.

“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NİN DEMOKRASİ KOZU
Yeni dünya düzeni savunucularının buldukları “yeni” ilaç, hâlâ halkı cezp ettiğine inanılan “demokrasi” konulu oyundur. İlk çağlardan bu yana “halkın, halk tarafından halk için yönetimi” olarak tanımlana-gelen “demokrasi” üzerine yaptıkları çeşitlemeyi, ezilen, sömürülen geniş çoğunluğa bir “kurtuluş reçetesi” ve halkın özlemlerinin karşılığı olarak sundular. Savaşlar, zorbalık, baskı ve sürekli yoğunlaşan sömürü koşullarından bunalmış halka, bütün kötülüklerin kaynağı olarak işaret ettikleri “diktatörlüklerin”, otoriter ya da totaliter zorbalığın alternatifi olarak gösterdiler.
Bu “alternatifin, karşı çıkılacak yanı yok gibi görünür. İkna edici ve etki altına alıcı gücü de buradan gelir. Kim kendi kendini yönetmek ve kendisinin efendisi olmak istemez? Hangi halk kendi kendisini, üstelik kendisi için yönetmeye özlem duymaz?
Temel çarpıtma, demokrasinin karakteri sorunuyla ilgilidir ve örneğin hedefi konusunda belirir. Tez şudur: “Kapitalizm demokrasi demektir”, “demokrasi ancak serbest piyasa ile yan yana bulunur, onun tarafından üretilir ve ona dayanır.” Bu nedenle, dünya piyasalarının serbestleştirilmesi ve globalizm koşullarında (ya da bunların peşindeki) emperyalizm ve en çok da Amerikan emperyalizmi demokrasiyi savunmakta ve yaymaktadır!
Tezlerini savunurken, globalleşmeci “yeni dünya düzeni” savunucularının elinde, ikna edici uygun bir silah da bulunmaktadır: Çöküşe giden “Sovyet imparatorluğu”. Uzun yıllar “diktatörlük” ya da totalitarizm olarak kötüledikleri “sosyalizm” yıkılmış ve “sosyalizm”in kapitalizm, totalitarizmin de ”demokrasi” karşısında alternatif olmadığı kanıtlanmıştır. Artık yıllardır “demokrasi” ile özdeş olduğu ilan edilmiş kapitalizmin mutlak geçerliliği ortaya çıkmıştır. Bir ABD Dışişleri görevlisi olan Fukuyama, bunu “tarihin sonu” olarak ilan edecek kadar ileri gider. O halde “demokrasiye ve onun temeli olarak kapitalizme sarılmaktan başka yol kalmamıştır.
Gerçi, hızla bu silahın çakaralmaz olduğu görülmektedir. Kapitalizmin kendi iç karşıtlığı etkisini daha çok duyurmaya başlamıştır. “Sovyet imparatorluğu”nun yıkılışı üzerinden yeterince zaman geçmiştir ve “yeni dünya düzencileri”nin gösterdikleri “kötülüğün” ötesinde kötülükler dünyanın her yanından fışkırmaktadır. Ancak, tezin, azalsa da ikna ediciliğini koruduğuna inanılmakta ve globalleşmeci “akıllı devlet adamları” onun inanılırlığını sürdürmesi için üzerlerine düşeni olabildiğince yapmaya uğraşmaktadır.
Hâlâ Hitler’le Stalin’i aynılaştıran otoriterizm suçlaması, kuşkusuz sınıf karakterlerinin tam karşıt olmasının üzerinden atlanarak ve faşizm ile sosyalizm otoriter sistemler olarak mahkum edilerek sürdürülmektedir. Amaçlanan, ezilen ve sömürülen emekçi yığınların elinden gerçek özlem kaynağını ve kurtuluşlarının alternatifini çekip alarak, onları kapitalizm ve “piyasa demokrasiciliği” dışında bir kurtuluş aramaktan alıkoymaktır.

“EMPERYALİST DEMOKRATİZM”İN İLK SİNYALİ REAGAN’DAN
Emperyalistler, temsilci ve sözcüleri, SSCB’ye karşı açtıkları anti-komünist cihadın damgasını vurduğu “soğuk savaş” yıllarında “hür dünya” ve “demokrasinin üstünlüğünün bolca lafını etmişler ve gerici politika ve tutumları için “demokrasi savaşçılığı” yollu propaganda yürütmüşlerdi.
Buna karşılık, Vietnam ve Güneydoğu Asya’ya yaydıkları savaşta üstlendikleri saldırgan rol nedeniyle ciddi ölçüde yüzleri açığa çıkmış ve “demokrasi savaşçılığı” iddialarına neredeyse kimse inanmaz olmuştu. Üstelik uğradıkları yenilgi, Amerikan emperyalizmine karşı (hemen tümü Sovyet emperyalizmi güdümlü ya da destekli) savaşların da yolunu açmıştı. Bu hareketlerin çoğunun demokratizmi çok sınırlı da olsa, ulusal kurtuluş savaşı niteliğine sahip olmaları, düşman Amerikan emperyalizmini sadece askeri olarak değil siyasal propaganda bakımından da oldukça güçsüzleştirmişti. ABD sözcüleri “demokrasi savaşçılığını kolayca ağızlarına alamıyorlardı. Hem yurtlan için mücadele edenlere karşı savaştıklarından hem de dünyanın hemen her yerinde ulusal savaş yürütenlere karşı en gerici örgüt ve devletleri, bu devletlerin en gerici güçlerini, darbecileri, en otoriter oligarşileri vb. destekledikleri için, “demokrasi savaşçılığı” genellikle ABD’ye karşı savaşanların “kozu” durumundaydı. Üstelik ABD, içlerine elini sokmuş olsa da, “Bağlantısız Ülkeler Hareketi” türünden tam söz geçiremediği bir dizi muhalifiyle de yüz yüzeydi. Bu koşullarda saldırı politikalarında başarısız kalıp başkanlığı terke mecbur olan Nixon’dan sonra J. Carter savunma pozisyonunu benimsemiş, “insan hakları” edebiyatı ile puan toplama peşindeydi. “Haklar” laflan ardında ABD, en gerici ve otoriter rejimleri desteklemeye devam etti, ancak durumunu düzeltmeye uğraşıyordu. Carter’in son yıllarında İran’da Şah ve Nikaragua’da Somoza devrilmiş, ABD bu yakın işbirlikçilerini koruyamamıştı.
“Yumuşak” Carter’in eleştirmeni ortaya çıkmakta gecikmedi. Eski ABD BM Büyükelçisi J. Kirkpatrick, “Diktatörler ve Çifte Standart” başlığı ile 1979’da yayımladığı bir makalede, “ABD yanlısı otoriter hükümetler” ile “komünist totaliter hükümetler” arasında temel bir fark olduğunu ve bunu dikkate alan politikalar gerektiğini yazdı. “Otoriter hükümetler” demokrasi yönünde evrime açıktılar, oysa diğerleri bir defa geldiler mi bir daha gitmezler, baskıdan vazgeçmezlerdi. Kirkpatrick, aslında ABD’nin uzun yıllar “otoriter” gerici rejimlere verdiği desteği teori düzeyine yükseltmişti. Ve bir de ipucu veriyordu: Otoriter rejimler, “büyük patron” Amerikan emperyalistlerinin çıkarı gerektirdiğinde “demokratikleşebilir”di. Yaptığı, otoriter faşist ve gerici rejimlerin “emperyalist demokratizm”in çıkarına desteklenmesini, hem mazur göstermek hem de “demokratizm”in geleceği ve yüce amaçlarına bağlayarak “demokrasi savunuculuğu” ile ilişkilendirmekti. Yoksa kimse, örneğin Afganistan’da Sovyet yanlısı gerici rejime karşı savaşmakta olan şeriatçı mollaları destekleyen ABD’nin bu politikasını “demokrasi savaşçılığına yormayacaktı.
Amerikan emperyalistlerinin Orta ve Latin Amerika’da, Asya’da ve Afrika’da izlediği politika değişmemişti. Örneğin Sandinistlere karşı Kontra örgütlerine yardım ediliyor, Pakistan’da darbeciler destekleniyor, Etiyopya, Angola ve Mozambik’te UNİTA benzeri gerici Amerikancı gerillalar “özgürlük savaşçısı” ilan edilip yönlendiriliyordu. Tek fark, Vietnam sonrası ABD’nin moral toparlaması ve yeniden “demokrasi” adına gericiliği desteklemesini yeterince ikna edici bularak, dış politikasını yine “demokrasi savunuculuğu” üzerinden yürütmeye koyulmasıydı.
Kendisine güveni tazelendikçe sesi daha üst perdeden çıkmaya başladı. Carter’i yumuşaklıkla eleştirip daha saldırgan dış politika izleyeceğinin işaretlerini vererek başkan olan Reagan, bürokrat ve militarist ABD uzmanlarınca açılan bu yoldan ilerledi. Bir daha “otoriter rejimlerin tercih edilirliği” sözleri hiç ağza alınmadı. Ama Reagan 1982’de İngiliz parlamentosunda yaptığı konuşmayla ABD’nin “demokrasi cihadı”nı bir kez daha ilan etti. Tam da Kirkpatrick’in önerdiği politikayı formülleştiren Reagan, dünya çapında ilerici ya da Amerikan karşıtı hareketlerin ilerleyişinin önünü kesmeyi, olduğu ya da ortaya çıktığı her yerde, düzene karşı ya dâ değil ama Amerikan-karşıtı rejimleri darbe, müdahale vb. her yolla devirmeyi, Reagan Doktrini olarak ortaya attı. Bu doktrin kuşkusuz yine “demokrasi”ye vurgu yapıyordu:
Yaptığı demokrasi vurgusunun anlamı, artık ayakta kalması yarar değil zarar getirecek ve dolayısıyla ülkedeki ve bölgedeki Amerikan varlığını zora sokacak “otoriter”, gerici askeri rejimlerin yerini demokrasi söylemine olanak verecek, “demokratik” görünüşlü aynı ölçüde gerici rejimlere bırakmasına yol vermekti.
’80’li yıllar sona ererken Filipinlerde Marcos, Kore’de Chun Doo Hwan, Haiti’de Duvalier, Şili’de Pinochet, Paraguay’da Stroessner, yerlerini “demokratik” görünümlü rejimlere bırakmışlardı.
ABD desteğini arkalarında bulmaya devam etselerdi, Marcos’unki gibi rejimler kuşkusuz bir süre daha yaşamaya devam edebilirlerdi. Ancak örneğin Marcos rejimi yalnızca baskı ve zorbalığı değil yolsuzlukları sonucu da aşırı ölçüde yıpranmış ve halkın nefretini kazanmıştı. Yalnızca gerillaların değil emekçilerin de gelişmekte olan muhalefetinin düşmanı durumundaydı ve “sosyal patlama” tehlikesi, gelip kapıya dayanmıştı. Corazon Aquino ise işbirliği yapmaya yatkındı ve üstelik en Amerikancı general Fidel Ramos’a dayanmaktaydı. Muhalefeti ardında toplama yeteneğindeydi; önü açıldı ve hükümet oldu.
Benzer durum, Kore’de, Haiti’de ve Paraguay’da da geçerliydi. Şili’de ise, biraz daha beklendiğinde ABD’nin başını ağrıtma potansiyeli taşıyan ve güç kazanmakta olan Allende’nin ardılı solcu muhalefet seçimleri kazanacaktı. Bu nedenle Pinochet’nin başkanlık süresini uzatmak üzere başvurduğu referandumda ABD onu desteklemediği gibi Hıristiyan Demokratları finanse ederek destekledi ve seçimlerde de sol muhalefetin önünü keserek onlara kazandırdı. Üstelik Filipinlerde Ramos’un oynadığı düzeni ve Amerikan çıkarlarını garanti etme rolünü, Şili’de Genelkurmay Başkanlığı’nda kalmaya devam eden Pinochet’nin kendisi oynayacaktı.
“Global demokratizm”in ya da “piyasa demokrasiciliği”nin kaydettiği bu ilerleme Arjantin, Brezilya, Peru vb. ülkelerde hükümetlerin seçimlerle değişmesi ile, “seçim demokrasiciliği” ile pekişti.
Bu yıllar, aynı zamanda Gorbaçov’un piyasacılığı ile “demokratizmi”nin teşvik edildiği yıllardı. Pentagon gelişmenin varacağı yeri sadece görmemişti, öngörmekte ve yıkılışı sağlamaya çalışmaktaydı. “Seçim demokrasiciliği”ne, biraz da rakibi ininde ele geçirmenin coşkusu ve bunun sağladığı kendine güvenle girişmişti. Rusya’daki etkinliğinin yanında ABD, General Jaruzelsky’ye karşı Polonya’da Dayanışma Sendikası’nı, Macaristan, Çekoslovakya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde “komünist totalitarizme” karşı “demokratizmi” destekliyor ve “hür dünya”da puan topluyordu.
Sonunda beklenen çöküş geldi. Rusya’dan başlayıp tüm Doğu Avrupa’yı kat etti, en son Arnavutluk’ta noktalandı. (Nikaragua’da D. Ortega’nın seçimle devrilmesi de aynı döneme denk geldi.) Çöken, totaliter olmasına totaliterdi, ama artık sosyalizmle bir ilgisi yoktu. Batı’dakinden farklıydı, ancak restore edilmiş kapitalizmdi. Bundan sonra Batı’ya uyacaktı. “Demokrasi kazanmıştı”!

REAGAN’IN BIRAKTIĞI YERDEN BUSH DEVRALIYOR
’89 sonlarındaki zafer, dünya emperyalizminin başında bulunan ve kuşkusuz zaferde büyük payı olan ABD’yi zafer sarhoşluğuna yönelttiği kadar yeni misyon belirlemeye itti. On yıllar boyu çekişme içinde politika geliştirdiği ve bütün hareket noktalarını dayandırdığı rakibi artık yoktu. Önce Fukuyama’nın ağzından böbürlendi. Fukuyama, 1989’da “Dünya’da önemli bir devrimin olmakta olduğunu ve bu devrimde düşüncelerin önemli olduğunu kabul etmeliyiz.” diyerek, Doğu Avrupa’da 40 yıldan uzun bir süredir sürdürülen karşı devrimin son noktasına ulaşmasını “devrim” olarak vaftiz etti. 1992’de ise, “sonunu” ilan ettiği “tarihin demokratik bir amacı” olduğunu açıkladı. Amaç, kuşkusuz “demokrasi” idi. Ve artık, “eski” bilindik zıtlıklara, çatışmalara yer kalmamıştı, Hitler’in “bin yıllık krallık”ı gibi “sonsuz huzur ve sükûnet” gündemdeydi. Artık “seçim ve parlamenter demokrasiden başkasına yer yoktu, sona ulaşılmıştı! İddiaları aşın olsa da, Fukuyama, Amerikan tekellerinin amaç ve yönelimlerini ortaya koymuştu.
1990’ın başlarında Fukuyama’nın “tezi” resmiyet kazandı. Dışişleri Bakanı James Baker, Sovyet “tehdidinin ortadan kalkışından keyiflenmekle birlikte, ABD açısından “misyonun tamamlandığını” ilan etmenin ve “içerideki sorunlarımıza dönmenin” zamanı olmadığını, bunun düşünülemeyeceğini açıkladı. Baker’e göre, uygulanan bir “paket’ti ve “paketin arkasında demokrasi var”dı. Böylece, ABD’nin yeni misyonunu formüle etmiş oluyordu: “Demokrasiyi geliştirme ve pekiştirme”.
“Demokrasi” ABD’nin vazgeçmeyeceği yönelimiydi! Üstelik artık önemli bir rakip tarafından tehdit edilmiyordu. Başka alternatifi de yoktu!
Bundan sonra, ABD emperyalizminin, kuşkusuz “demokrasiyi geliştirme ve pekiştirme” amaçlı, saldırganlığı tırmandı. 1990’da işbaşına gelir gelmez yeni başkan Bush saldırı düğmesine bastı. Önce Reagan’ı uğraştıran ABD’nin eski göz ağrısı Noriega’yı “alıp ABD’ye getirip hapse tıkmak için” (gerekçe buydu!) 60 yıl sonra ilk kez Amerika kıtasında askeri müdahalede bulunuldu. Panama işgal edildi ve Amerikan deniz piyadeleri hâlâ oradalar. Ve hemen 199l’in başında Körfez’e saldırı başladı. Kuveyt’e saldırmaya teşvik edilen Saddam’ı cezalandırma gerekçesiyle Irak’a kara harekâtı düzenlendi. Irak hâlâ bombalanıyor ve ABD Suudi Arabistan, Türkiye ve bölgenin diğer ülkelerinde askeri varlığını güçlendirdi.
Sonra Somali’ye tamamen “insani amaçlarla” müdahale edildi. Ardından sıra Yugoslavya’ya, Bosna ve Kosova’ya geldi.
Tüm saldırganlıklar “demokrasiyi geliştirme ve pekiştirme” içindi!

ELEŞTİRMENLERİ DE “DEMOKRASİNİN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ TESLİM EDİYOR
Ancak bir kez “sosyalizm” çökertildikten ve rakipsiz kalındıktan sonra, yalnızca morali yükselip pervasızlaşan emperyalistler ve temsilcileri değil, çöküş sürecinde moral yitimine uğrayan, zaten “demokrasi” masallarıyla büyüyen ve globalizme buradan bağlanan “global demokrasi” eleştirmenleri de, tüm eleştirilerine karşın bir soyutlama haline getirdikleri “demokrasiyi, kuşkusuz “otoriterizm” ve “totalitarizm” karşısında savunma pozisyonu aldılar.
Eski solculardan ve yeni milyarlık köşe yazarı Hasan Cemal, açık sözlülükle “global demokrasi” saflarına katıldı. “Ama çöktü 1989’da her şey. Ekonomide ve siyasette liberal düzene, yani demokrasiye alternatif bulunduğu sanıldı. Ama olmadı. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte bunun bir yanılgı olduğu anlaşıldı… Yirminci yüzyılın dersi böyle. Çare, siyasette olduğu gibi ekonomide de serbest rekabet düzeninden geçiyor. Bunun adı demokrasi.” (Milliyet, 23 Temmuz 1999) diye yazıyor.
Türkiye’de ÖDP’nin son genel seçimlere yaklaşımı hatırlansın. ÖDP, sonuna kadar ve bütün yönleriyle olmasa da özelleştirmeyi ya da diğer globalizm saldırganlıklarını eleştirir. Ama ayak sürtmeleri de bilinir. Bir türlü özelleştirmeyi topyekûn mahkûm etmez… Bu bir etkilenmedir. Ama daha derin etkilenmesinin “seçim demokrasiciliği” ya da “global demokrasicilik” olduğu, seçimlerde görüldü. ÖDP, bir türlü, emperyalist merkezlerden başlayarak dayatılan yeniden yapılandırma politikalarını püskürtmek üzere bir halk muhalefeti oluşturmak için birleşmeye yanaşmadı. Dayatılan sınırları zorlayıp aşmaya yönelik bir politika yerine globalizmin medyasına, liberal köşe yazarlarının desteğine bel bağladı ve seçimlerden muhalefeti toparlayacak bir fırsat olarak yararlanma yerine “seçim için seçimi, “yüksek oy için seçime katılma” politikasını tercih etti. “Oy”u, seçimi, parlamentarizmi gözünde büyüttü.
Bunda, “buyrukçu ekonomi” ve Stalinizm suçlamalarıyla eleştiriye tabi tuttuğu sosyalizmi gözden geçirmeye ve “inanılır bir sosyalizm” aramaya yönelişinin, hem Sovyet deneyi hem de 12 Eylül tecrübesinden çıkardığı “demokratizmin yüceltilmesi zorunluluğuna dair dersin doğrudan rolü oldu.
Öcalan’ı alalım. Uzun mücadele yıllarında Amerikan emperyalizmine eleştiri yöneltmemeye özen gösteren ve son 6 yıldır ateşkeslerle “barış” çağrılan yaparak uzlaşmaya dayalı “siyasal zemin” arayan Öcalan, sonunda aradığı bu zeminin “demokratik cumhuriyet” olduğunu ilan etti. Devrimlerin “demokratikleşmesi zorunluluğumdan bahsediyordu. Üstelik genel bir demokrasiden değil, bugünkü Türkiye’den söz ediyordu. O “sosyali atıldıktan sonra “laik demokratik hukuk devleti” olarak bütün “devlet büyüklerimiz”in dilinde olan nitelik belirlemesine en son o da katılmıştı.
Hâlâ “sosyalistlik” iddiasındaydı. Sadece, geldiği “demokratizm” noktasından demokratikleştirilecek bir “sosyalizmi savunmaktaydı: “Nasıl ki kapitalizm kazanımlarını kendi demokrasisinin içine alarak -komünist partilere bile izin vererek- demokratik açılımla, bu arada temelinde rol oynayan insan haklarına daha fazla sahip çıkarak, bunu zamanında sağlamayan reel-sosyalizmi aştıysa, yeni dönem sosyalizmi de, kapitalizmin değil sadece tüm insanlığın tarih değerlerine sahip çıkarak, yeni insanlık önündeki tehlikeleri göğüsleyerek büyük çözüm gücüne ulaşacaktır.” (Savunma)
Ya da; “Demokratik Cumhuriyetle demokratik birlik yaklaşımı; stratejik olmak kadar, bizzat mücadelenin bize gösterdiği, dayattığı en doğru çözüm yolu olarak anlaşılmalıdır” derken, cumhuriyetin “demokratik” niteliğinin saptandığı savunmanın ana fikrine ilişkin pasajda Öcalan, “global demokratizmin” etkisini dışa vurmaktaydı.
Görüşlerinin moral kaynağı ile burada ilgilenmiyoruz. Ancak bir pragmatist olan Öcalan’ın yönelimlerinin düşünsel ve politik kaynağı, almayı tasarladığı desteğin olanaksızlaştığı, “sosyalizm”in çöküşüyle rakipsiz kalıp tek destek olanağı haline gelen ABD emperyalizminin yaratığı “emperyalist demokratizmin etkisi şu sözlerinde görülmektedir:
“(Demokrasi) esas gücünü toplumun doğallığına cevap vermesinden alır. Otoriter rejimler, belki hızlı gelişmelere yol açarlar ama toplumsal doğallığa yabancılaşmaları, onları dönemlerinde ne kadar güçlü de olsalar, er geç, çöküşe götürür. Devsel köleci imparatorluklardan, kapitalist faşist totaliter diktatörlüklere, hatta reel-sosyalist totaliterliğe kadar, hepsi aynı akıbeti paylaşmışlardır.
“Demokrasinin, yüzyılın sonunda tam zaferini ilan etmesi, tekniğin, üretimin bu en muazzam çağında nedensiz olmayıp demokratik sistemin mekanizmalarıyla yakından bağlantılıdır… Gücünü özgürleştirmeden alır.”
Öcalan’ın tekrarladığı, “global demokratizm”, “emperyalist demokratizm” sahtekarlığının temel tezidir: “Sosyalist” ve faşist otoriter sistemler karşısında piyasacı ya da kapitalist “demokrasi”nin üstünlüğü ve alternatifsizliği. Kürt sorununun da bu “emperyalist demokrasi” içinde çözülebileceğini varsaymaktadır. Bu tür bir “demokrasi” içinde yalnız ve yalnızca emperyalizmin işbirlikçilerine -o da işlevlerini tamamladıklarında Noriega gibi kaldırılıp bir yana atılmak üzere- yer olduğunu yılların pratiği defalarca ortaya koymuşken…
“Globalizmin demokratizminden benzer etkilenmeler ve onun temel tezini oluşturan “otoriterizm karşıtı” soyut “demokrasi” yüceltmesinin ön kabulü, emperyalizmin “yeni dünya düzeni” lehine “demokrasicilik” oyununu birçok yönden eleştiren ve görüşlerini
“Düşük Yoğunluklu Demokrasi” başlığıyla bir kitapta bir araya getiren eleştirmenlerin de hastalığıdır.
Bu eleştirmenlerden Roger Burbach, “demokrasiyi geliştirme ve pekiştirme” aldatmacasıyla, Reagan ve Bush yönetimlerinin, ABD’nin dar ekonomik çıkarları için, halkların demokratik özlemlerinden basitçe yararlandıkları görüşündedir. Doğu Avrupa’daki rejimlerin çöküşünün demokrasiye bağlanmadığını saptar. Ama yine de soyut bir demokrasi, onun yaklaşımının özünde vardır: “Doğu Avrupa’da yeni bakire demokratik zeminler, insanların ‘komünist totalitarizmi’ devirip ekonomik ve siyasi sistemlerini yeniden inşa etmek için Batı demokrasilerine yöneldiği bir bölge görülüyor. Polonya, D. Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan ve Romanya’da hükümetleri deviren ’89 devrimleri’, bütün yerkürede umut ve özlem yarattı. 1848 devrimlerinden ya da 1789 Fransız Devriminden bu yana, bu türden demokratik bir dalga Avrupa kıtasını sarmadı.” Eleştirisi, ABD yönetiminin iddialarına rağmen buralarda demokrasinin yerleşmesi için hiçbir şey yapmadığı ve “’89 devrimleri”nin “dumura uğradığı” noktasındadır.
Kendine özgü üslubuyla Noam Chomsky, “sıradan insanlar” ve onların “doğrudan demokrasisi”, anarşizan mevziinden demokrasiyi soyutlaştırıp, hem de sadece “totalitarizm” ve “otoriterizmi” değil, liberal demokrasiyi, sosyalist ve kapitalist demokrasiyi de birlikte eleştirerek şöyle yazmıştır:
“Bir yüzyıl önce Bakunin’in temel hatlarını çizdiği bir senaryoya bakarsak, belli başlı iki hiyerarşi ve baskı sisteminde de laik papazlık, kitleleri aptal ve ehliyetsiz, daha iyi bir dünyaya -ya Leninist modelde devlet iktidarını kendi üzerimize alarak ya da komuta merkezlerini ele geçirmek için halk devrimini kullanmak olanaksızsa kapitalist devlet sistemlerinin sahiplerine ya da idarecilerine hizmet ederek biz azınlık aydınların onlar için kuracağımız bir dünyaya- güdülmesi gereken şaşkın bir sürü gibi görmüştür. Kökenleri açısından öğretiler benzer olduğu için, bir kamptan diğerine geçiş çoğunlukla hızlı ve kolay olmuştur.” Chomsky kapitalist ve sosyalist sistemlerin ikisini de güdücü ve demokrasi karşıtı bulur. Öngördüğü “demokrasi”, ikisinin de, hem burjuvazinin hem işçi sınıfının ötesinde bir soyutluktur, sınıflar üstüdür.
Bir başka “emperyalist demokratizm” eleştirmeni olan Samir Amin de bu demokratizmin temel tezini veri almaktadır: “Yakın geçmiş, siyasi rejimlerin demokratikleşmesi yönünde tersine çevrilemez ölçekte bir global eğilim gösterdi. Sosyalist ülkelerde var olan iktidarlara bu eğilim dayatılmıştır; bu eğilimin gereklerini kabul edip benimsemelidirler ya da yok olmayı. Üçüncü dünyanın kapitalist ülkelerinde, demokrasi çağrısı henüz aynı popüler boyuta ulaşmamıştır…”
Amin de Batı demokrasilerine, kapitalizme tarihsel olarak dayatılan çağrıdan söz etmez. Demokrasi çağrısını irdelemektedir. Sorunu “demokratik olmayanların demokratikleşmesi” olarak, soyut “demokrasi” sorunu olarak anlar. Sonuçta eleştirilerine rağmen, soyutlaştırılmış demokrasinin somutunun Baker’in ABD misyonu olarak açıkladığı türden “demokrasinin yerleştirilmesi ve pekiştirilmesi olduğu noktasına gelir.
Andre Gunder Frank da “global demokrasiciliğinin sert eleştirmenlerindendir. Ancak o da, “Güney’de ve Doğu’da yayılan siyasi demokrasi, başka nedenlerle ne kadar iyi karşılanırsa karşılansın, dünya ekonomisinde etkili olan ekonomik güçleri yok etmek bir yana, engel olacak, etkisini giderecek ve geriletecek kadar güçlü değildir” eleştirisiyle bu “demokrasinin sınırlılığını belirtirken, yine de Batı’da seçim oyunlarıyla kamufle edilmiş otoriterizm ve Doğu’da “komünist parti bürokratlarının baskıcı” yönetimleri karşısına “demokrasi” soyutlamasını çıkarır. Doğu Avrupa 1989, ona göre de “devrimdir.
Ve Frank’ın hareket noktası, soyutlamanın öteden beri dayandırıldığı ve sorunun ana noktası haline gelen “demokrasi” tanımıdır. Eski Yunan’dan bu yana yapıla-gelen tanımı, Frank, eski ABD başkanlarından Lincoln’e atıfta bulunarak kullanır: “Halk tarafından, halkın, halk için demokrasisi”. Anlamı şu oluyor: Otoriter ve totaliter baskıcı yönetimler ya da zamanımızda “sosyalist” ve faşist zorbalıklar karşısında “demokrasi”. Ya da burjuva ve proletarya diktatörlükleri karşısında “halk”! Ne burjuva ve ne de işçi ve emekçi olmayan “halk”! Her şey onun için, onun tarafından ve onun ise “demokrasi” oluyor! Ama bu mümkün değildir, tarihin hiçbir döneminde olmamıştır ve böyle bir “halk” da yoktur.

“GLOBAL DEMOKRASİ” YENİ BİR KAVRAM DEĞİL
“Yeni Dünya Düzeni” savunucuları, en aşırıları olan Fukuyama’dan başlayarak “globalist demokrasiyi ne denli yüceltseler, Öcalan ne denli “çağdaş kapitalist demokrasiyi övse ve eleştirmenleri ne denli bu sahte “demokratizm” rüzgârının önünde eğilip “otoriterizm ve totalitarizm karşısında gerçek demokrasi” fikrinde birleşseler de, ortaya atılan ve savunulan şey yeni değildir.
“Emperyalist demokratizmi” ilk öngörüp savunan -kuşkusuz emperyalizmin temsilcilerinin ardından- Kautsky olmuştur.
“Globalizmi” ve “Yeni Dünya Düzenini düşünsel açıdan önceleyerek ortaya attığı “ultra-emperyalizm” teorisi, onun emperyalist demokratizminin temelini oluşturmuştu. O da kuşkusuz emperyalizmin eleştirmeniydi! Teorisini şöyle ortaya koymuştu: “(Gelişmeler) bugünkü emperyalist politikanın yerini yeni, ultra-emperyalist bir politikanın atabileceğini düşünmeme sebep olmuştur. Bu yeni politika, milli mali sermayelerin ortak rekabetleri yerine, uluslararası birleşik mali sermaye tarafından dünyanın ortaklaşa sömürülmesi-ni getirecektir. Kapitalizmin böyle yeni bir dönemi her şeye rağmen akla yatkındır…
“Savaş, … Ultra-emperyalizmin zayıf başlangıcını tamamen yok edebilir… Sınıf çelişmeleri gittikçe sertleşebilir. Bununla birlikte kapitalizmin ahlaki düşüşü gelebilir. Ama savaş başka türlü bir sonuç verebilir. Ultra-emperyalizmin başlangıcının kuvvetlenmesini sağlayabilir… Bunun verdiği dersler, barış şartları altında uzun zaman beklememiz gereken gelişmeleri hızlandırabilir. Eğer böyle bir sonuca vardır da uluslar arasında bir antlaşma olursa; silahsızlanma ve sürekli bir barış gerçekleşirse, o zaman savaştan önce kapitalizmin gittikçe büyüyen ahlaki çöküşüne götüren nedenlerin en kötüsü ortadan kalkabilir. Yeni, dönem şüphesiz proletaryaya ‘yeni talihsizlikler’, ‘belki daha kötü şeyler’ getirecektir, ama bir süre için ultra-emperyalizm, kapitalizm çatısı altında yeni umutlar ve bekleyişler çağı yaratabilir.”‘ (Aktaran Lenin, “Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky”)
İçeriği Fukuyama’nın tezi ile aynı olan Kautsky’nin tezi, yalnızca biçimde daha köşesiz formüle edilmiştir. O kuşkusuz, Fukuyama gibi- bir yeni yetme memura göre “ciddi” bir teorisyendir. Ama Fukuyama ve “Yeni Dünya Düzeninin diğer savunucu ve uzlaşıcılarının, Kautsky tarafından yüzyıl başında formüle edilmiş “ultra-emperyalizmden başka bir şeyi ortaya atamadıkları kesindir.
Üstelik Kautsky işi burada bırakmamış, otokrasi ya da diktatörlük karşıtı olarak “demokrasi” savunuculuğuna da “Yeni Dünya Düzeni” savunucusu ardıllarından çok önce soyunmuştur. “Her türlü diktatörlüğe”, otokrasiye karşı sınıflar üstü, soyut demokrasinin emperyalizm koşullarında savunulmasının fikir babası odur: “Kelime olarak alınınca diktatörlük sözü, demokrasinin kaldırılması demektir. Ama şüphesiz, gene kelime olarak bu söz, bir tek kişinin hiçbir kanun tarafından sınırlanmamış bölünmez iktidarı anlamına da gelir. Bu otokrasidir…” (a.g.e.)

DEMOKRASİNİN KARAKTERİ SORUNU
“Yeni Dünya Düzeni” ideologlarıyla propagandacıları ve ondan kopamayarak teori ve pratiğinin gücü altında ezilen eleştirmenleri, demokrasinin karakteri sorununu atlar ve onu teoride karaktersizleştirirler. Bunun pratik anlamı ise var olan “demokrasinin herkes için bir “demokrasi” olarak ezilenlere yutturulması, mazur gösterilmesi ve ezilenlerin alternatifsizliği kabullenmelerinin sağlanmasıdır.
Demokrasi, soyut olarak, aralarında hiçbir ayrım olmamacasına ve ayrım gözetilmeksizin bütün yurttaşların katıldığı bir yönetim (devlet) biçimi olarak sunulur. Ancak bu haliyle, “demokrasi”nin siyasal bakımdan tam bir eşitliği varsaymasının yanında ekonomik bakımdan bu eşitliğin gerçekleşme koşullarının bulunmasını da varsayması zorunludur. Ancak eşitliğin ekonomik koşullan sorunu hep atlanır. Her uygar toplumun sınıflara ayrılmış ve sınıf zıtlıkları üzerine kurulmuş olduğu gerçeği atlanır. Siyasi eşitliğin, hukuk önünde eşitliğin kabul edilmesi durumunda bir köle ile köle sahibinin eşit olacağı varsayılır.
Kuşkusuz kölenin siyasal eşitlikten yararlanma imkânı bulunmuyordu. Ama zaten siyasal eşitlik sorunu modern toplumlara, kapitalizme özgü bir sorundur. Oysa burada da köle vardır: ücretli köle olan işçi sınıfı ve karşısında burjuvazi. Kapitalist toplumun üzerinde kurulduğu zıtlık da bu iki sınıf arasındaki zıtlıktır. Burada siyasal bakımdan eşit haklara sahip kılınmış birbirine karşıt, sömüren ve sömürülen sınıfın siyasal haklarını gerçekleştirme bakımından da eşit olacağı farz edilir ya da sorun önemsenmez. Dolayısıyla sınıf karşıtlıkları, demokratizm açısından, “global demokrasi” savunucuları tarafından daima gözlerden gizlenerek, öngörülen “demokrasi”, “herkes için demokrasi”, “halk için demokrasi” ya da “her yurttaşın katıldığı devlet yönetme biçimi” olarak soyutlanarak kutsanır.
Atina demokrasisi
En önce Eski Yunan’da, kahramanlık çağında, henüz bilinen anlamıyla demokrasi yoktu; çünkü henüz sömürücü ve sömürülen sınıflar ve dolayısıyla devlet oluşmamıştı. Atina, kabileler, kabilelerin toplamı olan aşiretler ve aşiret konfederasyonu olarak örgütlenmişti. Aristoteles, “başlangıçta Atinalıların kralları vardı” diye yazar. Kral, aslında bazileus, yani askeri şefti, başkomutandı. Aristo da çok yerde komutandan söz eder. İlkel yaşamda pek sık başvurulan savaşları yönetmek üzere seçilirdi ve savaşların sürekliliği giderek başkomutanlığı sürekli kıldı. Zamanla başkomutanlık babadan oğula geçme eğilimi gösterdi ve Aristo tarafından krallık olarak anıldı.
Önemli olan, Atinalıların kendi içlerinde baskıyı henüz tanımamalarıydı. Henüz kamu işleri, kabile ve aşiret üyeleri, tarafından ortaklaşa görülüyordu, kamu işleri için özel bir örgüt oluşmamıştı; bu, bazileus açısından da geçerliydi. Baskı yalnızca dışa karşı geçerliydi ve sömürüşüz baskısız toplumda ilk gedik buradan açıldı; savaş tutsakları, yaptıkları üretim kendilerine yetecek olandan fazlasını vermeye başladığı andan itibaren köleleştirildiler. Önce sayıları azdı, giderek çoğaldılar.
Zamanla tahıl, üzüm-şarap ve zeytin-zeytinyağı üretimi gelişti. Önceden ortak mülk olan toprak, üzerinde çalışan kölelerle birlikte, özel mülkler haline gelmeye başladı. Bunda başkomutan ve etrafı öncelik aldı. Alışveriş, ticaret ülke içinde ve dış ticaret olarak gelişti. Önceden kabileler halinde ayrı ayrı sitelerde (kentler) yerleşik yaşayan Atinalıların bu örgütlenmesi bozulmaya, kabileler mensuplarıyla birbirlerine karışmaya başladılar. Tüccar şuraya ya da buraya, zanaatkâr işine uygun yere yerleşti. Atinalı olmayanlar Atina’ya aktılar, kabileler bunları kabul etti, ama yönetime katmadılar. Karışıklıklar ve çatışmalar içinde yeni bir örgütlenme için koşullar olgunlaştı.
Aristoteles, “Atinalıların Devleti” adlı eserinin yok olan başlangıç kısmının kırık parçalarında, “Thesus Atinalıları bir araya çağırıp onları hak eşitliği temelinde birleştirdi” der. (sf. 107)
Dikkat edilirse, “hak eşitliği” tanımı Aristoteles’le başlamıştır. Ama Thesus, bırakalım köleleri, “orta sınıfları” bile hak eşitliğinin dışında tutan bir örgütlenmenin ilk “anayasasını yapmıştı.
Thesus’la birlikte Atina toplumunun örgütlenmesinde gerçekleşen iki büyük değişiklikten biri, o zamana kadar kabileler ve aşiretler tarafından (örneğin hiç de bazileusa danışılmadan) kendi içlerinde ve kendileri tarafından, kendileri için yürütülen yönetsel görevlerden önemli bir bölümü kamu işleri olarak Atina’da toplanan ortak konseye devredilerek Atina’da bir merkezi yönetim oluşturulmasıydı. Kabile ve aşiretler hâlâ önemlerini büyük ölçüde korusalar bile, başında askeri şef bulunan aşiretler konfederasyonu olarak örgütlenmeden halkın tek bir örgütlenmesine, kabile ve aşiretlerin gelenek ve törelerinin üstünlüğünden tek bir genel hukuka, Atina hukukuna, Atina yurttaşlığına geçilmiş oluyordu. Diğer değişiklik ise, kabile ve aşiretleri önemsizleşerek Atinalıların -köleler dışında- üç sınıfa bölünmesiydi; soylular, çiftçiler ve zanaatkârlar.
Özel mülkiyet, sömürü ilişkileri ve kuşkusuz sınıf zıtlıkları ortaya çıktıktan sonra Atina devlet olarak örgütlenmeye adım atarak bu yolda ilerledi. İlk devlet biçimi monarşik krallıktı. Başlangıçta bazileus bir süre varlığını korudu. Aristoteles, “Memurlar yüksek soyluluk ve zenginlik göz önünde tutularak seçiliyordu. Memurluklar önceleri ölünceye kadar, sonraları on yıl için veriliyordu. En önemli ve en eskileri krallık, başbuğluk ve arkhonluktu” (sf. 15) diye anlatır. Aristo, devamında, arkhonluğun diğer ikisinden sonra ortaya çıktığını ve din değil yönetim ve yargı gibi devlet işleriyle uğraştığını ve kararlarının kesin olduğunu söyler. Arkhonluğa yalnızca soylular seçilebiliyordu.
Sonra örgütlenme, Drakon yasalarıyla geliştirildi. Köleler ve diğer üç sınıf varlığını korumaya ve yurttaşlar ya da halk üç sınıftan oluşmaya devam etti. Aristoteles gelişmeyi şöyle anlatıyor:
“Onun kurduğu devlet düzeni şöyleydi: Siyasal haklar kendi kendilerini silahlandırabilen yurttaşlara veriliyordu. Bu yurttaşlar en az on minalık saf bir varlığı olanlar arasından dokuz arkhonla hazinecileri seçiyorlardı. Daha az önemli olan öteki memurluklar, kendi kendilerini silahlandırabilen yurttaşlara açık tutuluyordu. Yalnızca strategosluk (yaya komutanlığı) ile hipparkhosluğa (atlı komutanlığı) seçileceklerin borçsuz, en aşağı yüz minalık bir varlıkları bulunması, yasaya göre yapılmış bir evlilikten on yaşını geçmiş meşru çocukları olması koşulu vardı… Meclis (konsey) yurttaşlar arasından kura ile seçilmiş 400 yurttaştan oluşuyordu. Areopagas Meclisi yasaların koruyucusuydu. Memurların yasaya uygun iş görmeleri için o gözcülük ediyordu.” Ayrıca Agora Meclisi (halk meclisi) en üst organdı ve her yurttaşın katılımından oluşuyordu.
Atina toplumsal örgütlenmesinin bu dönemi, Aristoteles’in anlattığına göre, “yüksek soylularla çoğunluk (halk) arasında pek uzun süren parti kavgalarına sahne oldu. Çünkü “O zamanın yönetim biçimi bir oligarşi olup yoksullar çocukları ve karıları ile birlikte, zenginler için köle gibi çalışıyorlardı. Bunlara Poletler ya da hektemerler (altıda birciler) deniyordu. Zenginlerin tarlalarını -bütün toprak az sayıda kimsenin elinde toplanmıştı- kaldırdıkları ürünün yalnızca altıda birini kendileri için alıkoymak üzere ekip biçiyorlardı. Geri kalan altıda beşi kira ücreti olarak tarla sahiplerine vermezlerse, kendileri ve çocukları köle olarak satılıyorlardı. Çünkü Solon’a gelinceye kadar borçlular alacaklılara kendi bedenlerini de rehin olarak göstermek zorundaydılar. Solon halkın elinden tutan ilk devlet adamı oldu.” (Aristo, sf. 13)
Savaş tutsaklarından edinilen kölelerin arasına, borçlarını ödeyemeyen aşiret mensubu Atinalılar da katılmaya başlamış; özel mülkiyet, aşiretin ortaklaşa mülkiyeti karşısında tam bir egemenlik kurmuştu. MÖ 600 yılına doğru Atina, artık savaşlar ve özel biçimi olan korsanlıktan servet biriktirmiş, giderek yayılan deniz ticaretinden zenginleşmiş ve topraklarla sürüleri tamamen özel mülkiyetine geçirmiş soyluların eline geçmişti. Para ekonomisi ve tefecilik eski tarıma dayalı kapalı toplulukların içine sızmaya bir kez başladıktan sonra, aşiret bağları dağılmış; eski aşiret mensupları, kendi topraklarında köleleşmeye kadar gelmiş, kendi tüketimleri için değil pazar için üretim yapan, borçlandırılmış küçük çiftçilikle uğraşır olmuşlardı. Eskiden karınlarını doyuran kendi ürünleri, değişimin, yani piyasanın büyük gücü sayesinde, kendileri üzerinde, onları köleliğe kadar götüren egemenliğini kurmuştu. Artık ürünlerine ve kendilerine yabancılaşmışlardı. Hâlâ aşiretin üstünlüğü döneminden kalma geleneklerin etkisiyle Agora Meclisi’nde çoğunluğu oluşturuyorlar ve bu meclis son söz hakkını elinde bulunduruyordu; ancak, gelişmelere hâkim olamaz hale gelmişlerdi. Zaten devletin başına geçmeye hakları yoktu; arkhonlar (yürütme, yöneticiler) soylulardan oluyor ve etraflarındaki memurlarla birlikte toplumu onlar yönetiyorlardı. Güç arkhonlar ve soyluların elinde birikmişti. Kargaşa ve çatışmanın kaynağı burasıydı.
Henüz kölelerin sesi çıkmıyordu; ama ezilen özgür yurttaşlar, küçük köylü ve zanaatkârlar başkaldırdılar.
“Büyük halk çoğunluğuna ayrıcalıklı bir azınlık için angarya hizmeti gördüren böyle bir devlet düzeni içinde halkın yüksek soylulara karşı ayaklanmaması olmayacak bir şeydi. Savaşım çok sert oldu ve uzun zaman birbirleriyle çarpıştılar. Sonunda her iki parti birden Solon’u hem uzlaştırıcı hem de Arkhon olarak seçtiler. Ona devleti yeniden düzenleme görevi verdiler.” (Aristoteles, sf. 17)
Solon’un ilk işi, soyluları dizginlemek ve özel mülkiyet yararına mülkiyetin özel bir biçiminin (büyük soylulardan oluşan alacaklıların mülkiyeti) oluşturduğu aşırılıkları törpüleyerek düzeni reformdan geçirmek oldu. Solon, “Şimdi ve gelecekte borçlunun bedeninin rehin olmasını yasak ederek bundan böyle halkı kölelikten kurtardı… İster özel kişiye ister devlete karşı olsun bütün borçların bağışlandığını bildiren kararlar çıkardı.” (Aristoteles, sf. 19)
İkinci olarak Solon, özel mülkiyet düzenini pekiştiren ve devleti soylular lehine düzenleyen Drakon yasalarını geçersiz kılarak devlet örgütlenmesinin içine özel mülkiyetin belirleyiciliğini sokan düzenlemeler yaptı.
Solon, “devleti şu biçimde düzenledi: Ondan önce yurttaşlar pentekosiomedimnoslar (beş yüz kileliler, büyük çiftlik sahipleri), atlılar, zeugitler (çiftçiler), thetesler (işçiler) olmak üzere dört vergi sınıfına ayrılmış bulunuyordu. Solon bu bölümlenmeyi olduğu gibi bıraktı. Memurluklara girmek hakkını yalnızca ilk üç sınıfa … verdi. Dokuz arkhon, hazineciler, poletler, onbirler, kolakretler bunlar arasından seçilecekti. Bu memurluklar da vergi sınıflarına göre derecelere ayrılmış, herkese vergisine uygun derecedeki memurluklar açık tutulmuştu. Dördüncü sınıftan olanlara yani thesteslere Solon yalnızca Halk Meclisi ile halk mahkemelerine (mahkeme görevini de zaten bu meclis görüyordu) girme hakkı tanıdı.
“Vergi sınıflarını birbirinden ayırmak için konulan ölçüler şunlardır: Kendi toprağından ister tahıl ya da meyve, ister akıcı olsun, yılda toplam beş yüz kile ürün sağlayan kimse birinci sınıftan … olacaktı; üç yüz kilelik ürün alan, bir at besleyebildiğim başkaları da tanıklık eden kimse, atlılar sınıfına girecekti… Zeugit (çiftçi) sınıfı vergisi vereceklerin en az iki yüz kilelik ürünü olması gerekiyordu. Geri kalan bütün yurttaşlar dördüncü vergi sınıfını, yani thestesleri oluşturuyorlardı. Bunlara bütün devlet memurlukları kapalıydı.”
Herkes mülkiyetine göre sınıflara ayrılmıştı. Arkhonlar ve hazineci ancak birinci sınıftan olabiliyor, dördüncü sınıftan kimse hiçbir biçimde devlet yöneticisi olmuyordu. Ancak bütün yöneticilerin seçilme, hesap verme ve yasaların yapılma yeri olan Halk Meclisi’nde dördüncü sınıf çoğunluğu oluşturuyor ve kabullenmediği kararların çıkma imkânı bulunmuyordu. Bu nedenle Solon düzeni “halk egemenliği” olarak tanımlandı. Aristoteles bu nedenle “Mahkemede (Halk Meclisi) oyu elinde tutan halk, devleti de elinde tutuyordu.” (sf. 23) der ve hatta “Solon’un halkı karara egemen kılmak için yasaları bile bile açık yazmadığı”nı ve işi halk oylamalarına bıraktığını, dolayısıyla halk egemenliğinin üstünlüğünü gözettiğini ima eder.
Devletin özel mülkiyet ve sınıf karşıtlıkları üzerinde var oluşu, hatta mülkiyet esasına dayalı devlet örgütlenmesinin bu ilk aşırı hali, devletin, mülkiyete göre, vergi dilimleri ölçü alınarak düzenlenmesi, açık sınırlandırmalar ve “halk egemenliği” fikri arasındaki uyumsuzluğun ilk kez uyum olarak ileri sürülmesi, bu dönemdedir. Ve Aristoteles, üstelik kölelerin hiç sözünü etmemiş, “halk egemenliği” kavramını bütünüyle dinamitleyen köleliği hiç hesaba katmayarak onları yurttaştan saymadığı gibi, insan olarak bile tanımamış ve bir eşya muamelesine tabi tutmuştur. Hesaba katılıp yurttaş sayılanların tümü, küçük ya da büyük özel mülk sahibidir ve onlar arasında da ciddi ayrımlar vardır. Ama her şeye rağmen düzen, “halk egemenliği” olarak tanımlanmıştır.
Özel mülkiyet derecelendirmeleri, aslında, aristokratik ayrımcılığa verilmiş taviz niteliğindeydi ve soylulukla halk arasındaki farklılıklara işaret ediyordu. Ancak halk da bölümlenmelere ve halk egemenliğinin kölelerin ötesinde sınırlandırılmasına ikna edilmiş oluyordu.
Solon, bunların yanı sıra, üretimin ilerleyişinin ortaya çıkardığı yeni işbölümleri ve onların ihtiyaç haline getirdiği yeni kamusal görevler ve bunlar için görevliler belirlenmesini de kurallara bağladı.
Eskiden, kabile ve aşiret düzeninin ortaklaşa mülkiyet temelinde hâkim olduğu zamanlarda askerlik işleri “kendi kendini silahlandıran yurttaşlar”ca görülürdü. Özel mülkiyete bağlı gelişmeler, askerlik gibi bir işin kamu görevi olarak diğer işlerden ayrılışını zorunlu kıldı. Hem zenginleşmekte olan tüccarlar zamanlarını askerliğe harcayamazlardı hem de kölelerin yanı sıra düzenin yürümesine itirazları olanları baskı altında tutacak halktan ayrı, halkın dışında ve üzerinde silahlı özel bir örgüt gerekliydi. Solon, eskiden ortaya çıkmış bu örgütlenmeyi de “dört sınıf bölümlenmesi” temeli üzerinde yeni bir kurala bağladı. Ordu, bugün de devam eden işleviyle, bazileus dönemindeki “halk ordusu” ya da “silahlı yurttaşlar” olmaktan farklılaşarak halka karşı ve özel görevlilerden devşirme özel örgüt olarak kural oldu.
Süvari ilk iki sınıftan çıkıyordu, üçüncü sınıftan olanlar askerlik görevini ağır piyade olarak yapıyor, dördüncü sınıftan olanlara hafif piyadelik ya da denizci askerliği kalıyordu. Bir denizcilik devleti olan Atina’da deniz kuvveti önemli idi ve halka karşı özel örgüt olarak ordunun ortaya çıkışı da buradan oldu.
Solon’dan önce, aşiretleri 12 bölgeye göre olan yerleşimleri temelinde bölen, düzenin aşiret bağlarını gevşeten bir örgütlenme biçimi ortaya çıkmıştı. Bunlara naukraria deniyordu. Gemi yaptıranlar demekti. Her naukraria, bir savaş gemisi yapıp silah, donatım ve kürekçi kuleleriyle askerlerini sağlamak zorundaydı. Özel birlikler olarak silahlanmış halkla aynı şey olmayan silahlı örgüt kuruluşu, ordunun yapılanması buraya dayandı. Solon yasaları bunu onaylayıp genelleştirdi.
Onun yasalarının önemi, “halkı egemen duruma yükseltme”nin ötesinde, ticaretin gelişmesi zemini üzerinde, soyluluğun gücünü kırarak yeni zenginleşme yolundaki tüccarların önünü açmak oldu. Köle ve gemi sahipliği biçimini alan yeni servet edinme yöntemleri, deniz ticareti ve köle ticaretinin gelişmesi sonucuydu. Bu gelişmeye bağlı olarak, bir kısmı Atina yurttaşı bile olmayan bu yeni zenginler, aşiret bağlarının son kalıntılarını da kıracak bir hareketlilik içinde, istedikleri yerde yerleşir ve ikamet eder oldular. Hiçbir kabileden değillerdi. Dolayısıyla birçok tüccar, hâlâ Halk Konseyi (yürütme gücü) olarak devleti yönetmekte olan kurumun görevlilerinin (yöneticiler), Solon’un onayladığı aşirete göre seçimi ilkesi uyarınca yönetici olamıyordu.
Gerek zenginleşen tüccarlarla soylular, gerek genel olarak halkla soylular arasında süren egemen olma mücadelesi, çatışmaların sürmesine neden oldu.
Solon çatışma içindeki soylularla halkı uzlaştırmaya çalışmıştı: “… Köpek sürüsüyle karşılaşmış kurt gibi kendimi korumak için bir o yana bir bu yana dönüyordum” diyordu. (Aristoteles, sf. 27) Halk için şunları yapmakla öğünüyordu: “… Kölelik boyunduruğu altında inleyenleri, ağaların zorbalıkları karşısında tir tir titreyenleri özgürlüğe ulaştırdım. Zoru halkla birleştirerek güçle bunları yaptım…” Soyluluk içinse şunları yapmıştı: “Bütün ağalara, gücü ellerinde tutanlara gelince, beni övmeliler, beni dost bilmelilerdi. Bana verilen yetki başkasına verilseydi, hem halkın dizginlerini tutamazdı, hem de sütü çalkalayıp kaymağını almaktan geri kalmazdı. Bense dövüşen iki düşman dizisinin arasında bir sınır taşı gibi dikilip durdum.”
Ama hızla demokrasiye (köleler dışında hukuk önünde eşitliğe) dönmekte olan Atina’nın devlet örgütlenmesi, buna rağmen bir çatışmalar rejimi olarak kaldı. Demokrasi, zaten bundan başka bir şey değildi. Kurulması ve yıkılması kadar varlığı da tamamen çıkar farklılıklarına sahip sınıflar arasındaki çatışmalar ve mücadeleye bağlıydı. Bu mücadele hep sürdü. Hem de Aristoteles’in hiç sözünü etmediği köleler üzerindeki baskı ve zorbalığın artışı ve kölelerin tepkileriyle birlikte.
Solon karşıt sınıflar tarafından sürekli suçlanırken, ondan sonra da çatışmalar sürdü, ilk dört yıl, nispeten sakin geçti, ama beşinci yıl arkhon seçimi bile yapılamadı. .Bir dört yıl, böyle sürdü. Sonra arkhon seçilebilen Damasias ise görevinden uzaklaştırıldı. Atina dört yıl daha başsız kaldı. Sonra bir uzlaşmaya varılabildi.
Sonra karşıt partiler halinde örgütlenmiş olan Atinalılar arasındaki çatışmalar tiranlığa götürdü. Bugün otokratik denen yönetim de ilk kez Atina da yaşandı. Aristoteles’in dediğine göre, “halk egemenliğinin en ateşli yandaşı sanılan” Peisistratos, Solon yasalarının konmasından 32 yıl sonra, Atina’nın ilk tiranı olmayı başardı. Ardından oğulları geldi. Özel mülkiyet düzeni ve çatışan sınıflar değişmemişti. Tüccarlardan güç alıyor, yüksek soylular onu destekliyordu. Uzunca bir süre sonra devrildiler. Soylular eski ayrıcalıklarını yeniden elde etmeye uğraşıyorlardı ve bir süre üstünlüğü ele geçirmişlerdi.
En son Kleisthenes bu üstünlük kavgasına son verdi. Tüccarlar lehine soyluların egemenlikleri son buldu ve yeni bir “anayasa” yapıldı. Soyluluğu güçlendiren ama aşiret bağlarının üstünlüğünün kalıntısı durumundaki aşiretlere göre seçim ilkesine son verildi. Artık, örneğin 400’ler Meclisi’nin (konsey) oluşturulmasında olduğu gibi, örgütlenme aşiretlere göre olmayacaktı. Geçersizleşen Naukraria türü örgütlenme, yurttaşların aşiretlerine göre değil oturdukları yere göre bölünmeleriyle yenilenerek geliştirildi. Toprağa göre yerleşim esas oldu. Bu tüccarların üstünlüğü anlamına geldi. Aşiret üyesi olmalarına bakılmaksızın, oturdukları yer itibarıyla her göreve seçilebilir oldular ve ekonomik gücü topladıkları ellerinde siyasal gücü de toplamaları mümkün hale geldi. Atina sitelerinin kurulu olduğu tüm topraklar yüz demosa (bucak) bölündü. Kendi yönetici ve yargıçlarıyla hazinecilerini kendileri seçiyordu ve kendi üst meclisleri vardı.
On demosun bir arada oluşturdukları birimler, Naukraria benzeri, tam donanımlı beş savaş gemisi veren ve kendi askeri yöneticilerini seçen topluluklardı. Ayrıca Atina’daki üst Konsey’e (500’ler Meclisi) ellişer üye verirlerdi. Atina’da en üstte, (artık aşiretlerden birine mensup olmaları şartı bulunmadan) her yurttaşın oy kullandığı Halk Meclisi vardı. Seçilmeye devam eden arkhonlar, bu meclis ve konseyin gözetimi altında yönetim ve yargılamaya ilişkin görevleri yürütürdü.
Bu son biçimiyle devlet örgütlenmesi, gelişkin bir demokratik cumhuriyet halini almıştı. “Atina Demokrasisi” olgunlaşmış ve oturmuştu. Özgür yurttaşlar, uzun çatışmalar sonunda “eşit hakları” elde etmişler; az ya da çok mülkiyeti olanlar açısından -hâlâ belirli görevlere gelemeseler bile- siyasal hak eşitliği sağlanmıştı.
Atina’da “halkın, halk için, halk tarafından” yönetimi gerçekleşmişti. En kazançlı çıkanlar, doğal olarak, zenginlikleri ellerinde en çok biriktiren tüccarlardı. Kölelerin ise en küçük bir hakları yoktu; onlar “hak eşitliğinden yararlanamıyorlar ve yurttaşlardan oluşan ordunun baskısı altında efendileri için çalışmaya zorlanıyorlardı. MÖ 350’lerde, Atina demokrasisinin en parlak döneminde özgür Atina’nın nüfusu (kadın ve çocuklar dâhil) doksan bin civarındayken, kadın-erkek köle sayısı 365 bindi. Yetişkin özgür erkek başına düşen köle sayısı on sekiz idi.
“Halkın, halk için, halk tarafından” yönetimi, tek üretici güç olan ve büyük çoğunluğu oluşturan kölelerin sömürülmesi ve boyunduruk altında tutulmasıyla olanaklı olmuştu ve buna dayanıyordu. Atina demokrasisi, köle sahiplerinin demokrasisiydi. Köleler demokrasinin nimetlerinden en küçük ölçüde yararlanamadılar.
Sınıf karşıtlıklarına dayanmayan demokrasi yoktur
Atina demokrasisi tartışması, demokrasinin sınıf karşıtlıklarının ifadesi olduğunu ortaya koyuyor. Burada demokrasiyi demokrasi yapan, kölelerin köle sahipleri tarafından boyunduruk altında tutulmasıdır. Demokrasi, hem kölelerin boyunduruk altında tutuluşunu sağlamaktadır hem de boyunduruk altında tutuluşuna dayanmaktadır.
Bu, üretici güçlerin, dolayısıyla sömürücü ve sömürülen sınıfların, yani mülkiyet ilişkileri ve üretim biçimlerinin değişmesine karşın toplumsal siyasal örgütlenmelerin değişmeden kalan temelini oluşturmuştur.
Kölecilikten sonra gelen serflerin angarya biçimi altında sürdürdükleri üretimin, feodal üretimin ortaya çıkıp egemen üretim biçimi halini almasıyla, toprağa bağlı köylülerin, toprak kölelerinin baskı altında tutulduğu ve yönetimin hiyerarşi sırasına göre oluştuğu baskı ve zorun feodal örgütlenmesine geçilmiştir. En üstte en büyüğü (kral) olmak üzere, kral tarafından verilen ve bağımlılık ilişkisinin temelini oluşturan topraklarında kendi toprak köleleri üzerinde egemen derebeylerin “hak eşitliğinin oluşturduğu aristokratik demokrasi, toplumun feodal siyasal örgütlenmesinin bir biçimi olmuştur.
Osmanlı feodalitesi örneğinde olduğu gibi feodaller açısından hak eşitliğine yer vermeyen mutlakçı (padişaha, krala vb. bağlı) örgüt biçimleri de görülmüştür. Osmanlı’da ancak parçalanma dönemine doğru, sonradan Mısır hıdivi olan Mehmet Ali Paşa’nın başkaldırı döneminde feodal beyler, sultan karşısında belirli haklar kazanırken (ittifak senedi); İngiltere’de feodal demokrasi, 1200’lerde Manga Carta ile feodal toprak sahiplerinin kral karşısında güç edinmesi ve bir Lortlar Kamarası’nın oluşmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler, kuşkusuz uzun mücadelelerin sonucu olmuştur. Ancak aynı feodal mülkiyet ilişkileri temelinde ortaya çıktığı durumda feodal demokrasi, tıpkı Atina demokrasisinde olduğu gibi “halkın, halk için ve halk tarafından” yönetimi değil, toprağa bağlı köylülerin hiçbir siyasal hakkının olmadığı, hak eşitliğinden yararlanamadıkları ve tersine boyunduruk altında tutulduktan bir siyasal toplumsal örgüt olmuştur. Burada, hiyerarşinin sınırlandırmaları ötesinde hak eşitliği, yalnızca feodal beyler açısından geçerli olmuş, serflerin sömürüsü ve baskı altında tutulmaları üzerinden gerçekleşebilmiştir. Toprak kölelerinin boyunduruk altında tutulmasına yarayan feodal demokrasi, yalnızca aristokratların demokrasisidir.

BURJUVA DEMOKRASİSİ
Köleci Atina demokrasisi ve örneğin İngiltere’de ortaya çıkmış haliyle aristokratik demokrasi, “halkın, halk için, halk tarafından” yönetimi değil köle sahipleri ve feodal beylerin, köleleri ve serfleri boyunduruk altında tutmak üzere, kendileri için yönetimi iken, burjuva demokrasisi, “herkes için” midir? “Halkın, halk için, halk tarafından” yönetimi midir? Kapitalist ya da işçi veya emekçi olmak, kapitalist demokrasinin nimetleri açısından fark etmez mi? Ya da burjuva demokrasisi bir “halk egemenliği” midir?
Bu sorulara mantıklı bir yanıt vermek için, dün Kautsky’nin bugün de “global demokrasinin savunucu ve utangaç eleştirmenlerinin “demokrasi” ile serbest piyasa ve kapitalizm arasında kurdukları doğrusal bağlantıdan hareket etmek ve kapitalizmin sınıf zıtlıkları üzerinde yükselip yükselmediğini sorgulamak zorunludur.
İşçi ile burjuva ya da toplumsal kategoriler olarak emek ile sermayenin tamamen farklı ve karşıt çıkarlarla çelişmeli bir birlik oluşturdukları biliniyor. Sermaye, emek-gücünü kiralayıp artı-değeri oluşturmak üzere, karşılığı ödenmeden emeğin önemli bir bölümüne el koyarak birikir. Kapitalist özel mülkiyet, buradan büyür ve ödenmemiş emeğin gaspı ancak fabrikalar vb. olarak üretim araçları ve toprağın özel mülkiyeti sayesinde olanaklıdır. Dolayısıyla, sermaye birikimi, işçilerin sırtından gerçekleşir; zenginlikler az sayıda burjuva elinde birikirken büyük çoğunluğu oluşturan işçi ve emekçilerin durumunun kötüleşmesi, yoksullaşması demektir. Dolayısıyla eski Yunan öncesinde ortaya çıkmış ürünlerin metalaşması (ve özel mülk edinilmesi) yanına işgücünün metalaşmasının eklenmesiyle diğer sömürü ilişkilerinden farklılaşan kapitalist ilişkilerin varlığı, burjuvazi ile işçi sınıfının uzlaşmaz karşıt sınıflar olarak karşı karşıya bulunmaları ve bu karşıtlığın giderek dayanılmaz hal alması demektir.
Biri (burjuvazi) diğerini (işçi sınıfı) sömürmeden var olamayan ve tersinden, işçi sınıfının sömürüye katlanmak zorunda bırakılmasının koşulları (sömürünün dış koşulları) yaratılmadan burjuvazi ve kapitalist sömürü ilişkilerinin varlığını sürdüremeyeceği türden iki karşıt sınıfa ve karşıtların çatışmasına dayanan kapitalist toplumun siyasal örgütlenmesi, öyleyse “herkes için” olamaz. Ekonomik bakımdan egemen olan siyasal bakımdan da egemen olmak zorundadır; yoksa ekonomik egemenliğini sürdüremez hale gelir. O halde kapitalist ya da burjuva demokrasi, ücretli köleden başka bir şey olmayan işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların boyunduruk altında tutulmasına yarar. Burjuva demokrasisi yalnızca burjuvazi içindir; işçilerin biçimsel bir hak eşitliği aldatmacasıyla avutulmasından başka bir şey değildir.
Burjuva hak eşitliği
Burjuva demokrasisinin köleci Atina demokrasisinden ayrıldığı nokta burasıdır. Köleci demokraside hak eşitliği köleler için kesinlikle mümkün değilken ve köleler bütün siyasal süreçlerden bütünüyle dışlanmışken, burjuva demokrasisi, işçiler için de biçimsel olarak hak eşitliğinin tanınmasıdır. Ancak bilinen deyimiyle işçi açısından bu hak eşitliği ya da özgürlük, işgücünü kiralama ya da açlıktan ölme özgürlüğüdür.
Gelişme diyalektiği içinde hak eşitliği, kapitalizmin nesnel bir ihtiyacı olarak ortaya çıkmış ve burjuvazi, feodalizme karşı mücadele yürüttüğü ilerici döneminde bu talebin savunuculuğunu yapmıştır.
Feodal toplumun bağrında sanayi ve ticaret ciddi boyutlarda gelişmesine karşın, siyasal, yapı hemen buna uygun düşen değişmeyi göstermemiş, toplum kapitalistleşirken devlet feodal kalmıştır. Oysa “Büyük ticaret, yani özellikle uluslararası ve hele dünya ticareti, hareketlerinde engellerle karşılaşmayan, bir bakıma eşit haklara sahip, hiç değilse tek başına alınmış her yerde, hepsi için eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerinin varlığını gerektirir. Zanaatçılıktan yapımevi sanayisine geçiş, emek güçlerinin kiralanması için yapımcı ile sözleşme yapabilen ve buna dayanarak, onun karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan belli bir sayıda özgür emekçinin de varlığını gerektirir -bir yandan lonca bağlarından öte yandan da kendi emek güçlerini kendi başlarına değerlendirme araçlarından özgür emekçiler. En sonu, genel olarak insan emeği oldukları için ye insan emeği olarak, bütün insan emeklerinin eşitlik ve eşit değeri, bilinçsiz, ama en kesin dışavurumunu, modern burjuva iktisadının, bir metanın değerinin, o metanın içerdiği toplumsal bakımdan gerekli-emek aracılığıyla ölçülmesini isteyen değer yasasında bulur. Ama ekonomik ilişkilerin özgürlük ve hak eşitliği istediği her yerde, siyasal rejim onların karşısına her adımda loncasal engeller ve ayrıcalıklar çıkartıyordu. Yerel ayrıcalıklar, farklılaştırılmış gümrükler, her türlü ayrım yasaları, ticaretlerinde yalnızca yabancılar ya da sömürgelerde yaşayan halk için değil, ama çoğu kez devlet uyrukları için de zararlı oluyordu; loncasal ayrıcalıklar, yapımevi sanayisinin gelişme yolunu keserek, her yerde varlığını sürdürüyordu. Burjuva rakipler için, hiçbir yerde, ne yol açık, ne de şanslar eşitti.” (Engels, Anti-Dühring, sf. 190–191)
Ezilenlerin binlerce yıllık özlemi olan eşitlik talebi, ilk kez gerçekleşme şansını yakalamış gibi göründü. Gelişen ve toplumsal gelişmeyi kendi geleceği yönünde düzenlemeye yönelen burjuvazi, bu talebi savunmaktaydı. Ticaret özgürlüğü istiyordu. Bu, hukuk önünde eşitliği engelleyen tüm feodal sınırlamaların kaldırılmasını gerektirmekteydi. Ticari rakipler, eşit haklarla birbirini boğazlamalıydı. Üstelik kapitalist üretimin ilerleyişi, işgücünü burjuvaya kiralayacak işçiye ihtiyaç duymaktaydı. Burjuvazi, işçileri, lonca bağlarıyla üretim aletlerine bağlanmış zanaatçılar ve feodal bağlarla toprağa ya da kişisel bağlarla toprak beyine bağlanmış köylülerden derleyebilirdi. Bu durumda, onlar da bağlarından kurtulup özgürleşmeli ve aynı burjuva gibi hukuk önünde eşitliğe kavuşmalıydılar. Onların hak eşitliği, burjuvalarla emek-güçlerini kiralama sözleşmesi yapabilme özgürlüğünde olacaktı. Onlara bu kadarı yeterdi!
İlk burjuva “tarihin sonu” iddiası
Bu eşitlik fikri olağanüstü coşturucuydu. Söylendiği gibi feodal sınırlamaların kaldırılmasını, toplumun feodal siyasal örgütlenmesinin değiştirilmesini öngörüyordu. Temelini, feodal yük ve engellerinden kurtulmadan gelişemeyecek olan kapitalizmin ilerleyişi oluşturmaktaydı.
En belirgin biçimde Fransa’da ortaya çıkan gelişme, bütün feodal kurum ve kavramların sorgulanmasına götürdü, İngiltere’de Manga Carta’nın ilanı ile feodal soylulukla uzlaşan burjuvazi, daha ılımlı bir yol tutmuş -doğal ki çatışmaları içererek- kendi gelişmesi önündeki engellerin kaldırılması anlaşmasıyla iktidarı soylulara bırakmıştı.
Fransa’da ise, köktenci bir yoldan yürünerek feodalizme karşı saldırı düzenlendi. Akla aykırı görünen her şey yıkıcı bir eleştiriden geçirildi. Bu, rasyonalizminin üstünlüğüyle Aydınlanma Dönemi’ni oluşturdu. Din, doğa anlayışı, devlet, ahlak, her şey akıl süzgecinden geçirilip toplum ve devletin eski biçimleri, bütün eski fikir ve kavramlar akıldışı olarak mahkûm edildi. Önyargılarla birlikte keyfiliklerin ölüm borusu çalındı; hukuk kavramı büyük bir değer kazandı. Kapitalist gelişmeden güç alan bu yenilenmeler karşısında bir haksızlık, keyfilik, ayrıcalıklar ve yasaklar yığını olarak feodal kurum ve kavramlar direnemedi; tarihin çöplüğüne atıldılar. Bundan sonra, önyargı, akli olmayan fikirler, haksızlık, ayrıcalıklar ve kuşkusuz baskı, mutlak ve sonsuz olduğu iddia edilen doğrular, adalet, eşitlik ve insan hakları ve kuşkusuz demokrasi karşısında hükmü olmayacaktı!
Aklın egemenliğine dayanan bu sonsuz ve mutlak doğruluk, hukuk ve eşit hakların ilanı, şüphesiz, feodal akıl dışılık ve keyfilik karşısında büyük bir ilerlemeydi. Ancak sonsuzluk iddiası, sonradan görme burjuvazinin kendi egemenliğini idealize ederek ölümsüz ve alternatifsiz ilan etmesinden başka bir şey değildi. Aklın egemenliği, bütün gelişmenin kendisinden yana olduğunu gören ve böyle devam edeceğinden emin olan burjuvazinin egemenliğinin savunulmasına denk düşüyor, ölümsüz adalet, burjuva adaleti olarak gerçekleşiyor, eşitlik ise hukuk önünde biçimsel burjuva eşitliği olarak öngörülüyordu. Tümü, burjuva mülkiyetinin kutsanmasının araçlarıydı.
Ancak ortaya çıktığı kadarıyla proleterler ve proletaryanın saflarını durmaksızın kabartan eski zanaatkârlar ve köylüler de feodal soyluluğun keyfilik, baskı ve engellemelerinden zarar görüyorlardı. Ve henüz kendi bağımsız çıkarlarının farkına varacak ve dünya görüşlerini geliştirecek yeterlilikte olgunlaşmamışlardı. Bu koşullarda burjuvazi kendi çıkarlarını bütün ezilenlerin çıkarları ve kendisini de bütün ezilenlerin temsilcisi gibi gösterme olanağı buldu; kendi doğrularını ve adaletiyle hukukunu “herkes için” ve “sonsuz” ilan etti. Biçimsel hak eşitliğinin yetersizliği, burjuva adalet ve hukukun sonsuz olmadığı, ezilenler tarafından, kapitalizmin gelişmesi ve kuşkusuz mücadele içinde biriktirilen deneylerle anlaşılıncaya kadar, burjuvazi kendi sınıf karşıtını da kendisinin temsil ettiğine ve kendi demokrasisinin üstünlüğüne inandırdı. (Daha ilk proleter başkaldırısı olan 1831 Lyon Ayaklanması ile bu “sonsuz doğrular”ın sonsuz olmadığı ve burjuva karakter taşıdığı ortaya çıktı; proleterler bu “doğrulama ve onların üzerinde yükseldiği kapitalizme karşı saldırıya geçmişlerdi. Bundan sonra burjuvalar, proleterlerden, soyluluktan korktuklarından daha çok korkar oldular.)
Bu, her şeye rağmen anlaşılır bir şey. Feodalizme karşı mücadeleye bağlı olarak belirli bir çıkar ortaklığı, hem burjuvazinin hem de işçi ve köylülerin feodal keyfilik ve baskıdan zarar görmeleri ve ona karşı mücadelede birleşmeleri, burjuvaziye bu imkânı sunuyordu. Ekonomik bakımdan güçlü olan, feodalizme karşı mücadelenin meyvelerini kendisi topluyor, bu meyvelerin tadına herkesin biraz bakmasından yararlanarak, ellerinde ve doğrusu kasalarında tuttuğu meyvelerin “herkesin” olduğu yanılsamasını yaratabiliyordu. Bu, tarihin ileriye doğru gidişi içinde ortaya çıkan bir olguydu. Kendisi de ilerici bir konumda bulunan ve feodal baskının kendisi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf karşıtlığının üzerini örtmesinden yararlanan burjuvazinin, kendi çıkarlarını işçi ve emekçilerin de çıkarı olarak göstermesinin bir nesnel dayanağı ve belli bir ikna ediciliği vardı.
Kapitalizm ve burjuva demokrasisinin üstünlüğü iddiasıyla “tarihin sonu” Fukuyama tarafından ikinci kez ilan edildiğinde, burjuvazinin ilericiliğinden ve bu ilericiliğin kaynağı olan feodalizm karşısındaki çıkar ortaklığı ve ortak mücadeleden eser kalmamıştır. İlk “tarihin sonu” iddiası Aydınlanmacıların dilinde feodalizmin çöküşünü muştularken, son “tarihin sonu” iddiası “sosyalizmin çöküşü” üzerinden Fukuyama ve “Yeni Dünya Düzeni” savunucularının elinde ezilenlere karşı yöneltilmiş öldürücü bir silahtır. Bu ikinci “son” iddiasının emekçilerin aldatılmasına elverir hiçbir inandırıcı yanı bulunmamaktadır. Tek inandırıcılık kaynağı olduğu varsayılan totalitarizm suçlaması, bu nedenle öne çıkarılmaktadır. Sosyalizmle ilişkisi kalmamış revizyonist (geçmişi sosyalizm olan restore edilmiş kapitalizm) sistemin totaliter rejimi, keyfilik ve ayrıcalıkları, serbest piyasanın önünde engeller oluşturan hak eşitsizlikleriyle kapitalizmin faşist rejimine benzetilerek, sosyalist deneyin başarısızlığının kanıtı olarak gösterilmekte ve alternatifin olumsuzlanmasıyla kapitalizmin ve kapitalist demokrasinin üstünlüğü kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Ancak (feodalizm karşısında burjuvazinin oynadığı role benzer bir rol oynayacak) ilerletici öğe yokluğunda, bütün iddia boşluğa savrulan kılıç durumundadır.
Şimdi, eskiden feodalizme karşı ileri sürülen demokrasi isteği ve hak eşitliği talebi, kime karşı ileri sürülmektedir? “Otoriter ve totaliter rejimlere” karşı! Ama sosyalist olduğu ileri sürülen totaliter rejimler ve “engellemeleri” artık yoktur. Şimdi kime karşı?
Otoriter rejimlerin sınıf temeli tekelci burjuvazi, üzerinde yükseldiği temel ise kapitalizmdir. Şimdi kapitalizm, kapitalizmi suçlamak durumunda kalmaktadır.
Peki, otoriterizm suçlaması inandırıcı mıdır? Bugün “demokrasinin büyük dayanağı gösterilen ABD, en çok otoriterizm unsurları ile dolu güdük bir demokrasi ve tüm dünyada otoriter rejimlerin en büyük destekçisi değil midir?
Ve burjuvaziye, emekçi yığınları da temsil ediyor görüntüsü verebilmek üzere, burjuvazi ile işçi ve emekçilerin çıkar ortaklığı nerededir? Kime karşıdır? Feodalizm, kalıntılar dışında tarihe karıştığına ve olduğu kadarıyla da tekelci burjuvazi ile birleştiğine ve onun tarafından desteklendiğine göre, şimdi artık bir toplumsal sistem durumunda olmayan sosyalizme karşı mı? Ama sosyalizm, otoriter veya değil işçi sınıfı egemenliğidir. O halde işçi sınıfına ve emekçi çoğunluğuna karşı olabilir ve öyledir.
Bir dönem inandırıcılığı bulunan “tarihin sonu” iddiası ikinci kez ileri sürüldüğü burjuvazinin gericileştiği koşullarda, artık inandırıcı değildir ve sömürülen emekçi çoğunluğun, herkesi temsil ettiğini ve “demokrasisinin “herkes için” olduğunu ileri süren burjuvazinin egemenliğini kabul etmesi, eskisinden çok daha fazla zor ve baskıya ihtiyaç göstermektedir. Çünkü bu demokrasinin herkes için olmadığının, her adımda bir kez daha ve gittikçe daha büyük emekçi yığınlar tarafından görülmesine yol açan kanıtları, kapitalizmin her yanından fışkırmaktadır.” Çünkü sömüren ve işçi sınıfının sırtından sahip olduğu olanaklarla egemen olan burjuvazi, işçilere kendisiyle eşit haklara sahip olduğunu söylerken, kapitalizm toplumsal eşitliğin tanınmayışıdır. Sınıf karşıtlıklarının her gün biraz daha keskinleşmesi ve tam bir toplumsal çürümedir.
Toplumsal eşitsizlik kapitalist demokrasinin güvencesidir
Hangi karakol ya da mahkemede zengin burjuva ile yoksul işçi eşit muamele görür? Bütün büyük toplantı salonları ve binalar özel mülkler olarak burjuvazinin dindeyken, işçi sınıfı nasıl toplanma özgürlüğünü burjuvazi ile eşit haklarda kullanabilir? Matbaalar ve kâğıt fabrikaları burjuvazinin elindeyken, basın özgürlüğü, işçi ve burjuva açısından nasıl eşitçe yararlanılabilir bir hak olur? Kapitalistler açısından basın özgürlüğünün anlamı, basını parayla satın alma, yüksek maaşlarla kendilerine yazarlar ve haberciler tutma ve zenginliklerinden “kamuoyu”nu oluşturmak, değiştirmek ve yönlendirmek için yararlanma özgürlüğüdür. İkametgâhları olmayanların oy kullanma hakkına sahip olmadıkları ABD’de milyonlarca evsizle mülk sahiplerinin ne tür bir eşitliğinden söz edilebilir?
Üstelik siyasal kısıtlamalar demokraside hiç de istisna değildir. Kapitalizmin anayurtları olan birçok demokraside, örneğin İsviçre’de kadınların oy hakkı daha yeni tanınmıştır. Birçoğunda, hak eşitliğinin ilan edilmesine rağmen oy hakkının sınırlandırılması, Atina’daki vergiye göre bölümlendirilmiş hak sahipliğini hatırlatır boyuttadır. Örneğin “demokrasinin beşiği” İngiltere’de işçilere oy hakkı, o da, işçi ailesi başına bir oy olarak, 1884’te tanınmıştır. 1800’lerin sonunda 15 yıl anti-sosyalist yasa ile işçilerin siyasal özgürlüklerine konan yasak, bugün Almanya’da anayasanın hâlâ komünist partiyi yasak sayması ile devam etmektedir. İşçi mahallelerini gözeterek seçim bölgeleri oluşturulmasını, seçim barajlarını kapsayan, ABD’de tek dereceli olmayan seçim sistemleri, bu herkes için olmayan demokrasinin gereği sınırlandırmalardandır.
Ancak yine de, burjuva demokratik cumhuriyette işçi, hukuk karşısında burjuva ile eşit sayılır; devlet yönetimine katılma bakımından da -istisna oluşturmasa bile- kural olarak açık sınırlamalar ile engellenmemiştir, hak eşitliği bu açıdan da geçerli kılınmıştır. Siyasal özgürlüklerin tanındığı faşist olmayan burjuva siyasal toplumsal örgütlenmede, kapitalist demokraside bu özgürlüklere biçimsel olarak işçi de sahip sayılır. Ama hiç kimse, “eşit” haklarını kullanabilme, bu hakları gerçekleştirebilme bakımından işçi ile burjuvayı, işçi sınıfı ile burjuvaziyi eşit olanaklara sahip sayamaz. Paranın gücü, sermaye egemenliği bütün eşitlik masalını açığa çıkarır. İşçi işinden başını kaldırıp siyasete katılacak zaman bile bulamaz. (Ne yapılabilir, özgürlüğünü kullanıp sözleşme yapmış, hukuk önünde eşit olduğu patronunun gösterdiği yerde çalışmayı seçmiştir!) Toplantı yerlerinin tümü burjuva mülk olan ya da gazete çıkarmak için gerekli olan matbaa ve kâğıt harcamaları veya TV kanalının gereksindiği maliyetin çok yüksek olduğu bir toplumda, toplantı ve basın özgürlüklerinden yararlanmak açısından işçi ile burjuvanın kağıt üzerinde tanınmış hak eşitliğinin hiçbir anlamı yoktur. Bu nedenle burjuva demokrasisi, sermayenin siyasal egemenliğidir de ve işçi sınıfını baskı altında tutmanın en kolay ve aldatıcı biçimidir.
Paranın gücüyle sağlama bağlanmış işçi sınıfının bu biçimsel hak eşitliği, ancak üretimin belli bir düzeyinde olanaklı oldu. Atina’da köleler için olamayan, ama ancak işgücünün de metalaştığı kapitalizmde mümkün olan bu biçimsel eşitlik ve kölelerden farklı olarak işçilerin de siyasal özgürlüklerden yararlanabilmesi, kuşkusuz işçi sınıfının kölelik koşullarında bir değişikliğe yol açmıyor ve mümkün kıldığı yanılsama (işçilerin kendilerini özgür ve eşit yurttaşlar saymaları) nedeniyle kapitalistler tarafından tercih de ediliyor. Ne zamana kadar? Sermaye egemenliğinin tehlikeye düşmesine kadar. Sermaye, egemenliğini tehdit altında gördüğünde, işçiler karşısında, Spartaküs karşısında gaddarlaşan köleci Roma’dan hiç de aşağı kalmayacak boyutta gaddarlaşır; tarih bunun örnekleriyle doludur. Grevlere düzenlenen saldırılar, Mc Carty’ci kampanyalar, komünistlere yönelik sürek avları, sıkıyönetim ilanları, olağanüstü mahkemeler, hapis cezaları ve Sacco ile Vanzetti ya da Rosenbergler örneğinde olduğu gibi idamlar, kaybetmeler, yani hak eşitliğine konan sınırlamalar olarak yasaklar ve fiziki saldın daima burjuva demokrasisinin kapısının önünde durur.
Kapitalizmde biçimsel hak eşitliği ve özgürlükler de içinde olmak üzere demokrasi, burjuva karakterlidir; burjuvazi içindir ve işçi sınıfının baskı altında tutulmasına yarar ve ona dayanır.
Burjuva demokrasisinde, burjuvazinin siyasal egemenliği, sermayenin ekonomik egemenliği ile kapitalist özel mülkiyet ve paranın egemenliği ile ekonomik ve toplumsal eşitsizlik ile teminat altına alınmıştır.

SONUÇLAR
Atina demokrasisi ile burjuva demokrasisinin en yüzeyden yapılan incelemeleri bile hemen bazı sonuçlara götürür:
1. Her demokrasi bir diktatörlüktür
Atina’da olduğu gibi günümüz demokrasilerinde de devlet örgütlenmesinin biçimi olan demokrasi, mülk sahibi sömürücü sınıfların sömürülen sınıfları, köle ve ücretli köleleri boyunduruk altında tutmaya yarayan bir diktatörlüktür. Demokrasiler, biçimsel hak eşitliği olsun ya da olmasın, sömürülen sınıfların sömürülmeye razı edilmesini garanti altına alan toplumsal siyasal örgütlenmeler olarak, sömürülen çoğunluk üzerinde mülk sahibi azınlığın diktatörlüğüdür. Demokrasi mülk sahipleri içindir, diktatörlük ise sömürülen çoğunluk için. Burjuva demokrasisi de, Yeni Dünya Düzeni savunucuları ne derse desin, burjuvazi için demokrasi, işçi ve emekçiler için bir diktatörlüktür.
2. Devlet bir şiddet aracıdır
Özel mülkiyet ve sömürü ortaya çıkmadan ve toplum uzlaşmaz karşıt sınıflar halinde bölünmeden ortada görünmeyen devlet, sınıf zıtlıklarının ürünü olarak, bu zıtlıklardan doğan çatışmanın toplumu yıkıma götürmemesi ihtiyacını karşılamak üzere doğmuştur. Başlıca işlevi, sömürünün dış koşullarını sağlamaktır. Dışa karşı savaşı yönetmek üzere seçilen Bazileus’la döneminde, bütün yurttaşların sınıf zıtlıklarına dayanmayan ve sömürüyü içermeyen ilişkilerinin koşullarını oluşturmak üzere bir baskı aracına ihtiyacı yokken, özel mülkiyet ve kuleleriyle birlikte uzlaşmaz karşıtlık halini alan kölelerle köle sahipleri ilişkisini sürdürmek ve köleci mülkiyet ilişkilerinin devamını garanti altına almak, bir baskı ve zor aracına ihtiyaç göstermiştir. Atina demokrasisi tartışılırken üzerinde durulan “kendi kendini silahlandırabilen yurttaşlardan kamu işlerini (itirazcıları bastırıp ezme işi) üstlenen “özel silahlı birlikler”in oluşmasına geçiş, ordu ve polisin devletin temel kurumları olarak ortaya çıkış sürecidir. Bununla kölelerin bastırılması ihtiyacı karşılanmıştır. Aynı süreç, Atina’da görüldüğü gibi, mahkemeler ve hapishanelerin, vergi kurum ve görevlilerinin, hazine ve hazinecilerin ortaya çıktığı süreçtir. Henüz devlet oluşma süre-cindeyken ve kölelik genelleşmemişken, tümü silahlı olan yurttaşlar tarafından denetim altında tutulan ve giderek sayıları ve “yarattıkları” problemler artan kölelerin baskı altında tutuluşu bundan böyle ordu ve polisin güçlü ellerine verilmiştir. Bundan böyle sömürünün ve sömürü ilişkilerinin varlığı ve devamının garanti altına alınması, toplumun tamamen kendisi olmayan, onun üzerinde, özerk bir güç tarafından sağlanacaktır.
Atina’da olduğu gibi bugün de demokrasiler, bu tür, toplumun üstünde ve ona yabancı kurum ve görevliler toplamı olan devlet örgütü aracılığı ile sömürülen yığınları baskı altında tutarlar. Demokrasi de, bu baskı altında tutmanın, diktatörlüğün sadece bir biçimidir. Yoksa Atina’da tiranlık, günümüzde “otoriter rejim” denen faşist devlet ve diktatörlük biçimleri ortaya çıkmamış değildir. Bu, sadece ezilenleri bastırma işinin olağan demokratik yöntemlerle gerçekleştirilemez olduğu ve açık şiddete ihtiyaç duyulduğu anlamına gelir, ama kesinlikle demokratik ve otoriter diktatörlüklerin farklı sınıf karakterlerine sahip olması demek değildir. Hele otoriter rejimlerin diktatörlük, demokrasinin ise herkes için olduğu anlamına hiç gelmez.
3. Devletin olduğu yerde “herkes için” demokrasi olmaz
Zaten bir devlet biçimi olan, dolayısıyla devlet olmadan olamayacak bir diktatörlük türü olan demokrasi, sömürülen yığınlar üzerindeki siyasal zorun örgütlenmesidir. Bu zorun, doğrudan toplumsal eşitsizliklerle garanti edilmiş mülk sahiplerinin ekonomik egemenliğinin ürünü sınırlamaların öne çıkmasıyla üstü örtülü ya da açık şiddet olarak örgütlenmesi, sorunun özünü ilgilendirmez. Önemli olan, zorun, açlık nedeniyle hırsızlık yapanın ya da sömürü koşullarına isyan edenin bastırılmasına yönelik olmasıdır.
Devletin henüz ortaya çıkmadığı koşullarda demokrasi ve özgürlükler yoktu, çünkü baskı altında tutulacak kimse olmadan özgürlük istemi kadar, özgürlüğün kendisi de anlamsızdı. Demokrasi, ancak devlet ortaya çıktıktan sonra ve onun örgütlenmesinin görünümlerinden biri olarak sahneye çıktı. Daima sömürenlerin sömürülenler üzerindeki diktatörlüğü oldu. Baskı altında tutulacak kimse kalmadığında, sınıflar ortadan kalktığında da devlet sönerken özgürlükler ve demokrasi de anlamsızlaşacak ve gereksizleşecektir. Ama var olduğu koşullarda, devlet, hep bir kısım yurttaşın diğer bir kısım yurttaş tarafından ezilmesinin aracı olacaktır: Kapitalist demokraside mülk sahibi azınlığın sömürülen çoğunluk üzerindeki diktatörlüğünün aracı olarak ve sosyalist demokraside proletarya diktatörlüğü olarak, işçi ve emekçi çoğunluğun burjuvazi üzerindeki zorunun aracı olarak.
Demokrasi: “Uzlaşmalar rejimi” değil, sınıfsal çatışmanın en açık yürüdüğü sistem
Demokrasinin “halkın, halk için, halk tarafından” yönetimi olmadığı görüldü. Bu tamamen yanılsama yaratmaya yönelik propagandif bir tanımlamadır. Demokrasi bir diktatörlüktür ve Demirel başta olmak üzere Yeni Dünya Düzeni savunucularının kabul ettirmeye çalıştığı gibi bir “uzlaşmalar rejimi” değildir, uzlaşmalarla sağlanan konsensüslere dayanmaz.
Demokrasiler hiç uzlaşma tanımaz değildir; ancak uzlaşmaların geçici, çatışmanın ise sürekli ve esas olduğu yönetim biçimidir. Demokrasinin bulunup bulunmadığı, sınıflar-arası uzlaşmanın olup olmamasıyla, uzlaşma ya da çatışmanın varlığıyla değil, çatışma ve zorun meşruluğunun tanınmasıyla kararlaştırılır. Bütün diğer diktatörlük biçimleri gibi, demokrasi de, çatışma ve zoru tanımakla kalmaz, çatışmaya ve zora dayalıdır.
Demokrasi, sınıflar arasındaki çatışmanın en düz ve açık biçimiyle yürüdüğü sistemdir.
Yeni Dünya Düzeni savunucuları, “demokrasi” adına, “otoriter rejim” dediklerine, zoru kullanmasını gerekçe göstererek suçlama yöneltiyorlar. Onların “demokrasisi” zoru tanımazmış gibi! Ya da şeriatçılar, örneğin türban sorunu nedeniyle baskıya maruz kaldıklarında “baskı var, böyle demokrasi olur mu?” diye ortalığa çıkıyor ve “demokrasi” istemeye başlıyorlar.
Oysa sorun baskı ve zorun varlığı değildir. Söylendiği gibi demokrasi bir baskı ve zor yönetimidir, diktatörlüktür. Baskıya ve zora dayalı olmayan demokrasi yoktur.
Demokrasi iki tür baskı tanımıştır.
İlki, feodalizm karşısındaki devrimci demokratik zor ve feodallerin baskı altında tutulmasıdır. Bu, tamamen demokratik bir baskı ve zordur. Bunun örneğine 1789 sonrası Jakoben diktatörlüğünde 1793 devrimci terör döneminde tanık olundu. Devrimci burjuvazi, feodal soyluluk üzerinde terör uygularken otoriterizm adına hiç de gericilik yapmadı; tam tersine sonuna kadar demokratikti, demokrasinin gereği olan zoru en ileri noktasında kullandı.
İkincisi, gericileşen burjuvazinin ileriyi temsil etmeye başlayan kendi karşıtına, işçi sınıfına ve emekçi çoğunluğa karşı yönelttiği baskı ve zordur. Bu oturmuş ve gericileşerek demokrasi isteminin hedefi durumuna gelmiş burjuva demokrasisinin dayanağı olan zordur. Artık bu baskı ve zor demokratik değildir; anti-demokratiktir ve bu nedenle üzerinde yükseldiği kapitalizmle birlikte ömrünün sonuna gelmiştir.
Dolayısıyla Yeni Dünya Düzeni savunucuları ve şeriatçıların soyut baskı karşıtlıkları (bunlar sözde baskı karşıtlıklarıdır, çünkü kendi politikaları ve savundukları ya da öngördükleri toplumsal örgütlenme tamamen baskıya ve üstelik gerici baskıya dayalıdır), “herkes için” demokrasi yanılsamasını güçlendirmeye ve gericiliklerini haklı çıkarmaya yöneliktir. Propagandiftir, demagojiktir.
Şeriatçılara yöneltilmiş baskı örneğinde, ne şeriatçılar baskıya uğradıklarında demokrasi isteyerek yüzlerini (gerici politikalarını) gizleyebilirler ne de baskının varlığı ile demokrasi yokluğu arasında kurdukları paralellik doğrudur. Demokrasi yoktur, ama bu, şeriatçılara yöneltilmiş baskı nedeniyle değildir.
Sorun baskının varlığında değildir; baskının hangi politikanın ürünü ve devamı olarak ortaya çıktığı önemlidir. Şeriatçılık, ortaçağ özlemiyle tutuşan, sermayenin hizmetinde bir gericilik türü olarak demokratik yaklaşımlardan uzaktır. Ama ona yönelik baskının da, feodalizm ya da emperyalizm karşıtlığıyla ve demokratiklikle ilgisi yoktur. Uluslararası gericiliğe bağlanmış işbirlikçi tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda kullanılan zor ve baskı, gericiliğin güçlendirilmesine yöneliktir.
Öte yandan ister burjuva demokrasisi ister onunla ilişkisiz faşist bir rejim altında burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçilere yönelttiği baskının demokratiklikle ilgisi yoktur. Toplumsal demokrasi talebiyle ileriye atıldığı her yerde işçi sınıfı, artık çürüyen, miadını doldurmuş burjuva gericiliğinin karşısında demokrasinin temsilcisi durumundadır. Sonuna kadar demokrattır ve bu noktada zaten burjuva demokrasisi, demokrasi olmaktan çıkmak zorundadır.
Ama bu noktaya kadar, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki meşruluğu tanınmış çatışma sürer. Sosyalist demokrasi lehine burjuvaziden işçi sınıfının eline geçmekte olan demokrasi (bu kez toplumsal demokrasiyi içermek üzere tam demokrasi, sınıfların kaldırılmasına yöneltilmiş demokratizm) savunuculuğu bu çatışmaya damgasını vurur. Ve burjuva demokrasisi, sosyalist mücadelenin gelişmesi için en uygun, çünkü işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çatışmanın en açık ve üstü örtülmeden yürüdüğü devlet biçimidir.
Burjuva özgürlükler ve demokrasi ezilenlerin mücadelesi olmadan kazanılmamıştır
Yeni Dünya Düzeni savunucuları ezilen, sömürülen yığınları hareketsizleştirmek ve sömürü ve zulme boyun eğmelerini sağlamak amacıyla demokrasinin “herkes için” ve “son durak” olduğu masalını anlatıyorlar. Oysa burjuva demokrasisinin doğuşu da içinde olmak üzere, burjuva karakterli tüm özgürlükler, sömürülen yığınların mücadelenin esas yükünü omuzla-yan mücadelesiyle gerçekleşmiştir.
1500’ler Almanyasında burjuva devrimleri önceleyen Münzer hareketi, serfliğe karşı köylülerin başkaldırısıydı. İleri taleplerini gerçekleştirme şansı bulamadan ezildi. Rusya’da Pugaçev, Münzer’le aynı yoldan yürümüştü. İngiltere’de Cromwell’in ardından yürüyen on binler yine toprak soyluluğuna karşı hınçla dolu köylüler ve kentlerin ezilenleriydi. 1789’da Bastil’i basanlar Paris’in yoksulları oldu. Yine tökezleyen Fransız devrimini 1793’le ileriye taşıyanlar devrimci küçük burjuvazi, işçiler ve yoksul köylülerdi. “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganı, burjuvazinin çıkarlarını dile getiriyordu; ama yoksul milyonların özlemlerini ifade ediyor ve en çok onların elinde soyluluğu yıkıcı bir silah durumuna giriyordu.
Eski Yunan’da Sokrates, gençleri zararlı fikirleriyle yoldan çıkardığı için zehirlenerek öldürüldü. Kilise bu uğurda binlerce insanı diri diri yaktı. Düşünce özgürlüğü, en çok bilineni Bruno olmak üzere çok sayıda aydının ödediği can bedeliyle gerçekleşti, gericileşen burjuvaziyi suçlayan Babeuf ve diğerlerinin ödediği bedellerle kalıcılaştı. Basın özgürlüğü, sansür baskısını kırarak, hapislere katlanarak mücadeleyle kazanıldı.
İşçi sınıfının hakları ise yine mücadeleyle kazanıldı. Halkı temsil ettiği iddiasıyla köylülüğü ve kentlerin yoksullarını peşinden sürükleyen burjuvazi, iktidar koltuğuna oturduktan sonra, sömürülen yığınlara sırtını döndü. Bundan sonra, özgürlükler hemen her yerde burjuvaziye rağmen ezilenlerin mücadelesiyle kazanıldı ya da korunabildi.
İngiltere’de sendika kurma hakkı, işçilerin uzun mücadeleleri sonunda, parlamentonun kuruluşundan neredeyse 200 yıl sonra 1824’te elde edilebildi. Sendikal örgütlenme özgürlüğünü kazanan işçiler, uzun süre siyasal örgütlenme hakkına sahip olamadılar. 1830’lara gelirken patlak veren Reform Hareketi’nin radikal kanadını oluşturan işçiler, yine burjuvazi ile soyluların uzlaşmasının kurbanı oldular. Reform Yasasının ardından Tahıl Yasasını da çıkartmayı başararak soyluluk karşısında üstünlüğünü kanıtlayan burjuvazi, parlamentoda kendisine genişçe bir yer edindi. Burjuvazinin, başlıca yönetim görevlerini yine kendisine bıraktığı soylulukla uzlaşmasını sürdürdüğü bu yeni üstünlüğü döneminde, burjuvazi özgürlükleri sadece kendisi için alıp 1832’de çıkarılan yasa işçileri oy hakkından yoksun bırakınca, Chartist Hareket patlak verdi. İlk bağımsız işçi partisi durumundaki Chartistler, Avrupa kıtasına yayılan 1848 devrimleri yenilgiye uğrarken yenildiler. 1848 devrimcilerinin, işçilerin talepleri burjuva toplumu açısından kabul edilmez bulunmuş ve gericilik seferberlik ilan etmişti. İşçi sınıfının ileri sürdüğü talepler hem İngiltere’de hem de kıta Avrupası’nda belirli bir süre için sindirildi. İşçiler, yeniden, Reform Hareketi sırasında sol kanadını oluşturdukları Liberal Parti’ye katılmaya zorlandılar. Ama seslerini yükseltmeye ve mücadeleye devam eden işçiler, sonunda aile başına bir oy da olsa oy haklarını aldılar (1884). Gizli oy da bu sırada kabul edildi. Fransa’da ise sendika hakkı 1840’larda alınabilmişti.
Bu durum, ilk kez sendikaların 1951’de kurulduğu Türkiye açısından da geçerlidir. Özellikle 1940’larda yükselen işçilerin sendikalar içinde örgütlenme mücadelesi ve ortalığı bir anda sendikaların sarması baskının yoğunlaşmasıyla yanıtlanmış, ancak işçilerin örgütlenme talebinin önü alınamamıştır. Sonunda çare, yukarıdan Türk-İş’in kurulması aracılığıyla sendikal hareketin denetim altına alınmaya çalışılmasında bulunmuş, ama bir kez yol açılmıştır. Uzun mücadeleler içinde önce daha ileri bir sendikal anlayışla DİSK’in örgütlenmesi ve ardından sendikal örgütlenme ve hareketin, özellikle işçi hareketinin yükseldiği dönemlerdeki canlılığıyla mevziler kazanmak mümkün olmuştur. 1970’de sendikal örgütlenme hakkına getirilmek istenen kısıtlamaları başkaldırarak püskürten işçi sınıfı, toplumun mutlaka hesaba katılması zorunlu bir gücü haline geldiğini kanıtlamıştır.
Demokrasi mistifikasyonu
Demokrasi tamamen bir mücadele sorunu olmasına karşın, Yeni Dünya Düzeni savunucuları, Fukuyama (“sükunet ve toplumsal refah dönemi”), Demirel (“uzlaşmalar rejimi”), ruh huzurlarını bu düzene eklemlenmekte bulmuş ve “demokratik barış” savunucusu kesilmiş eski solcular, Öcalan (“çıkar gruplarını doğru tanıma ve ilişkilerini şiddetsiz dengeleme”) ve diğerleri gerçek olmayan mistik bir demokrasi anlayışı geliştirmişlerdir. “Global demokrasi” savunuculuğu yaparken tümünün ortaklık içinde olduğu nokta, “herkese eşit hak sağlayan” ve dolayısıyla “çatışmasız” demokrasi anlayışına sahip olmalarıdır.
Yeni Dünya Düzeni savunucuları çatışma ve şiddeti, baskı ve zoru otoriter ya da totaliter yönetimlerin özelliği olarak gösterip darbelerden vb. uzak kalınmasını, seçimleri ve seçimlere bağlı olarak gerçekleşen olağan hükümet değişikliklerini, parlamento tartışmalarını, gerici burjuva partiler arasındaki uzlaşma ve koalisyonları, sendikaların satılmış liderleriyle hükümetler arasındaki anlaşmaları vb. vb. kanıt gösterip “demokrasi “yi çatışmasız rejim ilan ederler.
Oysa demokrasi adına ne kazanıldıysa sınıflar arasındaki çatışmanın ürünü olarak kazanılmıştır, korunabilen özgürlükler de ancak mücadele ile korunabilmektedir. Üst tabakalar arasında yapılan uzlaşmalar, demokrasinin işareti değil, tersine demokrasiye karşı, ezilen ve sömürülen yığınlara karşı birer saldırının kanıtıdır.
“Çatışmasız demokrasi” mistifikasyonunun kuşkusuz bir nedeni vardır. Gerçek olmayan, hayali bir “demokrasi” aracılığıyla demokrasi mücadelesi ihtiyacı içindeki ve bu mücadeleyi vermekte olan sömürülen, ezilen yığınlara anlamsız bir amaç peşinde olduklarını göstermeye ve onları yatıştırmaya çalışmak, bu “demokrasi” anlayışına can veren gerçek nedendir.

NE TÜR BİR DEMOKRASİ
“Demokrasi” kavramının bütün çekiştirme ve çarpıtmalarına karşın, “global demokrasi” artık çürüyen kapitalizmin bir kabuğu durumundadır ve tarihin ileriye doğru yürüyüşünde bir ihtiyaç olmaktan çıkmıştır. Tekelci kapitalizm, demokrasiye kucak açmaz; demokrasi tekellerden güç almaz. Artık demokrasinin kazanımlarının korunması ya da demokrasinin kazanılması; tekelleşerek gericileşen burjuvazinin işi değildir ya da onunla olmaz, ama tekellere karşı mücadele sorunu haline dönüşmüş, işçi ve emekçilerin uluslararası tekellere, tekelci burjuvaziye ve işbirlikçilerine karşı mücadelesinin zaferine bağlanmıştır.
Tekelci kapitalizm mali sermaye egemenliğidir. Sanayi sermayesi ile iç içe girmiş banka sermayesinin oluşturduğu mali sermaye bir avuç oligarkın egemenliğine götürmüştür. Hükümetler ve bürokrasi ile kurduğu kopmaz bağlantılarla (emekli jandarma genel komutanı Teoman Koman’ın Cavit Çağlar’ın holdinglerinin yönetiminde yer alması, OYAK’ın en büyük tekellerden biri olarak doğrudan ordunun elinde olması, Yılmaz’ın kardeşi ve yeğeninin bir holding ve büyük bir borsa şirketi sahibi olmaları, bankacı ve büyük şirketler sahibi kocası aracılığıyla Çiller’in tekellerin devlet kuruluşlarında iş takipçiliğini yapması, eski hava kuvvetleri komutanı Şahinkaya’nın dünyanın en zenginleri arasında yer alması örneklerinde olduğu gibi) mali sermaye, mali oligarşiye yol açarak, bütün ekonomik ve siyasal süreçleri denetimi altına almış ve ülkelerin yönetimlerinin başına çöreklenmiştir.
—Kapitalist tekel feodal tekelin yerini almıştır
Yeni Dünya Düzeninin “global demokrasi” savunucuları, “serbest piyasa” ve “liberal ekonomi”, “liberalizm” “liberalizasyon” kavramlarını pek sever ve çok sık kullanır; “serbest piyasa” ile “demokrasi” arasında doğrusal bir ilişki kurarlar. Bunlarla kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine, feodalizme karşı savaşında ticaret özgürlüğü için demokrasi istemiş devrimci burjuvaziye gönderme yaparlar. Öyle değil mi? Herkesin, “burjuva özgürlüklerinin özü ticaret özgürlüğüdür; o halde, demokrasi ‘serbest piyasa’nın istenmesi ve savunulmasından başka nedir ki” diye düşünmesini isterler.
Oysa kapitalizmin serbest rekabetçi dönemi bir daha gelmemek üzere tarihe gömülmüş; serbest rekabet, piyasa, tekeli doğurmuş ve tekel, serbest rekabeti en geri noktalara sürerek egemenliğini kurmuştur.
Feodal toprak tekelinden daha güçlü bir tekel durumu yaratan kapitalist tekel, hammadde kaynakları ve pazarların ele geçirilmesidir.
Tekel, üretimin miktarı ve ürünlerin fiyatlarının dikte edilmesi üstünlüğüdür.
Holdingler ve hisse senedi çıkarma yoluyla çok sayıda tasarruf sahibi üzerinde denetim sağlama, belirli bir miktar hisse senedi ile büyük miktarlarda senetlerin kontrol edilmesidir.
Tekel, bilânço cambazlıkları ile yüksek kârlar elde edilmesidir.
Tekel, bugün Türkiye’de olduğu gibi, kriz nedeniyle binlerce küçük ve orta büyüklükteki firma kapanırken birkaç büyük bankanın kârlarını üçe, beşe katlamasıdır.
Tekel, rantiyerliktir; borç verme, faizcilik ve tefecilik (ipotek) aracılığıyla zenginleşmedir. Milyonların üretim dışı yollardan sömürülmesidir.
Tekel, hisse senedi ve tahvil satışı ve borsa oyunlarından devasa kârlar elde edilmesidir.
Tekel, arsa spekülasyonudur.
Özelleştirme furyasında dönen dolapları, Çiller’de doruğuna ulaşmış yolsuzlukları, “piyasacı pek “serbestleştiren” mafya ve hükümetler ile iç içe çevrilen oyunları (Korkmaz Yiğit-Çakıcı-Yılmaz görüşmeleri örneği) birlikte izledik.
Şu sorunun yanıtı yoktur: Nerede “serbest piyasa”?
“Serbest piyasa”, tıpkı “global demokrasi” türünden bir sahtekarlıktır. Küçük ve orta mülk ve tasarruf sahiplerini düzene bağlamaya ve kendilerini “demokrasi” kapsamında hissetmelerine yarar.
“Serbest piyasa” savunusu, “ekonominin liberalleştirilmesi”, “ticaretin serbestleştirilmesi” biçiminde, “demokrasinin yerleşmesi” gibi kaygılarla değil, ama emperyalist baskı artındaki ülkelerin uluslararası tekellerin yağmasına bütünüyle açılması amacıyla gündeme sokulmuştur. Muz, kürk ve Cola savaşlarında görüldüğü gibi ABD ve örneğin Almanya kendi piyasalarını serbestleştirmezken, uluslararası tekellerin, Türkiye gibi ülkelere yönelik, gümrük duvarları, himayeci yasalar vb. türünden bütün engellerden temizlenmiş birer çiftlik isteklerinin ürünüdür. Demokrasiyi geliştirmenin değil, tekelci diktenin tahkim edilmesi ve emperyalist çıkarlara bağımlılığın geliştirilmesiyle tamamen önünü almanın aracı kılınmıştır.
—Tekel demokrasi değil gericilik eğilimidir
Dikte, baskı, denetim altına alma ve hükmetme, tekelin temel karakteridir. Tekeller tüm ekonomik ilişkileri kendisine bağımlı kıldığı gibi, hükümetler ve bürokrasi ile kurduğu ilişkilerle onlarla iç içe geçer; tekelin çıkarından üstün çıkar bırakmaz.
Tekel ne serbest ticaretten yanadır ne serbest tartışmadan. Ne ekonomik özgürlükten, ticaret özgürlüğünden ne de siyasal özgürlüklerden. Tekelin ortaya çıktığı yerde özgürlükler gündemden kalkar; her şey tekelin çıkarına bağlanır. Tekel her alanda demokrasinin, özgürlüklerin çiğnenmesidir. Tekel, gericiliğin yoğunlaşmış ifadesidir. Demokrasi mücadelesinin baş hedefi, tekelci kapitalizmin ortaya çıkmasından bu yana tekellerdir: Emperyalist tekelci burjuvazi ve onunla birleşmiş işbirlikçi tekelci burjuvazi. Demokratik hakları ayaklar altına alarak yönetirler ve yönetim biçimleri demokrasiden başka her şeye benzer. Otoriter rejimleri suçlayarak “demokrasi” savunuculuğu maskesi takmaya çalışmaları, işçi ve emekçilerin tepkileri nedeniyledir.
Tekelci döneminde artık demokrasi, tekeller tarafından yıkıma uğratılır, önü kesilir ve ancak sömürülen geniş işçi ve emekçi yığınların mücadelesinin ürünü olarak doğup gelişebilir.
a) Sosyalist demokrasinin şafağı yeniden sökecek
Önceden burjuva devrimleriyle, tamamen sınıf mücadelesinin ürünü olarak gerçekleştirildiği ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda vb. ülkelerde, burjuva demokrasisi, artık gelişmesinin sonuna gelmiştir ve kendi karşıtını davet eder durumdadır. Geniş sömürülen yığınların, işçi ve emekçilerin baskı altında tutuluşunun örgütlenmesi olarak, tekellerin egemenlik biçimi olarak, tarihsel bakımdan ömrünü tamamlamıştır. Tıpkı temelini oluşturan kapitalist özel mülkiyet ve tekellerin egemenliğine götüren sömürü ilişkilerinin tamamladığı gibi. Artık, ne kadar “öldüğü” ve bir “alternatif oluşturmadığının kanıtlandığı” ileri sürütürse sürülsün, sosyalizm ve sosyalist demokrasi tarafından yerinden edilecektir. Yüz milyonlarca işçi ve emekçi birkaç bin ailenin sınırsız egemenliğine sonuna kadar katlanamaz.
b) Sosyalizmin bir ön adımı olarak siyasal demokrasi ihtiyacı yakınlaşmıştır
“Global demokrasi” ve onun temeli olarak Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde yeniden örgütlendirilmeye uğraşılan emperyalist saldırı altındaki ülkelerde ise, siyasal demokrasi kesin bir ihtiyaç halindedir.
Bu ülkelerde sorun, “global demokrasi” mi, uluslararası tekellerin, emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin talancı kan dökücü egemenliği mi yoksa sosyalizme geçiş adımı olarak işçi ve emekçilerin demokratik egemenliği mi sorunudur.
Bu ülkeler, “demokrasiyi yerleştirme ve pekiştirme”, misyonunu ilan eden başta ABD olmak üzere emperyalizmin demokrasiye hayat hakkı tanımayan temel veri durumundaki saldırganlığına maruzdur; bağımsızlık adına ne varsa silip süpüren emperyalizmin (ve işbirlikçilerinin) talan ve zorbalığının acısını çekmektedir.
İşbirlikçileri aracılığı ve doğrudan müdahalelerle emperyalistler, bu ülkeleri denetimleri altında tutmaktadırlar. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, GATT, OECD, AB, BAB, NAFTA bu müdahale ve denetimin özel kuruluşlarıdır. MAI, MIGA, uluslararası tahkim gibi anlaşmalar, bu denetim ve talanı sağlamak içindir. BM, bu müdahaleyi ve denetimi gerçekleştirme kurumudur. Bu olağan kuruluşlarla denetim istenen ölçüde sağlanamaz olduğunda, 2. Dünya Savaşı’nın Nazi artıklarından oluşturulup kurulmuş ve her ülkede en gerici, faşist kan dökücü saldırganlarla güçlendirilmiş doğrudan devlet kuruluşu Gladio (kontrgerilla), “bizim oğlanlar”a (Amerikalılar 12 Eylülcü darbecilere böyle diyordu) yaptırılan darbeler ve Somali, Irak vb. örneklerinde olduğu gibi askeri müdahaleler gündeme alınır. Ya da bunlar hiç gündemden çıkmaz; “global demokrasinin ayrılmaz parçalarıdır.
Dolayısıyla Türkiye’nin aralarında bulunduğu emperyalist baskı altındaki ülkelerde durum, “global demokrasi” propagandacılarının işaret ettiklerinin tam tersi yöndedir. Emperyalistler bu ülkelerde “demokrasiyi yerleştirmeye” çalışmıyorlar; tersine demokrasi mücadelesinin başlıca hedefi durumundadırlar.
– Toplumsal devrim ihtiyacı
Yeni Dünya Düzeni savunucuları kapitalizmin, tekellerin alternatifi olmadığını ve “global demokrasiden başka çare bulunmadığını ileri sürerek, tekelci kapitalizme karşı mücadelenin başarı olanakları üzerine inançsızlık yaymaya ve demokrasi mücadelesinin önünü kesmeye yönelmişlerdir. Amaçları, sömürülen yığınlara tekelci kapitalizmi, azgın sömürü ve zorbalık koşullarını kabul ettirmektir.
Yeni Dünya Düzeni ve “global demokratizm”in ürkek eleştirmenleri ise, “barışçıl” ve “demokratik” “ultra-emperyalizm” beklentisi içindeki Kautsky gibi, tekelci kapitalizmin aşırılıklarını, aşırı kötülüklerini suçlarlar. Eleştirilerinin ortak noktası, toplumsal eşitsizliklerdir. Çözüm önerileri ne demokrasi ihtiyacına yöneliktir (zaten demokrasiyi varsayarlar) ne de köklü bir değişiklik isterler. “Düşük Yoğunluklu Demokrasi” kitabının yazarları bu konuda aynı görüştedir. Bu görüş, kitabın üç imzalı ilk makalesinde şöyle belirtilmiştir: “Siyasi demokrasi ile toplumsal reformu bütünleştirmeksizin, kendi başına demokrasinin uzun vadede aşındığı ileri sürülebilir. Toplumsal reformsuz biçimsel demokrasi, ekonomik eşitsizliği artırır ve dolayısıyla toplumdaki eşitsiz erk paylaşımını yoğunlaştırır. Demokratik rejimlerin ilk ve en önemli görevi toplumsal reformdur.” (sf. 11)
Bu görüş, demokrasinin bulunmayışından büyük acılar çeken, emperyalizme bağımlı ülkeler açısından ileri sürülüyor. Demokrasi ile tanımlanan bu ülkelerin eksikliği, toplumsal koşulların ağırlığı olarak gösteriliyor. Oysa bu ülkeler, ezici çoğunluğuyla hiç demokrasi deneyinden geçmemişlerdir; tekellerin denetimi altındadırlar, çoğu askeri darbeler yaşamıştır ve bütün bunlar, bir yanda emperyalizm ve tekellerin öte yanda işçi ve emekçilerin yer aldığı temel toplumsal karşıtlık nedeniyledir. Bu ülkeler reform değil, tekelci burjuvazi ve ardındaki emperyalizmin tahakkümünü kıracak bir demokratik devrim ihtiyacı içindedir. Ve zaten hiçbirinde toplumsal reform yönünde bir eğilim görünmez. Sorun uluslararası tekellerin denetiminin kırılması ve işbirlikçi tekellerin sömürüsüne son verilmesi sorunu olarak, sosyalizmin ön adımı olan demokratikleşmenin sağlanmasıdır. Emperyalizm ve tekellerin çerçevesi dışına çıkmayacak reform girişimleri ise, boğulmaya mahkûmdur, boğulmasa bile dönüştürücü güçten yoksundur.
—Seçim demokrasisi” ya da sömürülen yığınların siyasetten dışlanması
Bir demokratik devrim sürecinden geçmemiş emperyalizmin denetimi altındaki ülkelerde, demokrasinin güldürüsü oynanır. Seçimlerin yapılması ve hükümetlerin seçimler yoluyla el değiştirmesi (darbeler ima edilerek) alkışlanır ve demokrasinin nişanesi ve varlığının kanıtı sayılır. Çetelerin her köşeyi tutmuş olması, binlerce insanın “yargısız infaz”a kurban gitmesi, binlerce köyün yakılması, cezaevlerinin “düşünce suçu” ile cezalandırılmış aydın ve emekçilerle dolu olması, dayanışma grevinin bile yasak olması, en çok bu “demokrasinin eksikleri olarak düşünülür ve zamanla tamamlanacağı ileri sürülür. Yığınlar oy kullanıyor ve “kendilerini yönetenleri seçiyor”sa, sorun hallolmuştur. Bu, eleştirmenlerinin de genel olarak katıldığı “global demokrasi” anlayışıdır.
Oysa en demokratik burjuva cumhuriyetlerde bile nüfusun yüzde 99’u yönetimden dışlanır, siyasete katılamaz. Devlet işleri, birkaç yüz kişi tarafından yürütülür. Son karar verici mercii ise, Türkiye’de MGK örneğinde olduğu gibi, iki elin parmaklarını geçmeyen “devlet büyüğü”dür.
Bu durum ABD ya da İngiltere açısından değişmez. Devlet işlerine ilişkin kararlar parlamentolarda değil, Pentagon ve CIA şefleriyle Beyaz Saray bürokratları ve az sayıda tekelci patron tarafından alınır.
Bu iktidar yoğunlaşmasına gücün mali oligarşide birikmesi ile ulaşılmıştır.
Geniş yığınların bu duruma katlanması en başta, sermayenin ekonomik egemenliği nedeniyledir. Yaşam kavgası içinde işlerinden başlarını kaldıramayan emekçiler dört ya da beş yılda bir oy verme dışında devlet yönetimine katılamazlar. Katılmaları, ayrıca siyasetin maliyeti nedeniyle engellenir. Düşüncelerini yaymaları, toplantı yapmaları, örgüt kurmaları hep yüksek maliyetlidir. En demokratik kapitalist ülkelerde bile, emekçi kitleler sadece iç politika süreçlerinden değil dış politika süreçlerinden de dışlanır. Dış politikanın kapalı kapılar ardında kararlaştırılmadığı ve yüzlerce gizli anlaşma uyarınca yürütülmediği tek bir burjuva ülke bile yoktur.
Geniş kitleler, ayrıca eğitim yoluyla ve aldatılarak siyasal süreçlerden dışlanırlar. Resmi eğitim tekellerin koşullandırmasına dayanır. Öte yandan işçi ve emekçiler kendi okullarını ekonomik nedenlerle açamazlar ve kendi basınları aracılığıyla eğitim de matbaa, kâğıt, dağıtım vb. işlerinin yüksek maliyetine dayanıp tıkanır. Kamuoyu oluşturma ve yönlendirme aracı medya sermayenin elindedir, ancak onun parayla satın aldığı adamlar tarafından kullanılır.
Geriye oy hakkı kalır. Emekçiler, ancak seçmen olabilirler ve kendilerini satmadıkça, aday olma ve hele kazanmak için kapsamlı bir seçim kampanyası yürütmenin maliyeti caydırıcı ve alıkoyucudur. Demokratik ülkelerde bu yolda ilerlemeler sağlandığında, yine paranın gücü, adam satın almalar için devreye girer. JetPa’cı milletvekillerinin değerinden ve birkaç tane satın alabileceğinden boşuna bahsetmez.
Yetmediğinde, 28 Şubatçılar benzeri darbeciler hazır durumdadır. Mafyacılar devletle iç içe alesta beklemektedir. Kontrgerilla emre amadedir.
Bu açık terör aygıtları, ekonomiden kaynaklanan sınırlamalar hiçbir zaman yeterli olmadığı, çünkü emperyalist ve tekelci baskı sınıf karşıtlıklarını üst boyutlarda sertleştirip siyasal atmosferi ağırlaştırdığından, emperyalist talan ve denetim altındaki ülkelerde olağan aygıtlar durumundadır ve sürekli görev başındadır.
Bu ülkelerin sömürülen yığınları, siyasal zoru, her günkü yaşamlarından tanırlar. Çünkü ekonomik dışlamanın yetmediği her yerde siyasi zora, açık zora dayalı dışlayıcılık ihtiyacı kaçınılmazdır. Yasaklar (düşünce suçları, sansür, örgütlenmeye ilişkin yasaklar, grev yasakları vb., yanında olağanüstü hal, sıkıyönetim) ve yasal olmayan fiili zor (çetelerin eylemleri, “derin devlet”) bu boşluğu doldurur.
Parlamentolar en çok bu ülkelerde tekelci yönetimin ve kapitalizmin ayıbını örten asma yaprağı durumundadır. Asıl güç merkezlerinin kararlarını onaylayan kâtipler topluluğu konumundadır. Üstelik bir gün var bir gün yokturlar. İleri işçiler, parlamento ve seçimlerden, ancak, etkinliklerinin düzeyini ölçmek, politik etkilerinin ne denli derine nüfuz ettiğini görmek bakımından ve seçildiklerinde ezilenlerin geri yığınlarının eğitimi hizmetinde bir kürsü olarak yararlanabilirler. Yoksa 4 ya da 5 yılda bir ezilenlere verilen kendilerini kimin ezeceğini “kararlaştırma” hakkını demokrasinin amentüsü olarak görmezler.

İŞÇİ SINIFI VE BURJUVA DEMOKRASİSİ
1. Demokrasi mücadelesi işçi sınıfına kalmıştır
Tekellerin ortaya çıkması, ekonomik ve siyasal yaşamda denetimlerini sağlamalarına bağlı olarak gericileşen, rantiyere dönüşen burjuvazi, artık devrimci özelliklerini yitirmiş, yoğun biçimde sömürdüğü işçi ve emekçilerin bastırılmasından başka siyasal amacı kalmamıştır.
Dolayısıyla demokrasinin kapitalizmle birlikte çürüdüğü ve doğrudan sosyalizme çağrı çıkardığı ülkelerin (bu ülkelerde kavga yine demokrasi kavgasıdır, ama bu kez sosyalist demokrasi kavgasıdır) ötesinde demokrasi için savaşmak, en başta işçi sınıfına kalmıştır.
İşçiler emperyalizm ve işbirlikçilerinin sömürü ve baskısı karşısında toplumsal kurtuluş için, sömürüye son vermek üzere yürüyecek başka yolları olmadığı için demokrasi için mücadele etmek zorundadır. Demokrasi yolundan geçmeden, karşıtı ile sınıf çelişmesinin üzerini örten çok sayıda etkeni etkisizleştirmek olanaksızdır. Üstelik işçi sınıfı, emperyalizmden ve işbirlikçilerinden zarar gören tekel dışı burjuvaziye kadar halkın geniş kesimleriyle birleşme ya da bir kısmını tarafsızlaştırma üstünlüğüne ancak demokrasi mücadelesi çerçevesinde sahip olabilir. Çeteler tüm halka kan kusturur ve özgürlükler bütün halka yasak edilmiş ve faşist diktatörlük tüm muhalifleri ezerken, işçi sınıfının, ancak kendisine en yakın emekçi tabakalarla birlikte bir çırpıda toplumsal kurtuluşu hedeflemesi, başarıyı olanaksız kılacağı gibi, geniş halk yığınlarıyla birleşmenin önünü keser. Üstelik işçiler, demokrasinin bulunmayışından en çok zarar gören sınıfların başında gelmektedir.
O halde, işçi sınıfı sosyalist eğitimini demokrasi mücadelesi içinde tamamlar ve ileriye yürüyüşünde toplumun tüm ezilen kesimleriyle birleşerek bu yürüyüşü kolaylaştırırken, durmaksızın toplumsal kurtuluş için mücadelesini sürdürmek üzere demokrasi mücadelesinin başını çekecektir.
Demokratik haklarını kazandıkça işçi sınıfı, mücadelesini daha bir silahlanmış olarak sürdürme olanaklarına kavuşacak; ama daha da çok demokrasi mücadelesi içinde dostunu düşmanını iyi tanıyıp uzlaşmacılığı, sonuçlarını vb. deneyden geçirerek geleceğin toplumsal kurtuluş mücadelesine hazırlanacaktır.
Burjuvazinin en üst kesimi tekelci burjuvazi, demokrasi mücadelesinin engeli ve hedefi olmuştur. Orta sınıflar, en başta tekel dışı burjuvazi, onunla ve emperyalizmle bağları nedeniyle, kurulu düzenden zarar görmesine rağmen tutarlı bir muhalif olamaz. Üstelik sömürücü bir sınıf olarak, en az onlar kadar işçi sınıfından korku duyar. Karşı koyma ve demokrasi isteme durumunda bile, yarım yamalak reformlar peşinde demokrasi mücadelesini dumura uğratmaya yönelir. Küçük burjuvazinin ürkekliği, yalpalamaları beklenmez değildir. Dolayısıyla ancak işçi sınıfı demokrasi mücadelesinin sonuna kadar ve tutarlı savunucusu olabilir. İşçi sınıfının başını çektiği demokrasi mücadelesi ise, durmaksızın sosyalizme geçişin garanti edilmesidir.
2. İşçi sınıfının eğitimi ve politikleşmesinin demokrasi mücadelesinden başka yolu yoktur
Demokratik haklardan yararlanma ve bu haklar için demokrasi mücadelesi, işçi sınıfının politik eğitimi açısından olmazsa olmaz koşulu oluşturur.
En başta işçiler, ekonomik haklan için girdikleri hemen her mücadelede, hükümetin baskısı ile karşı karşıya kalıp demokrasi için mücadele zorunda olduklarını anlamaya başlarlar. Bugün Türkiye’de olduğu gibi, hemen her ücret ve diğer sosyal hak mücadelesi doğrudan hükümete karşı mücadele olmadan zor yürür. Hükümet ya patron olarak ya da patronlar adına davranır. En önemlisi, Yeni Dünya Düzeninin yolunu düzleyen önlemler hükümet eliyle dayatılır. Sosyal güvenliğin tasfiyesi, özelleştirmeler ya da ücretlerin düşük tutulması vb. gibi.
İşçilerin, sınıf olarak hükümetle karşı karşıya geldiği mücadelelerden geçmesi ve kendisinin farkına varması, kuşkusuz önemlidir. Ama daha önemlisi ve sınıfın politik bilinçle donanması, sadece kendi demokratik ve sosyal hakları için değil ama düzenden baskı gören başka sınıf ve tabakaların hakları için mücadele etmeye yönelmesi ile gerçekleşir. İşçi sınıfı, ancak kendi hakları için mücadele sürecinde demokrasi için mücadeleye atılarak, başka ezilenlerin haklarını sahiplenme bilincine ulaşabilir. Sadece kendisi ile patron ya da hükümet arasındaki ilişkiler alanında politik bilince ulaşması mümkün olmayan işçi sınıfının, kendisi ile başka sınıflar, onlar ve kendisiyle devlet arasındaki ilişkiler alanında ulaşabileceği sınıf bilinci, ancak demokrasi mücadelesi içinde elde edilebilir.
Sosyalizm mücadelesinin başarısı için bu bilinç zorunludur. Öyleyse, demokrasi mücadelesi içinde pişmeden, dolayısıyla sınıf bilinciyle donanmadan işçi sınıfının sosyalizm için mücadeleyi kazanması hayaldir. O nedenle demokrasi mücadelesi, sosyalizmin zaferinin de anahtarı durumundadır.
Bu mücadele içinde işçiler sadece dost ve düşmanlarının ve tümünün devletle olan ilişkisinin bilincine varmak ve yollarını doğrultmakla kalmazlar; aynı zamanda ezilen diğer kesimlerin haklarının savunuculuğunu yaparak demokrasi mücadelesinin başarısı için zorunlu birlik ve ittifaklarını da gerçekleştirirler. İşçiler başka ezilenlerin talep ve eylemlerini desteklemeden, kuşkusuz onlarla işçi sınıfı arasında bir yakınlaşma ve demokrasinin kazanılması için zorunlu birlikler oluşmasının yolu açılmayacaktır.
Bu yüzden, IMF’nin özelleştirme saldırısı karşısında direnişe geçen Yatağan işçilerinin eylemi önemliydi. Sadece işlerini değil, tüm ezilenlerin temsilcisi olarak IMF karşısında Türkiye’nin bağımsızlığını da savundukları eylemleriyle ezilenlerin bağımsızlık mücadelesinin yolunu da açtılar.
Yatağan önemliydi, çünkü İstanbul’da çok sayıda fabrikada iki saatlik iş bırakmayla çağrısı yanıtlandı. Yatağan ve Yatağan’ın çağrısını yanıtlayan işçiler, sadece kendi “dar” talepleriyle mücadele etmedikleri için, hem demokratik hem de sınıfsal dayanışmanın örneğini sundular. Özelleştirme sorununa sahip olmayan işçilerin Yatağan için iş bırakması, kesinlikle sınıf bilincinin yükselmesine bir işaretti ve işçi sınıfının politikleşmesinin tek yolunu göstermesi bakımından önemliydi. Yine bu yüzden, SEKA işçileri sadece kendi taleplerini değil ama “Bugün SEKA yarın Türkiye” ve “Kahrolsun IMF, Bağımsız Türkiye” taleplerini yükselterek İzmit memuru ve esnafının desteğini sağladıklarında önemli bir işi başardılar.
Aynı şekilde işçi sınıfının ezilen Kürtlerin taleplerini sahiplenip desteklenmesi önemlidir ve sınıfın politik bilincinde ciddi bir yükselmeyi gösterecektir.
Öte yandan demokrasi mücadelesi içinde politik bilincin yükselmesi, demokratik ve sosyalist mücadele açısından olduğu kadar salt ekonomik talepler için mücadele açısından da önem taşır.
Ezilen sınıfların her eyleminde “benim işçim”, “benim köylüm”, “memuru işçiye ezdirmem” ya da “köylü şehri sömürüyor” türünden ezilenleri birbirine düşürmeye yönelik demagojik propagandalar ortalığı kaplar. Ekonomik olsun demokratik olsun yürütülen mücadelenin başarısı, ezilenlerin birliğini zedelememesine, tersine geliştirmesine bağlıdır. Köylünün taban fiyatı için mücadelesine ya da memurun zam talebine destek vermeyen işçi henüz, bırakalım sosyalizmi, demokrasi mücadelesi için bile hazır değil demektir. Bu haliyle egemenler tarafından bir o yana bir bu yana çekiştirilir. Ama işte politik bilince de ancak demokrasi mücadelesi içinde ulaşarak, sadece demokrasi için değil sosyalizm için mücadeleyi de kazanacak olan, yine, bütün sömürülenlerle birlikte mücadele etmeyi ve demokrasi mücadelesinde sömürücü sınıflarla da uzlaşmalar yapmayı öğrenerek olgunlaşmasını tamamlayacak olan işçi sınıfıdır.

GERÇEK DEMOKRASİ SOSYALİST DEMOKRASİDİR
Sonunda; Fukuyama ve benzeri “piyasa demokrasisinin ve kapitalizmin sonsuzluğunu ve alternatifsizliğini ilan edenler ne derlerse desinler, toplum sosyalist dönüşüme uğrar. İşçi sınıfının kapitalistlere karşı doğrudan sosyalist mücadelesine (burjuva demokratik devrimden geçmiş ülkeler) ya da işçi sınıfının başını çektiği demokrasi mücadelesinin zaferine (bir demokratik devrimden geçmemiş ülkeler) bağlı olarak durmaksızın sosyalizme geçilir.
Kapitalist toplumun bu dönüşümü zorunlu ve kaçınılmazdır.
Kendisinin değil ama tamamen başkasının ürününü kendisine mal ederek biriktirilen sermaye, gittikçe toplumsallaşan üretim ile mülk edinmenin kapitalist karakteri arasındaki zıtlığın dayanılmaz hale gelmesidir. Tekellerin egemenliği, bu zıtlığın ölümcül sonucu üretme noktasına varmasının belirtisidir: Toplumsal üretimin kazandığı olağanüstü boyutlar karşısında bütün zenginlik kaynakları çok küçük bir azınlığın elinde birikmiştir. Bu çelişme kendisini burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlıkta gösterir. Kapitalist üretim, toplumsallaşan üretimin tek tek fabrikalarda ve tekellerin ortaya çıkmasıyla birkaç fabrikada birden örgütlü oluşuyla, toplum çapında bilinmez pazarlar için yapılması demek olan üretim anarşisi arasındaki karşıtlığı en, üst düzeyde geliştirir. Bu, krizlere götürür. Kapitalizmin yaşamını sürdürmeye mecali olmadığı ortaya çıkar. Üretim biçimi değişim biçimine karşı başkaldırır, toplumsal nitelikleriyle çok büyüyerek kapitalist üretim biçimi içine sığmaz olan üretici güçler, üretim biçimine karşı başkaldırıdan Üretici güçler, artan bir güçle karşıtlığın giderilmesine, sermaye niteliklerinden kurtulmalarına ve toplumsal üretici güçler olmalarının gerçek tanınmasına götürür.
Tek tek fabrikalarda ve tekellerin ortaya çıkışıyla birkaç fabrikada birden üretimin örgütlülüğü ve tek merkezden planlanması ile “serbest piyasacı” ideologların bütün yüceltmelerine karşın piyasa (üretim anarşisi) öylesine çelişmeye başlar ki, kapitalizmin henüz kendi çerçevesi içinde tanımaya mecbur kaldığı üretici güçlerin gerçek niteliği ve planlı üretim, bu çerçevenin parçalanmasını zorunlu kılar. Bugün Türkiye’de 500 en büyük şirketin gerçekleştirdiği bütün üretimin Amerikan tekeli General Motors’un üretimin ancak yüzde 43’ü düzeyinde olması ya da aynı tekelin çok sayıda fabrikada ürettiği ürünlerin değerler toplamının 17 ülkenin gayri safi milli hâsılası toplamına eşit olması tek bir gerçeğe işaret eder: Tek bir tekel, “piyasanın üstünlüğü” ya da kapitalizm koşullarında 17 ülkenin tek tek planlayamadığı üretimleri kadar bir toplam toplumsal üretimi tek bir merkezden planlayabiliyor ve devasa bir toplumsal emek büyüklüğünü ve üretimi tek merkezden yönetiyorsa, kapitalizm artık, eskisinden çok daha fazla sosyalizm için olgunlaşmış demektir. Çünkü sosyalizm, toplumsal üretimin merkezi plan uyarınca ve bunun kapitalizm çerçevesinde ortaya çıkan ipucuna ek olarak ve yine bunun zorunlu kıldığı ürünlerin özel mülk edinilmesi olmadan üretilmesinin örgütlenmesinden başka bir şey değildir.
Kapitalist üretim biçimi, ara sınıfları durmaksızın sefalete sürükleyip eriterek nüfusun büyük bölümünü işçileştirirken, yok olma sınırında, bu altüst oluşu gerçekleştirme zorunda ve yeteneğinde gücü de yaratmıştır. Sonunda, burjuva demokrasisi içinde demokratik haklardan yararlanarak ya da demokrasi mücadelesi içinde bu hakları ve demokrasiyi kazanma sürecinde tamamlamakta olduğu eğitimi, işçiyi, çelişmenin çözüm ihtiyacının dayattığı tek bir noktaya yöneltir: İşçi sınıfı devlet iktidarını ele geçirerek, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve sömürüye son verir. Ekonomik egemenliğin sonucu olan siyasal egemenliğini devirerek kapitalistlerin ekonomik egemenliklerini de sona erdirir. Artık üretici güçlerin toplumsal nitelikleri tanınmıştır. İlk adım, üretim araçlarının devlet mülkiyeti haline dönüştürülmesidir.
Toplumsal dönüşüm ihtiyacı, işçi iktidarının kurulmasına götürür. Yeni Dünya Düzeni savunucularının “totaliter yönetimler” olarak suçladıkları Rusya ve bir dizi ülkede götürmüştür. (Burada, bu ülkelerde revizyonizmin ortaya çıkışı ve kapitalizmin restore edilmesi tartışmasına girmiyoruz.)
“Totalitarizm” olarak suçlanan bu iktidar değişikliği, azınlığın çoğunluk üzerindeki boyunduruğunun yerini çoğunluğun azınlık üzerindeki boyunduruğunun almasıdır. Sosyalist demokrasi, bu nedenle, burjuva demokrasisinden milyon defa daha demokratiktir. Baskı her ikisinde de vardır. Her ikisi de diktatörlüktür. Ancak burjuva demokrasisi ya da aynı anlama gelmek üzere burjuva diktatörlüğü, küçük bir sömürücü azınlığın geniş işçi ve emekçi yığınlar üzerindeki baskısının örgütlenmesi ya da diktatörlüğüdür. Sosyalist demokrasi ise, işçi ve emekçi yoğunluğunun bu küçük azınlık üzerindeki baskısı ya da diktatörlüğüdür.
Bu niteliğiyle, yine bir devlet biçimi olan sosyalist demokrasi ya da proletarya diktatörlüğü, artık devletsizliğe geçiştir. Kelimenin gerçek anlamıyla devlet olmayan devlettir. Sömürücü toplumlardan, sınıf zıtlıklarının ürünü olarak miras alınan devletin, sınıf zıtlıkları ve sömürünün ortadan kalkması sürecinde sönme yolunda ilerlemesidir. Çoğunluğun, azınlık üzerindeki baskı ihtiyacı giderek azalır. Sınıf karşıtlıklarının giderilmesine bağlı olarak çoğunluk ve azınlığın yok olmasıyla, artık baskı altında tutacak kimse kalmaz. Baskı ve dolayısıyla özgürlükler anlamını yitirir. Devletsizliğe ulaşılır.
Sosyalist demokrasi bu sürecin devlet olmayan devletidir ya da devlet olmaktan çıkmakta olan devletidir. Ve sadece bir geçiş dönemi devleti olur: Kapitalizmden komünizme, son sınıflı toplumdan sınıfsız, sömürüşüz topluma geçiş döneminin devleti.
Yeni Dünya Düzeni savunucuları bu devleti, totaliter sayar ve suçlarlar. Artık açık olmalıdır ki, suçladıkları “totaliter yönetim” falan değildir (otoriter olmayan ne bir devrim ne de bir demokrasi ve devlet olmuştur ve olacaktır); suçladıkları, başta işçi sınıfı olmak üzere sermayenin baskısı altında olan ve bu baskıdan kurtulmaya özlem duyan geniş emekçi çoğunluğudur. Çünkü sosyalizm, sınıfların, sömürünün ve baskının ortadan kaldırılması olarak, toplumsal eşitsizliklerin kaldırılması ve toplumsal kurtuluş olarak, geniş emekçi yığınların özgürlüklerden yararlanma olanağı olarak, işçi ve emekçilerin toplumsal örgütlenmesidir.
Henüz geniş işçi ve emekçi yığınların politik bilince sahip olmamasından yararlanarak Yeni Dünya Düzeni savunucuları, yüzlerinin açığa çıkmasını geciktirmek için, doğrudan işçi ve emekçileri ve onların toplumsal kurtuluş özlemini değil, “totaliter yönetim” adını taktıkları sosyalizmi suçlamayı tercih ediyorlar.
Suçladıkları işçi ve emekçilerin, sömürü ve baskılarına “yeter” diyecekleri zaman çok uzak değildir. Yaşadığımız, o çağdır.

Ağustos 1999

Üniversiteler ve demokrasi

Üniversiteler, Türkiye’nin yakın tarihinde, devletin ve egemen sınıfların olduğu kadar, halk sınıflarının muhalefet hareketlerinin de gündeminde önemli bir yer tutmuştur. Kimi zamanlar, neredeyse, ülkenin bütün çelişmelerinin üzerinde yoğunlaştığı düğüm noktaları gibi görünmüştür. Öğrenci gençlik ve öğretim üyelerinin çoğunluğu, ülkenin ve dünyanın bütün sorunlarının sahibi, takipçisi, hatta çözücüsü gibi sahneye çıkmış, muhalefet hareketinin en ön safında dövüşmüştür. Gençlik-aydın hareketi, toplumsal muhalefetin temel bileşenlerinin görünen yüzünü oluşturmuştur. Bu görünüşe karşın, üniversite, tek başına, bütün diğer sınıf çelişmelerinden bağımsız olarak değil, bütünün etkili bir parçası olarak hareket etmiştir. Bu yüzden de, her türden saldırıyı öncelikle “görünüş” unsurlarından başlatan egemen sınıflar için bu hareketten yükselen sesin bastırılması, muhalefetin tümünün sesinin kesilmesi anlamına gelmiştir.
Türkiye’de 80’li yıllara kadar “üniversite” denilince, bir muhalefet odağının akla gelmesinin temelinde, bu özel tarihsel dönemlerin karakteristikleri bulunmaktadır.
Ne var ki üniversite, toplumdaki ileri hareketlerin kaynağı ve sözcüsü olma özelliğini yalnızca öğrenci hareketi dolayısıyla kazanmamıştır. Üniversiteler potansiyel olarak, kültürel gelişmelerin düğüm noktası ve bilimsel ilerlemenin temelidir ve bu özellikleri dolayısıyla, “doğru”nun, bilimsel gerçeğin, araştırmacı disiplinin de simgesi olarak kabul edilirler ve bu yüzden toplumun ileriye dönük yüzünü temsil ederler. Üniversiteler, bu özellikleri dolayısıyla da toplumdaki ileri hareketlerin kaynağı ve sözcüsü olarak görünürler.
Ne var ki, sermayenin dünyasında, toplumsal ve bilimsel ilerleme, egemen sınıfın ihtiyaçlarıyla sınırlanmıştır. İlerleme ve gelişme, sürekli olarak çelişmelerin çözülmesi ve daha yüksek sentezlere ulaşılması anlamına geldiğinden, üniversitelerin temel ve evrensel ilkeleri, egemen sınıfın güncel ve sınırlı kimi ihtiyaçlarıyla uyuşmanın dışında bütün varlık nedenleriyle çatışmaktadır, bundan dolayı da esas olan onun ihtiyaçlar dışındaki etkilerinin engellenmesi ve kısıtlanmasıdır.
Üniversitelere yüklenen işlevle, işleyiş ve yapılanma özellikleri arasında görülen bütün çelişmelerin kaynağında bu çatışmanın zorunluluğu bulunmaktadır. Burjuvazi bir yandan, ekonomik, toplumsal ve siyasal etkisini sürdürmek için bilim ve teknolojiye muhtaçtır, bir yandan da, bunların gelişmesinin kaynağında bulunan üniversitelerin toplumsal muhalefetin bir parçası haline gelmesinden rahatsızdır. Üniversiteler üzerinde denetim kurmaya yönelik bütün baskıların kaynağında bu açmaz yatmaktadır. Öyleyse üniversiteler, yalnızca gelişmenin ve ilerlemenin bir unsuru olduklarından ötürü, temel karakteristikleriyle toplumsal muhalefet içinde yer tutarlar.
Üniversitelerin karşılaştıkları sorunların ve içinde bulundukları çelişmenin çözümü, dolaysız olarak toplumsal ve siyasal ilişkiler içindedir. Bu yüzden, üniversite sorunlarını tartışan ve çözüm arayan birçok öğretim görevlisinin üzerinde birleştiği çözüm, bilimin özgür bir ortamda üretilebileceği gerçeğine bağlı olarak, özgür ve demokratik bir ortamın oluşturulmasıdır.

“VAKA-İ HAYRİYE”DEN YÖK’E BİLİM VE SİYASET
Türkiye’de “bilim” (ya da ilim) sözcüğünü, kurumsal bir işlevin tanımlanmasında ilk kez kullanmak, bir eğitim kurumunun değil, bir derneğin üstüne düşmüştür. 1820’de kurulan ilk bilim derneği olan “Beşiktaş Cemiyet-i İlmiye” kendi amacını bilim yapmak ve yaymak olarak tanımlamış ve o dönemin birçok bilim adamını bünyesinde toplamıştı. Padişah II. Mahmut’a dernek üyelerinin “Bektaşi” olduğu yolunda yapılan ihbar sonucu ve Şeyhülislam Tahir Efendi’den alınan fetva ile dernek 1826’da kapatılmış ve bu olay, Yeniçeri ocağının ilgasinda Olduğu gibi “Vaka-i Hayriye” (hayırlı olay) adıyla anılmıştır. Daha sonra, 1861’de kurulan ve yine kısa sürede kapanan “Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye” de, amacını bilimi halka yaymak için konferanslar vermek biçiminde tanımlamıştı.
1844’te kurulması planlanan ancak 1863’te açılan “Darülfünun”un amacı ise, esas olarak, “bilimi ve fenni öğrenmeye hevesli olanlara ve bu hususta sivrilerek, padişahın yakınında görev almak isteyenlere yüksek bir öğrenim vermek” amacını güttüğünü açılış gerekçesinde bildiriyordu. Birkaç yıl sonra kapanan Darülfünun 1870’te yeniden açılırken, “Maarif-i Umumiye Nizamnamesinde, Tanzimat döneminin etkisi görülür. “… dünyanın gelişmesi, eğitim ve fende ilerlemeye bağlıdır. İnsanın yaradılışında var olan uygarlıkta ilerleme isteğinin gerçekleştirilmesi, endüstri ve teknikte buluşlara, bayındırlığın büyümesine, bilimsel yaşamın gelişmesine bağlıdır.” Bu kurum da 1871’de kapatılmıştır.
II. Meşrutiyet’le birlikte, yeniden kurulan “Darülfünun”, kuruluş tüzüğünde “bilimi bulmak, korumak ve yaymak”la görevli olarak tanımlanmıştır.
Üniversite sözcüğü ilk kez, 1933’te İstanbul Üniversitesi’nin kuruluş yasasında kullanılmıştır.
Bu yasayla Darülfünun kapatılmış ve amacı, “bilgi alanında araştırmalar yapmak, ulusal kültürü ve yüksek bilgiyi genişletmeye ve yaymaya çalışmak, devlet ve ülke hizmet ve işleri için ergin ve olgun öğrenciler yetişmesine yardım etmek” olarak gösterilmiştir. 1946’da yürürlüğe giren Üniversiteler Kanunu, öğrencilerin “Türk devriminin ülkülerine bağlı ve milli karakter sahibi vatandaşlar olarak yetiştirilmesi” amacını koymuştur.
1973’te, üniversitenin amaçları konusu, öğrencilerin güdülenmesi bakımından bir sıçrama noktasına işaret etmektedir. 1970 öncesi süreçte, üniversite gençliğinin toplumsal muhalefette oynadığı rolü göz önünde tutan bir anlayışla, üniversiteler, “örf ve adetlerine bağlı, milliyetçi ve sağlam düşünceli aydınlar… sağlam karakterli vatandaşlar” yetiştirmekle görevlendirilmiştir. Anayasa Mahkemesi, bu yasadaki “örf ve adet” sözcüklerinin çıkarılmasına karar vermiştir.
Yasa bu haliyle, 1981’deki köklü değişikliklere kadar 8 yıl yürürlükte kalmıştır. 12 Eylül rejiminin bütün özelliklerini üniversite özelinde yansıtan yeni kanunda, amaç maddesi 9 maddeden oluşmaktadır ve bunların 7’si, öğrencilere ayrılmış bulunmaktadır. Öğrencilerin yetiştirilme ilkelerini belirleyen bu maddelerde, Atatürk milliyetçiliğine bağlı olmak, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duymak, Türk milletinin milli ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşımak, Türk devletini, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olarak korumak gibi hedefler sıralanmıştır. Üniversite öğrencisinin ideolojisini belirlemeye yönelik bu maddeler karşısında, pek çok yabancı öğrenciyi barındıran bu kurumlarda, onlara nasıl olacak da, “Türk milletinin milli ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşımak” zorunluluğu getirileceği, yasa yürürlüğe girdikten, sonra cılız sesle sorulmuş olsa da, günümüze kadar herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. 1973’te Anayasa Mahkemesi kararı ile çıkarılan “örf ve adetlere bağlı” olma ilkesi ise, YÖK Yasasının “Ana İlkeler” bölümüne tepeden inmiştir.
Böylece Darülfünun’da “padişah hizmetinde” olmaya aday öğrenciler yetiştirilmesi amacından, aşama aşama, dolaysız olarak “devlet hizmetinde” olması şart öğrenciler yetiştirme amacına gelinmiştir.
Bu tarihsel özet, bilimsel araştırma ve bilimsel yayın bakımından iki önemli yükseliş noktasıyla üniversitelerin konumu arasında paralellikler olduğunu göstermektedir. İki başlıca sıçrama noktası, Tanzimat ve 1960’tır. Temelinde ve kaynağında büyük toplumsal muhalefet hareketlerini barındıran bu iki siyasal olay, önlerindeki kısa döneme, bu muhalefetin taleplerinin etkilerini taşımıştır. Kültürel hayat, bilimsel araştırmaya yönelik çabalar, basın, edebiyat ve sanat, bu iki dönemde de canlanmış, geçmişte kendilerine yönelik baskı ve kısıtlamaların kaldırılışına ya da en aza indirilişine tanık olmuştur:
Tersine, bu dönemlerin doğuşunda rol oynayan toplumsal hareketleri bastırmayı, etkilerini gidermeyi amaçlayan gerici Hareketler ise, onların sonuçlarını ve açtığı olanakları da ortadan kaldırmaya yönelmişlerdir. Bu arada üniversite, kültürel hayatın ve muhalefet hareketlerinin başlıca görünüm alanlarından birisi olarak, siyasal yönetim tarafından daima hedefe çakılmış ve kazanımları ilk elde yok edilen kurumlar arasında yer almışlardır.
Üniversitelerin amaçlarının tanımlanmasında görülen dalgalanmaların ve değişimlerin, aslında sınıflar arasındaki güç dengesinin durumunu gösterdiğini söylemek bu bakımdan yanlış olmayacaktır. Öyleyse üniversitelerin amaçlarına ilişkin müdahaleler, yalnıza o anda yönetimin uygulamalarının güncel içeriğini değil, geleceğe yönelik planlarını ve beklentilerini de yansıtmaktadır. Öğrencilerin eğitimi hakkındaki tanımlamalar, bir yandan güncel olarak öğrenci kitlesi üzerindeki denetim ve baskı mekanizmalarını gösterirken, diğer yandan da, rejimin kendisini uzak gelecek bakımından sağlama alma isteğine işaret etmektedir. Bunların kimilerinin saçmalığı ve açık gerici karakteri görülüp eleştirilse de, zaman içinde kısmen etkili olabilmektedir. Özellikle 12 Eylül’ün belli başlı niteliklerini en somut biçimde gösteren YÖK yasası ve buna bağlı olarak tanımlanan üniversite amaçları, onların oluşumunda hangi siyasal etkilerin rol oynadığını da açıklamaya yetecek malzeme taşımaktadır. Atatürkçülük, milliyetçilik, örf ve adetlere bağlılık, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün olduğu yolundaki resmi tez gibi özelliklerin yasalara ve tüzüklere girmesi, 12 Eylül öncesi toplumsal ve siyasal hareketlerin ürünüdür. Tıpkı 1960’tan sonra üniversitelerin bilimsel ve yönetsel özerklik kazanmasında ve Anayasa’nın basın, söz, toplanma ve örgütlenme haklarını güvenceye alan maddeler içermesinde olduğu gibi, sonraki düzenlemelerde de, bir önceki dönemde geçilen sürecin siyasal özelliklerini bulmak olanaklıdır.
Günümüzün üniversiteleri de, yıllar süren bir toplumsal mücadele içinde elde edilen sosyal hak ve çıkarların yanı sıra budanan, yozlaştırılan ve yok edilen kendi hak ve çıkarlarından, öz görevlerinden uzak bırakılmış olmanın sonuçlarını yaşamaktadır.

BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE EĞİTİM
Üniversitelerin, bilimsel eğitim, araştırma ve yayın verimliliği bakımından en yüksek noktada olduğu dönemin, devlet müdahalesinin en aza indiği 1960–73 arası dönem olduğu görülmektedir. Bu dönem, yalnızca oransal olarak araştırma ve yayın sayısıyla değil, bunların yüksek niteliği ile de karakterize olmaktadır.
Bu özellik, dolaysız olarak, üniversitelerin ülke ve dünya sorunlarıyla yakından ilgilenme ve onlar üzerine “konuşma” olanağı bulmasıyla ilgilidir.
Bir örnek olarak “1. Boğaz Köprüsü” üzerine üniversiteler düzeyinde yapılan araştırmalarla, sosyal, ekonomik ve siyasal sonuçları açısından ondan daha önemli bir yer tutan “GAP” üzerine yapılan araştırmaların niteliği ve niceliği kıyaslanabilir. Bu sayısal ve içeriksel karşılaştırma, aynı zamanda araştırmaların toplumsal çapta yayılan etkileri bakımından da yapılabilir. Her bakımdan, ortaya şu çarpıcı sonuç çıkmaktadır. Birinci konuyla ilgili olanların temel özellikleri şöylece sıralanabilir:
— Bilimsel ve teknik bilgiler ve bunlara ilişkin lehte ya da aleyhte yorumlar içermektedir;
— Hepsi açıklanmış, kamuoyu bilgisine sunulmuş ve üniversite dışı çevrelerde de yaygın bir biçimde tartışılmıştır;
— Konunun araştırılması, yalnızca mimarlık-mühendislik fakülteleri gibi dolaysızca ilgili olan fakültelerde ve üniversitelide değil, SBF, DTCF dibi sosyal ve siyasal bilim fakültelerinde de gerçekleşmiştir;
— Araştırmalar, toplumsal muhalefet ve iktidar tarafından kendi tezlerinin savunulması için bilimsel kanıt olarak kullanılmıştır.
GAP’la ilgili araştırmalar ise, büyük çoğunlukla resmi talepler üzerine yapılmış, araştırmayı isteyenle yapan arasında kalmıştır. Hemen hiçbiri yorum içermemekte, verilerin, olanakların ve olasılıkların sıralanmasıyla yetinmektedir; birçoğu kamuoyundan “devlet sırrı” gibi gizlenmiştir; dolayısıyla toplumsal ve siyasal hareketler açısından kullanılır olma özelliği taşımamıştır.
Bu özellikler, belki de, 12 Eylül 1980 sonrasında dayatılan rejimin beklentileriyle tam bir uyum içindedir. Ama sonuçta, üniversitelerin asli görevleri ve işlevleri bakımından bütün toplumu ilgilendiren bir gerileme ve nitelik düşmesi ortaya çıkmıştır.
Birçok öğretim üyesi, günümüz üniversitelerinde yapılan araştırmaların, yaşamdan ve birbirinden kopuk olduğundan ciddi olarak şikâyetçidir. Araştırmaların hemen hemen hepsi, “ne işe yarayacak, neden yapılıyor” gibi sorulara yanıt vermekten uzaktır. Yaşamdan, dolayısıyla toplumsal ihtiyaçlardan kopuktur. Çoğunlukla tez bitirme ve yayın yapma, hiyerarşide ilerleme, kariyer yapma, terfi etme amacına yöneliktir ve bu özellikleri dolayısıyla da, kütüphane ve enstitü arşivlerinde tozlanmaya terk edilmektedir.
Bir araştırmayı yaşama bağlayan gerçek ve tek bağ, o araştırmaya duyulan toplumsal ihtiyaçtır. Toplumsal ihtiyaç ise, kimi zaman açıkça ifade edilemeyen bir teknik değişiklik de olabilir, meydanlarda, yürüyüş kollarında haykırılan talepler içinde de bulunabilir.
SSK, özelleştirme, emeklilik yaşı, ücret ve enflasyon gibi somut sorunlar hakkında, öğretim üyelerinin bireysel görüş açıklamaları dışında, sistemli, kapsamlı ve birbirini tamamlayan bir araştırmalar dizisinden söz etme olanağı yoktur. Dış ilişkiler, yalnızca Dışişleri Bakanlığı’nın talebi üzerine ve “rapor” düzeyinde araştırma konusu olabilmektedir. Kürt sorunu ise, “PKK belası nasıl yenilir?” sorusu çerçevesinde yine, rapor konusu olarak ele alınmaktadır. Çünkü anayasanın 130. maddesi, öğretim üyelerinin “serbestçe” araştırma ve yayım yapabileceğini bildirirken açıkça, “Ancak, bu yetki, Devletin varlığı ve bağımsızlığı ve milletin ve ülkenin bölünmezliği aleyhinde faaliyette bulunma serbestliği vermez” biçimindeki kısıtlamayı da hükme bağlamıştır. Hiç kuşkusuz, bir araştırmanın devletin varlığını, ülkenin bölünmezliğini tehlikeye düşürüp düşürmediğini, bilimsel bir araştırma mı yoksa siyasal ve ideolojik bir propaganda malzemesi mi olduğunu saptayacak olan da, bilimsel ölçütlerle konuyu ele alacak olanlar değil, DGM olacaktır.
Bu koşullarda, pek çok öğretim üyesi, akademik kimliğini bir yana bırakarak araştırma yapma ve bunu üniversite dışı basın yayın araçları yoluyla kamuoyuna yayma yolunu seçmiştir.
Üniversitede kalanlar ise, verili koşullarda kendilerine uygun görülen çerçevede kalarak, üzerlerindeki kurşun örtüyü delebilmek için, gazete dergi köşelerini, televizyon programlarını seçmektedir.
Üniversite öğretim görevlilerinin asıl işlevini “öğretmenlik” olarak saptayan, bilimsel araştırma ve yayın işlevini ise ağır tehditlerle, kısıtlamalarla körelten anlayış, öğrenciyi de, bir “kalıba sokulması zorunlu” hammadde olarak görmektedir. Öğrencinin hangi ilkelerle eğitimden geçirileceği, öğretim standartlarının neye göre belirleneceği, yine toplumsal ihtiyaçlar açısından değil, “Milli Güvenlik” kavramı açından tanımlanmaktadır.
“Amaç ve İlkeler” bölümü, eski yasalarda birkaç cümlelik paragraflar halindeyken, 1981 tarihli 2545 sayılı yasada, bir sayfadan fazla yer tutmaktadır. Burada öğrencilerin yetiştirilmesinde, “Atatürkçü ve Türk milliyetçisi” kavramı ana ekseni oluşturmaktadır. Bunu, “Türk olmanın gururu” izlemektedir. “Türk milletinin milli, ahlaki, insani ve manevi kültürel değerlerini taşıma” ikinci sırada yer alırken, “bilimsel düşünceye sahip olma” ise, 5. maddeye konulmuştur. Pek çok öğretim görevlisi, bunun evrensel üniversite kavramına tamamıyla aykırı olduğu konusunda hemfikirdir.
Yerleşik evrensel tanıma göre, üniversitelerin iki temel işlevi vardır:
— Bilgi aktararak öğrencileri topluma hazırlamak, geleceğin bilim adamlarını yetiştirmek;
— Bilimsel araştırmalar yanmak, gerçeği araştırıp bulmak ve yeni bulgular üretmek,
Bizdeki yasal düzenlemede ve uygulamada ise, bu iki işlevden birincisi “Atatürkçü ve Türk milliyetçisi öğrenciler yetiştirmek” biçimine sokulmuş, ikinci işlevse, “öğretmek” kavramıyla sınırlanmıştır. Üniversite öğretim üyeliği, orta eğitim öğretmenliğine eşitlenmiştir.
Bu durumda, araştırma yapma, öğretim üyeleri için bir “romantizm” göstergesi sayılmaya başlamıştır. Çünkü sistemli ve birbiriyle bağlantılı araştırma yapma olanakları tümüyle ortadan kaldırılmış, bu koşullarda bireysel çabalar gerçek bir “Don Kişot”luk durumuna düşmüştür.
Çağımızda bilimsel araştırma, kişinin tek başına elde edemeyeceği yüksek iletişim olanakları ve uygun ortamlar gerektiren bir düzeye gelmiştir. “Don Kişotlar”, evlerindeki bin bir zorlukla alabildikleri bilgisayarın internet ağları başında kendilerine yardımcı olabilecek bir kanal, bir kişi aramakla tüketecekleri emeği ve zamanı, iç sistematiği olan programlar çerçevesinde yapılmış bir görev bölüşümünün gerektirdiği biçimde kullanacakları günü özlemektedirler. Bir-iki “imtiyazlı” üniversite dışında, araştırma yapmak, bilgi üretmek için gerekli malzeme, yeterli kütüphane, bilgisayar, laboratuar bir yana, oda bulmak bile sorundur.
Hiç kuşkusuz, bu yetersizlikler ve eksiklikler, bir siyasal tercihin sonucudur. “Kaynak yetersizliği”, “olanaksızlık” gibi gerekçeler, Bütçe’nin tercihleri göz önünde bulundurulduğunda ve eğitime ayrılan pay içinde üniversitelerin durumu incelendiğinde görülebilmektedir.
“Holding üniversiteleri” modası başladığından bu yana, kamuoyu, kimlere ne için ve ne kadar kaynak bulunabildiğini açıkça görebiliyor. “Holding üniversiteleri”, bir yandan kent toprakları üzerindeki rant kavgasına, “eğitim seferberliği” görüntüsü altında en haksız ve en sahtekar biçimde katılırken, ormanları, sit alanlarını tahrip ederek el koyarken, bir yandan da, öğrenci başına asgari 1000 dolar devlet desteği alarak, büyük sermaye kaynakları yaratmaktadır.
Verdikleri eğitimin de, herhangi bir Anadolu üniversitesinden daha nitelikli olmadığını herkes biliyor. Bu üniversiteler de, en azından Anayasa ve ilgili yasalarda yer alan baskıcı, ırkçı hükümlerle bağlıdır ve asla reklâm edildikleri gibi, “daha demokratik, daha özgür” değildir.
Üstelik “parayı bastıranın okuduğu” bir yapıyı daha en başından öğrencilere dayattığı için, onlara, herhangi bir toplumsal ve siyasal etkinlik içinde yer alma yolunu kapıdan girerken kesinlikle kapatmaktadır.
Resmi ya da özel, Türkiye’nin hiçbir üniversitesi, üniversitelerin evrensel amaçlarıyla ve kurallarıyla yönetilmemekte, üniversitelerin amaçları, uluslararası normlarla uyuşmamaktadır.
Bunun tek açıklaması vardır: Yaratıcı bilimsel düşüncenin özgür ve demokratik bir ortamda gerçekleşebileceği nasıl bir gerçekse, aynı biçimde az çok olanak bulmuş yaratıcı ve bilimsel düşüncenin de özgür ve demokratik bir ortamın yaratılmasına büyük katkıları olacağı o kadar doğrudur.

“EĞİTİM POLİTİKASI”
Bazı öğretim üyelerin, üniversitelerle ilgili eleştirilerinde, Türkiye’de bir eğitim politikası olmadığını ileri sürüyorlar. Bununla, devletin tüm diğer alanlara ilişkin politikalarıyla bağıntılı ve tutarlı bir özel politikanın bulunmadığını kastediyorlar.
Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Oktay Sinanoğlu, Araştırma Görevlileri Derneği Bilimsel Etkinlikler Komisyonu tarafından 1995’te düzenlenen Kongre’de yaptığı konuşmada, “Türkiye’nin dış politikası, Amerika’ya ve Avrupa’ya yalvarmaktan ibarettir” diyor.
Eklemek gerekirse, Türkiye’nin buna paralel bir eğitim politikası da vardır. Ama nasıl dış politika, büyük ölçüde emperyalizmin dünya ve bölge çapındaki politikalarıyla uyumlu ve esas çizgileri bakımından bağımsız olmayan bir politika ise, eğitim politikası da, emperyalizme bağımlı gericiliğin çıkarlarına uygun bir politikadır.
Gerçekten bir eğitim politikası, iktisadi politikaya, dış politikaya, iç politikaya bağlı olarak gelişen ve planlanan bir araştırma politikası, bilim ve teknoloji politikası biçiminde ortaya çıkar. Sinanoğlu, aynı konuşmasında, “ortalıkta Mc Donalds ve Pizza Hut’tan geçilmediği”ni söyleyerek, asıl kastının “emperyalizmden bağımsız bir eğitim politikasının yokluğu” olduğunu açıklıyor. Öyleyse, eleştiriyi netleştirmek gerekiyor: Eğer Türkiye’de ulusal bir eğitim politikası yoksa bunun nedeni demokrasinin, insan haklarının, söz ve örgütlenme özgürlüğünün yokluğunun nedeni ne ise odur.
Emeklilik yaşının ortalama ömür süresine eşitlenmesinin, sosyal güvenlik kurumlarının ortadan kaldırılmasının, özelleştirmenin ve yoksulluğun kaynağında ne varsa, eğitimin içeriğini ve hedeflerini de belirleyen odur.
Sonuç olarak denilebilir ki, üniversiteler üzerindeki antidemokratik baskılar ve kısıtlamalar, özünde demokrasi ve özgürlük mücadelesine karşı bir önlemdir. Eski bir sözde denildiği gibi, “Obscurum per obscurius” -karanlık, karanlık içindir.

Ağustos 1999

Enerjide özelleştirme ve uluslararası tahkim

Emperyalist burjuvazinin dünya ölçeğindeki hâkimiyetini ve sömürüsünü sınırlayan her tür engelin kaldırılması hedefinin ürünü olarak gündeme getirilen “tahkim”, kısa bir sürede akademik tartışmaların konusu olmaktan çıkarak emekçilerin sıcak sokak mücadelelerinin konusu haline geldi. Enerji işkolu çalışanları, mücadele hattının en ön saflarında yer alıyorlar. 19 Haziran 1999 tarihinde TÜMTIS toplantı salonunda gerçekleştirilen ve ağırlıklı olarak enerji işkolu açısından tahkimin tartışıldığı panelde söz alan konuşmacılar, sorunu somut özellikleriyle, yakın tehlikelerine dikkat çekerek ele aldılar. Enerji-Yapı Yol Sen İstanbul Şubesi Başkanı Gürsel Ümit Sever’in yönettiği panele konuşmacı olarak enerji işkolu çalışanı ve KESK GYK üyesi Güven Gerçek, Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu üyesi Selami Yılmaz ile EMO ve Enerji-Yapı Yol Sen’in hukukçusu Av. Gökhan Candoğan katıldı. Bu aydınlatıcı konuşmaları okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz.

Gürsel Ümit Sever
Özelleştirme, sermayenin işçi sınıfına yönelik uluslararası boyutta ideolojik bir saldırışıdır. Başta eğitim ve sağlık hizmetleri olmak, üzere, “sosyal devlet’in varlık nedeni olan okul, hastane, elektrik, su, yol gibi hizmetler şimdi hedefe konulmuştur.
Ülkemizde 1984’te, “köprüleri satarım, sattırmam”, “kamu işyerleri kamburdur”, “bunlar zarar ediyor” tartışmaları ile başlatılan özelleştirme politikaları, halkın kafasında karışıklık yaratmıştır. Özelleştirme uygulamalarından sonra, durum hiç de özelleştirmecilerin söylediği gibi değil.
Tersine özelleştirilen işyerleri kapatılarak iş alanları arsa olarak değerlendirilmiş, diğer yanda ise, halka kalitesiz ve pahalı hizmet verilmiş, çalışanlar işten atılmış ve yolsuzluklar ayyuka çıkmıştır.
Özelleştirmelerin, enerji, Telekom ve Petrol Ofisi gibi stratejik işkollarında gündeme getirilmesiyle, tartışmalar, kâr-zarardan daha çok, “sosyal devlet” ve ülke bağımsızlığı temelinde oturmaktadır. Başta enerji olmak üzere, birçok işkolundaki özelleştirme Anayasa’ya aykırıdır.
Bu işkollarında örgütlü olan sendikalar ve meslek odaları, açtıkları davaların hemen hepsini kazanmıştır. IMF direktifleri ile sermayenin isteklerini uygulayan hükümet, özelleştirmenin önündeki tüm engelleri aşabilmek için, ülkemizin bağımsızlığını ipotek altına alacak olan yabancı sermaye yatırımını garanti altına almak demek olan uluslararası tahkim ve ikili antlaşmalara imza atmak istiyor.
Tüm bu olumsuzlukları tartışacağımız bu panelde, KESK GYK üyesi Güven Gerçek, EMO İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu üyesi Selami Yılmaz ile EMO ve Enerji-Yapı Yol Sen’in hukukçusu Av. Gökhan Candoğan, özelleştirme ve uluslararası tahkim konusunda bizleri bilgilendirecekler.

Güven Gerçek
“etkin bir aydınlatma çalışması yürütülmeli”
Arkadaşlar merhaba,
Özellikle 1980’lerden bu yana dünyada uygulamaya konulan ve “Neoliberal” denilen politikalar sonucu, ulusal gümrük vb. duvarları aşan sermaye, önündeki ekonomik, yasal engelleri aşarak, geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde uluslararası bir karakter kazanmıştır. Uluslararası sermaye, belli merkezlerden yürüttüğü saldırılarını, dünyanın bütün ülkelerinde sürdürmektedir. Yani bütün ülkelerdeki saldırıları bir merkezden düğmeye basarak yönlendirmektedir.
Uluslararası sermayenin bütün dünyadaki saldırılarının amacı ve hedefi aşağı yukarı aynıdır:
— Var olan sosyal güvenlik kuruluşlarını tasfiye etmek;
— Emeklilik yaşını yükselterek, mezarda emekliliği dayatmak;
— Özelleştirme ve taşeronlaştırmanın yaratacağı sonuçlardan yararlanmak, esnek çalışmayı uygulamak.
Yani sermaye sınıfı, işçilerin ve emekçilerin, onlarca yıllık mücadelelerinin sonucu elde ettiği hak ve kazanımlarını gasp etmeyi ve ortadan kaldırmayı amaçlıyor.
Ülkemizde de bu saldırılar tüm hızıyla devam ediyor. 18 Nisan seçimlerinden önce özelleştirmeye karşı olduğunu söyleyen, hatta özelleştirmeye karşı duvar afişleri yapan ve “milliyetçi” olduğunu söyleyen hükümet ortağı MHP, en hızlı özelleştirmeci rolünü oynuyor. 57. Hükümet eliyle bu saldırıların dozu arttırılıyor. Günlerdir izliyoruz. Medyada ve TV kanallarında hükümet sözcüleri özelleştirmeyi hızlandıracaklarını, sosyal güvenlik “reformunu” çıkaracaklarını söylüyorlar. Sosyal güvenlik kuruluşlarını, SSK’yı, Bağ-Kur’u ve Emekli Sandığı’nı sırayla ortadan kaldıracaklar, yok edecekler. Bunu da “reform” diye yutturmaya çalışıyorlar.
Evet arkadaşlar,
24 Ocak kararları ülkemizde kamu alanında bir dönüm noktası oldu. Kamu alanına ilişkin planlar yapıldı. Panelimizin konusu olan enerji politikası ise programlara uydurulmaya çalışıldı.
En başta vurgulamalıyız ki, özelleştirme ideolojik bir saldırıdır. Bu saldırıda sadece çalışanlar değil işçiler, kamu emekçileri, tüketiciler, esnaflar, işsizler; kısacası toplumun geniş emekçi kesimleri zarar görmekte, ülkemiz zarar görmektedir. Ülkemizde bugüne kadar çimento sanayi, Sümerbank, Et-Balık Kurumu, Süt Endüstrisi vb. birçok kurum özelleştirildi. Sonuçlarını biliyoruz.
Ben biraz enerjideki özelleştirme üzerine konuşacağım.
Biliyorsunuz elektrik hizmetleri eskiden, yerel yönetimler (İETT, EGO vb.) tarafından yürütülüyordu. TEK, 1970’de kuruldu. Buna ait yasayı Demirel, TBMM’den çıkarttı. 1982’lerde bütün elektrik hizmetleri TEK’e devredildi. Çıkarılan bir yasa ile işletme hakkının devri getirildi. 1989’da İstanbul’un Anadolu yakasında işletme hakkı 30 yıllığına Aktaş’a devredildi. Aktaş’ın 30 yıllığına işletme hakkının devri için ödediği miktar, arşivlerde bulunan kırtasiye karşılığı bile değildi. Yani yok pahasına Aktaş’a peşkeş çekildi.
Gelişmelere göz atarsak;
— Aktaş, çalışanlarını gruplar halinde kapı dışarı etti.
— Açılan davalar sonucu, 1993 yılında Danıştay, Aktaş’la Bakanlık arasındaki sözleşmeyi iptal etti.
— Sözleşme iptal edilmesine rağmen Aktaş usulsüz bir şekilde faaliyetini devam ettiriyor.
— Aktaş, TEK’e karşı sözleşme yükümlülüklerini yerine getirmedi. TEK’e ödemesi gereken borcunu ödemedi. Biriken borcun 240 milyar Lirasını, Virman aracılığı ile Marmara Bank’a aktardığı gün, Marmara Bank’ın faaliyetinin durdurulduğu, iflas ettiği söylendi. Açık ki bu, “danışıklı dövüş”tür.
— Bütün bunları önceleri basından takip ettik. Bizim işkolumuz olduğundan belki, biz biraz daha dikkatlice takip ettik. İşletme hakkının devri dışında, 4286 sayılı yasa ile “Yap-İşlet-Devret” yasası çıkartıldı.
Sonuçta stratejik önemi yüksek olan bu kazançlı kurumu şirketlere ve holdinglere peşkeş çektirmenin yol ve yöntemleri araştırıldı. Başta bu işi kolaylaştırmak için TEK; TEAŞ ve TEDAŞ olarak iki ayrı kuruma ayrıldı. Her kurum kendi içinde 7 genel müdürlüğe bölündü. Çünkü koskoca TEK’i tek şirkete devretmek hem zordu, hem de bu devir, şirketler ve holdingler arasında sorunlara neden olacaktı. Bu yüzden yutulmaya hazır lokmalar haline getirildi. İşletmeyi böyle parçalamanın bir nedeni de oralardaki işçi ve emekçilerin mücadelesini bölmek, parçalamak ve özelleştirmeyi rahatça gerçekleştirmektir.
Evet, geçtiğimiz günlerde, Enerji Bakanı 10 enerji dağıtım şebekesinin ve 8 termik santralin devrinin onaylandığını açıkladı.
Danıştay’ın onayından geçen termik santrallerden üçünün durumu şöyle:
1- Kuruluş maliyeti 450 milyon dolar olan Çayırhan Termik Santrali Park Holdinge 75 milyon dolara;
2- Kuruluş maliyeti 945 milyon Dolar olan Yatağan Termik Santrali 160 milyon dolara;
3- Kuruluş maliyeti 630 milyon Dolar olan Yeniköy Termik Santrali, 100 milyon Dolara Bayındır İnşaat’a ihale edildi ve onaylandı.
Bu örnekleri artırmak mümkün. Sonuç olarak özelleştirmecilerin sunduğu tezlerin gerçeklerle ilgisi yoktur.
Bir sınıf saldırısı olan özelleştirme aynı zamanda vurgun, talan ve peşkeştir.
Bütün bunlar, Yeni Dünya Düzeni’nin globalizm politikalarının ve bunları hazırlayan ikili ve çok taraflı antlaşmaların arka planları ve hazırlıklarıdır. Bugüne kadar ikili veya çok taraflı birçok antlaşma uluslararası planda imzalanmıştır. EU (Avrupa Birliği Anlaşması), APEC (Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği), NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) ve 1986 yılında Uruguay-Round Zirvesi’nde 120 ülke arasında imzalanan GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşmaları) gibi birçok antlaşma, ikili veya çok taraflı tüm antlaşmalar, son zamanlarda çok tartışılan MAI’nin hükümlerini taşıyor.
MAI, çok taraflı yatırım antlaşması olup, Türkiye dâhil 29 ülke tarafından benimsenmekte.
MAI’nin çalışmaları ve hazırlıkları 1995 yılında ortaya çıktı. 1998 yılında Paris’te imzaya açıldı. Fransa ve İngiltere dahi, MAI’nin taşıdığı hükümlerden dolayı çekimser kaldı. Bu iki ülkenin çekimser kalmasından dolayı MAI yeniden ele alındı. Ancak taşıdığı hiçbir hüküm değişmedi.
MAI, diğer bütün antlaşmalardan farklı olarak çözüm kurumu önermektedir. MAI’ye göre, yabancı sermaye istediği ülkeye yatırım yapar. Yatırım sonrası elde edilen kârın başka ülkelere transferi serbesttir. Yani sermaye, emek gücünün ucuz olduğu ülkelerde rahatça dolaşabilir.
MAI, yatırım yapan yabancı sermayeye güvence veriyor. Önerdiği güvence ve kurum ise ULUSLARASI TAHKİM’dir. Uluslararası tahkim kuruluşları mahkemeler değildir. Uluslararası ekonomik kuruluşların atayacağı özel yapılardır. Bu yapıların kendilerine özgü tüzükleri vardır. Uluslararası tahkime götürülen konular ve davalar, sadece MAI hükümlerini ihlal edip etmediği yönünden incelenir. Ayrıca tahkimlere ülkeler değil şirketlerin başvuru hakkı vardır.
Uluslararası tahkim, ulus hukukunu yok saymaktadır. Ayrıca bununla da kalmayıp, her biri küçük bir MAI alanı olarak nitelendirilebilecek serbest bölgeler kurulmaktadır. Bunlar da gittikçe büyütülerek, “serbest şehirler” haline getiriliyor. 1985 yılında Resmi Gazete’de yayımlanarak “Serbest Bölge Yasası” yürürlüğe girdi ve halen yürürlüktedir. Serbest bölgelerde, düşük ücretle işçi çalıştırma işin bir yanı iken, sigorta, vergi, harç, gümrük ve kambiyo mülkiyetlerine dair mevzuat hükümleri uygulanamaz.
Özellikle son günlerde çok tartışılan, hükümet sözcülerinin “getireceğiz” dedikleri uluslararası tahkim, MAI, MIGA gibi antlaşmaların mantığını açığa çıkarma, teşhir etme gibi bir görevle karşı karşıyayız.
Bu konular yeni sayılabilir. Birçok insan, birçok sendikacı dahi bunların mantığını ve amacını yeterince kavramış değildir. İşyerlerinde bunları anlatma, halkı aydınlatma, anlaşılır tarzda bir ajitasyon ve propaganda faaliyeti sürdürülmelidir.
İşçilere ve emekçilere politik davranmaları, mücadeleyi politikleştirmenin zorunluluğu anlatılmalıdır.
57. Hükümet eliyle estirilmeye çalışılan bu saldırı dalgasına karşı ülkemizde işçi sınıfının, kamu emekçilerinin ve emekçi bütün kesimlerin mücadelesi birleştirilmelidir.
Ülkemizde emek örgütleri ve demokrasi güçleri arasında dayanışma şarttır. Hatta uluslararası sermayenin dünya çapındaki saldırılarına karşı uluslararası dayanışmanın önemi ortadadır. Bu önem, değişik ülkelerden sendikacıların katıldığı 14–15–16 Mayıs Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansında dile getirildi.
Hepimize düşen görev, hak gasplarına ve yeni saldırı dalgalarına karşı mücadeleyi öne çıkarmak ve karşı koymaktır.

Av. Gökhan Candoğan
“yurttaşlara adliye koridorlarında sürünme hakkı, tekellere tahkim”
Merhaba,
Sanırım, salonda TÜMTİS çalışanları çoğunlukta. Bu yüzden enerji özelleştirmesini, çok fazla detaya girip, yasal düzenlemelerin neler olduğunu ayrıntılı bir şekilde anlatmak yerine, genel anlamda özelleştirmeye ilişkin bilgi sunmaya çalışacağım. Arkasından da vakit yettiği ölçüde, uluslararası tahkimin ne olduğuna değineceğim.
Burada enerji özelleştirmesinin konuşulmasının bence çok önemli bir yanı var. Özelleştirme, Türkiye gündemine 1980’lerde girdi. O tarihten bu yana özelleştirilmesi tamamlanmış kuruluşlar ve işletmeler oldu. Ancak, bu işlemlerin hiçbiri, 3–4 yıldır gündemde olan enerji özelleştirmesi kadar dikkat çekici olmadı. Çünkü enerji ve telekomünikasyon alanındaki yatırımların ve elde edilen gelirlerin miktarı, diğer sektörlere nazaran oldukça yüksek.
Buna ek olarak, bir de bu hizmetlerin doğal tekel niteliği taşıması, sadece belli bir kapasitenin üstündeki ulus-ötesi şirketlerin yatırım yapmasına ve hizmet üretmesine neden oluyor.
Dolayısıyla enerji alanında yapılmaya çalışılan özelleştirme ön plana çıkıyor ve sanırım çıkmaya devam edecek.
Enerjiye ilişkin hizmetlerin hukuki açıdan temel niteliği, bu hizmetlerin vazgeçilmez nitelikte olmasıdır. Sağlık hizmeti, nasıl temel bir kamu hizmeti ise, elektrik üretimi, iletimi ve dağıtımı hizmetleri de vazgeçilmez ve topluma sürekli olarak sunulması gereken hizmetlerdir. Bu nedenle, yıllardan bu yana, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası, sosyal devletin ortaya çıkışıyla birlikte, elektrik üretimi ve dağıtımı kamu hizmeti sayılmış ve bu hizmetler kamu kuruluşları tarafından yerine getirilmiştir.
Bu hizmetlerin kamu hizmeti niteliği taşıması, bu alanda yapılan tüm işlemlerin idare hukuku ilke ve şartlarına tabi olması sonucunu doğurmaktadır. Sizler de günlük yaşantınızdan bilirsiniz, bir kira sözleşmesi veya iş sözleşmesi imzaladığınızda, bunlara ilişkin bir sorun çıktığında, çözüm yeri adli yargı organlarıdır. Yani, asliye hukuk, sulh hukuk veya iş mahkemesine gidersiniz. Bu tür sözleşmelerde tarafların irade serbestîsi esastır. Ve iki taraf eşit sayılır. Ancak, elektrik üretimine ilişkin bir sözleşme söz konusu olduğunda, bu bir kamu hizmetine dâhil olduğundan, iki taraf eşit sayılamaz, idare üstün taraftır ve sözleşmeden kaynaklanan tüm uyuşmazlıkların idari yargı organlarında çözümlenmesi gerekir. Bu çok temel bir ayrımdır ve uluslararası tahkim isteminin kökeninde, kamu hizmetinin niteliğini değiştirmek ve bu hizmetlere ilişkin hizmetleri özel hukuk işlemleri sayarak adli yargı organlarının veya uluslararası tahkim kurullarının yetkisi altına almak isteği mevcuttur.
Bu amaçla, 1984’te 3096 sayılı “Elektrikte Yap-İşlet-Devret Yasası” olarak tanımlayabileceğimiz yasanın çıkarılmasıyla birlikte sayısız yasal düzenleme yapılmıştır. Türkiye Elektrik Kurumu, 1993’te TEAŞ ve TEDAŞ olarak ikiye ayrılmış, bu kurumların yatırım yapma olanakları ellerinden alınmış, hizmetin kalitesinin düşmesi sağlanmış ve toplumun nazarında kamu hizmetinin kötü yürütüldüğü izlenimi oluşturulmaya çalışılmış ve kanımca bunda başarılı olunmuştur.
Bugün elektrik enerjisi alanında, üç tür özelleştirme yöntemi kullanılmaktadır. Bunlar:
1- Yap-işlet-devret sözleşmeleri;
2- İşletme hakkı devri sözleşmeleri;
3- Yap-işlet sözleşmeleri ile yapılan işlemlerdir.
1- Yap-işlet-devret (YİD) sözleşmesi, kamu kuruluşları ile özel şirketler arasında imzalanan bir sözleşmedir. İstanbul’da, özel bir şirket olarak, bir elektrik üretim santrali kuracağınızı söylüyor ve Enerji Bakanlığı’na başvuruda bulunuyorsunuz. Bakanlık, sizin fizibilite raporunuzu inceliyor ve “tamam kurabilirsiniz” diyor. Akabinde, YİD sözleşmesi imzalanıyor. Bu sözleşme ile özel şirket, üretim santralini kuracak, diyelim ki, 30–40 yıllığına işletecek, sonra da sürenin sonunda kamu kuruluşuna devredecek.
2- İşletme hakkı devrini ise, bilinen bir örnekle açıklayabiliriz: İstanbul ili Anadolu yakasında elektrik dağıtımı hizmetini yapmakla yükümlü Aktaş Elektrik. İşletme hakkı devrinde, kamu tarafından yapılmış bir tesisin, yine belli bir süre işletilmesi ve sürenin sonunda kamuya devredilmesi söz konusu. İstanbul’da TEK tarafından yapılmış ve tamamlanmış bir dağıtım altyapısı mevcuttu. İstanbul ili, dağıtım bölgesi olarak ikiye ayrıldı. Ve 1989 yılında Anadolu yakasında özel bir şirket olan Aktaş, elektrik dağıtım hizmetiyle görevlendirildi. Aktaş halen bu görevi yürütüyor. Sözleşmesine göre -ki bu sözleşme Danıştay tarafından 1993 yılında iptal edilmiştir,- Aktaş burayı 30 yıl boyunca işletecek ve sürenin sonunda tekrar kamu kuruluşuna devredecek.
3- Yap-işlet modeli ise, yeni bir uygulama. Bunda, özel şirket geliyor, “şurada üretim santrali kurmak istiyorum” diyor, santral kurma izni alıyor ve aldıktan sonra artık o tesisi, tamamıyla kendisine ait olmak üzere, kamuya devretme yükümlülüğü taşımadan, elektrik üretimi için işletiyor.
Bugün itibariyle, bu üç yöntemle yapılmaya çalışılan özelleştirme işlemlerinin tamamına karşı, meslek odaları (Elektrik Mühendisleri Odası), Enerji-Yapı Yol Sen ve Tes-İş sendikaları tarafından davalar açılmış durumda. Dolayısıyla bu işlemler açısından, geçerlilikleri için, net bir şey söylemenin mümkün olmadığı, bir kaos ortamının var olduğunu söyleyebiliriz. İşlemler yapılırken, var olan hukuk sistemi açısından kabul edilemez birçok hukuka aykırılık söz konusu olmuştur.
TEAŞ ve TEDAŞ’ta toplam 34 bin civarında kamu görevlisi (memur, sözleşmeli personel) var.
İşletme hakkı devirleri tamamlandıktan, bu kuruluşlar özel kuruluşlara devredildikten sonra 34 bin çalışanın 23 bini bu işlemlerden etkilenecek. Özelleştirmenin temel gerekçelerinden biri kamu kuruluşlarının aşırı istihdama sahip olduğu, düşük verimle işletildikleri iddiası. Bu işlemlerle işçilerin büyük bir çoğunluğu işini kaybedecek, yeni işveren, sendikalı işçilerin çoğunu işten çıkarıp asgari ücretle çalışacak sendikasız işçiler alacak. Memur ve sözleşmeli personel, iş güvencesine sahip, ancak yeni yapıda memur statüsüyle çalışmaları mümkün değil.
Dolayısıyla kamu personeli, ancak statü değiştirip işçi statüsüne geçerek yeni işverenin emri altında çalışabilecek. Bu ise, ancak bir yasal düzenlemeyle yapılabilir. Ancak bu işlemler, yasal düzenleme yapılmadan gerçekleştiriliyor şu anda. Yani işletme hakkı devri işlemleri, çalışanların durumunun ne olacağı belirlenmeden yapılmış. Tek başına bu bile, çok ciddi bir hukuka aykırılıktır.
Memurların özlük hakları yasayla düzenlenmeden değişiklik yapılırsa, buna onay veren yöneticiler görevlerini kötüye kullanmış olurlar. Bu kişilerin cezai soruşturmaya tabi tutulması, haklarında kamu davası açılması ve cezalandırılmaları gerekir. Enerji-Yapı Yol Sen adına, bu kararı alan kamu görevlileri hakkında belirttiğimiz gerekçeyle suç duyurusunda bulunduk, ama ne yazık ki sonuç alamadık. Sonuç olarak, 23 bin kamu çalışanının yasal hakları ellerinden alınıyor, ancak kimsenin bunun üzerinde durduğu yok, istenen bir an önce devir işlemlerini tamamlamak.
3984 sayılı yasada özel radyo-TV’lerde ilişkin bir hüküm var; ‘Bir radyo-TV kuruluşunda % 10’dan fazla hisse sahibi olanlar kamu ihalelerine giremez’ şeklinde, demokratik hukuk devleti açısından son derece önemli bir hüküm. Çünkü sahip olduğu medya gücüyle hem diğer şirketlere karşı haksız rekabet yapma, hem de birtakım usulsüzlükler, yolsuzluklar yapma olgusu, bütün dünyada yaşanarak öğrenilmiş bir durum. Bu açık hükme rağmen, yasaya karşı birtakım hile yöntemleriyle, işletme hakkı devri ihaleleri medya patronlarına kazandırıldı. Örneğin Aydın Doğan, İstanbul ili Avrupa yakasında elektrik dağıtım ihalesine girdi ve kazandı. Açılan davalar üzerine, Danıştay 10. Dairesi, “bu 3984 sayılı RTÜK yasasına aykırıdır” dedi. Dosya, itiraz üzerine Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’na gitti. Kurul, tuhaf bir gerekçeyle, Daire kararını kaldırdı. Gerekçe de şu; Yasanın özü, radyo-TV şirketlerinde hisse sahibi olanların kamu ihalelerine girmelerini tamamıyla yasaklamak değildir.
Bu kararlar alınırken ve işlemler yürütülürken yoğun bir lobi çalışması gerçekleştiriliyor.
Danıştay etrafında kamp kurularak, Danıştay Başkanı ile üyeleriyle irtibat kurulmaya çalışılıyor. Hatta bir süre önce, Meral Akşener tarafından basına duyurulan bir telefon görüşmesi olmuştu; Bir Yargıtay üyesinin Aydın Doğan’ın bir yakınıyla yaptığı konuşmanın bandı; haberleşme özgürlüğü açısından olumsuz bir örnekti ama içeriği oldukça önemliydi.
Konuşmada, Doğan’ın yakını Yargıtay üyesine, enerji ihalesine ilişkin olarak Danıştay ile görüşülmesi gerektiğini, bu işin kendileri için çok önemli olduğunu söylüyor, “birlikte Danıştay 1. Dairesi Başkanı ile görüşmelerini” öneriyordu.
Enerji özelleştirmesine ilişkin bu bilgilerden sonra, biraz da uluslararası tahkim üzerinde durmak istiyorum.
Tahkim, “bir hak üzerinde ihtilafa düşmüş olan iki tarafın anlaşarak, bu uyuşmazlığın çözümünü özel kişilere bırakmaları ve uyuşmazlığın özel kişiler tarafından incelenip karara bağlanması” olarak tanımlanır. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 516 ve 536. maddeleri arasında düzenlenmiş olan tahkim, istisnalar dışında ihtiyari/isteğe bağlı bir uyuşmazlık çözüm yoludur. Yasa gereği, sadece çekişmeli (medeni) yargıya giren ticari uyuşmazlıklar (davalar) için mümkündür. Bir uyuşmazlık konusunda tahkime gidilip gidilmeyeceğinin tayininde ölçüt, uyuşmazlığın iki tarafın iradesine bağlı bir konuya ilişkin olup olmadığıdır. Bu sebeple asıl olarak ticari nitelikteki işlerden kaynaklanan uyuşmazlıklarda tahkim söz konusu olmaktadır.
Peki, bu tanım çerçevesinde, tahkim idari yargı alanında uygulanabilir mi?
Yukarıdaki ölçüt, ceza yargısında ve idari yargıda, tahkimin uygulanmasının mümkün olmadığını ortaya koymaktadır. Gerek idari yargıda, gerekse ceza yargısında işlemler, tarafların arzulan dışında belirlenmiş objektif hukuk kuralları çerçevesinde yürütülür. Çünkü her iki yargı alanı toplum yaşamını, kamu hizmetlerini, kamu vicdanını yakından ilgilendiren konuları içermekte ve çözüme kavuşturmaktadır. Bu sebeple, özel olarak seçilmiş hakemler aracılığıyla uyuşmazlığı, mevcut kanunlara göre değil, adalet ve nezafet esaslarına göre çözüme kavuşturmayı hedefleyen tahkimin, idari yargıda ve ceza yargısında uygulanması söz konusu olamaz.
Prof. Dr. Baki Kuru; “milletlerarası (uluslararası) tahkim” kavramı diye bir kavramın olmayacağı görüşünü ileri sürmektedir. Kuru’ya göre, bir hakem kararı, ya Türk hakem kararıdır ya da yabancı hakem kararıdır. Türk hukuk sistemine göre de, yabancı hakem kararı sayılmadan, her hakem kararı, Türk hakem kararı olarak kabul edilmek zorundadır. Yabancı hakem kararı ile Türk hakem kararı arasındaki ayrım, ikisine uygulanacak usullerin farklı oluşu açısından değer kazanmaktadır.
Yabancı hakem kararları hakkında başlıca uluslararası antlaşmalar şunlardır:
1- Yabancı Hakem Kararlarının icrası Hakkında 26.09.1927 Tarihli Cenevre Sözleşmesi;
2- Yabancı Hakem Kararlarının Tanınması ve İcrası Hakkında 10.06.1958 Tarihli New York Sözleşmesi (1927 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nin yerine geçmiş, Cenevre Sözleşmesini hükümsüz kılmıştır);
3- Milletlerarası Ticari Hakemlik Hakkında 2.1.04.1961 Tarihli Avrupa Sözleşmesi. .Bu uluslararası antlaşmaların yanında, Birleşmiş Milletler Uluslararası Ticaret Komisyonu (UNCITRAL), Uluslararası Ticaret Odası (ICC) Tahkim Divanı, Dünya Bankası nezdinde oluşturulan Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümü İçin Uluslararası Merkez (ICSID) gibi kurumlar da çok taraflı antlaşmalar ile oluşturulmuş tahkim kuruluşlarıdır.
Tahkim süreci bu şekilde işlemektedir.
ICSID bünyesinde tahkim sürecini başlatmak isteyen akit ülke veya akit ülke vatandaşı, istemini yazılı bir şekilde Genel Sekreterliğe bildirir, bildirim üzerine uyuşmazlığı çözecek hakemler taraflarca belirlenir, hakemler değerlendirmelerini yapar ve nihai kararlarını açıklarlar. Tahkim heyetinin verdiği kararlar üzerine, itiraz hakkını kullanan taraf olması halinde, ICSID Başkanı, 3 kişilik bir komite oluşturur ve itiraz, komite tarafından kesin olarak karara bağlanır. Kesin karar üzerine, taraflar bu kararın gereklerini yerine getirmek yükümlülüğü ile karşı karşıyadır.
Tahkim Kurumu tarafından verilen kararların, örneğin ülkemizde uygulanabilmesi için Asliye Hukuk Mahkemelerine başvurularak tenfiz edilmesi isteminde bulunulması gerekmektedir.
Tanıma ve tenfiz kararı olmadan tahkim kurulu kararının uygulanabilmesi hukuken mümkün görülmemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, yukarıda sayılan antlaşmalardan; 1958 tarihli New York Sözleşmesi’ni 1991 yılında 3731 sayılı kanun ile, 1961 Avrupa Sözleşmesini 1991 yılında 3730 sayılı kanunla onaylamış; Dünya Bankası’nın tahkim kuruluşu olan ICSID’nin kuruluşuna 1988 yılında 3460 sayılı kanunla katılmıştır. Bu antlaşmalardan 1958 sayılı New York Sözleşmesi’ne imza atılırken, Türk hukukuna göre ticari iş sayılan konularda, bu antlaşmanın hükümlerinin uygulanacağı yolunda bir rezerv konulmuş, ancak ICSID’ye katılırken bu yönde bir rezerv düzenlenmemiştir. Bu rezervin anlamı, ticari iş sayılmayan yatırım alanlarında (örneğin idare hukuku alanına giren YİD, Yİ vb. yatırımlarda) bu sözleşmelerde yazılı tahkim sürecinin işlemeyeceğidir.
Soru: Uluslararası tahkimin sonuçları ne olabilir?
Genel anlamda tahkim, uluslararası ticaret şirketlerinin ihtiyaçları doğrultusunda gelişmiş ve var olmuş bir kurumdur. Bu hususu, Prof. Dr. Cemal Şanlı; “Uluslararası Ticari Akitlerin Hazırlanması ve Uyuşmazlıkların Çözüm Yolları” isimli kitabında şöyle belirtmektedir;
“Uluslararası ticaret camiası, kanun koyucularını zorlamış ve hukuki bakımdan uluslararası tahkimin gelişmesini sağlamıştır.” (s. 236)
Bugün itibariyle tahkim, savunucuları tarafından ticaret konuları ile ilgilenen uluslararası bir yargı organı olarak tanıtılmaya çalışılmaktadır. Taraflarca uyuşmazlığın çözümü için “seçilen hakemlerin” formasyonuna sahip olmamaları bir yana, ortada “bağımsız yargı organı” sıfatıyla tanımlanabilecek bir kurum da yoktur. Dünya Bankası bünyesinde kurulan “Yatırım Anlaşmazlıklarının Çözümü İçin Uluslararası Merkez-ICSID” sözleşmesine göre, “merkezin yerleşim yeri, Dünya Bankası’nın merkezi içersinde olacak…” (madde 2), “Merkez, bir idari konsey ve bir sekretaryaya sahip olacak ve bir arabulucular ve bir hakemler paneli oluşturacak…” (madde 3), “Dünya Bankası Başkanı, otomatik olarak İdari Konsey’in başkanı olacak…” (madde 5), “her akit devlet, her panele kendi vatandaşlarından veya diğer ülke vatandaşlarından 4 kişi atayacak, Başkan, her bir panele 10 kişi atayabilecek…” (madde 13).
Bu yapıdan, ICSID kararlarının büyük bir ölçüde Dünya Bankası yönetimi tarafından belirlenen kişiler tarafından oluşturulacağı sonucu çıkmaktadır. Dolayısıyla böyle bir yapının bağımsız ve tarafsız bir yargı organı olarak sunulması mümkün değildir.
“Milletlerarası Tahkim Konusunda Yasal Bir Düzenleme Gerekli Mi?” başlığı altında 11 Nisan 1997 tarihinde Ankara Üniversitesi Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü bünyesinde gerçekleştirilen sempozyumda Prof. Baki Kuru, tahkim kuruluşunun ne denli bağımsız olduğuna ilişkin şu anısını aktarmıştır;
“Bir olayda bir Türk firması ile İtalyan firması arasında ihtilaf çıkmıştı. Sulh müzakereleri sırasında İtalyan firması, hakem şartında Cenevre’yi tahkim yeri olarak düzenlemiş, o da Milletlerarası Ticaret Odası’nın tüzüğüne atıf yapmıştı. İtalyan firması Cenevre’de tahkim cereyan edecek diye, daha baştan Cenevre’den bir avukat tayin etti. Sulh görüşmelerini tahkim öncesinde Cenevreli avukat yürütüyor. Avukat, Türk firmasına, ‘Antlaşmaya varmazsanız, sizi uyarırım. Tahkim yeri Cenevre’dir’ diyor. ‘Milletlerarası Ticaret Odası, Cenevre’den bir avukatı hakem tayin edecektir’ ve ‘o hakem sizin aleyhinize karar verecektir ve siz yargılama giderlerine de mahkûm edileceksiniz’, açıkça yazılı şekilde. Ondan sonra iş, Milletlerarası Ticaret Odası’na intikal ediyor… Milletlerarası Ticaret Odası Cenevre’den, yazıhaneleri neredeyse komşu olan bir avukatı tayin etti. Türk tarafı gitti, kendini savundu, bir profesör avukat tuttu, Cenevreli hakem hiçbirini dinlemedi. Türk tarafını yüzde yüz mahkûm etti.”
Görüldüğü üzere, uluslararası tahkimin kurallarını koyanlar karşısında, bir kamu kuruluşunun, bir az gelişmiş ülke şirketinin, pek fazla şansı yoktur. Şans olsa bile, hukuk sistemimizden tamamıyla farklı bir alanda gelişen, farklı kurallar ve ilişkiler gerektiren bir alanda, Türk hukukçularının başarılı olabilmesi de oldukça zordur. Bilgi, tecrübe ve para üstünlüğünü elinde tutan uyuşmazlıktan galip çıkacak taraf olacaktır.
Tahkim usulünde, kararları oluşturan hakemler, esas itibarıyla ticari esaslar dâhilinde değerlendirme yapmaktadır. Zaten böyle bir kurumun varlık sebebi de, uyuşmazlıkların ulusal hukukların emredici ve kamu düzenine ilişkin kurallarını göz ardı ederek, ticari esaslar çerçevesinde uyuşmazlıkları çözmektir.
Ulusal kanun koyucular tarafından, kamu yararı, kamu düzeni, kamu sağlığı gibi önemli gerekçelerle vaaz edilen yasalar, tahkim ile geri planda bırakılmaktadır.
Bunun yanında, tahkim sürecinin gizli tutulması, kamuoyunun bilgisine sunulmaması da tahkim isteminin gerisinde yatan gerekçelerden birisidir. Şirketlerin ticari sır kapsamındaki bilgilerinin açığa çıkmaması için bu unsur üzerinde durdukları açıktır. Bir taraf için ticari sır olan bir hususun, diğer yandan kamu tarafından bilinmesi zorunlu bir bilgi olması kaçınılmazdır. Gelişmiş hukuk sistemlerinde yurttaşların her türlü idari işlem ve eylem hakkında bilgi edinme hakkı yasal güvencelere kavuşturulmuşken, tahkim mekanizmasıyla bu süreç geriye çevrilmeye çalışılmaktadır.
Yukarıda tahkim süreci belirtilirken, tahkim kurulu kararının geçerli olabilmesi için ulusal yargı tarafından tenfiz kararı verilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bu husus yasa ile düzenlenmiş olmasına karşın, gelişen yeni eğilim çerçevesinde bu tenfiz sürecinin fiili olarak ortadan kaldırılması hedeflenmiştir. Sermaye sıkıntısı gerekçe gösterilerek IMF ve Dünya Bankası’nın tüm istemleri yerine getirilirken, bir yabancı yatırımcı lehine verilen tahkim kararının uygulanmaması, fiili olarak olanak dışı görülmektedir. (Bunun yanında, ICSID Sözleşmesi’nin 54. maddesinde, “Her üye ülke bu sözleşmeye uygun olarak verilmiş her kararı baştan kabul edecek ve kararın parasal yükümlülüklerini kendi sınırları içinde kendi devleti mahkemesinin nihai bir kararı gibi yerine getirecektir” hükmü mevcuttur. Bu hüküm çerçevesinde tenfiz süreci gerçekleşmeden hakem kararlarının uygulanması söz konusu olabilecektir.)
Uluslararası tahkim isteminin altında yatan önemli nedenlerden birisi de, kanımca, küreselleşme ideolojisi adıyla yayılmaya çalışılan yeni bir düzenin hukuki temellerini oluşturmak ve insanlar üzerinde bu sistemi meşrulaştırmaya çalışmaktır. Mevcut kararlardan ve sözleşme örneklerinden anlaşıldığı kadarıyla, ulus-ötesi şirketler, hangi yargı düzeninde olursa olsun, istedikleri sonucu elde etmekte pek zorlanmamaktadırlar. Ama hedef, nihai olarak tüm dünyada geçerli bir düzen oluşturmak olduğu için, bugüne kadar imzalanmış iki taraflı, çok taraflı antlaşmalarla zaten temellerini yitirmiş, içi boşaltılmış ulusal yargı sistemlerini tamamıyla devre dışı bırakmak için uluslararası tahkimde ısrar edilmektedir.
Uluslararası tahkim istemi, bu çerçevede imzalanmış olan yukarıda yazılı antlaşmalar, 1988 tarihli Çok Taraflı Yatırımları Garantileme Ajansı (MIGA) ve imzalanması için yoğun çaba harcanan Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI) ile birlikte, ulus-ötesi bir yargı düzeni içinde anlamlı olmaktadır. Amaç, her hal ve koşulda yatırım ve yatırımcıyı korumaktır.
Konunun bir diğer yönü de, hakemlerin tarafsızlık ve bağımsızlığı konusudur. Dünya Bankası, Milletlerarası Ticaret Odası gibi kuruluşların denetim ve gözetimi altındaki hakemlerin ne denli tarafsız olacağı tartışmalıdır. Ancak uluslararası tahkim savunucuları, bu hususta da tuhaf birtakım iddialarda bulunmaktadır. Ankara’da yapılan bir seminerde, (Milletlerarası Tahkim Konusunda Yasal Bir Düzenleme Gerekir mi? Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, 11 Nisan 1997) konunun gündeme gelmesi üzerine, Prof. Dr. Mahmut Tevfik Birsel şunları söylemiştir:
“MTO (Milletlerarası Ticaret Odası) tahkiminde, evvela hakemlerden bağımsızlık ve tarafsızlık belgesi alınıyor. Bu belge olmadan hakem olamıyorlar. İnsanların dürüst ve hele hukukçuların çok dürüst insanlar olduğunu kabul etmek lazım. Hakem eğer bağımsızım ve tarafsızım dediyse, gerçekten öyle olduğunu kabul etmek gerekir…”
İnsanın yüreğine su serpen bu bilimsel yaklaşım karşısında, hakemlerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusunda şüphelenmek, elbette ki anlamsızlaşıyor.
Tartışılan konunun özü budur. Elektrik üretimi ve dağıtımı gibi bir alanda yargısal denetimin Danıştay’dan alınıp ulusal ve/veya uluslararası tahkime bırakılması kabul edilemez sonuçları da beraberinde getirecektir.
YİD modelinin sadece işletme aşaması idari yargıya tabi kılınırsa, bundan önceki aşamalarda tahkim geçerli olursa, son derece büyük usulsüzlük, yolsuzluk ve şaibelerin yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
Özellikle, sözleşme imzalanması aşamasına kadar yapılan işlemlerin gizli tutulması, ihalelerde uygulanacak usul ve esasların belirlenmemiş oluşu, yolsuzlukları önleme iradesine sahip bir idarenin bulunmayışı ve yetersiz yargı denetimi ortamında, bir de idari, yargı yolu kapatılacak olursa, yurttaşların ve ilgili örgütlerin hukuk yoluyla denetim yaptırma olanakları ortadan kaldırılmış olacaktır.
Basit bir örnek vermek gerekirse, bugünlerde işletme hakkı devri işlemlerinin iptali için çalışanlar, sendika ve meslek odaları tarafından açılan davalarda, ardı ardına yürütmenin durdurulması kararları çıkmaktadır. Bu davalar, sözleşme öncesi aşamanın ve sözleşmenin Danıştay denetimine tabi olması sayesinde açılabilmiştir. Bu aşamalar Danıştay denetimine tabi olmaktan çıkarsa, bu kişi ve kurumların dava açma şansı da kalmayacaktır. Dolayısıyla hukuk devleti bir kez daha ortadan kaldırılmış olacak, şaibe ve, yolsuzluk kokan işlemler hukuk âleminde var olmaya devam ediyor olacaktı. Görüldüğü gibi tahkim istemi aynı zamanda, sözleşme sürecini yargı denetiminden kaçırma niyet ve isteğini de barındırmaktadır.
Gerekçesiz olarak ileri sürülen tahkim isteminin asli gerekçesinin bu olduğu kanısındayım.
Sonuç olarak; Anayasa’da yazılı olduğu üzere, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olma yolunda herhangi bir girişimde bulunmayan, yurttaşlarının refah ve mutluluk içersinde bir yaşam sürdürmesi konusunda çaba harcamayan bir idari anlayışın, ısrarla ve şiddetle uluslararası tahkim istemini ileri sürmesi, ülke yolsuzluk ve rüşvet sıralamasında ilk üçe girmiş, kayıt-dışı ekonominin boyutu yasal ekonominin boyutunu aşmış, çalışanlarının büyük bir çoğunluğu asgari yaşam standardının altında yaşamak zorunda bırakılmış olması gerçekleri karşısında anlamlıdır.
Yabancı yatırımcı için daha adil, süratli ve güvenilir yargılama için uluslararası tahkim getirilmeye çalışılırken, yurttaşların en basit uyuşmazlıklarda bile yıllarca adliyelerde sürünmesine seyirci kalınması, adalet dağıtmakla görevli hâkim ve savcıların, ödenek yokluğu gerekçesiyle cüppelerini bile kendilerinin almaya zorlanılması, yetersiz, kötü, donanımsız binalarda düşük maaşlarla çalıştırılmaları anlamlıdır.
Tüm bu yapılanlardan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal bir hukuk devleti olduğunu ileri sürmek mümkün müdür acaba?

Selami Yılmaz
“topyekün saldırıya karşı emeğin birleşik cephesi”
ŞEYTAN ÜÇGENİ ÖZELLEŞTİRME
Sermayenin kar oranlarının düşmesiyle, önemli tekel rantlarına sahip KİT’ler, sermaye için her ülkede çekici hale gelmiştir.
Geri bıraktırılmış ülkelerde, bu çekiciliğin gizlenmesinde “bütçe ve kamu açıklarının” azaltılması gerekçesi kullanılmıştır. Buna ek olarak bu işletmelerin zarar etmesi (ettirilmesi) ve devletin sırtında kambur oldukları söylemini ön plana çıkartmışlardır. Devletin dericilik, kumaşçılık, sütçülük yapmaması gerektiği, işlevinin daha ciddi şeyler olduğu ön plana çıkartılmıştır. Olası tepkileri önlemek için de bu kurumların stratejik önemlerinin olmadığı, stratejik kurumların satılamayacağı söylenmiştir.
Daha sonraki süreçlerde ise böyle bir bahaneye bile gerek duymaksızın; eğitim, sağlık, enerji ve telekomünikasyon gibi hem stratejik, hem de resmi verilere göre ciddi oranda kâr eden kurumlar özelleştirilmiş ve özelleştirilmeye devam etmektedir. Onlarca yılın kamusal birikimi sermayeye adeta hibe edilmiştir.
Kamu sektörünün özerk ve demokratik olmamasından, kanunun denetimine açık olmamasından kaynaklı; gerek siyasi erk, gerekse devlet bürokrasisi, bu kuruluşları kasıtlı olarak zaafa uğratmıştır.
Bizlere özelleştirmeyle dayatılan, aslında “kamusal hizmet alanlarının, kâr alanları olarak sermaye lehine yeniden örgütlenme-sidir. Yani kamu hizmeti fikrinin ve sosyal devlet anlayışının tümden reddidir.
Enerji, sağlık, eğitim gibi temel kamusal alanlardaki kuruluşlar, halkta hoşnutsuzluk oluşturacak şekilde yıpratılmakta ve teşhir edilmektedir. Bu oyunun ana temasıdır. Bunun somut örneğini SSK’nın tasfiye girişiminde görmek mümkündür. Yıllardır SSK gelirlerine el koyan, alacaklarına sürekli af çıkartarak sürekli zarara uğratan, partizanca paravan kadrolar açan yönetim; “SSK yönetilemiyor, zarar ediyor, işlevini yerine getiremiyor” söylemleriyle tasfiye sürecine zemin hazırlamaktadır. 20 yıldır bir tane hastane açmayan, doktor başına hasta sayısının dört katma çıkmasına rağmen gerekli sağlık personelinin istihdamını sağlamayan devlet, özel klinik ve hastaneleri teşvik adı altında trilyonlarca parayı özel şahıslara ve sermaye şirketlerine vermiştir. Aslında oynanan oyun bu kadar açık ve ortada.

ENERJİYE OLAN İLGİNİN NEDENLERİ
Yerli ve yabancı sermaye, son yıllarda yoğun şekilde enerji sektörüne dadanmış durumdadır.
Bunun nedenleri şunlardır:
— Enerji sektöründe kâr oranlan % 300-% 400 civarındadır. Genel maliyet 8 bin TL, satış 25 bin TL’dir. Atatürk Barajı’ndan elde edilen gelir 600 milyon dolardır. Elektrik enerjisinin devlete yıllık katkısı 40 milyar Dolar civarındadır, ihtiyaç duyulan yatırım miktarı ise 4,5 milyar Dolardır.
— Elektrik enerjisi kullanımı zorunlu, reklâm ve pazarlamaya ihtiyaç duyulmayan, satış riski olmayan bir sektördür.
— Üretilenin tamamını alma ve nakden ödeme garantisine sahiptir.
— Enerji sektöründe grev yasağı nedeniyle işçi hak ve ücretleri patronun insafına (insafsızlığına) bırakılmıştır!
— Uluslararası sermayenin kirli ve ağır sanayi kollarını geri bıraktırılmış ülkelere kaydırması nedeniyle enerji talebinin daha hızlı artacağını varsaymak zor değil.
Bu nedenler çoğaltılabilir. Kısaca riski (uluslararası tahkim koşullarının kabulüyle) hiç olmayan ve kâr oranı maksimum seviyelerde olan bu sektöre sermayenin ilgisi anlaşılabilir.

BÖYLE BİR SEKTÖR NİÇİN ÖZELLEŞTİRİLEMEZ! ÖZELLEŞTİRİLİRSE NE OLUR?
— İnsanlığın gelişmişliği ve yaşam standartları; enerji kullanımını ticari bir mal değil, toplumsal bir hizmet olarak sunmalıdır. (Enerji kullanım oranları; Gelişmiş Ülkeler: 4.500 kw, Dünya Ortalaması: 2.500 kw, Türkiye: 1.500 kw)
— İnsanların yaşamsal alanlarını elektriksiz bırakmak insan hakları ihlalidir. Yani enerji ihtiyacı insan hakkıdır. (Fransa Yüksek Mahkemesi Kararı)
— Elektrik enerjisi doğası gereği depolanamadığından; üretimi de tüketimi de planlı programlı yürütülmelidir. Bu nedenle de, kamusal tekel olmak durumundadır. Aksi durumda sağlıklı, kesintisiz ve ucuz olamaz. Üretilen enerji ile tüketilen enerji arasındaki oran arttıkça sanal elektrik sıkıntısı ve maliyet artışları kaçınılmaz olacaktır.
— Enerji kaynakları toplumun ortak değerleridir. Kişi ya da kuruluşlara satılamaz.
Durum böyle iken Türkiye’de neler oldu, neler oluyor?

TÜRKİYE’DE ELEKTRİK ENERJİSİNİN ÖZELLEŞTİRİLMESİ SÜRECİ VE BUGÜN…
Türkiye’de özelleştirme politikaları ilk kez 24 Ocak 1980’de ortaya atıldı. Her ne kadar bu işin mimarını Turgut Özal (DPT Müsteşarı) olarak lanse etseler de, asıl karar 1979 yılında IMF tarafından alınmıştı. Özal sadece, basma, alınan kararları açıklamıştı.
Kararların duyulması ciddi tepkilere neden olunca, geri çekmek zorunda kaldılar. Kaldı ki, dönemin toplumsal muhalefeti de göz önüne alındığında uygulama şansları pek yoktu.
Tarih 12 Eylül 1980, sermayenin bir taşla iki kuş vurduğu, bir taraftan yükselen halk muhalefetini, diğer taraftan krizlerini aştıracak karar ve düzenlemelerini sorunsuz yaptırabilecekleri bir dönemdi.
Nitekim 1984 yılında 3096 sayılı yasa ile özelleştirmenin ilk adımı atıldı. Enerji sektöründe ilk özelleştirme ise İstanbul Anadolu yakası elektrik dağıtım işlerinin 30 yıllığına AKTAŞ A.Ş.’ye verilmesiyle başladı. Bu, kamu hizmetlerinin kâr amacı gütmemesi gerektiği ve özelleştirmenin insanlık için ne kadar tehlikeli ve onur kırıcı olduğunun ispatlandığı bir süreç oldu. Aynı zamanda ülkeyi yönetenlerin ne kadar yasa tanımaz ve gayrimeşru olduklarının ispatı oldu.
Bunu biraz açalım.
— EMO’nun (Elektrik Mühendisleri Odası) açtığı dava sonucu Danıştay, Aktaş’la imzalanan sözleşmeyi feshetti. Fakat hükümetler mahkeme kararlarını çiğnediler.
— Yargıtay Aktaş’ın Marmara Bank’ta; TEDAŞ’a ait 250 milyarı batırmasını (yani iç etmesini) kötü niyet olarak teyit etmesine rağmen, sözleşmesi feshedilmedi.
— Anayasa Mahkemesi’nin özelleştirmeye izin verirken koymuş olduğu kamu yararının korunması ön şartı defalarca ihlal edildiği halde hükümetler bunu dikkate almadılar.
— 1995 ile 1998 arasında, Aktaş, hiçbir sözleşmesi ve protokolü olmadan yasadışı olarak görevini sürdürdü. 1998’de sözleşmeyi, sözüm ona demokrat DSP azınlık hükümeti yeniledi.
— Bugün Aktaş bölgedeki problemlerin çözümünü değil çözümsüzlüğünü üretmiştir. “Paran kadar hizmet” anlayışına sahip işletme, bugün parası olana dahi çözüm üretememektedir.
— Abonelerine karşı keyfi uygulamalarını alışkanlık haline getiren (bütün uyarılara rağmen), keyfi ve gerçek dışı faturalarla halkı, devlet adına ama kendi hesabına soyan Aktaş A.Ş; Devlete olan trilyonlarca borcunu ödememekte direniyor.
Bunlar yetmezmiş gibi, elektriği üreten ve dağıtan kamu kuruluşları da, önce parçalara ayrıldı. Şimdi de çoğunluğunu başta Doğan Holding olmak üzere çeşitli basın kuruluşlarına ve yabancı işbirlikçilerine ihale (hibe) ederek devretmek istiyorlar.
Aktaş örneği bu kadar canlı iken böyle bir sürece girmeleri çok anlamlıdır.
Yerli ve yabancı sermayeye bu da yetmiyor, uluslararası tahkim dayatmasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu şirketler devletle imzaladıkları sözleşmelerin Danıştay tarafından incelenmesini şiddetle reddediyorlar. Çünkü Danıştay’ın görevi kamu çıkarlarını korumaktır. Özetlersek; sermaye kamu çıkarlarının korunmasını istemiyor. Anlaşmazlıkları ulusal mahkemeler yerine sermaye kuruluşlarının oluşturduğu hakem kurullarında çözmek istiyor. Bunun anlamı kayıtsız şartsız sermaye egemenliğinin kabulüdür. Bir örnek verelim: Bergama köylüsünün büyük mücadele sonucu kovduğu siyanürcü Eurogold firması, bu süreç yasalaşırsa, Danıştay kararının iptali sonucu yeniden zehir saçmaya devam edecek ya da devletten üreteceği altını hiçbir üretim yapmadan alacaktı. Bugüne kadarki yaklaşık 800 tahkim kararının tamamının sermaye lehine sonuçlanmış olması, bundan sonraki sürecin nasıl olacağının sanırım kanıtıdır.
Tahkim şartı uluslararası sermayenin (özelleştirmede olduğu gibi) kurguladığı ve Dünya Ticaret Örgütü’nde olgunlaştırdığı MAI sürecinin önemli bir ayağıdır. Bu sürecin diğer ayağı da serbest bölgeler projesidir ki şu an Türkiye’de on bir bölgede uygulanmaktadır.
Serbest bölgelerin özelliği ise;
— Yatırımcı her türlü vergi, fon ve harçtan muaf olacak. Yani ülkenin bütün olanaklarından en az bir yurttaş kadar yararlanacak, buna karşılık devlete hiçbir ödeme yapmayacak.
— Yatırımcının aleyhine hiçbir yasa uygulanamaz! Yatırımcı kendisine mani olacak yerel ve genel yasaklama veya yaptırımlardan muaf olacak. Örneğin yasak olduğu halde su havzasına fabrika kurabilecek.
— Yatırımcı dilediğince yabancı personel çalıştırabilecek. Örneğin, 30 Dolar aylıkla Romanya’dan işçi getirip çalıştırabilecek.
— Çocuk işçi çalıştırabilecek.
— Bu işletmelerde çalışanlar hiçbir şekilde örgütlenemeyecek; her türlü grev ve eylem, yasak kapsamında olacak.
İşte MAI sürecinin iki ayağı. Tarım, ormancılık, sosyal güvenlik ve diğer tüm alanlara yönelik çalışmaları da üç yıl içerisinde tüm dünyaya yayacaklar.
Sermaye öylesine topyekûn saldırıya geçti ki, bunu ancak emeğin birleşik cephesi engelleyebilire

Ağustos 1999

Günlük mücadele ve taktik mücadele platformu

Emekçi sınıflar hareketi, değişik talepler için verilen, etkisi ve düzeyi farklı çok çeşitli eylemlerin toplamıdır. Saf haliyle amaçsal bir birlikten, zamandaşlıktan, ortak bir tempodan yoksun görünür. Ancak görünüşteki bu ilişkisizliğe ve dağınıklığa karşın nesnel bakımdan birleşmeye, ortaklaşmaya, birleşik bir hareketin unsurlarına dönüşmeye açıktır. Çünkü tüm bu talepler son tahlilde kurulu sermaye düzeninden ve siyasal ortamdan kaynaklanmaktadır, doğallıkla da şöyle ya da böyle sermaye düzenine yönelen hareketlere yol açarlar.
Devrimci işçi partisi, bu dağınık, istikrarsız, inişli çıkışlı hareketi nesnel temeline uygun olarak birleşik, koordineli, bilinçli bir harekete dönüştürmeyi hedefler. Bu amaçla emekçiler içinde günlük mücadeleye konu olan sorunlar üzerinden teşhir ve ajitasyon çalışması yürütür, günlük mücadeleye azami destek verir, acilleşmiş emek ve sermaye cephesi arasındaki çatışmayı ilerletecek acil ekonomik ve politik talepleri bir taktik eylem programı olarak ifade eder…
Her tür kitle hareketi içinde yer alan ve emekçilerin dile getirdiği her yeni talebe sahip çıkan partinin faaliyeti de bir akışa kapılmak gibi görünebilir. Bugün sendika, yarın sigorta, öbür gün özelleştirme sorununa ağırlık veren bir teşhir, ajitasyon; bir gün Tıb-set direnişi, ertesi gün Makina Kalıp grevi, bir gün TİS uyuşmazlığından doğan eylemler… Yaşamın tüm zenginliği ve karmaşıklığı içinde beliren bin bir soruna tavır almadan, yaşama vakıf olmadan ona yön verilemez. Ancak bu, görünüş unsurlarıyla sınırlı gözlemler için yanlış bir izlenime yol açabilir ve günlük mücadele içinde boğulmak olarak görülebilir.
Oysa bu değişik vesilelerle patlayan eylemler içinde yer alırken ve yön vermeye çalışırken, fabrika koşullarına ilişkin teşhir çalışması yürütürken, partinin faaliyetine daima devrim amacı yön verir. Bölünmüş gibi görünen çalışma ve eylemler içinde derin bir iç mantık vardır.
Ne var ki, kendiliğindenliğin baskısı, dar pratikçilik ve teorik gerilik; kitlelere yardım tutumunu yaşama geçirme sürecinin yığın hareketinin politikleştirilmesi hedefinden koparak kendi başına bir amaç haline gelmesi, iktisadi mücadelenin sınırlarına hapsolma tehlikesi de taşır. Bu potansiyel tehlike, kitlelere günlük mücadelelerinde yardım tutumunda tutuk davranarak giderilemez. Yapılması gereken, taktik tutum ile stratejik hedefler arasındaki ilişkinin açıklanması, günlük mücadeleye verilen önemin zorunluluğunu, hareketin politik nitelik kazanması ile yakın ilişkisini, ilk bakışta kimi taleplerin sıralanması gibi görünen partinin dönemsel platformunun temelindeki devrimci mantığı, programla bağı yeniden açıklamaktır. Bu mantıksal bütünlüğün faaliyet içindeki militanın davranışlarına yön verir hale gelmesi; bu türden ufuk daralmasına karşı bir güvence olacaktır. Bugüne dek pek çok defalar açıklanmış, ayrıntılandırılmış olan düşüncelerin yenilik içermeyen bu özeti, bize, bu bakımdan yararlı göründü.
Bu, aynı zamanda, işçi mitinglerinde insanların üzerine savurdukları “kuşlama”larında bolca “devrim”, “sosyalizm”, “ayaklanma” çağrılan yapan grupların genç insanların kafalarını karıştırmaya dönük kötü niyetli spekülasyonlarına da yanıt olacaktır. Kuşkusuz amaç, bu grupların yığın hareketi karşısındaki sorumsuz mevziiyi terk etmelerini sağlamak olamaz, zira bu bakımdan durum pek umutsuz. Ama olası kafa karışıklığı girişimlerine karşı böyle bir açıklama gereksiz sayılmamalı.

PROGRAMA VE DÖNEMSEL TAKTİK MÜCADELE PLATFORMUNA BAĞLANAN GÜNLÜK MÜCADELEYE YARDIM
Devrimci parti çalışmasını, bir yönüyle inşa edilmiş teori ve programın yığınların davranışlarına yön verir bir duruma gelmesini sağlamak olarak tanımlayabiliriz. Sorun, teorinin yığınlarda cisimleşerek maddi bir güce dönüşmesidir. Ne var ki, çelişik bir manzara durur karşımızda. Bir yanda, ülkenin iktisadi ve sosyal yapısının, sınıf ilişkilerinin tahliline dayanan, mevcut düzenin yıkılarak yerine emekçi sınıfların iktidarı ve sosyalizme geçişin nesnel zorunluluğunu ortaya koyan devrimci bir program var. Öte yanda henüz kendi çıkarlarının bilincine tam olarak varmamış, kendi kurtuluşlarının mevcut toplumsal-politik düzenin yıkılışında olduğunu kavramamış yani programda somutlanan düşüncelerin bilincinden yoksun ancak kendilerini bunaltan, yaşamı, çekilmez kılan sorunlar karşısında zaman zaman eyleme giren emekçiler var. Elbette bu durum, devrimci işçi partisinin önüne bu devrimci amaçların emekçilere açıklanması görevini koyar. Parti yaşamın sunduğu olanaklardan yararlanarak bu teorik açıklama ve propaganda görevini yerine getirir ama yığınların propagandanın etkisiyle bu programı benimsemelerini beklemek saflık olur. Geri bilinçli, yüzlerce yıllık gerici, dinsel düşünce ve önyargılar tarafından köreltilmiş, cahil bırakılmış, yapay ayrımlarla bölünmüş yığınların, günlük mücadeleler ile program hedefleri arasındaki bağı bir çırpıda kavramaları beklenemez. İşçilerin ancak en uyanık, öncü kesimleri propaganda yoluyla, devrimci programa kazanılabilir. Geniş yığınlar ise, propaganda ve ajitasyonla dile getirilen gerçekleri, günlük mücadelenin iniş çıkışlı yolunda, uzun mücadeleler içinde öz-deneyim yoluyla benimseyebilirler.
Program, iktisadi ve sosyal yapının, nesnel sınıf ilişkilerinin analizinden yola çıkarak işçi sınıfının gerçek kurtuluşunun yönünü, araçlarını ve güçlerin mevzilenmesini en genel özellikleriyle açıklar. Oysa tüm bunlar günlük yaşamda çok daha özgün, karmaşık, farklılaşmış olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle, günlük hayatın program maddelerine uydurulması söz konusu olmayacağına göre, programın güncelle bağ içinde özgülleştirilmesi gerekir.
Sınıf mücadelesi, daima somut vesileler, özgün sorunlar üzerinden ilerler. Bu bakımdan programın yanı sıra, belirli bir anda sınıf ve güç ilişkilerinin, hareketin gelişme yönünün analizine dayanan dönemsel politikalara da sahip olmak gerekir.
İşte devrimci işçi partisi, bu amaçla, işçi sınıfının devrimci program hedeflerine bağlı olarak belirli bir andaki somut durumu, sınıflar arasındaki mücadelenin seyri ve güç ilişkilerinden yola çıkan bir çeşit eylem programı, dönemsel taktik mücadele platformu oluşturur. Bunu, programın gerçekleştirilmesi için belirli bir anda kavranması gereken, “kavrandığı takdirde bütün zincirin tutulmasına ve stratejik başarının koşullarının hazırlanmasına olanak veren halka” (Stalin) olarak da ifade edebiliriz.
Taktik mücadele platformu, emek ve sermaye, devrim ve karşıdevrim cepheleri arasında sürtüşmeye sebep olan, emekçi sınıfların acil ekonomik istekleri ile sorun haline getirdikleri ya da getirme eğilimine girdikleri politik isteklerin -genel programa bağlanmış- bir eylem programı halinde ifadesidir. Emekçilerin veya en azından onların ileri kesimlerinin farkına vardıkları, uğruna mücadele ettikleri talep ve isteklerin genelleştirilmesine dayanır.
Emek ile sermaye cepheleri arasındaki mücadele hangi somut sorunlar üzerinde yaşanıyor ve yakın bir gelecekte hangi sorunları kapsayacak? Emek ve sermaye arasındaki “sıcak temas noktalan” hangileridir? Mücadele nereden nereye bağlanacak? Bu soruların cevabı, dönemsel taktik platformun unsurlarını oluşturur.
Görüldüğü gibi taktik mücadele platformu, partinin, yığın hareketinin ortaya çıkardığı, savunma eğilimine girdiği talepleri alarak demokrasi ve özgürlük (ve kuşkusuz sosyalizm) mücadelesi temelinde birleştirmesi, sistematize ederek, genelleştirilmiş halde ve bir eylem programı olarak yığınlara geri vermesidir.
Devrimci yayın organlarını izleyen her işçi ve genç, politik taktik platformun unsurları olan taleplerin, devrimci yayın organlarında sistemli olarak dile getirildiğini görecektir. Gerçekte günlük işçi basınını dikkatle izleyen her işçi, adını koysun koymasın, taktik mücadele platformunun içeriğini oluşturan talepleri nasıl savunacağını, dile getireceğini bilebilir.
Örneğin bugün, özelleştirme ve sosyal güvenlik haklarının tasfiye girişimi, uluslararası tahkim yasaları, sürekli fiyat artışları, sendikasız-sigortasız çalıştırma, kamu çalışanlarına dayatılan sendikasızlık ve yüzdelik zamlar, düşük taban fiyatları vb. sorunlar emek ile sermaye arasındaki “sıcak temas” noktalarıdır. Devlet yönetiminde yaşanan skandallar halinde patlayan yolsuzluk, rüşvet, çeteleşme olguları, açık adaletsizlikler, devlet kaynaklı politik cinayetler, sendikal ve politik örgütlenme ile düşünceyi ifade etme önündeki engeller, köylerinden göçertilen, OHAL kıskacına alınan köylülerin durumu, dönemsel taktik platformunun diğer unsurlarıdır.
İşçilerin günlük mücadelelerine yardım ve doğrudan bu mücadeleye katılım, işte bu taktik mücadele platformu ile bağ içinde anlam kazanır. Yani devrimci partinin günlük mücadeleye katılımı ya da müdahalesi, emekçilere günlük mücadelelerinde azami yardım tutumu; liraya kuruş eklemek, birtakım reformlar elde etmek ve “reformların gölgesinde uyuya kalmak” için değildir. Reformlar kuşkusuz önemlidir; ancak parti, işçi sınıfı ve emekçilerin en acil, uğrunda harekete geçtikleri ve geçme eğiliminde oldukları sorunlardan hareket eden bir taktik mücadele platformunu formüle etmekle, bir dizi iyileştirmeyi de “yan ürün” olarak ortaya çıkaracak olan, kendi halinde akan binlerce dereciği sisteme yönelecek bir yatakta birleştirmeyi, onu politik bir harekete dönüştürmeyi, işçi sınıfının iktidarını yakınlaştırmayı hedefliyor. Bunun için de emekçilerin günlük mücadelesinden yola çıkmak, bu mücadele içinde yer almak gerekiyor. Bu, bir tercih değil nesnel durumun gerektirdiği bir tutumdur. Yığınlarının mücadelesinin sisteme cepheden yönelen genel politik bir mücadeleye dönüşmesinin başka bir yolu olmadığı için bu taktiği benimsiyor.

GÜNLÜK MÜCADELEYE KATILMANIN ÖNEMİ
Ülkemiz sol hareketinde, günlük mücadeleye yardım tutumu, çok kolay bir şekilde “ekonomizm”, “reformizm” vb suçlamalarla damgalanabiliyor. Elbette günlük mücadele talepleriyle sınırlı bir mücadelenin ekonomizm olduğuna kuşku yoktur. Ekonomik talepler için, emekçileri bunaltan günlük sorun ve sıkıntılar için yürütülen teşhir çalışmasını gördüğü yerde “ekonomizm” diye bağırmak ise, ülkemize özgü bir hastalık olsa gerek.
Yukarıda günlük mücadeleye yardım tutumunun bir istek sorunu değil nesnel bir zorunluluk olduğundan, taktik mücadele platformu çerçevesinde anlam kazandığından ve nihayet işçi sınıfının devrimci programına bağlandığından söz edildi. Ama günlük mücadelenin, sınıf hareketinin gelişmesi, bilinçlenmesi, parti ile yığınlar arasındaki bağın pekişmesi bakımından taşıdığı imkânlara biraz daha değinmek gerekiyor.
Her şeyden önce parti, hem bir parçası hem de kısa ve uzun vadeli çıkarlarının savunucusu olduğu işçi sınıfının her düzeydeki mücadelesinde onun yanında olmalıdır. Bu, partinin varlık koşullarından biridir. Emekçilerin yaşamını kötüleştiren, uğruna mücadele ettikleri sorunlar karşısında duyarsız kalan bir partinin, emekçilerin partisi olduğuna bin şahit ister. Aslında sınıflar arasındaki iç savaşa kadar varan tüm çatışmalar, sınıfların ekonomik çıkarlarından kaynaklanır. Şu var ki, sömürülen sınıfların temel ekonomik çıkarları, genel olarak mevcut toplum yapısının temelden değiştirilmesiyle gerçekleşir. Ama bu, işin temelinde sınıfların günlük görünüşler içinde dile gelen ekonomik çıkarlarının bulunduğunu gölgelemez.
Bu bakımdan işçilerin ve emekçilerin günlük çıkarları için verdikleri mücadele, genel olarak dostlarını ve düşmanlarını tanıdıkları bir süreçtir. Ülkemizde hiç değilse son on beş yıllık mücadele, emekçileri burjuva dünyaya, onun partilerine bağlayarak körelten gözbağlarının keskin mücadele dönemlerinde çözülür olduğunu göstermiştir. (“Mezarda emekliliğe” karşı mücadele sürecinde Kocaeli’nde birkaç yüz işçinin, hem de 2500 işçinin partilere, düzenlediği yürüyüşle MHP, DSP ve ANAP’tan istifa ettikleri hatırlansın.) İşçilerin günlük mücadelesine samimi olarak katılma, başarısı için yardım etme tutumu aslında burjuva partilerin sınıf üzerindeki etkisini kırmaya önemli bir hizmet sunar. İşçi sınıfı, talepleri için girdiği eylemde düzen partilerinin sözde bile olsa yardımını görmemekte, sınıf içinde etkisi bulunmayan küçük burjuva gruplarca yalnız bırakılmakta, zayıf düşürülmekte, sendika üst yönetimleri tarafından ise sürekli kösteklenmektedir. Diyebiliriz ki, devrimci işçi partisi, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullan konusunda teşhir ve ajitasyon çalışması yürüten, girdikleri mücadelelerin başarıyla sonuçlanması için azami destek veren yegane odaktır. Bu özelliği ile günlük mücadele, işçi sınıfının gerçek dostlarını tanıması için büyük bir fırsat sunmakta, bu da partinin ve politikalarının sınıf içinde tanınması ve kökleşmesine, sınıf ile partinin yakınlaşmasına büyük bir imkân sunmaktadır.
Parti elbette hareketin düzenin temellerine doğrudan vuran politik bir hareket olarak gelişmesini, ekonomik mücadelenin de politik bir perspektifle yürütülmesini ister, bu yönde çalışır. Ama işçi sınıfı hareketi, partinin iradesinin değil, toplam nesnel koşulların ürünüdür ve bilinç (ve örgütlülük) düzeyi üzerinde bir dizi etken, rol oynar. Hareketin düzeyinin geri olması, ağırlıklı olarak ekonomik-sendikal talepler için verilen mücadeleler olarak gelişmesi, politik talepleri gündemine almaması ve kimi durumlarda şovenizmin vb. etkisinde kalması, harekete uzak durmanın sebebi olamaz; tersine, harekete daha fazla katılımı (müdahaleyi) gerektirir. Bu nedenle, hareketin düzeyini nesnel bir veri olarak kabul edip işe başlamak zorunludur.
Sosyal güvenliğin tasfiyesi girişimine karşı gelişen eylem dalgasını, ne zaman kırılacak beklentisi ile izleyen, hareketin zaaflarını abartarak moral bozucu şekilde tekrarlayıp duran, adeta hareket bir an önce yenilse de “ben dememiş miydim” diye böbürlenme fırsatı doğsa diye sabırsızlananları görmek insana hakikaten rahatsızlık veriyor ve bilinen en genel doğruları tekrarlamak zorunda bırakıyor.
Hareket üzerinde dönüştürücü bir etkide bulunmak isteyen, öncelikle böyle bir hareketi teşvik eder ve destekler bir tutum içinde olmalıdır. Çünkü Komünist Enternasyonal’in ifadesi ile “En küçük günlük talepler için mücadele, devrimci eğitim için kaynak oluşturur”. Lenin grevleri işçi sınıfının “savaş okulları” olarak tanımlamıştı. Çok zengin eylem biçimleriyle, yaratıcı örgüt biçimleriyle yaygın ve sert eylemler olarak gelişen işçi-emekçi hareketinin milyonları kucaklayan bir okul olduğu açıktır. Olağan zamanlarda, bir televizyon izleyicisi, bir kahve müdavimi, bir Posta-Fotomaç gazetesi okuyucusu olarak sokaktaki ortalama apolitik yurttaşla benzer refleksler gösteren işçi, günlük mücadele içinde keskin bir duyarlılık edinir, devrimci propagandaya açık hale gelir. İşçinin kendiliğinden eyleminin sınırlılığını kavramaya en yatkın olduğu dönem de bu eylem sürecidir.
Bugün günlük mücadelenin hâlâ ağırlıklı olarak ekonomik-kendiliğinden bir çerçevede kaldığı, hükümetten hak talep etmeyi az aştığı (“Kahrolsun IMF, bağımsız, demokratik Türkiye” ve “emekçiler değil hükümet mezara” gibi sloganlar binlerce işçi tarafından kullanılmaktadır, ama henüz genel olarak sistemin hedeflenmesine geçildiği söylenemez) ve bu haliyle mücadelenin ise hâlâ sınırlı bir mücadele olduğu açıktır. Ama en katıksız haliyle bile olsa ekonomik mücadele, işçilerin fabrika koşullarını, patronların niteliğini anlamalarını sağlayan, ortak bir sınıf olma ve birlikte davranma sezgisinin geliştiği bir mücadeledir. Ekonomik mücadele, işçilerin uzun savaşının ilk muharebeleridir ve bu mücadelede elde ettikleri deney ve bilinç ise, ortak bir sınıf olma, ortak çıkarlara sahip olma bilincinin tomurcuğudur. Marx, bu nedenle, her ekonomik mücadelenin özünde bir siyasi mücadele olduğunu belirtmişti. Lenin ise, işçinin kendi çıkarları için patronlara karşı giriştiği mücadelenin ürünü olan bilincin, bu kendiliğinden bilincin, “tohum halindeki sınıf bilinci” olduğunu söylemiştir.
Kaldı ki, bugün mücadeleye kaynaklık eden sorunları salt ekonomik talepler olarak görmenin imkânı da yoktur. Bugün işçi sınıfını eyleme sürükleyen başlıca sorunlar, özelleştirme, sosyal güvenliğin tasfiyesi, uluslararası tahkim, esnek üretim uygulamalarıdır. Bu saldırılar, emperyalist kapitalizmin tüm dünyaya dayattığı ideolojik yönü belirgin saldırılardır. Doğrudan doğruya patronlar sınıfının ve iktidarın bir uygulaması olarak gündeme gelen bu saldırılara karşı mücadele, karşısında birleşik gericiliği bulmuş, emek ve sermaye cephelerini boydan boya karşı karşıya getirmiştir, giderek hem talepleri, hem de sertleşen eylem biçimleriyle iktidarla çatışma niteliğine, politik bir niteliğe bürünmektedir.
1980’lerin ikinci yarısından bu yana gelişen hareketin genel olarak kendiliğindenliğin sınırlarını aşamadığı bir gerçektir. Ama bu hareket, kendiliğindenliğin yol açtığı zaaflara, istikrarsızlığa, kısa bir süre içinde doruğa çıkıp dibe vurmasına karşın işçi sınıfını politik, kültürel, deney birikimine çok büyük bir katkıda bulundu. Sosyalist çalışmanın etkisi altında içinden öncü bir devrimci kuşak doğurdu, öğrenmek isteyene çok şey öğretti. İşçi sınıfının bittiği, rolünü kaybettiği gibi ideolojik saldırılara en anlamlı cevabı da yine eylemleriyle verdi; sınıfa, devrime, sosyalizme inanan devrimci ve aydın kuşakların başlıca moral kaynağı oldu.
Bu hareket, aynı zamanda, nesnel bakımdan özgürlük ve demokrasiyi temsil etti. İşçi sınıfına kendi gücüne güven duygusu aşıladı, emekçi toplumsal tabakalara da cesaret veren ve hak kullanımını meşrulaştıran eylemler oldu. 1989 yılında, ekonomik nitelikli talepleri karşılanmadığı için kilitlenen sözleşmelere ağırlık koymak için çıplak ayakla yürüyen yüz binlerce işçi, gösteri ve yürüyüş hakkının toplum ölçüsünde fiilen kazanılmasını ve meşrulaşmasını da sağladı. İşçi sınıfının eylemlerindeki her genişleme, politik hayatın fiilen demokratikleşmesinin bir adımı oldu; hangi gerekçeyle olursa olsun, demokratik haklara yönelik her saldırı dönüp dolaşıp işçi sınıfını vurdu. Bu bakımdan işçi hareketi kendiliğinden de olsa, özgürlük ve demokrasinin öncü hareketidir; siyasal hak ve özgürlük mücadelesi açısından da vazgeçilmez bir önem taşır.
İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesi muharebelerden oluşur. Bu muharebeyi kazanmak, savaşı kazanmak değildir elbet, ama kazanılmış bir muharebenin güçleri toparlamak, moral üstünlüğünü ele almak, yeni darbeler indirmek için önemini kim yadsıyabilir. İşçi sınıfının dönemsel kazanımları sınıfa ve tüm emekçilere moral ve coşku verecek, yeni mücadelelere dayanak oluşturacaktır.
Kısacası işçi sınıfı tayin edici savaşa tutuşmadan önce uzun bir hazırlık döneminden geçecek, bu mücadeleler içinde öz-deneyim yoluyla devrimci partinin siyasal taktiklerini kavrayacak, kendi deneylerinden öğrenecektir. Dolayısıyla, günlük mücadele, işçi sınıfını geliştiren ve olgunlaştıran mücadelelerdir. Devrimci bir parti, faaliyetini mücadelenin bu günlük vesileleriyle ilişkilendirmek zorundadır.
“İşçi sınıfının günlük taleplerini ve günlük mücadelelerini ihmal etmek, parti faaliyetini sadece bunlarla sınırlamakla aynı derecede hatalı, yapılmaması gereken bir şeydir. Partinin görevi, günlük ihtiyaçlardan hareketle, iktidarı hedef alan devrimci mücadelede işçi sınıfına önderlik etmektir.” (Komünist Enternasyonal Programı, 1928, “3. Enternasyonal” adlı derleme içinde, Belge Yayınları, sf. 190)

TALEP İSTİSMARI DEĞİL GÜNLÜK MÜCADELEYE YARDIM
Devrimci işçi partisinin, özellikle içinden geçtiğimiz dönemde günlük mücadeleye katılma, başarısı için azami yardım tutumunu ısrarla dile getirmesinin, bu mücadelenin yukarda sayılan özellik ve imkânlarının yanında başka bir nedeni de, Türkiye sol hareketinde etkili olan bir hastalıktır: İşçiye günlük mücadelesinde samimi yardım değil, talep istismarı!
Nesnel sınıf ve güç ilişkilerinin ve hareketin düzeyinin koşulladığı mücadeleye katılım ve destek tutumu, dönüşme ve gelişme ihtiyacı apaçık olan bu hareketi dönüştürmek iddiası taşıyanların dönüşümü için de vazgeçilmez öneme sahiptir.
Öğretme süreci, aynı zamanda bir öğrenme sürecidir, böyle ele alınmalıdır. Burnundan kıl aldırmayan sınıf-dışı geleneksel solcu anlayışının yıkılması, harekete, sorunlarına, işçilerin yaşamına uzaklık ve dışardanlık özelliklerinin yok edilmesinin panzehiri de, işçilerin bugün ekonomik-kendiliğinden bir çizgide, istikrarsız bir tempoda ilerleyen hareketine katılımdır.
Parti ile geniş yığınlar arasında her geçen gün daha da kitleselleşen ölçüde yakınlaşma ihtiyacı, bugün işçilerin partisi açısından temel önemdeki sorunlardan biridir.
Yığınların sorunlarına sahip çıkmadaki samimiyetsizlik, bugün üstesinden gelinmesi gereken, geleneksel solcu alışkanlıklardan biridir. Kimi zaman “yoksulluk edebiyatı” da denilen durum şudur: İşçiye gidilir, ona ne kadar aç ve yoksul olduğu, ne acınası bir durumda olduğu anlatılır ve ona bu duruma isyan etmesi, sosyalizm için kendi partisine katılması çağrısıyla görev tamamlanır. İşçinin yaşadıkları, samimiyetsizlikle, sırf kendi örgütünü propagandaya geçmenin köprüsü yapılır.
Eylem haberi alan küçük burjuva solcumuz, çantasını kapar eylem yerine koşar. İşçilerin gündemine derhal “sosyalist sloganları sokar”. Keskin eylem biçimleri önerir. İşçileri ilerici-gerici diye birbirine kışkırtır; uluorta, o an için nasıl bir sonuç doğuracağına bakmadan sendikacıya atıp tutar, sendikacıya isyan etmeyen işçiyi azarlar.
İşçilerden birkaçının ortamından ve sınıf özelliklerinden koparılarak “kazanılması”, eylemin kazanılmasından daha önemli hale gelir. “Büyük amaçlar” için, işçinin “küçük” mücadeleleri kaybetmesi ona doğal görünür. İşçiyle yüz göz oldukça inandırıcılığı yok olur. İşçinin gözünde bir talep istismarcısı haline gelir.
İşçilerin partisini, küçük burjuva solcularından ayıran en keskin çizgilerden biri burada düğümlenir. Talep, istismarı değil, işçinin politikleşmesinin, toplumsal kurtuluşun, devrim ve sosyalizmin, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin zaferinin ancak böylelikle olanaklı olacağı bilinciyle, işçiye günlük ekonomik mücadelesinde sonuna kadar yardım.
Bu tutumu çok sayıdaki örnekten biri somutunda kısaca ifade edelim. Tıb-set Direnişi, işçilerin sendikalaşmaları nedeniyle işten atılmaları gibi ekonomik bir nedenden patladı. Bu direnişe herhangi bir kayıt koymadan destek olan parti, gece gündüz direniş çadırında işçilerle beraber oldu. Direnişin iaşe sorunundan kamuoyu desteğinin artırılmasına kadar her sorunuyla ilgilendi, işçilerle her sorunu tartışarak, çözüm önerileri sundu. Partililer onlarla birlikte gözaltına alındı, dipçiğe hedef oldu. Ama bu süreç içinde eylemin geleceğini zedelemeyecek eleştirilerde de bulundu, iktidar sorununu da tartıştı sömürüşüz bir dünyayı da propaganda etti. İşçiler bu uzun mücadele ile sınıfın mücadele deneyine çok şey katarken, partinin gerçek dostları olduğunu gördüler ve sosyalizme ve partiye yakınlaştılar.

* * *
Buraya kadar partinin işçilerin günlük mücadelesine katılmasının temelindeki mantığa, bunun, partiye, harekete nüfuz etmek ve yön vermek bakımından sağladığı potansiyel olanaklara değinildi. Buraya kadar söylenenler, günlük mücadeleye yardımın amaçsız, stratejiden yoksun bir “yoksula yardım” çalışması olmadığını ortaya koymak bakımından gerekliydi. Ama partinin sınıf hareketine karşı görevinin kapsamını tarif etmek bakımından ise, oldukça yetersizdir.
Doğrudur: İşçi sınıfının burjuvaziye, hükümetlere, yer yer polise ve devlet örgütlerine karşı verdiği mücadele, sınıf mücadelesine, geleceğe olan inancı besleyen, halka ve işçilere kazanacaklarına, haklarını elde edebileceklerine dair moral veren bir harekettir.
Gelişen, yaygınlaşan, talepleri genişleyen hareketin işçi sınıfı partisinden daha başka ve esas olarak daha başka görevler talep ettiği de en az ilki kadar doğrudur.
Bu, öncelikle politik çalışma, politik ajitasyon faaliyetidir.
İkincisi, yığınların öncü kesiminin parti olarak örgütlenmesidir.
Üçüncüsü, sosyalist propaganda, parti kadrolarının, ileri işçilerinin sosyalist eğitimidir.

TAKTİK MÜCADELE PLATFORMU VE POLİTİK AJİTASYON
Lenin, “her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur” demişti. İktidar, toplumsal çelişkilerin çözümünün kendisinde düğümlendiği aygıttır. İşçi sınıfı da özgürleşmek için kendisini sömürünün pençesinde tutan ilişkilerin koruyucusu olan burjuva iktidarından kurtulmak, kendisini iktidarlaştırmak zorundadır. İktidar için yürütülen mücadele ise politik mücadeledir.
Demek oluyor ki, iktidar mücadelesi, yani politik mücadele, tüm mücadele biçimlerinin kendisine tabi kılınması gereken temel mücadeledir. Politik mücadele alanı, burjuvazinin yenilebileceği alandır. Ekonomik çerçevede kaldıkça, işçi sınıfı herhangi bir mücadeleyi kazansa bile bu son tahlilde kapitalizm içi bir düzenleme olarak kalacaktır. Oysaki onun ihtiyacı, kölelik koşullarını iyileştirmek değil, ortadan kaldırmaktır.
Partinin işçi sınıfına karşı temel görevi, her düzeyde yürütülen mücadeleyi politik iktidar hedefine, politik mücadeleye bağlamak; işçilerin günlük, ekonomik, sendikal vb. talepler için yürüttüğü mücadelenin politik mücadelenin dayanakları haline gelmesini sağlamaktır.
Politik mücadelenin kapsamını en genel çizgilerle şöyle ifade edebiliriz: Devletin ve kurumlarının niteliği, sınıflarla, hükümet ve partilerle ilişkisi; parlamentoda dönen dolaplar, ayrıcalıklar, yolsuzluklar, rüşvet skandalları; devletin tüm sınıflara ve ezilen ulusa karşı kullandığı baskı, aldatma ve ezilenleri bölüp birbirine düşürme yöntemleri, polis ve jandarma terörü; emekçilerin politik yaşama katılımını engelleyen anayasa ve yasalar; söz, basın, toplanma, örgütlenme ve seyahat özgürlüğü; politik cinayetler, devrimci örgütlere karşı saldırılar, kovuşturmalar, hapishanelere atılan devrimcilere uygulanan baskılar; çeşitli uluslar, diller ve mezhepler üzerindeki baskılar… Ülkenin uluslararası alandaki ilişkileri, emperyalist devletler ve bölge devletleriyle ilişkileri.
İşçi sınıfının mücadelesi tüm bu sorunları kapsadığı, gündemine aldığı, çatışmada yer alan kurumların gerçek niteliğini kavradığı ölçüde politik mücadele adını hak edecektir. Politika alanı, tüm sınıfların çatışma alanını, toplum yaşamına doğrudan müdahale eden kurumları kapsadığı için, toplum ölçüsündeki tüm sınıfların açık bir şekilde saflaşmalarının koşullarını oluşturacak; işçi sınıfının kendisini hedefleyenlerin dışındaki haksızlıklara karşı da mücadeleye yönelmesi, öteki emekçi sınıfların mevcut düzene karşı mücadelede işçi sınıfının müttefiki olmasını, sınıfın öncü rolünün toplumun tüm ezilen sınıflarınca benimsenmesini sağlayacaktır.
Devrimci işçi partisi, bir yandan kesintisiz bir politik ajitasyon faaliyeti yürütürken öte yandan öteki tüm mücadeleler içinde yer alarak, o hareketi politik mücadeleye bağlamaya çalışır. Bu, onun işçi sınıfı hareketine karşı görevinin özünü oluşturur.
Sınıf mücadelesi, sayısız “küçük” sorundan kaynaklanan eylemlerin toplamıdır. Politik ajitasyon, her bir sorunun gerçekte mevcut sistemin işleyişinden kaynaklandığını, kimi sorunların geçici çözümleri ve bir süre ertelenmemeleri mümkün olsa da, ortadan kaldırılmalarının, mevcut toplumsal düzenin yıkılması ile mümkün olacağını ifade etmeye dayanır.
Politik ajitasyon ve propaganda, sıcak, canlı vesilelerden yola çıkmak zorundadır. Politik ajitasyonun, politik mücadelenin temel olması, politik sloganların nakarat gibi tekrarlanması gibi anlaşılmamalıdır. Uygun vesilelerden yola çıkmamış bir politik ajitasyon yarar sağlamayacağı gibi, zararlı da olabilir. Unutmamak gerekir ki, politik mücadelenin ve ajitasyonun temel olması her şeyden önce içerikle ilgilidir. Lafızda ne kadar yer tuttuğu ile ölçülemez.
Kimi durumlarda ajitatör, hareketin düzeyini göz önünde tutarak, açık politik göndermeler yapmadan ama ortaya attığı sorularla devletin niteliği üzerinde düşünmeyi sağlamak zorunda kalabilir.
Sorunun özü şudur: Söz konusu olan, politikadan çok bahsetmek değildir; her soruna politik bir perspektifle yaklaşmak, politik ajitasyonu uygun vesilelerden yola çıkarak, canlı, yaşamla bağ içinde örnekleyerek yapmaktır. Aksi durumda da belki “politika yapılmış” olur, ama bu, işçilerin uyanışına hizmet etmediği gibi, işçi ile parti arasında soğukluk duvarları yükselttiği için zararlı bir “politika” olur.
Politik ajitasyon görevlerinin temel olması başka şeydir, politika üzerine ahkam keserek sabah akşam hariçten gazel okumak başka. Bu, parti ile “politik mücadele” verdiği iddiasında olan pek çok sınıf-dışı küçük burjuva grup arasındaki önemli bir ayrım noktasına da işaret eder: Politika yapma tarzı.
Politikadan kaçınmak, günlük sorunlarla yetinmek devrimci işçi partisinin tarzı değildir, olamaz. O, yazının ilk yarısında anlatıldığı gibi, bir yandan, işçiler içinde fabrika koşullarına yönelik teşhir ve ajitasyon çalışması yapar, yığınları kendi talepleri için harekete geçmede cesaretlendirir, mücadelelerine katılır. Bir yandan da, her günkü vesilelerden yola çıkarak politik ajitasyon yapar.
Ders verir havalarında, işçinin yaşam ve mücadele pratiğinden kopuk, gözlem alanındaki olaylarla örneklenmemiş laf yığınıyla “politik ajitasyon” yapılması; miting alanında, kitlelerin ruh halini gözlemeden, bozuk plak gibi aynı sloganın tekrarlanması, ayaklanmaya çağıran sayfaların işçilere bağıra çağıra “satılması” veya üstüne savrulması; gazeteden okuduğu haberin izini sürerek grev yerine varıp daha terini silmeden işçilere “şunu yapın, şunu yıkın” diye akıl verilmesi; evet, bu “politik mücadele” ise, biz onu reddediyoruz.
Bu sakat, yığın hareketine zarar veren politika tarzına karşı tutum almayı kimileri politika dışına düşmek olarak tanımlıyorsa, böylesi bir politika tarzının dışında olmaktan ancak mutluluk duyulabilir.
Sınıfın ruhuna seslenmeyen, ihtiyaçlarını gözetmeyen, heyecan ve öfke derecesini ve bu dereceyi düşürmeyi değil yükseltmeyi hesaba katmayan ölü bir metin veya konuşmadan kaçınmak gerekir. Gerçek bir proletarya partisi, sadece sınıfın öncüsü değil, aynı zamanda onun bir parçasıdır. Tüm faaliyetinde sınıfın durumunu, ihtiyaçlarını, ruh halini gözetir, politik ajitasyonu da buna göre yapar.

HAREKETİN ÖNCÜ KUŞAĞININ PARTİ OLARAK ÖRGÜTLENMESİ
Partileşme, işçi sınıfının en temel ihtiyaçlarından biridir. İşçi eylemlerinin en görkemli anında sendika ağalarınca ihanete uğratılması, hareketin kendi dinamiklerini tahrip ederek istikrarsız bir çizgide ilerlemesi, bu ihtiyacın yakıcılığının ilk akla gelen göstergeleridir. Genel olarak örgüt, özel olarak parti olmadan işçi sınıfı bir hiçtir.
Ayrıca politik mücadelenin tayin ediciliği, bu mücadeleyi yürütme yeteneğinin örgütlenmesi olan politik partinin zorunluluğu anlamına gelir.
İşçi sınıfının partileşme ihtiyacı derken, elbette bugün işçi partisinin olmadığını söylemiyoruz. Parti, bir kez kurulunca, asıl olarak gelişmesini tamamlamış, değişmelerden etkilenmeyen bir yapı değildir. O, işçi sınıfı mücadelesinin her dönemecinde yeniden inşa edilen, safları işçi sınıfı mücadelesinin ortaya çıkardığı öncü kuşakla yenilenmesi ve genişlemesi gereken canlı bir organizmadır.
Sınıfın kendi kendini yönetir olabilmesi, aldatma, yoldan çıkarma saldırılarına karşı dirençli, mücadelenin karmaşık sorunları karşısında ikirciksiz doğru tutumlar alabilmesi için parti olarak örgütlenmesi zorunludur. Parti çalışması, bir yandan partinin uzun süreli ve dönemsel politika ve taktiklerinin sınıf içerisinde yaygınlaştırılması, öte yandan mücadelenin öncü kuşağının partiye kazanılması gibi iki yönü olan bir süreçtir.
Bu mücadele süreci, partinin, öncü işçi kuşağı üzerinde yükselen, sendikal örgütlerle desteklenen sınıf üzerinde gerçek otorite oluşunun da yolunu da açacaktır.
Parti, hareketle yakın bağ içinde kendini yenileyecek, bileşimini ve tarzını işçileştirecek, sınıfın giderek sayısı artan öncü kesimleri partide örgütlenecektir.
Aynı zamanda öncü işçilerin eğitildiği, bilimsel sosyalist dünya görüşünün, savaş yönetim biliminin kavratıldığı bir okul olarak parti, sınıf hareketinin amaçlı, politik ve sosyalist karakterli bir hareket olmasının da güvencesi olacaktır.
Bu nedenlerle partinin yığın hareketi karşısındaki en önemli görevlerinden biri, işçi sınıfı mücadelesi içinde öne çıkan, eylemleri yönlendiren öncü kuşağın partiye kazanılmasıdır.

SOSYALİST PROPAGANDA VE EĞİTİM
“Rus Sosyal-Demokratlarının sosyalist çalışması, bilimsel sosyalizmin öğretilerinin propagandasını yapmaktan, mevcut toplumsal ve ekonomik düzen, onun temelleri ve gelişimi, Rus toplumunun çeşidi sınıfları, bu sınıfların karşılıklı ilişkileri, bu sınıfların kendi aralarındaki mücadeleler hakkında, bu mücadelede işçi sınıfının rolü, işçi sınıfının yok olan ve yükselen sınıflara karşı tavrı hakkında, kapitalizmin geçmişi ve geleceği, uluslararası sosyal-demokrasinin ve Rus işçi sınıfının tarihsel rolü hakkında işçiler arasında doğru anlayışları yaymaktan ibarettir. Rusya’da mevcut politik koşullar altında ve verili gelişme aşamasında doğal olarak ön plana çıkan ajitasyon, propagandayla ayrılmaz bağ içindedir. İşçiler arasında ajitasyon, Sosyal-Demokratların, işçi sınıfı mücadelesinin bütün elementer ifadelerine, işçilerin iş saati, ücret, çalışma koşulları vs. nedeniyle kapitalistlerle tüm çatışmalarına katılmalarından ibarettir.”(Lenin, Rus Sosyal-Demokratlarının Görevleri, Seçme Eserler, cilt: 1, Inter Yayınları, sf. 483)
Lenin, özel olarak Rusya’dan bahsetse de, genel olarak bir partinin sosyalist çalışmasının kapsamını ve ajitasyonla ilişkisini somut ve ayrıntılı olarak dile getiriyor.
Partinin işçi sınıfı hareketine karşı görevleri, sosyalist dünya görüşünün, teorinin konusunu oluşturan Lenin’in ayrıntılandırdığı sorunların işçi sınıfı içinde yayılması olmadan, tam olarak yerine getirilmiş sayılamaz.
İşçi sınıfı hareketinin kendisi için harekete dönüşmesi için politik talepleri gündemine almasının yanı sıra; toplumun sosyal ve iktisadi gelişimini, sınıfların durumunu ve bunlar arasındaki ilişkileri, kapitalist sistemin yıkılmasının zorunluluğu ile sosyalizmin kaçınılmazlığının bilincine varması gerekir. Kısaca kendisi için işçi hareketi demek, bilimsel sosyalizmin yönlendirdiği hareket demektir. İşçi hareketinin sosyalizm bayrağı altında toplanması, elbette ki işçi çoğunluğunun sosyalizmi kavrar hale gelmesi demek değildir. Böyle olsaydı, işçi hareketi hiçbir zaman sosyalist harekete dönüşemez, sosyalizm de hayal olurdu. Hareketin sosyalist niteliği, işçi hareketinin bir dizi kitle örgütü, sendika vb. araçlarla parti politikalarına bağlanması demektir. Bu anlamıyla da sosyalizm, asıl olarak bir öncü hareketidir. Sosyalist parti, işçilerin çoğunluğunu sosyalist dünya görüşüne kazanarak kitleselleşmez, en kritik zamanlarda emekçilerin en temel çıkarlarını cesaretle savunduğu için tüm sınıfı ve emekçi yığınları peşinden sürükleme gücüne kavuşur.
Sosyalist propaganda, toplum ortalamasına göre eğitim seviyesi düşük, burjuva ve dinsel-geleneksel düşüncelerle kafası doldurulmuş bir kitleye sesleneceği için inatçı, sabırlı bir çalışma olmak zorundadır.
İkinci olarak, sosyalizm, yapısı gereği, işçi sınıfının kavramasına müsait bir dünya görüşü olsa da, son tahlilde bir bilimdir, bu bakımdan da sınıfın öncü kesimi tarafından kavranabilir. Ama buradan, sosyalist eğitimin ve genel olarak teorik faaliyetin hedefinin seçkin bir tabaka olduğu sonucu çıkmaz. Sosyalist propagandanın ve eğitimin hedefi genel olarak işçi sınıfıdır. Ama öncelikli hedefi ileri işçilerdir.
Sosyalizm, partinin tüm çalışmasının özü, hareketi yöneltmek istediği hedef, uğruna mücadele ettiği idealdir. Attığı her adıma sosyalizmi yakınlaştırma perspektifi içeriklidir.
Ama bu, sosyalizm lafzının bir nakarat, bir tekerleme olarak ifade edilmesi demek değildir. Şu kesindir: Demokratik görevlerin ağırlıkta olduğu bu süreçte bile işçi sınıfının sosyalist eğitimi temeldir; bir başka ifadeyle işçi sınıfı, demokrasi mücadelesinin sosyalist aktörü, öznesidir. Hem demokrasi mücadelesinin sosyalizme dönüşmesi hem de demokrasi mücadelesinin gerçekten başarısı için işçilerin sosyalist eğitimi zorunludur ve bu nedenle de sosyalist propaganda şarttır. Yaşamın sunduğu her fırsat sosyalizmi, sosyalist dünya görüşünü anlatmanın vesilesi kılınmalıdır. Bu, işin bir yanıdır.
Ama işin bir diğer yanı da vardır ki o da şudur: Sen akşama kadar sosyalizm lafı ediyorsun diye, işçi sosyalist olmaz. Elbette kavramın kullanımı, dile getirilmesi, simgelere yer verilmesi önem taşır. Ama önemli olan gerçeğin uygun zamanda ve yerde söylenmesidir.
Sosyalist propaganda, ajitasyonun sıcak vesilelerine dayandığı, işçi yaşamından örneklerin üzerine oturduğu, kuru bir öğretme işi olmaktan çıktığı ölçüde etkili olabilir.
Bu konuda atılacak ciddi adımlar, ciddi bir hesaplaşma da olmak zorundadır.
Geleneksel sınıf-dışı “sosyalizm” akımı, işçinin yaşamından kopuk, basitleştirilmiş kaba materyalist formülasyonları işçi sınıfına sosyalizm diye aktarırken, gerçekten işçi sınıfı ile sosyalizm arasındaki açıyı büyütmekten başka bir şey yapmamıştır.
Birtakım kitabi bilgiler, ders verircesine aktarılmış, “işçi sosyalizmden anlamaz” düşüncesiyle kaba, cansız slogan ve formüllerin tekrarı sosyalist eğitim sayılmıştır.
Devrimci işçi partisi, bu tarzı ortadan kaldırmayı, geleneksel üst tabaka devrimciliğinin teorik ve pratik etkilerini temizlemeyi hedeflemektedir.
Teori, pratiğin ihtiyaçlarından yola çıkmalı, ona cevap olmalı, somut ihtiyaca karşılık gelmelidir.
İşçilerin mücadelesi, yaşamı ve deneylerine dayanmalıdır.
Teori, işçiler arasında ortak bir sınıf olma duygusunu zedelemeden, önsel bir ayrılığın ifadesi olarak değil işçi sınıfının birliğinin ve eyleminin ifadesi olarak anlatılmalıdır.
Yaşamın ortaya çıkardığı olgulardan yola çıkılarak, sıcak, canlı vesileler üzerinde yükselmelidir.
Sosyalist teorinin öncü işçide cisimleşmesi, hareketin sosyalist harekete dönüşümünün imkânı ve güvencesidir.
Bu, aynı zamanda, işçi sınıfı ve emekçi yığınların zamanı geldiğinde sosyalist sloganlarla harekete geçmesi bakımından da, zorunlu bir çalışmadır. Örneğin “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganı, sadece özlemi duyulan bir slogan olmanın ötesinde yığınları harekete geçiren bir slogan olacaksa, bu, partinin, ekonomik vb. mücadelelere katılım ve yardımından, yığınların kendi deneyleriyle öğrenmelerinden ve politik ajitasyondan güç alacağı kadar, sınıfın geri kalan kesimini peşinden sürüklemeye yetenekli yeterli genişlikte bir ileri kesiminin sosyalist eğitimden geçmesinden güç alacaktır.

SONUÇ
Parti çalışmasının özü ve temel amacı, işçi sınıfını harekete geçirmek, işçi hareketini kendiliğinden bir hareket düzeyinden kendisi için bir düzeye çıkarmak, başka bir ifadeyle sınıfı tarihsel devrimci rolünü kavrar düzeye, devlet iktidarını talep eder sosyalist nitelikli bir hareket düzeyine yükseltmektir.
Bu amaçlı faaliyetin üç yönü vardır.
Birincisi, yığınların yaşam koşullarını, onların ekonomik sorunlarını sistemli olarak teşhir konusu yapmak.
İkincisi, ekonomik taleplerle ustaca birleştirerek devletin ve hükümetin toplumun tüm toplumsal sınıflarla ilişkilerini, devlet kurumlarının işleyişini, devletin uyguladığı ulusal ve dinsel baskıları konu alan politik ajitasyon.
Üçüncüsü, ekonomik teşhire ve politik ajitasyona konu olan sorunların temelindeki sorunların, sınıflar arasındaki ilişkinin nesnel özelliklerinin, işçi sınıfı hareketinin ulusal ve uluslararası özellik ve deneyiminin genel ifadesi olarak sosyalist propaganda.
Bu üç yönlü mücadelenin merkezinde politik mücadele vardır. Ekonomik teşhir politik ajitasyona bağlanacak, sosyalist propaganda politik sorunları kalkış noktası yapacaktır.
Engels işçi sınıfı mücadelesinin ekonomik, politik ve teorik-ideolojik olmak üzere üç biçiminden söz etmişti. Bu üç biçimin birbirinden kopuk, farklı zamanlarda gündeme giren mücadele biçimleri olduğunu düşünmemek gerekir. Pratik mücadelede ajitasyon ve propaganda, ekonomik ve politik teşhir genelde bir arada, iç içe yürütülür. Üç ayrı mücadele biçiminden söz edilmesi, * gerçekte kavramayı kolaylaştırmak için yapılan soyutlamalardır. Lenin ekonomik ve politik mücadeleyi bir madalyonun iki yüzüne benzetir. Propaganda ve ajitasyon iki ayrı şey olmakla birlikte, her ajitasyonda propaganda unsurları bulunur ve propagandaya geçiş imkanı taşır. Demokratik ve sosyalist görevler kimi zaman ayırt edilmez şekilde iç içe geçer.
Akıldan çıkarılmaması gereken şudur: Hangi adımın hangi sonuca yol açacağını, kayayı yerinden oynatmak için manivelayı kayanın hangi çıkıntısına, desteği nereye koymak gerektiğini, hangi taşı çekersek duvarın yıkılacağını hesap ederek davranmak. Savaş yönetimi bilimi olarak strateji ve taktiğe uygun davranmak, tüm mücadele araç ve yöntemlerini, cephaneliğin bir unsuru haline getirmek gerekir. Yaşama donmuş formüllerle değil, canlı, hareketli, değişken ve çok yönlü bir süreç olduğunu bilerek, varolanın olması gerekene nasıl dönüştürüleceğini akılda tutarak yaklaşmak.

Ağustos 1999

80. kuruluş yıldönümünde Komünist Enternasyonal

İşçi sınıfının mücadelesi, günümüze kadar kendini dayatmış bir gerçeklik olan ve adına “vatan” denen belirli sınırlarla çevrili toprak parçalarında yürüme zorunluluğu ile biçimi açısından ulusal bir mücadele olagelmiştir. Ancak bu mücadele, tıpkı burjuvazi gibi sınıfın kendisi kadar, mücadele hangi toprak parçasında yürütülüyor olursa olsun kapitalizm karşısındaki taleplerinin niteliği bakımından da uluslararası karakterdedir. Bu nedenle, başlangıcından beri sosyalist işçi hareketi, uluslararası bir hareket olarak gelişmiş ve uluslararası örgütlerini yaratmıştır. 1, 2 ve 3. Enternasyonaller, bunun kanıtıdır. Birinciyi henüz sosyalist programın işçi yığınlarına mal olmadığını açığa çıkaran 1870 Alman-Fransız Savaşı yok etmişti, ikincisi, işçi yığınlarının özlemine rağmen partilerinin milliyetçiliğe ve reformculuğa battığını kanıtlayan 1. Emperyalist Savaş dağıttı. 2. Dünya Savaşı içinde işlevi zorunlu olarak işçi partileri arasında iletişim aygıtına sınırlanan 3. Enternasyonali ise, SSCB’de kapitalizmin restorasyonunun gerçekleşmesiyle sosyalizmi sosyal emperyalizme dönüştüren modern revizyonizmin ihaneti yok etti. Son büyük tahribatın üstesinden gelmeye ve yeniden uluslararası birlikler oluşturmaya yönelen işçi partileri kuşkusuz, yeni bir sosyalist uluslararası parti olarak örgütlenmeyi başaracaklardır. Bu sayımızda, 3. Enternasyonalin kuruluşunun 80. yılında, sınıfın, talepleri ve mücadelesinin uluslararası içeriğine dikkati çekmek açısından Lenin’in Kuruluş Kongresi’ni açış konuşmasıyla birlikte Komünist Enternasyonal Manifestosu’nu yayınlıyoruz.

KURULUŞ KONGRESİ AÇIŞ KONUŞMASI (1919)
LENİN

Rus Komünist Partisi Merkez Komitesi adına Komünist Enternasyonal’in Birinci Kongresini açıyorum. Her şeyden önce, burada hazır bulunan herkesi, III. Enternasyonal’in en değerli delegeleri Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un anısına saygı duruşuna çağırıyorum.
Yoldaşlar! Toplantımız çok büyük bir tarihi önem taşıyor. Toplantımız burjuva demokrasisinin tüm hayallerinin toptan çökmüş bulunduğunu ortaya koymakta. Çünkü sadece Rusya’da değil, Almanya gibi en ileri kapitalist ülkelerde de iç savaş bir gerçeklik haline gelmiştir artık.
Burjuvazi, proletaryanın büyüyen devrimci hareketi karşısında cehennem korkusu içinde. Emperyalist savaştan sonraki gelişmelerin kaçınılmaz olarak proletaryanın devrimci hareketini yükselttiği, uluslararası dünya devriminin başladığı ve bütün ülkelerde güçlendiği düşünülürse, bu korkunun nedenleri anlaşılabilir.
Halk şu anda sürüp gitmekte olan kavganın büyüklüğünün ve öneminin bilincinde. Artık sadece, proletaryaya iktidarını gerçekleştirme olanağı verecek pratik bir biçimin bulunması gerekiyor. Bu biçim, proletarya diktatörlüğünü içeren Sovyetler sistemidir. Proletarya diktatörlüğüdür! Bu, şimdiye kadar kitlelere Latince bir sözmüş gibi geliyordu. Sovyetler sisteminin bütün dünyaya yayılışı sayesinde bu Latince söz, bütün modern dillere çevrilmiş bulunuyor; diktatörlüğün pratik biçimi işçi kitleleri tarafından bulundu. Bu biçim, Rusya’daki Sovyetler iktidarı, Almanya’daki Spartakistler ve başka ülkelerdeki benzer örgütler, örneğin İngiltere’deki Shop Stewards Committees (Fabrika Delegeleri Komiteleri -ç) sayesinde, geniş işçi kitlelerince anlaşılır olmuştur. Her şey kanıtlıyor ki, proletarya diktatörlüğünün devrimci biçimi bulunmuştur, artık proletarya, kendi iktidarını hayata geçirecek durumdadır.
Yoldaşlar! Rusya’daki olaylardan, Almanya’daki Ocak mücadelelerinden sonra, proletarya hareketinin en yeni biçiminin öteki ülkelerde de başarı kazanıyor ve iktidara ulaşıyor olmasına dikkat etmenin özellikle önemli olduğuna inanıyorum. Örneğin, bugün bir anti-sosyalist gazetede çıkan bir telgraf haberini okudum. İngiliz hükümeti, Birmingham İşçi Temsilcileri Sovyet’ini tanımış. Ve Sovyetleri ekonomik örgütlenme biçimi olarak tanımaya hazır olduğunu belirtmiş. Sovyetler sistemi, sadece geri kalmış Rusya’da değil, Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinde de, Almanya’da ve kapitalizmin ilk vatanı İngiltere’de zafere ulaştı.
Burjuvazi isterse öfkesinden kudursun, isterse binlerce işçiyi katletsin, zafer bizimdir, komünist dünya devriminin zaferi kesinleşmiştir.
Yoldaşlar! Sizleri Rus Komünist Partisi Merkez Komitesi adına yürekten selamlıyor ve Prezidyum seçimine geçilmesini öneriyorum. Önerilerinizi bekliyorum.

KOMÜNİST ENTERNASYONAL MANİFESTOSU
Dünya Komünist Partisinin, proletarya devriminin en büyük ustaları Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından kaleme alınan Manifesto biçimindeki programının ilanından bu yana 72 yıl geçmiş bulunuyor. O zamanlar, henüz mücadele alanına yeni yeni çıkan komünizm, haklı olarak komünizmin kendilerinin can düşmanı olduğunu sezinleyen mülk sahibi sınıfların kara çalmaları, yalanları, kinleri ve kovuşturmaları ile kuşatılmıştı. Bu 70 yıl boyunca komünizm, zorlu yollardan geçerek gelişti. Yükselme atılımları da yaşadı, çöküş dönemleri de, zaferler de gördü, ağır yenilgiler de. Esasen, yine de gelişim, temelde, Manifesto’da öngörülen yol doğrultusunda gerçekleşti. Belirleyici son çarpışmanın geçeceği çağa, toplumsal devrim havarilerinin beklediğinden ve dilediğinden daha geç girildi. Bizler, Avrupa’nın, Amerika’nın va Asya’nın çeşitli ülkelerinin devrimci proletaryasının temsilcileri, Sovyet Moskova’sında toplanmış bulunan komünistler, kendimizi, programı 72 yıl önce ilan edilmiş davanın izleyicileri ve uygulayıcıları olarak görüyor ve kabul ediyoruz. Görevimiz, işçi sınıfının devrimci tecrübesini toparlamak, hareketi oportünizmin ve sosyal yurtseverliğin yıkıcı müdahalelerinden uzak tutmak, dünya proletaryasının gerçekten devrimci bütün partilerinin gücünü bir araya toplamak ve böylece komünist devrimin zaferini kolaylaştırmak ve hızlandırmaktır.
Şimdi enkaz yığınları ve duman tüten yıkıntılarla kaplı Avrupa’da en melun kundakçılar savaş suçluları aramakla uğraşıyorlar. Arkalarında burjuvazinin profesörleri, parlamenterleri, gazetecileri, sosyal yurtseverleri ve öteki siyaset pezevenkleri var.
Uzun yıllar boyunca sosyalizm, emperyalist savaşın kaçınılmazlığını söyleye-gelmişti, savaşın iki ana kamptaki ve genel olarak bütün kapitalist ülkelerdeki mülk sahibi sınıfların doymak bilmez açgözlülüğünden doğduğunu saptamıştı. Savaşın patlak vermesinden iki yıl önce Basel Kongresi’ne katılan tüm ülkelerin sorumlu sosyalist önderleri emperyalizmi, muhtemel bir savaşın baş müsebbibi olarak damgalamış ve proletaryanın burjuvaziyi -militarizm suçuna misilleme olarak- sosyalist devrimle cezalandıracağını söylemişti. Şimdi, 5 yılın deneylerinden sonra, tarih Almanya’nın haydutça tutkularını, ittifak devletlerinin ondan hiç de geri kalmayan canice eylemlerini ortaya çıkarttıktan sonra, ittifak devletlerinin devletçi sosyalistleri devrik Alman imparatorunun maskesini tekrar tekrar düşürmek için hükümetleriyle yaptıkları işbirliğini sürdürüyorlar. Bunun da ötesinde, Ağustos 1914’te Hohenzollern’in diplomatik Beyaz Kitabını halkların kutsal kitabı ilan eden Alman sosyal yurtseverleri, daha önce kölece uşaklık ettikleri devrik Alman Monarşisini baş suçlu göstermek konusunda tam bir işgüzarlıkla, Müttefik ülkelerin sosyalistleriyle birlikte davranıyorlar. Böylelikle kendi suçlarını unutturmayı ve galiplerin dostluğunu kazanmayı umuyorlar. Ancak devrik Romanov, Hohenzollern ve Habsburg hanedanları ile bu ülkelerin kapitalist kliklerinin yanmasında, Fransa, İngiltere, İtalya ve ABD’de yönetimi elinde bulunduranların sonsuz alçaklıkları da art arda gelişen olayların ve diplomatik açıklamaların ışığında ortaya çıkıyor.
İngiliz diplomasisi, yüzündeki esrarlı umursamazlık maskesinden yararlanarak, savaş kışkırtıcılığını savaşın patladığı ana kadar gizledi. City hükümeti, Berlin hükümetinin gözünü korkutarak savaştan caymasına yol açmamak amacıyla, savaşa Müttefikler safında katılma niyetini açıkça ilan etmekten kaçınıyordu. Londra savaşı istiyordu. Bu amaçla öyle bir tutum içersine girildi ki, bir yanda Paris ve Petrograd’dakiler İngiltere’nin müdahalesine sıkı sıkıya bel bağlarken, öte yanda Berlin ve Viyana, İngiltere’nin tarafsız kalacağını umuyorlardı.
On yıllar boyunca süren bir gelişme sonucu patlamaya hazır duruma gelmiş olan savaş, Büyük Britanya’nın dolaysız ve bilinçli kışkırtmalarıyla zincirlerinden boşandı. İngiliz hükümeti, Rusya ve Fransa’yı ancak düşmanlarının gücünü kıracak kadar, Almanya’yı da can düşmanlarını felce uğratacak kadar desteklemeyi hesaplıyordu. Ama Alman askeri aygıtı fazla güçlü olduğunu ortaya koyacak, İngiltere’nin sadece lafta kalan bir müdahalesinin yetmeyeceğini gösterecek ve fiilen savaşa katılmasını gerektirecekti. Eski geleneğinin etkisiyle Büyük Britanya’nın kapmak istediği üçüncü şahıs rolü ABD’ye düştü: bir kenarda gülerek olayı izlemek! İttifak devletleri ABD burjuvazisinin zararlarını, “uluslararası hukuk”un zedelenmesi karşılığında yağlı kârlar sunarak giderince, Washington hükümeti, İngiliz ablukasıyla daha kolay başa çıktı; Amerikan borsasının spekülasyonlarını Avrupa kanıyla yoğuran bir ablukaydı bu. Ancak Almanya’nın muazzam askeri üstünlüğü Washington hükümetini sözde tarafsızlık durumunu terk etmeye zorladı, İngiltere’nin daha önceki savaşlarda kıta karşısında oynamış olduğu ve son savaşta da oynamaya kalkıştığı bu rolü ABD üstlendi. Bu, bir kampın yardımıyla öteki kampı zayıf düşürme; askeri operasyonlara, ancak var olan durumun kendisine sağlayabileceği bütün çıkarları güvenlik altına alma açısından kaçınılmaz olduğu ölçüde girişme tavrıydı. Wilson’un oyuna sürdüğü para, Amerikan piyangosunun ölçülerine göre pek büyük değildi, ama oyuna en son katılan oydu, bu nedenle kazanan da o oldu.
Kapitalist düzenin çelişkileri savaşla, insanlık için soğuğun ve açlığın hayvanca acılarına ve yaygın bir ahlak düşkünlüğüne dönüştü. Böylece yoksullaşma teorisi ve kapitalizmin sosyalizm tarafından kemirilmesi üzerine sürdürülen sosyalizm içi akademik tartışmanın sonucu nihai olarak belirlendi. Çelişkilerin yumuşaması teorisinin istatistikçileri ve ince hesapçıları, işçi sınıfının bazı grup ve kategorilerinin refah artışını kanıtlayabilmek için on yıllar boyunca dünyanın dört bucağından bir dolu olgu ve görüntü öne sürdüler. Yoksullaşma teorisinin, burjuva kürsülerinin harem ağalarıyla sosyalist oportünizmin rahiplerinin aşağılık ıslıkları arasında mezara gömüldüğü kabul edilmişti. Bugün yoksullaşma, yalnız toplumsal olarak değil aynı zamanda psikolojik olarak da, biyolojik olarak da, tüm sarsıcı gerçekliğiyle önümüzde duruyor.
Emperyalist savaş felaketi, sendikalist ve parlamentarist mücadelenin tüm kazanımlarını yerle bir etti. Ve bu savaş da, kapitalizmin iç eğilimlerinden doğmuştur, tıpkı kan ve pislik içine gömdüğü şu ekonomik anlaşmalar ve parlamentarist uzlaşmalar gibi.
İnsanlığı savaş uçurumuna sürükleyen mali sermaye, savaş boyunca kendisi için felaket niteliği taşıyan dönüşümlere neden oldu. Kâğıt paranın, üretimin maddi temeline bağımlılığı tümüyle bozuldu. Kapitalist meta dolaşımının aracı ve düzenleyicisi olma rolünü giderek yitiren para, savaş vergileri biçiminde, bütünüyle el koyma, haydutluk ve militarist-ekonomik zorbalık aracına dönüştü. Kâğıt paranın tam anlamıyla yozlaşması, kapitalist meta değişiminin genel öldürücü bunalımını yansıtmaktadır. Serbest rekabetin üretimin ana alanlarındaki, üretim ile dağılımı düzenleyici rolü, tröst ve tekellerin ekonomik sisteminde daha savaştan önceki on yıllar içinde geçerliğini yitirmişti; savaş sırasında da ekonomik birliklerin (işadamları dernekleri, işveren sendikaları vb. -ç) düzenleyici rolü, bu güçlerin ellerinden alındı ve doğrudan doğruya militarist devlet gücüne teslim edildi. Hammaddelerin dağılımı, Bakû veya Romanya petrollerinin, Don kömür yataklarının, Ukrayna tahılının kullanımı, Alman lokomotiflerinin, vagonlarının, otolarının geleceği, açlık içindeki Avrupa’ya ekmek ve et sağlanması, dünya ekonomik hayatının bütün bu temel sorunları, artık serbest rekabet aracılığıyla, ulusal ve uluslararası tröstlerin oluşturacakları kombinezonlar aracılığıyla değil, bunların varlığını koruma amacı güden askeri zorun dolaysız kullanımı ile düzenlenecekti. Devlet gücünün tümüyle mali sermayenin emrine girmesi, insanlığı emperyalizmin mezbahalarına götürdü. Böylece malî sermaye bu kitle katliamı aracıyla sadece devleti değil, bizzat kendisini de tümüyle militarize etmiş ve artık temel ekonomik işlevlerini kan ve barutla yürütmekten başka çıkar yolu kalmamıştır.
Dünya Savaşından önce, sosyalizme aşamalı geçiş adı altında işçileri kanaatkâr olmaya çağıran, savaş sırasında da iç barışın korunması ve anavatanın savunulması adına sınıf teslimiyeti öneren oportünistler, şimdi de savaşın doğurduğu korkunç sonuçların üstesinden gelinmesi için, proletaryanın kendisini inkâr etmesini istiyorlar. Eğer bu vaaz işçi kitlelerinde yankı bulmuş olsaydı, birçok kuşağın kanıyla, canıyla beslenen kapitalizm, değişik ve daha yoğun, daha korkunç bir biçimde yeniden doğuşunu kutlayacaktı -yeni, kaçınılmaz bir dünya savaşı düşleyerek… Neyse ki insanlığın şansına, bu artık mümkün değildir.
Ekonomik hayatın devletleştirilmesi, kapitalist liberalizmin şiddetli muhalefetine rağmen gerçekleşti. Artık değil serbest rekabete, aynı zamanda tröstlerin, kartellerin ve öteki ekonomi canavarlarının egemenliğine de dönmek mümkün değil. Sorun sadece, devletleştirilmiş üretimin gelecekteki sahibinin kim olacağı: Emperyalist devlet mi, yoksa muzaffer proletaryanın devleti mi?
Bir başka deyişle: Milletler Cemiyeti adlı “uluslararası” bir ordu ve “uluslararası” bir donanmanın yardımıyla bir yanda yağma seferleri ve katliamlar düzenlerken, öte yanda (insanlığın önüne -ç) bir parça ekmek fırlatan, fakat biricik amacı olan kendi iktidarını koruma kaygısıyla her yerde proletaryayı zincire vuran, zafer tacını başına geçirmiş bir dünya kliğinin kökleşmiş uşakları mı olacak bütün çalışan insanlık? Yoksa Avrupa’nın ve dünyanın başka yerlerindekileri ülkelerin işçi sınıfı, bozulmuş ve yıkılmış olan ulusal ekonomisini sosyalist temel üzerinde yeniden inşa etmek için yönetimi eline mi alacak? Şu anda içinde bulunulan bunalım döneminin mümkün en kısa sürede sona erdirilmesi ancak, bakışlarını geçmişe çevirmeyen, ne soydan gelme ayrıcalıkları ne de mülkiyet haklarını göz önüne alan, açlık çeken yığınların kurtarılması zorunluluğundan yola çıkan, bu amaçla tüm araç ve güçlerini seferber eden, genel çalışma yükümlülüğü koyan ve bu yolda birkaç yıl içinde, sadece savaşın açtığı kanayan yaraları kapamakla kalmayıp insanlığı yepyeni, daha önce görülmemiş bir düzeye yükseltmek için disiplinli çalışma rejimini yürürlüğe sokan proletarya diktatörlüğünün araçlarıyla gerçekleştirilebilir.
Kapitalizmin gelişmesinde muazzam bir itici güç rolü oynayan ulusal devlet, bugün üretici güçlerin ileriye doğru gelişimini engelleyici bir hale gelmiştir. Avrupa’nın ve dünyanın öteki büyük güçleri arasında dağılan küçük devletlerin durumu da aynı biçimde dayanaktan yoksundur. Değişik zamanlarda, çeşitli hizmetlerin bedelinin ödenmesinde harcanacak bozuk para olarak kullanılan, büyük devletlerin birer parçası ve stratejik tampon bölgeler olarak ortaya çıkartılan bu küçük devletlerin de hanedanları, egemen çeteleri, emperyalist emelleri, diplomatik entrikaları var. Savaş çıkana kadar bunların hayali bağımsızlıkları Avrupa dengesiyle aynı dayanağa sahipti: (Bu dayanak -ç) iki emperyalist kamp arasında süre-giden çelişkiydi. Savaş bu dengeyi bozdu. Savaş başlangıçta Almanya’ya muazzam bir güç üstünlüğü sağlayarak, küçük devletlerin selameti ve kurtuluşu Alman militarizminin yüce gönüllülüğünde aramasına da yol açmış oldu. Almanya yenilgiye uğradıktan sonra küçük devletlerin burjuvazileri, yurtsever “sosyalistleriyle birlikte Müttefiklerin” muzaffer emperyalizmine yöneldi ve Wilson Programı’nın ikiyüzlü maddelerinde, bağımsız varlıklarını sürdürmelerini sağlayacak güvenceler aramaya başladılar. Aynı zamanda küçük devletlerin sayısı da arttı: Avusturya-Macaristan monarşisinin mülkünden, Çarlık’ın bazı parçalarından yeni devletler meydana geldi. Bunlar, daha gözlerini açar açmaz, devlet sınırları yüzünden birbirlerinin gırtlağına sarıldılar. Bu arada Müttefik emperyalistler, yeni ve eski devletleri karşılıklı kinin ve genel güçsüzlüğün ortaya çıkarttığı tazminat yükümlülüğü aracılığıyla birbirine bağlamak için, onları da katacakları bazı kombinezonlar hazırlıyorlar.
Müttefik emperyalistler, küçük ve zayıf halkları baskı altına alarak ve iğfal ederek, onları açlığa ve aşağılanmaya terk ederken, tıpkı kısa süre önce Mihver Devletleri emperyalistlerinin yaptığı gibi Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkını ağızlarından düşürmüyorlar, oysa bu hak şimdi dünyanın bütün diğer bölgelerinde olduğu gibi Avrupa’da da tümüyle ayaklar altına alınıp paramparça edilmiş durumda.
Küçük halklara özgür varoluş olanağını sadece proletarya devrimi sağlayabilir. Proletarya devrimi, bütün ülkelerin üretici güçlerini ulusal devletlerin dar sınırlarından kurtaracak, uluslararası genel bir ekonomik plan temelinde ekonomide en sıkı ortak çalışmanın içine sokacak ve en küçük ve en zayıf uluslara bile, kendi kültürel öğelerini özgür ve bağımsız bir biçimde geliştirmek olanağını -Avrupa’nın ve bütün dünyanın birleşik, merkezi ekonomisine zarar vermeden- sağlayacaktır.
Son savaş, sadece sömürgeler uğruna yapılan bir savaş değil, aynı zamanda sömürgelerin de yardımıyla sürdürülen bir savaş oldu. Sömürge halkları, şimdiye kadar görülmedik genişlikteki bir çerçeve içinde Avrupa savaşının girdabına çekildiler. Hintliler, Zenciler, Araplar, Madagaskarlılar Avrupa kıtasında savaştılar. Niçin? İngiltere’nin ve Fransa’nın boyunduruğu altında kalma hakları için. Kapitalist egemenliğin hayâsızlığı kendisini şimdiye kadar hiç bu kadar açık göstermemişti, sömürgeci kölelik sorunu hiçbir zaman bu keskinlikte ortaya çıkmamıştı.
Bundan ötürü, bütün sömürgelerde açık ayaklanmalar ve devrimci mayalanmalar görülüyor. Bizzat Avrupa’da, İrlanda, boyunduruk altına alınmış bir ülke olduğunu ve kendisini boyunduruk altında hissettiğini kanlı sokak savaşlarıyla hatırlattı. Madagaskar’da, Annam’da ve başka ülkelerde savaş boyunca, burjuva cumhuriyetinin orduları, sömürgelerdeki kölelerin giriştiği birçok ayaklanmayı bastırmak zorunda kaldı. Hindistan’da devrimci hareket bir an bile duraklamadı ve son olarak Bombay’da Büyük Britanya hükümetinin zırhlı birliklerle karşılık vermesine yol açan grev patlak verdi, Asya’daki en büyük işçi greviydi bu.
Sömürgeler sorunu böylece, sadece Paris’teki diplomatik kongrelerin yeşil masalarında değil, aynı zamanda bizzat sömürgelerde gündeme gelmiş bulunuyor. Wilson’un programı, en fazla, sömürge köleciliği firmasının tabelasının değişmesine yol açabilir. Sömürgelerin kurtuluşu ancak metropollerin (işçi sınıfının) kurtuluşu ile birlikte mümkündür. Sadece Annam’ın, Cezayir’in, Bengal’in işçi ve köylülerinin değil, aynı zamanda İran’ın, Ermenistan’ın işçi ve köylülerinin de bağımsız varoluşu, İngiliz ve Fransız işçilerinin Lloyd George ile Clemenceau’yu devirip iktidarı ele geçirmeleriyle mümkündür.
Daha gelişmiş sömürgelerde mücadele bugün bile, sadece ulusal kurtuluş bayrağı altında sürmekle kalmıyor, açıkça ifade edilen toplumsal bir nitelik kazanıyor. Nasıl kapitalist Avrupa, dünyanın geri kalmış bölgelerini kapitalizmin girdabı içine çekmişse, sosyalist Avrupa’da, -planlı örgütlü sosyalist ekonomiye geçişlerini kolaylaştırmak için- tekniğiyle, örgütlenmesiyle, manevi etkisiyle kurtarılmış sömürgelerin yardımına gelecektir.
Afrika ve Asya’nın sömürge köleleri! Proletarya diktatörlüğünün Avrupa’daki zafer saati, sizin de kurtuluş anınız olacaktır!
Bütün burjuva dünyası, komünistleri özgürlükleri ve siyasal demokrasiyi ortadan kaldırmakla itham ediyor. Ne büyük haksızlık! İktidara geldiğinde proletarya sadece, burjuva demokrasisi yöntemlerini kullanmanın olanaksızlığını saptar ve yeni, daha yüksek bir işçi demokrasisinin koşullarını ve biçimlerini yaratır. Kapitalizmin bütün bir gelişme süreci, özellikle son emperyalist aşamasında, sadece ulusları iki uzlaşmaz sınıfa bölerek değil, çok sayıda küçük burjuva ve yarı-proleter tabakaları da tıpkı proletaryanın aşağı tabakaları gibi ekonomik bakımdan sakat, siyasal bakımdan duyarsız bir duruma mahkûm ederek siyasal demokrasiyi mezara gömmüştür.
Tarihi gelişimin bu olanağı yarattığı ülkelerde işçi sınıfı, siyasal demokrasi rejiminden, sermayeye karşı (mücadelenin) örgütlenmesinde yararlanmıştır. Aynı şey, henüz bir işçi devriminin önkoşullarının olgunlaşmamış olduğu ülkelerde de yakında gerçekleşecektir. Fakat kentlerdeki gibi, kırsal alanlardaki geniş ara tabakaların tarihi gelişmeleri de kapitalizm tarafından engellenir, bunlar dönemlerce geride kalırlar. Kilise kulesinin tepesinden ötesini göremeyen Baden ve Bavyera köylüsünü, büyük kapitalistlerin şarap yolsuzlukları yüzünden çöküntüye uğrayan Fransız küçük şarap üreticisini, bankerler ve milletvekilleri tarafından soyulan ve aldatılan Amerikan küçük çiftçisini, kısacası kapitalizm tarafından gelişmenin büyük caddesi dışına itilen bütün bu tabakaları, siyasal demokrasi rejimi, devlet yönetimine katılmaya çağırır. Ama gerçekte halkların kaderlerini belirleyen bütün önemli sorunlarda, parlamenter demokrasi perdesinin ardında, mali oligarşinin kararları geçerlidir. Her şeyden önce savaş sorununda böyleydi bu ve şimdi barış sorununda da aynı oyun oynanıyor.
Mali oligarşi, zorbalıklarını parlamento oylamalarıyla örtbas etmeyi yararlı bulduğunda, sınıf egemenliğiyle geçen yüzyıllardan miras kalan ve kapitalist tekniğin mucizeleriyle gitgide çoğalan her türlü araç, istenen amaçlara ulaşabilmesi için burjuva devletinin emrindedir: Yalan, demagoji, fesat, iftira, rüşvet ve terör.
Kapitalizmle kendisi için bir ölüm kalım anlamı taşıyan son mücadelesinde proletaryadan kuzu gibi, burjuva demokrasisinin taleplerine uymasını istemek; hayatını, varlığını haydutlara karşı korumaya çalışan bir adamdan, Fransız boksundaki gibi, düşmanın saptadığı ama hiçbir zaman uymayacağı yapay, belirlenmiş kurallara uymasını istemek demektir. Sadece üretim ve ulaşım araçlarının değil, siyasal demokrasinin kurumlarının da kanlı yıkıntılar haline geldiği çöküş anında, proletarya, işçi sınıfını bütünleştirip bağlayıcı bir işlev görecek ve kendisine insanlığın gelecekteki gelişmesine devrimci bir müdahale olanağı verecek olan aygıtını yaratmak zorundadır. Bu aygıt işçi konseylerinden ibarettir. Eski partiler, eski sendikalar, önderlerinin şahsında, yeni dönemin ortaya çıkardığı görevleri anlamaktan aciz olduklarını gösterdiler; bu görevleri yerine getirmeleri nasıl beklenebilir. Proletarya, çalıştığı işkoluna ve siyasal olgunluğuna bakmadan bütün işçileri kapsayan bir aygıt yarattı; kendini sürekli olarak yenileme, genişleme, hep yeni yeni tabakaları içine alma ve kapılarını kent ve kırın, proletaryaya yakın durumdaki emekçi tabakalarına açma yeteneğine sahip bir aygıt yarattı, işçi sınıfının bu eşsiz kendini-yönetme, mücadele ve -gelecekte devlet iktidarını fethettiğinde- iktidar örgütü, çeşitli ülkelerin deneyleriyle sınandı. Bu örgüt, günümüzde proletaryanın en büyük kazanımı ve en güçlü silahıdır.
Kitlelerin uyanarak düşünmeye başladıkları bütün ülkelerde, işçi, asker ve köylü Sovyetleri kurulmaktadır. Sovyetleri sağlamlaştırmak, otoritelerini pekiştirmek ve onları burjuvazinin devlet aygıtının karşısına koymak -bugün bütün ülkelerin sınıf bilinçli ve dürüst işçilerinin ana görevi işte budur. İşçi sınıfı, savaşın, açlığın cehennem acıları tarafından, mülk sahiplerinin zorbalıkları tarafından ve bir zamanki önderlerinin ihanetleri tarafından sürüklendiği çöküşten kendisini Sovyetler aracılığıyla kurtaracaktır. Sovyetlerin, emekçi halkın çoğunluğunu kendi çevresinde toplayabildiği bütün ülkelerde, işçi sınıfı, Sovyetler aracılığıyla, en güvenli ve en kolay yoldan iktidara gelecektir, iktidara gelen işçi sınıfı, şimdi Rusya’da olduğu gibi, Sovyetleri aracılığıyla, ekonominin ve kültürel hayatın bütün alanlarını yönetecektir.
Çarlığından en demokratiğine kadar her biçimiyle emperyalist devletin çökmesi, emperyalist askeri sistemin çökmesiyle birlikte gerçekleşir. Emperyalizmin harekete geçirdiği milyonluk ordular, proletarya itaatkâr bir halde burjuvazinin boyunduruğu altında kaldığı sürece ayakta durabildiler. Ulusal birliğin parçalanması, ordunun da kaçınılmaz bir parçalanması anlamına gelir. Önce Rusya’da, daha sonra Avusturya-Macaristan’da ve Almanya’da böyle oldu. Aynı şey, öteki emperyalist devletlerde de olabilir. Köylülerin büyük toprak sahiplerine, işçilerin kapitalistlere, ikisinin birden monarşist ya da “demokratik” bürokrasiye karşı ayaklanmaları, kaçınılmaz olarak askerlerin komutanlara karşı ayaklanmasına ve dahası, ordunun burjuva ve proleter öğeleri arasında keskin bir ayrımın baş göstermesine yol açar. Ulusları karşı karşıya getiren emperyalist savaş, sınıfları karşı karşıya getiren iç savaşa dönüştü, dönüşüyor.
Burjuva dünyasının, iç savaş ve kızıl terör üzerine kopardığı yaygara siyasal mücadeleler tarihinin şimdiye kadar gördüğü en müthiş ikiyüzlülüktür. İnsanlığı toptan çürüyüp yok olmanın eşiğine getiren sömürücü klikler, eğer, soygunculuk imtiyazlarını ayakta tutma ya da yeniden oluşturma amacıyla, çalışan yığınların her türlü ileri atılımına karşı harekete geçmeselerdi, (komplolar ve cinayetler tezgâhlamasalar, dışardan silahlı yardım çağırmasalardı) iç savaş diye bir şey olmazdı.
İşçi sınıfını iç savaşa, ezeli düşmanı zorlamaktadır. İşçi sınıfı, eğer kendisini ve aynı zamanda insanlığın geleceği demek olan kendi geleceğini feda etmek istemiyorsa, silaha silahla karşılık vermek zorundadır. Komünist partileri, hiçbir zaman yapay bir iç savaşı kışkırtmayarak, onu mümkün olduğu kadar kısa bir sürede sona erdirmeye, eğer iç savaş kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmişse, verilecek kurbanların sayısını azaltmaya ve her şeyden önce proletaryanın zaferini kesin güvence altına almaya çabalar. Buradan, burjuvazinin zamanında silahsızlandırılmasının, işçilerin silahlandırılmasının, proletaryanın iktidarını koruyacak ve sosyalist inşanın dokunulmazlığını sağlayacak bir komünist ordunun oluşturulmasının zorunlu olduğu sonucu çıkar. Sovyet Rusya’nın, işçi sınıfının kazanımlarını içten ve dıştan gelecek her türlü saldırıya karşı koruyan Kızılordusu böyle bir ordudur. Sovyet ordusu, Sovyet devletinden ayrı düşünülemez.
Görevlerinin dünya tarihi içersindeki niteliğinin bilincinde olan işçiler, örgütlü sosyalist hareketlerinin daha ilk adımını attıkları günden beri, uluslararası bir örgüt oluşturmak için çaba harcamışlardır. Böyle bir örgütün ilk temel taşı 1864’de Londra’da, Birinci Enternasyonal’de yerleştirildi. Hohenzollernlerin Almanya’sının doğuşuna yol açan Alman-Fransız savaşı, Birinci Enternasyonal’i toprağa gömdü, ama aynı zamanda ulusal işçi partilerinin gelişmesini hızlandırdı. Hemen 1889 yılında bu partiler Paris’te toplanarak İkinci Enternasyonal örgütünü yarattılar. Fakat bu dönemde işçi hareketinin ağırlık noktası, tümüyle ulusal bir zemin üzerinde, ulusal devletler çerçevesi içinde, ulusal sanayi temelinde, ulusal parlamentarizm alanındaydı. Örgütçü ve reformcu çalışmalarla geçen on yıllar, çoğunluğu toplumsal devrim programını lafta tanıyan, gerçekte ise onu yadsıyan ve reformizme ve burjuva devletle uyuşma batağına saplanan bir önderler kuşağı yarattı. İkinci Enternasyonal partilerinin oportünist niteliği sonunda açığa çıktı ve tam da olayların akışının işçi partilerinin devrimci mücadele yöntemlerini benimsemesini gerektirdiği bir anda, dünya tarihinin en büyük çöküşüne yol açtı. Nasıl 1870 savaşı, toplumsal devrim programının arkasında kitlelerin kararlı gücünün bulunmadığını açığa çıkartarak Birinci Enternasyonal’e bir darbe indirdiyse, 1914’teki savaş da kaynaşmış işçi kitlelerinin üzerinde, burjuva devletin bağımlı organları durumuna dönüşmüş partilerin var olduğunu göstererek ikinci Enternasyonal’i öldürdü.
Burada sadece bugün açıkça burjuvazinin kampında, onların ayrıcalıklı ve güvenilir adamları ve işçi sınıfının cellâtları olarak yer alan sosyal yurtseverleri değil; bugün İkinci Enternasyonal’i, yani dar kafalılığı, oportünizmi ve yöneticilerinin devrimci güç yoksunluğunu yeniden canlandırma çabasında bulunan dağınık, ikircikli Sosyalist Merkez’i de kast ediyoruz. Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi (USPD), Fransız Sosyalist Partisi’nin bugünkü çoğunluğu, Rusya’daki Menşevikler grubu, İngiliz Bağımsız İşçi Partisi ve öteki benzer gruplar, gerçekte, İkinci Enternasyonal’in eski resmi partilerinin savaş öncesinde kapladıkları yeri doldurmak amacındalar: Eskiden olduğu gibi uzlaşma ve birleşme fikirleriyle ortaya çıkacaklar, bu yolla, bütün araçları kullanarak proletaryanın enerjisini azaltacaklar, bunalımı uzatacaklar ve böylelikle Avrupa’nın çektiği sefaleti daha da artıracaklar. Sosyalist Merkez’e karşı mücadele, emperyalizme karşı verilecek başarılı bir mücadelenin zorunlu önkoşuludur.
Zamanını doldurmuş bulunan resmi sosyalist partilerin kararsızlığını, yalancılığını ve çürümüşlüğünü bir kenara atarken, biz, Üçüncü Enternasyonal’de birleşen komünistler, devrimci kuşaklardan uzun bir dizi oluşturan şehitlerin Babeuf’den Karl Liebknecht’e ve Rosa Luxemburg’a dek uzanan kişilerin kahramanca çabalarının dolaysız sürdürücüleri olduğumuzu hissediyoruz.
Nasıl Birinci Enternasyonal gelecekteki gelişmeyi öngörmüş ve onun yolunu göstermişse, nasıl İkinci Enternasyonal milyonlarca proleteri toplayıp örgütlemişse, Üçüncü Enternasyonal de, açık kitle eyleminin, devrimi gerçekleştirmenin enternasyonal’i, eylemin Enternasyonal’i olacaktır.
Sosyalist eleştiri, burjuva dünya düzenini yeterince teşhir etti. Uluslararası Komünist partisinin görevi, bu düzeni yıkmak ve yerine sosyalist düzenin yapısını kurmaktır.
Bütün ülkelerin kadın ve erkek işçilerini, gölgesinde ilk büyük zaferin gerçekleştirildiği komünizm bayrağı altında birleşmeye çağırıyoruz.
Bütün ülkelerin işçileri! Emperyalist barbarlığa, monarşiye, ayrıcalıklara (burjuva devlete ve) burjuva mülkiyetine, toplumsal veya ulusal baskının her türlüsüne karşı mücadelede birleşin!
Bütün ülkelerin işçileri iktidarı almak için, proletarya diktatörlüğü için mücadelede, işçi Sovyetleri bayrağı altında, Üçüncü Enternasyonal’in bayrağı altında birleşin.

Ağustos 1999

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑