Üniversiteler ve demokrasi

Üniversiteler, Türkiye’nin yakın tarihinde, devletin ve egemen sınıfların olduğu kadar, halk sınıflarının muhalefet hareketlerinin de gündeminde önemli bir yer tutmuştur. Kimi zamanlar, neredeyse, ülkenin bütün çelişmelerinin üzerinde yoğunlaştığı düğüm noktaları gibi görünmüştür. Öğrenci gençlik ve öğretim üyelerinin çoğunluğu, ülkenin ve dünyanın bütün sorunlarının sahibi, takipçisi, hatta çözücüsü gibi sahneye çıkmış, muhalefet hareketinin en ön safında dövüşmüştür. Gençlik-aydın hareketi, toplumsal muhalefetin temel bileşenlerinin görünen yüzünü oluşturmuştur. Bu görünüşe karşın, üniversite, tek başına, bütün diğer sınıf çelişmelerinden bağımsız olarak değil, bütünün etkili bir parçası olarak hareket etmiştir. Bu yüzden de, her türden saldırıyı öncelikle “görünüş” unsurlarından başlatan egemen sınıflar için bu hareketten yükselen sesin bastırılması, muhalefetin tümünün sesinin kesilmesi anlamına gelmiştir.
Türkiye’de 80’li yıllara kadar “üniversite” denilince, bir muhalefet odağının akla gelmesinin temelinde, bu özel tarihsel dönemlerin karakteristikleri bulunmaktadır.
Ne var ki üniversite, toplumdaki ileri hareketlerin kaynağı ve sözcüsü olma özelliğini yalnızca öğrenci hareketi dolayısıyla kazanmamıştır. Üniversiteler potansiyel olarak, kültürel gelişmelerin düğüm noktası ve bilimsel ilerlemenin temelidir ve bu özellikleri dolayısıyla, “doğru”nun, bilimsel gerçeğin, araştırmacı disiplinin de simgesi olarak kabul edilirler ve bu yüzden toplumun ileriye dönük yüzünü temsil ederler. Üniversiteler, bu özellikleri dolayısıyla da toplumdaki ileri hareketlerin kaynağı ve sözcüsü olarak görünürler.
Ne var ki, sermayenin dünyasında, toplumsal ve bilimsel ilerleme, egemen sınıfın ihtiyaçlarıyla sınırlanmıştır. İlerleme ve gelişme, sürekli olarak çelişmelerin çözülmesi ve daha yüksek sentezlere ulaşılması anlamına geldiğinden, üniversitelerin temel ve evrensel ilkeleri, egemen sınıfın güncel ve sınırlı kimi ihtiyaçlarıyla uyuşmanın dışında bütün varlık nedenleriyle çatışmaktadır, bundan dolayı da esas olan onun ihtiyaçlar dışındaki etkilerinin engellenmesi ve kısıtlanmasıdır.
Üniversitelere yüklenen işlevle, işleyiş ve yapılanma özellikleri arasında görülen bütün çelişmelerin kaynağında bu çatışmanın zorunluluğu bulunmaktadır. Burjuvazi bir yandan, ekonomik, toplumsal ve siyasal etkisini sürdürmek için bilim ve teknolojiye muhtaçtır, bir yandan da, bunların gelişmesinin kaynağında bulunan üniversitelerin toplumsal muhalefetin bir parçası haline gelmesinden rahatsızdır. Üniversiteler üzerinde denetim kurmaya yönelik bütün baskıların kaynağında bu açmaz yatmaktadır. Öyleyse üniversiteler, yalnızca gelişmenin ve ilerlemenin bir unsuru olduklarından ötürü, temel karakteristikleriyle toplumsal muhalefet içinde yer tutarlar.
Üniversitelerin karşılaştıkları sorunların ve içinde bulundukları çelişmenin çözümü, dolaysız olarak toplumsal ve siyasal ilişkiler içindedir. Bu yüzden, üniversite sorunlarını tartışan ve çözüm arayan birçok öğretim görevlisinin üzerinde birleştiği çözüm, bilimin özgür bir ortamda üretilebileceği gerçeğine bağlı olarak, özgür ve demokratik bir ortamın oluşturulmasıdır.

“VAKA-İ HAYRİYE”DEN YÖK’E BİLİM VE SİYASET
Türkiye’de “bilim” (ya da ilim) sözcüğünü, kurumsal bir işlevin tanımlanmasında ilk kez kullanmak, bir eğitim kurumunun değil, bir derneğin üstüne düşmüştür. 1820’de kurulan ilk bilim derneği olan “Beşiktaş Cemiyet-i İlmiye” kendi amacını bilim yapmak ve yaymak olarak tanımlamış ve o dönemin birçok bilim adamını bünyesinde toplamıştı. Padişah II. Mahmut’a dernek üyelerinin “Bektaşi” olduğu yolunda yapılan ihbar sonucu ve Şeyhülislam Tahir Efendi’den alınan fetva ile dernek 1826’da kapatılmış ve bu olay, Yeniçeri ocağının ilgasinda Olduğu gibi “Vaka-i Hayriye” (hayırlı olay) adıyla anılmıştır. Daha sonra, 1861’de kurulan ve yine kısa sürede kapanan “Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye” de, amacını bilimi halka yaymak için konferanslar vermek biçiminde tanımlamıştı.
1844’te kurulması planlanan ancak 1863’te açılan “Darülfünun”un amacı ise, esas olarak, “bilimi ve fenni öğrenmeye hevesli olanlara ve bu hususta sivrilerek, padişahın yakınında görev almak isteyenlere yüksek bir öğrenim vermek” amacını güttüğünü açılış gerekçesinde bildiriyordu. Birkaç yıl sonra kapanan Darülfünun 1870’te yeniden açılırken, “Maarif-i Umumiye Nizamnamesinde, Tanzimat döneminin etkisi görülür. “… dünyanın gelişmesi, eğitim ve fende ilerlemeye bağlıdır. İnsanın yaradılışında var olan uygarlıkta ilerleme isteğinin gerçekleştirilmesi, endüstri ve teknikte buluşlara, bayındırlığın büyümesine, bilimsel yaşamın gelişmesine bağlıdır.” Bu kurum da 1871’de kapatılmıştır.
II. Meşrutiyet’le birlikte, yeniden kurulan “Darülfünun”, kuruluş tüzüğünde “bilimi bulmak, korumak ve yaymak”la görevli olarak tanımlanmıştır.
Üniversite sözcüğü ilk kez, 1933’te İstanbul Üniversitesi’nin kuruluş yasasında kullanılmıştır.
Bu yasayla Darülfünun kapatılmış ve amacı, “bilgi alanında araştırmalar yapmak, ulusal kültürü ve yüksek bilgiyi genişletmeye ve yaymaya çalışmak, devlet ve ülke hizmet ve işleri için ergin ve olgun öğrenciler yetişmesine yardım etmek” olarak gösterilmiştir. 1946’da yürürlüğe giren Üniversiteler Kanunu, öğrencilerin “Türk devriminin ülkülerine bağlı ve milli karakter sahibi vatandaşlar olarak yetiştirilmesi” amacını koymuştur.
1973’te, üniversitenin amaçları konusu, öğrencilerin güdülenmesi bakımından bir sıçrama noktasına işaret etmektedir. 1970 öncesi süreçte, üniversite gençliğinin toplumsal muhalefette oynadığı rolü göz önünde tutan bir anlayışla, üniversiteler, “örf ve adetlerine bağlı, milliyetçi ve sağlam düşünceli aydınlar… sağlam karakterli vatandaşlar” yetiştirmekle görevlendirilmiştir. Anayasa Mahkemesi, bu yasadaki “örf ve adet” sözcüklerinin çıkarılmasına karar vermiştir.
Yasa bu haliyle, 1981’deki köklü değişikliklere kadar 8 yıl yürürlükte kalmıştır. 12 Eylül rejiminin bütün özelliklerini üniversite özelinde yansıtan yeni kanunda, amaç maddesi 9 maddeden oluşmaktadır ve bunların 7’si, öğrencilere ayrılmış bulunmaktadır. Öğrencilerin yetiştirilme ilkelerini belirleyen bu maddelerde, Atatürk milliyetçiliğine bağlı olmak, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duymak, Türk milletinin milli ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşımak, Türk devletini, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olarak korumak gibi hedefler sıralanmıştır. Üniversite öğrencisinin ideolojisini belirlemeye yönelik bu maddeler karşısında, pek çok yabancı öğrenciyi barındıran bu kurumlarda, onlara nasıl olacak da, “Türk milletinin milli ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşımak” zorunluluğu getirileceği, yasa yürürlüğe girdikten, sonra cılız sesle sorulmuş olsa da, günümüze kadar herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. 1973’te Anayasa Mahkemesi kararı ile çıkarılan “örf ve adetlere bağlı” olma ilkesi ise, YÖK Yasasının “Ana İlkeler” bölümüne tepeden inmiştir.
Böylece Darülfünun’da “padişah hizmetinde” olmaya aday öğrenciler yetiştirilmesi amacından, aşama aşama, dolaysız olarak “devlet hizmetinde” olması şart öğrenciler yetiştirme amacına gelinmiştir.
Bu tarihsel özet, bilimsel araştırma ve bilimsel yayın bakımından iki önemli yükseliş noktasıyla üniversitelerin konumu arasında paralellikler olduğunu göstermektedir. İki başlıca sıçrama noktası, Tanzimat ve 1960’tır. Temelinde ve kaynağında büyük toplumsal muhalefet hareketlerini barındıran bu iki siyasal olay, önlerindeki kısa döneme, bu muhalefetin taleplerinin etkilerini taşımıştır. Kültürel hayat, bilimsel araştırmaya yönelik çabalar, basın, edebiyat ve sanat, bu iki dönemde de canlanmış, geçmişte kendilerine yönelik baskı ve kısıtlamaların kaldırılışına ya da en aza indirilişine tanık olmuştur:
Tersine, bu dönemlerin doğuşunda rol oynayan toplumsal hareketleri bastırmayı, etkilerini gidermeyi amaçlayan gerici Hareketler ise, onların sonuçlarını ve açtığı olanakları da ortadan kaldırmaya yönelmişlerdir. Bu arada üniversite, kültürel hayatın ve muhalefet hareketlerinin başlıca görünüm alanlarından birisi olarak, siyasal yönetim tarafından daima hedefe çakılmış ve kazanımları ilk elde yok edilen kurumlar arasında yer almışlardır.
Üniversitelerin amaçlarının tanımlanmasında görülen dalgalanmaların ve değişimlerin, aslında sınıflar arasındaki güç dengesinin durumunu gösterdiğini söylemek bu bakımdan yanlış olmayacaktır. Öyleyse üniversitelerin amaçlarına ilişkin müdahaleler, yalnıza o anda yönetimin uygulamalarının güncel içeriğini değil, geleceğe yönelik planlarını ve beklentilerini de yansıtmaktadır. Öğrencilerin eğitimi hakkındaki tanımlamalar, bir yandan güncel olarak öğrenci kitlesi üzerindeki denetim ve baskı mekanizmalarını gösterirken, diğer yandan da, rejimin kendisini uzak gelecek bakımından sağlama alma isteğine işaret etmektedir. Bunların kimilerinin saçmalığı ve açık gerici karakteri görülüp eleştirilse de, zaman içinde kısmen etkili olabilmektedir. Özellikle 12 Eylül’ün belli başlı niteliklerini en somut biçimde gösteren YÖK yasası ve buna bağlı olarak tanımlanan üniversite amaçları, onların oluşumunda hangi siyasal etkilerin rol oynadığını da açıklamaya yetecek malzeme taşımaktadır. Atatürkçülük, milliyetçilik, örf ve adetlere bağlılık, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün olduğu yolundaki resmi tez gibi özelliklerin yasalara ve tüzüklere girmesi, 12 Eylül öncesi toplumsal ve siyasal hareketlerin ürünüdür. Tıpkı 1960’tan sonra üniversitelerin bilimsel ve yönetsel özerklik kazanmasında ve Anayasa’nın basın, söz, toplanma ve örgütlenme haklarını güvenceye alan maddeler içermesinde olduğu gibi, sonraki düzenlemelerde de, bir önceki dönemde geçilen sürecin siyasal özelliklerini bulmak olanaklıdır.
Günümüzün üniversiteleri de, yıllar süren bir toplumsal mücadele içinde elde edilen sosyal hak ve çıkarların yanı sıra budanan, yozlaştırılan ve yok edilen kendi hak ve çıkarlarından, öz görevlerinden uzak bırakılmış olmanın sonuçlarını yaşamaktadır.

BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE EĞİTİM
Üniversitelerin, bilimsel eğitim, araştırma ve yayın verimliliği bakımından en yüksek noktada olduğu dönemin, devlet müdahalesinin en aza indiği 1960–73 arası dönem olduğu görülmektedir. Bu dönem, yalnızca oransal olarak araştırma ve yayın sayısıyla değil, bunların yüksek niteliği ile de karakterize olmaktadır.
Bu özellik, dolaysız olarak, üniversitelerin ülke ve dünya sorunlarıyla yakından ilgilenme ve onlar üzerine “konuşma” olanağı bulmasıyla ilgilidir.
Bir örnek olarak “1. Boğaz Köprüsü” üzerine üniversiteler düzeyinde yapılan araştırmalarla, sosyal, ekonomik ve siyasal sonuçları açısından ondan daha önemli bir yer tutan “GAP” üzerine yapılan araştırmaların niteliği ve niceliği kıyaslanabilir. Bu sayısal ve içeriksel karşılaştırma, aynı zamanda araştırmaların toplumsal çapta yayılan etkileri bakımından da yapılabilir. Her bakımdan, ortaya şu çarpıcı sonuç çıkmaktadır. Birinci konuyla ilgili olanların temel özellikleri şöylece sıralanabilir:
— Bilimsel ve teknik bilgiler ve bunlara ilişkin lehte ya da aleyhte yorumlar içermektedir;
— Hepsi açıklanmış, kamuoyu bilgisine sunulmuş ve üniversite dışı çevrelerde de yaygın bir biçimde tartışılmıştır;
— Konunun araştırılması, yalnızca mimarlık-mühendislik fakülteleri gibi dolaysızca ilgili olan fakültelerde ve üniversitelide değil, SBF, DTCF dibi sosyal ve siyasal bilim fakültelerinde de gerçekleşmiştir;
— Araştırmalar, toplumsal muhalefet ve iktidar tarafından kendi tezlerinin savunulması için bilimsel kanıt olarak kullanılmıştır.
GAP’la ilgili araştırmalar ise, büyük çoğunlukla resmi talepler üzerine yapılmış, araştırmayı isteyenle yapan arasında kalmıştır. Hemen hiçbiri yorum içermemekte, verilerin, olanakların ve olasılıkların sıralanmasıyla yetinmektedir; birçoğu kamuoyundan “devlet sırrı” gibi gizlenmiştir; dolayısıyla toplumsal ve siyasal hareketler açısından kullanılır olma özelliği taşımamıştır.
Bu özellikler, belki de, 12 Eylül 1980 sonrasında dayatılan rejimin beklentileriyle tam bir uyum içindedir. Ama sonuçta, üniversitelerin asli görevleri ve işlevleri bakımından bütün toplumu ilgilendiren bir gerileme ve nitelik düşmesi ortaya çıkmıştır.
Birçok öğretim üyesi, günümüz üniversitelerinde yapılan araştırmaların, yaşamdan ve birbirinden kopuk olduğundan ciddi olarak şikâyetçidir. Araştırmaların hemen hemen hepsi, “ne işe yarayacak, neden yapılıyor” gibi sorulara yanıt vermekten uzaktır. Yaşamdan, dolayısıyla toplumsal ihtiyaçlardan kopuktur. Çoğunlukla tez bitirme ve yayın yapma, hiyerarşide ilerleme, kariyer yapma, terfi etme amacına yöneliktir ve bu özellikleri dolayısıyla da, kütüphane ve enstitü arşivlerinde tozlanmaya terk edilmektedir.
Bir araştırmayı yaşama bağlayan gerçek ve tek bağ, o araştırmaya duyulan toplumsal ihtiyaçtır. Toplumsal ihtiyaç ise, kimi zaman açıkça ifade edilemeyen bir teknik değişiklik de olabilir, meydanlarda, yürüyüş kollarında haykırılan talepler içinde de bulunabilir.
SSK, özelleştirme, emeklilik yaşı, ücret ve enflasyon gibi somut sorunlar hakkında, öğretim üyelerinin bireysel görüş açıklamaları dışında, sistemli, kapsamlı ve birbirini tamamlayan bir araştırmalar dizisinden söz etme olanağı yoktur. Dış ilişkiler, yalnızca Dışişleri Bakanlığı’nın talebi üzerine ve “rapor” düzeyinde araştırma konusu olabilmektedir. Kürt sorunu ise, “PKK belası nasıl yenilir?” sorusu çerçevesinde yine, rapor konusu olarak ele alınmaktadır. Çünkü anayasanın 130. maddesi, öğretim üyelerinin “serbestçe” araştırma ve yayım yapabileceğini bildirirken açıkça, “Ancak, bu yetki, Devletin varlığı ve bağımsızlığı ve milletin ve ülkenin bölünmezliği aleyhinde faaliyette bulunma serbestliği vermez” biçimindeki kısıtlamayı da hükme bağlamıştır. Hiç kuşkusuz, bir araştırmanın devletin varlığını, ülkenin bölünmezliğini tehlikeye düşürüp düşürmediğini, bilimsel bir araştırma mı yoksa siyasal ve ideolojik bir propaganda malzemesi mi olduğunu saptayacak olan da, bilimsel ölçütlerle konuyu ele alacak olanlar değil, DGM olacaktır.
Bu koşullarda, pek çok öğretim üyesi, akademik kimliğini bir yana bırakarak araştırma yapma ve bunu üniversite dışı basın yayın araçları yoluyla kamuoyuna yayma yolunu seçmiştir.
Üniversitede kalanlar ise, verili koşullarda kendilerine uygun görülen çerçevede kalarak, üzerlerindeki kurşun örtüyü delebilmek için, gazete dergi köşelerini, televizyon programlarını seçmektedir.
Üniversite öğretim görevlilerinin asıl işlevini “öğretmenlik” olarak saptayan, bilimsel araştırma ve yayın işlevini ise ağır tehditlerle, kısıtlamalarla körelten anlayış, öğrenciyi de, bir “kalıba sokulması zorunlu” hammadde olarak görmektedir. Öğrencinin hangi ilkelerle eğitimden geçirileceği, öğretim standartlarının neye göre belirleneceği, yine toplumsal ihtiyaçlar açısından değil, “Milli Güvenlik” kavramı açından tanımlanmaktadır.
“Amaç ve İlkeler” bölümü, eski yasalarda birkaç cümlelik paragraflar halindeyken, 1981 tarihli 2545 sayılı yasada, bir sayfadan fazla yer tutmaktadır. Burada öğrencilerin yetiştirilmesinde, “Atatürkçü ve Türk milliyetçisi” kavramı ana ekseni oluşturmaktadır. Bunu, “Türk olmanın gururu” izlemektedir. “Türk milletinin milli, ahlaki, insani ve manevi kültürel değerlerini taşıma” ikinci sırada yer alırken, “bilimsel düşünceye sahip olma” ise, 5. maddeye konulmuştur. Pek çok öğretim görevlisi, bunun evrensel üniversite kavramına tamamıyla aykırı olduğu konusunda hemfikirdir.
Yerleşik evrensel tanıma göre, üniversitelerin iki temel işlevi vardır:
— Bilgi aktararak öğrencileri topluma hazırlamak, geleceğin bilim adamlarını yetiştirmek;
— Bilimsel araştırmalar yanmak, gerçeği araştırıp bulmak ve yeni bulgular üretmek,
Bizdeki yasal düzenlemede ve uygulamada ise, bu iki işlevden birincisi “Atatürkçü ve Türk milliyetçisi öğrenciler yetiştirmek” biçimine sokulmuş, ikinci işlevse, “öğretmek” kavramıyla sınırlanmıştır. Üniversite öğretim üyeliği, orta eğitim öğretmenliğine eşitlenmiştir.
Bu durumda, araştırma yapma, öğretim üyeleri için bir “romantizm” göstergesi sayılmaya başlamıştır. Çünkü sistemli ve birbiriyle bağlantılı araştırma yapma olanakları tümüyle ortadan kaldırılmış, bu koşullarda bireysel çabalar gerçek bir “Don Kişot”luk durumuna düşmüştür.
Çağımızda bilimsel araştırma, kişinin tek başına elde edemeyeceği yüksek iletişim olanakları ve uygun ortamlar gerektiren bir düzeye gelmiştir. “Don Kişotlar”, evlerindeki bin bir zorlukla alabildikleri bilgisayarın internet ağları başında kendilerine yardımcı olabilecek bir kanal, bir kişi aramakla tüketecekleri emeği ve zamanı, iç sistematiği olan programlar çerçevesinde yapılmış bir görev bölüşümünün gerektirdiği biçimde kullanacakları günü özlemektedirler. Bir-iki “imtiyazlı” üniversite dışında, araştırma yapmak, bilgi üretmek için gerekli malzeme, yeterli kütüphane, bilgisayar, laboratuar bir yana, oda bulmak bile sorundur.
Hiç kuşkusuz, bu yetersizlikler ve eksiklikler, bir siyasal tercihin sonucudur. “Kaynak yetersizliği”, “olanaksızlık” gibi gerekçeler, Bütçe’nin tercihleri göz önünde bulundurulduğunda ve eğitime ayrılan pay içinde üniversitelerin durumu incelendiğinde görülebilmektedir.
“Holding üniversiteleri” modası başladığından bu yana, kamuoyu, kimlere ne için ve ne kadar kaynak bulunabildiğini açıkça görebiliyor. “Holding üniversiteleri”, bir yandan kent toprakları üzerindeki rant kavgasına, “eğitim seferberliği” görüntüsü altında en haksız ve en sahtekar biçimde katılırken, ormanları, sit alanlarını tahrip ederek el koyarken, bir yandan da, öğrenci başına asgari 1000 dolar devlet desteği alarak, büyük sermaye kaynakları yaratmaktadır.
Verdikleri eğitimin de, herhangi bir Anadolu üniversitesinden daha nitelikli olmadığını herkes biliyor. Bu üniversiteler de, en azından Anayasa ve ilgili yasalarda yer alan baskıcı, ırkçı hükümlerle bağlıdır ve asla reklâm edildikleri gibi, “daha demokratik, daha özgür” değildir.
Üstelik “parayı bastıranın okuduğu” bir yapıyı daha en başından öğrencilere dayattığı için, onlara, herhangi bir toplumsal ve siyasal etkinlik içinde yer alma yolunu kapıdan girerken kesinlikle kapatmaktadır.
Resmi ya da özel, Türkiye’nin hiçbir üniversitesi, üniversitelerin evrensel amaçlarıyla ve kurallarıyla yönetilmemekte, üniversitelerin amaçları, uluslararası normlarla uyuşmamaktadır.
Bunun tek açıklaması vardır: Yaratıcı bilimsel düşüncenin özgür ve demokratik bir ortamda gerçekleşebileceği nasıl bir gerçekse, aynı biçimde az çok olanak bulmuş yaratıcı ve bilimsel düşüncenin de özgür ve demokratik bir ortamın yaratılmasına büyük katkıları olacağı o kadar doğrudur.

“EĞİTİM POLİTİKASI”
Bazı öğretim üyelerin, üniversitelerle ilgili eleştirilerinde, Türkiye’de bir eğitim politikası olmadığını ileri sürüyorlar. Bununla, devletin tüm diğer alanlara ilişkin politikalarıyla bağıntılı ve tutarlı bir özel politikanın bulunmadığını kastediyorlar.
Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Oktay Sinanoğlu, Araştırma Görevlileri Derneği Bilimsel Etkinlikler Komisyonu tarafından 1995’te düzenlenen Kongre’de yaptığı konuşmada, “Türkiye’nin dış politikası, Amerika’ya ve Avrupa’ya yalvarmaktan ibarettir” diyor.
Eklemek gerekirse, Türkiye’nin buna paralel bir eğitim politikası da vardır. Ama nasıl dış politika, büyük ölçüde emperyalizmin dünya ve bölge çapındaki politikalarıyla uyumlu ve esas çizgileri bakımından bağımsız olmayan bir politika ise, eğitim politikası da, emperyalizme bağımlı gericiliğin çıkarlarına uygun bir politikadır.
Gerçekten bir eğitim politikası, iktisadi politikaya, dış politikaya, iç politikaya bağlı olarak gelişen ve planlanan bir araştırma politikası, bilim ve teknoloji politikası biçiminde ortaya çıkar. Sinanoğlu, aynı konuşmasında, “ortalıkta Mc Donalds ve Pizza Hut’tan geçilmediği”ni söyleyerek, asıl kastının “emperyalizmden bağımsız bir eğitim politikasının yokluğu” olduğunu açıklıyor. Öyleyse, eleştiriyi netleştirmek gerekiyor: Eğer Türkiye’de ulusal bir eğitim politikası yoksa bunun nedeni demokrasinin, insan haklarının, söz ve örgütlenme özgürlüğünün yokluğunun nedeni ne ise odur.
Emeklilik yaşının ortalama ömür süresine eşitlenmesinin, sosyal güvenlik kurumlarının ortadan kaldırılmasının, özelleştirmenin ve yoksulluğun kaynağında ne varsa, eğitimin içeriğini ve hedeflerini de belirleyen odur.
Sonuç olarak denilebilir ki, üniversiteler üzerindeki antidemokratik baskılar ve kısıtlamalar, özünde demokrasi ve özgürlük mücadelesine karşı bir önlemdir. Eski bir sözde denildiği gibi, “Obscurum per obscurius” -karanlık, karanlık içindir.

Ağustos 1999

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑