SOL VE SAĞ ÜSTÜNDEN KOLAY POLİTİKA DÖNEMİ BİTTİ

3 Kasım 2002 seçimi, sağ ve sol üstüne tartışmaları bir kez daha gündeme getirdi. Ama, seçimin sonuçlarının geleneksel düzen partilerini ve kimi “sol” (*) partileri siyaset dışına atması, “sağ”, “sol, “merkez” gibi kavramları tartışma gündemine getirirken, bu kavramların piyasalaşmasının boyutlarını, bu kavramlara, bir zamanlar karşılık gelen sınıf ve gerçek siyasi tutumlarla ilişkisinin tümüyle kopmuş olduğu gerçeğini de gözler önüne serdi.
Bu durum; özellikle “solda” olduklarını iddia eden çevreler ve siyasi partilerin de gerçeklikten koptuklarını, sınıfla ve onun siyasetiyle ilgisizliklerini de çok çarpıcı bir biçimde gösterdi.
Bu kavramlar üstünden siyaset yapmanın “abesle iştigal” olduğu ortaya çıkmasına karşın, bu çevrelerin sorunu, kendilerinde; emekçilerin talepleriyle kendi bulundukları mevzinin çelişmesinde görmek yerine halk yığınlarına yüklemeye devam etmeleri, ister istemez artık eskide kalması gereken tartışmayı yenileme ihtiyacını dayatmaktadır. Çünkü bu “sol” siyasi çevreler; “sol” kavramını yine eski kullandıkları biçimde, kendileriyle halkı ayıran, kendilerini her türlü yanlıştan koruyan bir sihirli değnek, bir kategorik tanımlama olarak kullanmakta ısrar edeceklerini göstermişlerdir.
Gündelik mücadele içinde “sol” kavramı, içeriği değişmeden; örneğin ÖDP’de bazen “sosyalizm”, TKP’de sıkça “komünist” kavramıyla değiştirilmektedir. Ama, aslında ne içerik ne de bu içeriğin belirlediği tutumlar değişmemekte; halkın, işçi sınıfının talepleri ve mücadelesinin sorunları dışında olarak tanımlanan “sosyalist”, “komünist” kavramları “sol” kavramıyla aynı akıbete kurban gitmektedir. Bu yüzdendir ki; aslında “sol kavramı” için söylenenler önemli ölçüde “sosyalist” ve “komünist” kavramlarının “piyasalaşmış hali” etrafında şekillendirilen siyasi tutumlar için de geçerli olmaktadır. 
“Sol” ve “sağ” üstünden politika yapmak, son 40 yılda Türkiye’deki “sol siyasi odaklar” ve birer birer aydınlar, siyaset bilimiyle uğraşanlar için en istikrarlı tutum olagelmiştir.
Hayatta ve kavramsal düzeyde her şeyi “sağ” ve “sol” diye ayırıp, üstünden fikir yürütmek bir kez benimsendikten sonra; olup bitenlerin ve bunlar karşısında “taraf olma”nın çok kolay olduğu görüldüğü için ne diyalektiğe, ne materyalizme, ne de tarih bilincine ve bilime; bunların toplamı olarak da Marksizme ihtiyaç duyulmamıştır. Böylece basitlik, pragmatizm, oportünizm sığlığı, sığlık kestirmeciliği, kolaycılığı körükleyerek; Marksizme, bilimsel sosyalizme yöneliş, Marksizmi, Leninizmi anlama ve bunu hayata uygulama kaygısı küçümsenerek, bunun yerine piyasalaşmış kavramların üstünden yaratılan “basit karşıtlıklar”, bir kez doğru yanlış, sol-sağ ayrımı yapıldıktan sonra bir daha yerlerin hiç değişmemesi kolaycılığı ile politik analizler yapmak, bunlar üstünden tutumlar almak, ayrı fraksiyonlar oluşturmak neredeyse gelenekselleşmiştir.
“Sağ”, “sol” tanımı üstünden politika ise; bu kolaycı burjuva sosyalizminin, Marksizmin burjuva yorumlarının en yaygın ve uç ifadesi olmuştur. “Sol” siyasi çevrelerin; yığın hareketi, ülkenin ve insanlığın sorunlarından koptukları ölçüde de “solculuk”un giderek skolastik bir özellik kazanan kategorilerinin “piyasa itibarı” artmış ve bu kavramsal siyaset anlayışı eski sol çevrelerin çok önemli bir bölümünü etkisi altına almıştır. İşin ilginci, bu yüzeysel siyaset tarzı bu çevreler arasında gereksiz tartışmaları ve yeni bölünmeleri artırdığı ölçüde, bu siyasi çevreleri piyasa kriterleri çerçevesinde aynileştirmiştir de. Örneğin; ÖDP ve TKP dünyaya aynı kriterlerle bakıp (eğer dünyaya zaman zaman bakıyorlarsa) aynı kriterlerle halka öfke duyup kendi tüylerini sol cila ile yeniden yeniden boyamaktadırlar. Ama, birisi bunu “halk solu değil sağı tercih etmiş” diye tarif etmekte; ötekisi ise “komünizmi anlamamak” diye ifade etmektedir. Buradaki ortak anlayış; halkın, sınıfların dışında duran, hiçbir pisliğe bulaşmamış; belki Platon’un idealar dünyasından derlenip getirilmiş, Aristoteles’in kategorileriyle sınıflandırılmış bir “Ortaçağ skolastiği” ürünü “sol” ya da “komünizm”, “sosyalizm” vardır: Bu “solcular”, “sosyalistler” için çok açık olan kategorileri cahil halk anlamadığı için  bu partilere oy verip desteklememekte; dolayısıyla da otomotikman “sağa oy vermiş” duruma düşmektedirler. Sağ, sol, komünizm ya da onun dışında olmak da bu “gizemli projeler bütününü”, “kutsal ilkeler” kümesini anlayıp anlamamak üstüne bir ayırımdır.
Burada ÖDP’ye haksızlık etmeyelim; onun “solculuğu” ve aynı anlama gelmek üzere “sosyalizmi” bu kadar rafine değildir. Tersine onun solculuğu, bir ucunda Marksist sosyalizm öteki ucunda Clintonculuk, Tony Blair’in “Üçüncü Yolculuğu” olan bir “sosyalizm” ve “solculuktur”. Ama “sol tanımlanırken” mezhebin bu kadar geniş tutulması, onun işçi sınıfının, halkın mücadelesinin dışında var olan bir “ilkeler”, “değerler” bütünü olarak anlaşılmadığı anlamına gelmez. Bu yüzden de yukarda söylenenler açısından TKP ve ÖDP’nin “solculuk”, “sosyalizm” ve “komünizm” anlayışları arasında esasa ilişkin bir fark yoktur.
Görünüşte ve “gelenekte” bu iki “zıt” ve “sol” grubun birbirleriyle “kavgalı” olmaları, birbirlerine çok uzak görüntüsü yaratmış olmaları bu gerçeği değiştirmez. Çünkü; kavgaları, ayrılıkların büyük olmasından çok “şekilselliği”nden çıkmaktadır. Yığınlardan, sınıfların mücadelesi ve taleplerinden kopmuş solcu siyasi çevrelerin birbiriyle kavgalarının sertliği ve sürekli bölünmelerinin nedeni de budur. Çünkü; ayrılıklar sınıfların çıkar farklılığına karşılık gelmeyince; kendi istek ve ihtiyaçlarını sınıf çıkarı yerine geçirip, “yüksek düzeyde bir laf yarışı” son yarım yüzyıl içinde solcuğun ana özelliği olarak görülmüştür. Onun içindir ki, halk indinde de “solcular birleşemez”, “basit nedenlerle birbirine düşerler” fikri giderek bir önyargı, sağcıların bir iftirası olmaktan çıkıp bir “gerçek” haline gelmiştir.

SOL SAĞ ŞABLONU TARİHİ VE BUGÜNÜ AÇIKLAR MI?
“Sol” ve “sağ” kavramı bir “Türk icadı” değildir. Ama, dünyanın hiçbir ülkesinde ve döneminde “sol” ve sağ kavramı Türkiye’de son 40 yılda olduğu kadar, her derde deva kullanılmamış gerçek içeriğinden uzaklaşıp yanıltıcı olmamıştır.
“Efendim, Fransız Devrimi’nde oluşan Konvansiyon Meclisi’nde halkın ve burjuvazinin temsilcileri meclisin solunda oturuyorlarmış; soyluların temsilcileri ise meclisin sağında oturmuşlar. İşte ondan beri halktan, emekten yana olanlar solcu, egemenlerin temsilcileri de sağcı olarak nitenmiştir!” gibi yarı gerçek bir hikâye üstünden, “sol” ve “sağ” Türkiye’de siyaset terminolojisinin en başına oturtulmuştur. Ve bu kavramları siyaset pazarına getirenler, aslında emek ve ilericilik konusunda hayli şaibeli bir geçmişe sahip oldukları için de; özellikle “sol” kavramının içeriği, bütün sınıfsal niteliklerinden arındırılıp belirsizleştirilerek, 200 yıl öncesi olan bir “vaka”ya bağlanmış; bu kaba tanımlamadan yararlanarak, popüler-politik bir “joker” olarak kullanılmıştır.
Küçük burjuva bir kökenden gelen ama; politik tutumlarıyla hiçbir sınıfa bağlanmayan, Marksizme, sosyalizme dair bilgileri de kulaktan dolma ya da üçüncü ağızdan yorumlardan ibaret olan “sol siyasi mihraklar” bunu bir tür soyluluk sanı gibi, bir kez bulaştıktan sonra bir daha kurtulunamayan  “solculuk” ve onun “kökü” “sol” sözcüğünü çok tutmuşlardır. Ve bütün karşıtlarını da “sağ” diye “damgalayarak” “ana doğrultularını” belirlemişlerdir.
Aslına bakılırsa; “tarihsel” bakımdan Fransız Devrimi meclisine yapılan atfın bir gerçekliğinden söz edilebilir. Ama, Marksizm’de “sol” genel olarak tırnak içinde ve “olumsuz” anlamda kullanılmıştır. Bunun en belirgin örneği, “‘Sol’ Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı” adındaki Lenin’in eseridir. Çünkü Marksizm’de taraflar, bu taraflara karşılık gelen siyasi yelpaze, sınıflar ve onların siyasetleri gibi çok belirli tanımlamalarla ifade edilmiştir. Ve Marksist literatürde “sol” bu belli kullanımın ötesinde popüler ve “genel” bir kavram olarak nadiren kullanılmıştır. 
Türkiye’ye sol kavramı, önce, burjuva aydınlanması ve Fransız Devrimi hayranı ama antikomünist “Kemalist”, “sol Kemalist” olarak aydınlar, sonra da savcılar ve polis ile gerici siyasi mihraklar tarafından, bir “soğuk savaş” kavramı olarak getirilmiştir. Özellikle ’60’lı yıllarda sosyalist kamptaki kargaşa, Kruşçevizm, Troçkizm, Eurokomünizm gibi akımların yarattığı ideolojik kaos ortamında “sol” kavramı, dönemin en popüler kavramı olarak yayılıp bugüne kadar da bu popülaritesini, özellikle özü itibariyle antiMarksist ama kendilerini bir türden “sosyalist” hatta “Marksist-Leninist” sayanların desteği ile korumuştur.
12 Mart, 12 Eylül gibi darbelerin yaptığı altüst oluşlar bile bu kategorilendirmelerde bir değişiklik yapamamış; bu altüst oluşlar içinde, bulunduğu safı terk ederek karşı tarafa geçmiş olanlar bile, başına “eski” lafı eklenerek “solculuk” unvanını korumaya devam etmiştir. Örneğin; 12 Eylül cuntasının başbakanı Nihat Erim, cunta hükümetinin başbakanı olduğu halde, “solculuk” unvanını korumuştur.
Özellikle 12 Eylül sonrasında, pek çok fraksiyonun tasfiye olması “sol”un ortak bir “ad” olmasını daha da güçlendirmiş; kendi örgütünden kopanlar, örgüt karşıtı bir pozisyona geçenler, hatta YDH, ANAP ve DYP gibi partilerin saflarında siyasetle iştigal edenler bile, olmayan “sol” ya da “eski sol” adındaki bir örgütün üyeleri gibi kendilerini tanımlamışlardır. Böylece “sol”un “kullanım alanı” ve “işlem hacmi” artmıştır!
Türkiye açısından bakıldığında; sol kavramının ’60’lar ve ’70’lerdeki kullanımının, bütün belirsizliklere karşın, bir anlamı vardır. O yıllardaki bölünme, sosyalizm ve Marksizm konusundaki birikim ve dünya ölçüsündeki kaos, dönemin devrimcilerinin kendilerini “sol” diye tanımlamalarını “mazur” gösterecek gelişmelerdir. Ama, özellikle ’80’ler, hele hele ’90’lardaki gelişmelerden sonra; hâlâ “solculuk” üstünden yapılan ayırımlar mazur görülemez. Çünkü bu ayrım, çoğu zaman da işçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesi ile bu sınıflarla bağlantılı politikalar yerine, sınıflardan bağımsız bir “siyasi tutum” tanımlanması olarak “solu” kullanmaktır. Elbette, böylece postmodern belirsizliğe bağlanan bir politika tarzı olarak popülerleşip yayılmaktadır.
Başka bir söyleyişle, 12 Eylül darbesi ve onunla eşzamanlı olarak neoliberalizmin, “piyasacılığın” egemenliğine bağlı olarak, başka pek çok değer gibi, bu “sağ” ve “sol” kategorisi de piyasa malı olarak “olumlu” sayılabilecek yönlerini kaybetmiştir. Öyle ki; emekle, emek mücadelesiyle tek bağlantısı geçmişte, Marksizmin bir sapması olarak ortaya çıkması olan sosyal demokrasi olumlu anlamda “sol kavramı” içine alınmış; sosyal demokrasiyi aşırı emek yanlısı ve sermaye karşıtı bularak kendisine “üçüncü yol”u seçen Blairciler bile “sol” olarak nitelenmeye başlanmıştır. Almanya’da SPD, Fransa’da Sosyalist Parti, İngilitere’de İşçi Partisi iktidara geldiğinde, “bizim solcular”, “Avrupa’da sol yükseliyor” gibi tespitler yapıp, emekçilere “üçüncü yol” hattını göstermeye soyunabilmişlerdir. Ya da bu partilere bakarak, buradan yeni “taktik” ve “stratejiler” geliştirmeye koyulabilmişlerdir. “Efendim, bizim solcular İngiliz İşçi Partisi gibi kendisini yenileyip eski saplantılarından kurtulamadığı için sağ partiler oylarını artırıp iktidara gelmektedir” vs. vs….
Olup bitene bakınca; bir “ad”a bu kadar önem atfetmenin, Ortaçağ’ın “adcı” skolastikçilerinden beri bu kadar etkili olduğu söylenemez. (Adcılar için, asıl olan kavramlardır, kavramları ortadan kaldırırsanız geriye hiçbir şey kalmaz.)
“Sol” fetişistler de; “sol” adı taktıklarının arkasında ne vardır, hangi sınıfa, mensupturlar, hangi sınıfın siyasetini yapmaktadırlar diye bakmamakta; “solcu” olmaları, “onaylanmak” ve “kabul edilmek” için yetmektedir. En azından “solculuk”, “piyasada” böyle muamele görmektedir.
Bu solculara göre; siyasi arenada partiler arasında iki kamp vardır. Bunlardan birisi sol, öteki sağdır. Örneğin; EMEP, TKP, ÖDP, CHP, YTP, DSP, İP gibi partiler “sol partiler”dir ve “sol” partilerin kimi önde gelenlerine ve yandaşlarına göre bu partiler birleşebilir; başka hiçbir koşul öne sürülmesine gerek olmadan ortak seçime girebilirler. Hatta tek parti çatısı altında birleşebilirler. Emek-Barış-Demokrasi Bloğu’nun oluşumu sırasında bu tezlerin tümünü ÖDP ve ona yakın duran solcu çevre ve kişilerden sıkça dinlediğimizi herkes anımsayacaktır. Tabii onlara göre, “sağ” partiler de kendi aralarında aynı muhabbetle birleşebilirler filan… Bu değerlendirmeler son seçim sürecinde çok yinelendi.
Ayrım bu kadar basitleşip “sol” da bu kadar piyasalaşınca; CHP’liler ya da DSP’liler EMEP’lilerin, ÖDP’lilerin karşısına çıkıp; “Solun oylarını bölüyorsunuz. Madem hepimiz solcuyuz, öyleyse sağ karşısında bizi destekleyin” diyebilmekte; bu da emekçiler arasında “haklı” görülebilmektedir.
Eğer bu “sol” tanımı; kendisini solcu, ilerici sayan sıradan vatandaşlar tarafından yapılıyor olsa bir ölçüde anlaşılır. Ama bu anlayış; kendisini solcu, sosyalist, Marksist ilan eden siyasi çevreler, aydın ve demokratlar arasında aynen vardır. Dahası; vatandaşa da bu liberal piyasacı solcu anlayış aslında bu çevrelerden yayılmıştır.

ÖDP’YE GÖRE; HALK SAĞI, BURJUVAZİ SOLU DESTEKLİYOR
Bu anlayışın son seçimlerdeki en tipik temsilcisi ÖDP olmuştur. SHP ile girdiği ilişkiler ve Emek-Barış-Demokrasi Bloğu’nu bir “sosyal demokrat sol blok” olarak oluşturma girişimi sırasında piyasa solcusu tutumu kendisini iyice ortaya koyduğu gibi; seçimden “aldıkları dersi” de aynı mantıkla değerlendirdikleri görülmektedir. En tipik örneği ÖDP’nin seçim değerlendirmesidir. Bunu ÖDP’nin yayın organı “Eşitlik ve Özgürlük Gelecek” adlı derginin seçimleri değerlendiren sayısında apaçık görüyoruz. Oğuzhan Müftüoğlu’dan Bülent Forta’ya kadar ÖDP’nin resmi ve gayri resmi önderlerinin değerlendirmelerini yayımladıkları dergi; aslında bütün bu yazıların özünü kapağına yansıtmış: “Yoksullar sağa zenginler sola; bundan sonra ne olacak?”
Anlaşılacağı gibi; ÖDP’ye göre 3 Kasım seçimlerinde yoksullar sağa oy vermiş, zenginler de sola oy vermiş! Çünkü; örneğin İstanbul’un yoksul semtlerinde AKP çok oy alırken Etiler’de CHP oy almış. Yani AKP’ye oy verenler sağa, CHP’ye oy verenler sola oy vermiş!
Bu elbette çok derin bir çelişki gibi görünüyor. Ama ÖDP, sol ve sağ üzerine önyargılarını değiştirmek, dünyayı sadece kendi koyduğu kategoriler üstünden değerlendirebilen “aydın” yaklaşımını aşıp dünyanın gerçeklerine bakmak yerine; hayatı, bu kalıpların içine sokmaya çalışınca, önümüze, halkın sağcı, burjuvazinin de solcu olduğu gibi acayip bir toplumsal yapı çıkabilmektedir.
Kimi dönemlerde belki bu tür değerlendirmeler bir ölçüde de olsa anlam taşıyabilirdi. Ama gerek dünyada gerekse ve bütün öteki ülkelerden de fazla, Türkiye’de halkı sağcı ve solcu olarak iki kampa bölüp bunun üstünden bir gerçek tablo çıkarmak olanaksız hale gelmiştir.
Dün sağcılardan söz ederken, kapitalizm ve sosyalizm arasında dünya ölçüsünde bir mücadeleye, bunlar arasındaki bölünme ve saflaşmalara göre bir kategorilendirme söz konusu olabilirdi. Çünkü; bütün gerici güçler, kapitalist tekellerin, emperyalist saldırganlığın politikasının arkasında toplanıyordu. Bu da en azından politik bakımdan gelişmiş ülkelerde bu bölünmeye göre bir taraf olmaya karşılık geliyordu. Ama bugün; bütün geçmiş çağlara bağlanan gerici akımlar günümüzde piyasacılıkta kendisini tarif etmektedir. Dolayısıyla günümüzün “en aşırı sağcılığı” piyasacılıktır. En aşırı sağcılar da piyasanın en pervasız savunucularıdır. (Çünkü; dünya kapitalizmi, işçi sınıfını ve halkları piyasacılık etrafında kontrol altına alıp, dünyayı yağmalayıp işçi sınıfının sömürüsünü ebedileştirmeyi amaçlamakta; tüm stratejisini piyasacı bir kapitalizm üstüne kurmuş bulunmaktadır.) Ama, herkesin sağcı, solcu gibi nitelemeler yaptığı kişiler, partiler bu kategorilenmeyle uyumlu bir tutum içinde değildir. Çünkü; ÖDP’liler de dahil pek çok “sol” siyasetin solcu saydıkları aslında bu aşırı sağcı politikanın militanıyken, pek çok eski aşırı sağcı da bu politikalarla çelişir duruma düşmüştür.
Bu yüzden de; bugün piyasacı partilere oy verenlere sağcı, onlara karşı çıkanlara da “solcu” demek elbette doğru değildir. Çünkü; “solculuk”u ilericilik olarak alırsak, (solculuğu fetişleştirenler tarifi böyle yapıyor); liberalizm ile karşıtlarının bölünmesinde liberalizme karış çıkanlar arasında ırkçılar, milliyetçi çevreler, dini gruplar gibi, liberalizme kendi tutuculuklarından karşı çıkanlar da vardır. Dolayısıyla “sol” ve “sağ” ayrımı üstünden bir bölünme ile dünyayı, olup bitenleri anlamak ve olaylara böyle bir politik tutum noktasından müdahale etmek imkânsız olmaktadır.
Ya da ÖDP ve onun gibi “sol” “sağ” üstünden politika yapan parti ve çevreler açmaza sürüklenmektedir.
Bu açmaz sadece teorik söylemde değil en güncel sorunlarda bile karşımıza çıkmaktadır.
Örneğin; babası eskiden solcu olan, ama piyasa fikrine bağlandıktan sonra da solu, sosyalizmi sadece bir fantazi, okunur bir yazar olmanın sosu olarak kullanan Çetin Altan’ın oğlu olmaktan başka solla geçmişte de bir bağı olmayan; ama son yıllarda piyasacılığın en saldırgan temsilcisi olarak her platformda emeğe, emekçilere düşmanlığını ifade eden Prof. Mehmet Altan; KESK’in “Barış ve Demokrasi Sempozyumu”nu konuşmacı olarak onurlandırmaktadır. Ya da belli başlı sermaye gruplarının TV kanallarının en muteber “uzmanı”, piyasacılığın medar-ı iftiharı bir başka piyasacı Prof. Eser Karakaş da, Mehmet Altan’la birlikte işi emek düşmanlığına kadar götürenlerin başında yer almaktadır. Bu kişinin sol ve sosyalizmle bağlantısı ÖDP üyesi olmaktan ibarettir. Peki; piyasacılıkta Kemal Derviş’i bile “solda” bırakan bu iki zat-ı muhteremin “sol siyaset platformu”nda ne işi olabilir?
Peki burada yine soralım; özgürlük ve demokrasi mücadelesi ya da emeğin hak mücadelesi karşısında; üstelik solda da sayılıp emekçilerin karşısına çıkıp onların platformlarını tepe tepe kullanarak piyasa propagandası yapan Eser Karakaş, Mehmet Altan gibiler mi daha tehlikelidir yoksa; fikirleri kendi başına bile bela olmuş, savunduğu parti barajın altına düşüp parçalanma sürecine girmiş, MHP’li Altemur Kılıç mı? Sağ ve “sol” açısından soruyu, “solu” ilericilik, emekten yana olmak sayıp yinelersek; Altan ve Karakaş solcu mudur; solcuysa nasıl solculardır? Ve bu zatları emekçilerin kürsüsünden konuşturan “sol” anlayış nasıl bir “sol anlayış”tır?
Altemir Kılıç’ı, elbette piyasacı olmaması, solcu ve halktan yana yapmaz; ama sağcı da olsa ne yazar? Ya da Aydın Doğan’ın çok akıllı bir kararla; “solu da ben yönlendireyim” diye çıkardığı Radikal (Burada Radikal’de çalışan namuslu gazetecilere bir diyeceğimiz elbette olamaz) gazetesinde en gerici yazarlar, halkın mücadelesi içinde en tehlikeli rolü oynayanlar Hakkı Devrim gibi, Avni Özgürel gibi tutucu, Nuray Mert gibi “İslami” kökenli yazarlar mıdır? Yoksa asıl sağcı, asıl mücadele için tehlikeli olan; piyasa sosyalizmine teorik temel yaratan, buradan sol içinde piyasa fikrinin yayılmasına önayak olan, ÖDP’nin ve pek çok solcu gurubun gayri resmi teorisyeni olan Murat Belge midir?

TARİH ÖĞRETİCİDİR AMA ÖĞRENMESİNİ BİLENE
Bir kez solcu olduktan sonra (sola bulaştıktan sonra demek daha doğru) ebedi bir sıfat olarak algılanan “solculuk” için böyle soruların anlamı yoktur. Çünkü onlar için sol soldur, sağ da sağ!
Hal böyle olunca dünyada olup bitenler de anlaşılmaz olmaktadır. Örneğin; Fransız Devrimi’nin ünlü önderleri Robespiyer ve Mara için bir tekerleme haline getirilmiş olan “devrim kendi çocuklarını yedi” saptaması, kişisel iktidar hırsına bağlanan bir tarihsel “trajedi”dir. Yoksa; ilericilik ve gericilik kavgasında (o günün sınıflar mücadelesinde) yeni bir saflaşma, ilericiliğin bir önceki günden farklı bir pozisyon alması ve örneğin Danton’un gericilik saflarına düşmesi, oradan kendini kurtarmak yerine devrimi gerici güçlerin himayesine sokma çabası görülmez. Böyle olunca da; hayat, aynı anlama gelmek üzere mücadele ilerledikçe, dünün devrimcisi”, ilericisi, solcusu, yeni durumun gerektirdiği saflaşmada yerini alamazsa, eski yerini korumaya çalışırsa gericiliğin saflarına düşer. Ve kavganın bu aşamasında o (kişi ya da siyasi çevre) artık ne devrimcidir, ne de solcu olması gerekir.
Olup bitene; bir “yanlışlık”, şu kişinin kaprisi, ötekinin intikam duygusu, bir zamanlar tuttuğu mevziden dolayı aldığı bir politik adlandırmanın her zaman sürdüğü gibi yanlışlardan değil de; sınıfların ve bu sınıflarla bağlantılı güçlerin siyasi saflaşması olarak bakılırsa, olup bitenler tablodaki gerçek yerini alabilir.
Buradan bakıldığında; “Fransız Devrimi’nde 1789’la 1895 arasında olanları anlamayan; mücadeleyi bir “kardeş kavgası” olarak görenler; Napolyon Savaşları’nı da “para para para” diyen bir paragözün maceraları, olarak algılar. Bu yüzden de Napolyon’un kişisel istem ve zaaflarının ötesinde, Napolyon’un ordularını “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” idealinin yayıcısı olarak selamlayan Avrupa haklarının mücadelesini, sarayların, imparatorlukların çöküşünün tarihsel anlamını anlayamaz.
Öyle olunca insanlığın aydınlanması mücadelesini Aristoteles, Platon’dan başlatıp Rousseau-Montesquieu-Volter’de bitirir. Ve arkadan gelen en büyük aydınlanma dalgasını; fikri, bilimi, sanatı, bir avuç tuzu kuru aydının tekelinden çıkarıp, tüm işçi sınıfının ve insan toplumunun kılavuzu yapan Marksist aydınlanmayı hiç algılayamaz. Onun için Kautskiciler ve Leninistler arasındaki çatışma, Lenin’in komplekslerine ve Rusya milliyetçiliğine bağlanarak, tarihsel bir yorum yapıldığı savunulabilir. Ya da Bolşeviklerle Troçkistler arasındaki mücadele; Troçkistlerin Ekim Devrimi sonrası dünyada sosyalizm ve kapitalizm arasındaki saflaşmada yeni durumu, sosyalist bir ülkenin ortaya çıkışının dünyada yarattığı büyük değişikliği görmeyip eski kategorilerde direnerek emperyalizmin safına sürüklenmesi olarak görülmeyince, Stalin ile Troçki arasındaki “iktidar kavgası”na indirgenip “insani trajediler” tarihin yerine geçirilir. Bu büyük bölünmenin anlamı anlaşılmayınca, Kruşçevizm, Troçkizm, Eurokomünizm, 2. Enternasyonalciler, liberalizmden azma hareketler vb. tümü sosyalizm kampında görülüp bunların yaptıkları da sosyalizm için gayretler olarak görülmeye devam edilebilir. Ve işte “solculuk”, bütün bu mezbelelerin son halkası olarak, ilerici devrimci siyasi çevrelere musallat olmuş bir hastalık olarak gelişmiştir.
Nitekim “sol siyasi çevreler” böyle bir skolastik düşünce tarzından kopamadıkları için; piyasanın fasit çemberi içinde dönüp durmayı “fikri bakımdan özgürlüğe kavuşmaları” sanıp; yine piyasanın kendilerine dikte ettiği liberalizmin sosyalist yorumunu (ya da sosyalizmin liberal yorumunu) yapıyor; piyasacı, hiçbir şekilde kişiye özgürleşme imkânı tanımayan, tersine marka, standard, “toplam kalite” adına kişiyi de aynılaştırıp piyasa malı yapan maddi temeli göz ardı edip soyut bir özgürlükçülük ve demokrasicilik yapıyorlar. Bu özgürlükçülüklerini de Marksizme karşı kanıtlamaya kalkıp, “Marksist partiye karşı demokratik sosyalist parti”, “parti olmayan parti” modelleri çıkarıp yıllarca binlerce iyi niyetli, sosyalizme içten özlem duyan, kapitalizme karşı mücadele etmek isteyen insanı oyalayabiliyorlar. 

HAYAT ŞABLONA UYUMUYORSA ŞABLONU BIRAK HAYATA BAK!
Demek ki; olup bitene genel geçer, “sol” “sağ” gibi bir zamanlar anlam taşıyabilen bir şablonculukla bakmak; tarihte ve bugün olanları anlayamamak, olup bitene müdahale edememek, edilirse de yanlış müdahale etmek anlamına gelmektedir.
Buradaki kılavuzumuz Marksist tarih tezi; hayatın kesintisiz bir değişim, bir mücadele olduğu ve mücadelenin her aşamasında ileri-geri kavgasının siyasal ve sınıfsal güçlerinin değişebileceği gerçeğidir. Aslına bakılırsa; mücadelenin her aşaması bu güçlerin yeniden saflaşması, dün kavga edilen bazı güçlerle bugün birlikte yürünmesi, dün yürünenlerle de bugün kavga edilmesidir. “Siyaset sanatı” da, en önemli yanıyla bu “dost-düşman ayrışmasını” doğru yapabilme sanatıdır.
Yukarda söylenenler ışığında 3 Kasım 2002 seçim sonuçlarını ve ÖDP’nin “Yoksullar sağa, zenginler sola oy verdi” iddiasını ele alırsak şunları söyleyebiliriz.
1-) Halk; piyasacılığı Türkiye’ye yerleştirme ve Türkiye’yi uluslararası sermayenin dikensiz gül bahçesi yapma projesinin mimarları olarak gördüğü iktidar partilerini ve onlara yeterince muhalefet yapmadığını düşündüğü “muhalefet” partilerini ağır bir biçimde cezalandırarak, sadece bu partilere oy vermemekle kalmamış, onları tarihin çöp sepetine atmıştır. Yani halk, sağ ve sol kategorilendirmesine indirgersek bile en aşırı sağcılık olan piyasacılığı cezalandırmıştır. (Eğer halk sağa oy verseydi en çok sağcı bilinen MHP ve DYP de seçimin galibi olurdu.) AKP’ye bugünkü muhalefetin çizgisi de, halkın sağa oy verdiği değil ama, halkın piyasacılığa, IMF programına, ülkenin yabancılara peşkeş çekilmesine, savaşa, Kürtlerin hak ve dil eşitliğine karşı duran antidemokratik tutumlara hayır dediği noktasından geliştirildiğinde anlam kazanır.
2-) AKP’ye oy veren seçmenlerin büyük çoğunluğu, AKP sağ parti olduğu için değil, kendilerini yoksulluğa, işsizliğe iten düzenin oluşumunda en azından AKP’nin rolünün olmadığını düşündükleri için ona oy vermiştir. Bu yüzden de, AKP’ye oy verenler “sağcılar” değil; aslında gerçek sağ olan sistemden ve onun getirdiği belalardan bıkan, bu anlamıyla da kendileri farkında olmasa da sağa karşı oy veren yığınlardır. Ama, “bunlar sola mı oy verdi” denirse ona da “evet” denilemez. (Burada “sağ-sol” şablonunun hayatı açıklamaya yetmediği, geçersizliği de bir kez daha görülür zaten.)
3-) Sorarsanız CHP’ye oy verenlerin çoğunluğu kendisini “solcu” olarak tarif eder; CHP’ye de “sol parti” diye oy verdiklerini söylerler. Ama onların “piyasa” fikri, CHP’ye oy verme gerekçesiyle AKP’ye oy verenlerin gerekçeleri arasında bir fark yoktur. Ancak CHP, Kemal Derviş’i bünyesine alarak, AKP’den daha çok düzeni savunduğunu ifade ederek, aslında “sol”la  hiçbir bağının kalmadığını da göstermiştir. Aynı zamanda sosyal demokrasinin piyasacılıkla birleşerek sıradan sermaye partileriyle farksızlaştığını göstermiştir. Böylece bir kez daha yakıştırma “sağ-sol” şablonun, bu şablonu en çok kullanan CHP’yi de tanımlayamayacağı görülmüştür.
4-) Bu kadar anlamını yitirmiş “sol-sağ” şablonunun Emek-Barış-Demokrasi Bloğu içinse iyice anlamsız olduğu apaçıktır. Kürt ulusal hareketinin birikimi ile Türkiye’nin emekçilerin ileri kesimlerini birliği olarak şekillenen bloğu, “sol blok” olarak nitelemek onu şekilsizliğe ve ne idüğü belirsiz bir hatta sürükler. Çünkü, kendisine sol diyenlerin önemli bir kısmı eski ölçülere göre bile sağa, aşırı sağ piyasacılığa bağlanmışken (CHP, SHP, YTP, DSP gibi sol sayılan partiler) “sol kimdir” tartışması kendi başına bir handikaptır. Kaldı ki; böyle durumlarda, kimin kendisini ne gördüğü değil; “karşısına geçilip savaşılacak düşman ve yanında olunacak dostların talepleri belirlenip” mücadele safını bu temelde oluşturmak hayata en uygun olanıdır. Blok da, ancak bu tutumla genişleyip; dostların birleşmesi için yeni bir saflaşmanın odağı olabilir. Bu yüzden de blok elbette “solun” devrimci, demokrat unsurlarını ve çevrelerini bünyesine katmak için çaba harcayacaktır ama, kendisini sadece “sol” olarak tanımlayan politik çevrelerle sınırlamayacak; tersine ortaya koyduğu platformu benimseyen ve bu uğurda mücadele etmek isteyen herkesi (bu herkese kendisini solcu saymayan kişiler, çevreler, örgütler de dahildir) bünyesine dahil etmeye çalışacaktır.
5-) “Sağ-sol” şablonuyla politik saflaşmalar yaratmak, bunun etrafında politika geliştirmek kolaycı bir görüş ve bir güce karşılık gelir gibi görünse de bu tümüyle aldatıcıdır. Bugün asıl olan, emek güçlerinin ve demokrasi isteyen Kürt ve Türk kökenli halkın demokrasi talepleri etrafında bir mücadeledir. Elbette bu mücadele içinde kendisini solcu sayan kişiler, aydınlar, solcu sayan siyasi çevreler de; sendikalar, emek örgütleri gibi kendilerini bir siyasi tutumla açıklayamayacak örgütler, kendisini “solcu” sayan çok çeşitli halk kesimleri, etnik ve inanç çevreleri vb. de olacaktır. Ama; bu mücadeleyi solcuların mücadelesi görmek, halkı sol ve sağ diye ayırmaya yönelmek; bu ayrıma dayanarak, politika geliştirmeye kalkmak en aşırı sağın piyasacılarının sistemlerini sağlamlaştırmaya yarar. ÖDP, TKP ve sol üstünden onlar gibi politika yapan siyasi çevreler bir de bu açıdan kendilerini gözden geçirip bulundukları yeri tarif etmelidir. Aksi halde; halkı sağcı, burjuvaziyi de solcu, devrimci, demokrat görme çizgisine çakılıp kalacaklar ve halkla kendilerinin bulunduğu yer arasındaki uçurum büyümeye devam edecektir.

(*) Bu yazı boyunca “sol”dan, “solculuk”tan söz ederken, elbette ki kendisini solda sayan kişilerin düşüncelerini, duygularını değil, bu düşünceler üstünden politika yapmayı amaçlayan tutumları, bu düşünce ve duygulara atfedilen sınıflarüstü, tarih üstü yaklaşımları eleştiriyoruz. Yoksa, elbette ki kendisini solcu sayan her meslekten milyonlarca kişi samimi duygularla davranmaktadır ve onların samimiyetlerinden ve inançlarından kuşku duymamamız için hiç bir neden yoktur. Aynı şey elbette kendisini sosyalist ve komünist sayanlar için de geçerlidir ve kişisel bakımdan insanların sosyalizm, komünizm anlayışları, buradaki eleştirilerin dışındadır ve kendilerini ilgilendirir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑