ADANA’DA SOSYO-EKONOMİK YAPI VE SORUNLAR

Adana’da 13 ilçe, 46 belediye ve 550 köy bulunmaktadır.
Devletin Adana’da sanayie katkısı toplam sanayi üretimi içerisinde % 4’tür.
Adana toplam GSMH’nın % 3.1’ni alarak 6. sırada yer almaktadır.
Nüfusun % 46’sı tarım ile uğraşıyor ve tarım işçilerinin % 65’i dışarıdan geliyor.
Adana’da toplam gelirin yarısından fazlası tarım sektöründen karşılanıyor.
Türkiye’de tüketilen gübrenin % 6.5 ‘i Adana’da tüketiliyor.
Adanalı olmayıp da Adana’da oturanlar toplam nüfusun % 26’sını oluşturmaktadır.
“Türkiye’nin en büyük 500 özel sanayi şirketi” araştırmasına göre, ilk 500 içinde 17 Adana şirketi bulunmaktadır. 17 şirketin ilk beşi sırasıyla, ÇEAŞ, SASA, MARSA, BOSSA, TEMSA’dır. Bu listede 8 şirket Tekstil iş kolunda yer almaktadır.
Adana ili sınırları içerisinde 20. yüzyılın başlarında il nüfusunun % 40’ını azınlıklar oluşturmaktaydı.

ADANA’DA YEREL YÖNETİMLER VE BELEDİYE HİZMETLERİ
Yerel yönetimler, halkın kendi kendisini yönetmesi ve demokrasi kültürünün yaygınlaşması bakımından uygun imkanları sunan alandır. Halkın yaşama ve kendi sorunlarına öncelikle ve diğer alanlara göre kolaylıkla müdahale edebileceği alanların yönetimi yerel yönetimlerde  toplanmıştır.
Ancak günümüzde belediyecilik, 1982 Anayasası’nın da getirdiği değişiklikler doğrultusunda, halkın yerel kaynaklarını, yönetimin yandaşlarından başlayarak, sermayeye peşkeş çekmeye ve rant paylaşımına yönelmiştir.
Günümüzde yerel yönetimlerin kullandıkları kredilerin yüzde 67’si emperyalist kuruluşlardan sağlanan kredilerden oluşmaktadır. Bütçeden İller Bankası’na ayrılan pay giderek azaltılmış ve sonuçta yerel yönetimlerin kaynaklarının ancak yüzde 15’ini karşılayabilir hale sokulmuştur. Bütün bu uygulamalar, belediyelerin; yolsuzluk, işletmecilik gibi tüm melanetlerin de kaynağı olmak üzere serbest piyasa ekonomisi koşullarına uyarlanması ve belediyelerin kamu hizmeti veren kurumlar olmaktan çıkartılıp, kar amacı güden işletmelere dönüştürülmesi sonucudur.

GATS ve Yerel Yönetimler
Tüm hizmet alanları ve hizmetlerin üretilmesi için gerekli olan sınai ve tarımsal ürünlerin üretimini de kapsayacak boyutta bir küresel anlaşma olan GATS’ın (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) 2000 yılı başından bu yana geçen 1,5 yıl içerisinde her 15 günde bir DTÖ’nün (Dünya Ticaret Örgütü) Cenevre’deki merkezinde genişletilmesine yönelik müzakereler yapılmaktadır.
Türkiye’nin de taraf olduğu ve genişletilmesi müzakerelerine katıldığı GATS Anlaşması konusunda ülkeyi yönetenlerce topluma bilgi verilmemektedir. Yapay ekonomik kriz bahane edilerek IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği’nin talepleri doğrultusunda son dönemde çıkarılan yasaların tümü GATS’ın oluşturulmakta olan yeni şekline uyum yasalarıdır.
GATS müzakereleri 11 ana başlık altında yürütülüyor ve belirlenen ana başlık, alt bölüm ya da sektör ve grupların anlam ve içeriğinin anlaşılmaması için DTÖ’nün ciddi çaba sarf ettiği fark ediliyor. Böylece, anlaşma hayata geçirildiğinde yazılması unutulmuş boyutları bile kapsayabilecek kadar esnek bir metin elde edilmesi planlanıyor. Piyasanın acımasız ellerine teslim edilmesi konusunda anlaşma sağlanan 11 temel kategori şunlardır:
– Telekom, Posta Hizmetleri, Görsel ve İşitsel İletişim Hizmetleri de dahil olmak üzere İletişim
– İnşaat ve Bağlantılı Mühendislik Hizmetleri
– Eğitim
– Enerji, Su İletim Sistemleri ve Atık Su İşleme
– Tüm Çevresel Hizmetler
– Finansal, Mali ve Bankacılık hizmetleri
– Sosyal Hizmetleri de kapsayacak şekilde Sağlık ve Bağlantılı Hizmetler
– Turizm, Seyahat ve bu iki sektörle bağlantılı Tüm Hizmet ve Ürünlerin (!!!) Üretimi
– Kültürel ve Sportif Hizmetler
– Kara, Hava, Deniz ve tüm diğer Ulaşım Hizmetleri
– Ve Diğer Hizmet Alanları
Dünya Ticaret Örgütü içerisinde halen müzakere edilmekte olan yeni GATS hükümleri, aşağıda sayılan adımlarla, kamu hizmetlerinin şirketlerin tekeline geçmesine yardımcı olmak amacıyla dizayn edilmektedir:
1) Hükümetlerin hükümet etme gücü üzerine getirilecek yeni ve daha sert kısıtlamalar üzerinden, doğa, sağlık, tüketici koruması ve kamu yararına olarak tanımlanan diğer standartların hükümetlerce kamu yararı gözetilerek uygulanmasının önüne geçebilmek için, GATS’ın iç düzenlemelere ilişkin VI. Maddesi’nin kapsam ve uygulama alanının genişletilmesi. Öneri olarak müzakerelere getirilenler arasında, hükümetlerden, ülke yasalarının bazılarının -söz konusu ülkenin finansal, sosyal, teknik veya diğer alanlardaki özgün konumuna hiç bakılmaksızın- öngörülenden daha fazla bir yük getirmediğini gösteren bir ispat yükümlülüğünü üstlenmeleri talebi bile bulunmakta.
2) Hükümet fonlarının kamu yararına, belediye hizmetlerine ve sosyal programlara kullanılması erki GATS ile kısıtlanıyor. DTÖ’nün “ulusal muamele hükmü”nün hem hükümet satın almalarında ve hem de devlet yardımları ve destekleme programlarında uygulanması sağlanarak, hükümetlerin kamu hizmetleri için ayrılan ödenekleri doğrudan yabancı orijinli hizmet ticareti şirketlerine aktarması sağlanmaya çalışılıyor.
3) Hükümetler, yabancı hizmet tacirlerinin kendi pazarlarına girişinde -çevre, sosyal boyut, niteliksel ya da niceliksel özelliklere bakılmaksızın- sınırsız ve koşulsuz uygulamalar yapmaya zorlanıyor.
4) Yeni DTÖ hükümleri üzerinden dünya sermayesinin hizmet yatırımı yaptığı farklı ülkelerde sorunsuzca varlığını sürdürebilmesi adına ve başta geri bıraktırılmış ülkelerde fakat genelde tüm dünyada eğitim, sağlık ve su hizmetleri de dahil olmak üzere iç pazardaki tüm sektörlere garantili giriş yapma hakkı dünya çapında vergisiz internet ticareti hedefiyle daha şiddetlendirilmek isteniyor.
Aşağıda başlıklar halinde sunduğumuz bölümlerde, Adana’da GATS yasaları çerçevesinde nasıl halkın kaynaklarının müteahhit firmalara peşkeş çekildiği özetlenmektedir.

Hani ucuz ekmek?
Adana Büyükşehir Belediyesi’ne ait olan Adana Ekmekçilik A.Ş.’de üretim durduruldu.
Halka ucuz ekmek imkanı sağlayan bu fabrikaları Aytaç Durak, şov aracı olarak kullanıyordu. Gelinen aşamada ise bu ekmek fabrikalarının kapatılmasıyla 500’ü aşkın işçi işsiz kalırken, Adana halkı da özel fırınların insafına terk edildi.

ADANA HAFİF RAYLI TAŞIMA SİSTEMİ
Demiryollarına tek bir çivi dahi çakmayanlar, otomotiv ve petro-kimya tekelleriyle birlikte yarattıkları trafik canavarıyla on binlerce insanı yok ettiler. Son yıllarda ise dayanılamaz hale gelen büyük şehirlerin şehir içi ulaşım sorununu çözümü için raylı sistemler bir bir inşa edilmeye başlandı. Teknolojisi ithal ve finansmanı Hazine garantili dış borçlarla yapılan bu projelerin Türkiye’ye maliyeti ise yapıldıkları kentlerin geleceğini ipotek altına alacak kadar yüksek. Türkiye’de raylı sistem yatırımlarında belirli standartlar olmayınca şişirilmiş birim fiyatlar ve tuzak katsayılarla bu projelerin kent insanlarına ve Türkiye halkına maliyeti ağır oluyor. Adana Hafif Raylı Taşıma Sistemi bu projelerden sadece biri.
Yapımına 1996 yılında başlanan, taahhüt edilen yaklaşık 339.8 milyon dolar krediye rağmen tamamlanamayan ve 190.2 milyon dolar ek krediyle yapımı sürmekte olan Adana Hafif Raylı Sistemi’nin hikayesi.

Durak’ın ‘raylı’ vurgunu
Adana Büyükşehir Belediyesi projeyi taahhüt ettiği miktara tamamlayamadığı gibi, 2001 yılında bir kısmının hizmete geçirilmesi sözünü de yerine getiremedi.
Fizibilite çalışması 1992 yılında gerçekleştirilen ve 1996 yılında “Güzergah krokisi şeklinde bir fikir projesiyle” ihaleye çıkarılan HRTS inşaatı Alarko-ABB-Adtranz Konsorsiyumu’na 339 milyon 863 bin 726 dolara ihale edildi. Bu tarihten beri raylı sistem inşaatı, Bursa ve Ankara başta olmak üzere diğer emsallerinden daha pahalıya mal oldu.
Keşif artışları ülkemizde halen yürürlükte olan Devlet İhale Yasası’nın 63. maddesinde ilk keşif tutarının yüzde 30’u ile sınırlandırılırken, uluslararası bir ihale olan Adana Hafif Rayli Sistem İnşaatı’nda bu oran, ilk keşif tutarının yüzde 57’yle yarısından fazla (inşaat işlerindeki keşif artışı yüzde 154) olarak gerçekleşti. Bu durum, Durak’ın imzaladığı Hafif Raylı Sistem İnşaatı Sözleşmesi’ne aykırı.

Ek kredi gerçeği
Büyükşehir Belediyesi, zaten pahalıya mal olan bu iş için 194.2 milyon dolar ek kredi talebinde bulundu. Kredinin çıkmaması üzerine müteahhit firma işi bıraktı. IMO, konuyu detayları ile inceleyerek bir rapor hazırladı. Bu raporu kamuoyuna sundular. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, rapor üzerine projenin incelenmesi direktifi verdi.
Bu gelişmeler yaşandığı esnada Başbakanlık Müsteşarlığı’ndan ‘Acele’ kaydıyla odalarına gönderilen bir yazıda “Anılan projenin uygunluğunun değerlendirilerek projeye maliyet artışı verilip verilmeyeceği hususunda nihai karar oluşturulması” amacıyla; 2 Şubat 2001 tarihinde Başbakanlık binasında yapılacak toplantıya katılmaları istendi. IMO Adana Başkanı Sürenkök’ün toplantı hakkındaki açıklaması şöyle: “Toplantıya; Başbakanlık Müsteşarlığı, Maliye Bakanlığı, Büyükşehir Belediyesi yetkilileri ve odamız yetkilileri katıldı. Toplantıda odamız tarafından HRTS inşaatının Adana için gerekli olduğu, Projeye bugüne kadar 340 milyon dolar harcandığı, ancak ek kaynak sağlanamadığı için inşaatın durmuş olduğu, kredi geri ödemelerinin de başladığı tespit edilmiştir. Dolayısıyla bu projenin bugüne kadar yapılmış olan yanlışlıklarla rağmen tamamlanmaması veya geciktirilmesinin kamu kaynaklarının israfı anlamına geleceğinden  projenin bundan sonraki bölümü için belediye tarafından talep edilen 194.2 milyon doların verilmesinin gerekli olduğu odamız tarafından dile getirilmiştir. Ancak; bundan sonraki yapılacak işler için yüklenici firmalar ile görüşmeler yapılması, tespit edilecek maliyet çerçevesinde bir daha maliyet artışı talep edilmemek kaydıyla bir fiyat belirlenmesi ve ilgili bakanlıklar tarafından inceleme yapılarak uygun görüşü bildirmesi durumunda ek kaynak verilmesi uygun görülmüştür” Bu toplantı öncesi Aytaç Durak, proje hakkında yapılan yanlışları kabullendiğini, projenin sonraki bölümlerinde aynı yanlışların yapılmayacağını ve projenin sonraki bölümünün meslek odalarının bilgisi halinde sürdürüleceği sözü verdi. Ancak Sürenkök, ek kredi çıkmasından sonra da proje hakkında hiç bir şekilde bilgilendirilmediklerini açıkladı.

Bakanlık müfettişleri minareyi düzeltti
Sürenkök, bu toplantıdan sonra da (ek kredi kararı alındıktan sonra da) Aytaç Durak’ın partisinin de iktidar ortağı olduğu hükümetin bakanlığınca gönderilen Bakanlık müfettişlerinin İMO’nun eleştirilerini dikkate almaksızın, suya sabuna dokunmayan bir rapor oluşturarak minareyi düzelteme yoluna gittiklerine dair açıklama yaptı. Sürenkök, Bakanlık müfettişlerinin raporlarında İMO tarafından gündeme getirilen birim fiyatlarının yüksekliği ve birim fiyat tarifelerindeki tuzak katsayılarla hiç ilgilenilmediğini, HRTS ile benzeri yatırımlardaki birim fiyatlarının mukayese edilme gereğinin duyulmadığını, iddia makamının oda ile görüşme gereği bile duymadan sadece ihalenin yapılış prosedürü ve ihale evraklarının incelenmesi ile tek yanlı bir rapor oluşturduğuna dikkat çekti. Bu raporun Durak’ı aklayamayacağına da değinen Sürenkök, “Sayın Durak 2 yıl geciktirdiğimiz şeklinde asılsız iddialarla bizleri suçlayacağına, müteahhit firmaya; piyasada metrekaresi 8,5 milyon olan 4 mm düz cam için 32 dolar (55 milyon 500 bin), otoyollarda 165 dolar (247,5 milyon) olan tünelde püskürtme betonu için 665 dolar (997,5 milyon), karayollarında 1100 dolar (1 milyar 650 milyon) olan çelik için 4896 dolar (7 milyar 344 milyon) nasıl ödeyebildiğini açıklamalıdır.”  şeklinde konuşmuştu. Sürenkök, bu tip örneklerin proje sözleşmesinde çoğaltılabileceğini söyleyerek, iş için yapılan birim fiyatlarının bu projede haddinden çok fazla gösterildiğini vurguladı. Bu kalemlerin tek tek incelenmesi halinde vurgunun çok büyük boyutlarda olduğuna işaret eden Sürenkök, metro ve raylı sistemler konusunda Türkiye’de yapılan bütün yatırımlarda aynı şeyin söz konusu olduğunu bildirdi.

Yabancıların raylı vurgunu
Türkiye’de raylı sistemlerle ilgili yatırımlarda yapılacak işlerle ilgili herhangi bir standart yok. Yatırımlar dolara endeksli olduğu için bu tip projeler Türkiye maliyetinin çok üzerinde mal oluyor ve yabancı yatırımcılar büyük kazançlar elde ediyor. Sözleşmelerin Hazine garantili olmasından güç alan yönetimler sorumsuzca davranıyor. Hatta Adana’nın geleceğini ipotek altına alan bu tip yatırım için Aytaç Durak, bir konuşmasında “Merak etmeyin. Nasıl olsa biz ödeyemeyeceğiz” deme pişkinliğini gösterdi.
330 milyon dolarla (510 trilyon TL) ve ek kredi olan 194 milyon dolarla (300 trilyon TL) Adana’ya yaklaşık 10 bin otobüs alınabilirdi.

Yüklü finansmanla inşa edilen Adana Raylı Sistemi ulaşım sorununu çözecek mi? 
Aytaç Durak, “Raylı sistem yapılacak, Adana’nın ulaşım sorunu çözülecek” diyor. Gerçek öyle değil. Adana’daki Raylı Sistem sadece bir bölgenin ulaşımını rahatlatıyor. Kuzey Adana’yı kapsayan bu projeden Güney Adana, Baraj Yolu gibi birçok yer yararlanamıyor. 
Türkiye’de yapılan raylı sistemler ve diğer illerdeki benzeri projeler bu bakımdan yetersiz. Raylı sistemleri balık kılçığı gibi düşünmek gerekiyor. Ona entegre ve bağlı toplu taşıma sistemleri olmadan raylı sistem tek başına çözüm değildir.
Adana’nın böyle bir planı olmadığı gibi, raylı sistemlerin yapıldığı birçok kentin de böyle planları yok. Ulaşım planı olmadan yapılan bu sistemler tek başına çözüm değil. Geçmiş yıllarda Çukurova Kentsel Gelişim Projesi ve etütler yapıldı ama daha sonra rafa kaldırıldı.

ÇATALAN PROJESİ VE ADANA’DA SU SORUNU
Adanalı’nın geleceğini ipotek altına alan diğer bir proje Çatalan Su Projesi’dir. DB kredisi ile yürütülen bu yerel proje, hizmetleri özel şirketlere devrederken, temel ve vazgeçilemez hizmetlerin fiyatlarını da hızla arttırıyor.
İhalesi STFA-ALKE Konsorsiyumu’na verilen Çatalan Projesi için birçok firmadan kredi alındı. Proje finansmanının 80 milyon marklık bölümünün Alman Kredi Bankası (KFW), geri kalanının da ASKİ’nin kendi öz kaynaklarından karşılanacağı ihale şartnamesinde yer alıyor. ASKİ 237 milyon mark düzeyinde bir ek yükü karşılamak için, suya yaptığı zamlarla Adanalı’ya suyu zehir etti. Adanalılar Türkiye’nin en pahalı suyunu kullanıyor. Faturalar can yakıyor.
Dünya Bankası’nın ve proje için kredi veren Alman Kredi Bankası (KFW)’nin dayatması ile daha projenin başladığı 1998 başında su fiyatları 1.10 marka endekslendi.
20-12-1999 tarihinde Adana Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel  Müdürlüğü (ASKİ), yüzde 435’lik zam yaptı. Bu zam oranı Adana 1. İdare Mahkemesi’nce iptal edilmesine rağmen uygulandı.
5 Haziran 2001 tarihinde Adana Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel  Müdürlüğü (ASKİ) Genel Kurulu’nda alınan yüzde 69’luk zam kararı sonucu suyu daha da pahalıya kullanmak zorunda kaldık.
Adana’nın sağlık açısından güvenilir olmayan, hatta dönem dönem salgınlara neden olan içme suyuna yapılan bu zamlar, yapımı devam eden Çatalan Su Projesi’ne dayandırılıyor. Projenin yapımına başlandığı dönem, kredi veren Alman firmasının “1.1 DM seviyesinde suyu satacaksınız”  şartını koşması hatırlandığında, Adana’daki suyun maliyetinin bundan sonra da sürekli bir şekilde halka yıkımı sürecek.
Su kapsamında inşa edilen Çatalan Köprüleri üzerinden ise, “mücavir alan” genişletilmesi kamuflajı altında, bölgedeki arsalar imara açılarak rant alanı sağlandığı kamuoyunca sürekli dillendiriliyor.

İTHALAT VE İHRACAT
İhracat
Pamuk ve tekstil ürünleri ile meyve ve sebze ürünleri oluşturuyor.
İl’de en çok ihracat yapılan ülkeler Almanya, İtalya, İngiltere, Ürdün, İran, Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt, Kıbrıs v.d.
IMF politikaları ile birlikte darbe alan tarımsal üretimin düşmesi, çiftçilerin iflasa sürüklenmesi, ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanan Adana’yı yoksulluğa, işsizliğe ve sefalete sürüklüyor.
İthalat
İthalatın ağırlığını sanayi için makinalar ve yedek parçalar oluşturuyor. En çok ithalat yapılan ülkeler: Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa, Hollanda, Danimarka, Finlandiya, Belçika, ABD, Azerbaycan, Makedonya, Japonya, Kore, Çekoslovakya, Avustralya, İran, Suudi Arabistan v.d.
Makina ve yedek parçaların dışarıdan alınması, sanayiinin montaja dayalı ve dışa bağımlı olarak sınırlı gelişimine neden olmuş, bu ise sanayiinin bağımsız ve yeterli bir şekilde gelişimini engelleyerek yabancı sermayenin sömürüsüne alan açmıştır.

ADANA’DA SANAYİ VE TİCARET
KİT’ler
İlde bulunan 9 adet Kamu İktisadi Devlet Teşekkülü, Özelleştirme Yasası’ndan sonra 3’e inmiştir. Halen KİT olarak faaliyetine devam edenler, Tekel Yaprak Tütün Fabrikası, Tekel Sigara Fabrikası ve Pamuk Üretme Çiftliği’dir.

Adana’da tasfiye edilen KİT’ler
Adana’da SEK’e ait Öz Süt Endüstrisi Kurumu, TEKEL Yaprak, Adana Bez Fabrikası, Et Balık Kurumu, Sümer Holding fabrikaları binlerce dönüm arazisi, bina, makine ve teçhizatları ile komik fiyatlara satıldıktan sonra çürümeye terk edildiler.

Özel Sektör
Adana imalat sanayiinde, gıda, içki, tütün, dokuma, giyim, deri, orman ürünleri, mobilya, kağıt, kağıt ürünleri ve kağıt basımı, kimya, petrol, kömür, plastik, plastik ürünleri, taş ve toprağa dayalı sanayi, metal ana sanayi, metal eşya, makina ve teçhizat, ulaştırma aracı, ilmi ve mesleki aletler sanayi yatırımları faaliyet göstermektedir.   
İmalat sanayi; tarıma dayalı sanayi özelliği göstermekte olup, ağırlığını iplik, dokuma, yağ ve meşrubat sanayi oluşturmaktadır. Bu grupta Türkiye’nin önde gelen meşrubat fabrikalarından Fruko-Tamek, Devsan Gıda Sanayi, Güney Biracılık, Ünilever Yağ Sanayi, Marsa Margarin Sanayi, Pakyağ ve benzerleri bulunmaktadır. Çukurova’nın önemli pamuk üretim merkezi olması nedeni ile, tekstil sektörü önemli bir yer tutmaktadır. Bossa Fabrikası, Mensa Mensucat, Özbucak Sanayi, ilde istihdam sağlayan işyerleridir. Son yıllarda konfeksiyon sanayiinde de önemli adımlar atılmış Koniteks, Fenkson, Arat Tekstil, Eksa gibi işyerleri üretime girmiştir. Diğer gelişmiş faaliyet grubunda kimya, petrol, kömür, kauçuk, plastik ve plastik ürünleri sanayiinde ülkenin önde gelen fabrikaları faaliyet göstermektedir. Sasa Suni ve Sentetik Elyaf Sanayi, ülkede olduğu kadar dünyada da önde gelen fabrikalardandır. Ayrıca bu grupta önemli yer tutan Ağa-Kimya sanayi, Pilsa Plastik Ürünleri Sanayi, Toros Gübre Fabrikası, Teknik Kimya Sanayi, Teknik Servis Ticaret, Desen Kimya gibi fabrikalar bulunmaktadır. Ayrıca metal eşya makina ve teçhizat, ulaştırma aracı, ilmi ve mesleki aletler sanayi son yıllarda gelişmiştir. Temsa Otomotiv ve İş Makinaları Sanayi, Temel Civata , Sönmezler Tarım Makinaları önemli iş merkezleridir.

BOTAŞ
Ceyhan ilçesi sınırları içerisindedir. Boru hatları ile petrol taşımacılığı yapmak üzere kurulmuş olan BOTAŞ’ın faaliyet alanına, ‘BOTAŞ Hattı ile Petrol Taşıma Hattı AŞ’ ile 1987 yılında boru hatları ile doğal gaz taşımacılığı ve doğalgaz ticareti de eklenerek alanı genişletilmiştir. Irak’tan gelen ham petrol Kırıkkale petrol rafinerisine pompalanmaktadır. Rusya Federasyonu’ndan doğal gaz ithal eden BOTAŞ’ın bölgemizde doğal gaz ile ilgili bir  faaliyeti bulunmamaktadır. Irak’a uygulanan ambargo nedeniyle Türkiye’nin uğradığı yaklaşık 100 milyar dolar içerisindeki önemli bir payı BOTAŞ hattının işlememesiyle çıkan zarar oluşturuyor.

YUMURTALIK SERBEST BÖLGESİ

* Tek örneği Ürdün’de Al Hassan bulunuyor. Yumurtalık’ın hedef olarak alınmasının nedeni Türkiye’nin altyapı olanakları ve stratejik konum bakımından önemli yerlerinden biri olması. GAP’tan Mersin Limanı’na kadar geniş bir alanı kapsıyor olması, petrol ve gaz boru hatları, enerji santralleri, verimli tarım arazileri, otoyol ve demiryolları ile Türkiye’nin gelişmiş bölgelerinden biri olması.
* Bölgenin daha fazla sömürü dışında Türkiye’ye bir katkısı olmayacak. Zira katma değer paylaşımı, benzeri bir konumdaki Ürdün’deki Al Hasan’da yüzde 20 Ürdün, yüzde 20 İsrail, yüzde 60 ABD şeklinde gerçekleşiyor.
* Bölgede her türlü faaliyetten vergi, resim, harç, gümrük ve kambiyo mükellefiyetlerine dair mevzuat hükümleri uygulanmayacak. Firmalar, elde ettikleri gelirlerle ilgili olarak, gelir, kurumlar vergileri ile KDV dahil bütün vergilerden muaf tutulacak.
* İşçilik maliyetleri düşük olacak.
* Serbest bölgelerin faaliyete geçmesinden itibaren 10 yıl süre ile grev yapılamaz, sendika kurulamaz.
* Serbest Bölge ile ilgili her türlü ödemelerde döviz kullanılacak.

ÇEAŞ
1954 yılında kurulup 1992’nin sonuna kadar devlet işletmesi olarak kalan ÇEAŞ, 1993 yılının ilk aylarında özelleştirilmiştir. Devletin elinde bulunduğu son yılda (1992 yılı) sattığı 4.5 milyar kilowatt saat elektrik enerjisine karşılık, 65 milyon dolar kar elde etmiştir. 2000 yılında satılan elektrik enerjisi miktarı 8.373 kilowatt saat olmasına karşın, UZAN grubu bu yıl itibariyle 61 milyon dolar zarar açıklamıştır.
* 1992 yılında 1461 olan personel sayısı, 2000 yılında 429’a düşmüştür. Yine 1992 yılında ortalama 1500 dolar olan personel ücretleri, 2000 yılında ortalama 350 dolara gerilemiştir. ÇEAŞ’ta özelleştirme sonrası sendikasızlaştırma % 44’ler civarındadır.
* 1992 yılında temelleri atılan Berke Barajı’nın 1996 yılında bitirilmesi planlanmış, ne var ki UZAN grubuna ait başka bir şirketin (Yapı Ticaret A.Ş.) yapımını üstlendiği bu baraj ancak 16 Mart 2002 tarihinde bitirilebilmiş ve bu da büyük bir başarı gibi gösterilmiştir.

BAKÜ-TİFLİS-CEYHAN BORU HATTI:
Yıllardır hazırlıkları süren Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının temelleri geçtiğimiz günlerde atıldı. Hattın ekonomik yönünden çok stratejik ve politik yönü ağır basıyor. Zira Yumurtalık hattından Türkiye’nin elde ettiği  yıllık petrol geliri 3 milyon varili buluyordu. Bu hat Irak’a ambargo nedeni ile kapatıldı. BTC hattından, bölgedeki petrol kaynakları üzerindeki hakimiyetlerini artırmak isteyen petrol tekelleri asıl karlı çıkacak kesimler olurken, Türkiye’ye sadece ‘geçiş ülkesi’ rolü verilmiştir. Bu konum Türkiye için büyük tehlikeler içeriyor. BP ile hükümet arasında imzalanan anlaşma, şirketlerin sorumsuzluğu ve hakimiyeti açısından yeni standartlar getiriyor. Boru hattının ‘ev sahibi ülke anlaşması’ fiili olarak şirketlere devletin üzerinde bir iktidar garanti ediyor. Sözleşme; Anayasa hariç tüm Türk yasalarının üzerinde olacak ve petrol şirketleri, uluslararası hukukta veya Türk yasalarında yapılacak tüm değişikliklere karşı korunacak. Örneğin; ülkede yeni sağlık, çevre, güvenlik yasaları ya da yeni vergiler söz konusu olduğunda, geçerli olan bunlar değil anlaşma olacak. Yani bu sözleşme ile Türkiye, petrol konsorsiyumunu korumak için uluslararası yasaları çiğnemeye zorlanacak.

ÇALIŞMA KOŞULLARI VE EMEK
Adana sanayi üretimini yöneten işverenler, gelişme ve zenginliği işçi haklarının budanması ve emek ücretinin düşürülmesiyle sağlamayı temel felsefe olarak ele almaktadırlar.
Binlerle ifade edilen işçi sayısıyla üretimi devam ettiren fabrika ve işletmeler, zaman içerisinde bu sayıları üç-beş kat düşürmüşlerdir. KİT ve özel sektör ayrımı yapılmaksızın bu istihdam gerilemesi tüm işkollarında yaşanmıştır. Fakat fabrikaların verimi ve işletmelerin elde ettiği kar oranları gerilemek bir yana yükselen bir trend izlemiştir. Üç işçinin işini bir işçinin sırtına yükleyerek gerçekleşen üretim, Adana’da işsizliği ve işçilere daha fazla eziyeti beraberinde getirmektedir. İşçi çıkartmaların bir yanını da sendikaları yok etme amacı oluşturmaktadır. Yetkisi düşen ve ortadan kalkan birçok sendika yok olmuş, işçiler 1800’lü yıllardaki çalışma koşullarına geri döndürülmüştür.
Esnek çalışma, taşeronlaştırma ile birlikte kuralsız çalışmanın en pervasız biçimleri yaşanmaktadır. Taşeronun girmediği fabrika yok denecek kadar azdır. Ayrıca, “havuz”, “ödünç işçi”, ödünç makine” gibi uygulamalarla işyeri fikri ve işçilerin örgütlenmesinin koşulları engellenmektedir.
İlimizde 7 ay yaşanan EKSA fabrikası grevi örneğinde olduğu gibi, işverenler işyerlerini şehir dışında oluşturulan Organize Sanayi bölgelerinde kurmakta ve olası işçi örgütlenmelerini bu alanların özel statülerine dayanarak engellemektedirler.
İşçi ücretlerinde işverenlerin kar oranlarının tersine bir düşüş yaşanmaktadır. Bir zamanların “Almanya”sı olarak adlandırılan SASA’da bile işçiler yoksulluk ve açlık sınırının altında çalışmaktadır.

KRİZ VE ESNAF
Türkiye çapında sayıları 4 milyonu bulan esnaf ve zanaatkarlar krizle beraber ağır ekonomik koşullara dayanamayarak bir çoğu kepenk kapattı. Esnafın en çok yakındığı konuların başında adaletsiz vergiler geliyor. Esnaf 27 ayrı vergi ödüyor. Türkiye’de 10 milyonu aşkın vergi mükellefi bulunması gerekirken bu sayı 2.5 milyonu geçmiyor. Bu nedenle Esnaf ve Sanatkar Odaları Birliği aşağıdaki talepleri dile getiriyor.
1. Emekli maaşlarından kesinti yapılmamalıdır. Bağ-Kur emekli aylığından kesilen yüzde 10 oranındaki Sosyal Güvenlik Destek primi kaldırılmalıdır.
2. TEDAŞ’ın güç bedeli uygulamasına son verilmelidir.
3. Halk Bankası esnafa yönelik bir ihtisas bankasına dönüştürülmelidir. Küçük ve Orta ölçekli İşletmelere üretim, yatırım, teçhizat gibi ihtiyaçlarının giderilmesi ve pazarlarının geliştirilmesi konularında finansal hizmetler verilmelidir.
4. Vergi sistemi sadeleştirilmeli, oranlar indirilmelidir.

Ülkede genel esnaf tablosu böyleyken Adana’da da durum pek farklı değildir.
Adana’da son 3 yılda kepenk kapatan esnaf sayısı 7 bin 87’dir. 2001 yılında ise 2 bin 291’dir. Bu oran yaklaşık toplam esnafın % 5’ine  tekabül ediyor.
Adana Esnaf ve Sanatkarlar Odası Birliği’ne kayıtlı 110 bin esnaf var. 2002’nin ilk 8 ayında 2 bin 257 işyeri kapandı.
2000 Ocak ayında % 10’u borcu takibe alınan esnafın toplama oranının, 2001 Şubatı’nda % 36’ya, 2001 Ağustos’unda % 74’e, şimdilerde ise % 100’lere ulaştığı belirtiliyor.

ADANA’DA TARIM VE PAMUK POLİTİKALARI
Adana ilinde 13 ilçeye bağlı 550 köyde 75 bin 502 çiftçi ailesi tarım sektöründe çalışmaktadır. Bu sayı 425 bin 654 kişilik tarımsal nüfusa karşılıktır. Ayrıca ilde çeşitli büyüklüklerde 72 bin 572 kadar tarımsal işletme bulunmaktadır.
Çukurova’da başlıca üretimi yapılan tarımsal ürünler: Buğday, Pamuk, Narenciye, Karpuz, Soya Fasulyesi ve Mısır’dır.
Adana ilinin yüzölçümü 1 milyon 403 bin hektar.
İşlenen tarım arazisi: 540 bin hektar
Çayır ve mera: 49 bin 970 hektar
Orman çalılık ve fundalık: 547 bin 730 hektar
Dağlık taşlık: 234 bin 300 hektar
Yerleşim: 13 bin hektar
Su yüzeyleri: 19 bin hektar
Tarım arazisinin 198 bin hektar kısmı 1. sınıf,  85 bin kısmı 2. sınıf, 117 bin hektar kısmı 3. sınıf, 69 bin hektar kısmı ise 4. sınıftır.

Pamuğun önemi
Dünyada 76 ülkede pamuk tarımı yapılıyor. Türkiye, dünya pamuk ekim alanlarında 7. sırada, üretim yönünden 6. sırada bulunmasına rağmen, dekara lif verimi yönünden dünya ortalamasının çok üzerinde olup, İsrail, Avustralya ve Suriye’den sonra 4. sırada yer alıyor.
1 kg kütlü pamuktan, 360 gr lif pamuk, 600 gr çiğit, 180 gr ham yağ, 570 gr küspe, 100 gr linter, 100 gr çiğit kabuğu elde ediliyor. Lif pamuk, iplik, dokuma, basma, ev tekstili ve konfeksiyonda kullanılıyor.
Ülkemiz Akdeniz, Ege ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde 2 milyon 375 bin ton kütlü pamuk üretilmektedir. Üretilen bu pamuğun işlenmesi ile 900 bin ton preseli pamuk, 1 milyon 377 bin ton çiğit elde ediliyor. Bu çiğitten 247 bin ton ham yağ elde ediliyor. Ayrıca 785 bin ton çiğit küspesi ile 137 bin ton linter ve 137 bin ton çiğit kabuğu elde ediliyor. Ülkemizde üretilen yaklaşık 2 milyon 375 bin ton kütlü pamuğun işlenmesiyle pamuk çiğidinin yanında, yüzde 36 oranında lif pamuk elde ediliyor. Elde edilen yüzde 60 oranındaki çiğitten yüzde 57 oranında değerli bir hayvan yemi olan çiğit küspesi, yüzde 18 oranında nötr pamuk yağı, yüzde 10 oranında selüloz sanayiinde (kağıt para, dondurma külahı, ilaç kapsülü, çocuk bezi, barut yapımı, kalın iplik yapımında kullanılan) tamamen ihraç ürünü olan linter, yüzde 10 oranında yine hayvan yemine karıştırılan çiğit kabuğu elde ediliyor.
Pamuk, tekstil hammaddesi olmaktan öte aynı zamanda çok önemli bir yağ bitkisi olup, ülkemizin yağ açığının büyük bir kısmını karşılamaktadır. Kütlü pamuk bitkisel yağ elde etmek üzere üretilen bitkiler arasında birinci sırayı alıyor. Hayvancılık sektörünün, yem sanayiinin hammaddesinin tamamını karşılıyor.
Türkiye’de pamuk üretimi yapılan bölgelerin toplam nüfusu 15 milyon olup, bu nüfusun 6 milyonu pamuk tarımı ile geçiniyor. Ortalama 1000 dekar alanda pamuk üretimi yapan bir işletmenin üretimden pazarlamasına kadar 80 ile 100 işçi istihdam ediyor.
Yalnızca tekstil-konfeksiyon sektörü, toplam GSMH’nın yüzde 12’sini, imalat sanayii üretiminin yüzde 18’ni, imalat sanayii istihdamının yüzde 40’ını ve toplam ihracatın yüzde 38’ini oluşturmaktadır. Tekstil iş kolu iplikten hazır giyime kadar 2-2,5 milyon insanı istihdam ediyor. Pamuk üretimi tarladan konfeksiyona 10 milyon insanı istihdam ediyor.

Pamuk üretimi, 20 yıldır düşüyor
Tekstil ve konfeksiyon sanayiinin ana hammaddesi olarak pamuk, ülke ve bölge açısından çok önemli bir yere sahip. Ülke ihracatının yaklaşık yüzde 40’nı (12 milyar dolar civarında) tekstil ve konfeksiyon sanayii ürünleri oluşturuyor. Böylesine önemli bir ürün, son yıllarda büyük bir buhran içinde. Pamukta desteklerin azaltılmasıyla, üreticiler üretimin masraf ve zahmetini kaldıramaz duruma sürüklendi. Üreticiler, pamuğu terk ederek alternatif bir takım ürünlere yöneliyor. Üreticiler alternatif olarak yöneldikleri soya, mısır, ayçiçeği gibi ürünlerde de aradığını bulamıyor. Çünkü IMF ve DB’nin uygulamaları Türkiye tarımını çökertmeyi amaçlıyor. 1970’den 80’lere kadar bölgede 400 bin hektar olan ekili pamuk alanı, son yıllarda Adana’da 40 bine, bölgede ise 138.500 bin hektara kadar düştü. Bölgede ekilen pamuk sahasının geçen seneye oranla düşüş oranı ise yüzde 20-25 dolayında.

Üreticiler girdileri karşılayamıyor
Pamuk üretiminde çok sayıda girdi kullanılıyor. Girdilerde son yıllarda yüzde 300 ile 700 arasında fiyat artışı gerçekleşirken, pamuk fiyatı ise 3-4 yıldır yerinde sayıyor ve hatta geriliyor.
2000’de 350-400 bin TL’de seyreden pamuk fiyatları geçen yılda 560 bin TL taban fiyata rağmen aynı fiyatta seyretti. Bu süreçte 300 bin TL olan mazotun fiyatı 1 milyonun üzerine, 80-90 bin olan gübreninki ise 250 binin üzerine çıktı.
Türkiye’nin çekilmiş pamuk ihtiyacı yıllık 1 milyon 300 bin ton. Ülkede üretimin düşmesinden dolayı 400 bin ton civarında pamuk 600 milyon dolar karşılığında ithal edildi. 2001 yılında 135 milyon TL olan 1 dekar pamuğun maliyeti, 2002’de 220 milyon oldu, bu yıl ise dekar maliyeti 350 milyon civarında.
Pamuk potansiyelini kullanmayan ülkemiz, Çin’den sonra dünyanın ikinci pamuk ithalatçısı konumuna geldi.
2001 yılında pamuğa, ABD’de kilo başına 20.8 cent, Yunanistan’da 52.4 cent, İspanya’da 67 cent teşvik verilirken, Türkiye’de 9 cent verildi.

TARIM İŞÇİLERİ
Tarım işçileri köle gibi çalıştırılıyor…
Her yıl Çukurova’ya Güneydoğu illerinden 120 ile 140 bin tarım işçisi başta pamuk olmak üzere tarım işlerinde çalışmaya geliyor. Tarım işçilerinin sigorta başta olmak üzere hiçbir sosyal hakkı yok. Mevcut İş Yasaları tarım işçilerinin sendikalaşmasına olanak tanımıyor. Düşük ücretler, sağlık, barınma, ulaşım, eğitim, iş güvencesi gibi temel sorunları çözülmeyen tarım işçileri yıllardır köle gibi çalıştırılıyorlar.
Tarımsal faaliyetlerin ve verimin dorukta olduğu yıllarda bile ağır çalışma koşulları ve düşük ücret uygulamasından hiçbir zaman kurtulamayan tarım işçileri Cumhuriyet tarihi boyunca sefaleti  yaşadılar.
Ücretler düşük… Tarım işçilerinin günlük yevmiyeleri bugüne kadar her yıl Valilik öncülüğünde toplanan Komisyon’ca belirleniyordu. Ancak bu yıl işveren tarafının (Çiftçiler Birliği, Ziraat Odaları) toplantı çağrısı yapmamasını bahane eden Valilik, artık Komisyon’u toplamayacağını ilan etti. Bu gelişme ile birlikte, düşük de olsa ilke olarak asgari ücretin altında olmamak koşuluyla, standart olarak belirlenen tarım işçilerinin ücretleri bundan böyle işveren ve elçi arasındaki bireysel pazarlığa bırakıldı. Yani olağanüstü kötü çalışma koşullarının yanı sıra bir de asgari ücretin altında ücretle çalıştırmanın önü açıldı.
Adeta istifleniyorlar… Güneydoğu’dan gelen tarım işçilerinin ulaşımı insanlık onuruna ve trafik kurallarına uygun olmayan bir şekilde yapılıyor. Bu nakillerde yoğun trafik kazaları yaşanıyor. Ölüm ve yaralanma vakaları sürekli yaşanıyor.
Yerleşim yerleri sağlıksız… Yerleşim yerleri oldukça sağlıksız oluyor. Tarım işçilerinin çadırları genellikle sulama kanalları yanlarına, insanın yaşayamayacağı bölgelere kuruluyor. Sıtma hastalığı başta olmak üzere tifo, sarılık gibi hastalık riski ile başbaşa bırakılıyorlar. Yetkililer her ne kadar “Sağlık hizmetleri görülüyor” dese de her yerde sağlık ocağı bulunmadığından tarım işçilerinin büyük bir kısmı sağlık hizmetinden faydalanamıyor. Yerleşim yerlerinin sağlıksız olması, sağlıksız içme suyu, tuvalet sorunu, sulama kanallarında banyo gibi problemlerden dolayı tarım işçileri yoğun sağlık problemleri yaşıyor.
Çocuklar okuyamıyor… Tarım işçilerinin yöreye geliş ve gidiş tarihlerine bakıldığında, işçi çocuklarının eğitim alma şansları ortadan kalkıyor. 2. ve 3. ayda başlayan tarımsal işler, 10. ve 12. aylara kadar sürüyor. Tarımda çalışan işçiler hayatlarını idame edebilmek için çocuklarını da yanlarında getirerek tarlada çalıştırıyorlar…
Çözülmesi gereken acil sorunlar… Tarım işçilerinin sendikalaşmasının yasal zemini hazırlanmalıdır. Valilik öncülüğündeki Komisyon her yıl toplanmalıdır. Komisyon’da işçilerin temsili de sağlanmalıdır. Çalışma koşulları düzeltilmelidir. Adil bir ücret ve de iş ve ücret garantisi sağlanmalıdır. Ulaşım problemi insan onuruna yakışır ve güvenilir bir şekilde çözülmelidir. Tarım işçilerinin çalıştığı süre boyunca sigortası yapılmalıdır. Barınma sorunu daha düzenli bir şekilde, yağmur geçirmeyen çadırlarla, zararlı böceklerden korunacak ve sterlize edilmiş bir şekilde çözülmelidir. Her türlü sağlık önlemi alınmalıdır, vd… Tarımda çocuk emeği önlenmeli, çocukların eğitimi sağlanmalıdır.

ÇUKOBİRLİK:
İçel’den Şırnak’a, Hatay’dan Elazığ’a kadar 12 ildeki üreticiye tarımsal gübre, tarımsal ilaç ve tohumluk desteği sağlayan, ürününü değerlendiren Çukobirlik aynı zamanda Ortadoğu ve Balkanların sayılı entegre tesislerine sahiptir.
275 ortakla kurulmuş olup, bugün için 65 bin ortağı vardır.
4572 sayılı yasanın çıkmasından bu yana fabrikada 3000 olan işçi sayısı 1200’e düşürüldü.

Birlikler tasfiye ediliyor
Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri’nin yeniden yapılandırmasını ile ilgili yasanının çıkmasıyla Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikler’in bünyesindeki işletme ve tesislerin, anonim şirket statüsünde bir tüzel kişilik olarak kurulup faaliyet yürütebilmesinin önü açıldı. Tarım Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı, TSKB yöneticileri ve sermaye tarafından alkışlanan yeni yasanın; TSKB’lerini bağımsız hale getireceği, özerklik sağlayacağı savunuluyor. Oysa 57.Hükümet, “yeniden yapılandırma” adı altında TSKB’leri çökertme ve tasfiye etme politikasını hayata geçirmeye çalıştı.  TSKB’leri, özerk ve mali yönde bağımsız hale getireceği söylenen, aslında Birlikler’in tasfiyesinden başka bir anlam taşımayan yeni yasa ile Birlik’lere bağlı sanayi işletmeleri elden çıkarılacak. Şimdiye kadar Çukobirlik’te yaşanan gelişmeler Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikler’ine nasıl bir son hazırlandığını göstermektedir.

Talepler ve çözüm yolları
1) TSKB üzerindeki devlet tahakkümü kaldırılmalı, bu örgütler, üreticilerin bağımsız ve demokratik örgütleri haline gelmelidir.
2) 4572 sayılı Tarım Satış ve Kooperatif Yasası değiştirilmelidir. Gerçek anlamda İdari ve mali özerklik sağlanmalıdır.
3) Uluslararası kooperatifçilik ilkeleri tam olarak uygulanmalı, bağımsız ve demokratik örgütlenme hakkı önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.
4) Birlikler, üretimden satışa, girdiden sanayi işletmeciliğine, bankacılığa, kısaca tarımsal faaliyetin ihtiyaç duyduğu her alanda özgürce örgütlenmelidir.
5) Sadece yerel ya da bölgesel düzeyde değil, ulusal düzeyde örgütlenebilmelidir. Ayrıca her düzeyde kooperatif örgütler uluslararası örgütlerle dayanışma ve güç birliğine gidebilmelidir.
6) Kooperatif Birlikleri’ne ait fabrikaların ve işletmelerin özelleştirilmesi girişimlerinden vazgeçilmelidir. 
7) Gerçek yönetsel bağımsızlık finans kurumlarına sahip olmakla mümkündür. O nedenle Ziraat Bankası Kooperatifler Bankası’na dönüştürülmeli ve kooperatiflere devredilmelidir.
8) Krediler, tek tek ortaklara değil kooperatiflerin tüzel kişiliğine verilmelidir. Faiz oranları düşürülmeli, yatırım kredisine ağırlık verilmelidir.
9) Et Balık Kurumu ve SEK gibi tarımsal ve hayvansal alanda faaliyet gösteren tüm kamu işletmeleri üretici kooperatiflerine devredilmelidir.
10) TİGEM ve DÜÇ (Devlet Üretme Çiftlikleri)’lerin özelleştirilmesi girişimlerinden vazgeçilmelidir.
11) Entegre tesislerinin teknolojisi yenilerek verimlilik artırılmadır.

EĞİTİM
İlimizde okur yazarlık oranı % 77’dir.
Adana’da ilk öğretim ve lise olmak üzere, Seyhan’da 235, Yüreğir’de 141, il genelinde ise 811 okul bulunmaktadır. Bu okullarda toplam 421 bin 125 öğrenci eğitim görmektedir. Toplam görevli öğretmen sayısı ise, 14 bin 757’dir.
Okul türüne göre öğretmenlerin dağılımı şöyledir: okul öncesi 317, ilk öğretim okulu 9 bin 521, genel liseler 2 bin 130, meslek liseleri  ise bin 688’dir.
Öğretmen başına düşen öğrenci sayısı okul öncesinde 26, ilköğretimde 32, genel orta öğretimde 25, mesleki teknik orta öğretimde 13’tür. Bir dersliğe düşen öğrenci sayısı ise, ilköğretimde 56, genel orta öğretimde 43, mesleki teknik ortaöğretimde 27’dir.
Adana’da 2001 yılı itibariyle 78 Üniversiteye  Hazırlık Dershanesi bulunmaktadır. Bu dershanelerde toplam 20 bin civarında öğrenci eğitim görmektedir.

2001-2002 YILI OKUL, ÖĞRENCİ, ÖĞRETMEN VE DERSLİK SAYILARI
OKUL TÜRÜ    ÖĞRENCİ SAYISI    ÖĞRETMEN SAYISI    DERSLİK SAYISI
OKUL ÖNCESİ    6696    261    57
İLKÖĞRETİM    336442    10573    6061
GENEL LİSE    59000    2394    1371
MESLEK LİSELERİ    19037    1529    706
TOPLAM    421175    14750    8195

Üniversiteler (Ç.Ü), YÖK politikaları ve çözümlerimiz
İlimizde bulunan Çukurova Üniversitesi 20.000 dönümlük bir arazi üzerine kurulmuş olup, ülke genelinde büyük üniversitelerimizden biri durumundadır. Kuruluşundan bugüne kadar yeni bölümler açılmış ve giderek genişlemiştir.
Fakülte(10)- Yüksekokul(2)-Meslek Yüksekokulu(7)-Enstitü(3)- Devlet Konservatuvarı(1)-
Öğrenci Sayısı (21.706) -Öğretim Gör. Sayısı (130)-Okutman Sayısı(158)-Uzman Sayısı(75)-Araştırma Görevlisi Sayısı(671)-Profesör Sayısı(293)-Doçent Sayısı(162)-Yardımcı Doçent Sayısı(299)
Çukurova Üniversitesinde okuyan yaklaşık 20 bin öğrenciye karşılık, kapasitesi ancak 5 bin olan yurtlar bulunmaktadır.
İnsanlığın gelişiminin, doğayla mücadelesinin ve ilerlemesinin bir aracı olması gereken bilim, insanlığın hizmetinden çıkartılıp, büyük parababalarının hizmetine sokulmak istenmekte, üniversitelerdeki ders programları bu amaca yönelik düzenlenmektedir. 
Bu politikaların uygulayıcısı olan YÖK, üniversiteleri birer ticarethane zihniyeti ile yönetip sadece parası olanın okuyabildiği alanlara çevirmiştir.
Bu amaçla; bilim ve yaratıcı çalışmanın, ancak özgür ve demokratik  ortam içerisinde gelişeceğinin bilincinde olarak YÖK‘ün kaldırılıp, üniversitelerinin demokratik ve özerk olması şarttır.
Öğrenci temsil kurumlarında öğrencilere üniversite senatosunda temsil ve oy hakkı verilmelidir.
Rektör, dekanlar ve yönetim kademeleri, öğretim elemanları, öğrenci ve üniversite çalışanlarınca seçilmelidir.
Üniversitelerde başta harç olmak üzere özelleştirme uygulamalarının bir parçası olan paralı eğitime son verilmelidir. Öğrencilere öğrenim süresi boyunca giderlerini karşılamak için karşılıksız kredi verilmelidir.
Eğitime ayrılan bütçe bu amaçla arttırılmalıdır. Nitekim 1992 yılında eğitime ayrılan bütçe % 14.7 iken bu oran 2002 de 7.4 ‘e kadar gerilemiştir.
Üniversiteyi bitiren öğrencilere iş olanakları ve iş güvencesi devlet tarafından sağlanmalıdır.
Ağırlıklandırılmış Ortaöğretim Başarı Puanı uygulamasına ve antidemokratik sınav sistemine son verilmelidir.

Adana’da eğitim sorunları ve öneriler
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim dalı tarafından gençlik üzerinde yapılan araştırmaya göre yaş ortalaması 16.5 olan öğrencilerin yüzde 55.5’i mutsuz ve umutsuz. Geleceğe kaygılı ve karamsar bakan öğrencilerin yüzde 22.4’ü aklından intihar düşüncesini geçiriyor, yüzde 14.1’i ise nasıl intihar edebileceği hakkında plan yapıyor. Öğrencilerin yüzde 6,2’sinin intihar girişiminde bulunduğunun tespit edildiği araştırmada, bu girişimde bulunan öğrencilerin yüzde 75’inin hiçbir tıbbi yardım almadıkları ve psikolojik tedavi görmedikleri anlaşıldı.
İl, ilçe merkezlerinde ve köylerde okulların bünyelerinde birer Halk Eğitim dersliği oluşturulmalıdır.
Kalabalık sınıflar ve ikili eğitim, eğitimin kalitesini ülke genelinde olduğu gibi Adana’da da olumsuz yönde etkilemektedir.
Adana’ya belirli dönemlerde gelen gezici tarım işçilerinin öğrenim çağına gelen çocuklarının eğitim öğretimden yeterince yararlanabilmesi için eğitim öğretimleri bir proje  kapsamına alınmalı ve yürütülmelidir.
Ayrıca bu çocukların anne ve babalarına hem genel kültür hem de okuma yazma kursları verilmelidir.
Adana’nın yeni yerleşim birimlerinde acil lise gereksinimi bulunmaktadır.
İl Milli Eğitim Müdürlüğü yatırımlarını öncelikle Levent, Şehit Erkut Akbay, Yeşilevler, Şakirpaşa, Dağlıoğlu mahallelerine yönlendirmelidir.
Mesleki ve Teknik okulların atölye ve labaratuvarları modernize edilmelidir.
Meslek okullarının müfredat programları günün şartlarına göre yeni teknolojileri içerecek biçimde yeniden düzenlenmelidir.
İş ve İşçi Bulma Kurumu ile İl Çıraklık Kurumu koordineli olarak çalışmalı, mezunların istihdamı sağlanmalıdır.

SAĞLIK
İl nüfusunun artış ve kentleşme hızı göz önünde bulundurulduğunda, sağlık hizmetlerinin sunumu ve sağlık kurumlarının sayısı, kapasitesi ve niteliği açısından büyük yetersizlikler ve eksiklikler mevcuttur.
Adana’da Sağlık Bakanlığı’na bağlı 121 Sağlık Ocağı, 766 Sağlık Evi  vardır. Bunun yanı sıra 2 Üniversite Hastanesi, 2 SSK hastanesi, 6 SSK Dispanseri, 7 Özel Hastane bulunmaktadır.
Adana’da hastanelerde yatak başına düşen nüfus 495 iken Türkiye ortalaması 389 dur.
Adana’da çarpık kentleşme nedeni ile sosyal hizmetler, alt yapı ve sağlık hizmetlerinin sunumunda olumsuzluklar yaşanmaktadır.
Adana’da 720 hemşire ve 218 ebeye ihtiyaç vardır.
Okulların yetersiz, öğrencilerin kalabalık olması nedeni ile okul içi enfeksiyonların (parazitler, bakteriyel,viral vb. hastalıkların) görülme sıklığı artmaktadır.
Adana’da kullanılan kuyu suyu ve yeterli klorlanmayan havza suları halk sağlığını olumsuz etkilemektedir. Ayrıca il merkezinde kanalizasyon hiçbir arıtmaya tabi tutulmadan şehri terk ettikten sonra Seyhan nehrine verilmektedir. Bu durum büyük çevre sorunları yaratmaktadır.

ADANA’DA KUZEY-GÜNEY AYRIMI
Motorlu ve yaya trafiği olarak kent bir bütündür. Bir vücudun bir kısım damarlarını canlı, diğer kısmını ölü olarak ele alamayız. Eski ve yeni Adana ise, apayrı ticari aksiyon mekanlarına, ayrı yaşam standartlarına, farklı kent dokularına sahiptir. Çağdaş kent dokusu, bu standart karmaşası ile oluşturulamaz.
Güney Adana, göç sonucu, acil ve ekonomik konut ihtiyacının olması nedeniyle, genellikle altyapıdan  yoksun, sıkışık yerleşim birimleri olarak gelişmiştir.
Amelelik, seyyar satıcılık vb. gibi geçici işçilik geçim kaynaklarının yarısından fazlasını içeriyor. Güvenli ve sürekli bir işte çalışanların sayısı azdır.
Akraba evlilikleri oldukça yüksektir.
Bir haneye düşen nüfus sayısı Kuzey Adana’da 4’ün altında iken, Güney’de ise ortalama 7’dir.
Güneyde eğitim seviyesi oldukça düşüktür. Okuma-yazma bilmeyenlerin nüfus geneline oranı kuzeyde ortalama % 2 iken, güneyde % 30’dur.
Eğitimde güney ve kuzey Adana arasında fırsat eşitsizliği yaşanıyor. Güney Adana’da yaşayan yerli nüfus ve Adana’ya göç edenlerin % 60’ı ya ilkokul mezunu yada okuma-yazma bilmiyor.
Güney Adana’da okullar, fiziki olarak araç-gereç açısından yetersiz. Derslik ve kitaplıklar yetersiz. Bunların yanı sıra ebeveynlerin resmi nikahlarının olmaması nedeniyle, eğitime başlayamamış ya da bu şekilde başlamış ama diplomasını alamamış çok sayıda çocuk vardır. Hızlı nüfus artışı ve göç nedeni ile okul öncesi eğitim hemen hemen hiç yoktur.
Adana’da 0-29 yaş grubunun cezaevine girme oranı, Türkiye ortalamasının üstündedir. Fuhuş, meskene saldırı, dolandırıcılık, hırsızlık, kaçakçılık gibi suçlarda ciddi artışlar yaşanmaktadır.

KAYNAKLAR;
1-  Adana Ticaret Odası yayınları
2- ATO’nun başbakan Yardımcısı  Mesut Yılmaz’a sunduğu adana Raporu
3-  Adana Sanayi Odası Yayınları
4-  Güçbirliği Vakfı (Adana Sosyo-ekonomik rapor)
5-  Güçbirliği Vakfı Yayınları
6-  Adana Kent Konseyi Yayınları
7-  Adana Valiliği (2000’li yıllarda bir Megapol Adana)
8-  Mimarlar Odası (Kentleşme ve Yerel Yönetimler)
9-  Eğitim-Sen (Demokratik Eğitim Kurultayı)
10- İl Milli Eğitim Müdürlüğü (İl Eğitim İstatistikleri)
11- ZMO (Tarım Dergisi)
12- Evrensel Gazetesi
13- İMO Yayınları
14- EMO Yayınları
15- Yeni Adana Gazetesi yayınları
16- Anti-MAI Org.

AKP programı ve siyasal yaşam

Önce AKP Genel Başkanı ve “asıl başbakan” Tayyip Erdoğan Acil Eylem Planı’nı açıkladı. Ardından da Başbakan Abdullah Gül Hükümet Programı’nı Meclis’te okudu.
Hem Program hem de ona temel teşkil eden ve Hükümet uygulamalarını takvime bağlayan Acil Eylem Planı iddiayla sunuldu. Erdoğan, bir, üç, altı aylık ve bir yıllık sürelerde gerçekleştirileceğini taahhüt ettiği Hükümet uygulamalarının herkes tarafından denetlenebileceğini söyleyerek üstelik meydan okudu: “taahhütlerimizi, süresi içinde yerine getirip getirmediğimizi sürekli izleyebilirsiniz.”
Seçimlerde sağlanan başarının ardından bu meydan okuma da AKP Hükümeti’nden beklentileri artırdı. Döviz kurları bir miktar düşerken borsa hareketlendi. Tam piyasalar da canlanıyor denecekti ki, verilen görüntüyle kağıt üzerine yazılan ve ağızlara dolanan lafların değil uygulamaların önemli olduğu bir kez daha görüldü.
Önce AKP’nin hükümet olmaya hiç de hazırlıklı olmadığı ortaya çıktı. Bakanlar birbirleriyle çelişen açıklamalar yapmaya başladılar. Bununla kalmadı; Hükümet tasarısı olarak Meclis’e getirilen yasal düzenlemelerde, vergilemeye ilişkin “hayat standardı” sorununda olduğu gibi, 24 saat içinde değişiklikler yaşanır oldu. Nemalar konusu bir başka problem oluşturdu. AB üyeliği için tarih alınması ve ardından Irak’a Amerikan saldırısına Türkiye’nin katılımı üzerine yapılan resmi açıklamalar ise, iddialı görüntüyü tuzla buz etti. Yeniden düşüşe geçen borsa ile döviz kurlarının yükselmesi; piyasaların AKP Hükümeti’ne öncellerinden farklı davranmayacağını gösteriyor.

*
İddialılığının argümanlarından olarak, 58. Hükümet Programı, bir “reform programı” görüntüsündedir. Hemen her konuda “reformlar”ı öngörmektedir. “Yargı reformu”, “yerel yönetim reformu”, “ekonomide yapısal reform programı”, “kapsamlı bir vergi reformu”, “kamu harcamaları reformu”, “milli eğitim reformu” gibi..
Program, AKP Hükümeti’ne kadar ülkenin iyi yönetilmediğini saptamakta ve çözümsüz kalmış pek çok sorun biriktiğini, köklü yapısal değişiklikler zorunluluğunun bulunduğunu söylemektedir: “Bir yandan halkımızın birikmiş sorunlarına acil çözüm ararken, diğer yandan, bir daha böylesi sorunlarla karşılaşmamak üzere gerekli yapısal değişiklikleri ve reformları gerçekleştirmek azmindeyiz.” Hatta Program’ın ve ona temel teşkil eden Acil Eylem Planı’nın devlet yönetimi, devlet-ekonomi ilişkisi ve temel hak ve özgürlükler de içinde olmak üzere “kamusal”, “ekonomik” ve “sosyal” alanlarda bir “reform” ya da “yeniden yapılandırma” programı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
“Yeniden yapılandırma” kavramı, “yeniden”in “yeni”sinin çağrıştırdığı yenilik, ilerleme ve ilericilik ihmal edilirse nötrdür. Üstelik her “yeni”nin ilerici, ilerlemeden yana olduğu da iddia edilemez. Ancak “reform” adı üzerinde “iyileştirme”dir. Ancak “yeni” ve “yenilenme” gibi “reform” ya da “iyileştirme” kavramları da, neoliberal terminolojide içeriği çekiştirilip küntleştirilmiş, popülerleştirilirken yozlaştırılmıştır. Hatta Özal hatırlanırsa, aynı çarpıtıcılık “devrim” kavramı üzerinde de denenmiş, Özalistler, onun –Türk parasının dövize çevrilebilirliğinin sağlanması gibi- pek çok uygulamasını “devrim” olarak nitelendirmiştir. Göreceğiz, AKP’nin “reformları” da böyledir. Siyasal ya da iktisadi alana ilişkin olsun, evet az ya da çok piyasa değeri olan reformlardır; ama tümü karşı-reformlardır ya da sermaye lehine ve sistemi sermayeden yana iyileştirmelerdir.
Programıyla, AKP’nin ülke siyasal ve iktisadi yaşamında değişiklikler öngördüğü tartışmasızdır. Ancak önemli olan; birincisi, bu değişiklikler ya da “reformlar”ın Tayyip Erdoğan’a siyaset ve başbakanlık hakkı gibi özel birkaçı dışında tümünün sistemli bir programatik bütünlüğe sahip oldukları, ama bu bütünlüğü vazedenin AKP programı değil IMF-DB Programı olduğudur. Sermayenin uluslararası ölçekte yeniden yapılandırılması programından başka bir şey olmayan IMF-DB Programı’nın tüm genel çerçeve, ilke ve özellikleriyle AKP Programı olarak benimsenmesinin tek anlamı ise; bir ucundan uygulamaya geçirilmekte olan tüm “reform” ya da yeniden yapılandırma önermelerinin “kimin için” olduğuna ilişkin netliktir: Emek için değil sermaye için, yoksullar için değil bir avuç parababası için, ezilenler için değil egemenler için. Öyleyse; emeğe, yoksullara, tüm ezilenlere karşı reform ya da yeniden yapılandırmalar, AKP Programı’nın asıl içeriğini oluşturmaktadır.

AKP Programı’nda, her hükümet programında yer alması adetten olan “iyiniyet” cümleleri yok değildir. Hükümet olmuş bir partiye ne denli inanarak oy kullanmış olsa da, istisnasız hemen herkesin kağıt üzerinde kalacağından emin olduğu ve “laf ola..” söylendiğini bildiği hiçbir geçerliliği olmayan çiziktirmelerdir bunlar. AKP Programı’nda bunlardan biri, programın “kimin için” olduğuna dair söylenmektedir: “Hükümetimiz, … halkın gerçek gündeminden kopmadan, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan bir anlayış içinde Yüce Meclisten ve aziz milletimizden güven ve destek beklemektedir.”
Gerçi “toplumun tüm kesimlerini kucaklamak”; hem örneğin Sabancı’yı hem işsizleşmekte ve yoksullaşmakta olan işçiyi, hem faizciyi ve hortumcuyu hem de onların el koyduğu rantları vergileriyle, destekleme alımları, kesilen Ziraat ve Halk Bankası kredileriyle, ödenmeyen “zorunlu tasarruf nemaları”yla karşılamak zorunda bırakılan işçi, memur, esnaf, çiftçi tüm halkı, T. Erdoğan Rusya’da “Kürt sorunu yoktur” derken diğer toplum kesimleriyle birlikte Kürdü kucaklamak olanaklı olmadığına göre; ancak herkesi kucaklıyor gibi yaparak, emekçileri, genel olarak sömürülen ve ezilenleri, yalnızca ve tek başına büyük sermaye sahiplerinin, hortumcu, vurguncu ve faizcilerin kucaklanışına yedeklemek demektir. Benzeri sözcüklerle “tüm toplum kesimlerinin kucaklanması”ndan söz açarak, “kucaklamak” ne kelime, Sabancılar, Koçlar önünde temenna edilişini örtme, kendi çıkarlarının da dikkate alınacağı beklentisi yayarak işçi ve emekçileri avutma, burjuva yönetme sanatının başta gelen yöntemlerinden olagelmiştir.
Program’da burjuva yönetme sanatının kucaklayıcı kullanımıyla amaçlanan açıklanmakta ya da “kucaklama”nın siyasal boyutuna atıfta bulunulmaktadır: “İcraatımız ile genel olarak devlet ve toplum arasındaki bağları daha güçlü hale getireceğimize, … siyaset kurumu ile toplum arasında güveni yeniden tesis edeceğimize ve halkın talep ve beklentilerine azami düzeyde cevap vereceğimize inanıyoruz.”
“Tüm toplum kesimlerini kucaklama” “halkın talep ve beklentilerine azami düzeyde cevap verme” ve Program’da “hükümetin misyonu” ilan edilen “siyasi iktidarı halkın talep ve beklentileri doğrultusunda kullanma” görüntüsü yaratma önemlidir. Çünkü 3 Kasım Seçimleri’nde halk, bu görüntünün yaratılmasına boş verip IMF’ye yaranma tutumuyla “popülizmden uzak durma” açıklamaları yaparak kendisini yoksullaştırıp sefalete iten politikaları izleyen burjuva partilerini kötü cezalandırdığı gibi, düzenden kopma yoluna girdiğini, kitlelerin devlete güvenlerinin ciddi biçimde zedelendiğini göstermiştir. Şimdi AKP bundan ders almış görünmektedir; en azından görüntü yaratmaya önem vereceğini söylemektedir. Kendisi neyse, burjuvazi bir başka partisini AKP yerine ikame edebilir, ama devlet ve toplum arasındaki bağlar zayıflamaktadır ki, en tehlikelisi budur. Devletin yerine halkçı olmayan bir başka devletin ikame edilmesi çok zordur!
Buradan, AKP’nin önemli bir işlev olarak toplumun ezilen kesimleriyle, halkla devlet arasındaki bağları sağlamlaştırmayı üstlendiği anlaşılmaktadır. Devletin halkçı bir devlet olmadığı, halkın sömürü ve baskı altında oluşuna dayalı bir aygıt olduğu kapitalizm koşullarında, AKP’nin üstlendiği işlevin anlamı açıktır: İşçi ve emekçileri, genel olarak ezilenleri kapitalizme ve kapitalist devlete bağlamak, sömürücü, baskıcı sınıfların ve baskı aygıtlarının yedeği kılmak. AKP sömürülen ve ezilen kesimlerin de çıkarlarını savunuyor görüntüsü altında, sömürüye rıza göstermelerini, beklenti içinde sömürü ve zor karşısında sessiz kalmalarını sağlamaya, kapitalist sistemi ve gerici burjuva devleti sağlamlaştırmaya çalışacağını açıklamaktadır. Çürüyen bir sistemin küçük azınlığının baskı aygıtı olan kapitalist “devletle toplum arasındaki bağları daha güçlü hale getirme” çabası, kaçınılmaz olarak yalanı ve aldatmayı gerekli kılar. İşsizleşmenin, yoksullaşmanın, sefaletin derinleşmesinin, tarımın ve hayvancılığın çökertilmesinin, sanayiinin köreltilmesi ve uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesinin politikalarını hayata geçiren ve bu yöndeki uygulamaların bekçiliğini yapan bir devletin, elinde geçim kaynağı ve hak bırakmayıp ezip dağıttığı toplum kesimlerine şirin gösterilmesi, yalana dayalı olmadan sağlanamaz.
AKP Hükümet Programı’nın öncelleri gibi kağıt üzerinde kalacağını AKP’lilerin de bildiği “iyiniyet” cümlelerinin asıl işlevi buradan gelmektedir.
Herkes bilmektedir ki, Tayyip Erdoğan ve AKP’si açıklık ve şeffaflıktan hiçbir zaman hoşlanmamıştır. T. Erdoğan’a yönelik “el altından yükünü tuttuğu” suçlamaları mahkemelerin konusu olmuştur, ama R. Koç tarafından bile “1 milyar dolarlık” bir büyüklük olarak ifşa edilmiştir. İstanbul Belediyesi ihalelerinin “eşe-dosta” verildiği (Albayraklar) ve bu grubun AKP finansörlerinden olduğu bilinmektedir. Yine T. Erdoğan “Devlet İhale Yasası”na bu yönüyle itiraz etmekte ve “duble yol ihalelerini 60-70 şirkete yedirtmem” demektedir. Ama Program’da “Çalışmalarımızı, toplumun tüm kesimleriyle diyalog ve işbirliği içinde, demokratik ve şeffaf bir ortamda sürdüreceğiz.” diye yazmaktadır. Yalandan kim ölmüş ki!
ABD ile Irak’a düzenlenecek saldırıya katılma pazarlıkları da tamamen “şeffaf” biçimde yürütülmektedir! Halka açıklanan henüz ABD’nin hiçbir isteğine “tamam” denmediği ve barış için çalışıldığı, “sonuna kadar barışın zorlanacağı”dır. Ama hava üsleri ve limanlarda genişletme inşaatları doludizgin ilerlemektedir.
AKP Programı, kuşkusuz yüzde yüz yalana dayalı değildir. Halkı aldatmayı amaçlayan bir metnin, yalan ve çarpıtmaların yanında, örneğin yalanı ya da çarpıtmayı üzerinden gerçekleştireceği belirli doğrulara, doğru saptamalara yer vermeye üstelik ihtiyaç duyacağı kolaylıkla tahmin edilebilir. Program metni de böyledir. Örneğin şu saptaması yanlış ya da yalan değildir: “Maalesef, ülkemiz elli yılı aşan çok partili siyaset tecrübesine rağmen, yeterince demokratikleşemeyen, temel hak ve özgürlüklerin tam olarak kullanılamadığı ülkeler arasında yer almaktadır. Genç ve dinamik nüfusuna, zengin doğal kaynaklarına rağmen, ülkemizde refah düzeyi yeterince yükseltilememiş, uluslararası alanda piyasalarda rekabet edebilecek bir üretim yapısı oluşturulamamış ve kişisel hak ve özgürlükler alanında istenilen düzeyde gelişme sağlanamamıştır.” Burada yalan değil ama herkesin bildiği gerçeklerin eksik saptanmasından söz edilebilir. Ülkemiz, “yeterince demokratikleşemeyen” değil egemenlerin buna niyet bile etmedikleri bir konuma sıkıştırılmış, “temel hak ve özgürlüklerin tam olarak kullanılmaması” bir yana kırıntıları bile yok edilmeye çalışılmış, refah düzeyi düşürülmüş, kişisel hak ve özgürlükler ise yalnızca küçük bir zümreye tanınmıştır. Eksiktir. Belki bu saptamalar hiç yapılmayabilirdi. Ama bu ülkede, türban takmak isteyenler de içinde olmak üzere kim hangi nedenle sesini çıkarmaya yeltense en azından cop ve gözaltılarla karşılaşmaktadır ve bu herkesin gözü önünde olmakta, dolayısıyla herkesçe bilinmektedir. Bunca işsizlik ve yoksulluk herkesin canını yakarken “refah düzeyi”nin düşüklüğü saptamasını yapmak bilineni tekrarlamaktır. Bu ve benzeri saptamalar yapılmadan, her gün bu belalar içinde yaşayan halkın ikna edilmesi ve kazanılması için bir zemin oluşturulması olanaksızdır. Saptamaları eksik yaparak bir mevzi kazanmaya yönelen AKP Programı, aldatıcılığını herkesin bildiği gerçekler üzerinde kurmaya, dolayısıyla inanılır olmaya çalışmaktadır.

TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER YA DA DEMOKRATİKLEŞME
AKP Programı, Hükümet’in “misyonu” içinde “halkın iradesinin yönetime yansımasını sağlama”yı da görmektedir. Demokratikleşmenin en başta halkın iradesi ve egemenliğinin önündeki bütün engellerin kaldırılmasını zorunlu kıldığı açık bir gerçektir. O halde kendine böyle bir “misyon” biçme “iyiniyet beyanı” olarak olumsuzlanamaz. Program’ın, bu yönüyle incelendiğinde, gerçeği nedir?
Programda şunlar da yazılıdır:
“Demokratik yönetim anlayışımızın hedefi, başta düşünce, inanç, eğitim, örgütlenme ve teşebbüs özgürlüğü olmak üzere, bütün sivil ve siyasi özgürlükleri güvenceye almak ve insanların korku ve endişeden uzak olarak, bireysel gelişimini sürdürebildiği özgür bir ortam sağlamaktır.
“Bu bağlamda, temel ve hak ve özgürlükler alanında insanlığın birikimi olarak da gördüğümüz uluslararası demokratik standartlar tüm politikalarımızda esas alınacaktır.
“Hükümetimiz temel hak ve özgürlükler alanında evrensel standartlara ulaşma kararlılığındadır.
“Bu çerçevede Hükümetimiz;
“Temel hak ve özgürlükleri, ülkemizin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde, özellikle Kopenhag Kriterlerinde belirtilen seviyeye yükseltmek için Anayasa ve yasalarda gerekli tüm değişikliği yapacaktır.
“Temel hak ve özgürlükler konusunda, toplumun değişik kesimlerinin sorunlarına ve taleplerine karşı duyarlı olacak, bu alanda çifte standartlara, kısır çekişmelere ve siyasi istismarlara izin vermeyecektir.
“İşkence başta olmak üzere, demokratik hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayan tüm insan hakları ihlallerinin üzerine kararlılıkla gidecektir.”
AKP Programı, temel hak ve özgürlükler konusunda inkarcı, yasakçı bir pozisyonda görünmemekte, üstelik “Mevzuatımızdaki pek çok yasakçı hükümler nedeniyle, ülkemiz hukuk devletinden çok kanun devleti görünümü vermektedir.” demekte; düşünce ve örgütlenme özgürlüğü de içinde olmak üzere tüm siyasal özgürlükleri güvenceye almaktan söz etmektedir. Dahası Program, Anayasa değişiklikleriyle yetinilmeyeceğini ve yeni bir Anayasa hazırlanacağını yazmaktadır:
“Artık ülkemize dar gelen yürürlükteki Anayasa yerine katılımcı ve özgürlükçü yeni bir Anayasa hazırlayacağız. Yeni Anayasamız güçlü bir toplumsal meşruiyete sahip, başta AB olmak üzere uluslararası normlara uygun, bireyin hak ve özgürlüklerini üstün tutan, çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi esas alan demokratik hukuk devleti anlayışını taşıyacaktır.”
Peki, bunlardan ne anlaşılmalıdır? Ülkenin demokratikleşmesi ve temel hak ve özgürlükler alanında AKP Hükümeti’ne güvenmeli miyiz, bu söylenenlerde önceden değinilen “iyiniyet beyanı”nı ve görüntüyü kurtarma aldatıcılığını aşan bir yön var mıdır?
“Halkın iradesinin yönetime yansımasını sağlama”, halkın iradesine dayalı olmayan, MGK ve “üst kurullar” türünden seçilmemiş organ ve kurumların yetkisizleştirilmeleri ve kaldırılmalarına yönelik tutumlar olmadıkça, en iyimser yorumla kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Ya da yasak savmaya, halkın, “iradesi”nin sözünü edip bu iradenin üstünlüğü için çalışmamak ve onu aldatmaya yöneliktir. Programda böyle bir atıf, üstü örtülü olarak bile yoktur. Şimdilik “takiyye” yapılıyor diye mi düşüneceğiz? Öyleyse, Irak saldırısına katılma konusunda kararın “askeriyeye bırakılması” tutumuna ne diyeceğiz? Nerede yüzde yüze yakını Irak saldırısına ve Türkiye’nin bu saldırıda yer almasına karşı olan halkın iradesi ve bu iradenin yönetime yansıması? Hayır, AKP takiyye değil aldatıcılık yapmaktadır.
Halkın iradesinin önündeki ciddi engellerden bir diğeri, IMF dayatmasıyla özellikle finans ve ekonomiye dair kararların alınması ve uygulamalarıyla yetkilendirilen “üst kurullar”dır. AKP henüz hükümeti kurmadan “üst kurullar” ve yetkilerinin sınırlandırılmasına ilişkin beyanlarda bulunmuş, ama en başta IMF’den sıkıyı gördüğünde bundan hemen vaz geçmiştir. Programda bu üst kurullarla ilgili yazılı olan ise şudur: “Makro politikaları oluşturma yetkisi hükümetlerde kalmak şartıyla, bağımsız ve özerk kurumlar ve kurullar düzenleme ve denetleme işlevini sürdürecek; özerk kurumların kamuoyuna, hükümete ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düzenli bilgi vermeleri sağlanacaktır.” “Şeker Üst Kurulu”, “BDDK”, “Gelirler Üst Kurulu” vb. gibi iki yüz dolayında üst kurul “halkın iradesi”ni hiçe sayarak ülke yönetimini üstlenecekler, ama sadece “kamuoyuna, hükümete ve TBMM’ye düzenli bilgi vermeleri sağlanacaktır”! Sonra da bizden AKP’nin “halkın iradesinin yönetime yansımasını sağlayacağı”na inanmamız istenecek!
Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere siyasal özgürlüklerle ilgili söylenenlere gelince, örneğin sendikal örgütlenme özgürlüğü örgütlenme özgürlüğünün temel bir yönü olmasına ve bu açıdan ülkenin içinde bulunduğu durum vehamet arzetmesine rağmen, bu konuda özel bir önlem öngörülmediği gibi, koca Program boyunca tek bir kez “sendika” sözcüğüne yer verilmiştir. Memurların grevli toplu sözleşmeli sendika hakkına ihtiyaçları yok mudur? Sendikasında örgütlenmeye çalışan her işçi işten atılırken bu konuda tek bir söze bile gerek yok muydu? Düşünce özgürlüğü sadece T. Erdoğan için mi gerekliydi? Erdoğan için “düşünce özgürlüğü” kapsamında bir “af” için Anayasa değişikliği bile göze alınırken, değişikliğin örneğin Bozlak ve Birdal’ı da kapsamına almasından neden kaçınılmıştır? Diğer “düşünce suçluları” kaderlerine mi terkedilecek? Sorular yanıtsızdır ya da yanıtsız bırakılarak yanıtlanmıştır.
Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, yalnızca lafı edilmenin ötesinde savunulacaksa, kuşkusuz böyle savunulmaz.
“Laf ola beri gele” araya sıkıştırılan “eğitim özgürlüğü” açısından durum daha vahimdir. “Eğitim özgürlüğünün güvenceye alınması”ndan söz eden Program’ın, bu “güvence”yi, milyonlarca çocuk ve gencin eğitim hakkının elinden alınmasında gördüğü yine kendi içeriğinden anlaşılmaktadır. AKP Programı, milyonların eğitim özgürlüğünü, kuşkusuz kar elde etme peşinde olan ve eğitimi, mal olarak, parayla satan “özel taşebbüs”e havale etmektedir: “ Eğitimin her alanında özel teşebbüs desteklenecek ve özel teşebbüsün eğitimdeki payı artırılacaktır.” Üstelik onları eğitim politikalarının belirlenmesinde söz sahibi kılacağı gibi, neoliberal “yönetişim demokrasisi”nin, yani özgürlüksüzlüğün dayanağı haline getirecektir: “Eğitim politikalarının belirlenmesinde ve hizmet sunumunda … özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının inisiyatif ve katılımları sağlanacak; eğitimde yönetişimci, demokratik bir anlayış sergilenecektir.”
Böyle bir “eğitim özgürlüğü”nün hiç savunulmaması savunulmasından iyidir! Burada “özgürlük” adına açık bir aldatıcılık yapılmaktadır.
Aynı tutum, Anayasa değişiklikleri yapılırken de izlenmiş, Avrupa’ya yaranma ya da “Tayyip’i kurtarma”nın ötesinde tutumlar geliştirilmemiştir. Yeni Anayasa yapılacağı Program’da yazılırken, hiç de az sayıda olmayan Anayasa değişikliği yapılmış, ama halk açısından aldatıcılığın ötesine geçilmemiştir.
“Kopenhag Kriterlerinde belirtilen seviye”ye ulaşmak ve “başta AB olmak üzere uluslararası normlar”a uygunluk, Anayasa ve yasalarda öngörülen değişikliklerin amacını ve içeriğini belirtmek üzere kullanılan standartlardır. Türkiye’nin demokratikleşmesinin, Program’da “uluslararası demokratik standartlar”a ve “temel hak ve özgürlükler alanında evrensel standartlar”a oturtulması öngörülmektedir. AKP’yi böyle standartları benimsediği için eleştirmek gerekmiyor; ancak bu standartların içeriği ve düzeyi de bilinmektedir ve hiç de savunulacak yanları yoktur. Neoliberal küreselciliğin, IMF-DB Programı’nın siyasal alanda dünya ölçeğinde dayattığı bu standartlar yalnızca görünüşte demokratiktir; tamamen uluslararası tekellerin talan düzenine uygun standartlardır. Hele 11 Eylül sonrası bu standartlar acınacak hale sokulmuştur. Sözü edilen standartların Türk Standartları olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.
Zaten Program da, “insan haklarına dayanan ve eksiksiz işleyen demokratik bir yönetimin hayata geçirilmesi için sivil toplumun güçlenmesini ve ‘yönetişim’ anlayışı içinde” olacağını belirtmektedir. “Yönetişim” demokrasisi (!) tam bir IMF “demokrasisi”dir ve bırakalım temel hak ve özgürlüklerin garanti edilmesini, tekeller ve tekelci burjuvazi dışında kimsenin nefes almasına fırsat tanınmamasının örgütlenmesidir. (Bkz: Özgürlük Dünyası, s. 120, “Emperyalizmin yeni demokrasisi: Yönetişim”)
Üstelik Program, “yönetim ve karar alma sürecinin her aşamasında toplam kalite anlayışını benimseyeceği”ni yine IMF-DB dayatması bir demokrasi “standartı” olarak ilan etmekte ve bugünden işçilerin bir kesiminin zorunlu olarak tecrübe ettikleri, AKP’nin memurlara da dayatacağını açıkladığı emekçilerin birbirinin “kurdu” kılınması “standartı”na yer vermektedir. AKP’nin demokratikleşme ve temel hak ve özgürlüklerin garanti edilmesi adına, tekellerin IMF-DB programında dile gelen halkın halka kırdırılması ve halkın örgütlenmesi yerine birbiriyle rekabet halinde örgütsüz bireyin geçirilmesiyle halk üzerindeki baskının derinleştirilmesini amaç edindiğini saptamak yerinde olacaktır.
Programda aldatıcı olmayan ve gerçekten savunulan özgürlük türü, “teşebbüs özgürlüğü”dür, ki ona yapılan vurgu, hem sözü edilen stardartlarla hem de yönetişimci yönelimle uyumludur. Burada sorulması gereken soru ise şudur: Bu ülkede teşebbüs özgürlüğü yok mudur ya da zaten işlemekte olan tek özgürlük türü teşebbüs özgürlüğü değil midir? Kimin şirket kurarken önünde engel vardır? Hatta hangi şirketin “vergi kaçırma özgürlüğü” engellenmektedir? Kimin malına-mülküne, banka hesaplarına el konulmaktadır? Öyleyse geriye, “teşebbüs özgürlüğünün garantiye alınması” dendiğinde, kastedilebilecek birkaç şey kalmaktadır. Özü sınırsız sömürü ve devlet olanaklarından yararlanma özgürlüğü olarak tanımlanabilecek birkaç şey!
Birincisi, çalışma yaşamı ve mevzuatının, “teşebbüs özgürlüğü” adına tam bir dikensiz gül bahçesine dönüştürülmesidir. Program, “teşebbüs özgürlüğü”nün bu yönden derinleştirilmesine değinmektedir: “İş Kanunu gibi temel kanunlarımız çağdaş gelişmeler ve AB normları dikkate alınarak güncelleştirilecektir.” Bu açıdan önceki Hükümet döneminde Konfederasyonlarla da el ele oluşturulan bir “Bilim Kurulu” tarafından, “çağdaş gelişmeler ve AB normları”nın “gereği” olarak 1475 sayılı İş Kanunu’nu telafi çalışması, ödünç işçi vb. yönleriyle tam bir esnekleştirmeye tabi tutarak değiştirmeyi öngören bir yasa taslağı hazırlanmıştır. (Taslağa ilişkin bkz: Özgürlük Dünyası, s. 123, “İşçi haklarına saldırı”) Sermaye örgütleri ve sözcüleri, sömürünün olağanüstü yoğunlaşmasına dayanaklık edecek bu yasanın bir an önce çıkması için ya da “teşebbüs özgürlüklerinin garantiye alınması” için bastırmakta ve hükümetten olumlu yanıt da  almaktadır. Hükümet, İşgüvencesi yasasının yürürlüğe girme tarihi olan Mart’tan önce bu taslağı yasalaştıracağını ilan etmiştir.
İkincisi, bu “özgürlük”ün özelleştirmelerle, yani devlet olanaklarının bu yönden peşkeş çekilmesiyle garanti edilmesidir ki, Program, sözü edilen “özgürlüğü” bu açıdan da “garantiye almaktadır”. Hükümetin ekonomide gerçekleştireceği “yapısal reform programı”nın temel bir maddesi “özelleştirmenin hızlandırılması”dır. AKP Hükümeti’nin KİT’lerin özelleştirilmesindeki kararlılığı, kuşkusuz yerli ve yabancı sermayedarların “teşebbüs özgürlüğü”nün, burjuvaziye yeni ve tatlı kar olanakları sağlanarak garanti altına alınmasına ilişkindir. Artık bu “özgürlük”ün pekiştirilmesi, ilişkin olduğu kadarıyla, özelleştirme uygulamalarıyla değil ama bu uygulamaların hızlandırılmasıyla ölçülmektedir: “KİT’lerin özelleştirilmesinde kararlı olan Hükümetimiz, özelleştirme süreç ve uygulamalarını hızlandırmaya yönelik politikalarını oluşturacak ve gerekli tedbirleri alacaktır.”
Üçüncüsü, “teşebbüs özgürlüğü”, faiz dışı fazla IMF’nin isteğine uygun olarak yüksek oranda tutulup kaynaklar ezilen yığınların geçimine ve yaşam koşullarının iyileştirilmesine değil ama rantiyeye borç ve faiz ödenmesine ayrılarak garantiye alınmaya çalışılmaktadır:  Seçim öncesi yüksek faiz dışı fazlaya itiraz eden AKP, “teşebbüs özgürlüğü”nün gereklerine kolay uyum sağlamış görünmektedir. Rantiyenin müteşebbislikle ne ilişkisi mi var? Hangi özellikle büyük müteşebbis gelirlerinin çoğu durumda tümünü rant gelirlerinden sağlamıyor ve genellikle teşebbüslerinin zararını rant gelirlerinden karşılamıyor ki? Büyük sermayeye “teşebbüs özgürlüğü”nü gerçekleştirmek üzere tatlı faiz rüşveti çok mu görülecek? Ve genel olarak rantiyeye Program uyarınca vergi dışı tutulan ve yasaya da bağlanan 706 milyar liralık faiz gelirinin garantiye alınması, doğrudan emeğiyle geçinenlere karşı bir “özgürlük” olsa bile, “teşebbüs özgürlüğü” açısından gerekli sayılıyorsa, bu, sömürülen yığınlara, AKP’nin “temel hak ve özgürlükler”le ilgili yaklaşım ve tutumu hakkında bir fikir verecektir.
Dördüncüsü de sağlanacak vergi kolaylıkları bakımından bu “özgürlük”ün garantiye alınmasıdır ki, söylendiği gibi, “vergi indirimi”nin sıfırlanma boyutuna vardırılmasının bir örneği olarak faiz gelirlerinin vergi dışı tutulmasında bunun gereği AKP Hükümeti tarafından çoktan yerine getirilmiştir. Program, bunu ve benzeri uygulamaları önceden haber vermiştir: “Bu kapsamda, faiz dışı fazla hedefi içinde kalmak şartıyla, verimsiz harcamalar kısılarak üretken harcamaların artırılması veya ekonomik aktiviteyi canlandıracak vergi indirimlerine gidilmesi gibi önlemler dikkatle değerlendirilecektir.”
Beşincisi, vergi indirimlerinin de unsurlarından biri olduğu teşvik önlemleriyle “teşebbüs özgürlüğünün garantiye alınması”dır. Program’da buna vurgu yapılmaktadır: “Halen teşvik belgesi kapsamında uygulanan ve gereksiz bürokratik işlemleri içeren vergisel destek unsurları, AB mevzuatı ve diğer uluslar arası yükümlülüklerimiz de dikkate alınarak ilgili Kanunlarda yapılacak değişiklikler ile teşvik belgesiz ve otomatik olarak KOBİ’ler de dahil tüm yatırımlara uygulanır hale getirilecektir.” Ancak “teşvikler” yalnızca vergi indirimleriyle sınırlı sayılmamalıdır ve örneğin ihracat teşvikini de içermektedir: “İhracat teşvik mevzuatı, uzun dönemli stratejiye göre ilgili tüm kuruluşların koordinasyonu sağlanarak revize edilecektir.”
Yetmemektedir:
“Yatırımlarda Devlet Yardımları Çerçeve Kanunu çıkarılacak ve bu kapsamda,
· Yatırımcılara bedelsiz arsa tahsisi sağlanacaktır.
· Doğrudan Yabancı Yatırımların özendirilmesiyle ilgili düzenlemeler yapılacaktır.”
Burada, başa dönebilir ve “toplumun tüm kesimlerini kucaklama” vaadinin siyasal yaşamda ne anlama geldiğinin altını çizebiliriz: Sermayedarlara, özellikle en büyüklerine emekçi yığınların geçim olanakları, hakları ve çalışma koşullarının kötüleştirilmesi, bu amaçla mücadele olanaklarının daraltılması ve iktisadi köleliğin yanında siyasal yaşamdan da tamamen dışlanmaları pahasına “teşebbüs özgürlüğü”nün garanti edilmesi. Toplumun tüm kesimleri başka türlü “bir arada” ve tümü birden kucaklanamaz. Bu noktada, işçi ve emekçilerin direnme imkanını yatıştırıp sınırlayarak müteşebbisleri daha da özgürleştirecek bir altıncı AKP yönelimine işaret edilebilir. Bu, aynı zamanda hükümetlerin sürekliliğini ve AKP Hükümeti’nin öncellerinden bir farkı olmadığını ortaya koymaktadır. “Toplumsal mutabakat” arayışı, genel olarak sermayenin ve tüm hükümetlerinin tutumu olmuştur; çünkü hiçbir toplum sadece zora dayalı olarak uzun süre yönetilemez. AKP, sermayenin çıkar ve isteklerinin emekçilere kabul ettirilmesi demek olan bu mutabakatın bir aracı ve platformu olarak ve üstelik yerelleştirilmesini de öngörerek “Ekonomik Sosyal Konsey”in etkinleştirilmesini gündemine almıştır: “Ulusal düzeyde “Ekonomik ve Sosyal Konsey” etkin olarak çalıştırılacak, bölgesel ve yerel düzeyde özel kesimin ve sivil toplum örgütlerinin kamu yöneticileri ve siyasi yetkililer ile bir araya geleceği benzeri yapılar geliştirilerek yaygınlaştırılacaktır.”
Kolaylıkla anlaşılmaktadır ki, AKP Programı’nın siyasal özgürlüklere ilişkin tutumunun diğerlerini de koşullayan temel yönü “teşebbüs özgürlüğü”yle ilgili garantörlüğüdür. Kapitalist krizin sürdüğü ve aşılmasına için alınması gereken önlemlerin masaya yatırıldığı koşullarda, AKP ne kaynak varsa tümünü –“sosyal boyut” ve “sosyal adalet”e ilişkin vaadlerin sermayenin bu özgürlüğünün derinleştirilmesi üzerinden bir aldatıcılık olarak ileri sürüldüğünü göreceğiz– özgürlüğünü gerçekleştirebilmesi amacıyla sermayeye aktarmayı çıkış yolu saymaktadır. Ancak bunun, zaten elinde avucunda bir şey bırakılmayan ve Hükümet’ten durumunun iyileştirilmesine yönelik beklentiler içinde bulunan emekçilerin ses çıkarma ve tepkilerini geliştirme olanaklarına saldırılarak ve temel hak ve özgürlüklerinin daha da kısılarak gerçekleştirilebileceği ortadadır. Öyleyse, işçi ve emekçiler, Ekonomik Sosyal Konsey aracılığıyla yatıştırma ve aldatıcılık yanında, AKP yönetiminden, Programı’nda ne yazarsa yazsın, özgürlükler değil baskı ve zor beklemelidirler.
AKP Programı, siyasal açıdan, yalnızca sermaye ile emek karşıtlığına yaklaşımı ve doğrudan taraf oluşuyla değil ama, sınıf tutumunun belirlediği içeriğine ilişkin iki temel noktadan daha baskı ve zoru koşullamakta ve öngörmektedir. Kürt sorunu ve güncel olarak tüm yakıcılığıyla Irak sorununun odağında bulunduğu dış politika.

KÜRT SORUNU VE PROGRAM
AKP Programı’nın temel bir özelliği Kürt sorununa, “Güneydoğu sorunu” olarak bile hiç değinmemiş olmasıdır. Gerçi metinde “farklılıkların çatışma unsuru olarak değil zenginlik kaynağı olarak görüldüğü” belirtilmektedir; ama bu, genel bir ifade olmanın ötesine geçmemektedir. Sözü edilen “farklılık” emek-sermaye “farklılığı”na mı ilişkindir, “işçi-memur” farklılığına mı yoksa Alevi-Sünni farklılığına mı; belirsizdir. Yoksa, Türk-Kürt farklılığı da içinde olmak üzere tümüne mi?
Program, soruna “gösterdiği” ilgiyle Kürt sorununu bir yandan yok saymakta, bir yandan da sadece “farklılıkların çatışma unsuru olarak görülmediği”ni belirterek, ima yoluyla, yumuşak bir soğumaya terk etmekte, ama böylelikle de bir hak sorunu saymadığını göstermektedir. Her halükarda, tümden yok sayarak ya da hak sorunu görmeyerek, bugünkü durumun sürdürülmesini esas almakta, bu alanda yapacak şeyi bulunmadığını açıklamış olmakta, en ileri noktada, çatışmadan yana olmadığını ima etmektedir.
T. Erdoğan’ın Rusya’da bir Kürt işçiyle tartışmasındaki “Kürt sorunu yoktur” içerikli söylevi, Program’ın ruhunu yeterince açıklayıcıdır. AKP, böyle bir siyasal sorunun varlığını kabul etmemekte, çatışma istemiyor sayılsa bile inkarcılık yapmakta, dolayısıyla hak talepleri karşısında ilgisizliğini ortaya koymaktadır.
Bu yaklaşımla, Kürt sorununun, önceki Hükümet döneminde bile tartışma konusu olmaya eğilimli alt başlıkları tartışma dışına itilmektedir. Koruculuk sistemi ne olacaktır, köye dönüşün engellenmesi sürdürülecek midir, köylü göçmenlerin zararları tazmin edilecek midir; “uyum yasaları”na karşın sürdürülen isim yasakları, Kürtçenin kullanılmasının önündeki engeller, anadilde eğitim ve yayına ilişkin gülünç durum devam mı edecektir; cezaevlerindeki binlerce Kürt siyasal tutuklu ve hükümlü “kader kurbanı” mı sayılacaktır, milyonlara mal olan genel af talebi görmezden gelinecek, cezaevlerinde genel bir uygulama olan tecrit ve çürütme tutumu sürecek midir? Sorular artırılabilir. Ancak sorunun kaynağında inkarcılığın yattığı bilinirken, bu tutumun sürdürülmesinin isyan duygularını körükleyeceği açıktır. AKP, belki açıktan “rest” çekmeden, bugünkü koşullar kabul edilmiyorsa “siz bilirsiniz” demeye getirmektedir.
Tüm “toplumsal mutabakat” yanlısı söylemine ve “toplumun tüm kesimlerini kucaklama” vaadlerine rağmen, AKP Programı, Kürt sorununu siyasal bakımdan çözümü dayatan siyasal bir sorun olarak yok sayarak, varlığını inkar etmiyor olsa bile (bunu, T. Erdoğan’ın Rusya’da yaptığı “açıklamalar”dan anlıyoruz), Kürtleri “mutabakat” aranması gereken “toplumsal kesimler”den saymamaktadır. Ya da buradan bir kez daha öngörülen “toplumsal mutabakat”ın gerçek içeriğini anlayabiliriz: Tıpkı diğer ezilen kesimler gibi, Kürtlerin de, hakları yok sayılarak ve gönüllü olarak egemenlerin peşine takılmalarına yönelik olarak “mutabakatları” aranmaktadır! Baskıya, haksızlıklara, diz boyu eşitsizliğe ses çıkarmayıp katlanmaları, T. Erdoğan’ın önerdiği gibi “Kürt sorunu yoktur” diye düşünmeleri halinde Kürtler kendilerini tamamen “özgür” hissedebilirler!
Program’da “güzel laflar”, “tatlı vaadler”, söylendiği gibi, yok değildir. Ancak amacı ve hedefi somut olmamanın ötesinde, her hükümet programında yer alması adetten olan ve kimsenin “madem programına aldın, haydi yap” demediği türden “güzellikler”dir bunlar. Lideri yasakçılık ve hukuk-ötesi baskılardan payına düşeni alan bir partinin Programı’na yazdığı örneğin şu cümlelere kim ne diyebilir: “…devletin topluma ve bireylere dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep aidiyeti gibi sebeplerle ayırım gözetmesi söz konusu olmayacaktır.” Başka ayrımcılıklarla birlikte dil üzerinden ayrımcılığa karşı söylediği laf, belki de Program’ın en güzel lafıdır. Ama hepsi o kadar! Sorunun AB uyum yasaları çerçevesinde gündeme geldiği ve ardından neredeyse “sıfır”a yakın bir “hak tanınması” ile geçiştirildiği koşullarda, ve üstelik Hükümet birkaç “uyum yasası”nın daha çıkarılmasını iş edinmişken, dil eşitsizliği sorunu çözülmüş mü sayılmıştır. Ne Acil Eylem Planı’nda ne de Program’da dil eşitsizliğinin giderilmesine ilişkin bir somut hedef konmuştur. Hala isimler yasaklanır ve radyo-TV yayıncılığı “yarım saat-bir saat” eşitsizliğiyle RTÜK’ün insafına terk edilmişken, resmi dil dayatması sürer ve anadilde eğitim kurslara indirgenmişken dil ayrımcılığının bittiği mi düşünülmektedir? Kürt diline ilişkin olduğu da belirtilmeden güzel laf söylemenin ötesinde ayrımcılığın giderilmesine ve bunun için neler yapılacağına dair bir plan, program yoktur. Tamam, güzel de, bununla yetinilmesi istenmektedir.
Başka güzel laflar da söylenmektedir. Örneğin: “Demokratik ülkelerde; hukukun evrensel ilkelerine saygı, hak arama yollarının açık tutulması, kanun önünde eşitlik, bireysel veya örgütlü olarak hak ve özgürlüklerin kullanılması ve idarenin hukuka bağlılığının sağlanması temel değerlerdir. Bu değerlerin hayata geçirilmesiyle toplumda barış ve birlik sağlanacak, toplumun kamu yönetimine güveni kalıcı olarak tesis edilecektir.”
Sorunlar, genellik ve soyutluk halinde kayda alınır veya saptanırsa kimseye bir yararı yoktur ya da sadece saptamayı yapana ve ardındaki sınıf ve zümre dayanaklarına yararı olacaktır. Tehlikesiz olanın bu olduğu düşünülmektedir.
“Kanun önünde eşitlik”, “bireysel veya örgütlü olarak hak ve özgürlüklerin kullanılması”, “idarenin hukuka bağlılığının sağlanması”; tümü ciddi sorunlardır, hiçbiri Türkiye’de yoktur ve elde edilmeleri önemli mücadeleleri gerekli kılmaktadır. Sadece sayılan bu üç sorunun bile elde edilmesi, ülkede ciddi bir alt-üst oluş ve iktidar değişikliğiyle gerçekleşebilir. Talep olarak üçü de, demokratikleşmenin, demokrasinin –bunun burjuva karakterde bir demokrasi olması yakıcılığı ve öneminden azaltmaz– özüne ilişkindir. Soyutlukları içinde “güzel”dirler ve kulağa hoş gelmektedirler; zaten bu amaçla söylenmişlerdir. Peki ya somuta, özele ilişkin Program’ın yaklaşımı, uygulama hedefi nedir, belli değildir.
“Kanun önünde eşitlik”, biçimsel hukuki içeriğiyle siyasal eşitlikten başka bir şey değildir: Kanun önünde herkes eşit sayılacaktır. Türkiye’de böyle olmadığını biliyoruz. AKP lideri bile, kendisine yasaklar dayatılarak, seçilme hakkı bakımından kanun önünde başkalarıyla eşit sayılmamıştır. Soru şudur: Sadece T. Erdoğan mı kanun önünde eşit olacaktır, herkes, tüm toplumsal sınıf ve kesimler, tümünün her mensubu mu? Kısacası, Kürtler de başka herkes gibi “kanun önünde eşit” sayılacaklar mıdır? Örneğin her Kürt, tıpkı her Türk gibi, çocuğuna istediği ismi verebilecek midir? Kürtler de, tıpkı Türkler gibi, kendi dillerini istediklerince kullanmaları, anadillerinde eğitim görebilmeleri, yayın yapabilmeleri vb. bakımından “kanun önünde eşitlikleri” tanınacak mıdır? “Kanun önüne” bile getirilmeden binlerce Kürde reva görülen “faili meçhuller” sürecek midir ya da bunların hesabı “kanun önünde” ve “eşitlik” uyarınca sorulacak mıdır? Kanun önünde eşitlik” gereği olarak, Batı illerinde bulunmayan koruculuk Diyarbakır’da, Batman’da ve benzeri illerde de kaldırılacak mıdır? Manisa’nın köylüsü köyünde yalnızca ekonomik eşitsizliklerle boğuşarak –serbestlikten ne kadar yararlanabildiği ayrı bir tartışma konusu olsa da– serbestçe yaşayabilirken, köylerinden koparılmış Kürt köylülerinin “kanun önünde eşitlik”ten yararlanıp zararları karşılanarak köylerine dönmeleri sağlanacak mıdır? Sorular artırılabilir. Program bu soruları yanıtsız bırakmakta, Kürtlerin sorunlarını sorun saymayarak inkara yönelmekte, Kürtleri “kanun önünde eşitlik”in kapsamına dahil etmediği anlaşılmaktadır.
“Bireysel veya örgütlü olarak hak ve özgürlüklerin kullanılması” soyutluğunun “güzelliği”, ama somutta bunun da Kürtleri “kapsama alanı”na almaması bakımından da benzer şeyler söylenebilir. Hangi Kürt bireysel olarak haklarını kullanabilmektedir ya da kullanabilmesi için Program ona hangi açılımları sunmaktadır?  Kürt sermayedarlarının bile, Kürt olmaktan gelen haklarını ileri sürdüklerinde başlarının belaya girdikleri ve hiç de az sayıda olmayan faili meçhullere kurban gittikleri bilinmektedir. Hele hak ve özgürlüklerin “örgütlü kullanılması” bakımından vahim bir durum olduğu malumdur. HADEP seçime katılma hakkını kullanamamıştır. Önceden çok sayıda Kürt partisi kapatılmıştır. Anadilde eğitim hakkı için en masum yolu seçerek dilekçe veren öğrenciler, hukukta hiç yeri olmadan okuldan atılmış, tutuklanmıştır. Kürtlerin “örgütlü olarak hak ve özgürlükleri kullanması” olanağı bulunmamakta ve Program somut olarak bu olanağın sunulmasına dair tek laf etmemektedir.
Peki, o zaman, Program’ın “kanun önünde eşitlik”in ve “bireysel ve örgütlü olarak hak ve özgürlüklerin … hayata geçirilmesiyle toplumda barış ve birlik sağlanacak, toplumun kamu yönetimine güveni kalıcı olarak tesis edilecektir” türü güzel ama soyut laf yığınından ne anlamak gerekiyor? Tek açıklamayı T. Erdoğan Rusya’da yapmıştır: “Kürt sorunu yoktur. Kürt sorunu olmadığını düşünürsen, Türk de vardır Kürt de vardır.” İstenen, sorunlarına ve haklarına sahip çıkmayan Kürt’tür. Peki sorunlarına ve haklarına sahip çıkmayan Kürt, Kürt müdür? Kürtlüğünün farkında olmayan Kürt– Program’ın istediği ve öngördüğü Kürt budur.
Bu yönüyle Program, Kürtlerle işçileri aynı kategoriye sokmaktadır. Çıkarlarını savunmaz, haklarını aramazsan, kuşkusuz sermaye ve düzeniyle “mutabakat”a hazırsan, sorunun olmadığını düşünürsen “kanun önünde eşitsin”, “mutabıkız”! Bu durumda, AKP Programı, Kürtlerin de ağızlarına bir parmak bal çalmaya hazırdır. Gerçi yine tek bir “Kürt” sözcüğü kullanılmamakta ve Kürtlere yönelik olup olmadığı ortada ve muğlak bırakılmaktadır, ama Kürt sorununun ekonomik bir sorun olduğu yönünde bir ima vardır: Türkiye’de bölgesel eşitsizlik ve dengesizliklerden söz açıldığında, ilk akla gelenin, Kürtlerin nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturduğu Doğu ve Güneydoğu olduğu gerçektir. Program “kim ne anlarsa anlasın” lastikli ifadesiyle, dolayısıyla Kürtlerin karşı karşıya bırakıldıkları bölgesel sorunlar ve gerilikle ilgili bir şey söylemiş ve önüne görev koymuş olmadan “servetin toplum kesimleri ve bölgeler arasındaki dağılımında adalet sağlanamamıştır” saptamasını yapmakta ve “gelir dağılımı başta olmak üzere sosyal ve bölgesel dengesizlikleri gidermeye yönelik tedbirleri almak”tan söz etmekte, Kürtlerin bu imalarla yetinmesini istemektedir. Üstelik bu amaç ve hedef belirsizliği içinde, hangi “bölge”nin kastedildiği belli olmadan, kendisine, “bak hele!” dedirtecek görevler de biçmektedir: “Hizmeti etkin bir şekilde götürecek ölçeğe sahip alt bölgeler bazında Bölgesel Kalkınma Kurumları oluşturulacak, ulusal stratejilerle uyumlu, bölge potansiyeline odaklı bir yaklaşımla bölgesel kalkınma plan ve programları uygulanacaktır.”
“Kanun önünde eşitlik” ve hak ve özgürlüklerin örgütlü olarak kullanılması” gibi, “bölgesel dengesizlikleri gidermeye yönelik tedbirler almak” ve “bölgesel kalkınma plan ve programları uygulanacağını” ilan etmek de tatlı vaadlerdir. Ancak, görüldüğü gibi, hiçbir somutluğu olmayan aldatıcılıktan öteye gitmemektedir. Program, AKP’ye ilişkin yaratılmış beklentiye yaslanarak beklenticiliği körüklemenin programıdır. Kürtlere de “bekleyin, düzelteceğiz inşallah!” demektedir. Ama birikmiş çözümsüzlüklerin ve altında yatan haksızlıklar ve inkarcılığın bu aldatıcılıkla yatıştırılabileceği beklenmeli midir? Kürt sorununun bugünkü boyutunda sonuç vermeyeceği baştan belli olan bu tutumun, yeni baskılara davetiye çıkarmak olduğunu söylemek kehanet sayılamaz.

ABD İŞBİRLİKÇİLİĞİ, BÖLGESEL HESAPLAR, IRAK VE PROGRAM

Programın dış politikaya ilişkin bölümü, “Hükümetimiz, Türkiye’nin tarihine ve coğrafi konumuna yaraşır, önyargılardan ve saplantılardan arınmış, karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı, gerçekçi bir dış politika izleyecektir. Diğer ülkelerin toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygılı olan Türkiye…” diye başlamaktadır.
Tamamen güncelleşen, ABD’nin peşinde ve kuşkusuz toprak bütünlüğüne ve egemenliğine karşı saldırıya katılmaya, TSK’ni Kuzey Irak’a yerleştirmeye başladığımız “Irak sorunu” kapsamında, daha mürekkebi kurumadan Program’ın değersiz bir kağıt parçası haline geldiği görülüyor. Ya da hükümet programlarının yazdıkları başka öngördükleri başka metinler olduğunun bir başka kanıtıyla karşı karşıyayız.
Kim Hükümet’in örneğin Irak’ın egemenliğine saygı duyduğunu ileri sürebilir! Saygı duyuyorsa, örneğin neden ABD tarafından Irak’ın kuzeyi ve güneyinin uçuşa yasak bölge ilan edilmesine karşı çıkmadığı gibi, ABD’ye bu yasağı uygulaması için İncirlik’i neden kullandırdığını açıklamak zorundadır. Saygı duyuyorsa, şimdi neden 14 hava üssü ve 5 limanı ABD’ye açmıştır ve 125 bin Amerikan askerinin öncü birliklerinin ülkeye girişine izin vermektedir. Hükümetin Irak’ın egemenliğine saygı gösterdiği yoktur. Bunu genelleme olarak söylemekle birlikte, Irak söz konusu olduğunda saygısı, sadece “toprak bütünlüğü”ne saygıya gerilemektedir: “Türkiye, yakın komşusu Irak’la ilgili belirsizlikten tedirginlik duymaktadır. Hükümetimiz Irak’ın toprak bütünlüğüne ve siyasi birliğinin korunmasına büyük önem atfetmektedir. Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulması Orta-Doğu’daki tüm dengeleri değiştirecektir. Hükümetimiz, Irak yönetiminin Birleşmiş Milletler kararlarını tam olarak uygulaması, kitle imha silahlarından arınmış, komşularıyla barış içinde yaşayan bir Irak’ın uluslararası toplum içindeki yerini alması ve sorununun barışçı yönden çözümünden yanadır.”
“Egemenliğe saygı” bir kalem darbesiyle düşürülmüştür. Üstelik uluslararası ilişkilerin temel bir ilkesi olan “içişlere karışmama”nın Program’da sözü edildiği yoktur. AKP, “gaflete düşerek” Programı’na fiili durumu geçirmiştir; TSK yıllardır Kuzey Irak’ta üslenmiş ve dolayısıyla Türkiye Irak’ın içişlerine karışıyorken bu ilkeyi unutmuştur! İçişlerine karışılıyorsa, bir ülkenin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygıdan söz edilebilir mi? Zaten Program da, özel olarak Irak’ı, egemenliğine saygı göstermeye değer bulmamaktadır. Ama “toprak bütünlüğü”ne önem verdiğini söylemektedir. Bunun Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulması olasılığı ile bağlantılı olduğu, yoksa Irak’ın toprak bütünlüğünün de AKP’nin umurunda olmadığı kesindir. Çünkü AKP ve Hükümeti, örneğin Afganistan’ın toprak bütünlüğünün ve siyasi birliğinin çiğnenmesi ve bu durumun Kabil’in “bekçiliği”nin TSK tarafından üstlenilmesiyle sürdürülmesi karşısında ne Programı’nda ne de fiiliyatta bir tutum açıklamıştır.
AKP ve Hükümeti, ABD’nin peşinde çoktan Irak’ın içişlerine karışmış, egemenliğini ve toprak bütünlüğünü hiçe sayarak ABD’nin saldırganlığını, sağladığı üs, liman ve asker barındırma olanaklarıyla cesaretlendirerek Türkiye’yi bir “savaş cephesi” yapmıştır.
Irak’a yönelik olarak bir yandan hazırlıkları yapılan ve bir yandan da başlatılmış olan saldırı Amerikan saldırısıdır, ABD ve tekellerinin çıkarlarının ifadesidir. Hükümet ve tüm ülke de bilmektedir ki, Türkiye’nin Irak’a yönelik saldırı ve Amerikan savaş arabasına binmesinden hiçbir çıkarı yoktur, ama göreceği çok yönlü zararlar vardır: Ekonomik, siyasal, can kayıpları gibi. ABD, Irak’ı hedef göstererek, Türkiye topraklarına askerleriyle ve çok güçlü biçimde yerleşmeyi ve Türkiye’yi, Irak’ın ardından İran, Hazar Bölgesi, Ortaasya vb. sıralamasıyla devam edecek enerji kaynaklarına el koyma ve dünya egemenliği kavgasına, stratejik bir üs alanı olarak kullanmak üzere, sürüklemeyi planlamakta ve bu planını uygulamaktadır. AKP, “Kürt devleti” ve Irak’ın sadece “toprak bütünlüğü önemlidir” kısırlığıyla zamanını tüketirken, seçim meydanlarında laf attığı IMF borçları ve teslim alıcılığının da önünde eğilerek ABD planlarına uygun adımlar atmakta, Türkiye’yi, bir zamanlar Enver Paşa’nın yaptığı gibi, hiçbir zaman içinden çıkamayacağı büyük bir batağa sürüklemektedir.
Ama yine de AKP yaklaşımının pek de “kısır” olmadığı belirtilmeli, ABD peşinden sürüklenişinin isteyerek ve gönüllü olduğu; ve bu nedenle, Programı’nın akışı içinde bile esneklikler yapabildiği, ve örneğin Irak’ın egemenliğine saygıdan kolaylıkla vaz geçebildiği saptanmalıdır. Program’da şunlar söylenmektedir: “Değişen bölgesel ve küresel gerçekler karşısında, Türkiye’nin dış politika önceliklerini yeniden tanımlaması ve bu gerçekler ile ulusal çıkarları arasında yeni bir denge oluşturması gerekmektedir. Bu çerçevede, Hükümetimiz, Türkiye’nin dış politikasını uzun vadeli bir perspektifle, yeni dinamiklere dayanan bölgesel ve küresel konjonktürle uyumlu hale getirecektir.”
Burada, Irak’ın toprak bütünlüğü ve egemenliği sorunu karşısındaki tutumun, saygıdan saygısızlığa değişmesinin, esnekliğinin nedenini buluyoruz. Küresel ve bölgesel gerçekler değişmektedir, değişmiştir. Artık çalışma yaşamından bölgesel ilişkilere kadar her şey esnekleşmelidir! Değişen bölgesel ve dünya gerçeği, dış politika önceliklerini yeniden tanımlamayı gerektirmiştir. Dün, komşularımızın toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı gösteriyor olabilirdik; ama şimdi “gerçek” değiştiğine göre, buna mecbur değiliz! Irak’tan söz edilmese bile, diplomatik dilde yeterli açıklıkla söylenen; hele Irak karşısında izlenen dünkü politika ile bugünkü arasındaki kopukluk ve zıtlık dikkate alındığında, net olarak budur.
Şimdi gerekli olanın, değişen küresel ve bölgesel gerçeklerle ulusal çıkarlar arasında yeni bir denge oluşturmak olduğu düşünülmektedir: Türkiye’nin dış politikası, küresel değişiklikleri “iyi saptayan” ve öyle Irak’ın egemenliği vb. gibi konulara takılıp kalmayan uzun vadeli bir perspektifle “yeni dinamikler”e dayanan bölgesel ve küresel konjonktüre esneklikle uyumlandırılacaktır.
Yeniden yapılandırma ve “reform”, dış politika açısından da gerekli olmuştur ve bu, yalnızca AKP ve Programı’nın moda eğilimi olmakla kalmamakta, başlıca Washington modası takip edilmektedir. IMF, DB ve DTÖ program ve kararları yeniden yapılandırma dayatmalarıyla doludur. Pentagon ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın da öyle. ABD ve tekelleri dünyayı enerji kaynakları ve stratejik bölgeler başta olmak üzere kaynaklar, pazarlar ve topraklar olarak fethe, rakipleri için en elverişsiz zamanda ve onların önünü kesmek üzere dünyanın yeniden paylaşılmasına girişmiştir. Planlar yapılmış, politikalar belirlenmiş, öngörülebilir bir gelecek için ABD iradesine bağlı her şey programa bağlanmıştır. ABD, hem dolaysızca kendi olanaklarını hem de dünyanın dört bir yanında kendi gücü ve etkisinin ürünü dolaylı olanaklarını bir politik askeri plan ve strateji çerçevesinde harekete geçirmiş, harekete geçmeye zorlamaktadır.
AKP Programı’nın Türkiye’nin dış politikasını “uzun vadeli bir perspektifle” yenilemeye ve üzerine kurmaya yöneldiği “değişen bölgesel ve küresel gerçekler” ve “bölgesel ve küresel konjonktür”ün dayandığı “yeni dinamikler”; tamamen Amerikan emperyalizminin özellikle 11 Eylül’le birlikte pervasızlaşan bu yönelimiyle, ardındaki küreselleşme ve yeni dünya düzeni (dünyanın yeniden yapılandırılması) politikalarıyla ilişkilidir. Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra dünya ve bölge gerçeği değişmiştir, ama değişme, özellikle 11 Eylül’le birlikte, genel çerçevesi aynı kalsa bile, yeni bir sürece de evrilmiştir. Değişen küresel ve bölgesel gerçek, ABD’nin, rakipleri olan Rusya, Çin, Avrupa ve Japonya ile ve dünya ve bölge halkları ile ilişkilerindeki zorlayıcı ve dayatıcı pozisyona geçeşle ilgilidir. Dolayısıyla AKP Programı’nın sözünü ettiği “uzun vadeli perspektif”, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına dayalı, bağımsız bir perspektif değil, ama, yeni dinamik olarak başlıca ve dominant dinamik olan ABD’nin çıkar ve tutumlarına bağlanmış bir perspektif ve bu yenilenmiş perspektif üzerine kurmaya çalıştığı dış politika da Amerikan dış politikasının bir eklentisidir.
Ve bu Amerikancı “yenilenme”, geleneksel “yurtta sulh cihanda sulh” temelinden koparılarak dış politikanın bu yeniden yapılandırılması, “inisiyatifli” ve “aktif” dış politika ya da diplomasiye geçilmesi olarak adlandırılmakta; Program, ABD’nin izi üzerinden, onun çıkarları ve planları doğrultusunda adımlar atılmasını “inisiyatif almak” olarak savunup, bu yönde davranılacağı açıklamaktadır. Hareket noktası, tamı tamına ABD’nin Türkiye’yi peşine takıp sürüklemek isterken hareket ettiği noktadır: Türkiye, Ortadoğu’dan Kafkasya ve Ortaasya’ya bölgede önemli bir güçtür ve önemi, askeri vb. gücünden çok, ABD’nin ileri adımlar atmayı hedeflediği –başlıca bu nedenle kriz bölgeleri haline gelen– çevresindeki kriz bölgelerine yönelik olarak stratejik bir üs ve dayanak olma konum ve yeteneğinden gelmektedir. ABD’nin gözünü diktiğinden şüphe edilemeyecek olan “Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilişkileri en ileri noktaya taşıma”yı da öngören ve “kıta ölçekli” perspektifi olan AKP Programı, işte bu bölgede inisiyatifi ve aktiviteyi öngörmektedir:
“Türkiye, bulunduğu bölgede bir istikrar unsurudur. Bu niteliğiyle, çevresindeki kriz bölgelerinde daha fazla inisiyatif alacak ve krizlerin çözümüne daha somut katkı sağlamaya çalışacaktır. Ulusal çıkarlarıyla ilgili bölge ve kıta ölçekli gelişmeleri sadece izleyen değil, aynı zamanda yönlendiren aktif bir diplomasi takip edilecektir.”
“Krizlerin çözümüne katkı” yapılacak! Hem de bölge ve kıta ölçeğinde! İnisiyatif alınacak! Bu, bir Çin ya da Rusya partisinin programı olsa, “tamam, ülkesinin emperyalist çıkarlarını ileri sürüyor” denebilir. Ya AKP’ye ne demeli? “Kimin inisiyatifi”dir alacağı, alabileceği? Bırakalım kıta ölçeğini, bir komşumuza yönelik saldırı karşısında bile “kontrol elimizden kaçtı” diyen bir Başbakan ve “mecbur kalırsak savaşa katılırız” diyen bir Hükümet’in, ülke çıkarları doğrultusunda, kendi inisiyatifini almaktan söz açması ve bunun bir ulusal inisiyatif olması olanaklı mıdır?
Alınacak inisiyatif ABD inisiyatif olacaktır. Ya da inisiyatifi ABD almıştır, hükümete düşen ise bu inisiyatife “uyumlu hale” gelmektir. Böyle olmaktadır: Üsler ve limanlar ABD’ye açılmıştır, genişletme çalışmaları başlatılmıştır. Amerikan askerlerinin öncüleri ülkeye giriş yapmıştır. 5-10 yıllığına Amerikan bayrağı bu ülkenin hemen her yerinde dalgalanacaktır. İnisiyatif mi? İşte “inisiyatif”!
İnisiyatif mi? Hükümet’in inisiyatifi, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma hesabıdır. Kerkük petrollerinden pay kapma ve Kuzey Irak’ta Kürt devleti olasılığının önüne geçmeyle sınırlı düşünen bir inisiyatif alma hesabı. Ancak bu yönüyle de inisiyatifin ABD elinde olduğu söylenmelidir.
Hükümet’in inisiyatifini dış politika argümanları üzerinden asıl ülke içinde kullanacak olması doğaldır. Yüzlerce Amerikan uçağı, gemisi ve on binlerce askerinden başını kaldırıp boş alan bulabilirse! Çünkü Hükümet dışarıda inisiyatif alma peşine düşerken, Amerikan işgaline açtığı ülke içinde de inisiyatifini kullanamaz hale gelecektir. Hatta şimdiden bu duruma gelinmiştir.
“İnisiyatifli” dış politikanın ülkeye yansımasının, ABD’nin yoğunlaşacak baskısıyla birlikte, halka karşı baskının artması olacağını tahmin etmek zor değildir. “Savaş hali” baskının artışı bakımından uygun bir vesile olacağı gibi, baskının bu artışını, sadece “cephe gerisini sağlamlaştırma” kaygısı değil, ama, savaştan görülmeye başlanan zararların yıkılacağı halkın geçim derdi ve hak arayışı da koşullayacaktır.

SOL VE SAĞ ÜSTÜNDEN KOLAY POLİTİKA DÖNEMİ BİTTİ

3 Kasım 2002 seçimi, sağ ve sol üstüne tartışmaları bir kez daha gündeme getirdi. Ama, seçimin sonuçlarının geleneksel düzen partilerini ve kimi “sol” (*) partileri siyaset dışına atması, “sağ”, “sol, “merkez” gibi kavramları tartışma gündemine getirirken, bu kavramların piyasalaşmasının boyutlarını, bu kavramlara, bir zamanlar karşılık gelen sınıf ve gerçek siyasi tutumlarla ilişkisinin tümüyle kopmuş olduğu gerçeğini de gözler önüne serdi.
Bu durum; özellikle “solda” olduklarını iddia eden çevreler ve siyasi partilerin de gerçeklikten koptuklarını, sınıfla ve onun siyasetiyle ilgisizliklerini de çok çarpıcı bir biçimde gösterdi.
Bu kavramlar üstünden siyaset yapmanın “abesle iştigal” olduğu ortaya çıkmasına karşın, bu çevrelerin sorunu, kendilerinde; emekçilerin talepleriyle kendi bulundukları mevzinin çelişmesinde görmek yerine halk yığınlarına yüklemeye devam etmeleri, ister istemez artık eskide kalması gereken tartışmayı yenileme ihtiyacını dayatmaktadır. Çünkü bu “sol” siyasi çevreler; “sol” kavramını yine eski kullandıkları biçimde, kendileriyle halkı ayıran, kendilerini her türlü yanlıştan koruyan bir sihirli değnek, bir kategorik tanımlama olarak kullanmakta ısrar edeceklerini göstermişlerdir.
Gündelik mücadele içinde “sol” kavramı, içeriği değişmeden; örneğin ÖDP’de bazen “sosyalizm”, TKP’de sıkça “komünist” kavramıyla değiştirilmektedir. Ama, aslında ne içerik ne de bu içeriğin belirlediği tutumlar değişmemekte; halkın, işçi sınıfının talepleri ve mücadelesinin sorunları dışında olarak tanımlanan “sosyalist”, “komünist” kavramları “sol” kavramıyla aynı akıbete kurban gitmektedir. Bu yüzdendir ki; aslında “sol kavramı” için söylenenler önemli ölçüde “sosyalist” ve “komünist” kavramlarının “piyasalaşmış hali” etrafında şekillendirilen siyasi tutumlar için de geçerli olmaktadır. 
“Sol” ve “sağ” üstünden politika yapmak, son 40 yılda Türkiye’deki “sol siyasi odaklar” ve birer birer aydınlar, siyaset bilimiyle uğraşanlar için en istikrarlı tutum olagelmiştir.
Hayatta ve kavramsal düzeyde her şeyi “sağ” ve “sol” diye ayırıp, üstünden fikir yürütmek bir kez benimsendikten sonra; olup bitenlerin ve bunlar karşısında “taraf olma”nın çok kolay olduğu görüldüğü için ne diyalektiğe, ne materyalizme, ne de tarih bilincine ve bilime; bunların toplamı olarak da Marksizme ihtiyaç duyulmamıştır. Böylece basitlik, pragmatizm, oportünizm sığlığı, sığlık kestirmeciliği, kolaycılığı körükleyerek; Marksizme, bilimsel sosyalizme yöneliş, Marksizmi, Leninizmi anlama ve bunu hayata uygulama kaygısı küçümsenerek, bunun yerine piyasalaşmış kavramların üstünden yaratılan “basit karşıtlıklar”, bir kez doğru yanlış, sol-sağ ayrımı yapıldıktan sonra bir daha yerlerin hiç değişmemesi kolaycılığı ile politik analizler yapmak, bunlar üstünden tutumlar almak, ayrı fraksiyonlar oluşturmak neredeyse gelenekselleşmiştir.
“Sağ”, “sol” tanımı üstünden politika ise; bu kolaycı burjuva sosyalizminin, Marksizmin burjuva yorumlarının en yaygın ve uç ifadesi olmuştur. “Sol” siyasi çevrelerin; yığın hareketi, ülkenin ve insanlığın sorunlarından koptukları ölçüde de “solculuk”un giderek skolastik bir özellik kazanan kategorilerinin “piyasa itibarı” artmış ve bu kavramsal siyaset anlayışı eski sol çevrelerin çok önemli bir bölümünü etkisi altına almıştır. İşin ilginci, bu yüzeysel siyaset tarzı bu çevreler arasında gereksiz tartışmaları ve yeni bölünmeleri artırdığı ölçüde, bu siyasi çevreleri piyasa kriterleri çerçevesinde aynileştirmiştir de. Örneğin; ÖDP ve TKP dünyaya aynı kriterlerle bakıp (eğer dünyaya zaman zaman bakıyorlarsa) aynı kriterlerle halka öfke duyup kendi tüylerini sol cila ile yeniden yeniden boyamaktadırlar. Ama, birisi bunu “halk solu değil sağı tercih etmiş” diye tarif etmekte; ötekisi ise “komünizmi anlamamak” diye ifade etmektedir. Buradaki ortak anlayış; halkın, sınıfların dışında duran, hiçbir pisliğe bulaşmamış; belki Platon’un idealar dünyasından derlenip getirilmiş, Aristoteles’in kategorileriyle sınıflandırılmış bir “Ortaçağ skolastiği” ürünü “sol” ya da “komünizm”, “sosyalizm” vardır: Bu “solcular”, “sosyalistler” için çok açık olan kategorileri cahil halk anlamadığı için  bu partilere oy verip desteklememekte; dolayısıyla da otomotikman “sağa oy vermiş” duruma düşmektedirler. Sağ, sol, komünizm ya da onun dışında olmak da bu “gizemli projeler bütününü”, “kutsal ilkeler” kümesini anlayıp anlamamak üstüne bir ayırımdır.
Burada ÖDP’ye haksızlık etmeyelim; onun “solculuğu” ve aynı anlama gelmek üzere “sosyalizmi” bu kadar rafine değildir. Tersine onun solculuğu, bir ucunda Marksist sosyalizm öteki ucunda Clintonculuk, Tony Blair’in “Üçüncü Yolculuğu” olan bir “sosyalizm” ve “solculuktur”. Ama “sol tanımlanırken” mezhebin bu kadar geniş tutulması, onun işçi sınıfının, halkın mücadelesinin dışında var olan bir “ilkeler”, “değerler” bütünü olarak anlaşılmadığı anlamına gelmez. Bu yüzden de yukarda söylenenler açısından TKP ve ÖDP’nin “solculuk”, “sosyalizm” ve “komünizm” anlayışları arasında esasa ilişkin bir fark yoktur.
Görünüşte ve “gelenekte” bu iki “zıt” ve “sol” grubun birbirleriyle “kavgalı” olmaları, birbirlerine çok uzak görüntüsü yaratmış olmaları bu gerçeği değiştirmez. Çünkü; kavgaları, ayrılıkların büyük olmasından çok “şekilselliği”nden çıkmaktadır. Yığınlardan, sınıfların mücadelesi ve taleplerinden kopmuş solcu siyasi çevrelerin birbiriyle kavgalarının sertliği ve sürekli bölünmelerinin nedeni de budur. Çünkü; ayrılıklar sınıfların çıkar farklılığına karşılık gelmeyince; kendi istek ve ihtiyaçlarını sınıf çıkarı yerine geçirip, “yüksek düzeyde bir laf yarışı” son yarım yüzyıl içinde solcuğun ana özelliği olarak görülmüştür. Onun içindir ki, halk indinde de “solcular birleşemez”, “basit nedenlerle birbirine düşerler” fikri giderek bir önyargı, sağcıların bir iftirası olmaktan çıkıp bir “gerçek” haline gelmiştir.

SOL SAĞ ŞABLONU TARİHİ VE BUGÜNÜ AÇIKLAR MI?
“Sol” ve “sağ” kavramı bir “Türk icadı” değildir. Ama, dünyanın hiçbir ülkesinde ve döneminde “sol” ve sağ kavramı Türkiye’de son 40 yılda olduğu kadar, her derde deva kullanılmamış gerçek içeriğinden uzaklaşıp yanıltıcı olmamıştır.
“Efendim, Fransız Devrimi’nde oluşan Konvansiyon Meclisi’nde halkın ve burjuvazinin temsilcileri meclisin solunda oturuyorlarmış; soyluların temsilcileri ise meclisin sağında oturmuşlar. İşte ondan beri halktan, emekten yana olanlar solcu, egemenlerin temsilcileri de sağcı olarak nitenmiştir!” gibi yarı gerçek bir hikâye üstünden, “sol” ve “sağ” Türkiye’de siyaset terminolojisinin en başına oturtulmuştur. Ve bu kavramları siyaset pazarına getirenler, aslında emek ve ilericilik konusunda hayli şaibeli bir geçmişe sahip oldukları için de; özellikle “sol” kavramının içeriği, bütün sınıfsal niteliklerinden arındırılıp belirsizleştirilerek, 200 yıl öncesi olan bir “vaka”ya bağlanmış; bu kaba tanımlamadan yararlanarak, popüler-politik bir “joker” olarak kullanılmıştır.
Küçük burjuva bir kökenden gelen ama; politik tutumlarıyla hiçbir sınıfa bağlanmayan, Marksizme, sosyalizme dair bilgileri de kulaktan dolma ya da üçüncü ağızdan yorumlardan ibaret olan “sol siyasi mihraklar” bunu bir tür soyluluk sanı gibi, bir kez bulaştıktan sonra bir daha kurtulunamayan  “solculuk” ve onun “kökü” “sol” sözcüğünü çok tutmuşlardır. Ve bütün karşıtlarını da “sağ” diye “damgalayarak” “ana doğrultularını” belirlemişlerdir.
Aslına bakılırsa; “tarihsel” bakımdan Fransız Devrimi meclisine yapılan atfın bir gerçekliğinden söz edilebilir. Ama, Marksizm’de “sol” genel olarak tırnak içinde ve “olumsuz” anlamda kullanılmıştır. Bunun en belirgin örneği, “‘Sol’ Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı” adındaki Lenin’in eseridir. Çünkü Marksizm’de taraflar, bu taraflara karşılık gelen siyasi yelpaze, sınıflar ve onların siyasetleri gibi çok belirli tanımlamalarla ifade edilmiştir. Ve Marksist literatürde “sol” bu belli kullanımın ötesinde popüler ve “genel” bir kavram olarak nadiren kullanılmıştır. 
Türkiye’ye sol kavramı, önce, burjuva aydınlanması ve Fransız Devrimi hayranı ama antikomünist “Kemalist”, “sol Kemalist” olarak aydınlar, sonra da savcılar ve polis ile gerici siyasi mihraklar tarafından, bir “soğuk savaş” kavramı olarak getirilmiştir. Özellikle ’60’lı yıllarda sosyalist kamptaki kargaşa, Kruşçevizm, Troçkizm, Eurokomünizm gibi akımların yarattığı ideolojik kaos ortamında “sol” kavramı, dönemin en popüler kavramı olarak yayılıp bugüne kadar da bu popülaritesini, özellikle özü itibariyle antiMarksist ama kendilerini bir türden “sosyalist” hatta “Marksist-Leninist” sayanların desteği ile korumuştur.
12 Mart, 12 Eylül gibi darbelerin yaptığı altüst oluşlar bile bu kategorilendirmelerde bir değişiklik yapamamış; bu altüst oluşlar içinde, bulunduğu safı terk ederek karşı tarafa geçmiş olanlar bile, başına “eski” lafı eklenerek “solculuk” unvanını korumaya devam etmiştir. Örneğin; 12 Eylül cuntasının başbakanı Nihat Erim, cunta hükümetinin başbakanı olduğu halde, “solculuk” unvanını korumuştur.
Özellikle 12 Eylül sonrasında, pek çok fraksiyonun tasfiye olması “sol”un ortak bir “ad” olmasını daha da güçlendirmiş; kendi örgütünden kopanlar, örgüt karşıtı bir pozisyona geçenler, hatta YDH, ANAP ve DYP gibi partilerin saflarında siyasetle iştigal edenler bile, olmayan “sol” ya da “eski sol” adındaki bir örgütün üyeleri gibi kendilerini tanımlamışlardır. Böylece “sol”un “kullanım alanı” ve “işlem hacmi” artmıştır!
Türkiye açısından bakıldığında; sol kavramının ’60’lar ve ’70’lerdeki kullanımının, bütün belirsizliklere karşın, bir anlamı vardır. O yıllardaki bölünme, sosyalizm ve Marksizm konusundaki birikim ve dünya ölçüsündeki kaos, dönemin devrimcilerinin kendilerini “sol” diye tanımlamalarını “mazur” gösterecek gelişmelerdir. Ama, özellikle ’80’ler, hele hele ’90’lardaki gelişmelerden sonra; hâlâ “solculuk” üstünden yapılan ayırımlar mazur görülemez. Çünkü bu ayrım, çoğu zaman da işçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesi ile bu sınıflarla bağlantılı politikalar yerine, sınıflardan bağımsız bir “siyasi tutum” tanımlanması olarak “solu” kullanmaktır. Elbette, böylece postmodern belirsizliğe bağlanan bir politika tarzı olarak popülerleşip yayılmaktadır.
Başka bir söyleyişle, 12 Eylül darbesi ve onunla eşzamanlı olarak neoliberalizmin, “piyasacılığın” egemenliğine bağlı olarak, başka pek çok değer gibi, bu “sağ” ve “sol” kategorisi de piyasa malı olarak “olumlu” sayılabilecek yönlerini kaybetmiştir. Öyle ki; emekle, emek mücadelesiyle tek bağlantısı geçmişte, Marksizmin bir sapması olarak ortaya çıkması olan sosyal demokrasi olumlu anlamda “sol kavramı” içine alınmış; sosyal demokrasiyi aşırı emek yanlısı ve sermaye karşıtı bularak kendisine “üçüncü yol”u seçen Blairciler bile “sol” olarak nitelenmeye başlanmıştır. Almanya’da SPD, Fransa’da Sosyalist Parti, İngilitere’de İşçi Partisi iktidara geldiğinde, “bizim solcular”, “Avrupa’da sol yükseliyor” gibi tespitler yapıp, emekçilere “üçüncü yol” hattını göstermeye soyunabilmişlerdir. Ya da bu partilere bakarak, buradan yeni “taktik” ve “stratejiler” geliştirmeye koyulabilmişlerdir. “Efendim, bizim solcular İngiliz İşçi Partisi gibi kendisini yenileyip eski saplantılarından kurtulamadığı için sağ partiler oylarını artırıp iktidara gelmektedir” vs. vs….
Olup bitene bakınca; bir “ad”a bu kadar önem atfetmenin, Ortaçağ’ın “adcı” skolastikçilerinden beri bu kadar etkili olduğu söylenemez. (Adcılar için, asıl olan kavramlardır, kavramları ortadan kaldırırsanız geriye hiçbir şey kalmaz.)
“Sol” fetişistler de; “sol” adı taktıklarının arkasında ne vardır, hangi sınıfa, mensupturlar, hangi sınıfın siyasetini yapmaktadırlar diye bakmamakta; “solcu” olmaları, “onaylanmak” ve “kabul edilmek” için yetmektedir. En azından “solculuk”, “piyasada” böyle muamele görmektedir.
Bu solculara göre; siyasi arenada partiler arasında iki kamp vardır. Bunlardan birisi sol, öteki sağdır. Örneğin; EMEP, TKP, ÖDP, CHP, YTP, DSP, İP gibi partiler “sol partiler”dir ve “sol” partilerin kimi önde gelenlerine ve yandaşlarına göre bu partiler birleşebilir; başka hiçbir koşul öne sürülmesine gerek olmadan ortak seçime girebilirler. Hatta tek parti çatısı altında birleşebilirler. Emek-Barış-Demokrasi Bloğu’nun oluşumu sırasında bu tezlerin tümünü ÖDP ve ona yakın duran solcu çevre ve kişilerden sıkça dinlediğimizi herkes anımsayacaktır. Tabii onlara göre, “sağ” partiler de kendi aralarında aynı muhabbetle birleşebilirler filan… Bu değerlendirmeler son seçim sürecinde çok yinelendi.
Ayrım bu kadar basitleşip “sol” da bu kadar piyasalaşınca; CHP’liler ya da DSP’liler EMEP’lilerin, ÖDP’lilerin karşısına çıkıp; “Solun oylarını bölüyorsunuz. Madem hepimiz solcuyuz, öyleyse sağ karşısında bizi destekleyin” diyebilmekte; bu da emekçiler arasında “haklı” görülebilmektedir.
Eğer bu “sol” tanımı; kendisini solcu, ilerici sayan sıradan vatandaşlar tarafından yapılıyor olsa bir ölçüde anlaşılır. Ama bu anlayış; kendisini solcu, sosyalist, Marksist ilan eden siyasi çevreler, aydın ve demokratlar arasında aynen vardır. Dahası; vatandaşa da bu liberal piyasacı solcu anlayış aslında bu çevrelerden yayılmıştır.

ÖDP’YE GÖRE; HALK SAĞI, BURJUVAZİ SOLU DESTEKLİYOR
Bu anlayışın son seçimlerdeki en tipik temsilcisi ÖDP olmuştur. SHP ile girdiği ilişkiler ve Emek-Barış-Demokrasi Bloğu’nu bir “sosyal demokrat sol blok” olarak oluşturma girişimi sırasında piyasa solcusu tutumu kendisini iyice ortaya koyduğu gibi; seçimden “aldıkları dersi” de aynı mantıkla değerlendirdikleri görülmektedir. En tipik örneği ÖDP’nin seçim değerlendirmesidir. Bunu ÖDP’nin yayın organı “Eşitlik ve Özgürlük Gelecek” adlı derginin seçimleri değerlendiren sayısında apaçık görüyoruz. Oğuzhan Müftüoğlu’dan Bülent Forta’ya kadar ÖDP’nin resmi ve gayri resmi önderlerinin değerlendirmelerini yayımladıkları dergi; aslında bütün bu yazıların özünü kapağına yansıtmış: “Yoksullar sağa zenginler sola; bundan sonra ne olacak?”
Anlaşılacağı gibi; ÖDP’ye göre 3 Kasım seçimlerinde yoksullar sağa oy vermiş, zenginler de sola oy vermiş! Çünkü; örneğin İstanbul’un yoksul semtlerinde AKP çok oy alırken Etiler’de CHP oy almış. Yani AKP’ye oy verenler sağa, CHP’ye oy verenler sola oy vermiş!
Bu elbette çok derin bir çelişki gibi görünüyor. Ama ÖDP, sol ve sağ üzerine önyargılarını değiştirmek, dünyayı sadece kendi koyduğu kategoriler üstünden değerlendirebilen “aydın” yaklaşımını aşıp dünyanın gerçeklerine bakmak yerine; hayatı, bu kalıpların içine sokmaya çalışınca, önümüze, halkın sağcı, burjuvazinin de solcu olduğu gibi acayip bir toplumsal yapı çıkabilmektedir.
Kimi dönemlerde belki bu tür değerlendirmeler bir ölçüde de olsa anlam taşıyabilirdi. Ama gerek dünyada gerekse ve bütün öteki ülkelerden de fazla, Türkiye’de halkı sağcı ve solcu olarak iki kampa bölüp bunun üstünden bir gerçek tablo çıkarmak olanaksız hale gelmiştir.
Dün sağcılardan söz ederken, kapitalizm ve sosyalizm arasında dünya ölçüsünde bir mücadeleye, bunlar arasındaki bölünme ve saflaşmalara göre bir kategorilendirme söz konusu olabilirdi. Çünkü; bütün gerici güçler, kapitalist tekellerin, emperyalist saldırganlığın politikasının arkasında toplanıyordu. Bu da en azından politik bakımdan gelişmiş ülkelerde bu bölünmeye göre bir taraf olmaya karşılık geliyordu. Ama bugün; bütün geçmiş çağlara bağlanan gerici akımlar günümüzde piyasacılıkta kendisini tarif etmektedir. Dolayısıyla günümüzün “en aşırı sağcılığı” piyasacılıktır. En aşırı sağcılar da piyasanın en pervasız savunucularıdır. (Çünkü; dünya kapitalizmi, işçi sınıfını ve halkları piyasacılık etrafında kontrol altına alıp, dünyayı yağmalayıp işçi sınıfının sömürüsünü ebedileştirmeyi amaçlamakta; tüm stratejisini piyasacı bir kapitalizm üstüne kurmuş bulunmaktadır.) Ama, herkesin sağcı, solcu gibi nitelemeler yaptığı kişiler, partiler bu kategorilenmeyle uyumlu bir tutum içinde değildir. Çünkü; ÖDP’liler de dahil pek çok “sol” siyasetin solcu saydıkları aslında bu aşırı sağcı politikanın militanıyken, pek çok eski aşırı sağcı da bu politikalarla çelişir duruma düşmüştür.
Bu yüzden de; bugün piyasacı partilere oy verenlere sağcı, onlara karşı çıkanlara da “solcu” demek elbette doğru değildir. Çünkü; “solculuk”u ilericilik olarak alırsak, (solculuğu fetişleştirenler tarifi böyle yapıyor); liberalizm ile karşıtlarının bölünmesinde liberalizme karış çıkanlar arasında ırkçılar, milliyetçi çevreler, dini gruplar gibi, liberalizme kendi tutuculuklarından karşı çıkanlar da vardır. Dolayısıyla “sol” ve “sağ” ayrımı üstünden bir bölünme ile dünyayı, olup bitenleri anlamak ve olaylara böyle bir politik tutum noktasından müdahale etmek imkânsız olmaktadır.
Ya da ÖDP ve onun gibi “sol” “sağ” üstünden politika yapan parti ve çevreler açmaza sürüklenmektedir.
Bu açmaz sadece teorik söylemde değil en güncel sorunlarda bile karşımıza çıkmaktadır.
Örneğin; babası eskiden solcu olan, ama piyasa fikrine bağlandıktan sonra da solu, sosyalizmi sadece bir fantazi, okunur bir yazar olmanın sosu olarak kullanan Çetin Altan’ın oğlu olmaktan başka solla geçmişte de bir bağı olmayan; ama son yıllarda piyasacılığın en saldırgan temsilcisi olarak her platformda emeğe, emekçilere düşmanlığını ifade eden Prof. Mehmet Altan; KESK’in “Barış ve Demokrasi Sempozyumu”nu konuşmacı olarak onurlandırmaktadır. Ya da belli başlı sermaye gruplarının TV kanallarının en muteber “uzmanı”, piyasacılığın medar-ı iftiharı bir başka piyasacı Prof. Eser Karakaş da, Mehmet Altan’la birlikte işi emek düşmanlığına kadar götürenlerin başında yer almaktadır. Bu kişinin sol ve sosyalizmle bağlantısı ÖDP üyesi olmaktan ibarettir. Peki; piyasacılıkta Kemal Derviş’i bile “solda” bırakan bu iki zat-ı muhteremin “sol siyaset platformu”nda ne işi olabilir?
Peki burada yine soralım; özgürlük ve demokrasi mücadelesi ya da emeğin hak mücadelesi karşısında; üstelik solda da sayılıp emekçilerin karşısına çıkıp onların platformlarını tepe tepe kullanarak piyasa propagandası yapan Eser Karakaş, Mehmet Altan gibiler mi daha tehlikelidir yoksa; fikirleri kendi başına bile bela olmuş, savunduğu parti barajın altına düşüp parçalanma sürecine girmiş, MHP’li Altemur Kılıç mı? Sağ ve “sol” açısından soruyu, “solu” ilericilik, emekten yana olmak sayıp yinelersek; Altan ve Karakaş solcu mudur; solcuysa nasıl solculardır? Ve bu zatları emekçilerin kürsüsünden konuşturan “sol” anlayış nasıl bir “sol anlayış”tır?
Altemir Kılıç’ı, elbette piyasacı olmaması, solcu ve halktan yana yapmaz; ama sağcı da olsa ne yazar? Ya da Aydın Doğan’ın çok akıllı bir kararla; “solu da ben yönlendireyim” diye çıkardığı Radikal (Burada Radikal’de çalışan namuslu gazetecilere bir diyeceğimiz elbette olamaz) gazetesinde en gerici yazarlar, halkın mücadelesi içinde en tehlikeli rolü oynayanlar Hakkı Devrim gibi, Avni Özgürel gibi tutucu, Nuray Mert gibi “İslami” kökenli yazarlar mıdır? Yoksa asıl sağcı, asıl mücadele için tehlikeli olan; piyasa sosyalizmine teorik temel yaratan, buradan sol içinde piyasa fikrinin yayılmasına önayak olan, ÖDP’nin ve pek çok solcu gurubun gayri resmi teorisyeni olan Murat Belge midir?

TARİH ÖĞRETİCİDİR AMA ÖĞRENMESİNİ BİLENE
Bir kez solcu olduktan sonra (sola bulaştıktan sonra demek daha doğru) ebedi bir sıfat olarak algılanan “solculuk” için böyle soruların anlamı yoktur. Çünkü onlar için sol soldur, sağ da sağ!
Hal böyle olunca dünyada olup bitenler de anlaşılmaz olmaktadır. Örneğin; Fransız Devrimi’nin ünlü önderleri Robespiyer ve Mara için bir tekerleme haline getirilmiş olan “devrim kendi çocuklarını yedi” saptaması, kişisel iktidar hırsına bağlanan bir tarihsel “trajedi”dir. Yoksa; ilericilik ve gericilik kavgasında (o günün sınıflar mücadelesinde) yeni bir saflaşma, ilericiliğin bir önceki günden farklı bir pozisyon alması ve örneğin Danton’un gericilik saflarına düşmesi, oradan kendini kurtarmak yerine devrimi gerici güçlerin himayesine sokma çabası görülmez. Böyle olunca da; hayat, aynı anlama gelmek üzere mücadele ilerledikçe, dünün devrimcisi”, ilericisi, solcusu, yeni durumun gerektirdiği saflaşmada yerini alamazsa, eski yerini korumaya çalışırsa gericiliğin saflarına düşer. Ve kavganın bu aşamasında o (kişi ya da siyasi çevre) artık ne devrimcidir, ne de solcu olması gerekir.
Olup bitene; bir “yanlışlık”, şu kişinin kaprisi, ötekinin intikam duygusu, bir zamanlar tuttuğu mevziden dolayı aldığı bir politik adlandırmanın her zaman sürdüğü gibi yanlışlardan değil de; sınıfların ve bu sınıflarla bağlantılı güçlerin siyasi saflaşması olarak bakılırsa, olup bitenler tablodaki gerçek yerini alabilir.
Buradan bakıldığında; “Fransız Devrimi’nde 1789’la 1895 arasında olanları anlamayan; mücadeleyi bir “kardeş kavgası” olarak görenler; Napolyon Savaşları’nı da “para para para” diyen bir paragözün maceraları, olarak algılar. Bu yüzden de Napolyon’un kişisel istem ve zaaflarının ötesinde, Napolyon’un ordularını “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” idealinin yayıcısı olarak selamlayan Avrupa haklarının mücadelesini, sarayların, imparatorlukların çöküşünün tarihsel anlamını anlayamaz.
Öyle olunca insanlığın aydınlanması mücadelesini Aristoteles, Platon’dan başlatıp Rousseau-Montesquieu-Volter’de bitirir. Ve arkadan gelen en büyük aydınlanma dalgasını; fikri, bilimi, sanatı, bir avuç tuzu kuru aydının tekelinden çıkarıp, tüm işçi sınıfının ve insan toplumunun kılavuzu yapan Marksist aydınlanmayı hiç algılayamaz. Onun için Kautskiciler ve Leninistler arasındaki çatışma, Lenin’in komplekslerine ve Rusya milliyetçiliğine bağlanarak, tarihsel bir yorum yapıldığı savunulabilir. Ya da Bolşeviklerle Troçkistler arasındaki mücadele; Troçkistlerin Ekim Devrimi sonrası dünyada sosyalizm ve kapitalizm arasındaki saflaşmada yeni durumu, sosyalist bir ülkenin ortaya çıkışının dünyada yarattığı büyük değişikliği görmeyip eski kategorilerde direnerek emperyalizmin safına sürüklenmesi olarak görülmeyince, Stalin ile Troçki arasındaki “iktidar kavgası”na indirgenip “insani trajediler” tarihin yerine geçirilir. Bu büyük bölünmenin anlamı anlaşılmayınca, Kruşçevizm, Troçkizm, Eurokomünizm, 2. Enternasyonalciler, liberalizmden azma hareketler vb. tümü sosyalizm kampında görülüp bunların yaptıkları da sosyalizm için gayretler olarak görülmeye devam edilebilir. Ve işte “solculuk”, bütün bu mezbelelerin son halkası olarak, ilerici devrimci siyasi çevrelere musallat olmuş bir hastalık olarak gelişmiştir.
Nitekim “sol siyasi çevreler” böyle bir skolastik düşünce tarzından kopamadıkları için; piyasanın fasit çemberi içinde dönüp durmayı “fikri bakımdan özgürlüğe kavuşmaları” sanıp; yine piyasanın kendilerine dikte ettiği liberalizmin sosyalist yorumunu (ya da sosyalizmin liberal yorumunu) yapıyor; piyasacı, hiçbir şekilde kişiye özgürleşme imkânı tanımayan, tersine marka, standard, “toplam kalite” adına kişiyi de aynılaştırıp piyasa malı yapan maddi temeli göz ardı edip soyut bir özgürlükçülük ve demokrasicilik yapıyorlar. Bu özgürlükçülüklerini de Marksizme karşı kanıtlamaya kalkıp, “Marksist partiye karşı demokratik sosyalist parti”, “parti olmayan parti” modelleri çıkarıp yıllarca binlerce iyi niyetli, sosyalizme içten özlem duyan, kapitalizme karşı mücadele etmek isteyen insanı oyalayabiliyorlar. 

HAYAT ŞABLONA UYUMUYORSA ŞABLONU BIRAK HAYATA BAK!
Demek ki; olup bitene genel geçer, “sol” “sağ” gibi bir zamanlar anlam taşıyabilen bir şablonculukla bakmak; tarihte ve bugün olanları anlayamamak, olup bitene müdahale edememek, edilirse de yanlış müdahale etmek anlamına gelmektedir.
Buradaki kılavuzumuz Marksist tarih tezi; hayatın kesintisiz bir değişim, bir mücadele olduğu ve mücadelenin her aşamasında ileri-geri kavgasının siyasal ve sınıfsal güçlerinin değişebileceği gerçeğidir. Aslına bakılırsa; mücadelenin her aşaması bu güçlerin yeniden saflaşması, dün kavga edilen bazı güçlerle bugün birlikte yürünmesi, dün yürünenlerle de bugün kavga edilmesidir. “Siyaset sanatı” da, en önemli yanıyla bu “dost-düşman ayrışmasını” doğru yapabilme sanatıdır.
Yukarda söylenenler ışığında 3 Kasım 2002 seçim sonuçlarını ve ÖDP’nin “Yoksullar sağa, zenginler sola oy verdi” iddiasını ele alırsak şunları söyleyebiliriz.
1-) Halk; piyasacılığı Türkiye’ye yerleştirme ve Türkiye’yi uluslararası sermayenin dikensiz gül bahçesi yapma projesinin mimarları olarak gördüğü iktidar partilerini ve onlara yeterince muhalefet yapmadığını düşündüğü “muhalefet” partilerini ağır bir biçimde cezalandırarak, sadece bu partilere oy vermemekle kalmamış, onları tarihin çöp sepetine atmıştır. Yani halk, sağ ve sol kategorilendirmesine indirgersek bile en aşırı sağcılık olan piyasacılığı cezalandırmıştır. (Eğer halk sağa oy verseydi en çok sağcı bilinen MHP ve DYP de seçimin galibi olurdu.) AKP’ye bugünkü muhalefetin çizgisi de, halkın sağa oy verdiği değil ama, halkın piyasacılığa, IMF programına, ülkenin yabancılara peşkeş çekilmesine, savaşa, Kürtlerin hak ve dil eşitliğine karşı duran antidemokratik tutumlara hayır dediği noktasından geliştirildiğinde anlam kazanır.
2-) AKP’ye oy veren seçmenlerin büyük çoğunluğu, AKP sağ parti olduğu için değil, kendilerini yoksulluğa, işsizliğe iten düzenin oluşumunda en azından AKP’nin rolünün olmadığını düşündükleri için ona oy vermiştir. Bu yüzden de, AKP’ye oy verenler “sağcılar” değil; aslında gerçek sağ olan sistemden ve onun getirdiği belalardan bıkan, bu anlamıyla da kendileri farkında olmasa da sağa karşı oy veren yığınlardır. Ama, “bunlar sola mı oy verdi” denirse ona da “evet” denilemez. (Burada “sağ-sol” şablonunun hayatı açıklamaya yetmediği, geçersizliği de bir kez daha görülür zaten.)
3-) Sorarsanız CHP’ye oy verenlerin çoğunluğu kendisini “solcu” olarak tarif eder; CHP’ye de “sol parti” diye oy verdiklerini söylerler. Ama onların “piyasa” fikri, CHP’ye oy verme gerekçesiyle AKP’ye oy verenlerin gerekçeleri arasında bir fark yoktur. Ancak CHP, Kemal Derviş’i bünyesine alarak, AKP’den daha çok düzeni savunduğunu ifade ederek, aslında “sol”la  hiçbir bağının kalmadığını da göstermiştir. Aynı zamanda sosyal demokrasinin piyasacılıkla birleşerek sıradan sermaye partileriyle farksızlaştığını göstermiştir. Böylece bir kez daha yakıştırma “sağ-sol” şablonun, bu şablonu en çok kullanan CHP’yi de tanımlayamayacağı görülmüştür.
4-) Bu kadar anlamını yitirmiş “sol-sağ” şablonunun Emek-Barış-Demokrasi Bloğu içinse iyice anlamsız olduğu apaçıktır. Kürt ulusal hareketinin birikimi ile Türkiye’nin emekçilerin ileri kesimlerini birliği olarak şekillenen bloğu, “sol blok” olarak nitelemek onu şekilsizliğe ve ne idüğü belirsiz bir hatta sürükler. Çünkü, kendisine sol diyenlerin önemli bir kısmı eski ölçülere göre bile sağa, aşırı sağ piyasacılığa bağlanmışken (CHP, SHP, YTP, DSP gibi sol sayılan partiler) “sol kimdir” tartışması kendi başına bir handikaptır. Kaldı ki; böyle durumlarda, kimin kendisini ne gördüğü değil; “karşısına geçilip savaşılacak düşman ve yanında olunacak dostların talepleri belirlenip” mücadele safını bu temelde oluşturmak hayata en uygun olanıdır. Blok da, ancak bu tutumla genişleyip; dostların birleşmesi için yeni bir saflaşmanın odağı olabilir. Bu yüzden de blok elbette “solun” devrimci, demokrat unsurlarını ve çevrelerini bünyesine katmak için çaba harcayacaktır ama, kendisini sadece “sol” olarak tanımlayan politik çevrelerle sınırlamayacak; tersine ortaya koyduğu platformu benimseyen ve bu uğurda mücadele etmek isteyen herkesi (bu herkese kendisini solcu saymayan kişiler, çevreler, örgütler de dahildir) bünyesine dahil etmeye çalışacaktır.
5-) “Sağ-sol” şablonuyla politik saflaşmalar yaratmak, bunun etrafında politika geliştirmek kolaycı bir görüş ve bir güce karşılık gelir gibi görünse de bu tümüyle aldatıcıdır. Bugün asıl olan, emek güçlerinin ve demokrasi isteyen Kürt ve Türk kökenli halkın demokrasi talepleri etrafında bir mücadeledir. Elbette bu mücadele içinde kendisini solcu sayan kişiler, aydınlar, solcu sayan siyasi çevreler de; sendikalar, emek örgütleri gibi kendilerini bir siyasi tutumla açıklayamayacak örgütler, kendisini “solcu” sayan çok çeşitli halk kesimleri, etnik ve inanç çevreleri vb. de olacaktır. Ama; bu mücadeleyi solcuların mücadelesi görmek, halkı sol ve sağ diye ayırmaya yönelmek; bu ayrıma dayanarak, politika geliştirmeye kalkmak en aşırı sağın piyasacılarının sistemlerini sağlamlaştırmaya yarar. ÖDP, TKP ve sol üstünden onlar gibi politika yapan siyasi çevreler bir de bu açıdan kendilerini gözden geçirip bulundukları yeri tarif etmelidir. Aksi halde; halkı sağcı, burjuvaziyi de solcu, devrimci, demokrat görme çizgisine çakılıp kalacaklar ve halkla kendilerinin bulunduğu yer arasındaki uçurum büyümeye devam edecektir.

(*) Bu yazı boyunca “sol”dan, “solculuk”tan söz ederken, elbette ki kendisini solda sayan kişilerin düşüncelerini, duygularını değil, bu düşünceler üstünden politika yapmayı amaçlayan tutumları, bu düşünce ve duygulara atfedilen sınıflarüstü, tarih üstü yaklaşımları eleştiriyoruz. Yoksa, elbette ki kendisini solcu sayan her meslekten milyonlarca kişi samimi duygularla davranmaktadır ve onların samimiyetlerinden ve inançlarından kuşku duymamamız için hiç bir neden yoktur. Aynı şey elbette kendisini sosyalist ve komünist sayanlar için de geçerlidir ve kişisel bakımdan insanların sosyalizm, komünizm anlayışları, buradaki eleştirilerin dışındadır ve kendilerini ilgilendirir.

Türkiye tarımında yapısal uyum ve yıkım süreci

IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye’de tarım sektörü üzerindeki yönlendirme ve denetimleri 1945’lere dek gitmesine karşın, tarım kesiminin açık ve net bir biçimde istikrar programlarında yer alması 24 Ocak-12 Eylül süreciyle başlamıştır.
1980’li yılların başında Türkiye’de 1950’lerden başlayarak süren kırsal alanın pazara açılma süreci önemli ölçüde tamamlanmış; emperyalist metropollerin Türkiye’ye biçtiği “tahıl ambarı” rolü önem ve gerekliliğini yitirmiştir. Çünkü metropol ülkeler de tarımda artık ihracatçı konuma gelmişlerdir ve üretim fazlaları için yeni pazarlar gerekmektedir.
Uluslararası sermaye tarımı kendi çıkarlarına göre biçimlendirmede yapısal uyum programlarını kullanıyor
IMF ve Dünya Bankası Türkiye tarımını 1980 sonrasında metropol ülkelerin ve çokuluslu tarım/gıda tekellerinin çıkarları doğrultusunda biçimlendirmeye başlamış ve araç olarak “yapısal uyum programları”nı kullanmıştır.
Bu programların gereği olarak tarımsal destekleme fiyatları baskı altında tutulmuş, destekleme kapsamındaki ürün sayısı azaltılmış, tarımsal kredi hacmi daraltılmış ve faizleri yükseltilmiş, tarımsal girdilere verilen sübvansiyonlar kaldırılmış, tarımsal girdilerin dağıtım ve satışı serbest bırakılmış, dış ticaret serbestleştirilmiştir. Bu kapsamda tohumluk, damızlık hayvan ve kimyasal gübre ithalatı serbest bırakılmıştır. Öte yandan sigara ve çay üretimi yerli ve yabancı özel sermayeye açılmış, tarımsal KİT’leri özelleştirmenin temelleri atılmıştır.
Kısaca sıralanan bu politikaların tarım ve köylülük üzerinde yarattığı yıkım nicel göstergelerle şöyle somutlaştırılabilir:
Tarımın ticaret hadleri yüzde 45 oranında düştü
1977-88 yılları arasında köylü gelirlerinin ana belirleyicisi olan tarımın ticaret hadlerinde (TTH) yüzde 45 dolayında dramatik bir düşme yaşandı (6). Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye tarımının (ve çiftçilerin) böylesine ağır bir “fiyat şoku” yaşadığı başka bir dönem yoktur. Bu dönemin tarım (ve çiftçi) üzerindeki faturası büyük buhran yıllarının (1929-36) bile çok üstündedir. (4)
Destekleme alımlarının tarım katma değerine oranı düştü
Destekleme politikaları da aynı yıllar boyunca gerilemiş, destekleme alımlarının tarımsal katma değere oranı 1976’da yüzde 14.7 iken 1988’de yüzde 5.5’e düşmüştür. (3)
Tefecilerin gücü arttı
Bu süreçte devlet tarımdan elini büyük ölçüde çekmiş, küçük ve orta üreticiyi tefeci ve tüccarla yüz yüze bırakmıştır. Yapılan bir araştırma bu dönemde küçük ve orta üreticilerin elde ettiği safi hasılanın yüzde 7.7’sine tefeci faizi biçiminde el konulduğunu ortaya koymaktadır. (2)
Ticaret sermayesinin sömürüsü arttı
Öte yandan bu dönemde tarım ürünleri ticaretinde, ticaret sermayesinin göreli durumu çiftçi aleyhine düzelmiştir. Çiftçinin eline geçen fiyatlarla tüketicinin ödediği fiyatlar arasındaki makasın açılması “ticari marjlar”da genişleme anlamına gelir. 1976-79 ile 1988 yıllarının fiyatlarını karşılaştıracak olursak, ekmek fiyatı ile çiftçinin eline geçen buğday fiyatı arasındaki makasın yüzde 52, margarin fiyatı ile ayçiçeği arasındaki makasın ise yüzde 79 birinciler (yani ekmek ve margarin) lehine genişlediği görülmektedir. (3)
İhracatçı da sömürüden payını aldı
Yalnızca bölüşüm sorunları açısından değil, dış ticaret politikaları bakımından daha da ilginç olan sonuç, pamuk ve tütünün (TL cinsinden hesaplanan) ihraç fiyatları ile çiftçinin eline geçen fiyatlar arasındaki makasın da açılmış olmasıdır. Nitekim pamuk ve tütün için 1976-89 arasında birim ihraç fiyatları ile çiftçinin eline geçen fiyatlar arasındaki makas yüzde 175-180 dolaylarında açılmıştır. Başka bir ifadeyle, bu iki üründe 1980’li yıllara damgasını vuran dış ticaret ve döviz kuru politikaları köylü aleyhine, ihracata dönük ticaret sermayesi lehine işlemiştir. (2)
Toprak dağılımındaki eşitsizlik derinleşti
1980-90 yıllarını kapsayan dönemde izlenen emek karşıtı politikalar, orta köylü grubunu önemli ölçüde eritmiş, bu gruptan geçimlik ve geçimlik düzeyin altındaki aileleri içeren gruba kaymalar olmuştur. Topraklarını genişleten bir kısım zengin köylü işletmeleri ise büyük toprak sahibi haline gelmişlerdir. Böylelikle tarım topraklarının dağılımında varolan eşitsizlik daha da derinleşmiştir. 1980’de 0.57 olan Gini oranının 1991’de 0.61’e yükselmesi (1) bu gelişimi açıkça ortaya koymaktadır.
Gelir dağılımı emek aleyhine bozuldu
Tarım kesiminin 1980’li yıllardaki kaybı, milli gelirin fonksiyonel dağılımını gösteren çalışmalarda da görülmektedir. Tarım kesimi 1976’da milli gelirin yüzde 31.3’ünü alırken, bu oran 1980’de yüzde 23.9’a, 1988’de ise yüzde 16.6’ya düşmüştür. Buna karşılık kâr-faiz-ranttan oluşan gelirlerde ise 1980 sonrası büyük artışlar olmuştur. 1980’de payı yüzde 50’yi bile bulmayan bu gelirler, 1988’de yüzde 70’e yaklaşmışlardır. (15)
12 Eylül’de sermaye kazandı, emekçiler kaybetti
Sonuç olarak belirtmek gerekirse 1980 askeri darbesini izleyen yıllarda sermaye yanlısı politikalar uygulanmıştır. Tarımdaki bölüşüm ilişkileri ürün ticaretinin yanı sıra kredi piyasalarında da etkili olan ticaret ve tefeci sermayesi ile kapitalist çiftçiler lehine bozulmuştur.

Emek karşıtı politikaların iflası
1980’li yılların başında iç talebe dayalı birikim modelinin ömrünü tüketmesiyle, yerine inşa edilmeye başlanan “ihracata dönük sanayileşme” modelinin en önemli eksikliği sürdürülebilir bir sabit sermaye birikimini yaratamaması olmuştur. Kendi içinde gerekli yatırımlarını sağlayamayan ve emek gelirlerinin baskı altında tutulmasına dayalı yapay nitelikli bu yapı, 1988’den itibaren siyasi-sosyal gerçeklerle çatışmaya başlamıştır. Bu nedenle 1989, 12 Eylül’ün emek karşıtı bölüşüm politikalarının iflas ettiği yıl olarak nitelenmektedir. (17)
İşçi tabanından başlayan güçlü bir direnme hareketi ve seçim korkusu iktidarı popülist politikalara yöneltmiş, bir yandan ücretlerin baskı altında tutulması politikalarına son verilirken, öte yandan destekleme alımları ve taban fiyatları yükseltilmiştir. Böylelikle tarımın ticaret hadleri 1988-93 arasında yüzde 31 oranında tarım lehine düzelmiştir. (5)
1989-94 döneminde izlenen ekonomi politikaları ana hatlarıyla şöyle özetlenebilir: İç talebi (özellikle tüketimi) artırarak ekonomik büyümeyi hızlandırma politikasının büyüttüğü cari işlemler açığı kısa dönemli sermaye hareketleri (sıcak para) ile kapatılmış, sermaye hareketleri serbestleştirilmiş, reel sektörden çok mali piyasalardaki gelişmelere önem verilmiştir. Yani tüketime ve sürekli borçlanmaya dayanan yapay bir büyümedir söz konusu olan.
Sürekli borçlanmaya dayanan bu tür model ancak belirli bir süre işleyebilir; ekonominin rekabet gücü de, borç ödeme kapasitesi de son tahlilde reel ekonomiye (yani mal ve hizmet üretimine) dayandığı için, reel ekonomiyi engelleyen bir parasal modelin sınırı vardır. 1994 başında Türkiye ekonomisi işte bu sınıra çarpmıştır. (13)

1994 krizi ve 5 Nisan Kararları
Kriz karşısında burjuvazinin çözümü resmi adı “Ekonomik Önlemler Uygulama Planı” olan 5 Nisan Kararları’nı almak oldu. 5 Nisan Kararları, sermayenin Türkiye tarihinde emekçi sınıflara yönelttiği en önemli saldırılardan biriydi. Standart istikrar programlarının temel ögelerinin çoğunu kapsayan bu kararlar, Temmuz 1994 başında bir stand-by anlaşmasıyla onaylanmıştır.
Program, tüm üretken sektörler gibi, tarımı da derinden etkileyen kararları içeriyordu;
·Destekleme alımlarının kapsamının daraltılması
·Destekleme fiyatlarının dünya fiyatları ile maaş ve ücretlerdeki duruma göre belirlenmesi
·Girdi sübvansiyonlarının kısıtlanması
·Bazı ürünlerin ekim alanları ve üretiminin azaltılması
·Tarımsal KİT ve TSKB’nin Merkez Bankası’nca finansmanına son verilmesi
·Özelleştirme ya da kapatma yoluyla bazı tarımsal KİT’lerin (EBK, YEMSAN, TZDK) tasfiye edilmesi
Ekonomi daraltılıyor, kitleler yoksullaştırılıyor
5 Nisan istikrar programının temel mantığı, ekonomiyi daraltma ve kitleleri yoksullaştırma yoluyla enflasyonu ve dış açığı dizginlemekti. 5 Nisan, hem ekonomiyi daraltmayı ve kitleleri yoksullaştırmayı, hem de enflasyonu yüzde 150’ye çıkarmayı başarmıştı.
5 Nisan’da yeniden tarımı uyumlandırma (çökertme) politikalarına dönülüyor
Bu kararlar gereğince tarımsal destekleme alımlarının kapsamı yalnızca hububat, tütün ve şekerpancarı ile sınırlandırıldı. Destekleme alımlarının tarım katma değeri içindeki payı yüzde 6’ya düşürüldü. TÜFE yüzde 125.5, TEFE yüzde 149.6 oranında artmasına karşın destekleme fiyatları yüzde 95.8 oranında artırıldı.
1994’teki emek karşıtı kriz yönetimi sonunda tarımda kişi başına reel gelir yüzde 16 oranında düştü (8), tarım sektörünün göreli fiyatları ise yüzde 10 dolayında aşındı. (4)
Küreselleşmenin yeni araçları: Gümrük Birliği ve GATT Uruguay Anlaşması
1990’ların ortalarına gelindiğinde bu tabloya iki küreselleşme öğesi daha eklendi: Gümrük Birliği’ne geçişin getirdiği AB Ortak Tarım Politikası’nı (OTP) Türkiye’nin kendi kaynaklarından finanse ederek uygulaması ve tarımda serbest dolaşıma geçiş; GATT Uruguay Anlaşması’nın tarım ürünleri ticaretinde de serbestleşmeyi getirmesi.
Gümrük Birliği Anlaşması’nda, kapsamın Türkiye’nin çıkarlarına aykırı olarak belirlenmesi, beklenen etkilerini göstermekte gecikmemiş, AB-Türkiye dış ticaret dengelerinin Türkiye aleyhine bozulmasına neden olmuştur. 1995 yılında 5.8 milyar dolar olan AB ile dış ticaret açığı 2000’de 12 milyar dolara yükselmiş, aynı dönemde ihracatın yüzde 30 oranında artmasına karşılık ithalat yüzde 56 artmıştır.
Uruguay Turu kapsamında Türkiye, iç destekler konusunda herhangi bir yükümlülük altına girmemiştir. Ancak tarıma verilen destek IMF’ye verilen taahhütler doğrultusunda 1998’deki yüzde 25 seviyesinden, yüzde 13’e kadar çekilmiştir. (10)
Büyümeden büyük krize doğru (1995-1999)
1994’te yaşanan daralmanın ardından 1995’in ikinci yarısından itibaren ağırlıklı olarak iç talepteki canlılığa bağlı olarak ekonomi istikrarlı ve yüksek bir büyüme dönemine girdi. Ancak bu büyüme yüzde 90’lara yerleşen bir enflasyon ve artan bütçe açıkları eşliğinde yaşandı. Yüksek büyümeye eşlik eden bir başka gelişme de dış ticaret açıkları oldu.
Bu dönemde destekleme alım fiyatları enflasyonun üstünde tutuldu. Destekleme alımlarının tarımsal katma değere oranı yüzde 10’un üstüne çıkarıldı. 1980 yılını 100 kabul edersek 1994’te 84.3’e gerileyen TTH 1997’de 110.1’e yükseldi. (7) Böylelikle 1988-97 döneminde TTH yüzde 50 dolayında düzeldi; dünya fiyatları ile Türkiye’de çiftçinin eline geçen fiyatlar arasında olumlu doğrultuda bir kopukluk oluştu. (6)
Uluslararası sermaye tarımı uyumlandırma programının hazırlıklarını yapıyor
Haziran 1998’de, hükümetin açıkladığı Ekonomik Politikalar Bildirgesi’ne dayalı olarak IMF ile -dış kaynak arayışlarına yardımcı olarak- Yakın İzleme Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla hükümet IMF’den mali destek istemeksizin bu kuruluş tarafından izlenip denetlenecek bir istikrar ve yapısal uyum programını, bu bağlamda “reformları” taahhüt ediyordu.
IMF, Ekim 1998 tarihli izleme raporunda; tarımsal desteklemede mali harcamaların ve ticaret korumacılığının azaltılmasını, girdi sübvansiyonlarının sınırlandırılmasını ve kredi faiz oranlarının artırılmasını istiyordu.
Bu arada IMF’nin ikiz kardeşi Dünya Bankası da boş durmuyor, Türkiye’ye gönderdiği heyetlere -daha sonra Türkiye’ye dayatılacak olan- tarımsal reform programının alt yapısını hazırlatıyordu. Dünya Bankası uzmanı John Nash başkanlığında hazırlanarak 1997 ve 1998’de yayımlanan raporlardaki öneriler daha sonra Türkiye’nin uluslararası mali kuruluşlara verdiği niyet mektuplarında -tarıma ilişkin taahhütler olarak- değiştirilmeksizin yer almıştır.
IMF ile 18. Stand-By Anlaşması: Tarıma son darbe vuruluyor
IMF ve Dünya Bankası’nca dayatılan tarımsal reform programının esas amacı ülke tarımını uluslararası tarım tekellerinin yağmasına açmak, ABD ve AB gibi metropollerin biriken gıda stoklarına pazar yaratmaktır.
Program ana hatlarıyla şöyle özetlenebilir:
· Girdi, kredi ve fiyat desteklerine dayanan mevcut sistemin doğrudan gelir desteği (DGD) sistemiyle değiştirilmesi
· DGD programı tam olarak uygulanıncaya kadar destekleme fiyatlarının dünya piyasa fiyatları ve hedeflenen enflasyon oranına göre belirlenmesi
· Tarımsal kredilere uygulanan sübvansiyonların kaldırılması
· Gübre ve diğer girdilere ilişkin sübvansiyonların nominal olarak sabit tutulması
· Destekleme alımlarının nicel olarak sınırlandırılması
· Bazı ürünlerin (fındık, tütün, şekerpancarı) üretim alanlarının daraltılması, üretimlerinin azaltılması
· Tarım ürünleri ithalatında koruma oranlarının düşürülmesi
· Kamunun tarım ve tarımsal sanayi üretiminden çekilmesi çerçevesinde tarımsal KİT’lerin ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi
· TSKB’nin işlevsiz hale getirilmesi, ürün işleme birimlerinin anonim şirket statüsüyle özelleştirilmesi ya da tasfiyesi
Çiftçiler büyük ölçüde reel gelir kayıplarına uğratıldı
IMF ve Dünya Bankası’na verilen taahhütler doğrultusunda 2000 ve 2001 yıllarında tarım destekleme fiyatları hedeflenen enflasyona göre belirlendi; 2000’de yüzde 28.4, 2001’de ise yüzde 52.8 oranında artırıldı. Enflasyondaki gerçekleşme 2000’de yüzde 39, 2001’de ise yüzde 68.5’i bulduğu için çiftçiler reel gelir kaybına uğratıldı.
Çiftçinin uğradığı gelir kaybı destekleme fiyatları dolar bazında incelendiğinde daha da somutlaşıyor. Örneğin “stratejik ürün” olarak kabul edilen buğday destekleme fiyatı 1999’da 193 $/tondan 2002’de 144 $/ton seviyesine düşürülmüştür. 1999’da 3.05 $/kg olan tütün baş fiyatı 2001’de 2.47 $/kg, 60 $/ton olan şekerpancarı destekleme fiyatı ise 38.4 $/ton olarak belirlenmiştir.
Destekleme alımları karşılığında üreticilere yapılan ödemeler 1999-2001 döneminde sistemli olarak azaltılmıştır. Örneğin destekleme alımlarının tarımsal katma değere oranı 1999’da yüzde 12.7’den 2001’de yüzde 7.8’e düşürülmüştür. 2000 yılında 2.7 milyar dolar olan destekleme ödemeleri 2001’de yüzde 43 azaltılarak 1.5 milyar dolara inmiştir. (16)
Aynı dönemde hükümet, IMF/DB direktifleriyle destekleme alımı miktarlarında da önemli kısıtlamalara gitmiştir. Destekleme alım miktarlarının üretime oranı 1999’da buğdayda yüzde 23.9 iken 2001’de yüzde 7.7’ye, pamukta yüzde 49.5 iken yüzde 27.7’ye, ayçiçeğinde yüzde 40.3 iken yüzde 34.1’e, fındıkta yüzde 26.8 iken yüzde 19.8’e düşürülmüştür.
Doğrudan Gelir Desteği (DGD) Sistemi: Yoksula açlık parası
Emperyalist metropollerin, bağımlı ülkelerin tarım ekonomilerini denetim altında tutmak ve kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek amacıyla başvurduğu saldırılardan biri olan DGD, üretimden tümüyle bağımsız olarak şu anda dünyanın hiçbir ülkesinde tek destekleme politikası olarak uygulanmamaktadır. Bu sistemin 2002 yılında başka tüm destekleme araçlarını tasfiye ederek Türkiye’de uygulanmak istenmesinin arka planında ABD ve AB’nin biriken tarım/gıda stoklarını Türkiye’ye ihraç etmek istemeleri bulunmaktadır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, DGD sistemi özünde arazi miktarına dayanmakta; verimlilik artışı, girdi kullanımı, teknoloji uygulaması gibi üretkenliği öngören hiçbir amacı bulunmamaktadır.
Türkiye’de tarım işletmelerinin yüzde 85’i 100 dekardan küçük (ortalama 30 dekar) olup, ortalama işletme büyüklüğü çay ve tütünde 4, şeker pancarında 10, fındıkta ise 15 dekar dolayındadır. Dekar başına 13.5 milyon TL DGD ödendiği dikkate alınırsa, ortalama DGD ödemesi çay ve tütünde 55, şekerpancarında 135, fındıkta ise 200 milyon TL olacaktır. 2001 yılı itibariyle kişi başına milli geliri 1000 doların altına düşen tarım kesimine verilecek DGD, üreticilerin beslenme-barınma-giyim gibi temel gereksinimlerine gidecek, tarımın finansman açığı daha da büyüyecektir.
Tarım girdilerine verilen sübvansiyon kaldırılıyor
Uluslararası mali kuruluşlara verilen bir başka taahhüt gübre ve diğer girdilere ilişkin sübvansiyonların 2000-2001 döneminde nominal olarak sabit tutulacağı idi. Bu, sübvansiyonların reel olarak enflasyon oranında aşınacağı anlamına gelmektedir. Gübrede 1995-97 döneminde yüzde 50 olan sübvansiyon oranı Nisan 2000’de yüzde 18’e düşerek göstermelik bir hale gelmiştir. Türkiye’de gübre tüketimi zaten 116 kg BBM/hektar olan dünya ortalamasının çok altında, 85 kg/hektar dolayındadır. IMF’nin dayatması ile gübre desteklerinin azaltılması sonucu gübre kullanımında dramatik bir düşüş yaşanmış, 2000’de 5.3 milyon ton olan gübre kullanımı 2001’de 4.3 milyon tona gerilemiştir. Kuşkusuz bu tarımsal üretime de yansıyacaktır.
Çiftçi artık ucuz kredi kullanamayacak
Türkiye gibi küçük ve orta üreticiliğin yaygın olduğu bir tarımsal yapıda kredi sübvansiyonlarının kaldırılması asla gerçekçi değildir. Sermaye devir hızının çok düşük olduğu tarım kesiminde ticari kredi faizi ile üretim yapabilme şansı yoktur. Bu tür bir anlayışın sonucu çiftçiyi bir daha dönmemek üzere tarım dışına itmekle eş anlamlıdır.
Öte yandan IMF ve Dünya Bankası’nın yönlendirmesi ile 15 Kasım 2000’de çıkarılan yasa uyarınca Ziraat Bankası önce özerkleştirilecek sonra da özelleştirilecek. Böylelikle yetersiz de olsa tarımı finansman yönünden destekleyen bir kurum daha tasfiye edilecek. Sonuçta çiftçi daha büyük ölçüde tefecilere ya da ticari bankalara tutsak edilecek.
Tarım satış kooperatiflerini özelleştirme ve tasfiye etmenin yolu açıldı
TSKB’leri “etkin ve sürdürülebilir bir şekilde özerk ve mali yönden bağımsız kılma” kisvesi altında hazırlanan, gerçekte bu örgütlerin işletme ve tesislerinin özelleştirilmesini amaçlayan yasa 16 Haziran 2000 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu yasanın uygulanmasıyla, özel hukuk hükümlerine tabi oldukları için doğrudan özelleştirme kapsamına alınamayan bu kuruluşlar, mali güçlerine bağlı olarak değişecek sürelerde yavaş bir yok oluş sürecine sokulmuş olacaklardır. (11)
Bu yasayla TSKB’ye anonim şirket statüsü verilmekte, üretim ve satış işlevleri birbirinden ayrılmaktadır. Bu düzenlemeler uyarınca TSKB’ler eskiden olduğu gibi çiftçiden ürün almayı sürdürecekler. Ancak aldıkları ürünleri işlemeden yerli ya da yabancı tüccar ve sanayicilere satacaklar. Yani, kooperatifler üretici ile tüccar arasında köprü işlevini üstlenecekler.
Tütün ve şeker yasaları ile çokuluslu şirketlerin çıkarları güvence altına alındı
Kamuya ait şeker fabrikalarının özelleştirilmelerine zemin hazırlayan, şeker satış fiyatlarının fabrikalar tarafından serbestçe belirlenmesine olanak tanıyan ve şeker pancarı üretimine kota getiren yasa 4 Nisan 2001’de kabul edildi. Bu yasanın uygulanmasıyla yüksek sübvansiyonlarla desteklendiği için daha ucuza şeker üreten AB ülkelerinden şeker ithalatı artacak, sanayi şekeri tümüyle mısırdan elde edilen şekerlere dayandırılacaktır. Sonuçta, pancar üreticisine verilmeyen kamu kaynakları, AB pancar üreticilerine, ABD ve Arjantin mısır üreticilerine ve çokuluslu şirketlere aktarılmaya başlanacaktır. (9)
Uluslararası tütün tekelleri (Philip Morris, JTI, BAT) ve yerli ortakları (Sabancı, Koç) Türkiye’de sigara pazarının tümünü ele geçirmek için dayattıkları Tütün Yasası’nı 3 Ocak 2002’de Meclis’ten geçirdiler. Bu yasa ile TEKEL’in özelleştirilmesinin önündeki engeller kaldırılmakta, tütünde destekleme alımları yerine açık artırma yöntemi getirilmekte, tütün mamulleri alanında küçük üretici ve ithalatçıların piyasaya girişleri yasaklanmaktadır.
Bu yasa ile tütün ve mamulleri piyasasının Philip Morris-Sabancı ortaklığı, RJ Reynolds (JTI) ve Tire’de yatırıma hazırlanan BAT-Koç ortaklığı egemenliğine girmesi için adeta özel bir düzenleme yapılmıştır. (12)
Tarımsal KİT’ler peşkeş çekiliyor
Küreselleşmenin bir aracı olan özelleştirme politikaları -Türkiye gibi- azgelişmiş ülkelerde bir iç dinamik öğe değil, küresel sömürünün kurumsallaşma aracı olarak dış dinamik öğe olarak işlev görmektedir. Amaç tarımı bitirerek Türkiye’yi çokuluslu tarım sermayesinin açık pazarına dönüştürmektir. Bu amaca ulaşabilmek için tarımla ilgili KİT’ler (EBK, SEK, YEMSAN, TZDK, ORÜS, vd.) ya yok pahasına yerli tekellere devredilmiş ya da kapatılmıştır. Tarımsal KİT’leri ele geçiren tekellerin bir süre sonra çokuluslu gıda tekelleriyle ortaklıklar kurmaları sonucu bu kuruluşlar bir kez daha el değiştirerek yabancılaştırılmaya başlanmıştır (SEK işletmelerini satın alan Tekfen Holding bünyesindeki Mis Süt’ün çokuluslu gıda tekeli Nestle tarafından ele geçirilmesi gibi).
Tarımı uyumlandırma politikaları önce hayvancılığı çökertti
1980’lerin ilk yarısından itibaren gerek dış ticarette sağlanan akıldışı kolaylıklar, gerekse sınır ticareti adı altında ülkeye kaçak yoldan düşük fiyatla giren canlı hayvan ve hayvansal ürünler hayvancılığın çöküşünü hazırlamıştır. Ayrıca Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan savaş ortamı, köylerin boşaltılması ve zorunlu göç uygulamaları mera hayvancılığını bitirme noktasına getirmiş, hayvancılıkla ilişkili tarımsal KİT’lerin (YEMSAN, SEK, EBK) özelleştirilmesi de sektörün çöküşünde belirgin rol oynamıştır. Bu olumsuzluklara Türkiye’de en örgütsüz ve sömürüye en açık kitleleri barındıran hayvancılığın desteklenmemesini de eklemek gerekir. Gerçekten hayvancılık kredilerinin toplam tarımsal krediler içindeki payı son yıllarda bile yüzde 10’lar düzeyinde kalmıştır.
1980-99 döneminde toplam büyük ve küçükbaş hayvan varlığı yüzde 42 oranında azalarak 85 milyondan 50 milyon başa düşmüştür. 1990-99 yılları arasındaki düşüş yüzde 22’dir. Bu dönemde kesilen hayvan sayısı 10.5 milyondan 6.5 milyon başa, denetim altındaki mezbaha ve kombinalarda üretilen kırmızı et miktarı 514 bin tondan 390 bin tona gerilemiştir. Süt üretimi yerinde saymış, süt ürünleri ithalatı 17.5 milyon dolardan 32 milyon dolara çıkmıştır.
1980’den sonra gıda sektöründe uluslararası sermayenin rolü arttı
1980’lerden başlayarak tarımsal üretim ve gıda sanayiinde uluslararası sermayenin rolü önemli ölçüde arttı. 1987-98 yılları arasında yabancı şirketler ile yabancı ortaklı yerli şirketlerin sayısında önemli bir yükselme oldu. Yabancı sermayeli kuruluş sayısı tarımda 32’den 65’e, gıda işleme sektöründe 38’den 139’a, yemek müteahhitliği sektöründe 8’den 198’e yükseldi. Türkiye’nin önde gelen yerli sermaye grupları (Sabancı, Koç, Yaşar, Tekfen, vd.) giderek büyüyen ölçeklerde, çokuluslu şirketlerle ortaklıklara giderek et, süt ve sütlü ürünler üretimi, gıda paketlemesi, sebze ve meyve işlenmesi ve dondurulması, çay üretimi, tam ve hazır gıda üretimi, gıda pazarlaması ve perakendeciliği gibi alanlarda etkinlik göstermeye başladılar. Çokuluslu gıda şirketlerinin büyük ölçekli ve yüksek teknolojili tesislere yatırımlarının artmasına koşut olarak Türkiye’deki gıda üretim yapısı uluslararası tarım/gıda sanayiinin bir parçası olma yönünde dönüşmeye, Türkiye hızla küresel tarım/gıda komplekslerinin bir parçası haline gelmeye başladı. (18)
12 Eylül darbesi eşliğinde uygulanan yapısal uyum programlarıyla başlayan süreçte gelir dağılımı emek gelirleri ve tarım aleyhine, büyük sermaye lehine bozuldu. Mevcut küçük ölçekli ve dağınık üretim yapısı üzerine çokuluslu şirketlerin oturması gıda piyasasını katmanlaştırdı. Bu süreçte tarım ve gıda üretimi çokuluslu şirketler, onların taşeronları ya da yerli tekelci sermayenin denetimine girmeye başladı. Bu süreç, tarımda sözleşmeli üretim aracılığıyla yabancı şirketlerin tarımı doğrudan kontrol etmesi ya da hibrit tohum ve onun zorunlu girdilerinin -gübre, hormon, tarım ilacı gibi- dağıtımı yoluyla da ivme kazanıyor.
Türkiye’de önemli yerli ve yabancı tekellerin gıda sektöründe faaliyet gösterdiği alanlar ve markalar kısaca şu şekilde sıralanabilir:
· Koç Holding: Et (Maret), Süt (SEK), Makarna (Pastavilla), Konserve ve salça (Tat), Gıda parekendeciliği (Migros)
· Sabancı Holding: Süt (Danone), Margarin (Marsa KJS), Çikolata (Milka), Gıda parekendeciliği (Carrefour)
· Yaşar Holding: Et (Pınar), Süt (Pınar)
· Unilever: Margarin (Sana, Rama), Ayçiçek yağı (Komili), Zeytinyağı (Komili), Çay (Lipton)
· Nestle: Süt (Mis), Hazır kahve (Nescafe)
Girdi kullanımı giderek düşüyor
Bir yandan tarım ürünlerine verilen -ve çoğu zaman maliyetin bile altında tutulan- destekleme fiyatları, öte yandan serbest bırakılan -ve olağanüstü seviyelerde artan- girdi fiyatları küçük ve orta ölçekli çiftçileri inanılmaz zorluklarla karşı karşıya bırakmakta, kimyasal girdi kullanımı giderek düşmektedir. Sulama alanlarındaki artış hızı yavaşlamış, ekim alanları, kimyasal gübre ve tarım ilacı kullanımı gerilemiştir. 1980-90 döneminde yüzde 58 oranında genişleyen sulanan alanlar 1990-2000 döneminde yalnızca yüzde 28 oranında genişlemiştir. 18.9 milyon hektar olan ekili alanlar 18.4 milyon hektara, 5.3 milyon ton olan kimyasal gübre kullanımı 4.3 milyon tona, 34 bin ton olan tarım ilacı kullanımı 32 bin tona düşmüştür.
Üretim düşüyor, ithalat artıyor, Türkiye gıda güvenliğini yitiriyor
Bir zamanlar gıda ürünleri açısından kendine yeterli birkaç ülke arasında sayılan Türkiye, son yıllarda bu konumunu yitirmiş, gıda ürünleri ithal eden bir duruma düşmüştür. Türkiye artık gıdada da dışa bağımlı hale gelerek bu konuda da güvenliğini tehlikeye atmıştır.
Tarımsal üretim 1988’den başlayarak nüfus artış hızının gerisinde kalmıştır. 1990-97 döneminde nüfusun yüzde 11.4 oranında artmasına karşılık, tarımsal üretim yüzde 8.6 artmıştır. 1990-2000 aralığında temel tarımsal ürünlerdeki üretim düşüşleri dramatik boyutlara ulaşmıştır. Bu dönemde mercimek üretimi 846 bin tondan 353 bin tona, nohut üretimi 860 bin tondan 548 bin tona, ayçiçeği üretimi 860 bin tondan 800 bin tona, soya üretimi 162 bin tondan 44 bin tona düşmüştür. Buna karşılık buğday, pamuk ve kuru fasulyede yüzde 5-10 gibi düşük düzeyde artışlar olmuştur.
1990’da 162 bin ton pamuk ihraç eden Türkiye, 2000 yılında 566 bin ton ithalat yapmıştır. Aynı dönemde ithalat miktarları mısırda 519 bin tondan 1.3 milyon tona, pirinçte 198 bin tondan 450 bin tona, baklagillerde 15 bin tondan 432 bin tona yükselmiştir.
2000’li yılların başında Türkiye yalnızca dört ürünün (pamuk, ayçiçeği, soya, mısır) ithalatı için yaklaşık 1 milyar dolar döviz ödemektedir.
1980-2000 döneminde tarım ürünleri ithalatı 12, ihracat ise 2 kat arttı
Dış ticaretin liberalizasyonu ile birlikte ithalat, ihracata göre çok daha hızlı artarak ödemeler dengesi açığının büyümesine yol açmıştır. Metropol ülkelerde sübvansiyonlarla desteklenen ve daha ucuza ithal edilen tarım ürünleri iç piyasada devlet desteği çekilen ürünlerden daha ucuza satılmıştır.
1980’de tarım ürünlerinin ihracat içindeki payı yüzde 57 iken 2000’de yüzde 11’e gerilemiştir. 1980-2000 döneminde tarımsal ithalatın 12 kat artmasına karşılık ihracat yalnızca 2 kat artabilmiştir. Aynı şekilde 1990-2000 yılları arasında tarım ürünleri ihracatının yüzde 21 oranında artmasına karşılık ithalat yüzde 75 oranında artmıştır. 2000 yılı itibariyle ihracat 3.9, ithalat ise 4.2 milyar dolar seviyesindedir.
Kişi başına tarımsal katma değer 1000 doların altına düştü
IMF programının neden olduğu 2001 Şubat krizi, hem tarım katma değerinin GSMH içindeki payının gerilemesine, hem de kişi başına tarım katma değerinin 1994 krizindeki seviyesine, yani 1000 doların altına (878) dolar düşmesine yol açtı.
1998’de 31.6 milyar dolar olan tarım katma değeri 2001’de 19.4 milyar dolara düştü. Aynı şekilde GSMH’de tarım katma değerinin payı yüzde 16.5’ten yüzde 13.1’e geriledi. Tarım ve tarım dışı kesimler arasındaki gelir eşitsizliği daha da derinleşti. 1998’de, kişi başına düşen GSMH, kişi başına tarım katma değerinin 2.2 katı iken, 2001’de 2.5 katına çıktı.
Metropoller tarımda ihracatçı konuma geliyor
1970’li yıllara dek metropol ülkeler, genellikle sanayi malı ve mali sermaye ihracatçısı, hammadde ve tarım ürünleri ithalatçısı idiler. Emperyalist metropoller, geliştirip uyguladıkları yeni teknolojilerle (makina, kimyasallar ve biyoteknoloji) birlikte her türlü destekleme aracını da sonuna dek kullanarak, tarımsal üretimlerini olağanüstü artırdılar. Böylelikle hem gıda, hem de sanayi hammaddesi açıklarını hızla kapattılar. Önce kendilerine yeterli hale geldiler, sonra da üretim fazlaları oluşmaya başladı.
Dünyada tarımı 6 çokuluslu şirket kontrol ediyor
Günümüzde dünya tarımını 6 çokuluslu şirket kontrol ediyor. Bunlardan Cargill ile Archer Daniels Midland (ADM) tarımın yüzde 60’ını tekeli altında bulunduruyorlar. Novartis, Monsanto, Aventis ve Du Pont gibi 4 çokuluslu şirket de dikkate alındığında, bu 6 çokuluslu şirket, dünya tarımının yüzde 90’ını kontrol ediyorlar.
2000’li yılların başında dünyada tarım ürünleri ihracatının yüzde 57’sini ABD ve AB ülkeleri gerçekleştiriyor. ABD’nin yalnızca kendi topraklarında ürettiği hububat ile dünya dış ticaretindeki payı yüzde 25. Bu oran mısır, soya ve yem bitkilerinde yüzde 45’i buluyor. Dünya hububat pazarının yüzde 80’i Cargill (ve onun denetimindeki Continental) ile Archer Daniels Midland (ADM) tarafından kontrol ediliyor.
Emperyalist metropoller -Uruguay Anlaşması’na rağmen- destekleyici/koruyucu tarım politikalarını sürdürüyorlar
Metropol ülkeler Uruguay Turu Anlaşması’nda pazara giriş olanaklarının artırılması, ihracat sübvansiyonlarının ve yurtiçi desteklerinin azaltılması ile tarım ürünleri ticaretinin serbestleştirilmesini kabul etmelerine karşın, destekleyici-koruyucu tarım politikalarını büyük ölçüde sürdürmektedirler.
2000 yılı itibariyle, yani Uruguay Turu’ndan 6 yıl sonra, tarım ürünlerine verilen toplam destek miktarı ABD’de yüzde 22, AB’de yüzde 38, Japonya’da yüzde 64’tür. (10)
2001 yılı rakamları ile AB tarıma 105.6 milyar dolar destek verirken Türkiye aynı dönemde 6.3 milyar dolar destek verdi. AB yurtiçi gayri safi hasılasının yüzde 50’sini, Türkiye yüzde 4.3’ünü, tarımsal desteklemeye ayırdı. (19) Öte yandan ABD, Mayıs 2002 başında tarım sübvansiyonlarını yüzde 70 artırma kararı aldı.
Kendi ülkelerinde destekleyici-koruyucu politikaları sürdüren emperyalist metropoller Türkiye’ye tarımı desteklemekten vazgeçmesini, piyasasını rekabet koşullarına bırakmasını niçin dayatıyorlar?
IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı tarım programının amacı Türkiye’yi uluslararası sermayenin açık pazarı haline getirmektir
IMF/DB programı gereğince tarıma yönelik destekleme kurumlarını özelleştirme, işlevsizleştirme ya da tasfiye etme ve tarım ürünleri ithalatında koruma oranlarına yönelik yaklaşımlarla, tarımsal girdi ve kredi olanakları yok edilmiş, “tarım çökertilmiş” olacaktır. İstenen; kendine yeterliliği yok edilmiş, tarım ürünleri ithalatçısı konumuna düşürülmüş bir Türkiye’dir.
Reform programı ile Türkiye tarımı uluslararası sermayenin çıkarlarına göre şekillendirilmek isteniyor. Bu süreçte ülkenin gereksinimlerine ve toprak ve iklim gibi ekolojik koşullarına uygun geleneksel üretim deseni terk edilerek, tarım/gıda tekellerinin gereksinim ve yönelimlerine göre ve onların istediği koşullarda üretim yapılacak (örneğin sözleşmeli tarım). Bu ise uluslararası sermaye ile sektör temelinde bir eklemlenmeyi getirecek.
Mevcut üretim deseninin değiştirilmesi, tarımda kendine yeterliliğin terk edilmesi, ithalatın serbestleştirilmesi vb. ile tarım uluslararası tekellerin gereksinim ve yönelimleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmektedir. Bu uygulama ve yönelimler, Türkiye’yi uluslararası sermayenin açık pazarı haline getirme stratejisinin bir parçasıdır.
Türkiye tarımda kendi programını uygulamalıdır
Türkiye, pek çok iklim ve toprak tipinin görüldüğü bir ülke olması nedeniyle çok zengin bir bitki çeşitliliğine sahip olmasına karşın amaçlanan verimlilikten çok uzaktır. IMF ve Dünya Bankası tarafından yönlendirilen programlarla tarım bitirilmek üzeredir. Türkiye tarımının bu sarmaldan kurtulabilmesi için, çokuluslu tarım tekellerinin gereksinim ve yönelimlerine göre değil, ülkenin gereksinimlerine ve ekolojik koşullarına uygun olarak, demokratik bir tarzda oluşturulacak gerçek bir tarımsal reform programı uygulanmalıdır.

Kaynaklar
1.    ALTAN, F. 1998. “Türk Tarım Yapısı-Tarım Sayımlarının Mülkiyet ve İşletme Biçimleri Bakımından Karşılaştırmalı Bir Analizi”. Türkiye’de Tarımsal Yapı ve İstihdam, DİE, Yayın No: 2210, Ankara, s.401-447.
2.    BORATAV, K. 1991. 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm. Gerçek Yayınevi, İstanbul.
3.    BORATAV, K. 1995. “İktisat Tarihi (1981-1994)”. Türkiye Tarihi, 5. Cilt içinde, Cem Yayınevi, İstanbul, s. 159-213.
4.    BORATAV, K. 1998 a. “Serbest Piyasa ve Tarım”. Cumhuriyet, 24 Haziran.
5.    BORATAV, K. 1998 b. “2000’lere Doğru Türkiye’de Popülizm”. Mürekkep, Sayı: 10/11, Ankara, s. 8-13.
6.    BORATAV, K. 2000. “Kuşbakışı Türkiye Tarımı”. Cumhuriyet, 9 Şubat.
7.    BORATAV, 2001. Tarımın Ticaret Hadlerine İlişkin Mektup. 28 Şubat, Ankara.
8.    BORATAV, K., E. YELDAN ve A. KÖSE. 2000. Globalization, Distribution and Social Policy: Turkey, 1980-1998. CEPA and New School for Social Research, Working Paper No. 20, New York, February.
9.    GÜNAYDIN, G. 2001. Türkiye Şeker Sektörü Analizi. KİGEM/TMMOB  Ziraat Mühendisleri Odası, Ankara.
10.    MİNİBAŞ, T. 2002. “Globalizmin Potansiyel Tarım Pazarları”. Cumhuriyet, 13 Mayıs.
11.    OYAN, O. 2000. “Tarımda Ne Yapılmak İsteniyor?” Teori, Sayı: 127, İstanbul, s. 23-31.
12.    OYAN, O. 2001. “Tütünde Ne Yapılmak İsteniyor?”.  Dünya, 29 Haziran ve 13 Temmuz.
13.    SAVRAN, S. 1996. “Türkiye Ekonomisinde Kriz: 1994’ten 1995’e”. 93-94 Petrol-İş Yıllığı, İstanbul, s. 123-133.
14.    SÖNMEZ, M. 1992 a. 100 Soruda 1980’lerden 1990’lara “Dışa Açılan” Türkiye Kapitalizmi. Gerçek Yayınevi, İstanbul.
15. SÖNMEZ, M. 1992 b. Türkiye’de Gelir Eşitsizliği. İletişim Yayınları, İstanbul.
16.    SÖNMEZ, M. 2002. “Tarımda 4 Milyon Aile Kriz Kurbanı”. www. ekohaber.net, 4 Haziran.
17.    YELDAN, E. 2001. Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi (Bölüşüm, Birikim ve Büyüme). İletişim Yayınları, İstanbul.
18.    YENAL, N. Z. 2001. “Türkiye’de Tarım ve Gıda Üretiminin Yeniden Yapılanması ve Uluslararasılaşması”. Toplum ve Bilim, Sayı: 88, İstanbul, s. 32-54.
19.    YILDIRIM, A. E. 2002. “Avrupa Tartışmalarında Neden Tarım Yok?”. Dünya, 3 Temmuz.

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİ

ABD emperyalizminin Irak’ı işgal planı tartışmaları başladığında daha 3 Kasım seçimleri yapılmamıştı ve 58. hükümetinin büyük ortağı olacağı öngörülen AKP’ye yöneltilen ‘Türkiye’nin rolü ne olur’ soruları yanıtsız bırakılır durumdaydı. Seçimlerin hemen ardından AB ile sürdürülen müzakere tarihi tartışmalarının hüsranla sonuçlanması, ABD işbirlikçilerinin dillerine pelesenk ettikleri “Türkiye’nin tek dostu ABD’dir” teranesinin bu kez de R. Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti’nce üst perdeden ilanını beraberinde getirdi. AKP hükümetinin bu yaklaşımı, içinde bulunulan konjonktürde Türkiye’nin ABD’yle birlikte Irak işgalinde yer alacağının utangaçça ilanından başkaca bir anlam taşımamaktadır.
ABD emperyalizmiyle girdiği siyasi, askeri, ekonomik her ilişkiden büyük zararlar görmüş Türkiye halkının, ABD’nin savaş arabasına binmek istemeyeceği, kardeşlik duyguları beslediği Arap, İslam halklara kendi topraklarından açılacak bir savaş cephesine rıza göstermeyeceği, gerek hükümet gerekse egemenler için evvelemirde bilinen bir durumdur. 58. Hükümet de bunu gözeterek temkinli açıklamalar yapmaktadır.
Savaş yanlısı tutumun savunuculuğu görevi ise her zaman olduğu gibi medyanın gücüne bırakılmıştır. Sahibinin sesi medya baronları ve burjuva kalemşörler, Irak operasyonundan Türkiye’nin kazanacaklarını anlatmakla bitiremiyorlar. Daha Hükümet kurulmadan önce Türkiye’nin Irak savaşında alması gereken pozisyonu çok net  açıklayan bir başka güç de, ne acıdır ki Türkiye üniversitelerinin rektörleri ve YÖK olmuştur.

YÖK ağaları savaşın yanında!
YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz, 16 Ekim 2002 ‘de Rektörler Komitesi toplantısından sonra yaptığı açıklamada, Kuzey Irak’a müdahale hazırlıklarına destek verdi: “Büyük bir gönül birliğiyle Kuzey Irak’taki gelişmeler konusunda bir karar aldık. Türk üniversiteleri olarak Kuzey Irak’taki gelişmeler konusunda devletimizin yetkili organlarının alacağı her türlü önlem ve eylemin, sonuna kadar, maddi, manevi tüm varlığımızla yanında olacağız.”
YÖK’ün  açıklaması, yıllardır bilimin ve bilimsel üretim süreçlerinin gerici yasalarla tahakküm altına alındığı, sermayenin ve neoliberalizmin belirlediği piyasa kurallarının üniversiteleri getirdiği yeri ibret verici biçimde ortaya koymuştur.
YÖK’ün Kemalizm savunuculuğuyla, “dost, müttefik ülke ABD”yle işbirliği arasında salınan tutumu savaştan doğrudan zarar görecek mazlum halkların katledilmesine onay vermek demektir. YÖK ve rektörler, ABD emperyalizminin bölge zenginliklerine ulaşmasının yolundaki bütün engelleri kitlesel kırımlarla, katliamlarla kaldırması politikalarına destek vererek, üniversitelerin, bilimin emperyalizmin hizmetine ne oranda sokulmak istendiğinin eşsiz bir örneğini vermektedirler. Üniversiteler Irak’ın işgal edilmesiyle başlayacak ve bölgeyi kan gölüne çevirecek savaşların destekçisi olmaya çağrılıyor. Bu gerici tutum, Kerkük, Musul hayallerini yeniden canlandıran Misak-ı Millicilikle, milliyetçilikle desteklenmeye çalışılmaktadır.
Başta Kemal Gürüz olmak üzere bütün üniversitelerin rektörleri yaptıkları açıklamayla birlikte üniversitelere ve halka şu soruların yanıtlarını vermelidirler:
Üniversitenin savaşa koşulacak maddi ve manevi olanakları nelerdir? YÖK rektörleri mi, yoksa öğrencilerini mi savaşa gönderecek? Üniversitelerin laboratuvarları savaşa yönelik araştırmalarda mı kullanılacak?
Bilim kurumlarının başına çöreklenmiş sözde bilim adamlarının bilim mücadelesi tarihine kara bir leke olarak düşecek bu açıklaması daha pek çok soruya gebe. Ancak önemli olan, bütün bu soruları; üniversitenin sermaye ve emperyalizme uşaklıkta sınır tanımayan Prof. ünvanlı temsilcilerine üniversite öğrencilerinin sormasını ve yanıt almasını sağlamak zorunluluğudur. Bilimsel üretim süreçlerine, bilimi kendi çıkarları doğrultusunda kullanan ve baskı altına alan burjuvazinin kirli çıkarlarının değil toplumun çıkarlarının yön vermesini sağlayacak etkenlerin başında günümüz genç kuşağının çabalarının geldiği gerçeği, üniversite gençliğinin düşünce ve eylemini belirlemelidir.

Üniversite savaş karşıtı mücadelede sorumluluk üstlenmelidir!
Üniversite gençliği savaş karşıtı, anti-Amerikan, anti-emperyalist tartışma ve mücadelenin öznesi olmaya çok yatkındır. Üniversite gençliği, elbette ki başta Türkiye’de olmak üzere bölge halkları arasında gelişecek emperyalist savaş karşıtı bir cephenin örülmesine dinamizm kazandıracaktır. Ancak bu dinamizmin bilinç ve örgüt tamamlayanlarının zayıflığı/olmayışı, üniversiteli gençlik mücadelesinin toplumsal aydınlanma ve savaş karşıtı muhalefetin örgütlenmesindeki rolünü de cılızlaştırmaktadır.
Üniversiteli genç kuşakların burjuva ideologlarınca bilinç bulanıklığına itildiği, toplumsal hafızasının bulanıklaştırıldığı ya da yok edildiği gerçeği bilinmektedir. Somali’de, Yugoslavya’da, Filistin ve Afganistan’daki gelişmeler ve çatışmaların her biri üniversiteli gencin zihninde birbiriyle bağlantısı olmayan; etnik kökenli, dinsel-mezhepsel çatışma ya da savaşlar olarak yer tutmakta, emperyalizmin hedefleriyle aralarındaki diyalektik bağ kurulamamaktadır. Kapitalizmin tek ve ebedi sistem olarak kutsandığı Yeni Dünya Düzen’ci neoliberal politikaların belirlediği eğitim sistemi, üniversite gençliğinin bilincini ve hafızasını hedef almıştır. Üniversitenin piyasanın ihtiyaçlarına göre düzenlenmesinin, bilimsel üretimin ve aydınlatma sorumluluğunun sınırının da bu ihtiyaçlarca belirlenmesinin sonuçlarını yaşamaktadır üniversiteler. Ancak aynı üniversiteli kuşakların bugün savaş karşıtı tutum alması, bu fasit dairenin parçalanmasını kolaylaştıracak, bir bakıma zihinleri özgürleştirecektir.
Gelgelelim üniversite gençliğinin, savaş karşıtı tutumunu, “Biz tepkimizi göstersek ne olur, ABD Irak’a girecek, bizim tepkimiz mi engelleyecek ABD’yi, ABD durdurulamaz” biçiminde ‘sadece ifade etmekle’ sınırlı yaklaşımı, bu zihinsel devrimin önündeki en güçlü engeli oluşturmaktadır. Bu engel aşılmadan -ki bu laf üreterek değil, ancak, eylem örgütleyerek başarılabilir- ilerlenemeyeceği bilinmelidir.

Amerika durdurulabilir!
ABD’nin daha baştan Türkiye’nin bir dost ülke olarak Irak operasyonunda rol üstleneceğini ilan etmesi boşuna değildir. Türkiye coğrafik olarak da stratejik-jeopolitik konumu gereği de emperyalizmin hesapları bakımından önemlidir. Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’nın kesiştiği noktaya hakim, Ortaasya’ya açılan kapı olmak demek, emperyalistlerin nüfus ve pazar alanlarının bu bölgeden genişletilebilmesi demektir. Enerji koridoru olarak adlandırılan Türkiye’nin ABD emperyalizmi başta olmak üzere diğer emperyalist devletlerce de elde tutulmak istenmesinin nedeni, bu koridordan geçilerek ulaşılacak ve emperyalistlerin ekonomilerine devasa kaynaklar sunacak zenginliklerdir. İşte bu planların içerisinde kendisine karşı tutum alacak, Irak’ı işgal planında yer almayacak, üslerini açmayacak bir Türkiye, ABD’nin bölge planlarını zora sokacaktır. Üstelik Türkiye’de gelişecek bir anti-emperyalist mücadele hattı bütün bölge halklarının mücadele seyrini belirleme şansına sahiptir. 
Bundan yıllar önce, Amerika Vietnam’ın savaş teknolojisine yetişemediği için değil, Vietnam halkının Amerikan emperyalizmine karşı direngen ve kararlı tutumuyla yenilmiştir. Venezüella’da, Brezilya’da, Ekvador’da halkın anti-Amerikan, anti-emperyalist öfke ve mücadelesi, Amerikan karşıtı hükümetleri halk desteğiyle ayakta tutmakta ve emperyalizm bu ülke halklarına diz çöktürememektedir. ABD’nin Irak’ı işgal planına İngiltere destek vermeden önce kendi halkını ikna etmek zorunda kalacaktır ve bunun çok da kolay olmayacağı görülmektedir. Ve Ürdün başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinden insanlar Irak müdahalesini durdurmak için canlı kalkan olmaya gitmektedirler. Eğer Türkiye Hükümeti’nin Irak operasyonunda Amerika’nın yanında tutum almasını engelleyecek bir halk muhalefeti yaratılabilirse, ABD’nin başarısı tartışılmazlık durumundan çıkacaktır. Ve daha da önemlisi, bunların hiçbirisi kehanet değil, halkların mücadele deneyimlerinin gösterdiği gerçeklerdir. Bu mücadele, ABD’nin bölgeden tümüyle çekilmesinin, bölgeye ilişkin yapılacak her türlü düzenleme ve kararın bölge halklarınca alınmasının gerçekleşebilmesinin yolunu da açacaktır.
Üniversite gençliğinin mücadele örgütlerinden yoksun oluşu, güvensizliği, üniversite yönetimlerinin muhalif her hareketi disiplin soruşturmaları ve uzaklaştırmalarla bastırmaya çalışması, elbette üniversiteli gençlik kuşaklarının ‘değiştiremeyiz, ABD durdurulamaz’ duygularını pekiştiren etkenler arasındadır ve her biri önemli sorunlardır.
Ancak bütün bunlar, üniversiteli gençlik kuşakları arasında güçlü, sürekli, kapsamı her geçen gün genişleyen bir aydınlatma çalışmasıyla bilinir kılındığı ölçüde, karşıt tepkinin örgütlenebilmesini olanaklı kılar. Hiç unutulmamalıdır ki, hangi düzeyde olduğu bir yana, üniversitede savaş karşıtı bir eğilim ve tartışma ortamı vardır ve bu kendiliğinden tartışmalara yön verilmesi gerekmektedir. Üniversitenin ve üniversiteli genç aydın kuşakların toplumsal rollerinin hatırlatılması/bilince çıkartılması, bilimin ve akademinin savaşın yanında olamayacağı, bilim kürsülerinin tek başına kalmayı göze alarak da olsa savaş karşıtı kürsülere dönüşmesi için her çaba değerlidir ve mücadeleyi yükseltecektir.

YÖK’ün girişimlerini boşa çıkarmak
Üniversitenin egemen gerici ideolojiyi yayma gayreti elbette rektörlerin ve YÖK’ün yaptığı açıklamayla kalmadı/kalmayacak. Tarihsel altyapısı, eğitim kadrolarının genişliği, öğrenci sayısının fazlalığı ve gençlik hareketinin önemli bir merkezi olması özellikleriyle gözlerin üzerinde olduğu İstanbul Üniversitesi yönetimi, gerici ideolojisini doğrudan düzenlediği ve öğrencileri katmak için çaba sarf ettiği etkinliklerle perçinlemeye de çalışıyor. Üniversite içinde öğrencilerin düzenlemek istediği etkinliklere çoğu zaman izin vermeyen üniversite yönetimi, yüzlerce genci üniversitenin en büyük konferans salonlarında brifinglendirerek, resmi ideolojiye kazanmaya çalışıyor. Kıbrıs sorununu tartıştırıyor, Ortadoğu’da neler oluyor gündemli etkinliklere hazırlık yapıyor.
Benzer bir durum diğer üniversitelerde de çeşitli biçimlerde gelişecektir ve bu etkinlikleri takip etmek, buralarda yapılacak tartışmaları yönlendirmek, savaş karşıtı çalışmaların önemli unsurları arasında yer alırsa daha da anlamlı olacaktır. Aynı üniversitede şu ana kadar 88 bilim adamının “Savaşa Karşıyız” diyerek imzaladığı metinlerle geliştirdikleri tepki ve öğrenci kulüplerinin, temsilcilerin bir araya gelerek oluşturdukları savaş karşıtı platformlar, üniversitelerde kırılma noktasına işaret eden önemli gelişmeler olarak kavranmalıdır.

Savaş karşıtı her genç sorumluluk alabilmelidir
Bugün üniversitelerin sınıf ve anfilerinde yürütülen savaş karşıtı tartışmalar, üniversite bileşenlerini de içine alacak biçimde kitlesel mücadelelerin  örgütlenebileceğine işaret ediyor. Bunun için, laik’inden dincisine, sosyalistinden milliyetçisine savaşa karşı çıkan tüm kesimleri birleştirebilecek bir esneklikle hareket etmek gerekmektedir. Bu tür bölünmelerin savaş karşıtı cepheyi parçalayıp, zayıf düşüreceği unutulmamalıdır.
Savaş karşıtı tutumlarını açıklayan öğretim üyeleriyle birlikte etkinlikler, tartışma ve söyleşiler düzenlemek, savaş karşıtı tutum alan Türkiye aydınlarını, yazarlarını, sanatçılarını üniversitelere davet etmek, barış etkinlikleri düzenlemek, şenlikler düzenlemek, ama bunlardan bir ya da birkaçını değil hepsini başka başka araçlarla yapılır hale getirmek, her düzenlenecek etkinliğin kararını geniş öğrenci kesimleriyle almak ve gerçekleşmesi için katkı sunmak, üniversitelerdeki çalışmanın bileşimini ve niteliğini güçlendirecektir. 
Kısa bir süre önce yaşanan seçimlerden de hatırlanacağı gibi, Emek-Barış-Demokrasi Bloğu üniversitenin ileri kuşakları arasında bir heyecan yaratmış, Türk ve Kürt gençliğinin talepleri ve mücadele birliği üniversitedeki seçim atmosferini önceki seçimlerden farklı kılmıştır. Şimdi de görülmektedir ki, savaş karşıtı çalışmanın ilk karşılık bulduğu kesimler Blok için çalışan kesimler olmuştur, ve gençlik yığınları içinde bu konuda bir beklenti olduğunu söylemek gerçeği ifade edecektir. Bloğun üniversitelerdeki genç bileşenlerinin YÖK Yasa Tasarısı, disiplin yönetmelikleri, formasyon hakkı gibi akademik talepler için yürüttükleri ortak mücadele savaş karşıtı çalışmayla birleşmelidir. Kürt ve Türk gençliği bölge halklarının savaşa karşı mücadelesinin dinamiği olma görevini ve sorumluluğunu üstlendikçe bu çalışma  güç kazanacaktır.
YÖK gericiliğinin zayıflatılarak defedilmesi, üniversitelerin üzerindeki baskının kalkması, soruşturmaların durdurulabilmesi, üniversite eğitiminin bilimsel bir içeriğe kavuşabilmesi, üniversite öğrencilerinin mücadele örgütlerini inşa edebilmesinin olanakları böyle kapsamı geniş bir savaş karşıtı çalışmayla güç kazanacaktır. Türkiye üniversitelerinde gelişecek güçlü bir emperyalizm karşıtı mücadele, Türkiye emekçilerinin ve Ortadoğu halklarının mücadelesine güç katacaktır.

YAKLAŞAN TEHLİKE VE SAVAŞ HÜKÜMETİ

ABD’nin Irak’ı işgal planı artık senaryo olmaktan çıkıp büyük bir tehlike olarak hemen yanı başımızda duruyor. Dünyadaki ekonomik, siyasal alandaki gelişmelerin seyri, meselenin sadece Irak’la, petrol rezervleri ile sınırlı olmadığını, hatta petrol bölgesiyle de sınırlı kalmayacağını, Rusya, orta ve uzak Asya’yı da hesapların içine kattığını, bu bölgelerde yeni hesapların ve çatışmaların mayalandığını haber veriyor. Artık bu saatten sonra gerek petrol bölgesinde gerekse diğer bölgelerde yaşanacak savaşlar ve çatışmalar sürpriz olmayacaktır. Çünkü ABD’nin Irak işgali, emperyalist-kapitalist sistemin günahlarını örtmekle görevli burjuva analistlerin, yazar çizer takımının göstermeye çalıştığı gibi meselenin sonu, istikrarın müjdesi değil, ama tersine yeni kavgaların, bölgesel savaşların başlangıcıdır.
Dünya kapitalist sisteminde son dönemlerde giderek daha sıklaşan ekonomik krizler, pazar alanlarının daralması, tekeller arası sertleşen kıyasıya rekabet, haritaların yeniden elden geçirilmesini zorlamaktadır; Dünya ekonomisindeki son gelişmeler bu noktayı işaret etmektedir. Dünyanın en büyük ve canlı ekonomisi olan ABD ekonomisinde daha önce olumlu gözüken bütün göstergeler tersi bir eğilim içine girmiştir. Büyüme hızı 0 noktasına gerilemiş, önümüzdeki yıllar için eksi seyir beklenmektedir. Dış ticaret açığı büyümekte, bütçeden üretken olmayan alana, silahlanmaya ayrılan pay sürekli artmakta, buna karşın sosyal alanlara ayrılan paylar kısılmaktadır. ABD’nin en büyük şirketlerinden bir biri ardına iflas haberleri gelmekte, her iflas haberiyle birlikte yeni yolsuzluk dosyaları ortalığa saçılmaktadır. Bu görünümüyle ABD ekonomisi yolsuzluk, hile, hurda, bilanço oyunları, borsa oyunlarıyla dolu bir ekonomi olarak tarafsız gözlemcilerin gözünde bile şüpheli bir yere oturmuştur.
Yine dünyanın güçlü ekonomilerinden biri olarak gösterilen Japonya bir yandan iflaslar, rüşvetlerle çalkalanır, devlet adamlarının intiharlarına sahne olurken, geri ödenmeyen kredilerin büyük oranlara ulaşması bankacılık alanında büyük krizlere neden olmakta, kapitalist ekonominin temellerinden bankacılık sektörü sarsılmaktadır. Diğer yanda Amerika’nın bu ülke ekonomisi üzerindeki baskıları, Japon para birimi Yen’i köşeye sıkıştırma girişimleri, krizlerle sarsılan “Asya Kaplanları” olarak nitelenen ülkelerde en fazla Japon yatırımlarının ve ekonomik bağların olması bu ülkeyi zor duruma düşürmüştür.
Elbette en olumlu seyreden ekonomi durumundaki Avrupa Birliği ülkelerinde, esas olarak da AB’nin başında bulunan Almanya, Fransa gibi ülke ekonomilerinin son gelişmelerden etkilenmemesi düşünülemezdi. Emperyalizm döneminde zincirin halkaları gibi iç içe  geçmiş kapitalist ekonomilerin, birinde başlayan durgunluğun, küçülmenin, daralmanın, ödemelerdeki aksamaların, kredi sisteminde görülen geri dönüşlerdeki teklemelerin, ödeme sıkıntılarının diğerlerini etkilemesi kaçınılmazdır. Nitekim de öyle oldu. Son dönemde kapitalist ekonomilerdeki çözülme, AB ülkelerinde de hissedilmeye başlandı. Çöken şirketlere ve bunların yolsuzluklarına dair haberler gazetelerin ekonomi sayfalarında önemli yerler işgal etmeye başladı. Son olarak Alman medya devinin iflas haberleri, birbiri ardına kapanan işletmeler, İtalya’da otomobil devi Fiat’ın içine düştüğü durum vb., sıkıntılı günlerin Avrupa için de başladığını ilan ediyordu.
Bir yandan plansız, anarşik, aşırı üretimin yarattığı stoklar ile  pazar alanlarının sınırlılığı, zenginliklerin küçük bir azınlık elinde toplanması ile yığınların hızla yoksullaşması arasındaki çelişki nedeniyle sarsılan ekonomiler kapitalistler arasında yeni arayışları beraberinde getirirken, rekabet ortamını keskinleştirmekte, yeni birlikler, yeni ittifakları doğurmaktadır.
Diğer yandan kapitalist ekonominin enerjiye olan talebi her geçen gün daha vazgeçilmez bir hale gelmiştir. Tekeller açısından enerji kaynaklarını elinde bulundurmak demek hem geleceği güvence altına almak, hem de rakiplerine karşı üstünlük sağlamak demektir. Enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmak, rakiplerine karşı baskı ve şantaj silahına da sahip olma anlamındadır. Çatışmaların, savaşların, katliamların genel olarak enerji kaynaklarının, hammadde kaynaklarının çevresinde gelişmesinin nedenini burada aramak gerekir. Bu bakımdan önümüzdeki süreçte enerji kaynakları çevresindeki egemenlik mücadelelerinin sertleşeceğini söylemek için çok şey bilmek gerekmez. Kapitalizm geliştikçe hammadde eksikliği kendini o denli hissettirmekte, rekabetin koşulları o denli sertleşmekte, bütün yeryüzünde hammadde arama çabaları o denli alevlenmekte, sömürgelere sahip olma savaşımı o denli amansız olmaktadır.
Arap yarımadasındaki hegemonya mücadelesinin, bölgenin emperyalistlerin gözünde bu kadar değerinin olmasının nedeni bölgenin dünya petrol rezervlerinin büyük bölümünün burada olmasıdır. Son zamanlarda dünyanın gündemine oturan, ABD’nin başarısız darbe girişimine ve şimdilerde hükümetin devrilmesi için çeşitli senaryolara  sahne olan Venezuella’nın önemi de Arap yarımadasından sonra en önemli petrol kaynaklarına sahip olmasındandır. Daha önce ABD’nin Somali işgalinin, ABD uşağı Endonezya’nın kanlı diktatörü Suharto’nun yüz binlerce Doğu Timor’luyu katletmesinin en büyük nedenlerinden birisi ve Filipinler adının daha sıklıkla telaffuz edilmesinin nedeni de buralarda ki petrol yataklarıdır. Önümüzdeki günlerde Arap yarımadasına ek olarak çatışmaların, kaynaşmaların, hesaplaşmaların yaşanacağı bölgelerden birinin, Rusya ve bağlı federasyon ülkeleri, Hazar petrolleri olacağını söylemek fal açmak olmayacaktır.

NEDEN IRAK
Dünya petrol rezervleri bakımından birinci zengin ülke S.Arabistan, ikinci zengin ülke ise Irak’tır. Petrol rezervleri tablosuna şöyle bir göz atmak, çatışmalarla, çatışma alanları arasında bağ kurmak için yeterli olacaktır.

DÜNYA PETROL REZERVLERİ
ÜLKE                                           VARİL                  YÜZDESİ
S.Arabistan                                    262.699                  % 24,4
Irak                                               112.500                  % 10,5
İran                                                  99.080                  %   9,2
BAE                                                 97.800                  %   9,1
Kuveyt                                             96.500                  %   9,0  
Venezuella                                        77.685                  %   7,2
Rusya Fed.                                       65.405                 %   6.1
Nijerya                                              31.505                 %   2.9 
Meksika                                            26.941                 %   2,5
ABD                                                 22.045                 %   2,1

Arap yarımadasındaki Irak ve İran dışındaki ülkeler üzerinde ABD’nin egemenliği söz konusudur. Bu ülkelerde, ABD, bir yandan ekonomik gücünün kendisine tanıdığı avantajları kullanarak, diğer yandan bu ülkelerin yönetimlerine, krallıklara, prensliklere ve aile çevrelerine ödediği komisyonlar, rüşvetler, ABD’de de tanıdığı ayrıcalıklar, acentalar, şirket ortaklıkları vasıtaları ve alacak borç ilişkisinin kendisine sağladığı avantajla enerji kaynakları üzerinde denetime sahip olmuştur.  
Ancak İran Şahının devrilmesiyle, ABD bölgede en yakın müttefikini ve bu ülkenin enerji kaynaklarının üzerindeki denetimini  kaybetti. Aynı kötü son bu kez Irak yönetiminin arayı açması, ipleri koparmasıyla yaşandı. Bu durum birkaç açıdan ABD için sıkıntı  yarattı.
Birincisi, petrol ve doğalgaz rezervleri bakımından dünyada en zengin enerji kaynaklarına sahip ikinci ve üçüncü sıralardaki kaynaklar denetimden çıkmış oldu.  Bu ABD açısından hem ekonomik, hem de prestij ve güç kaybı demekti.
İkincisi; ABD’den boşalan bu alanlar, diğer emperyalistler ve aynı zamanda ABD’nin rakipleri tarafından doldurulmaya başlandı. Nitekim bu süreçte Fransa, Almanya, Japonya ve Çin, Irak ve İran ile ciddi işbirliklerine girişti, ticari ilişkileri gelişti, ortak ticaret ve yatırım anlaşmaları imzalandı. Putin ile birlikte yeniden toparlanma sürecine giren Rusya, çevre ülkelerle ilişkilerini geliştirmek yönünde yeniden bir canlanma sürecine girerken, AB ülkeleri, Çin gibi ülkelerin yanısıra İran ve Irak ile ilişkilerini güçlendirmeye başladı. Bunlar ABD için göz yumulacak gelişmeler değildi. Çünkü emperyalizm açısından başta gelen şey, egemenlik için çalışan büyük güçler arasında rekabettir. Yani doğrudan doğruya kendisi için olmasa bile, rakiplerini zayıflatmak, sömürge ve pazar alanlarından püskürtmek için de egemenlik ve ilhaklar peşinde koşmaktır. Sadece kendisinin güçlenmesi için çalışmakla sınırlı değil, ama aynı zamanda rakiplerinin güçlenmesini önlemektir. 
Üçüncüsü, Irak, İran gibi ülkelerin varlığı bölgedeki diğer ülke ve halklara kötü örnek oluşturmaktadır. Halklarda anti-Amerikancı, anti-emperyalist duyguları kışkırtmakta, bağımsızlıkçı fikirler gelişebilmekte, ABD uşağı olmadan, emperyalizmin körü körüne kölesi olmadan da pek ala yaşanabilineceği düşüncelerine ön ayak olmaktadır.
Üstelik, Arap yarımadasında Başta S.Arabistan olmak üzere enerji kaynaklarına sahip tüm ülkeler hala krallık, prenslik gibi yönetim biçimleriyle yönetilmekte, ülkelerin gelirlerinin büyük bölümüne hanedanlıklar el koymakta, geniş halk kitleleri ile hanedanlıklar arasında ciddi kopukluklar, hoşnutsuzluklar yaşanmakta, halk içindeki huzursuzluklar büyümektedir. Diğer yanda ise hanedanlıkların kendi içinde, aile içi  kargaşalar, bölünmeler, iktidar sürtüşmeleri yaşanmaktadır. En basitinden halkın beklentileri ile, yönetim politikaları ters düşmektedir. Örneğin bu ülkelerde en son yapılan kamu oyu yoklamaları, halkın büyük bölümünün ABD’nin Irak’a saldırısına ve ülkelerinin yönetimlerinin bu saldırıya destek vermelerine karşıdır. Ama yönetimler ABD’nin yanındadır!
Dördüncüsü; İsrail’in güvenliğini sağlamaktır. Her ne kadar bölgede ABD’nin temel müttefiki, silahlı gücü, tetikçisi olarak gözükse de, ABD ekonomisinin kilit noktalarının yahudiler tarafından tutulduğu, ABD’nin en büyük tekellerinde ve finans merkezlerinde yahudi sermaye sahiplerinin etkin olduğu göz önüne alındığında ABD politikalarının belirlenmesinde bunlar önemli derecede söz sahibidir. Dolayısıyla ABD, İsrail ilişkisi değerlendirilirken, tavuk mu yumurtadan, yoksa yumurta mı tavuktan çıktı deyişinden hareket  edilebilir.

ENERJİ KAYNAKLARI  VE KAPİTALİZM
Venezuella, Latin Amerika’da bölgenin en zengin petrol rezervlerine sahip ülkesidir ve yukarıda ki çizelgede de görüleceği üzere dünya petrol üretimi ve rezervleri açısından oldukça önemli bir yere sahiptir. Latin Amerika’yı arka bahçesi olarak gören ve burada her istediğini yapma, yönetimler belirleme, darbeler düzenleme, katliamlar yapma, karşı ordular örgütleme hak ve yetkisini kendinde gören ABD, petrolünü de istediği gibi kullanıyor, denetliyordu. Hugo Chavez’in devlet yönetimine gelmesiyle birlikte, en önemli petrol işletmeleri devlet kontrolüne alındı. Bu durum ABD’nin yağmasına sekte vurdu. ABD petrol tekellerinin çıkarları sarsıldı. Üstelik Chavez, ABD’nin her dediğini onaylamıyor, örneğin Küba ile sıkı ilişkiler geliştiriyor, ABD’nin Afganistan işgaline açıkça karşı çıkıyor,  yola taş koyuyordu. Hiç şüphesiz bu  ABD için hoş görülecek bir tutum olamazdı. Venezuella’da ABD bir darbe düzenledi. Darbede ABD’nin yanına aldığı güçler, Venezuella medyası, generaller ve zenginlerdi. Halk sokaklara dökülünce darbe başarısızlıkla sonuçlandı. Chavez görevinin başına döndü. Şimdi ABD petrol tekellerinin, medyanın ve zenginlerin kışkırtmasıyla yönetime karşı gösteriler düzenleniyor. Bu tablo bizlere Şili’de Allende’nin devrilmesi ve kanlı Şili faşist cuntasının işbaşına getirilmesini anımsatıyor.
1993 yılında ABD, Somali’yi işgal etti. Bu işgalde ABD’nin yanında Barış Gücü adı altında Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı birlikler de yer aldı. Hatta bir dönem komutanlığı, sonradan MGK sekreterliği de yapan ve vatan-millet adına mangalda kül bırakmayan Çevik Bir yürüttü. ABD’nin Somali’yi işgalini dönemin ABD Başkanı, şu andaki başkan Bush’un babası George Bush şöyle açıklıyordu: “ Yiyecek dağıtımının güvenliğini sağlamak.”
Evet açıklama aynen böyleydi. İyi yürekli ABD, Somali’de açlığa, yoksulluğa yüreği dayanamamış, yiyecek yardımı göndermeye karar vermişti! Ancak ABD’nin iyi yürekliliği bu kadarla da sınırlı olamazdı! Yiyecekleri gönderip, nasıl dağıtırsanız dağıtın diyemeyecek kadar sorumluluk sahibiydi! Yiyecekler ABD ordusu ile birlikte, tanklarla, toplarla, jetlerle, bombalarla gönderildi! Gerçi askerlerin sayısı ve cephanelerin ağırlığı yiyeceklerden kat be kat fazlaydı, ama olsun, o kadar kusur kadı kızında bile olurdu! Yiyecekler halka sus payı olur mu diye dağıtıldı, ama halk susmadı. İyi yürekli Amerikan askerleri ve başında Çevik Bir’in bulunduğu Barış Gücü, Somali’lere kurşun yağdırdı. ABD, petrol kuyularına el koydu.
Somali’nin ABD yanlısı Devlet Başkanı Muhammed Siad Barre bile şöyle diyordu: “ Somali’nin yaklaşık üçte ikisi Conaca, Amoca,  Chevron ve Philips gibi Amerikan petrol devlerine ayrılmıştır.”
Endonezya’nın kanlı diktatörü Suharto emriyle Doğu Timor’a bombalar yağdıran yüz binlerce Doğu Timorluyu katleden Endonezyalı subaylar ABD tarafında eğitilmişti ve silahları ABD tarafından verilmişti. Doğu Timor’un önemi, petrol yataklarına sahip olmasından ileri geliyordu.
Filipinler adını sık sık duymamızın nedeni de aynı gerekçedir.
Ve şimdilerde Hazar çevresinde kopan fırtınanın Hazar Petrollerinden kaynaklandığını söylemeye bile gerek yok.
Bunları yapan, Irak yönetimini ve Saddam Hüseyin’i “demokratik olmamak ve insan haklarına  saygılı davranmamak”la suçlayan, bunu Irak’a saldırının gerekçelerinden biri haline getirip kendisini demokrasi tutkunu ve insan hakları savunucusu olarak pazarlamaya çalışan ABD’nin sicil kaydı hiç de böyle söylememektedir. Tersine ABD’nin bu güne kadar tüm dünyada yaptıklarına şöyle kabaca göz atmak bile bu ülkenin sicilinin nasıl bozuk, nasıl vahşi bir demokrasi ve özgürlükler düşmanı olduğunu kanıtlamaktadır.    
Arjantin ve Şili’de  darbeler düzenleyip, askeri faşist diktatörleri işbaşına getirenin ABD olduğu herkesçe bilinmektedir. Bu darbeler hakkında sayfalar dolusu belgeler, kitaplar yayınlanmış, filmler çevrilmiştir. Arjantin ve Şili faşist diktatörlüğü altında bu ülkeler tam bir insan mezbahanesine çevrilmiş, on binlerce insan katledilmiş, yargısız infazlara kurban gitmiş, kaçırılmış, yüz binlerce insan tutuklanarak en vahşi işkencelerden geçirilmiştir.
Hitler döneminin takipçisi ırkçı Güney Afrika yönetiminin arkasında ABD vardı. Endonezya’nın kanlı diktatörü Suharto’nun patronu yine Amerika’ydı. Dünyada en cani diktatörlerden biri olarak tanınan Somoza’nın arkasında da ABD vardı. Zaire’de katil Mabutu, Uganda’da cani İdi Amin’in ipleri ABD’nin elindeydi. Peru, Uruguay, Paraguay, Kolombiya, Bolivya, Meksika ve diğer Latin Amerika ülkelerinde halk hareketlerini bastırmak için kontrgerillayı, paralı katilleri örgütleyen, eğiten ve katliamlar düzenleyen, sendikacılardan aydınlara, demokratlardan devrimcilere kadar binlerce insanı katleden güç Amerika’ydı.
Kamboçya’yı bombalayıp 600 bin Kamboçyalıyı, Laos’ta 350 bin Laosluyu katleden yine aynı adresti: Amerika.
14-Ekim-1984 yılında dünya basınına yansıyan bir haberde CIA’nın Nikaragua’da kontrgerillalara dağıttığı bir el kitabından bahsediliyordu. “Psikolojik Savaş Kılavuzu” adlı bu kitapta, kontrgerillalara Sandinistlerin nasıl öldürüleceği ve kimlerin hedef seçileceği anlatılıyordu.  Bu kitaba uygun olarak, CIA tarafından yönetilen kontra saldırıların hedeflerinden çoğunluğunu sağlık personeli, öğretmen ve kooparatif  yöneticileri oluşturmuştu. Çünkü,  Sandinist devrimi sağlık ve eğitim alanlarında büyük bir başarı sağlamıştı. Somoza diktatörlüğünde nüfusun sadece yüzde 25’i sağlık hizmetlerinden faydalanabilirken, Sandinistlerin yönetiminde 1982’de nüfusun yüzde 70’i düzenli sağlık hizmetlerine kavuşmuştu.
Nikaragua’da ki kirli savaşın komutanı CIA’nın üst düzey şeflerinden Duare Clarridge, Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesine verdiği ifadede, doktor ve hemşirelerin öldürüldüğünü doğruladı ve şöyle dedi: “ Bu bir savaş.”
ABD’nin demokrasisi böyle bir demokrasiydi, onun demokrasisinde halka hizmet götürenler cezalandırılırdı!
Ve yine mazlum Filistin halkını kana boğan, topraklarında eden, tanklarla evlere dalıp minicik bebeleri, yaşlı ihtiyarları kurşuna dizen, tank paletleri altında ezen İsrail’in arkasındaki güç ABD değil midir.
Hadi çok uzaklara gitmeyelim. 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünü örgütleyen gücün ABD olduğu bilinmiyor mu? Yüz binlerce insanımızı işkencelerden geçiren, ceza evlerine dolduran, yüzlerce insanımızı işkencelerde, baskınlarda katleden 12 Eylül rejimi insan haklarını, demokrasiyi mi sağladı?
Örnekler çoğaltılabilir. ABD’nin dünya halklarına yaptıkları hakkında yüzlerce kitap yazılmıştır ve yazılabilir. Öyleyse ABD’nin Irak’ı demokratik olmamakla, insan haklarına saygılı davranmamakla suçlamasının en küçük bir inandırıcılığı olabilir mi?
Oysa nerede bir ABD müdahalesi varsa orada ABD çıkarları, emperyalist politikalar, egemenlik, hegemonya isteği vardır. Nerede bir ABD müdahalesi varsa orada faşist diktatörler, insan cellatları iş başına gelmektedir.
ABD’nin demokrasi yok diye işgal etmeye kalktığı Irak’ta  demokrasinin olmadığını varsayalım, peki ABD’nin dostu S.Arabistan’da demokrasi mi vardır? Kuveyt’te, Katar’da, Ürdün’de ve diğer bölge ülkelerinde demokrasi mi vardır? Katil İsrail devleti mazlum Filistin halkına bomba değil de insan hakları beyannameleri mi atmaktadır?
Buralarda elbette demokrasi yoktur, en gerici türden krallıklar, prenslikler, hanedanlıklar vardır. Gel gelelim ABD’nin bunlara ilişkin itirazı olmadığı gibi, tam destekle arkasındadır. Çünkü, ABD’ye lazım olan şey, demokrasi, insan hakları değil, sömürü sahaları, enerji kaynakları, kendisine bağlı yönetimlerdir. Daha 1948’de hazırlanan bir gizli raporda ABD’nin önemli devlet adamlarından George Kennan şöyle diyordu: “ İnsan hakları, yaşam standartlarının yükseltilmesi ve demokratikleşme gibi belirsiz ve gerçek dışı amaçlar hakkında konuşmayı bırakmalıyız. Eğer olağanüstü zenginliğimizi diğerlerinin sefaletinden ayıran farklı konumumuzu sürdürmek istiyorsak özgecilik ve dünyanın yararı türü idealistçe sloganların ağzımıza dolaşmasına izin vermeden açık açık güç gösterisine baş vurmalıyız.”  
ABD, Kennan’ın dediği gibi, “demokrasi, insan hakları, dünyanın çıkarları, yaşam standartlarının yükseltilmesi” gibi  palavraları bir kenara bırakmalıdır.
Irak’ın da içinde yer aldığı petrol bölgesi, dünya petrol rezervlerinin yarısından fazlasına sahiptir.  Dünyanın irili ufaklı pek çok ülkesi ihtiyacını bu bölgeden karşılamaktadır. ABD içinde rakipleri içinde enerji ihtiyacı açısından son derece stratejik öneme sahiptir. ABD tükettiği petrolün yüzde 50’sinden fazlasını dışarıdan ithal etmektedir. Önümüzdeki yıllarda bu oranın yüzde yetmişleri geçeceği varsayılmaktadır. Ve ABD, petrol ihtiyacının yüzde 32’sini Arap yarımadasından sağlamaktadır. Önümüzdeki yıllarda bu rakamın yüzde 50’lere ulaşacağı hesaplanmaktadır. İngiltere petrol ihtiyacının yüzde 45’ini, Japonya yüzde 76’sını, Fransa yüzde 89’unu, Çin de petrol ihtiyacının çok büyük bölümünü buradan karşılamaktadır.
Demek ki, bölgeyi elinin altında tutmak, enerji kaynaklarını denetim altına almak demek, hem emperyalist ülke ve tekeller açısından geleceğe daha güvenle bakabilmek, hem de bu gücü rakipleri üzerinde sağlam bir tehdit, baskı ve şantaj aracı olarak kullanma şansına sahip olmak demektir. Nitekim de öyle olmaktadır.
Bunun acısını çeken rakipler için çare, bölgeye sızmak, güç ve etki sahibi olabilmekte yatmaktadır. Ancak ekonomik gücün kendisine sağladığı avantajla ABD, rakiplerini bölge dışına atmak, köşeye sıkıştırmak ve kendine muhtaç haline getirebilmek için her şeyi göze almaktadır.
Petrol bölgesiyle birlikte enerji  nakil yolları da ABD’nin kontrolü altındadır. ABD bölgeyi askeri istila  altına almış, askeri üslerle denizden, karadan, uçak gemileri aracılığıyla havadan kuşatmıştır. Sürekli gerginliklerin, çatışmaların, savaşların yaşandığı bölgeden en fazla çıkar sağlayanlar petrol tekellerinin yanısıra ABD’li silah tekelleridir. Bölge ülkeleri büyük bir hızla silahlanmaktadır. Bölge tam bir cephaneliğe çevrilmiş durumdadır. ABD’li silah tekellerinin en büyük müşterisi bölge ülkeleridir. ABD’li silah tekellerinin bölgede uyguladıkları en basit ve bilinen taktiklerden biri, yeni üretilen silahlardan bir miktarını hibe yoluyla veya indirimli olarak İsrail’e vermektir. Böylece İsrail’in sahip olduğu silahlara Arap ülkelerinden müşteri çıkmaktadır. İsrail, Filistin halkının katili istilacı güç ve ABD’nin bölgedeki en yakın müttefiki olmakla birlikte savaş kışkırtıcısı rolüyle, silahlanma yarışının da ateşleyicisi, silah tekellerinin pazarlama aracıdır.  

IRAK İŞGALİ YENİ SAVAŞLARIN HABERCİSİDİR
İsrail doğal bir ABD üssüdür. Bunun yanı sıra ABD’nin 200 bin hazır kuvvet, 100 bin ihtiyattan oluşan Çevik Kuvvet Gücünün sorumluluk alanları Güney Asya, Basra Körfezi ve Kızıldenizdir.  ABD’nin  S.Arabistan ve Katar’da üsleri bulunmaktadır. Irak işgalinin gündeme gelmesiyle birlikte, S.Arabistan yönetiminin halktan gelen tepkiler üzerine ABD’ye beklenen düzeyde güçlü bir destek sunamayacağının belirginleşmesiyle Katar’da ki üslerin güçlendirilmesi yoluna gidildi. Ancak, Katar yönetiminin İran ile iyi ilişkiler içinde olması ABD’yi hoşnut etmiyor. Ünlü El-Cezire televizyonu da Katar’da bulunuyor.
Yine bölgede ABD’nin yakın dostu ve üslerin bulunduğu ülkelerden birisi Bahreyn. Bahreyn, Bush yönetimi tarafından, “NATO üyesi olmayan müttefik” ilan edilmişti. ABD’nin “NATO üyesi olmayan müttefikler”listesinde Mısır ve Ürdün de bulunuyor. Halen ABD 5.Filosunu barındıran Bahreyn’e yeni askeri yığınaklar yapılıyor.
Ürdün de ABD’nin sadık dostu. Ürdün yönetimi ABD’nin Irak’ı işgaline açık bir destek vereceğini ilan etti. Ürdün, Türkiye ile birlikte bu saldırı da ABD’nin en temel vurucu gücü olarak ileri çıktı. Yine Kuveyt’te ABD üs ve askerleri bulunuyor. İçinde bulunduğumuz günlerde, ABD ve Kuveyt ordusu ortak bir tatbikat yapıyorlardı.
Ancak ABD’nin silahlı gücü bunlarla da sınırlı değil. ABD ordusu dev bir ahtapotun kolları gibi dünyanın dört bir yanına kollarını uzatmış, savaş aletlerini taşımış durumda.  ABD’nin Bosna’da, Yunanistan’da askeri üsleri var. Ayrıca Norveç’te dinleme istasyonları bulunuyor.
Afganistan saldırısıyla birlikte ABD, bu bölgeye tahminlere göre, 8 ile 10 bin ABD ve NATO askeriyle üsler kurarak yerleşti. Ayrıca Afganistan saldırısı, ABD ve İngiliz birliklerinin Türkiye, Kıbrıs, Arap Yarımadası, Japonya ve Güney Kore’ye yığınak yapmasıyla sonuçlandı. NATO üyesi ülkelerin deniz kuvvetleri varlığı bir yıl öncesine göre yüzde 50 arttı.
Japonya’da 30’u Okinawa’da olmak üzere 65 ABD tesisi bulunuyor. Japonya topraklarındaki ABD askeri sayısı 70 bini aşıyor. Güney Kore’de 30 ABD askeri üssü ve 25 bin ABD askeri var. ABD’nin Tayvan, Filipinler, Pakistan, Doğu Avrupa ve balkanlarda da üsleri var. Türkiye zaten ABD için serbest bölge!
ABD Afganistan işgaliyle stratejik bir bölgeye egemen oldu. Çünkü Afganistan yeri konumuyla, bir yanıyla Rusya Federasyonuna, diğer yanıyla Çin’e, bir tarafıyla Irak ve İran’a yakınlığıyla tam bir hakim tepe konumundaydı. ABD bu harekatla tam orta yere yerleşti. Böylece hem Rusya ile  Çin arasına girdi, Rusya Federasyonuna bağlı topluluklarla sınır edindi, hem doğu ve güney Asya’ya   enerji nakil yolu olan Hint Okyanusunu karadan da denetleme olanağını kolaylaştırdı, hem de Basra körfezini bir başka noktadan da sıkıştırma imkanına kavuştu.
Uzak Asya ülkeleri, başta Çin ve Japonya olmak üzere enerji talebini esas olarak petrol körfezinden karşılıyor. Üstelik  önümüzdeki dönemde dünya enerji talebindeki artışın büyük bölümünün Çin ve Japonya’nın bulunduğu bu bölgeden geleceği hesaplanıyor. Buraya enerji nakli için tek yol Hint okyanusudur ve burası da ABD 7. filosu tarafından denetleniyor. Bu durum söz konusu ülkeler açısından son derece sıkıntılı bir durum. ABD’nin sopası her zaman enselerinde. Başta Çin ve Japonya olmak üzere bu çemberi kırmak, tek yönlü bağımlılıktan kurtulmak istiyor. Son dönemlerde Rusya, Çin, Japonya arasında geliştirilmek istenen Türkmenistan petrol ve doğalgazının Çin’den geçirilerek doğu sahillerinden Japonya’ya taşınmasına yönelik, Rus, Çin, Japon ortak petrol ve doğal gaz hattı projesi ABD’yi rahatsız etti. Yine İran ile Çin, Rusya-Irak ve Rusya-İran ticari anlaşmaları, Çin’in İran’a silah verip petrol alması, aynı biçimde Rusya İran alışverişi ABD’yi endişelendirdi.
Yine son yıllarda hızla yakınlaşan Çin ve Rusya, hem ticari ilişkilerinde önemli sıçramalar yapmışlar, hem ortak yatırım anlaşmaları imzalamışlardır. En son olarak Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin”in Rusya ziyaretinde iki ülke başkanlarının ortak açıklaması önümüzdeki süreçte yaşanabilecek gerginlikler, arayışlar hakkında açık bir fikir vermektedir. Yine Rusya Federasyonuna yönelik ABD’nin kışkırtıcı girişimleri, bağlı ülkeler, Türkmenistan, Azerbeycan, Kazakistan, Özbekistan, Çeçenistan üzerinden yürüttüğü faaliyetler, bu ülkelerde üs alanlarına yönelmesi, eski NATO üslerinden yararlanmaya başlaması ve NATO aracılığıyla girişimlerini yoğunlaştırması yangına körükle gitmektir. Nitekim özellikle son dönemlerde gündeme gelen Hazar petrolleri ile ilgili tartışmalar, anlaşmazlıklar önümüzdeki süreçte çatışmaların yönünün bu bölgeye doğru kayacağını işaret etmektedir. Etmektedir çünkü, aynı bölgede Hazar petrollerinden hak talep eden İran da bulunmaktadır. Ve o İran ABD’nin hedef ülkeler listesinde baş sıradadır. ABD’nin hedefi Irak’tan sonra İran’dır.
Örneğin Çeçenistan’ın karışıklıkların odak noktalarından biri haline gelmesinde, ABD’nin Rusya Federasyonunu bölüp, parçalama, ayrılıkçılığı kışkırtma planlarının yanı sıra, Çeçenistan’ın Hazar Petrollerine açılan son kapılarından biri olması yatıyor. Çünkü ABD, Hazar petrollerinin ve doğal gazının batıya taşınmasında Rusya’yı saf dışında bırakmak istiyor.
Tüm bu oluşumlar artık gerçeği daha açık bir biçimde ortaya seriyor; emperyalistler arası  pazar kavgaları, enerji ve hammadde kaynaklarına olan talep  kızışıyor, rekabet kıyasıya sertleşiyor, çelişkiler keskinleşiyor. Her yeni yerel, küçük çaplı çatışmalar, daha büyük çaplı çatışma ve bölgesel çatışmaları mayalıyor. ABD’nin Irak işgali bu süreci hızlandıracaktır.

ABD SİLAHININ UCUNDAKİ SÜNGÜ: TÜRKİYE
Türkiye, Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulamaya çalıştığı çevreyle eşit mesafeli, dengeleri gözeten geleneksel dış politika çizgisini uzun süreden beri terk etmiş bulunuyor. NATO üyesi olma sürecinden önce Kore’ye asker göndermekle başlayan,  NATO üyesi olmakla devam eden süreç, emperyalizmin, esas olarak da ABD’nin uydusu haline gelmekle noktalandı. Bir dönem Sovyetler Birliğine komşu olması dolayısıyla ABD’nin buraya yönelik planları çerçevesinde jeopolitik bir öneme sahipken, Petrol bölgesinde İran şahının devrilmesiyle önemli müttefiklerinden birini kaybeden ABD, Ortadoğu da Türkiye’yi daha fazla öne sürmeye başladı. İsrail ile ilişkilerde hızlı bir yakınlaşma ve işbirliği süreci başladı. Daha önce gizli, el altından yürütülen Türkiye-İsrail ilişkileri masa üstüne çıktı. Bölgede ABD-Türkiye-İsrail üçgeni kuruldu. Aynı Türkiye, Amerikan çıkarlarına endeksli dış politikası nedeniyle, Rusya Federasyonunun bölünme girişimlerinde, “Türki Cumhuriyetler” içinde pis işlerin içine girdi, operasyonlar yürüttü. Çeçenistan’dan, Özbekistan’a, Gürcistan’dan Türkmenistan’a kadar ülkelerin içişlerine burnunu soktu, Azerbeycan da darbe örgütlemeye kadar işi vardırdı. Aynı Türkiye egemenlerinin bir eli Bosna’da, Irak, İran içindeki Türkmenlerde, Afganistan’daydı. Çin Uygur Özerk Bölgesinde Uygurları Çin’e karşı örgütlediği ve kışkırttığı için defalarca Çin tarafından protesto edildi. Türkiye’nin ABD’nin taşeronluğuna indirgenen dış politikası, ciddi bir devletin dış politikasında çok, çete devletlerin, kabile yönetimlerinin politikasını andırıyordu. Bu yüzden de Türkiye çevresinde ne kadar komşu ülke varsa hepsiyle sorunlu hale geldi.
İsrail ile izlenen yakınlaşma, birlikte hareket etme politikaları, Türkiye’yi Arap halkların gözünde düşürürken, Türkiye’nin ismi ABD, İsrail ile anılır oldu. Türkiye ABD ve İsrail’le ortak davranabilme adına, bölgeden tecrit oldu. Bu üçlü ittifak Türkiye’yi beladan belaya sürüklüyor. Türkiye, Ordunun modernizasyonu çerçevesinde tank ve uçak yenilenme ve geliştirme ihalesini İsrail’e verdi. Türkiye, İsrail ile ortak deniz tatbikatları yapıyor. Türkiye hava sahasını İsrail hava kuvvetlerine açtı. Yapılan anlaşmalar sonucu., İsrail, Türkiye’nin Iran, Irak ve Suriye sınırlarında istihbarat, casusluk faaliyetleri yürütme serbestisi kazandı. Sınırlarda dinleme noktaları oluşturdu. İsrail, buralardan İran, Irak ve Suriye’deki hareketleri takip ediyor, bilgi topluyor, içeriye sızmalar gerçekleştiriyor. Elbette bu durum komşu ülkeler tarafından hoş karşılanmıyor, Türkiye’yle ilişkiler geriliyor.
İsrail, İran, Irak ve Suriye’yi kendisine zarar verecek güçler olarak görüyor. İran, Suriye ve Irak ise Türkiye’yi ABD ve İsrail’in sadık dostu, kendisine yönelik tehlike olarak değerlendiriyor. İsrail Devlet Başkanının geçtiğimiz günlerde yaptığı, “Irak’ın kitle imha silahlarının Suriye’de saklandığı” açıklamaları, yine bu cenahtan sık sık gündeme getirilen El-Kaide militanlarının İran’da saklandığı suçlamaları, bu ülkelerin kaygılarının boş bir kuruntu olmadığını gösteriyor.
Enerji kaynaklarına el koyma mücadelesi, emperyalistler arası kıyasıya rekabet, ABD ve İsrail’in açıklamaları, Türkiye’nin pozisyonu; ABD’nin planlarında Irak sonrası hedefin İran ve Suriye olduğunu gösteriyor. Bu durumda önümüzdeki süreç de Türkiye’nin bölgede kendisine komşu ülkelerin hepsiyle savaş durumuna girmesi kaçınılmaz hale gelirken, ABD ve İsrail ile ilişkilerini koparmadan, bağımsız bir ülke durumuna gelmeden başının beladan kurtulamayacağı net bir şekilde görülüyor.
Oysa Türkiye’yi yöneten güçler, kişilikli, ülkenin çıkarlarını düşünen, çevreyle olumlu ilişkiler geliştiren, barışçı bir dış politika yerine, ABD’ye kölece bağlı bir dış politika sürdürmekte ısrar ediyor. Bunun sonucunda da gittikçe daha fazla batağa saplanıyorlar.
Seçimlerde tek başına hükümet olma şansına erişen AKP’nin ABD’nin savaşçı ve ilhakçı politikasına hizmet etme gayretiyle, kendinden önceki hükümetlerin bile çok önüne geçtiği ve ülkeyi tam bir sömürgeleştirme sürecine, hem de gönüllü biçimde soktuğu görülüyor. Yaşlı ve hasta Ecevit’i bile sıkıntıya sokan ABD istekleri, AKP hükümeti tarafından üst makamın emri olarak kabul ediliyor. Hatta, ABD’nin Irak işgali konusunda Türkiye’den isteklerinin hükümetin daha konuşma aşamasındayken işleme konması, hükümet konuşurken işlerin yürümesi karşısında, Başbakan Gül’ün “ iş kontrolümüzden  çıktı” sözleri ve hükümetin bundan rahatsızlık duymak yerine, ABD isteklerini yerine getirebilmek için gaza basması hükümetin vahametini gösteriyor.
Günler ilerledikçe ABD’nin isteklerinin sınırsızlığı belirginleşirken, aslında pek çok şeyin karara bağlandığı, ABD’nin taleplerinin çok öncelerden bilindiği ve Genelkurmayın uzun süreden beri hazırlıklarını bu talepler doğrultusunda yaptığı bir sır olmaktan çıkıyor.
İlk önceleri, ABD’nin Türkiye’den sadece İncirlik gibi birkaç üs istediği dillendirilirken, zaman içinde bunun hiç de böyle olmadığı meydana çıktı. ABD’nin istekleri dudak uçuklattıran cinstendi. Türkiye, ABD’nin Irak işgali planlarında en aktif rolü üsleniyordu. Hükümet, ülke yönetimini elinde bulunduran siyasi erk, ABD’nin isteklerini karşılamak için tüm varlığıyla seferber olmuştu. Bu öyle canhıraş bir seferberlik ve gönüllülüktü ki, ABD’nin Arap yarımadasında en sağlam müttefikleri olan ve hem de ülkenin kaderi iki dudaklarının arasında olan krallar, prensler bile, ABD’nin isteklerini karşılamakta daha çekingen ve temkinli davranmak ihtiyacını hissediyorlardı. Oysa Türkiye devleti ve AKP, bu konuda krallardan bile daha fütursuz davranabiliyor, gözleri bağlı bir adam gibi ABD nereye yönlendirirse o yöne koşuyorlardı. Bu davranış hem ülkenin başına geri dönülmeyecek, ileride yeni hesaplaşmalar ve karşılaşmalarda önüne konacak faturaların sayısını çoğaltıyor, ülkenin ciddiyetini ortadan kaldırıyor, hem de itibarsızlaştırıyordu. Artık gelinen nokta da, hem bölge, hem Avrupa, hem genel olarak dünya nezdinde, Türkiye dış politikası diye bir şey olmadığı, Türk dış politikası denilen şeyin, ABD dış politikasının bölgesel versiyonu olduğunda kesin bir görüş birliği hakim oldu. Nitekim, AB bile, Türkiye’yi ABD’nin Truva atı olarak gördüğünü ilan etti. Herhalde bir ülkenin itibarı ancak bu derece sıfırlanabilir, dış politika denilen şey ancak bu kadar şahsiyetsizleştirilebilir ve alay konusu ettirilebilirdi.
Her gün yeni bir isteğinin kamuoyuna yansıdığı, bu kadar da olmaz derken yeni ve daha aşırı isteklerini art arda dizen ABD’nin, Türkiye’den altı üs, iki liman, Mersin Irak demiryolu ve 90 bin Amerikan askerini barındıracak toprak talep ettiği açıklandı. Ancak taleplerin altı kazındıkça isteklerinin bunlarla da sınırlı olmadığı, aslında ABD’nin Türkiye’nin tamamını istediği ortaya çıktı. Başlangıçta, İncirlik, Diyarbakır, Batman, Muş ve Malatya Erhaç üsleri telaffuz edilirken, ABD’nin 14 üs ve sivil havaalanlarını sınırsız kullanımını istediği meydana çıktı. Böylece, yukarıda adları belirtilen üslerin dışında, Çanakkale, Balıkesir, Konya, Eskişehir ve diğer hava üsleri ABD’nin emrine tahsis ediliyordu. Ayrıca İstanbul Atatürk Hava Alanı dahil, pek çok sivil hava alanı ikmal, kargo vs. amaçlı kullanılmak üzere ABD’nin istekleri kapsamındaydı. Bu arada bilinmeyen gizli anlaşmalar da meydana çıkmaya başladı. Örneğin, Çorlu ve Sabiha Gökçen hava alanlarının aslında ABD’nin Afganistan işgalinden bu yana ABD Hava Kuvvetleri tarafından kullanıldığı açıklandı. ABD’nin istekleri arasında beş liman vardı. Daha hükümetin bu istekleri konuşacağı, isteklere ilişkin ABD’ye henüz yanıt verilmediği söylenirken, ABD ve Türk yetkililer, Mersin ve İskenderun limanlarında savaş düzenlemesine başlamışlardı bile. Mersin limanında altı bölüm sivil trafiğe kapatıldı, ABD savaş gemilerinin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlemelere başlandı. Hangarlar, depolar inşa edilmeye girişildi. Bununla da kalınmayarak, Mersin limanının NATO limanı olduğu duyuruldu.  Aynı düzenlemeler İskenderun limanında da yürütüldü.
ABD’nin istekleri arasında Trabzon ve Samsun limanları da yer alıyordu. Irak nereydi, Trabzon ve Samsun nere? ABD bu limanları neden istiyordu? İstiyordu çünkü, bundan sonraki hedefi Hazar petrolleri ve İran’dı. Şahsiyetini yitirmiş, kendi başına olmaktan çıkıp ABD için olmaya sürüklenmiş Türkiye’nin önümüzdeki dönem açısından nasıl bir bataklığa doğru sürüklendiğinin ve ülkeyi ne büyük belaların beklediğinin göstergesiydi bu limanların ABD listesinde yer alması. Böylece Akdenizdi, Egeydi, batıydı, doğuydu derken, Türkiye’nin tamamı ABD’nin savaş üssü haline geliyordu.
ABD, Türkiye’yi Irak işgalinde kuzey üs olarak belirlemişti. Irak’ı vurup çekilmek gibi bir niyeti olmadığını zaten ilan etmişti. Irak’a kalıcı amaçla giriyordu. Planında Irak yönetiminin devrilmesi, yeni bir kukla yönetiminin iş başına getirilmesi vardı. Yönetim kim ve ne olursa olsun yönetimin iplerini elinde tutan ve karar verici ABD olacaktı. ABD işgalin ardından Irak’a vali olarak Afganistan işgalcisi ABD birliklerinin komutanının atanacağını bile ilan etti. Yani, tam bir sömürge sistemi düşünülüyordu. Enerji kaynakları tam bir güvenceye alınmadan ABD geri çıkmayacaktı. Çıkmak bir yana, İran köşeye sıkıştırılmaya çalışılacak, İran yönetimi ve halkına boyun eğdirilmek için çeşitli oyunlar, manevralar ve provokasyonlara gidilecek, eğer bunlar da sonuç vermezse işgale başlanacaktı.
ABD’nin plan ve isteklerine göre, 90 bin ABD askerinin Irak kuzeyi, Türkiye’nin güney doğusuna yerleştirilecekti. Diyarbakır savaşın merkez üssü oluyordu. Batman, Şırnak, Mardin, Van ve Hakkari, Diyarbakır’a bağlı üsler olacaktı. Kısaca bütün bir bölge ABD savaş üssü, cephanelik haline geliyordu. Üstelik beş yıllık bir süre boyunca.  Kaldı ki, Afganistan’a da geçici bir süre için gireceği duyurulan ABD ordusunun burada kalıcı olduğu bizzat ABD yönetimi tarafından açıklanmıştı. Yine hatırlanacağı üzere, ABD Çekiç Gücü Doğu ve Güneydoğu sınırlarına yerleştirilirken, geçici olduğu, en kısa zamanda gideceği söylenmişti, ama geride kalan zaman içinde görüldü ki, Çekiç Güç çekip gitmek bir yana, bölgede kalıcı ve yerleşik bir ordu haline dönüştü.
Savaş meselesinde temkinli davrandığı, ABD isteklerine henüz net bir yanıtın verilmediğini sayıklayan hükümet, hemen gizli bir genelge yayınlayarak, merkezi Diyarbakır olmak üzere altı ili, “Kriz Yönetim Merkezi” uygulaması kapsamına aldı; Bu illerin valilerine sorumlu vali statüsü verildi. Bu genelge bile, hükümetin ABD’ye her konuda güvence verdiğini, kendisinden istenen bütün görevleri yerine getireceğine dair ABD’ye söz verdiğini, işin çoktan bittiğini gösteriyordu.
Bu arada, Türk Hava Kuvvetlerine bağlı KC-135 tanker uçaklarının ABD savaş uçaklarına havada yakıt ikmaline başlamaları, işlerin bir yandan engelsiz yürüdüğünün bir başka göstergesiydi.
Yine Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı 10 binden fazla askerin Kuzey Irak’a girdiği biliniyordu. Son günlerde bu sayının 50 bine çıktığı basına yansıdı.
Aslında ABD’nin bütün isteklerinin Türkiye’yi yönetenler tarafından karşılanacağı, sadece Musul, Kerkük petrolleri konusunda tartışmaların sürdüğü belli. Türkiye’nin Talabani, Barzani’nin içinde yer aldığı federasyonu,  Türkmenlerin de temsil edilmesi koşuluyla kabul ettiği de belli oldu. Bu arada ABD, KADEK’i “terör örgütleri” listesine aldı. Bu, Türkiye’nin elinin serbest bırakılabileceğini, Irak operasyona sırasında, Türkiye’nin KADEK’e yönelebileceği, imha ve tasfiyeyi amaçlayabileceğini gösteriyor. 
Öyle bir tasfiye hareketi, içerde yeniden ırkçılığı, şovenizmi kışkırtacak, yeni bir Kürt düşmanlığı dalgası ülke politikasının gündemine oturacaktır. Bu durumda yeni bir kanlı sürecin başlaması kaçınılmazdır. Bu ise, Türk, Kürt ezilenleri arasında son dönemde oluşmaya başlayan kardeşleşme sürecini baltalayacak, birleşik işçi, emekçi hareketinin sekteye uğramasını getirecektir ki, bu sınıf mücadelesine büyük ket vuracaktır. Bu anlamda, Irak harekatının, diğer şeylerin yanı sıra kardeşleşmeye indireceği darbeler açısından da tehlikeli olduğu görülmelidir. Türkiye halkının yüzde doksanının Türkiye’nin ABD ile savaşa katılmasına, Irak işgaline karşı olduğu düşünülürse, halk karşısında sıkıntıya düşecek egemen güçlerin, dikkatleri başka yöne çevirmek,  yeni bir milliyetçilik dalgasıyla pisliklerinin üstünü örtmek ve halkı yeniden bölmek, siyasal iktidara karşı birleşenleri, birbirleriyle karşı karşıya getirmek için böyle bir provokasyona başvurabilecekleri hesaba katılmalıdır. Her ne kadar dışta savaşan bir gücün içte kendisine yeni düşmanlar çıkartmayacağı, cepheleri çoğalmaktan kaçınacağı gibi savlar ileri sürülürse bile, açamaza düşen iktidarın böyle bir yola girmekten kaçınmayacağı bilinmelidir. Kaldı ki, fırsattan istifade Kuzey Irak’a girmiş ve ABD’yle anlaşmışken Türkiye yönetiminin KADEK’i vurmaya yönelmesi ihtimal dışı değildir. Böyle bir yönelimin yukarıda belirtilen tehlikeleri doğurması zaten kaçınılmazdır.

AKP lideri Tayyip Erdoğan’ın, ABD gezisinde söylediği, “Ne verdiğin değil, ne aldığın önemlidir” sözleri aslında Türkiye burjuvazisinin ve AKP hükümetinin ülke meselesine nasıl baktıklarının özlü ifadesinden başka bir şey değildir. Hükümet için, satılmayacak değer, satılmayacak şey yoktur. Buna ülke dahildir. Yeter ki, ederi bulunsun. Yeter ki üç beş dolar gelsin.
Ancak, birinci Irak saldırısına ABD’nin gönüllü gücü olarak katılan Türkiye, bu harekattan zamanın yöneticisi Özal’ın dediği gibi karlı çıkmak bir yana, milyarlarca dolarlık kayıp ve çevresindeki ülkelerle bütün ilişkilerini zedeleyerek, kelimenin tam anlamıyla tecrit olarak çıkmıştı. Bu tecrübelerin ışığında çok rahatlıkla söylenebilir ki, Türkiye bu seferden eskisinden çok daha büyük ve bir daha ekonomik anlamda belini doğrultamayacak kayıplarla çıkacaktır. Sadece savaş nedeniyle fırlayacak petrol fiyatlarının bütçede açacağı deliklerin büyüklüğü bile, toplam 210 milyar dolarlık bir borç yüküyle ezilen ve bırakın borçların ana paralarını faizleri bile ancak yeni borçlar alarak ödeyebilen Türkiye ekonomisinin, bu savaşın yol açacağı zararları karşılaması düşünülemez bile.
Ancak burjuva basının yoksullukla kıvranan halkın gözünde beklentiler yaratabilme ve kandırabilme sevdasıyla giriştiği, büyük paraların geleceğini bir an olsun gerçek saysak bile, ülkenin iyi para verene sunulabileceği düşüncesi, burjuvazinin, sermayenin vatan, ülke konusunda tavrının, bakış açısının görülmesi açısından ibret doludur. Ve bu ibretlik tablo, ibretlik bakış açısı Tayyip Erdoğan’ın, “ ne verdiğin değil, ne aldığın önemlidir” sözlerinde somutlaşmaktadır. Aslında Türkiye’yi yöneten sermaye güçlerine ve AKP hükümetine ve Tayyip Erdoğan’a sorulacak tek soru kalmıştır: Ülkeyi de sattınız. Satılacak başka neyiniz kaldı?

SON  SÖZ
Ülkemiz ABD’nin savaş arabasına bindirildi. Ülkemiz ve bölge yeni bir felakete sürükleniyor. Üstelik, bu saldırı bundan sonraki daha kapsamlı çatışmaların başlangıcıdır. Çünkü, enerji kaynaklarının tek bir gücün elinde toplanması diğerleri açısından sonsuza kadar kabul edilebilecek bir şey olamaz.  
Mali sermaye ve büyük güçlerin dış politikası dünyanın ekonomik ve siyasal yönden paylaşılmasından başka bir şey değildir. Emperyalizm ve tekeller dünyayı sermayeleri, güçleri oranında paylaşmaktadır. Oysa, paylaşıma katılanların gücü aynı şekilde devam etmemektedir. Kapitalist düzende farklı girişimlerin, tröstlerin, sanayilerin, ülkelerin eşit şekilde gelişecekleri düşünülemez. Bir zamanlar Kartal İngiltere’ydi. Almanya bütün dünyayı istilaya kalkışmıştı. Yarın Amerika’nın ne olacağını kimse kestiremez. Kestiremez çünkü dünyada ve bölgede oynamaya kalktığı rol ABD’yi ve eteğine tutunanları bataklığa sürüklemektedir. Irak, ABD için bataklığın kendisidir ve geriye dönüşü zordur. Bu işin nasıl sonuçlanacağı şimdiden kestirilemez. Ancak kesin olan bir şey vardır, dünya son derece tehlikeli bir sürece girmiştir. Haritalar, yeniden çizilmek üzere raflardan indirilmiştir.
Artık belirleyici güç halklar olmalıdır. Halkların gücü, mücadelesi gerçek anlamıyla ortaya çıktığında, artık haritaları bir avuç sömürgen savaş akbabası değil, milyonlarca ezilenin iradesi belirleyecektir.
Türkiye açısından, büyük bir sandalye gücüyle hükümet olan AKP, hızla tükenişe sürükleniyor. AKP’nin ömrünün uzun olmayacağı şimdiden bellidir. Şimdi gerekli olan şey, halkın tepkisini, öfkesini örgütleyebilecek ve doğru kanallara yönlendirecek çekim merkezini ortaya koyabilmektedir. Bunun için ABD’nin Irak’a saldırısına karşı mücadele etmek, ülkeyi yöneten güçlere karşı mücadeledir. Sermaye düzenine karşı mücadeledir. Mücadelenin okları savaş düzenine ve iktidara çevrilmelidir. Bilinmelidir ki, bağımsızlık sağlanmadıkça ülkenin ve halkın başı beladan kurtulamayacaktır.

Kadınlar hakkında…

Biz kadınlar izin verirsek;
Irak halkının, Iraklı kadınların ve çocukların kanı bulaşacak ellerimize,
çocuklarımızın ellerine…
Sonra ne kadar uğraşırsak uğraşalım çıkaramayacağımız bir leke…
Halkların belleğine kazınacak, kara değil kan rengi bir leke… 
O zaman gözlerimizi, çocuklarımızın gözlerinden kaçırmadan “bu saldırganlığı durdurmak ve Amerika’nın kuklası olmamak için var gücümüzle mücadele ediyoruz” diyebilmeliyiz!

Bu ülkenin dışişleri bakanı “Eğer biz savaşa girmezsek, çok fazla Amerikan askeri ölecek ve ABD ile ilişkilerimiz bozulacak” demeye cüret ediyor…
Bu ülkenin hükümeti, hem kendi halkını ateşe atmak hem de komşu bir halkın kanına girmek için cellatla hayasızca pazarlık yapıyor…
Milyonlarca insanı yersiz yurtsuz bırakacak ve yaralayacak, binlercesini de canından edecek bir savaş kâr-zarar hesabına indirgeniyor, komşu bir halkın katili olmak pahasına alınacak üç beş kanlı dolar, halkın yoksulluğunun ilacıymış gibi sunuluyor.
Oysa emekçiler, ABD’nin Ortadoğu’daki emperyalist planları için tezgahladığı bir savaşı, kâr-zarar hesabıyla değerlendiremez. Üstelik emperyalistlerin planları, gerekçesi ne olursa olsun, her zaman dünya halklarının zararına olmuştur ve Irak savaşı da öyle olacaktır. Üstelik bu savaşın Irak’la sınırlı olmadığı ve ABD’nin Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’ya ilişkin stratejik amaçlarının sadece bir parçası olduğu gerçeği, burjuva uzmanlar ve yorumcular tarafından bile kabul edilmektedir.
Büyük Haydut, Irak halkını tehdit ederken aslında tüm ezilen halkları hedef tahtasına koymakta ve Türkiye’den de bu uzun vadeli planlarında stratejik bir ortak (aslında uşak) olmasını istemektedir.
Hem komşu halklara hem de tüm dünya halklarına karşı ABD’nin kuklası olmak, Kürt, Türk bu topraklardaki bütün emekçi kadınların asla kabul etmeyeceği bir utançtır. Ortak olmamız istenen şiddet ve vahşetin, ne menem bir şey olacağı hakkında bir fikir sahibi olmak içinse, çeşitli uluslararası kurumlar tarafından derlenen bazı istatistiklere sadece göz atmak bile yeterli olacaktır:
Savaş, kadınlar ve çocuklar için dehşet demektir. Çünkü onlar, özellikle kadın ve çocuk oldukları için çok daha boyutlu saldırılara hedef olurlar. Kadınlar tecavüze ve cinsel şiddete uğrar, fahişeliğe zorlanır; savaşın tüm acımasızlığı ve dehşeti içinde kayıplarını bulmak ve tutsaklarını aramak; çocuklara ve yaşlılara bakmak zorunda kalırlar.
Silahlı çatışmaların neden olduğu ekonomik çaresizlik, kadınları ve çocukları, hayatta kalabilmek uğruna fahişeliğe zorluyor. (Birleşmiş Milletler UNAIDS Raporu, 2001).
Savaş bölgelerinden kaçan yerli halk, mülteciler için kurulan kamplarda yaşamak zorunda ve buralardaki izdiham, şiddeti ve ahlaksızlığı artırarak kadınları ve çocukları tecavüz ve güvenli olmayan cinsel deneyimlerle karşı karşıya bırakıyor. Bu gibi durumlarda, tuvalete gitmek bile tehlikeli bir yolculuk halini alabiliyor! (Göçmen Kadınlar ve Çocuklar için Kadın Komisyonu, UNHCR)
Çatışma ortamlarında aileler parçalanıyor ve küçücük çocuklar evin tüm yükünü omuzlamak zorunda kalıyor; zaten ekonomik olarak umutsuz bir durumda olan bu ‘aile reisleri’ni bekleyen ise, vahşi bir emek sömürüsü ve cinsel sömürü. Ruanda’da, yaklaşık 60.000 çocuk ‘aile’nin reisi pozisyonunda ve bunların dörtte üçü suistimal ve sömürüye son derece açık olan kız çocukları. (Birleşmiş Milletler, 1998)
Ruanda’da gerçekleştirilen soykırımdan sonraki 5 yıl içinde, AIDS virüsü için test edilen 2000 kadının, yüzde 80’inin test sonucu pozitif. Bu kadınların büyük bir kısmının, soykırımdan önce hiç cinsel deneyimi olmadığı tespit edilmiş. (Çocukları Kurtaralım, İngiltere)
Bugün dünya üzerindeki her 150 kişiden birisi- toplam 40 milyon insan- çatışmalar nedeniyle yurdundan sürülmüş durumda ve bu sürgünlerin yüzde 75’inden fazlasını kadınlar ve çocuklar oluşturuyor. (Göçmen Kadınlar ve Çocuklar için Kadın Komisyonu, UNHCR)
1994 yılındaki Ruanda soykırımında hayatta kalmış olan 12 yaşının üstündeki her kız çocuğunun tecavüze uğradığı tespit edilmiş. (OAU Raporu, Mayıs 2000, sayfa 159)
Ve Machel Raporu için hazırlanan ülke çalışmalarında, ‘barış güçlerinin’ girdiği 12 ülkeden 6’sında, bu güçlerin ülkeye girmesiyle birlikte, çocuk fahişeliğinde inanılmaz bir artış olduğu gözlemlenmiş! (Genel Sekreterlik Uzman Raporu, Çocuklar üzerinde Silahlı Çatışmaların Etkileri, sayfa 31)
Birleşmiş Milletler’in Lahey’deki savaş suçları mahkemesindeki tanıklıklardan birinde A.S adlı genç bir Bosnalı kadın ise şunları anlatıyor: “1992’de Sırp askerleri tarafından Foca’nın küçük bir köyünde defalarca tecavüze uğradım. Ardından aynı saldırganlar beni, 250 dolar ve bir kamyon sabun karşılığında Montenegro’dan bazı adamlara sattılar.”
Aynı mahkemedeki başka kadınlar da, çocuklarının ve torunlarının aşağılanmalarını çaresizlik içinde seyretmek zorunda kaldıklarını anlatıyorlar. Bir spor salonunda 50 müslüman kadınla birlikte tecavüze uğradığını aktaran bir başka tanığın yaşı ise sadece 15.
İşte Iraklı kadınları ve çocukları da bekleyen ve ortak olmamız istenen vahşetten sadece küçük birkaç detay! Emperyalistlerin bölgesel ve “küresel” çıkarları için savaş çıkardıkları her yerde benzer olaylar yaşandı bugüne değin ve yaşanmaya devam ediyor…

Üstelik ABD bir yandan Irak halkını, kadınları ve çocukları emperyalist bir savaşın tüm dehşeti ve acımasızlığıyla tehdit ederken, Türkiye’yi de hem bu onursuzluğa ortak olmaya zorlamakta hem de “iplerin benim elinde, dediğimi yapmazsan IMF’yle ilişkilerini zora sokarım, kredileri falan da unut” diyerek şantaj yapmaktadır.
Şimdi kadınlar, “IMF’yle ilişkiler yolunda gitse sanki bizim için iyi mi olacak?” diye sormalı ve binlerce askerini Türkiye’ye yerleştirmek için üsleri ve limanları sınırsızca kullanmak isteyen ve aslında bu toprakları işgale hazırlanan ABD’ye boyun eğmeyeceklerini göstermeliler.

Bunun için;
* Emekçi kadınları, “Bir dilim kuru ekmeğe muhtaç kalsak da ABD’nin kuklası olmayacağız ve bu savaşı durduracağız” sloganıyla her yerde (sokak, fabrika, işyeri, okul vb.) bir araya getirmeye çalışmalıyız. Seçim zamanı yürütülen çalışmanın kat be kat fazlası bir enerjiyle, tek bir emekçi kadının bile dışında kalmayacağı esneklikte ve yaygınlıkta savaşa karşı mücadele grupları kurmalı, yaygın bir ajitasyon faaliyeti yürütmeliyiz.
* Mahallelerde ve işyerlerinde savaş konulu kadın toplantıları düzenlemeli; buradaki teşhir ve aydınlatma faaliyetimizde, emekçi kadının yaşam ve düşünce tarzına uygun titiz bir üslup kullanmaya dikkat etmeliyiz. Kadınların büyük bir kısmının ev kadını olduğu gerçeğini göz ardı etmemeli; mahalle  toplantıları ya da işyeri toplantılarına katamayacağımız kadınlar için ev toplantıları ve ziyaretleri planlamalıyız.
* Ajitasyonumuz olabildiğince sade ve anlaşılır olmalı, kadının toplumsal yaşamdan ve politikadan dışlanmışlığını gözeten ve buradan yola çıkarak kişisel kaderleriyle sömürü düzeni ve savaş arasındaki  ilişkiye dair ufuklarını genişleten bir aydınlatma faaliyeti sürdürmeliyiz. Kadınların fikir dünyasında güçlü köklere sahip burjuva etkileri ve önyargıları bilerek hareket etmeli, bunların aşılmasına özel bir önem vermeliyiz.   

Türkiyeli kadınlar ABD’nin dayattığı onursuzluğa asla ortak olmayacaktır;
sadece kendileri ve çocukları zarar görecek diye değil;
sadece kardeş bir halkın katledilmesine ve aşağılanmasına müsaade etmeyecekleri için de değil;
emekçi kadınlar, dünya halklarının başına musallat olmuş bir zorbanın uşağı olmayı asla kabul etmeyecekleri için bu savaşa karşı çıkacak ve fabrika fabrika, mahalle mahalle, sokak sokak örgütlenerek o büyük haydutun ve suç ortaklarının karşısına dikilecektir!

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑