Tıpkı Afganistan işgalinden önce olduğu gibi, şimdi de tüm dünya, ABD’nin Irak’a başlatacağını ilan ettiği saldırıyı tartışıyor. Tartışmaların eksenini, yine Amerikan tarafı, CIA gibi istihbarat örgütleri ve bu örgütlenmelere bağlı kurum ve kuruluşlar, basın organları ve bunların çeşitli ülkelerde satın aldığı uzantıları belirliyor. Sorun öyle bir hale getiriliyor ki, bir yandan ABD saldırganlığı tam anlamıyla kanıksatılır, yaşamın doğal bir parçasıymış gibi sunulurken, diğer yandan da ABD’nin Irak’a saldırıyı nasıl başlatacağı ve ne şekilde yürüteceği üzerine fal açılıyor, senaryolar üretiliyor, tüm dünya ABD enformasyonu aracılığıyla yalan yanlış yoğun bir bilgi bombardımanına tutuluyor; en yalın gerçekler gözlerden gizlenip çarpıtılırken, yalanlar tek gerçek olarak piyasaya sürülüyor.
Bütün olup biten, tıpkı Amerikan film endüstrisinin ürettiği savaş filmleri gibi düzenleniyor, gösterime sunuluyor. Dünya halklarından da koltuklara oturup filmi izlerken, hem savaşın hem de savaş akbabasının tarafını tutması, kendisini akbabayla özdeşleştirmesi bekleniyor. ABD’nin Irak’a daha önceki saldırısında da aynı yol izlenmişti. ABD’nin Irak saldırısı, ABD televizyonları ve enformasyon merkezleri aracılığıyla tek taraflı ve tamamen yalan yanlış biçimde tüm dünyaya izlettirilmiş; savaş, vahşet, işgal, sanki herhangi bir futbol maçı yayını derekesine indirgenmiş, kanıksatılmış, petrole bulanan martılara gözyaşı dökülmesi, ama milyonlarca Iraklının, kadın ve çocuğun kanının dökülmesine hak verilmesi istenmişti. Emperyalist planlar çerçevesinde Yugoslavya’nın bölünmesi sürecinde aynı senaryolar aynı teknikle vizyona girdi. Bütün dünya, TV ekranlarından, gazete sayfalarından ABD istihbaratının, Pentagon’un yönlendirmesi ile hazırlanan görüntüleri izledi. Tek taraflı yalan propagandayla, önce herkes Yugoslavya’nın, ABD ve diğer emperyalist, güçlerce işgal ve paylaşımına ikna edilmeye çalışıldı. Öyle bir hale getirildi ki, yine o burjuva basını, ABD ve diğer emperyalist yağmacıları işgale geç kalmakla eleştirmeye başladı. Elbette bu ısrara daha fazla dayanamayan ve oradaki “vahşete yüreği daha fazla tahammül edemeyen” ABD ve Almanya “umumi istek üzerine” bu ülkeye ordularıyla girdi, üslerini kurdu ve paylaştı.
Afganistan’da olup bitenler ise henüz taptaze. 11 Eylül, bol gözyaşı. İnsanlık nutukları, intikam naraları. Hemen yürürlüğe konan “anti-terör” kampanya. ABD karşıtı ya da en azından ABD’nin her sözünü emir telakki etmeyen ülkelere, kurum ve kuruluşlara terörist etiketi asılması. Bin Ladin yaygarası. Yine aynı film kareleri saldırı ne zaman başlayacak, nereden vurulacak bahisleri. Geçici hükümet senaryoları ve ardından ABD’nin Afganistan işgali.
ABD, Afganistan işgaliyle; kendine Orta Asya’da önemli bir basamak noktası, hem Çin’e, hem Rusya’ya, hem İran ve Irak’a, yani petrol bölgesine yönelik kalıcı bir üs edindi. Her an patlamaya hazır bir bomba gibi bölgeye yerleşti. Peki, ama savaşın nedeni olarak gösterilen Bin Ladin hikâyesi ne oldu? Bin Ladin’e ne oldu? Bin Ladin’i arayıp soran var mı?
PAZAR KAVGALARI KIZIŞIYOR, BÖLGESEL SAVAŞLAR SIKLAŞIYOR
ABD’nin daha önceki Irak saldırısı, Somali, Yugoslavya, Afgan işgali ve son olarak yeniden gündeme gelen ABD’nin Irak saldırısı derken, bölgesel savaş aralıklarının giderek sıklaştığı, neredeyse biri bitmeden sıcağı sıcağına bir diğerinin gündeme geldiği görülüyor. Her yeni saldırı, işgal veya savaşın kapsamının genişlediği, daha geniş bir çerçeveyi içine aldığı, ama bir yandan da emperyalistler arasındaki homurdanmanın arttığı, çelişkilerin daima bir önceki döneme göre biraz daha fazla keskinleştiği görülüyor. Çünkü kapitalizm geliştikçe, hammadde eksikliği ve hammadde kaynaklarına olan ihtiyaç kendini giderek daha fazla ve acil olarak hissettiriyor. Buna bağlı olarak da rekabetin koşulları o denli sertleşiyor, bütün yeryüzünde hammadde kaynakları arama, var olan hammadde kaynaklarına el koyma, yalnızca kendi denetimi altına alma çabaları ön plana çıkıyor, sömürgelere sahip olma ihtirası o denli amansız ve acımasız hale geliyor. Çünkü yalnızca sömürgelere sahip olma ve hammadde kaynaklarını elinde ve denetimi altında bulundurma durumu tekellere üstünlük sağlamakta, rakipleriyle giriştikleri savaşımda her türlü rastlantıya karşı kesin bir başarı güvencesi sunmaktadır.
Bu nedenle, bugün kapitalizmin enerji kaynaklarına olan ihtiyacı tekeller açısından hayati önemdedir. Enerji bir varlık koşuludur. Kim enerji kaynakları üzerinde söz sahibiyse, denetim yetkisini elinde bulunduruyorsa; bu, kendi geleceği için ciddi bir güvence, ama aynı zamanda, rakipleri üzerinde de bir tehdit, baskı unsuru, üstünlük aracıdır.
Kapitalist sistemin ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarının en yoğun bulunduğu bölge ise, son dönemlerde kavganın, savaşın eksik olmadığı Arap Yarımadası’dır. Arap Yarımadası’nda etkin olmak demek, dünya enerji kaynakları üzerinde etkin olmak demektir. Hemen yanı başımızda bulunan bu bölgede bitip tükenmek bilmeyen savaş ve kışkırtmaların nedeni de budur.
Dünya petrolünün yüzde 40-50’si bu bölgede üretilmektedir, 1996 yılı itibarıyla, ABD, tükettiği petrolün yüzde 32’sini bu bölgeden karşılamaktayken, şimdilerde bu oran yüzde 50’lerdedir. ABD’de üretilen petrolün maliyetinin yüksek olması bu ülkedeki üretimin giderek düşmesini ve daha fazla petrol ithalatını beraberinde getirmekte; ABD’de petrol üretimi giderek azalırken, ithalat artmaktadır. Önümüzdeki süreçte ABD’nin petrol tüketiminde ithalatın payının yüzde 70’lere ulaşacağı varsayılmaktadır. Nitekim Venezüella’da yaşanan son başarısız ABD darbesinin ardında yatan da, bu ülkenin bölgenin en zengin petrol kaynaklarına sahip olmasıdır.
ABD’nin yanı sıra, İngiltere petrol tüketiminin yüzde 45’ini, Japonya yüzde 76’sını, Güney Kore hemen tamamını, Fransa yüzde 89’unu, dünyanın hızla gelişmekte olan ekonomilerinden Çin ise, ihtiyacının büyük bölümünü petrol bölgesinden karşılamaktadır. Demek ki, bölgede bitip tükenmek bilmeyen savaşların, çatışmaların kaynağında yatan neden, ABD yönetimlerinin sözünü ettiği gibi, Irak, İran vb. de işbaşında bulunan yönetimler, insan hakları uygulamaları, ellerindeki silahlar değil, emperyalistlerin enerjiye olan ihtiyaçları, enerji kaynaklarını denetimlerine alına savaşı, kıyasıya rekabettir.
Rekabet sonucu emperyalistler arasındaki ilişkiler her geçen gün daha girift hale gelmekte, karşılıklı ittifak arayışları hızlanmakta, herkes kendine rakipleri karşısında hamle üstünlüğü sağlayacak dayanaklar peşinde koşmakta, kendileri büyürken rakiplerin ayağını bağlamak istemekte, bu doğrultuda yeni manevralara girişmektedir. Bu ise, dünyanın paylaşımı kavgasını sertleştirmekte; kılıçların yeniden ve yeniden bilendiği, herkesin gücünce yer tutma mücadelesine giriştiği bir arena olarak savaşlar daha sık olarak gündeme gelmekte, her yeni savaş, bir sonraki muharebenin zeminini oluştururken, daha büyük savaşlara ve nihayetinde, dünyanın yeniden paylaşımına doğru hızla yol alınmaktadır.
Rekabet sürecinde mevcut sermayeleri, ekonomik güçleri oranında yer alan tekeller ve emperyalist devletler, kendi lehlerine, rakiplerinin aleyhine olacak şekilde pozisyon tutuyorlar. Şu anda dünyanın jandarması rolünü üstlenen ABD, mevcut durumunu korumak ve rakiplerine gelişme fırsatı tanımamak için sürekli atak halinde bulunuyor. Muhtemel rakiplerinin önünü kesebilmek için stratejik olarak belirlediği her bölgeye fütursuzca el atıyor, her yöntemi kullanarak ortalığı karıştırıyor, kendine güvenli bölgeler tesis etmeye çalışıyor, aynı zamanda rakiplerine gözdağı veriyor ve toparlanmalarına fırsat tanımamaya uğraşıyor.
Somali’de yaptığı buydu. Yugoslavya’nın bölünme operasyonu ve ardından ABD’nin Balkanlar’a yerleşmesi, hem Rusya’nın Avrupa bağlantı yolunu kesmek, hem de Macaristan, Polonya, Çekoslovakya gibi Almanya’nın arka bahçesine çevirmeyi hedeflediği ülkelerde Almanya’yı yanız bırakmamak, Balkanlarda söz sahibi olabilmek içindi. Yine Afganistan savaşının ardındaki asıl neden, ABD’nin önümüzdeki dönem “dünyanın en önemli bölgesi olacağını” ilan ettiği Avrasya’da yeni mevziler elde etmek; Çin ile Rusya’nın arasına girmek; buradan, hem Çin’in arka bahçesi yapma hayaliyle kavrulduğu Uzak Asya’ya, hem Rusya Federasyonu’na müdahale etmek, Azerbaycan, Türkmenistan, Ermenistan, Gürcistan, Çeçenistan vb. devletleri Rusya’ya karşı kışkırtmak; Hazar petrolleri üzerinde etki sahibi olabilmek; Hindistan ve Pakistan’la daha yakın olabilmek ve Petrol bölgesinden Uzak Asya’ya petrol nakil yolu olan ve şu anda ABD 7. Filosu’nun denetimindeki deniz yolunu bu taraftan da denetim altına almak ve aynı zamanda da petrol bölgesini kuşatmaktı.
Buna karşılık, son dönemde, yıllar sonra ilk kez ekonomisi eksilere geçen, büyüme hızı sıfıra düşen, en büyük şirketleri skandallarla çalkalanan ABD ekonomisine karşın nispeten daha iyi durumda olan Avrupa Birliği ülkelerinden Almanya ve Fransa’nın başını çektiği blok ABD’ye karşı çeşitli manevralar içine girmiş bulunuyor. Almanya ve Fransa, diğer AB ülkelerini yanma alarak bir blok gibi hareket etme çabası içinde. Bunun için, henüz gücü ABD’ye kafa tutmaya yetmese de, çeşitli hamlelerde bulunuyor. Bir yandan değişik ülkelerle işbirliklerini geliştiriyor, diğer yandan da son sürece kadar ABD’nin temel ve sadık müttefiki durumundaki İngiltere’yi by-pas etmeye, sıkıştırmaya çalışıyor. Bu doğrultuda Rusya ile AB ilişkileri son dönemde ciddi işbirlikleri ve ekonomik yatırımlara sahne oluyor. Bir anlamda hem Rusya, ABD karşısında kendini sağlama almaya çalışıyor, hem de AB. Aynı biçimde, Çin-Fransa ilişkilerinde ciddi bir canlanma gözlenirken, iki ülke arasında ekonomik ve askeri yatırım anlaşmaları imzalanmış bulunuyor. Çin ile ilişkilerde, geç kalmakla birlikte, Almanya da atağa kalkmış durumda.
Tarihte pek geçinemeyen Çin ve Rusya, giderek artan oranda ekonomik, siyasi ve askeri işbirlikleri geliştiriyor. Karşılıklı silah mübadelesinden, nükleer santrallere, enerji yatırımlarına kadar pek çok anlaşmaya ortak imza koydular. Her iki ülke ABD’nin çevrelerinde yaptığı girişimlere tepki gösteriyor. İki ülke, ABD’nin denetimi dışına çıkartabilmek için, Körfez dışında bir yoldan enerji nakil projeleri geliştiriyor, bu projelere Japonya, Güney Kore gibi ülkeleri dâhil etme çabasına girişiyor. Ve yine her iki ülke de, petrol bölgesindeki ülkelerle ilişkilerini güçlendirmeye, ikili anlaşmalar yapmaya büyük çaba gösteriyor. Çin’in İran’la, Rusya’nın İran, Suriye, Irak’la ilişkileri güçleniyor. Aynı biçimde Fransa-İran ilişkileri de gelişiyor. Tüm bunlara karşılık, ABD, ekonomik gücünün avantajlarını en iyi biçimde kullanarak, bu ilişkileri engellemeye, rakiplerine nefes alma fırsatı tanımamaya uğraşıyor, yeni hamlelerle rakiplerini köşeye sıkıştırmaya, kendisi olmadan hiçbir şeyin mümkün olamayacağını göstermeye, kendisinden bağımsız davranışa girişenlerin canının yanacağını kanıtlamaya çalışıyor. Kısacası dünya, emperyalist devletlerin rekabet alanı, pazar kavgasının cadı kazanı gibi.
ABD’NİN IRAK’A SALDİRİ HAZIRLIĞI
Afganistan işgali, ABD’ye bölgede kalıcı bir üs kazandırdı. Ancak petrol bölgesinde “tek tabanca kalmak” isteyen ABD, rakiplerini bölge dışına atmak, çaresiz ve kendine muhtaç bırakmak için bölgenin sürekli bir gerginlik içinde tutulmasına özel bir önem veriyor. İsrail’in bölgedeki varlığı zaten elinde önemli bir kozken, yeni çatışmalarla bölgeyi tam olarak kuşatmak ve kendine güven vermeyen ya da sözünü tam olarak dinletemediği yönetimlerinin yerine kendi emir eri yönetimleri işbaşına getirmeye uğraşıyor. Böylece, hem kendi bölgesel üstünlüğünü güvenceye almış olacak, hem rakiplerini bölgeden püskürtecek. Böylece, denetimindeki enerjiyi rakiplerini sindirmek için baskı ve şantaj aracı olarak kullanacak, aynı zamanda da, İsrail’in güvenliği sağlanmış olacak. Elbette bölge haklarına da, gözdağıyla birlikte, kendi sömürgesi olmaları dışında, başka seçeneklerinin olamayacağı gösterilmiş olacak.
Ancak kuşkusuz, her şey, emperyalistler istedi diye öyle olacak değil. Nitekim bölgede de her şey ABD’nin masa başı planları uyarınca kolay ve basitçe gelişmiyor. Karşısında, henüz diz çökmemiş, tam olarak teslim bayrağı çekmemiş bir İran ve o kadar çabaya ve yaygaraya karşın teslim olmayan Irak’ın varlığı, ABD için kabul edilir olmaktan uzak. Bu ülkelerin mevcudiyeti, hem diğer ülkeler ve halklar için kötü örnek, hem ABD’nin rakipleriyle giriştikleri ekonomik, askeri işbirlikleri nedeniyle güvensizlik nedeni, hem de İsrail’in güvenliği açısında tehdit edici bir durum.
ABD açısından, bölgedeki hâkimiyetini tam güvenceye alabilmek için Irak yönetiminin devrilmesi, İran’ın da teslim alınması gerekmektedir. Bu amaçla, birinci saldırıda başarılamayanın başarılması, yani Irak yönetiminin tasfiye edilerek, kendisine tamamen bağımlı bir yönetimin iş başına getirilmesi sağlanmalıdır. Hemen ardından da, yalnız kalmış İran’ın boğulması, hizaya getirilmesi kolay olacaktır.
ABD yönetiminin Irak’a saldıracağını açıklamasının hemen ardından savaş senaryoları bir bir piyasaya sunuldu. Bu senaryolara göre, bu kez ABD, hava saldırısıyla birlikte uzun vadeli bir kara savaşına girişecek. Hava saldırısıyla desteklenecek kara harekâtıyla Bağdat’a kadar derlenecek, Saddam devrilerek yerine ABD hizmetkârı bir yönetim işbaşına getirilecek. Elbette, bu, ABD’nin hemen bu toprakları terk etmesi anlamına gelmeyecek. ABD, askeri üsler, askeri danışmanlar, güvenlikçiler, denetçiler, BM güçleri vb. isimler altında yerleştireceği güçlerle, Irak’ta kalıcı hale gelecek. Sonra sıra, İran veya Suriye’ye gelecek. Çünkü ABD’nin Afganistan işgaliyle birlikte bölgeye 10 bin ABD ve NATO askerini yerleştirdiği biliniyor. Hatırlanacağı üzere Afganistan işgali başladığında bunun geçici bir durum olduğu söyleniyordu. Ancak ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Elizabeth Jones, geçtiğimiz aylar içersinde yaptığı bir açıklamada, “Afgan Savaşı bittiğinde Orta Asya’yı terk etmeyeceğiz. Bölgede uzun vadeli plan ve çıkarlarımız var” dedi.
Harekât planı çerçevesinde hazırlıklara başlayan ABD Genelkurmayı’nın saldırı planına göre, 200 binden fazla ABD askeri Irak’ı işgal edecek. ABD hava kuvvetleri karargâhlarından biri Suudi Arabistan’daki Prens Sultan üssüne, Kara Kuvvetleri Karargâhı Kuveyt’e, Deniz Kuvvetleri karargâhı ise Bahreyn’e konuşlanacaktı. ABD Genelkurmayı bu plan doğrultusunda hemen harekete geçti. Ancak, ABD’ye karşı bölge halklarının büyüyen tepkileri, Suudi Arabistan gibi ülkelerde yönetimde bulunan kraliyetlerle halkları arasında son yıllarda su yüzüne çıkmaya başlayan hoşnutsuzluklar, aslında tamamen ABD uşağı olan, varlıklarının güvencesini ABD desteğinde bulan bu krallıkları sıkıntıya soktu. Suudi Arabistan Krallığı, sıkıntılı durumunu çeşitli biçimlerde ABD’ye ve zaman zaman kamuoyuna duyurdu. Bunun üzerine, Prens Sultan Hava Üssü’nün Katar’a taşınması gündeme geldi. Ancak bu durum ABD’yi pek memnun etmiyor. Çünkü Katar Emiri’nin, İran’la iyi ilişkiler içinde olduğu biliniyor. ABD yönetiminin baskısına rağmen, 11 Eylül sonrası ve Afgan savaşı sırasında ünlü Arap televizyonu El-Cezire susmamıştı. Yine de tüm bunlar, Katarda ABD üssü olan El Udeyd Hava Üssü’nün varlığına engel değil.
Özellikle 1990’lı yıllardan sonra dikkat çekici bir gelişme gösteren ABD ile Ürdün arasındaki yakınlaşmanın, ABD’nin Irak saldırısıyla birlikte daha da hızlanması bölge açısından tehditkâr bir havaya bürünüyor. Ayrıca Ürdün-İsrail ilişkilerinde de önemli bir yakınlaşma oldu. Bu durumda Ürdün’ün muhtemel bir Irak saldırısında ABD tarafında önemli bir rol üstlenmesi bekleniyor. Son dönemlerde ABD, Ürdün’e askeri “yardımlarını” arttırdı. En son, ABD, Ürdün’e F-16’lar da dâhil, 215 milyon dolarlık askeri “yardım”da bulundu.
Ancak halen dünya jandarması rolünü üstlenerek ekonomik ve askeri gücünden aldığı cesaretle dünyanın her tarafına bomba atma ve işgal etme yetkisini kendinde gören ABD’nin, bugüne kadar rakiplerinin kafasına vura vura dediklerini yaptırdığı biliniyor. Daha önceki ABD işgallerine karşı, önce çatlak sesler çıkartsalar da, ABD’nin tepelerine binmesiyle seslerini kesen Fransa, Rusya, Çin gibi ülkelerin, bu kez seslerini biraz daha yüksekten çıkardıkları görülüyor. Hem kendi aralarındaki çıkar çatışmaları, hem de kendi halklarından yükselen savaş karşıtı tepkiler bu ülkelerin hükümetlerini zorluyor. Örneğin bugüne kadar ABD’nin en sağlam müttefiki İngiltere hükümeti bile son zamanlarda ciddi bir sıkıntının içine girmiş görünüyor. İngiltere’de savaş karşıtı muhalefetin her geçen gün biraz daha yükseldiği, halkın ve gençliğin ABD yanında bir savaşa güçlü bir tepki gösterdiği görülüyor. Bilindiği gibi, Afgan işgaline karşı en güçlü halk tepkisinin geldiği ve yüz binlerce insanın sokaklara döküldüğü, en güçlü savaş karşıtı gösterilerin düzenlendiği ülkelerden birisi İngiltere’ydi. Bush’un yanından hiç ayrılmayan Blair, şimdi, kendi partisi içinden ve oluşma nedeni bu durumda olan 150’yi aşkın milletvekilinin savaş karşıtı muhalefetiyle yüz yüze.
Yine bugüne kadar bu gibi ince konularda sözcülüğü Fransa’ya bırakmış görünen Almanya da, savaşa karşı biraz daha yüksek sesle konuştu. Tüm bunlar emperyalistler arasındaki çelişkilerin eskiye göre daha da keskinleştiğine, önümüzdeki dönemlerde pazar kavgasının yeraltı ve yerüstü kaynaklarına el koyma mücadelesinin daha da sertleşeceğine işaret ediyor. Bu, savaş tehdidinin büyüyeceğinin, sert ve kanlı kapışmaların kötü habercisi.
Çünkü bir yandan üretici güçlerin gelişmesi ile sermaye birikimi arasında, öte yandan mali sermaye için sömürgelerin ve nüfuz bölgelerinin paylaşılmasında mevcut orantısızlıkların ortadan kaldırılması konusunda kapitalizmin bulunduğu yerde, savaştan başka bir araç yoktur.
ABD’NİN IRAK’I İŞGAL BAHANELERİ
ABD, Irak’ın işgaline gerekçe olarak, Irak’ın elinde son derece tehlikeli kimyasal ve biyolojik silahlar olduğunu, bunun tüm insanlığı, çevreyi ve ABD’nin güvenliğini tehdit ettiğini, Irak yönetiminin BM silah denetçilerine izin vermediğini, ayrıca Saddam yönetiminin insanlara kötü davrandığını, kendisi ve dünya için tehdit oluşturduğunu, terörist olduğunu vs. ileri sürmektedir.
Irak’ın elinde çok miktarda kimyasal ve biyolojik silah bulunduğu ve bunların insanlık için çok tehlikeli olduğu savına bakalım. Dünyada değişik ülkelerde bu konuda uzman olarak bilinenlerden bir bölümü bu düşüncenin inandırıcı olmadığını değişik zamanlarda açıkladılar. Bu kişilere göre, Irak, BM silah denetçileri tarafından değişik zaman ve sıklıklarla öyle sıkı bir denetime tabi tutulmuştur ki, bunun, en azından şimdilik geçerliliği yoktur.
Ancak başka bir açıdan daha bakılabilir. Irak’ın elinde tehlikeli silahlar bulunduğu iddiasını ortaya atan ABD, bu silahları üreten merkez durumundaki en önemli ülkedir. Silah sanayinin en gelişkin olduğu, dünyanın en büyük silah üreticisi ve satıcısı ülkenin ABD olduğunu bilmeyen yoktur. Örneğin ABD’nin 2001 silahlanma bütçesi 330 milyar dolarken, 11 Eylül sonrası, Kongre bir kararla hükümete 40 milyar dolarlık ek bir ödenek sağlamıştır. Yıllık 350 milyar dolardan fazla savaş bütçesi, dünyanın onlarca yoksul ülkesinin bütçelerinin toplamından fazladır. Bu parayla, milyonlarca insanın açlıktan ölmesi engellenebilir, milyonlarca çocuğun beslenmesi sağlanabilir, çok sayıda ülkede sağlık sistemi yaratılabilir. Ama hayır, bunların yerine bu kadar büyük bir para insanların öldürülmesi, savaş patronlarının karlarına kar katması için harcanmakta; sonra da aynı ABD kalkıp, başka bir ülkenin elindeki tehlikeli silahlardan bahsedebilmektedir.
Öte yandan, Irak’a silah suçlaması yapan ABD, biyolojik silahların üretimine katı sınırlandırmalar getiren anlaşamaya imza atmayı reddetmiştir. Çünkü dünyanın en büyük biyolojik silah cephaneliği ABD ve İsrail’in elinde bulunmaktadır. Demek ki, başka bir ülkenin elinde bulunursa bu silahlar insanlık için tehlikeli, ABD ve İsrail’in elinde bulunursa insanlığa gayet faydalıdır! Ancak dünyada yaşanan çok sayıda vahşet göstermiştir ki, ABD ve İsrail devletlerinin varlığı, insanlık için, gelecek için en büyük tehlikedir.
ABD, kimyasal ve biyolojik silah üreten en büyük ülke olmasının yanı sıra elinde 600 bini aşkın nükleer füze ve bomba bulundurmaktadır. Bu ülkenin 1945’ten bu yana silahlanmaya dört trilyon dolardan fazla para harcadığı biliniyor.
Aynı ABD’nin neredeyse dünyanın her yerinde üsleri ve askerleri bulunuyor. Yani kelimenin tam anlamıyla dünyayı kuşatmış durumda. Afgan işgali bahanesiyle ABD, Türkiye, Kıbrıs, Arap Yarımadası, Japonya ve Güney Kore’ye yeni yığınaklar yaptı. NATO ülkelerinin deniz kuvvetlerinin varlığı yüzde elli oranında artarken, hava kuvvetleri iki kat büyüdü. Şu an Japonya’da 65 ABD askeri tesisi ve 70 bin Amerikan askeri bulunuyor. Güney Kore’de ise, ABD’nin 35 askeri tesisi ve 25 bin askeri mevcut.
Rusya’yı kuşatmaya çalışan ABD’nin, Rusya’nın Norveç sınırında Globus-2 anti-füze sistemi var. 35 bin kilometre menzilli olan bu sistem, bütün Rusya’yı kapsayıp Çin’e kadar uzanıyor. Rusya’yı kuşatma ve bölüp parçalama hesaplarında olan ABD, burnunu Rusya’nın içişlerine kadar sokmuş durumda. Çeçenistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Gürcistan, Ermenistan vb. ülkelerde ABD faaliyetleri bilinen bir gerçek. Bu faaliyetlerde ABD’nin sadık müttefiki ise Türkiye. Aralık ayından bu yana ABD ve NATO, Türkmenistan’da eski Sovyet üslerinden faydalanıyor. Ayrı biçimde Orta Asya’daki eski Sovyet askeri üsleri de ABD ve NATO tarafından kullanılıyor. Bunlara, daha önce sözünü ettiğimiz Arap Yarımadası’ndaki ABD üsleriyle birlikte Pakistan, Hindistan ve ABD’nin arka bahçesi konumuyla Latin Amerika’daki ABD askeri faaliyetleri, üsleri, Afrika ve Balkanlar’dakiler eklenebilir. Durum ortadayken, ABD’nin Irak’ın elindeki silahları bahane göstermeye çalışmasının ne kadar saçma ve aşağılık bir yalan olduğu meydanda değil midir?
ABD’nin ileri sürdüğü Irak’ın BM denetçilerine izin vermediği gerekçesi ise, birincisi kadar saçma ve pespaye bir bahanedir. En azından, BM denetçilerinin yıllarca bu ülkede kaldığı ve her yere her şeye parmaklarını soktukları herkesçe bilinmektedir. Yine bu BM denetçilerinin casusluk amacıyla orada olduğu da bilinmektedir. Nitekim geçtiğimiz günler içerisinde basına geniş bir açıklama yapan ve vicdani bir muhasebeye girişen, bir dönem Irak’a giden BM denetçileri arasında bulunan bir yönetici, ABD’nin kendilerinden, casusluk yapmalarını, Irak’la ilgili bilgileri ABD’ye aktarmalarını istediğini ve üstelik bu yönde baskı gördüklerini açıkladı.
Irak’ın BM silah denetçilerini kabul etmediği, bu yüzden işgal edilmesi gerektiğini öne süren ABD, gerçekte denetim ve denetçiler için ne düşünmektedir? Şaşırtıcı gerçek şudur ki; yıllardan beri tartışılmakta olan biyolojik silahların üretimine katı engeller getirmek isteyen protokole imza atmayan ABD, uluslararası müfettişlerin anlaşmanın tarafı ülkelerin laboratuarlarında denetim ve inceleme yapmasını reddetmiştir. ABD’nin reddetme gerekçesi ise son derece açıklayıcı ve “kamuoyunu rahatlatıcıdır!”: “Ticari çıkarlara aykırı ve ulusal güvenliği tehdit edici.”
İşte Irak’ın BM silah denetçilerine izin vermediği gerekçesini bir işgal nedeni sayan ABD, uluslararası müfettişlerin kendi laboratuarlarına şöyle bir göz atmasını ticari çıkarlarına ve ulusal güvenliğine aykırı buluyor. Demek ki, Irak, BM denetçilerine izin vermeyince de ABD’nin ulusal güvenliği tehlikeye giriyor, silah denetçileri ABD’yi denetlemeye kalktığında da! Kısaca lafın özü şudur: “Ölüm geldi cihane, baş ağrısı bahane.”
Bir başka gerçek de şuydu ki, Irak’ın -veya yarın İran ya da bir başkası olabilir- elinde olduğu ve insanlığı tehdit ettiği söylenen silahlardan kat kat fazlası ve tehlikelisi hemen Irak’ın yanı başındaki İsrail devletinin elinde bulunuyor. Ama nedense, bu silahlar hiç “insanlığı tehdit etmiyor” ve hiç gündeme gelmiyor. Kimse şu İsrail’i bir denetleyelim diyemiyor. Üstelik İsrail ağzı köpük, elinde kan çanağıyla ortalıkta dolanıyor, binlerce Filistinliyi doğruyor, her yanı kana, vahşete buluyor. İsrail köklü bir halkın topraklarını işgal ediyor, halkı kanla, zorbalıkla topraklarından sürüyor, en vahşi işkenceleri uyguluyor, katliamlar düzenliyor, kundaktaki bebekleri yakıyor, evlere tankla giriyor, paletler arasında Filistinlilerin kemikleri un ufak ediliyor, ama Filistin’den terörü lanetlemesi isteniyor. Terörü en vahşice uygulayan, katliamları soykırıma kadar götüren devlet İsrail, ama terörist damgası yiyen Filistin halkı. Kimyasal, biyolojik silahlarla nükleer başlıklı füzelerin her çeşidi, konvansiyonel silahların tümü İsrail’de, ama BM silah denetçilerince sürekli denetlenen Irak! BM silah denetçilerine sınırlama getirdi diyerek Irak’ı işgal etmeye kalkan ABD, uluslararası denetçilerin kendi ülkesindeki laboratuarlara göz atmasına “ticari çıkarlar ve ulusal güvenlik gerekçesiyle” izin vermeyen yine ABD!
TÜKKİYE’YE YÜKLENEN ROL
İran Şahı’nın devrilmesiyle Ortadoğu’da önemli bir mevzisinden olan ABD’nin gözünde stratejik bakımdan üst sıralara yükselen Türkiye, ekonomik, askeri, siyasi bakımdan tam bir kuşatmaya alındı. Dış borçlandırma yoluyla bağımlılığı giderek artan ülke, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist tefeci kuruluşların denetimi altında tarihinin en büyük borçlanmasına giderken, küreselleşme, globalleşme vb. yaygaralar ve borç batağının esaretiyle Gümrük Birliği, WTO gibi anlaşmaların altına attığı imzalarla, tüm kaynakları emperyalist yağmaya açıldı. Emperyalist bağımlılık, ülkeyi tam bir esaret altına soktu. Dış ve iç borçlar ödenemez duruma gelirken, borçların anaparaları bir yana, dönem faizleri bile yeni alınan borçlarla karşılanmaya başlandı.
Her yeni borç talebinde, vadesi gelen her yeni borç erteleme görüşmelerinde ülkenin önüne bir öncekinden daha ağır şartlar, daha ağır yükümlülükler konuldu. Ekonomi yönetiminde IMF doğrudan devreye girerek, kendi adamını ekonomiden sorumlu bakanlığa atadı. Hükümeti oluşturacak partilere, önceden, IMF’nin belirlediği programa kayıtsız şartsız uyacaklarını garanti eden IMF’ye sadakat ve uşaklık belgeleri imzalatılma aşamasına varıldı.
Artık öyle bir noktaya gelinmişti ki, hükümetlerin ekonomik politikalar üzerinde hiçbir söz söyleme hakkı kalmamıştı. Ücretler, tarım ürünleri fiyatları tamamen IMF tarafından belirleniyor, hangi ürünün ne kadar ekileceğine, hangi ürünlerin ekiminin yasaklanacağı ya da kısıtlanacağına, ne kadarının alınacağına, ne kadarının çöpe atılacağına, eğitimden, sağlığa ayrılacak paya, hangi bankaya el konup hangi yabancı bankaya peşkeş çekileceğine, hangi kamu işletmelerinin kapatılacağına, kaç işçinin işten atılacağına, hangi yerli şirketlerin kredi, borç, pazar vs. yollarla sıkıştırılıp yabancı tekellerin önüne yem olarak atılacağına ve hatta hangi sahil kuşağının yabancı oteller zincire “kıyak olsun” diye yağmaya açılacağına IMF ve Dünya Bankası karar verir oldu.
Doğal olarak, siyasi anlamda hükümetlerin nasıl oluşacağını da belirleme hakkı onlarındı. Hiç şüphesiz, ekonomik ve siyasi alanda böylesine rezillik derecesinde bağımlı konuma girmiş bir ülkenin, askeri alanda bağımsız davranabileceğini akla getirmenin bile aptalca olacağı ortadadır. Dolayısıyla emperyalist patronlar nereyi işaret ederlerse süngülerin o yöne döneceğinden kuşku duyulamaz. Nitekim öyle olmaktadır. Yıllar önce ABD Kore’ye saldırdığında Türkiye de asker göndermiş, bağımsızlık mücadelesi veren bir halkın kanla boğulma çabasına suç ortaklığı yapmıştı. Somali, sonrasında Yugoslavya’nın bölünüp parçalanma, yağmalanma sürecinde yine aynı görev kâğıdını yakasına astı. Afganistan hafızalarda henüz tazedir. Birinci Irak saldırısında ABD’nin yanında en aktif rol üstlenen yine Türkiye olmuştur. “Bir koyup üç alacağız” iğrenç hesabıyla girilen savaştan en zararlı çıkan ülkelerden birisi Türkiye olmuş, faturası acı biçimde halka ödetilmiştir. Ve Türkiye, İsrail’in Filistin halkını vahşice boğazlamasında, bölgede İsrail ile en iyi ve yoğun ilişkiler içinde olan bir ülke olarak, bu vahşette İsrail tarafında olmak utancını kara bir damga gibi alnının ortasında taşımaktadır. Gerçekten de Türkiye-İsrail ilişkileri utanç düzeyine yükselmiştir. Türk Ordusunun M–60 tanklarının modernizasyonu ihalesi 450 milyon dolar karşılığında, yine Türk Hava Kuvvetlerinin modernizasyonu çerçevesinde 650 milyon dolarlık projeler İsrail’e verilmiştir. İsrail’in Türkiye’de artık pek çok ayrıcalıkları vardır. Türkiye, Suriye, Irak, İran sınırında İsrail’in casusluk faaliyetleri yürütmesine izin vermiş, İsrail bu sınırlara dinleme, gözleme istasyonları kurmuştur. İmzalanan anlaşmalarla Türkiye hava sahaları İsrail’e açıktır. Böylece İsrail, Arap bölgesindeki her ülkeye saldırma şansına sahiptir.
ABD’nin Irak’a muhtemel işgal harekâtının gündeme gelmesiyle birlikte, Türkiye’nin bu işgal harekâtında oynayacağı rol de tartışılmaya başlandı. Bölgeyi az çok bilen, kafası az çok çalışan herkes çok iyi biliyor ki, Türkiye’nin aktif desteği ve katılımı olmadan, Amerika’nın bu savaşta başarı şansı yoktur. Türkiye’nin aktif katılımı ve desteği olmadan Amerikan ordusunun Irak’a yönelik bir kara harekâtını yürütmesi, neredeyse imkânsız gibidir. ABD Genelkurmayı’nın planlarında Ürdün ve İsrail”in yanı sıra esas olarak Türkiye önemli bir yere sahiptir. Üstelik Arap Yarımadası’ndaki Suudi Arabistan vb. yönetimleri, halklarının baskısıyla sıkışık durumdadır, mırın kırın ediyorlar; en azından ABD saldırısına açıktan destek vermekte zorlanıyorlar. İran ise, ABD’ye açıkça karşı çıkmıştır.
ABD’nin Irak’ı işgal edeceğini açıklamasında hemen sonra, Türkiye, işin içine girdi. Şimdilerin “ulusal solcusu” başbakan Ecevit ABD ziyaretine çıktı. Ecevit-Bush görüşmesinde ağırlıklı olarak bu harekâtın konuşulduğu, Türkiye’nin üslerini kullandırmasının yanı sıra olası saldırıda Türk birliklerinin Irak’a girmesi ve ayrıca İran’a askeri, ekonomik, siyasi ambargo uygulanmasının tartışıldığı basına sızdırıldı.
İngiliz Guardian gazetesi, Türkiye, ABD ve İsrail ordularının bu yıl Konya’da gerçekleşecek “Anadolu Kartalı” tatbikatının Irak’a yönelik bir tehdit niteliği taşıdığını yazdı. Ayrıca, Konya’daki hava üslerinin de, İncirlik gibi, Irak’a yönelik hava saldırılarında kullanılacağı belirtildi.
ABD’nin Irak’a yönelik işgal girişiminin gündeme gelmesinin ardından, Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Büyükanıt, terörizmin Habur’dan kaçak mazot yoluyla maddi kazanç elde ettiğini öne süren bir rapor hazırladı ve Habur sınır kapısı kapatıldı.
Emperyalizmin tutsaklığına sıkıştırılan Türkiye, artık gelinen noktada neredeyse ABD’nin emir eri derecesine düşürülmüştür. ABD çıkarları neyi gerektiriyorsa Türkiye oradadır. Bir bölüm asker Bosna’da, bir başka bölümü Afganistan’dadır. Geri kalan ise, Irak’a saldırıya hazırlanmaktadır, İstihbari anlamda ise, Rusya’da karışıklık çıkarmak, bağlı devletleri Rusya’ya karşı kışkırtarak, bölüp parçalamak işleriyle meşguldür. Bir kol da Çin Uygur Özerk Bölgesi’ndedir, Bu yüzden, çevresindeki bütün komşularıyla ilişkileri bozuktur. Komşularının gözünde, Türkiye, Amerikan askeri, güvenilmez bir ülkedir. Arap Yarımadası’ndaki halkların gözünde, vahşi İsrail’in sadık müttefikidir. Rusya’nın gözünde, içişlerine burnunu sokan, kışkırtıcı, karıştırıcıdır. Asya’nın öbür ucundaki Çin bile Türkiye’yi Uygur Özerk Bölgesi’ndeki kışkırtıcı faaliyetinden ötürü kaç kez uyarmış, protesto etmiştir. Herhalde komşularıyla bu kadar sorunlu alan, güvenilmez görülen ve örtülü tecrit durumuna düşen bir başka ülke bulmak zordur. Hepsi, ABD’nin yüksek stratejik menfaatleri adınadır. Bu ise, atalarımızın “kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz” sözünün doğrulanmasıdır.
SAVAŞ KARŞITLIĞININ SOMUT ANLAMI
ABD kendi hegemonyacı politikaları doğrultusunda, enerji kaynaklarına el koymak, denetimi altına almak, rakiplerini bölge dışına sürmek adına giriştiği manevralarda halkımızı ileri sürmekte; uşak ruhlu yöneticiler güruhu ise bu işte gönüllü rol üstlenmektedirler. Oysa halkımızın, başka bir ülkeye ABD’nin yapacağı bir saldırıdan en küçük bir çıkarı olamayacağı gibi, aksine zararı pek çoktur.
Ülkenin yarı nüfusundan fazlasının yoksulluk sınırında yaşadığı, emekçinin yarın evine bir lokma ekmeği nasıl götüreceğini düşündüğü bir ortamda emperyalist vurgunculara verilecek yanıt “hayır” olmak zorundadır. Ama ülke yoksulluktan kırılırken, kamu işletmeleri ekonomik nedenler, tasarruf tedbirleri adı altında bir bir kapanır, insanlarımız işsizliğin pençesine atılır, eğitim ve sağlık hizmetleri kısıtlanırken, ülkenin silahlanmaya ayırdığı pay artmaktadır. Bütçeden silahlanmaya ayrılan pay yüzde 20 civarındadır. Fonlar ve örtülü ödeneklerden aktarılanlar hesaba katıldığında, bu rakam, yüzde 30-35’lere yükselmektedir. Oysa bu ülkede eğitime bütçeden ayrılan pay yüzde 8, sağlığa ayrılan ise yüzde 2,5 civarındadır. Demek ki, insanların öldürülmesi, yaşatılmasından on beş kat daha önemlidir!
Bu gerçekler ışığında, özellikle emek, demokrasi, barış ve yurtseverlikten söz eden bazı çevre ve grupların savaşa karşı tavırlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir. Savaşa karşı mücadele, barış talebi en başta emperyalizme ve kendi ülkesinin emperyalist politikaları paylaşan yönetimlerine karşı mücadeleyi şart kılar. Bu bakımdan, ülkemizde bir takım grup ve siyasal oluşumların soyut biçimde savaşa karşı slogan atmalarının pek bir anlamı yoktur. Ülkedeki yönetime karşı ciddi ve içten bir çabayla mücadeleye girişilmediği sürece, savaşa karşı çıkıyor ve barış istiyor gözükmek kandırmacadan öteye gidemeyecektir.
Ayrıca, sloganları doğru biçimde kullanmak gerekmektedir. ABD’nin Irak’ı işgal edeceğini açıklamasına karşın, bunun tek taraflı bir saldırı olduğunu ısrarla görmezden gelmeye çalışmak ve iki tarafa da eşit mesafeyle yaklaşmak, iki tarafı da aynı oranda sorumlu görmek; aslında, pratik bakımdan emperyalist saldırganın, işgalcinin, yani ABD’nin yüzünü gizlemek, onun suçunu başkalarına yüklemek ve esas olarak da ABD saldırganına destek vermektir. ABD’nin muhtemel bir Irak işgali karşısında bile, hala, basitçe “savaşa hayır” diye bağırmak, en iyimser deyişle yanılma ve kitleleri yanıltmaktır. Bu sloganı atmadan önce, hiç olmazca biraz düşünülmelidir: Ortada karşılıklı bir savaş mı vardır? Yoksa ABD’nin tek taraflı bir işgal, bir ilhak girişimi mi? Dolayısıyla, burada mücadele edilmesi, karşı çıkılması gereken şey, ABD saldırısıdır. ABD hegemonyacılığıdır. ABD işgalidir. Yoksa taraflara eşit uzaklıkta durma taktiği, aslında ABD saldırısını, işgalini onaylamaktan başka bir şey değildir. Şu çok açık ortaya konmalıdır: Ortada karşılıklı bir savaş değil, tek taraflı bir emperyalist saldırı vardır. Bu dün Afganistan’da yapılmış ve ABD bölgeye kalıcı olarak yerleşmiştir. Aynı şey İsrail tarafından mazlum Filistin halkına yapılmış, Filistin halkı vahşice katledilmiştir. Kim Filistin’de karşılıklı bir savaş olduğunu öne sürüyor, karşılıklı silah bırakmayı savunuyor? Açıktır ki, aslında o, gerçekleri gizlemek için çalışıyor, gerçekte İsrail saflarında tüfek çatıyordur. İsrail katliamlarının suç ortağıdır. Burada, slogan, nasıl İsrail işgalcilerinin bölgeyi terk etmesi, suçlarının hesabını vermesi olmalıysa, muhtemel bir Irak işgaline takınılacak tavır, amerikan saldırısına karşı çıkmak ve Amerikan işgalinin suç ortağı olmaya hazırlanan ülke yönetimine karşı mücadele bayraklarını yükseltmektir.
ABD saldırısı, işgal hazırlığı karşısında kem küm etmek, “aslında Saddam yönetiminin savunulacak tarafı yok”, “Saddam yönetimini onaylamak mümkün değil” lafları sarf etmek; aslında emperyalist kampta yer almaktan ya da özgürlüklerin emperyalist yağmacılardan geleceğini beklemek şapşallığından başka bir şey değildir. ABD işgaline onay vermektir.
Savaştan en çok zarar gören, savaş acısını yaşayan Kürt halkıdır. Savaşa en çok karşı çıkması gereken de odur. Nitekim ABD’nin birinci Irak saldırısında bölgede zaten güdük olan ekonomi tamamen çökmüş, bölge ekonomisinin can damarı durumundaki sınır ticareti bitmiş, binlerce kamyon işsiz, on binlerce Kürt ailesi çaresiz kalmıştı. Bu acıları yaşayan Kürt emekçi ve gençleri, bu yüzden savaşa da, ABD’ye de karşıdır. Kürtleri temsil ettiği iddiasındaki parti liderlerinin kulaklarını emperyalistlere, burjuva ideologlara değil, gerçeklere, Kürt emekçilerine açmaları gerekir. Ayrıca solcu liberallerin ağzına sakız olan, “kimse savaş istemez”, türünden nakaratların hiçbir samimiyetinin olmadığı ortadadır. Kimse savaş istemez demekle, emperyalist tahakküme, saldırganlığa, işgale karşı çıkmak arasında dağlar kadar fark vardır.
Sorun savaşa karşı olup olmama sorunu değildir. Sorun, ABD işgaline, ABD saldırısına karşı olup olmama sorunudur. Ve evelemeden-gevelemeden yanıtlanması gereken soru şudur: “ABD’nin işgalinden yana mısınız, yoksa işgale karşı mısınız? ABD’nin Irak’ı işgaline karşı başta kendi ülkenizin yönetimi olmak üzere mücadele edecek misiniz yoksa etmeyecek misiniz?” Sorun budur.