Küreselleşmeci güçlerin en etkin olduğu seçim

Seçim süreçlerinde, seçime giren partilerin, halkın önüne koydukları politikalar, hedefler, onların hangi sınıfların çıkarlarına uygun olarak davranacaklarının, kime hizmet edeceklerinin de ipuçlarını verir. Elbette seçim süreçleri, aynı zamanda tüm burjuva partiler bakımından, mümkünse tek başına iktidar olabilmek için halka en fazla yalan söylenen dönemlerdir. Bu dönemlerde, halkın vergilerinden oluşan kaynaklar kullanılarak kendilerine Hazine’den verilen seçim yardımlarını halkın oyunu kazanmak için şaşaalı kampanyalarda harcamakla yetinmeyen düzen partilerince; seçim öncesi halka tencere dağıtıp kapağını da seçimden sonra verme vaatlerinin, geniş nüfuslu aşiretlere ‘kaynak’ aktararak oylarını satın almaya kadar uzanan örneklerin sergilendiği bilinmektedir. Tüm bu ve benzeri tutumlar, tek tek partilerin halk karşısındaki tutumlarını, samimiyet düzeylerini göstermek bakımından elbette izlenmesi ve teşhir edilmesi gereken örneklerdir.
Ancak, daha çok seçim dönemlerine özgü, bu dönemlerde olup biten bu ve benzeri örneklerin yanında, oyu istenen halk kesimleri açısından asıl önemli olması gereken, hangi partinin hangi sınıf ve güçlerin çıkarlarına Hizmet edecek programları savunduğu, ülkenin önünde duran temel sorunlara nasıl yaklaştığıdır.
3 Kasım seçimlerine bu açıdan bakıldığında, şu temel faktörler önem kazanmaktadır. Sadece son hükümet döneminde 30 milyar dolarlık borçla, ülkeyi dünyanın IMF’ye en borçlu ülkesi durumuna getiren; açlığı, yoksulluğu derinleştiren, ülke tarımını bitme noktasına getiren, ülke sanayisini çökerten, esnafı iflasa sürükleyen IMF programı ve politikaları konusunda hangi parti nasıl tavır almaktadır, 4 Kasım’da hangi parti ne yapacaktır?
İkinci temel faktör olarak, ABD’nin ülkeyi sürüklemek istediği olası bir Irak savaşı karşısında hangi partinin tutumu nedir?
Üçüncü temel faktörse, Türk, Kürt tüm milliyetlerden halk kesimlerinin ihtiyaç duyduğu demokratikleşme konusunda hangi parti hangi tutumu ortaya koymaktadır?
Eğitim, sağlık, işsizlik, gençlik ve daha da uzatabileceğimiz, tümü IMF programı ile dolaysız bağlantılı konularda partilerin yaklaşımlarının ne olduğu da önemlidir.

3 KASIM’A GİDERKEN ORTAM: IMF, AB VE ABD’NİN MÜDAHALELERİ
Tek tek partilerin bu açılardan pozisyonlarının ne olduğuna geçmeden önce, seçimin gerçekleştiği ve seçime katılan sermaye partilerini -parlamento dışındaki partilerden bazılarını da- doğrudan etkileyen politik ortamın niteliği hakkında birkaç söz söylemek yerinde olacaktır.
Öncelikle girilen seçimler, küreselleşmeci emperyalist güçlerin en etkin olduğu seçimlerdir. Bugüne kadar, dolaylı müdahaleleri ile tanıdığımız güçler, bugün halkın seçimlerde ortaya koyacağı iradeyi belirlemeye dönük açıktan müdahalelerde bulunmakta sakınca görmemektedirler. AB Dönem Başkanı Danimarka Başbakanı Rasmussen’in şu sözleri buna açık bir örnektir: “Seçimlerden sonra AB karşıtı bir hükümet kurulursa tam üyelik tarihi verme konusunda soru işaretleri doğar.” Bu sözlerle, Türkiye’de sandığa gidecek herkese söylenen şudur: “Eğer size cennet olarak vaat edilen AB’ye erken girmek istiyorsanız, o zaman AB karşıtı partilere oy vermeyin.” Bu sözlerle, ülke siyasetini belirlemede güç sahibi olan egemen çevrelere de, ‘diplomatik’ bir dille şu mesaj verilmektedir: “Ne yapıp edin. 4 Kasım’da AB karşıtı bir hükümet oluşmasını engelleyin.” Son AB tartışmalarından, hiçbir sermaye partisinin AB karşıtı olmadığını, “karşıt” pozisyonda gösterilenlerin de “onurlu üyelik”ten yana yandaşlar olduklarını bildiğimiz için, mesajın öz Türkçesi, AB karşısında ayak sürtecek, küçük de olsa sorun çıkartacak bir hükümet ve bu tür partilerin hükümet ortaklığının istenmediğidir.
Diğer taraftan, gerek Beyaz Saray yetkililerinin ağzından dile gelen, gerekse dünya kamuoyunu belirlemede etkin olan ABD’nin belli başlı gazetelerinde yer alan haber ve yorumların üzerinde birleştiği temel nokta ise, ABD’nin Irak’a saldırı planında güçlük çıkaracak bir hükümet oluşumuna izin verilmemesi yönündedir.
Küreselleşme programı açısından diğer bir temel nokta da, ABD’den, Dünya Bankası’nın Başkan Yardımcılığı görevinden getirilen Kemal Derviş’in, “sol bir koalisyonla’ yeniden can kazandırmak istediği IMF programı ile ilgilidir. Kısa bir süre önce basına yansıyan şu haber bu açıdan fikir vericidir: “Merkez Bankası Başkanı Serdengeçti, ekonomik programın seçim sonrasında da devam edeceğinin garantisini veren bir metin hazırlıyor. Bütün partilerden mutabakat metnini imzalamaları istenecek.” (25 Ağustos 2002 Radikal)
DSP-MHP-ANAP hükümetinin koalisyon ortaklarının liderleri tarafından imzalanan ek niyet mektuplarından sonra, iş, aynı tutumun bütün partilerden istenmesine kadar varmıştır. Yani, IMF programına gösterilebilecek olası bir muhalefetin önü de önceden alınmak isteniyor. Bunun anlamı, uyguladıkları ve uygulayacaklarını açıkladıkları program ve politikalarıyla zaten IMF partisi haline gelmiş, işbirlikçileşmiş tüm partilerin dizginlerinin sonuna kadar kasılarak ve en küçük bir sekmeye olanak vermeyecek şekilde uygun adım yürüyüşlerinin garanti altına alınmak istenmesidir. Bu aşamaya gelinmiş olmasında, IMF politikalarına bağlılık yemini eden sermaye partilerinin açtığı yol, onların içeriden verdiği destek kuşkusuz belirleyici bir öneme sahiptir.
Elbette diğer önemli bir faktör de, içeride IMF politikalarına karşı geliştirilen muhalefetin düzeyi ve küreselleşmeci güçlerin dünya ölçeğinde aldığı yolla ilgilidir. Sosyalizmin ancak biçimsel kalıntılarının geçerli olduğu SSCB’nin varlığı ile belirlenen iki kutuplu dünyada dahi, içeride emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı geliştirilen devrimci muhalefetin, sermaye partilerini de atacakları adımlar konusunda baskı altına almış olduğu 1970’li yıllarda, IMF ve Dünya Bankası yetkilileri ile Amerika’da yapılan gizli görüşmeler bile ülke içinde kıyametin kopmasına neden olurken; tüm bu dengelerde yaşanan değişimler, IMF ve onların yerli işbirlikçilerinin hareket serbestisini düne göre daha fazla geliştirmiştir. Yine Bülent Ecevit liderliğindeki CHP’nin o dönem, “Ne ezilen ne ezen, insanca hakça bir düzen”, ya da “Toprak işleyenin su kullananın” sloganlarını kullanması, kendi başına nasıl o dönem Ecevit’in ya da başında bulunduğu CHP’nin farkı ile açıklanamaz ise: ABD politikalarının misyoneri olarak davranan, halk kesimlerinin IMF programına olan tepkisini “sol”dan sisteme yedeklemek için birlik arayışları yürüten Kemal Derviş’in, bugün CHP’nin başına gelip oturmasını da, kendi başına CHP’de başlayıp biten bir tercih olarak göremeyiz. Küreselleşmeci güçlerin işçi ve emek hareketi ve sosyalizm karşısında kazandıkları mevzilerin düzeyi ile işçi ve emekçilerin -ülke içinde sermaye partilerinden hoşnutsuz olsalar da- IMF ve DB programlarında ifadesini bulan küreselleşme saldırıları ile mücadelede, onları püskürtücü mevzileri henüz tutamamış olmaları da, bu açıdan belirleyicidir. Bugün seçime girecek olan sermaye partileri, IMF politikalarına uyum konusunda düne göre daha rahat davranıyorlarsa; bu, hem küreselleşmeci güçlerin dünya ölçeğinde kazandıkları mevzilerin düzeyi ve onların buna bağlı olarak ülke içindeki artan etkileri ile karşılarındaki güçlerin pozisyonunun geriletiri bir noktaya varmamış olmasının doğal bir sonucudur. Ancak, buradan, küreselleşmecilerin “köpeksiz köyde değneksiz dolaşabilecekleri” ve her istediklerini yapabilecekleri koşullara sahip oldukları sonucu çıkarılamaz. Madalyonun diğer yüzünde, işçi ve emekçi kitlelerin hiç de küçümsenmeyecek genişlikteki kesimlerinin emperyalizm ve işbirlikçilerinin politikalarından, düzenden ve IMF programından duydukları hoşnutsuzlukla yeni arayışlara yönelmiş oldukları ve emek örgütleri ile emekten ve demokrasiden yana parti ve güçlerin sermayeden bağımsız bir platform etrafında birlik çağrısıyla yanıtlanması gereken bu arayışın, emeğin hak kazanımları ile ülkenin bağımsızlığı ve demokratikleşmesi ve bu hedeflere yönelik mücadelenin gelişmesi bakımından ciddi bir temel oluşturduğu gerçeği bulunmaktadır.

KÜRESELLEŞME PROGRAMI ÜZERİNDEN YARIŞIYORLAR
3 Kasım seçimlerine giderken, böyle bir ortamda tek tek sermaye partilerinin durumunun ne olduğu sorusuna gelince, öncelikle şu tablo karşımıza çıkmaktadır. Bir sermaye partisi, kendisini seçimde yarışacağı bir diğer sermaye partisinden ayırırken, bunu, emperyalist öğelerin Türkiye’ye dayattıkları konularda gönüllü kulluk üzerinden yarışarak yapmaktadır. Örneğin; barajın altında kalma korkusu ile seçimi erteletmekten, türlü ittifak arayışlarına kadar bir dizi girişimde bulunan ANAP, 4 Kasım’da diğer partilerden bir adım öne geçmek için kendisini en AB’ci parti olarak sunmakta ve böylelikle de, bugüne kadar sermaye medyası ile düzenin çeşitli propaganda aygıtları tarafından, AB lehine yapılan propagandanın halk kesimleri üzerindeki tüm olası etkilerini de kendi arkasında toplamayı hesaplamaktadır. Diğer taraftan DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, AB ve IMF politikalarına bağlılıkla birlikte, “Irak’a saldırı durumunda ülkenin başında ben olmalıyım. Bu konulardaki en deneyimli lider benim” türünden çıkışlarla, en büyük emperyalist ABD’yi hoş tutacak bir formül olarak Irak’a saldırıyı kendisi için ayırıcı bir politika olarak sunmaktadır. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise, geçen seçimlerde parlamento dışında kalan bir parti olarak, halkın iktidardaki partilere olan tepkisinin kendisini güçlendireceğini düşünmek dışında, partisine Kemal Derviş’i katarak, onun etrafında oluşan misyonun dış ve iç potansiyellerini kendisi için bir avantaja dönüştürmek istemektedir. Şu ana kadarki anketlerin en çok oyu alacağına işaret ettiği AKP’ye gelince, o da, “küreselleşmeci” güçlerle, içerideki ve dışarıdaki tüm uzantılarıyla iyi geçinmeyi, iktidara gelebilmek açısından en geçer akçe saymaktadır.
Bu partilerin, küreselleşmeci politikalar karşısındaki tutumunu biraz daha ayrıntılandırırken şu gerçeklere dikkat çekilebilir.

DERVİŞ’Lİ CHP: KÜRESELLEŞME PROGRAMINA TAM TESLİMİYET
CHP, Cumhuriyet’in kurucu partisi olmaktan gelen yönelimle, bugüne kadar kendisini diğer partilerden ayırırken, ambleminde de bulunan ve Atatürk ilkelerine işaret eden 6 oku kullanırdı. Bu topraklarda yaşayan halk kesimleri açısından olumlu, tarihsel çağrışımları olan bağımsızlık, halkçılık gibi ilkeler, sermaye politikalarını savunan CHP’nin kendisini diğer sermaye partilerinden ayırmak için kullandığı temel ilkelerdendi. Uzun yıllardır bunların gereğini yapmaz, ama yapacak gibi, en azından savunur gibi görünürdü. Üstelik NATO’ya girilmesinden, IMF ile anlaşmalar imzalanmasına kadar bir dizi temel konuda CHP ve ortağı olduğu iktidarlar bu ilkelere çoktan ihanet etmişlerdi. Ancak, bir gecede 7 milyar doların yabancı spekülatörlerce hiç edilmesine yol açarak patlak veren krizin hemen ardından Baykal’ın IMF’ye kulluk deklarasyonu olan “IMF Programının alternatifi yok” ilanı yakın geçmişin, dünün; ABD ve IMF-DB politikalarının açıktan misyonerliğini yapan, kendisini başlıca bu politikalarla ayıran bir ismin CHP’ye bu kadar etkin bir pozisyondan dâhil olması, bugünün olgusudur. Türkiye’de politika yapma koşulunu -önceden Baykal’ın “alternatifsiz” ilan ettiği- IMF programına istikrar kazandıracak bir hükümetin oluşmasına katkı yapmaya bağlayan bir isim, Derviş, bugün bir Mesih gibi getirilip CHP’nin merkezine yerleştirilmiştir.
Bu durumun, bundan sonraki CHP politikalarını nasıl etkileyeceği sorusunun yanıtı ise, CHP yönetimi tarafından zaten verilmiş bulunmaktadır. CHP yönetimi, Derviş’in partiye gelmesi ile birlikte, geçtiğimiz Temmuz ayında IMF’ye karşı olmasa bile IMF ile ilişkileri yürütenlere karşı kullandığı görece eleştirel üslubu da bir kenara bırakmıştır. Geriye, Derviş’in dün 57. Hükümetin ekonomi bakanı, bugün CHP’li “kurtarıcı” pozisyonları arasındaki uyum ile, IMF ilişkileri ve borçlar politikasına ilişkin “Borç yiğidin kamçısıdır, ama yiğit de yiğit olmalı” diye yiğitlenen AKP lideri Tayyip Erdoğan’ınkinin eşi “siz yapamadınız, ben yaparım” türünden, IMF’ye teslimiyeti benimseme üzerinden ucuz demagoji imkanından başka bir şey kalmamaktadır.
CHP’nin web sitesinde, 25 Temmuz 2002 tarihli ekonomi bülteninde, CHP’nin iktidar partilerini eleştirirken kullandığı İfadeler bile bu gerçeği görmeye yetecektir:
“DSP+ YTP+MHP+ANAP” SİYASETİNİN 6 aylık bütçe uygulamasında, faiz giderleri patladı, yatırımlar durdu, vergi gelirleri yetersiz kaldı, sosyal güvenlik giderleri arttı… SONUÇ: İşlevi kalmayan, halkı ezen, halka hizmet sunmayan, toplumdan kopan, İFLAS EDEN BÜTÇE…
IMF ile çok teslimiyetçi bir ilişki içindeyiz… Üretim ekonomisine geçilmeden, ulusal birikim ve değerler korunmadan ekonomik bunalım aşılamaz… Deniz BAYKAL
2002 yılı bütçesinin önceliği toplam bütçe harcamalarının yarısını aşan borç faizlerinin ödenebilmesi, iç borçlanmanın çevrilebilmesidir. Bütçe dengeleri ve tüm Hükümet uygulamaları buna odaklanmıştır.
* “DSP+YTP+MHP+ANAP” siyaseti bu yıl yüzde 33,2 oranında reel iç borç faizi ödenmesini öngörmüştür… Bu düzeyde fahiş reel faiz beklentisinin temel nedeni siyasi istikrarsızlıktır: ülkeyi yöneten ve yönetmekte olan siyasete duyulan güvensizliktir… Bu nedenle artan risk primidir…
Bu kapsamda; “DSP+YTP+MHP+ANAP” siyasetinin IMF ile mutabakat içinde uygulamaya koyduğu 3 Yıllık Programda, kamu borçlanma kâğıtları reel faiz oranının yüzde 33,2 gibi, hiçbir ülkede görülmeyen, olağanüstü yüksek, tüm yatırım ve üretim arzusunu kırıcı bir düzeyde oluşması, böylelikle kamu borçlanma kâğıtlarının yatırımcılar açısından çekiciliğinin artırılması öngörülmektedir. (Program; reel borçlanma faizinin 2003’de yüzde 27,5, 2004’de ise yüzde 20,5 olmasını öngörmektedir.)
*  “DSP+YTP+MHP+ANAP” siyaseti, bu yıl;
– Vergi gelirlerini ekonomiyi kayıt altına alarak artırmadan, kamu kesiminde tasarruf sağlamadan,
– Yatırımları askıya alarak, çiftçinin desteklenmesine son vererek, kamu çalışanlarını açlık ücretlerine mahkûm kılarak, konsolide bütçede 9 milyar dolarlık kaynak sağlamayı hedef almıştı…
* Bu kaynakla da, izlenmekte olan yanlış politikalar ve siyasi istikrarsızlık nedeniyle artan risk primi ile 40 milyar dolara yaklaşması kaçınılmaz görülen 2002 yılı borç faizlerinin yaklaşık yüzde 25’ini ödemeyi öngörmüştü:
-Bu kapsamda; “DSP+YTP+MHP+ANAP” siyasetinin IMF ile mutabakat içinde uygulamaya koyduğu 3 Yıllık Program ile,
* Konsolide Bütçede, Gayri Safi Milli Hâsıla’nın (GSMH) yüzde 5,4’ü,
* Toplam Kamu kesiminde ise yüzde 6,4’ü oranında, faiz dışı fazla yaratarak borçların hızla ödenmesi hedef alınmıştır. (Program; Konsolide Bütçe faiz dışı fazlasının GSMH’ye oranının 2003 ve 2004 ‘de yüzde 5,6 olmasını öngörmektedir.)
* Diğer bir deyimle, son üç yıl ekonomiyi yöneten DSP+YTP+MHP+ANAP siyasetinin, 2002 yılı bütçesi ile çiftçiyi korumayacağı, kamu çalışanlarına haklarını vermeyeceği, emeklilerin yoksullaşmasına göz yumacağı, yeni iş alanları yaratmak için gerekli yatırımları yapmayacağı, rekor düzeylere tırmanan işsizliğe, derinleşen eşitsizliklere duyarsız kalacağı, halka hizmet götürmeyeceği yılın başında da bilinmekteydi…
* Ancak, “DSP+YTP+MHP+ANAP siyasetinin etkinliği altında sürdürülen 2002 yılı bütçesinin ilk 6 aylık dönemine ait veriler, gerçeklerin, yukarıda özetlenen tablodan, yılbaşında ortaya konan öngörülerden çok daha vahim olduğunu ortaya koymaktadır.
Bütçenin ilk altı aylık döneminde;
– Kamu yatırımları rafa kaldırılmıştır: Yatırım harcamalarının toplam bütçe harcamalarına oranı yüzde 2,9 ile sınırlı kalmıştır. Oysa 2002 yılı bütçesi bu oranın yüzde 5,8 olmasını öngörmektedir.
Gerçekte yüzde 5,8 son yılların en düşük oranıdır. Buna rağmen Hükümet yatırımları tümüyle rafa kaldırarak bu hedefin dahi çok gerisinde kalınmıştır.
– Tarım ve çiftçi kaderine terk edilmiştir: Tarımsal destekleme harcamalarının toplam bütçe harcamalarına oranı yüzde 1,6 olmuştur. Doğrudan Gelir Desteği dışında kalan tarım destekleri ise 120 trilyon lira ile yani, bütçenin bu konudaki yılsonu hedefinin yüzde 16,6’sı ile sınırlı kalmıştır.
Bugüne değin hiçbir hükümet çiftçiyi ve tarımı bu ölçekte sahipsiz, kendi kaderi ile baş başa bırakmamıştır…
– Yılın ilk altı ayında ülkeyi yöneten “DSP+ YTP+MHP+ANAP siyaseti”,
– Depremzedelere desteği unutmuştur: Depremzedelere elini uzatmamış, vergi ile halktan para toplamasına rağmen deprem ödeneğinden hiç harcama yapmamıştır…
– İşsizlik sigortasını lafta bırakmıştır: Toplumsal bunalıma dönüşen rekor düzeyde işsizliğe rağmen, işsizlik sigortasının 520 trilyon liralık yetersiz düzeydeki yıllık toplam ödeneğinin sadece dörtte birini hak sahiplerine aktarmıştır…
– En büyük tasarruf ise Güvenlik Kuvvetleri’nin cari harcamalarında sağlanmıştır. “Diğer Cari” olarak belirlenen bu harcamalar için yılın bütününde öngörülen 7,8 katrilyon liralık ödeneğin, yılın ilk 6 ayında, sadece yüzde 25,6’sı harcanmıştır.
* Devlet bütçesi fiilen iflas ettirilmiştir: Kamu çalışanlarına ve emeklilere hak ettikleri onurlu bir yaşam için gerekli maaşı çok gören DSP+YTP+MHP+ANAP siyaseti, yılın ilk altı ayında, 28 katrilyon 465 trilyon lira faiz ödemiş; bir avuç rantiye kesimine vergisiz servet aktarmıştır. Böylece:
– Vergi gelirleri; geçen yılın eş dönemine göre gerilerken, faiz giderlerini karşılayamaz noktaya düşmüş,
– Faiz giderlerinin vergi gelirlerine oranı yüzde 117’e tırmanmış,
– Kısaca, devlet bütçesi fiilen iflas ettirilmiştir.
* “DSP+YTP+MHP+ANAP siyaseti”, yılın ilk 6 ayında, halkı çökertir, ekonomiyi iflas ettirir, bütçe üçte biri oranında açık verirken, “2002 Yılı Program hedefinin (on iki ayda 9 milyar dolar) üzerinde faiz dışı fazla sağlamakla (altı ayda 7,5 milyar dolar) övünmektedir”…
BÖYLESİNE ÇARPIK, IMF’YE BÖYLESİNE TESLİMİYETÇİ BİR ANLAYIŞ KABUL EDİLEMEZ…”
Bir alıntı açısından biraz uzunca sayılabilecek olan bu satırları özetlemeden buraya almamızın nedeni, sonu “IMF’YE BÖYLESİNE TESLİMİYETÇİ BİR ANLAYIŞ KABUL EDİLEMEZ…” cümlesiyle biten tüm bu politikaların, yarın parlamentoya girme ve bir biçimde iktidarda yer alma şansı yakalayabilmesi durumunda, CHP tarafından uygulanacak olmasıdır. Hükümetin uyguladığı ekonomik politikaların eleştirildiği yukarıdaki değerlendirme; CHP yönetimi tarafından, içinde Emek Programı’nı hazırlayan bazı bilim adamlarının, bağımsız iktisatçıların da bulunduğu bir gruba hazırlattırılmış ve “CHP işte bu politikalara karşı iktidar olmak istiyor” anlamına gelmek üzere, CHP’nin web sitesinde yayınlanmıştır. Ancak, Derviş’in partiye girmesi ile birlikte bu görüşler geri çekilmiştir. Çünkü bu görüşler, suçlanan “DSP-YTP-MHP-ANAP siyaseti”nin ekonomi koltuğunda oturan bizzat Derviş tarafından uygulanmıştır. Bugün Derviş’in, halkın artan ötesini yedeklemek için “sol bir birlik”le istikrar kazandırmaya çalıştığı politikalar bu politikalardır ve CHP’nin web sitesindeki ifadeden uyarlayarak söylersek bunun açık anlamı şudur: DERVİŞ’Lİ CHP: IMF’YE TAM TESLİMİYET!

İLHAN SELÇUK’TAN DERVİŞ’Lİ CHP’YE KREDİ
“Atatürk ilkelerinin yılmaz bekçiliği”nden “IMF ile uyuma” doğru, okura çaktırmamaya çalışan bir üslupla alttan alta yol alan Cumhuriyet gazetesi de, Derviş’in CHP’ye girişini, kendi seyrine uygun olarak, “renksiz”, ama temsil ettiği iddialar düşünüldüğünde onay olarak okunması gereken bir tarzda verdi. Derviş’in CHP’ye gireceğini açıkladığı haberi, Cumhuriyet’in manşetinde şu başlıkla yer aldı: “Derviş ‘CHP’ dedi” (22 Ağustos 2002) Cumhuriyet gazetesinin Yayın Kurulu Başkanı İlhan Selçuk ise, “Tayyip Erdoğan’a karşı Kemal Derviş mi?” başlığıyla yazdığı yazı ile kendi köşesinden, tüm Cumhuriyet okurlarına “önyargılı olmama” çağrısı yaparak şunları söyledi: “Hiçbir önyargıya kapılmadan beklemek ve görmek en doğru yöntemdir. Derviş’in yakasında düne kadar IMF’nin rozetini taşıdığı kesin… Artık CHP’nin rozetini takacak… İyi olur inşallah!” (23 Ağustos 2002)
İlhan Selçuk’un bu sözlerini, düne kadar IMF’nin rozetini taşıyan Derviş’in, CHP’nin rozetini takarak değişebileceğine ihtimal vermesinin bir ifadesi olarak değil, elbette kendisinin başında bulunduğu Cumhuriyet’in, bu yeni durumu okurlarına “yutturmak” için bir geçiş manevrası olarak okumak daha anlamlı olur. Bu ise, başka bir gerçeğe daha işaret etmektedir. Küreselleşmeci güçler, ülke içindeki mevzilerini güçlendirmek üzere herhangi bir parti ya da kurumu kendi programlarına “kazanırken”, onunla ittifak halindeki diğer güçleri de kazanıyorlar. Onlar bunu hesaplasa da, hesaplamasa da, süreç zaten böylesine zincirleme gelişiyor. Dolayısıyla bu seçim sürecini, küreselleşmeci güçlerin CHP ile birlikte Cumhuriyet gazetesini de “tam kazanma” süreçleri olarak tarihe not düşmek gerekecektir. Elbette bu gerçek, bugüne kadar sadece, bağımsızlıkçı, ilerici duygu ve düşüncelerle CHP’ye oy vermiş olanlarla birlikte Cumhuriyet’i bu anlayışla her gün bayiden alan okurların da, Atatürkçülüğü bağımsızlıkçılık olarak anladığını belirten aydın kesimlerin de, tutumlarını gözden geçirmelerini gerektirmektedir. Çünkü CHP ve Cumhuriyet gibi parti ve kurumlan IMF’de temsilini bulan küreselleşme politikaları etrafında yeniden yapılandırma hamlesi, sonuçta onların tabanlarını yeniden yapılandırmayı esas almaktadır.
CHP değerlendirilirken, unutulmaması gereken güncel bir örnek de, Paşabahçe direnişi sırasında CHP’nin aldığı tutumla ilgilidir. Şişe-cam Paşabahçe Fabrikasında işçiler fabrikanın kapatılmaması için günlerce direniş gösterirken, Beykoz halkı, fabrikalarının kapatılmasının kendilerinin de sonu anlamına geleceğinin bilinci ile günlerce eylemler düzenleyerek işçilere destek verirken; Paşabahçe’de CHP’nin tavrı, fabrikanın kapatılması yönünde olmuştur. Bunun anlamı da açıktır: CHP; IMF politikalarının emrettiği fabrika kapatmalar, işten atmalar konusunda IMF’nin yanındadır, işçi ve halk karşısında da tamamen düşman bir pozisyondadır. Zaten, çoktandır yatkın olduğu, izlediği politikaları anlayıp “alternatifsiz” saydığı ve uyum sağlayıp -işbirlikçilerine yönelik “sen yapamadın ben yaparım” içerikli politika metaı göstermelik eleştiriler bir yana- savunduğu IMF ve Dünya Bankası’nın adamı Derviş’i bu nedenle, “zil takıp oynayarak” davet edip baş tacı etmiştir. Şimdi Derviş’le bu yolda daha ileri adımlar atacağı, Derviş’li CHP’nin bu açıdan daha da pervasızlaşan bir CHP olacağından kuşku duyulamaz.
Derviş’li CHP’nin, ABD’nin Irak’a müdahalesine karşı çıkacak bir refleks göstermesi de beklenemez ve şu ana kadar CHP yönetimi tarafından bu yönde bir tutum da zaten alınmamıştır, 4 Kasım itibarıyla, Türkiye’yi içine alacak savaş konusunda, bir başka küreselleşmeci partinin, örneğin Irak saldırısına en iyi uyum göstereceği iddiasında olan Çiller’in DYP’sinin hükümet olması durumunda olacakların, CHP hükümeti halinde olacaklardan farklılığına ilişkin CHP’nin tek bir açıklaması yoktur.
Türkiye’nin önünde duran demokratikleşme sorunlarına yaklaşım bakımından da CHP’nin durumu ortadadır. ABD-AB ve MGK’nın politikalarını dengelemek dışında bir çizginin dışına çıkmayan ve çıkması da beklenemeyecek olan CHP, bu ülkede emekçilerin IMF politikalarına karşı örgütlülüklerinin güçlendirilmesi mücadelesinde bundan sonra da karşı tarafta olacaktır. Dahası girdiği ilişkiler, onun bu yönünü daha derinleştirecektir. Bunca sendikasızlaştırma saldırısı koşullarında sendikal örgütlenme özgürlüğü konusunda açıklama bile yapmayan, memurların grev hakkı konusunda sessiz kalan, seçim yasalarının demokratikleştirilmesine bile karşı çıkarak halkın iradesine saygısızlığını ve halkın egemenliğinden korktuğunu açığa vuran CHP’nin, Kürt emekçilerin taleplerine yaklaşımı da Kopenhag Kriterleri’nin bir adım ötesine gitmemektedir. Hakim siyasal konsept tarafından vereceği oy, kontrol edilmesi gereken bir oy olarak kabul edilen Kürt yoksulları DSP Lideri Ecevit tarafından nasıl ki, sisteme “kazanılması” gereken bir kesimi ifade ediyorlarsa, bu CHP için de geçerlidir.

AKP: ABD, AB, IMF, İSRAİL, MÜSİAD, TÜSİAD
Milli Görüş geleneğinin içinde yetişen ve bir zamanlar, daha önceki seçimlere yoksulluk, işsizlik ve diz boyuna varan yolsuzluklardan bıkan halkın oyunu alabilmek için “Adil düzen” sloganı ile katılan Erbakan liderliğindeki RP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını yapmış olan Recep Tayyip Erdoğan, son dönemlerin en süratle küreselleşme programına biat eden siyasi siması durumunda.
Hocasının iktidardan düşürülmesine götüren 28 Şubat süreciyle birlikte, partisinde hizip örgütleyen ve Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikasının temel yönlerinden biri olan ve ABD tarafından dayatılan Türkiye-İsrail ittifakının da bir gereği olarak, içeride gidilen yeniden yapılanma ihtiyaçlarını çok çabuk gören ve bunda ABD’nin belirleyiciliğini bilen Erdoğan, hocasının partisini bölerek kurduğu AKP’yi bu ihtiyaçlara uydurmakta hiç gecikmedi.
ABD’ye yaptığı gezi sırasında, kendisi ve kurmayları ile Beyaz Saray düzeyinde değil, ancak Beyaz Saray için politika üreten think-tank kuruluşları üzerinden görüşülmesini “bizim zaten resmi bir görüşme talebimiz yoktu” diyerek açıklamaya çalışan Erdoğan, ABD’nin soğuk savaş sonrası Türkiye’sine artık İsrail’le “stratejik ittifak” üzerinden rol biçtiğini bildiği için, orada Musevi lobisinin etkin kurumlarıyla görüşmeyi de ihmal etmedi. İsrail’in Filistin halkına yönelik kanlı katliamlar gerçekleştirdiği bir dönemde, İsrail’e karşı açık tavır almak yerine, açıklamalar düzeyinde kalan dengeli bir “muhalefetle” durumu idare etmeye çalışması, Erdoğan’ın AKP’sine rengini veren taktik ve strateji hattına son derece uygundu. Milyonların oyunu alacağı iddiasında olan, anketlerin 1. Parti gösterdiği ve lideri İstanbul Belediye Başkanlığı yapmış ve üstelik “inançlı bir Müslüman” olduğunu açıklayan bir parti, en azından İstanbul’da en azından “birkaç bin” kişilik bir İsrail’i protesto gösterisi bile yapmaktan kaçınarak “yeni” pozisyonunu ortaya koymaktan geri durmadı.
Medyada yer alan “asker takiyye yaptığından hâlâ şüphe ediyor” biçimindeki değerlendirmelere bir yanıt olmak üzere, denk geldiği bir resepsiyonda, gidip Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun elini sıkıp, hatırını ve sağlığını soran, ardından da “hiçbir soğukluk hissetmedim” sözleriyle gazetelere manşet olan Erdoğan, bir MÜSİAD partisi görüntüsünden sıyrılmak için TÜSİAD ve onun kontrolündeki medya organlarıyla da iyi geçinmeye özen gösterdi. Bu özenin karşılığını da çok kısa bir süre içinde nakite dönüştürmeyi başardı. Aydın Doğan’ın Almanya’daki tesisinin açılışında, “Türkiye’nin AB’ye giremediğini, ama Sayın Aydın Doğan’ın bu değerli tesisle AB’ye girmiş bulunduğunu” söylemesi, bu gruba ait gazete ve televizyonlarda hatırı sayılır bir haber olarak görüldü. Doğan Grubu’nun en çok tirajlı gazetesi Hürriyet’in, imaj oluşturmakta mahir genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, onun için şunları yazdı: “Benim kafamda AKP’nin meşruiyeti ile ilgili bir sorun yok.” (24 Temmuz 2002)
Ertuğrul Özkök’ün izinden gidenlerden birisi de, Doğan Grubu’nun, “en entelektüel solcusu” Murat Belge oldu. Belge, Radikal’deki köşesinde, AKP’nin alacağı oyların kimi çevrelerde rahatsızlık yarattığına değindiği yazısında, Özkök’ün işaret ettiği “meşruiyet” sorununun çözümüne bir “katkı” sunmak için Marksist birikimini de ortaya koyarak şunları söyledi: “En kısa ve kestirme söyleyişle bu, güvenmediğiniz ‘özne’yi dışarıda tutarak değil tersine, içeriye buyur ederek, onu bir ‘tehlike’ olmaktan çıkarmaktır” (25 Ağustos 2002)
Zaten parti olarak kurulduğundan bu yana “içeriye” doğru koşan AKP kurmayları, Belge ve benzerlerinin de katkısıyla küreselleşme sürecinin yeni konukları arasına hızla katıldı. ABD’nin Irak’a saldırı hazırlıkları karşısında tepki vermeyen eskinin hızlı “İslam kardeşliği” ve “cihad” savunucusu Erdoğan ve partisinin, ABD’nin kendisine güveninde pürüz doğuracak hiçbir tutum geliştirmemeye özen gösterme politikasının, parlamentoya girme olanağı yakalaması halinde daha da “dikkatle” devam edeceği açıktır.
Erdoğan’ın AKP’sinin ekonomik programı da, küreselleşme programı ile uyuma büyük bir dikkat gösterildiğini ortaya koymaktadır.

AKP’NİN EKONOMİ PROGRAMI DERVİŞ’İNKİNİN KOPYASI
AKP Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Coşkun’un, partisinin İktidara gelmesi durumunda uygulayacağı ekonomik programı açıklarken söylediği su süsler bunun açık bir ifadesidir: “Elbette biz IMF’ye karşı değiliz. Aynen devlette de devamlılık esastır. Ancak, ülke gerçeklerini anlatarak daha gerçekçi politikalar izleyeceğiz. IMF hedef koyar, bunun nasıl yapılacağını konuşuruz.” Şu andaki IMF programının en önemli sorununun programı destekleyecek “sürdürülebilir bir siyasi otorite” bulunmaması olduğunu dile getirerek, adeta Kemal Derviş’in sözlerini tekrar eden Ali Coşkun, şöyle devam ediyor: “Bu yüzden ülke ekonomisi için yararlı olan hususlar gerçekleştirilemedi. Bazı konular ise kısa vadede Türkiye gerçeklerine uymadığı için ters etki yaptı. Doğal olarak halkın nazarında da bu olumsuzluğun sorumlusu IMF gözükmeye başladı. Hâlbuki ne IMF ne de Kemal Derviş sorumludur. Asıl sorumlu hükümettir.” (27 Ağustos 2002 Hürriyet) Program sanki, bütün yaptıkları ona uyum sağlamaya çalışmak olan Ecevit ve ortaklarınınmış gibi, Baykal ve CHP’si türünden, programıyla birlikte, IMF ve adamı Derviş’i savunup 57. Hükümeti suçlayarak, “IMF’nin koyacağı hedeflere nasıl ulaşılacağı” peşinde olan AKP’nin, eğer hükümet partisi olursa, 4 Kasım’la birlikte yapacakları, IMF’nin dayatıp Derviş’in bugüne kadar yaptıklarının kötüsü olacak ama iyisi olmayacaktır. IMF ve ABD’nin misyoneri gibi ortalıkta dolaşıp IMF programını eksiksiz uygulayacak bir hükümet kurmaya çalışan Kemal Derviş’i ayıran AKP’li Coşkun’un, eleştiri oklarını sadece sonu gelmiş olan hükümete yöneltmesi bile, AKP siyasetinin küreselleşme programına uyum açısından, sadece “Yeni Hoca”sına değil, kendisi dışında memleketteki tüm partilere dirsek dayamakta bir sakınca görmeyeceğinin ifadesidir. Coşkun, uygulayacakları ekonomik politikaları sıralarken aynı konuşmada şunların altını çizmektedir:
“-Tüm kurumları ve kuralları ile piyasa ekonomisi işleyecek.
-Özelleştirme, rasyonel ekonomi için araç.
-Yabancı sermaye Türkiye için çok önemli.
-AB, Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlarla ilişkiler sürdürülecek.
-Devlet ekonomik faaliyetten çıkmalı.”
Bunların her biri, AKP’nin Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Coşkun’un görünüşte eleştirdiği hükümetin de uyguladığı politikalardır ve ülkeye yıkım, açlık, işsizlik, yoksulluk, dışa bağımlılığın derinleşmesi, IMF’ye en borçlu ülke olmaktan başka bir şey getirmemiştir. Dolayısıyla AKP’nin önerdiği program, ülkeyi yıkıma götüren Derviş programıdır ya da temsilciliğini Derviş’in yaptığı IMF Programı’dır ve bu programın diğer sermaye partilerinin programlarından, örneğin; Saadet Partisi’ninkinden fazlası vardır, ama eksiği yoktur.
Bu görüşleri destekleyen bir dizi açıklama daha önce çeşitli AKP kurmaylarınca da dile getirilmiştir.
Örneğin; Abdullah Gül’ün şu sözleri buna örnektir: “IMF-Dünya Bankası ile iyi ilişkiler içinde olmak zorundayız. Borcu olan bir ülkenin ben seni tanımıyorum demesi mümkün değil. Gerçekçi olmamız gerekir.” (Tempo, 25 Temmuz 2002)
IMF programına bağlılık ANAP, DSP, YTP ve DYP’nin ekonomik programlarında da ilk sırayı oluşturuyor. MHP ise daha çok, altına imza attığı ekonomik politikaların getirdiği yıkımın faturasını diğer ortaklarının üstüne yıkarak aradan sıyrılmak için Derviş’i eleştirerek, halk kesimlerine kendisini IMF karşıtı gibi göstermeye çalışıyor. Bu partinin “IMF karşıtlığının, Baykal-Coşkun ya da CHP-AKP türü, demagojik, görünüşte eleştirel “IMF’ye evet, ama ben daha iyisini yapacağım” yandaşlığından nüansın ötesinde bir farkı yoktur. Eğer var ise, hala hükümet ortağıdır ve halen uygulanmakta olan IMF Programı’nın altından imzasını çekip programın uygulanmasını durdurmak elindedir! Oysa sadece oyuna talip olduğu ezilenlere yönelik demagoji yapmaktadır.
Ayrıca MHP’nin halkı yedeklemek için, kendisini bir önceki seçimlerde iktidara taşıdığını gördüğü, Öcalan ve Kürt sorunu üstünden politika yapma tutumunu, bu seçimlerde de kendisini AB’ye onay veren diğer partilerden ayıran bir özellik olarak, sürdürmeye çalıştığı görülmektedir. Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildiği önceki seçimlerin arifesinde, içeride oluşturulan şovenist dalgayı arkasına alarak, Öcalan’ı “idam” etme sözü veren Bahçeli liderliğindeki MHP’nin iktidar ortağı olmasının ardından, ülkenin bağlı bulunduğu “merkezleri” karşısına almamak adına Öcalan’ın idamının erteletilmesi yönünde diğer ortakları ile birlikte imza koyduğu gerçeği ortada iken, bugün idamın kaldırılmasının da içinde bulunduğu AB’ye uyum yasalarına oy veren diğer partilerden kendisini ayırmak ve bu konuda yıllardır körüklenen şovenist politikaların oluşturduğu kitle tabanının desteğini arkasına alabilmek umuduyla, “Bölücübaşı F tipine konulmalı” diye ortaya düşmesi ilginçtir, ama şaşırtıcı değildir.
Tüm bunlar, ulusal bağımsızlık ve ülkenin demokratikleştirilmesi için ihtiyaç duyulan taleplerin, burjuva partileri tarafından sadece kendi konumlarını güçlendirmeye dönük bir oy potansiyeli olmak dışında bir anlama gelmediğini ortaya koymaktadır. DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in, HADEP’i bir potansiyel “tehlike” olarak gösteren sözleri de aynı kapsamda değerlendirilmelidir.
Ayrıca IMF politikalarını savunan tüm düzen partilerinin, halkın ihtiyaç duyduğu parasız sağlık ve eğitim gibi bir dizi temel konuda bu seçimlerde hiç oralı bile olmamalarının gerisinde, yine, bu seçimleri diğerlerinden ayıran bir faktör olarak, IMF politikalarına kayıtsız şartsız teslimiyet yatmaktadır.
Sonuç olarak, tüm düzen partileri bu seçimlerde oyu halktan isterken, icazeti de, işçi ve halk düşmanı bir karakter taşıyan, emperyalist sermayenin çıkarlarını temsil eden küreselleşme programlarına hükmeden ABD, AB, IMF ve DB’den istemektedir. Bu, elbette yazının giriş bölümünde de dile getirildiği gibi, bir sürecin sonucudur ve bunu tersine çevirmek için de, işçi ve emekçileri emperyalist odaklar ve onların içerideki işbirlikçilerine karşı birleştirmek açısından içinde bulunduğumuz seçim süreci büyük önem taşımaktadır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑