Emeğin adaylarıyla seçimlere katılalım!

Emek Örgütlerine, Emek ve Demokrasiden Yana Partilere ve Çevrelere Çağrı

 

EMEĞİN PARTİSİ GENEL YÖNETİM KURULU VE İL BAŞKANLARİ ORTAK ÇAĞRISI

17-18 Ağustos 2002 günlerinde topla­nan Emeğin Partisi İl Başkanları ve Genel Yönetim Kurulu (GYK) Ortak Toplantı­sında 3 Kasım 2002 yapılacak olan “erken genel seçim” konusu tartışılmış; ülkedeki si­yasi gidişat ve önümüzdeki sürece dair; aşa­ğıdaki tespitler yapılıp kararlar alınmıştır.

1-) Ağustos başında, TBMM’nin “erken genel seçim” kararıyla sonuçlanan süreç; Nisan 2002 sonunda, Kemal Derviş’in “pi­yasalarda belirsizlik var”, “bir erken seçim bile bugünkü kadar ekonomiyi etkilemez” açıklamalarıyla başlatılmıştı.

Süreç, Derviş’in ve arkasındaki iç ve dış sermaye güçlerinin gelişmelere müdahale­leri ve provokasyonlarla ilerlemiştir.

Sermaye medyası ve TÜSİAD, TOBB gi­bi patron örgütlerinin, tek merkezden yön­lendirildiği açıkça belli olan “erken seçim” çığlıkları ortamı bulandırırken, aslında ya­pılmak İstenenin “erken seçim” değil, artık sermayeye vereceği bir şey kalmamış olan 57. Hükümeti düşürmek, seçimlerin nor­mal zamanı olan Nisan 2004’e kadar, Der­viş’in patronu olacağı bir teknisyenler (adı başka da olabilirdi) hükümeti ile yola de­vam edilmek olduğu, süreç içinde açıkça ortaya çıkmıştır.

Ancak Ecevit’in, DSP’nin başından Ecevit’i tasfiye etme, “Ecevitsiz ve MHP’siz hü­kümet” komplosuna karıştığını belirlediği Hüsamettin Özkan’ı partiden kovması ve DSP’deki büyük bölünme, arkasından MHP’nin hükümeti düşürme girişimini bir “erken seçim’le geri püskürtmeye yönel­mesi karşısında paniğe kapılan komplocu­lar ve parlamentodaki partiler arasındaki didişme, Meclis’in erken seçime karar ver­mesiyle sonuçlanmıştır.

2-) Süreç içinde; bir tür “zamane darbe­si” olan hükümet devirme operasyonunun bilinçli ve planlı olarak; Derviş’in liderliğin­de bir hükümet için başlatıldığı, Derviş’in bu komplonun başında, Mesut Yılmaz, Hüsamettin Özkan, IMF (tabii Amerika) ve Av­rupa Birliği’nin bu “operasyonun içinde” olduğu ortaya çıkmıştır.

Hükümet devirme girişiminin başarısızlığa uğramasından sonra, Amerika’ya gidip 10 gün kalan Kemal Derviş’in, dönüşünde darbe ortaklarını ortada bırakarak, “solu birleştirme” adına giriştiği manevralar, emek güçlerini yeniden bölecek girişimler­de bulunması, en büyük patronlarla ilişkile­rini sıkı bir biçimde sürdürüp sermaye güç­lerine Amerika’nın arkalarında olduğu me­sajını verirken aynı zamanda “sol”, “işçi­ler”, “demokrasi” nutukları atması, Der­viş‘in görevinin çok daha “derin” olduğu­nun göstergeleri olarak ortaya çıkmıştır.

SERMAYE GÜÇLERİ KAOSTAN ÇIKIŞ ARIYOR

3-) Erken seçimin gizli amaçların perde­si olmaktan çıkıp gerçek hale gelmesiyle; sermayenin güç odakları ve onların medya­daki temsilcileri ile “erken seçim”in kendi­lerini gömeceğini gören siyasi partiler; seçimin sonucunun bir felaket olacağı kampan­yası eşliğinde “seçimi erteletme” manevra­ları başlatmışlardır.

Sermaye güçleri; “4 Kasım kâbusu” adı­nı verdikleri senaryolarla kamuoyunda; bir yandan “Le Pen sendromu” (Fransız burju­vazisi, Le Pen korkuluğunu sallayarak tüm Le Pen karşıtlarını en az Le Pen kadar emek düşmanı olan Chirac’ın arkasında hi­zaya sokmuştur) benzeri bir taktikle, emek güçlerini has sermaye partileri etrafında toplamaya çalışırken, aynı zamanda da, Der­viş aracılığı ile seçimlerin sonunda sermaye ve IMF’nin hınk deyicisi bir hükümetin ku­rulabileceği bir sonuç almak istemektedir.

4-) “Kâbus senaryoları” bir yanıyla kor­kuluk olarak kullanılmaktadır, ama öte yandan, sermayenin siyaset arenasındaki gelişmeler ve halkın düzen partilerine tep­kisinin boyutları, egemenler için 4 Kasım gününü gerçek bir kâbusa dönüştürecek sayısız etkenlere işaret etmektedir.

Her şeyden önce; son 10 yılda 7 parti, büyük iddialarla iktidara gelmiş ama nor­mal sürelerini tamamlayamadan iktidardan düşmüş, bazıları da barajın altına kadar sü­rüklenmiştir.

Sermaye güçleri 1995, 1999’da olduğu gibi, “bir daha böyle seçime gitmemeliyiz;” dedikleri koşullarda bir seçime gitmekte­dirler, üstelik bu sefer sistemi korumak için getirdikleri “seçim barajı” kendi ayak­larına dolanacak görünmektedir. Bu yüz­dendir ki, Ecevit’le birlikte 5 yıldır iktidar­da olan ve en önemli sorumlulukları yük­lenmiş DSP’nin “B takımına” “yeni olu­şum”, 78 yıllık CHP’ye “yeni”, “denenme­miş parti” payesi vermektedirler.

Çünkü sermayenin en has partilerinin barajı aşması bile kuşkuludur. Öte yandan halk yığınları hızla düzen partilerinden uzaklaşmaktadır. Din, milliyetçilik, sağcı­lık, solculuk, muhafazakârlık, liberallik ve benzeri üstünden girişimler de artık halk yığınlarını yedeklemeye yetmemektedir. Üç buçuk yıl önce en sağdaki, en milliyetçi partilere oy verenler bugün, eskiden en karşıt olduğu partilere oy vereceğini söyle­yebilmektedir.

Dolayısıyla burjuva siyasi sistemini ayakta tutan temel “kolonlar” çökmüştür.

Bu yüzden şimdi “erken genel seçim”, sermaye güçleri ve onların partilerinin kuca­ğında “pimi çekilmiş” bir el bombası gibidir.

EMEK GÜÇLERİ İÇİN BÜYÜK FIRSAT!

5-) Emek cephesinde de büyük sorunlar vardır. Emek örgütlerinin üst yönetim kad­rolarının büyük bir çoğunluğu sermayenin en gerici güçleriyle, Kemal Derviş’in “solu” ve emek mücadelesini bölme ve tasfiye etme oyununun aleti olarak rol oynamakta­dırlar. Bazı namlı “eski so!cular”la bazı konfederasyon genel başkanları ve hayli kalabalık bir sendikacı kitlesi; alanlarda “Derviş Amerika’ya”, “IMF Defol” diye hay­kıran işçilerin, emekçilerin temsilcisi olma iddiasındaki kişiler, “IMF’nin kuvvetleri” olarak Derviş’in ve IMF’ci partilerin listele­rinden Meclis’e girerek “kendilerini kurtarma” hevesine kapılmışlardır. Ancak geniş halk yığınları inatla ”arayışlarını” sürdür­mekte, bir seçtiğini bir daha seçmeyerek, sermaye medyasının parlattığı, kurtarıcı olarak öne sürdüğü platform ve kişileri eli­nin tersiyle iterek, burjuva siyaset sahne­sindeki kaosu derinleştiren bir tutum sür­dürmektedir.

Sermaye partilerinin yaptığı anketlerde bile halkın yüzde 30-40’ının henüz hangi par­tiye oy vereceği belli değildir. Ama gerçekte, “Ben şu partiye vereceğim” diyenler de en az “kararsızlar” kadar “yeni bir arayış” içinde­dir. Bunu görmek için şöyle bir sokağa çık­mak, kahveler, işyerlerindeki kalabalıklara kulak vermek yeterlidir. Bu yüzden de emek­çiler ile düzen partileri arasındaki uçurum giderek artan bir hızla büyümektedir.

6-) Emeğin Partisi; yukarıdaki siyasi tab­lodan, tablonun sunduğu fırsatı; işçilerin, emekçilerin, halkın siyasete ve ülkenin ka­derine müdahalesi için değerlendiren bir seçim taktiğini benimsemiştir. Bu durum partimize, halkın bu büyük arayışına yanıt verme sorumluluğunu yüklemektedir.

Çünkü işsizliğin pençesindeki işçiler, her gün daha çok yoksullaşan kamu emek­çileri, iflasa sürüklenen köylüler, esnaflar, zanaatkârlar, aç ve yoksul yığınlar, uzun savaşın getirdiği yaraları sarmadan Irak’a yönelik bir emperyalist saldırının hayatları­altüst edeceği endişesindeki Kürt emek­çileri, gelecek kaygısı ve işsizlik kıskacındaki gençler, kadınlar; hak ve özgürlük mücadelesindeki halk yığınları, demokrasi iste­yen aydınlar, demokratlar, Kürt ve Türk her milliyetten emekçiler; hiçbir sosyal gü­venceye sahip olmadan piyasanın acımasız dişlileri arasına fırlatılan milyonlar; bir kurtuluş, dertlerine bir çare, bir çıkış yolu arayışındadırlar.

Emeğin Partisi, bu arayışa yanıt verme­yi kendisi için asli görev görerek; tüm emek örgütlerini, emekten, demokrasiden, bağımsız bir Türkiye’den yana olduğunu söyleyen partileri, aydınları, ezilen halkları, tam hak eşitliği talebindeki ezilenlerle bir­leşip; sermaye güçleri karşısında taleplerini bağımsız bir biçimde savunacakları, ortak olarak belirleyecekleri adaylar etrafında se­çime katılacakları platforma çağırmaktadır.

Böylece emek güçleri;

a) Partilerden gelebilecek, bürokrasi ve parti çıkarlarını öne alma gibi, emekçiler arasında kararsızlık, bölünme yaratabile­cek eğilimlere meydan vermeyen bir birlik oluşturabilecektir.

b-) Seçim yasası, partiler yasası, yüzde 10 barajı gibi yasalardan gelen engelleri aşacaktır.

c-) Emekçiler ve emek örgütleri sermaye güçleri karşısında taraf olma, onlarla arala­rına sınır koyma, kendi taleplerini şu veya bu burjuva partisinden bağımsız bir biçim­de savunma imkânını elde edeceklerdir.

d-) Oluşturulacak böyle bir birlikle emekçiler; seçimlerden sonra da gerçek bir emek ve demokrasi cephesi olarak davran­ma, emek örgütlerini ve mücadeleyi çok ile­ri bir noktadan yeniden organize etme imkânını elde edecektir.

EMEKÇİLERİN SEÇİM PLATFORMU

Türkiye’nin içinde bulunduğu ekono­mik ve siyasi koşulları, emperyalizmin böl­geye sıcak müdahalelerini göz önüne alan partimiz, seçimlerde; emek güçlerini, de­mokratları, emek ve demokrasiden yana parti ve çevreleri, sermaye güçlerine karşı, seçim faaliyetinin birlik platformu olarak, şu üç temel üstünde birleşmeye ve mücade­le etmeye çağırmaktadır:

1-) “Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü kay­naklarının yağmalanmasına, IMF programı­na, özelleştirmeye, taşeronlaştırmaya, es­nek çalışmaya, emekçilerin kazanılmış hak­larının gaspına hayır”ı ifade eden talepler etrafında birleşmek.

İşsizliği, yoksulluğu alt etmek, “Herke­se İş, Herkese Parasız Eğitim, Herkese Parasız Sağlık, Herkese Güvenli Bir Gelecek” talebini yükseltmek, emekçi ailelerinin des­teklenmesi, çocukların ve gençlerin korun­ması, açlık sınırı altındaki ailelerin destek­lenmesi için gerekli önlemlerin alınması gi­bi sosyal hak talepleri için mücadele.

Türkiye’nin borç kıskacından kurtulması; ülke kaynaklarının ülkede kalması, ekonomi­nin halkın ihtiyaçlarını, ülkenin kalkınmasını gözeterek düzenlenmesi için dış ve iç borç ödemelerinin durdurulması, hortumculardan hortumladıklarının her yolla geri alınması, Türkiye’de yetişen tarım ürünlerinin destek­lenmesi için tarım ürünleri ithalatının durdu­rulması, sanayinin korunması gibi; halkın ve ülkenin çıkarları doğrultusundaki talepler et­rafında birleşerek sermaye güçlerinin işçile­re, emekçilere, halka saldırısını geri püskür­tecek talepler etrafında birlik.

2-) Ülkenin demokratikleşmesi, Türki­ye’nin demokratik bir ülke olması için 12 Eylül Anayasası başta olmak üzere antide­mokratik tüm yasalardan kurtulması için mücadele.

‘Seçim ve Siyasal Partiler Yasası’nın; tüm partilerin eşit koşullarda ve vatanda­şın tek bir oyunun bile zayi olmasını önle­yecek biçimde değiştirilmesi için mücadele.

Kürtlerin haklarının “Kopenhag Kriterleri”yle geçiştirilmemesi, dil ve siyasal hak eşitliğini kapsayan bir demokratikleşme için birleşmek.

Dış ve iç sermaye güçlerinin değil, hal­kın yönettiği, bağımsız, demokratik bir Tür­kiye için adım atmak yolunda mücadele.

3-) Amerika’nın Irak’a müdahale ve böl­ge haritasını yeniden çizmek için girişimle­rini yoğunlaştırması, seçim sürecini yakla­şan savaşa ve savaş kışkırtıcısı güçlere kar­şı mücadele talepleri öne çıkartılan bir faaliyete de dönüştürmüştür.

Bu çerçevede partimiz: tüm emek güçle­rini, halkı;

İncirlik başta olmak üzere tüm üs ve te­sislerin emperyalist kuvvetlere kapatılması.

Türkiye‘nin kendi sınırları ötesindeki halkların kaderlerine müdahale etmemesi.

Irak’a yönelik bir Amerikan müdahalesine açıkça karşı çıkmak,

Amerika ve İsrail ile ve güç birliğine ilişkin tüm anlaşmaların feshedilmesi için mücadeleye çağırmakta; seçimleri bu müca­dele güçlerinin birleştirilmesi yönünde bir vesile olarak değerlendirmektedir.

* * *

3 Kasım’da yapılacak seçimler; Türkiye emekçilerinin, halkının “şu parti mi bu par­ti mi” gibi önyargılardan en uzak olduğu seçimlerdir. Bu yüzden de, yukarıdaki plat­form etrafında birleşecek emek güçleri, kendi adaylarını, kendi platformunu bir bir­leşme ve mücadele platformu olarak değer­lendirerek, bu seçimleri, “kâbus senaryola­rı” kıskacındaki sermaye güçleriyle hesap­laşması, aynı zamanda Meclis’e emeğin adaylarının girdiği bir dönem olarak değer­lendirebilir, değerlendirilmelidir de.

Aksi halde, çeşitli parti ve grup çıkarla­rı bahane gösterilerek emek güçlerinin, de­mokrasi yanlısı çevrelerin birliğini engelle­mek; emekçileri, onların oylarını ve güçleri­ni bölmek, onların sermaye güçleri karşısında seçeneklerini zayıflatmak olacaktır.

Bu gerçekleri göz önüne alan Emeğin Partisi, tüm emek örgütlerini, her milliyet ve cinsten tüm emekçileri, demokrasi mü­cadelesinden yana kişi ve çevreleri, aydın­ları, sanatçıları, bilim çevrelerini, öğrenci­leri ve emek güçlerini; ülkeyi kaosa, halkı açlığa ve sefalete sürükleyen dış ve iç ser­maye güçlerine karşı birleşip ortak adaylar etrafında mücadele etmeye, oylarını kendi adaylarında birleştirmeye çağırmaktadır.

Seçim süreci ve sunduğu olanaklar

Temmuz sonundan beri siyasi partiler hızlı bir seçim hazırlığı sürecine girdiler. Ama aslında seçime hazırlık Nisan sonunda başlamıştı.
Kemal Derviş’in, “bir erken seçimin maliyeti bugünkünden fazla olmaz”, “seçim ekonomik dengeleri etkilemez”, “önümüzü göremiyoruz” açıklamalarıyla seçim startı verildi. Ama “seçim süreci” ilerledikçe; “acele seçim” diye yaygara koparan, TÜSİAD, TOBB, Sabancı, Koç gibi sermaye örgütlerinin ve patronların önde gelenlerinin ve “erken seçim” diyen partilerin çoğunun aslında gerçekten bir erken seçim istemediği ortaya çıktı. Tersine, onların asıl istekleri, Derviş’in asıl patronu olacağı ve siyaset sahnesini “piyasanın ihtiyaçları’na göre düzenleme hazırlıkları için “erken ya da zamanında seçim” baskısından kurtulmuş yeni bir hükümetti.
Ancak, sermaye güçlerinin en rafine kesimlerinden gelen bu plan karşısında Ecevit ve MHP’nin karşı hamleleri, Meclis’i 3 Kasım 2002’de bir “erken seçim” kararı almaya zorladı. Ama daha seçim kararıyla birlikte “4 Kasım’da bir felaket tablosuyla karşılaşılacağı” kehanetleri de gündeme düşmeye başladı.
Onca çok ve uzunca zamandan beri konuşuluyor olmasına karşın “erken seçim kararı” burjuva siyaset arenasında bir sürpriz gibi karşılandı ve can derdine düşen partilerin manevraları ve milletvekillerinin yeniden seçilme ya da vekillik ömürlerini uzatacak oyunları sahnelenmeye başladı. Ve bir kez daha halk, emekçiler burjuva siyasetin lağımının patladığına, çirkefin tüm alanı kapladığına tanık oldu. Erken seçim yapılmasına karar verilmesiyle birlikte, burjuva siyaset sahnesindeki çürümüşlüğün boyutları da bir kez daha gözler önüne serildi.
Muhalefetiyle, iktidarıyla düzen partilerinin işleri çok zordu. Çünkü aslında halk hiçbirini istemiyordu. En çok oy alma umudunda olanlar bile halka bir kurtuluş yolu göstermede sıkıntı içindeydi. Çünkü kendileri önce IMF’ye, AB’ye, ABD’ye, yerli büyük patronlara, rantiyeye “tam hizmet” için “güven verecekler”; sonra da, dönüp, halkı, onlara verdikleri sözün tam tersine inandıracaklardı.

SERMAYE GÜÇLERİNİN HEM AĞLAYIP HEM GİTTİĞİ BİR SEÇİM!
3 Kasım 2002’de yapılacağı ilan edilen erken seçim, sermaye güçlerinin, “bir daha böyle seçime gitmeyelim” diye hayıflanarak gittikleri üçüncü “erken genel seçim” oldu.
1995 ve 1999 seçimlerine de sermaye güçleri, “böyle bir seçimden sorunları çözecek bir hükümet çıkmaz” diyerek, partiler arasındaki kısır yarışın bir sonucu olarak gitmişlerdi. Ne var ki; bu sefer, “keşke seçime gidilmese” pişmanlığı çok daha derin. Dahası, “seçimin hazırlıkları”yla “seçimi erteletme” çabaları da atbaşı gider halde.
Seçim sürecine girildiği hissedilen son 2-3 aydan beri, milletvekillerinin partilere göre dağılımı neredeyse her gün değişmektedir. Partiler milletvekili transferleriyle tabanlarını genişletmeye çalışırken, kimi milletvekilleri ise yeni partiler kurarak, kimisi yıllar önce ayrıldığı partisine dönerek “yeni bir mevziiye geçmekte”dir.
Bu geçişler, gidişler, dönüşler; siyasi literatüre “fırıldak”, “yuvarlak” kavramlarıyla giren milletvekillerinin kişisel çıkar peşinde koşması ya da başka kaprisleri sonucu ortaya çıkan gidip gelişlerin çok ötesindedir. Çünkü yıllarca iktidar olmuş, bir zamanların birinci, ikinci büyük partileri çözülüp dağılmakta; bu partilerin bakanları, genel başkan yardımcıları, kendilerinin bugüne kadarki politik çizgileriyle ilgisiz partilere katılarak, o partilerden milletvekili olmaya hazırlanmaktadır. 40 yıllık kulağı kesik politikacılar; “yeni oluşum” diye kendilerini ortaya atıp halka yutturmayı ummakta, 70 küsur yıllık parti; kendisini “yeni” ilan edip daha dün eleştirdiklerini bugün baş tacı ilan etmekten çekinmemektedir. İşin daha da ilginci; bugüne kadar iktidar olan partilerin hiçbirisi geçmişte yapılan işleri sahiplenmemekte, “Yaptıklarımız yapacaklarımızın garantisidir” diyememekte, tıpkı büyük patronlar onların sözcüleriymiş gibi; olup biteni gaipten gelen güçler yapmış da, bunlar da onun mağduruymuş gibi şikâyet etmektedir.
Daha somut ifade edersek; halen iktidarda olan partilerinden ikisi; bugün dağılmaktadır. İki ay önce en büyük parti olan DSP’nin milletvekili sayısı bakımından şimdiki yeri 5. sıradır. Ama “anketlere” göre bu partinin oy oranı yüzde 1’lere kadar gerilemiştir.
ANAP ise; tepeden tırnağa, her kademesinde çözülmektedir. İki ay önce “merkez sağ”ın ve “AB’cilerin has partisi” olduğu, Mesut Yılmaz’ın, “sağın lideri olma çizgisine” geldiği tespitleri yapanlar şimdi; ANAP’ın seçim gününe kadar bir “parti olarak” kalıp kalmayacağını tartışmaktadırlar.
DSP’den; “İşte Türkiye’yi kurtaracak parti” diye bölünen Özkan-Cem-Derviş üçlüsünün yönetimindeki “yeni oluşum”un Yeni Türkiye Partisi (YTP), bugün sadece, bir “DSP artığı” parti durumuna gelirken, üçlünün birinci adamı Derviş, kendisini CHP’ye atarak “kurtarmış”, iki ortağını ise siyaset arenasının acımasız dişlileri arasına bırakmıştır.
Düzen partilerinin alt tabakasındaki partiler ise; sadece programlarıyla ve girdikleri ilişkilerle değil siyasi ahlak bakımından da “yukarıdakileri” aratmayacak kadar kokuşmuş olduklarını gösterme gayreti içindedirler. Tekeller, parası olan karanlık amaçlı kişiler parti alıp satmaktadır. Sözün gerçek anlamıyla alınıp satılan partiler; trilyonlarca liraya “patent hakkı” satar gibi “seçime katılma hakkını” satmaktadırlar. Burjuva siyaset arenasındaki kokuşmuşluk; Türkiye’nin o iğrenç siyasi partiler tarihinde bile görülmemiş bir boyuta sıçramıştır.
Meclis’e girmenin bir yolunu bulmak, her tür ilke ve siyaset ahlakının önüne geçmiş; en olmayacak partilerin birbiriyle ittifaklar kurmaya çalıştığı görülmektedir.
Ağustos ayının sonunda; barajı aşma konusunda nispeten rahat (önümüzdeki iki ay boyunca bu partilerde de nelerin olup biteceğini kimse kestiremez) olan iki parti vardır; AKP ve CHP!
Bu iki partinin de neden rahat olduğu çok anlaşılır değildir. Çünkü her iki parti de, olup bitene yeni bir yorum getirmemektedir; halkın ve ülkenin içine sürüklendiği kaostan çıkış için bir yeni çıkış yoluna sahip değildir. Tersine her ikisi de IMF programına, AB’ye, Amerika’ya, bugüne kadar, ülkeyi içinde bulunduğu bataklığa sürükleyen bütün temel yönelimlere, politikalara sahip çıkmaktadırlar. Ve üstelik: son üç yılın uygulamalarına karşı da; halkın karsısına çıktıklarında, “Bunlar ülkeyi yoksulluğa, halkı açlığa mahkûm etti” yollu açıklamalar yapsalar da, gerçekte bütün uygulamayı desteklemiş, hatta hükümeti yeterince radikal olamamakla suçlamışlardır.
Kuşkusuz ki: sermaye güçlerinin siyaset arenasındaki kargaşa ve ahlaki çöküntünün temelinde: bu partilerin bağlı olduğu egemen sınıfların, çıkar gruplarının politikaları arasında; sağcı-solcu, sosyal demokrat-liberal, ilerici-muhafazakâr, dinci-milliyetçi gibi ayırımların yaşamasını, bu “geleneksel” değerler üstünden partilerin birbiriyle yarışmasını gerektirecek temelin çökmüş olması yatmaktadır. Çünkü neoliberal politikalar sermayenin ve onun partilerinin tek yönelişi haline gelmiştir. Şimdi ise: bütün düzen partileri IMF programı etrafında birleşerek seçime gitmektedir ve her birinin ötekine karşı, “bu programı ben daha iyi uygularım” demesinin ötesinde aralarında bir ayrım kalmamıştır. Aslında bütün partiler, sözcüğün gerçek anlamıyla “tek parti” haline gelmiştir, ama “demokrasi” ve geleneksel burjuva siyasi kastın bölünmüşlüğü, çok partiyi, aslında daha da çoğaltıcı bir tepki olarak gelişmekte; bu çelişki ise, sermaye güçlerinin siyasi platformunu bir çözümsüzlüğe sürüklemiş bulunmaktadır.
Bu gelişme elbette Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Avrupa’nın en ileri demokrasi ülkelerinde de aynı açmaz hızla kendisini duyurmaktadır. Örneğin, Fransa’da iki turlu seçim bile düzeni kurtarmıyor diye, yeni önlemler alınmaktadır. Ancak, Türkiye’deki antidemokratik politik gelenekler ile krizin birleşmesi; siyasi alandaki çöküşü de gürültülü bir sürece dönüştürmüştür.
Burjuva siyaset arenasındaki bütün yenilenme çabalarına karşın; halkın yüzde 30-40’ı henüz hangi partiye oy vereceği kararını vermediği gibi, “hiçbir partiye oy yok” diyenlerin oranı da en düşük gösterildiği anketlerde bile yüzde 20’ler düzeyini korumaktadır. Düzen partileri ise; sermaye güçlerine, IMF’ye verdikleri sözler nedeniyle; sözde de olsa emekçilere vaatlerde bulunup onları ikna etmeye yönelmemektedir. Halkın sermaye partilerine tepkisi, burjuva siyaset arenasındaki sorunlara panik boyutunu da eklemekle: “kıyamet senaryoları” şimdiden yazılmaktadır. “4 Kasım’da yeni bir erken seçim” için start verme ihtiyacı tartışılmaya başlamıştır bile.

SEÇİMİN TEK AMACI MECLİS’E GİRMEK Mİ?
Böyle bir tablodan iki sonuç çıkarılabilir.
Çıkarılabilecek birinci sonuç; bu kargaşadan yararlanarak, Meclis’e kapağı atacak girişimleri yoğunlaştırmak. İkinci sonuç ise; emekçilerin sistem partilerinden kopmasını hızlandırıp, kendi bağımsız taleplerini savunabilecekleri bir pozisyonda birleşmeleri ve parlamenter mücadeleye kendi cephelerinden katılabilecekleri bir girişimi gerçekleştirecek bir taktik çizgiyi ortaya koymaktır.
Kuşkusuz ki, düzen partileri, bu tablodan Meclis’e kapağı atmayı, siyasi iktidar mücadelesinde kendi savundukları kesimlerin daha etkin olması için şeytanla bile birleşmekten çekinmemeyi çıkarmışlardır.
“Kâbus senaryolarından Dervişli operasyonlara, AB, IMF ve Amerika’nın işe karıştırılmasından parti alıp satmaya her yolu mubah görmelerinin arkasında bu “kapkaççı” politika tarzı vardır. Ve bu partilerin hem sahip oldukları siyaset felsefesi, hem de temsil etme iddiasındaki kesimlerin politika tarzı bu tutumla uyuşmaktadır. Tersine bu partilerden başka türlü hareketler, kimi ahlaki ve halk lehine tutumlar almalarını beklemek aşırı saflık olur. Çünkü onlar için ahlak, fazilet, vefa, dürüstlük, halkın çıkarlarını savunmak, halkın iradesi filan gibi şeyler, tümüyle halkı aldatmak için kullanılan propaganda malzemesidir.
Ne yazık ki; “kazanmak için her yol mubah” tarzı, sadece düzen partilerine has bir tarz da değil.   .
Örneğin HADEP; “Meclis’e milletvekili sokmak için MHP ve AKP dışında bütün partilerle ittifak yapmayı caiz” görmektedir. MHP ve AKP ile ittifaka karşı çıkmanın nedeni de, onların ideolojik-siyasi çizgileriyle filan değil, “idama hayır demedikleri için”dir! Bunun ötesinde: Türk ve Kürt emekçilerinin bu siyasi girişimlerden ne anlayıp, nasıl bir politik bilinç kavrayışı edineceği, HADEP’in Türk ve Kürt tüm milliyetlerden işçiler ve emekçiler için oynayacağı rolün olup olmadığı gibi sorunlar görmezden gelinmekte; “Meclis’e girmek” tek amaca indirgenmiş bulunmaktadır. Oysa HADEP’in, Kürtler ve Türk emekçilerin gözünde kazandığı pozisyon, özellikle Türk kökenli işçi ve emekçilerin ileri kesimlerinin ondan beklentisi, elindeki imkânları sermaye güçleri ve gericilik karşısında emekçilerin birleşmesi ve bağımsız bir güç odağı olarak rol oynayabilme imkânı için kullanmasıdır. Bu yönelişle hem Türk kökenli emekçilerle Kürt emekçiler açısından pratik bir birlik imkânı ortaya çıkacak; hem HADEP şer güçler karşısında kendisi Türk kökenli emekçilerin ve emek örgütlerinin şemsiyesi altına alma imkânı elde edecek, hem de “Kürt partisi” nitelemelerinin boşa çıkması için önemli bir dayanak elde edebilecekti.
Dahası; EMEP’in önerdiği biçimde; emek örgütleri, demokrasi yanlısı çevrelerle emek ve demokrasi yanlısı partilerin seçimlere ortak adaylarla gitmesi ve buradan parlamentoya girme çağrısı; bugün HADEP’in ısrarla üstünde durduğu HADEP-SP (HADEP-YTP, HADEP-ANAP…) seçeneklerinden daha az gerçekçi değildir.
Tersine, ortak adaylar etrafında bir ittifakın bu tarzda seçime girmesi, parlamentoya girmeyi garanti etmenin de tek biçimidir. Çünkü ideolojik doğrultuları ve tabanları farklı eğilimdeki partiler arasındaki ittifaklarda, ittifaka giren partilerin oyu her zaman ittifaka girenlerin oyunun toplamına yaramayabiliyor. Hatta çoğu zaman öyle oluyor. Hele SP’nin şovenist, ırkçı kesimlerdeki seçmenlerinin ya da HADEP’in alevi ve demokrat kesimlerdeki seçmenlerini bu ittifaka oy vermesi çok zordur.
Aslına bakılırsa ÖDP için de aynı faydacı, pragmatist yaklaşım geçerlidir. “Meclis’e gidilmedikten sonra, bir ittifaka gerek yoktur”’ diye düşünüyor ÖDP. Yaklaşım böyle olunca da; ÖDP için seçime katılırken ittifaklar oluşturma, kimi düzen partileriyle bir araya gelmek, onların listesinden ÖDP’lileri Meclis’e sokmak olarak anlaşılıyor. Bu yüzdendir ki; ÖDP’nin seçim taktiği içinde, işçilerin, emekçilerin parlamenter mücadeleye kendi tarzlarında katılması, bütün düzen partilerine karşı bir mücadele odağı oluşturulması ve bu odak etrafında emekçileri düzen partilerinden kopararak kendi politikalarını yapmaya çağırma gibi kaygıların olduğunu gösteren bir şey yoktur. Bu yüzden de ÖDP, “Mademki ‘sosyalistlerden sosyal demokratlara kadar bir sol birlik’ gerçekleşmiyor, mademki Meclis’e girecek bir oy potansiyeli bir araya gelmiyor, öyleyse herkes kendi partisiyle girip, adının propagandasını yapsın” tutumunu temel seçim tutumu haline getirmiştir.
TKP ise; seçimi; kendi bulunduğu konumu, “Bakalım halk TKP adına ne kadar yakınlık duymaktadır” sorusunun yanıtı üzerinden “sınayacak” bir seçim olarak değerlendireceğini söylemektedir. Sanki halk bir “deney yaratığı”, TKP de parti değil “meraklı bir bilimci”!
Tıpkı ÖDP gibi, TKP’nin de, halkın ne istediğiyle ilgisi, seçimlerin işçilerin siyasi bilinç düzeyinin yükseltilmesinin ve sermaye güçlerine karşı mücadelenin bir vesilesi olarak kullanılması gibi bir düşüncesi yoktur.
Oysa halk yığınlarının böyle “deney yapma” gibi lüksleri ya da “mademki baraj aşılamıyor öyleyse kalsın” deme kaprisleri de yok. Onlar “makûs talihlerini yenmek, üstlerine gelen işsizlik, yoksulluk, ülkenin felakete sürüklenmesi gibi belalara karşı bir arayış içindedirler. Sermaye partilerinin aldatmasına, IMF sultasından kurtulunması için tepki gösteren yığınların önüne birleşebilecekleri bir platform koymak; emek, hak, ülke çıkarı kaygısı duyan partiler için baş kaygı olmak durumundadır.
Bu arayışa yanıt vermeyen, “emekten yana”, “sol”, “demokrat”, “yurtsever” vb. partilerin kendileri ve kendi yandaşlarını tatmin etmekle sınırlı “ittifak arayışları”; elbette halkın bu kurtuluş isteği ve IMF’ci partilere tepkisiyle olduğu kadar, bu partilerin misyonları, kendilerine biçtikleri rolle de çelişir.
Bu bakımdan EMEP’in Evrensel’de ve Özgürlük Dünyası’nın bu sayısında yayımlanan GYK ve İl Başkanları Toplantısından bu kaygıları güden bir çağrı çıkmıştır. Bu çağrı; tüm emekten ve demokrasiden yana parti ve çevreler ile tüm emek örgütlerinin birleşebileceği bir seçim platformu ve gerçekleşebilir bir seçim ittifakını kapsamaktadır. Kısaca, çağrı; emek örgütleri, emek ve demokrasiden yana partilerin belirleyeceği ortak adaylarla seçime girmeyi önermektedir. Ne var ki; bu çağrıya; HADEP, “gerçekleştirilmesi zor, oylarımızı kontrol edemeyiz” gerekçesiyle karşı çıkarken ÖDP; prensip olarak da ortak adaylar etrafında seçime gitmeye karşı çıkmış, “bu çağda seçime partilerle girilir” gerekçesiyle olumlu yanıt vermemiştir.
Bu karşı çıkışların yersiz olduğu besbellidir. Ve bu karşı çıkış, arkasında başka gerekçeler yoksa ülkede olup bitenleri; emekçilerin arayışı ve siyasi gelişmelerin emekten yana partilere, siyasetçilere nasıl bir görev yüklediğini anlamamaktır.

SÜRECİN EMEKÇİLERE SUNDUĞU DEVASA OLANAKLAR
Bir seçimde, çok oy almanın, Meclis’e milletvekili sokmanın sınıflar mücadelesine sunacağı imkânlar elbette tartışılmaz. Emekçilerin kendi temsilcilerinin parlamentoya girmesi, oylarının sayısının artması; başka bir şey olmasa bile moral bakımdan yığınları etkileyeceği gibi, aynı zamanda sınıfın partisinin kendi çalışmasının etkinliğini, olumlu ve olumsuz yönlerinin ayrıştırılmasını, mücadeleyi yürütme yeteneklerini göstermesi bakımından önemli bir ölçüttür. Ama bu imkânlar bile kendi başına seçime katılmanın en temel amacı ve kriteri değildir. Tersine burada temel kriter; seçim sürecinin yarattığı duyarlılıkların emekçi sınıfların mücadelesinin gelişmesinin hizmetine ne derece koşulabildiği; sürecin imkânlarının emeklilerin örgütlenme ve siyasal bilinçlerinin ilerlemesinde ne ölçüde kullanılabildiğidir. Yoksa herhangi bir biçimde Oy yükseltilmiş ya da ortaya çıkan kimi fırsatlardan yararlanarak Meclis’e milletvekili de sokulmuş olabilir. Örneğin, günümüz koşullarında CHP ya da SP listelerinden emekten yana bazı kişilerin milletvekili olması ya da “hile” ile başka partilerin listelerinden bazı kişilerin seçilmesi sağlansa bile, bunun, emekçilerin mücadelesine, sürecin sunduğu imkânlar ölçüsünde bir yarar sağlaması elbette ki beklenemez. Çünkü bu gelişmeler mücadelenin diğer alanlarındaki gelişmelerle paralel ilerlememişse, bunlar emekçilerin siyasi bilincinin yükselmesine, örgütlenme düzeyinin ilerlemesine bir katkı sağlamamışsa, sonuçta kendilerinden beklenen yarar da elde edilemez. Bu yüzden de; bir işçi sınıfı partisinin, bir mücadeleci partinin seçimlerde dikkat edeceği asıl kriter; seçimin imkânlarının emekçilerin mücadelesinin gelişmesine, onların örgütlenme düzeyinin, siyasal bilinçlerinin ilerlemesine ne ölçüde katkı yaptığı; kendi bağımsız talepleri etrafında birleşip sermaye partilerinden bağımsız olarak ne ölçüde hareket edebildikleridir. Oy sayısı, kazanılacak milletvekili sayısı, seçime hangi ittifaklarla girilip girilmeyeceği bu kriterle birlikte önem kazanır.
İçinde bulunduğumuz seçim süreci, sermaye güçlerinin ekonomik, siyasi, ideolojik bakımdan sayısız açmazlar içinde bulunduğu bir dönem olması itibariyle, emek mücadelesinin ve sınıfın partisinin mücadele hattının hayata geçmesi bakımından sayısız fırsatları da birlikte getirmektedir.
Her şeyden önce, düzen partilerinin aşırı itibar yitimi, onların yığınları bölmek için kullandıkları milliyetçilik, dincilik, gelenek görenekçilik temelinden kalkan motiflerin etkisini yitirmesine paralel olarak emekçilerin yeni arayışlar içinde olması; sınıf partisinin önüne, daha önce olmadığı, dolayısıyla yararlanamayacağı ölçüde büyük imkânlar sunmaktadır. Bunun anlamı ise; daha önce düzen partileriyle hareket eden çeşitli emekçi sınıf kesimlerinin çok önemli bir bölümünün şimdi emek güçleri cephesine katılma imkânının artmış olmasıdır. (Bu, işçi ve emekçilerin, halkın her seçim döneminde dile gelen birlik isteğinin içeriğinin değişmesinde de görülmektedir. Sömürülen, ezilen yığınların derinliklerinden gelen birlik özlemi; düzen partilerinin itibar yitimine bağlı olarak, giderek, önceki dönemlerde olduğu gibi seçimlerde herhangi bir düzen partisinin -daha çok CHP gibi “emekten yana” vaatlerde bulunanların- desteklenmesinden emekçilerin kendi bağımsız platformlarında birleşmesine doğru farklılaşmaktadır. Emekçilerin geniş kesimlerinin etrafında birleşebilecekleri bir seçim platformu, ezilen yığınların küçümsenemeyecek bir bölümünün bu arayışı ve birlik özlemine tamamen uygun olacaktır.)
EMEP’in seçim taktiğinin ana dayanak noktası da budur: Sermaye partilerinden kopma sürecine giren değişik emekçi sınıf kesimlerine; etrafında birleşebilecekleri bir seçim platformu sunmak! Bu platform; hem siyasi olarak emekçilerin en geniş kesimlerini birleştiren bir seçim programına (başlıca yönleriyle, IMF programı üstünden geliştirilen sermaye saldırısını püskürtmek, demokrasinin geliştirilmesi ve savaşa karşı mücadele) dayalıdır; hem de, emek örgütlerinin ve emekten yana partilerin ortak adaylar etrafında seçime katılması imkânı sunmaktadır. Üstelik bu çevrelerin, üzerinde, “senin listen, benim partim” tartışmasına fırsat vermeden anlaşabileceği bir platformdur. Ve üstelik bu öneri; emekçilerin tüm düzen partilerine karşı bir cephe oluşturarak kendi taleplerini savunmalarına tamamen uygundur. Dahası seçimlerden sonra da gerçek bir emek cephesinin oluşturulması (Emek Platformu’nun canlandırılması ve üstüne düşen rolü oynaması, sendikaların birer işçi örgütü olarak yeniden inşası, meslek örgütlerinin etkinliğinin artması, Kürtlerin eşitlik ve özgürlük mücadelesi için daha ileri bir mevzi yaratılması) için son derece önemli bir temeli oluşturmaya hizmet edecek özellikler taşımaktadır.
Üstelik böyle bir platform; sadece merkezi değil; bir kez merkezi olarak adım atıldıktan sonra, asıl olarak da iller, ilçeler, işletmeler, hizmet birimlerine, köylere kadar inen; sermaye partileri ve sermaye düzeni karşıtı bir saflaşmanın oluşmasının imkânlarını açarak; dağınık emek güçlerinin, sermaye partilerine karşı şurada burada ortaya çıkan tepkilerin birikip yenilmez bir güce dönüşeceği imkânları sunması bakımından önemlidir.
Şimdi soruyu şöyle soralım: 3 Kasım 2002 seçimleri; böyle yurt sathında sermaye güçlerinin, IMF’ci, savaş yanlısı, demokrasi düşmanı güçlerin karşısındaki cephenin oluşması konusunda somut adımlarda bir ilerleme sağlarsa mı seçim süreci emekçi sınıflar için daha yararlı değerlendirilmiş olur; yoksa bir biçimde, bir grup milletvekili, bir düzen partisinin listesinden Meclis’e giderse mi?
Kaldı ki, bu taktik, pek çok ilde ortak adayların milletvekili seçilebileceği kadar oy da sağlayabilecek bir taktiktir. Emek örgütlerinin, emekten yana partilerin, tüm ilerici ve demokratların da adayı olarak çıkacak kişilerin; tahmin edilenden çok daha fazla oy alabileceğini kim inkâr edebilir? Ve böyle bir saflaşmanın seçilen milletvekili ağırlığı ile onun bunun listesinden çıkacak milletvekilinin “ağırlığı” bile çok farklı olacaktır. Birisi; yasaya karşı “hile”yle, öteki ise; yasayı, geleneği, göreneği, en önemlisi de her tür sermaye engelini açıkça ve herkesin önünde ilan ederek “aşma”nın milletvekili, emekçilerin dolaysız temsilcisi olarak meclise girecektir.
Kasım ayında yapılacak seçim, elbette emekten yana güçler, partiler ve emek örgütleri için çeşitli zorluklar (zaman kısalığı, emek örgütlerinin dağınıklığı, emek mücadelesinin temposunun düşüklüğü gibi) getirmektedir; ama yukarıda belirlendiği gibi, emekçilerin sermaye ile ayrışmasında, bundan önceki herhangi bir seçim döneminde olduğundan çok daha büyük imkânlar sunmaktadır. Sadece yukarıda ifade edilenler bile; bu seçimin sunduğu imkânların devasa boyutunu göstermeye yeter. Yeter ki; sermaye güçleri karşısında yer alan siyasi mihraklar, emek örgütlerinin yöneticileri, bu dönemin kendilerine yüklediği görevleri yeterince açık anlamış ve sermaye ve saldırılarına karşı çıkmaya cesaret ediyor olsun.

Küreselleşmeci güçlerin en etkin olduğu seçim

Seçim süreçlerinde, seçime giren partilerin, halkın önüne koydukları politikalar, hedefler, onların hangi sınıfların çıkarlarına uygun olarak davranacaklarının, kime hizmet edeceklerinin de ipuçlarını verir. Elbette seçim süreçleri, aynı zamanda tüm burjuva partiler bakımından, mümkünse tek başına iktidar olabilmek için halka en fazla yalan söylenen dönemlerdir. Bu dönemlerde, halkın vergilerinden oluşan kaynaklar kullanılarak kendilerine Hazine’den verilen seçim yardımlarını halkın oyunu kazanmak için şaşaalı kampanyalarda harcamakla yetinmeyen düzen partilerince; seçim öncesi halka tencere dağıtıp kapağını da seçimden sonra verme vaatlerinin, geniş nüfuslu aşiretlere ‘kaynak’ aktararak oylarını satın almaya kadar uzanan örneklerin sergilendiği bilinmektedir. Tüm bu ve benzeri tutumlar, tek tek partilerin halk karşısındaki tutumlarını, samimiyet düzeylerini göstermek bakımından elbette izlenmesi ve teşhir edilmesi gereken örneklerdir.
Ancak, daha çok seçim dönemlerine özgü, bu dönemlerde olup biten bu ve benzeri örneklerin yanında, oyu istenen halk kesimleri açısından asıl önemli olması gereken, hangi partinin hangi sınıf ve güçlerin çıkarlarına Hizmet edecek programları savunduğu, ülkenin önünde duran temel sorunlara nasıl yaklaştığıdır.
3 Kasım seçimlerine bu açıdan bakıldığında, şu temel faktörler önem kazanmaktadır. Sadece son hükümet döneminde 30 milyar dolarlık borçla, ülkeyi dünyanın IMF’ye en borçlu ülkesi durumuna getiren; açlığı, yoksulluğu derinleştiren, ülke tarımını bitme noktasına getiren, ülke sanayisini çökerten, esnafı iflasa sürükleyen IMF programı ve politikaları konusunda hangi parti nasıl tavır almaktadır, 4 Kasım’da hangi parti ne yapacaktır?
İkinci temel faktör olarak, ABD’nin ülkeyi sürüklemek istediği olası bir Irak savaşı karşısında hangi partinin tutumu nedir?
Üçüncü temel faktörse, Türk, Kürt tüm milliyetlerden halk kesimlerinin ihtiyaç duyduğu demokratikleşme konusunda hangi parti hangi tutumu ortaya koymaktadır?
Eğitim, sağlık, işsizlik, gençlik ve daha da uzatabileceğimiz, tümü IMF programı ile dolaysız bağlantılı konularda partilerin yaklaşımlarının ne olduğu da önemlidir.

3 KASIM’A GİDERKEN ORTAM: IMF, AB VE ABD’NİN MÜDAHALELERİ
Tek tek partilerin bu açılardan pozisyonlarının ne olduğuna geçmeden önce, seçimin gerçekleştiği ve seçime katılan sermaye partilerini -parlamento dışındaki partilerden bazılarını da- doğrudan etkileyen politik ortamın niteliği hakkında birkaç söz söylemek yerinde olacaktır.
Öncelikle girilen seçimler, küreselleşmeci emperyalist güçlerin en etkin olduğu seçimlerdir. Bugüne kadar, dolaylı müdahaleleri ile tanıdığımız güçler, bugün halkın seçimlerde ortaya koyacağı iradeyi belirlemeye dönük açıktan müdahalelerde bulunmakta sakınca görmemektedirler. AB Dönem Başkanı Danimarka Başbakanı Rasmussen’in şu sözleri buna açık bir örnektir: “Seçimlerden sonra AB karşıtı bir hükümet kurulursa tam üyelik tarihi verme konusunda soru işaretleri doğar.” Bu sözlerle, Türkiye’de sandığa gidecek herkese söylenen şudur: “Eğer size cennet olarak vaat edilen AB’ye erken girmek istiyorsanız, o zaman AB karşıtı partilere oy vermeyin.” Bu sözlerle, ülke siyasetini belirlemede güç sahibi olan egemen çevrelere de, ‘diplomatik’ bir dille şu mesaj verilmektedir: “Ne yapıp edin. 4 Kasım’da AB karşıtı bir hükümet oluşmasını engelleyin.” Son AB tartışmalarından, hiçbir sermaye partisinin AB karşıtı olmadığını, “karşıt” pozisyonda gösterilenlerin de “onurlu üyelik”ten yana yandaşlar olduklarını bildiğimiz için, mesajın öz Türkçesi, AB karşısında ayak sürtecek, küçük de olsa sorun çıkartacak bir hükümet ve bu tür partilerin hükümet ortaklığının istenmediğidir.
Diğer taraftan, gerek Beyaz Saray yetkililerinin ağzından dile gelen, gerekse dünya kamuoyunu belirlemede etkin olan ABD’nin belli başlı gazetelerinde yer alan haber ve yorumların üzerinde birleştiği temel nokta ise, ABD’nin Irak’a saldırı planında güçlük çıkaracak bir hükümet oluşumuna izin verilmemesi yönündedir.
Küreselleşme programı açısından diğer bir temel nokta da, ABD’den, Dünya Bankası’nın Başkan Yardımcılığı görevinden getirilen Kemal Derviş’in, “sol bir koalisyonla’ yeniden can kazandırmak istediği IMF programı ile ilgilidir. Kısa bir süre önce basına yansıyan şu haber bu açıdan fikir vericidir: “Merkez Bankası Başkanı Serdengeçti, ekonomik programın seçim sonrasında da devam edeceğinin garantisini veren bir metin hazırlıyor. Bütün partilerden mutabakat metnini imzalamaları istenecek.” (25 Ağustos 2002 Radikal)
DSP-MHP-ANAP hükümetinin koalisyon ortaklarının liderleri tarafından imzalanan ek niyet mektuplarından sonra, iş, aynı tutumun bütün partilerden istenmesine kadar varmıştır. Yani, IMF programına gösterilebilecek olası bir muhalefetin önü de önceden alınmak isteniyor. Bunun anlamı, uyguladıkları ve uygulayacaklarını açıkladıkları program ve politikalarıyla zaten IMF partisi haline gelmiş, işbirlikçileşmiş tüm partilerin dizginlerinin sonuna kadar kasılarak ve en küçük bir sekmeye olanak vermeyecek şekilde uygun adım yürüyüşlerinin garanti altına alınmak istenmesidir. Bu aşamaya gelinmiş olmasında, IMF politikalarına bağlılık yemini eden sermaye partilerinin açtığı yol, onların içeriden verdiği destek kuşkusuz belirleyici bir öneme sahiptir.
Elbette diğer önemli bir faktör de, içeride IMF politikalarına karşı geliştirilen muhalefetin düzeyi ve küreselleşmeci güçlerin dünya ölçeğinde aldığı yolla ilgilidir. Sosyalizmin ancak biçimsel kalıntılarının geçerli olduğu SSCB’nin varlığı ile belirlenen iki kutuplu dünyada dahi, içeride emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı geliştirilen devrimci muhalefetin, sermaye partilerini de atacakları adımlar konusunda baskı altına almış olduğu 1970’li yıllarda, IMF ve Dünya Bankası yetkilileri ile Amerika’da yapılan gizli görüşmeler bile ülke içinde kıyametin kopmasına neden olurken; tüm bu dengelerde yaşanan değişimler, IMF ve onların yerli işbirlikçilerinin hareket serbestisini düne göre daha fazla geliştirmiştir. Yine Bülent Ecevit liderliğindeki CHP’nin o dönem, “Ne ezilen ne ezen, insanca hakça bir düzen”, ya da “Toprak işleyenin su kullananın” sloganlarını kullanması, kendi başına nasıl o dönem Ecevit’in ya da başında bulunduğu CHP’nin farkı ile açıklanamaz ise: ABD politikalarının misyoneri olarak davranan, halk kesimlerinin IMF programına olan tepkisini “sol”dan sisteme yedeklemek için birlik arayışları yürüten Kemal Derviş’in, bugün CHP’nin başına gelip oturmasını da, kendi başına CHP’de başlayıp biten bir tercih olarak göremeyiz. Küreselleşmeci güçlerin işçi ve emek hareketi ve sosyalizm karşısında kazandıkları mevzilerin düzeyi ile işçi ve emekçilerin -ülke içinde sermaye partilerinden hoşnutsuz olsalar da- IMF ve DB programlarında ifadesini bulan küreselleşme saldırıları ile mücadelede, onları püskürtücü mevzileri henüz tutamamış olmaları da, bu açıdan belirleyicidir. Bugün seçime girecek olan sermaye partileri, IMF politikalarına uyum konusunda düne göre daha rahat davranıyorlarsa; bu, hem küreselleşmeci güçlerin dünya ölçeğinde kazandıkları mevzilerin düzeyi ve onların buna bağlı olarak ülke içindeki artan etkileri ile karşılarındaki güçlerin pozisyonunun geriletiri bir noktaya varmamış olmasının doğal bir sonucudur. Ancak, buradan, küreselleşmecilerin “köpeksiz köyde değneksiz dolaşabilecekleri” ve her istediklerini yapabilecekleri koşullara sahip oldukları sonucu çıkarılamaz. Madalyonun diğer yüzünde, işçi ve emekçi kitlelerin hiç de küçümsenmeyecek genişlikteki kesimlerinin emperyalizm ve işbirlikçilerinin politikalarından, düzenden ve IMF programından duydukları hoşnutsuzlukla yeni arayışlara yönelmiş oldukları ve emek örgütleri ile emekten ve demokrasiden yana parti ve güçlerin sermayeden bağımsız bir platform etrafında birlik çağrısıyla yanıtlanması gereken bu arayışın, emeğin hak kazanımları ile ülkenin bağımsızlığı ve demokratikleşmesi ve bu hedeflere yönelik mücadelenin gelişmesi bakımından ciddi bir temel oluşturduğu gerçeği bulunmaktadır.

KÜRESELLEŞME PROGRAMI ÜZERİNDEN YARIŞIYORLAR
3 Kasım seçimlerine giderken, böyle bir ortamda tek tek sermaye partilerinin durumunun ne olduğu sorusuna gelince, öncelikle şu tablo karşımıza çıkmaktadır. Bir sermaye partisi, kendisini seçimde yarışacağı bir diğer sermaye partisinden ayırırken, bunu, emperyalist öğelerin Türkiye’ye dayattıkları konularda gönüllü kulluk üzerinden yarışarak yapmaktadır. Örneğin; barajın altında kalma korkusu ile seçimi erteletmekten, türlü ittifak arayışlarına kadar bir dizi girişimde bulunan ANAP, 4 Kasım’da diğer partilerden bir adım öne geçmek için kendisini en AB’ci parti olarak sunmakta ve böylelikle de, bugüne kadar sermaye medyası ile düzenin çeşitli propaganda aygıtları tarafından, AB lehine yapılan propagandanın halk kesimleri üzerindeki tüm olası etkilerini de kendi arkasında toplamayı hesaplamaktadır. Diğer taraftan DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, AB ve IMF politikalarına bağlılıkla birlikte, “Irak’a saldırı durumunda ülkenin başında ben olmalıyım. Bu konulardaki en deneyimli lider benim” türünden çıkışlarla, en büyük emperyalist ABD’yi hoş tutacak bir formül olarak Irak’a saldırıyı kendisi için ayırıcı bir politika olarak sunmaktadır. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise, geçen seçimlerde parlamento dışında kalan bir parti olarak, halkın iktidardaki partilere olan tepkisinin kendisini güçlendireceğini düşünmek dışında, partisine Kemal Derviş’i katarak, onun etrafında oluşan misyonun dış ve iç potansiyellerini kendisi için bir avantaja dönüştürmek istemektedir. Şu ana kadarki anketlerin en çok oyu alacağına işaret ettiği AKP’ye gelince, o da, “küreselleşmeci” güçlerle, içerideki ve dışarıdaki tüm uzantılarıyla iyi geçinmeyi, iktidara gelebilmek açısından en geçer akçe saymaktadır.
Bu partilerin, küreselleşmeci politikalar karşısındaki tutumunu biraz daha ayrıntılandırırken şu gerçeklere dikkat çekilebilir.

DERVİŞ’Lİ CHP: KÜRESELLEŞME PROGRAMINA TAM TESLİMİYET
CHP, Cumhuriyet’in kurucu partisi olmaktan gelen yönelimle, bugüne kadar kendisini diğer partilerden ayırırken, ambleminde de bulunan ve Atatürk ilkelerine işaret eden 6 oku kullanırdı. Bu topraklarda yaşayan halk kesimleri açısından olumlu, tarihsel çağrışımları olan bağımsızlık, halkçılık gibi ilkeler, sermaye politikalarını savunan CHP’nin kendisini diğer sermaye partilerinden ayırmak için kullandığı temel ilkelerdendi. Uzun yıllardır bunların gereğini yapmaz, ama yapacak gibi, en azından savunur gibi görünürdü. Üstelik NATO’ya girilmesinden, IMF ile anlaşmalar imzalanmasına kadar bir dizi temel konuda CHP ve ortağı olduğu iktidarlar bu ilkelere çoktan ihanet etmişlerdi. Ancak, bir gecede 7 milyar doların yabancı spekülatörlerce hiç edilmesine yol açarak patlak veren krizin hemen ardından Baykal’ın IMF’ye kulluk deklarasyonu olan “IMF Programının alternatifi yok” ilanı yakın geçmişin, dünün; ABD ve IMF-DB politikalarının açıktan misyonerliğini yapan, kendisini başlıca bu politikalarla ayıran bir ismin CHP’ye bu kadar etkin bir pozisyondan dâhil olması, bugünün olgusudur. Türkiye’de politika yapma koşulunu -önceden Baykal’ın “alternatifsiz” ilan ettiği- IMF programına istikrar kazandıracak bir hükümetin oluşmasına katkı yapmaya bağlayan bir isim, Derviş, bugün bir Mesih gibi getirilip CHP’nin merkezine yerleştirilmiştir.
Bu durumun, bundan sonraki CHP politikalarını nasıl etkileyeceği sorusunun yanıtı ise, CHP yönetimi tarafından zaten verilmiş bulunmaktadır. CHP yönetimi, Derviş’in partiye gelmesi ile birlikte, geçtiğimiz Temmuz ayında IMF’ye karşı olmasa bile IMF ile ilişkileri yürütenlere karşı kullandığı görece eleştirel üslubu da bir kenara bırakmıştır. Geriye, Derviş’in dün 57. Hükümetin ekonomi bakanı, bugün CHP’li “kurtarıcı” pozisyonları arasındaki uyum ile, IMF ilişkileri ve borçlar politikasına ilişkin “Borç yiğidin kamçısıdır, ama yiğit de yiğit olmalı” diye yiğitlenen AKP lideri Tayyip Erdoğan’ınkinin eşi “siz yapamadınız, ben yaparım” türünden, IMF’ye teslimiyeti benimseme üzerinden ucuz demagoji imkanından başka bir şey kalmamaktadır.
CHP’nin web sitesinde, 25 Temmuz 2002 tarihli ekonomi bülteninde, CHP’nin iktidar partilerini eleştirirken kullandığı İfadeler bile bu gerçeği görmeye yetecektir:
“DSP+ YTP+MHP+ANAP” SİYASETİNİN 6 aylık bütçe uygulamasında, faiz giderleri patladı, yatırımlar durdu, vergi gelirleri yetersiz kaldı, sosyal güvenlik giderleri arttı… SONUÇ: İşlevi kalmayan, halkı ezen, halka hizmet sunmayan, toplumdan kopan, İFLAS EDEN BÜTÇE…
IMF ile çok teslimiyetçi bir ilişki içindeyiz… Üretim ekonomisine geçilmeden, ulusal birikim ve değerler korunmadan ekonomik bunalım aşılamaz… Deniz BAYKAL
2002 yılı bütçesinin önceliği toplam bütçe harcamalarının yarısını aşan borç faizlerinin ödenebilmesi, iç borçlanmanın çevrilebilmesidir. Bütçe dengeleri ve tüm Hükümet uygulamaları buna odaklanmıştır.
* “DSP+YTP+MHP+ANAP” siyaseti bu yıl yüzde 33,2 oranında reel iç borç faizi ödenmesini öngörmüştür… Bu düzeyde fahiş reel faiz beklentisinin temel nedeni siyasi istikrarsızlıktır: ülkeyi yöneten ve yönetmekte olan siyasete duyulan güvensizliktir… Bu nedenle artan risk primidir…
Bu kapsamda; “DSP+YTP+MHP+ANAP” siyasetinin IMF ile mutabakat içinde uygulamaya koyduğu 3 Yıllık Programda, kamu borçlanma kâğıtları reel faiz oranının yüzde 33,2 gibi, hiçbir ülkede görülmeyen, olağanüstü yüksek, tüm yatırım ve üretim arzusunu kırıcı bir düzeyde oluşması, böylelikle kamu borçlanma kâğıtlarının yatırımcılar açısından çekiciliğinin artırılması öngörülmektedir. (Program; reel borçlanma faizinin 2003’de yüzde 27,5, 2004’de ise yüzde 20,5 olmasını öngörmektedir.)
*  “DSP+YTP+MHP+ANAP” siyaseti, bu yıl;
– Vergi gelirlerini ekonomiyi kayıt altına alarak artırmadan, kamu kesiminde tasarruf sağlamadan,
– Yatırımları askıya alarak, çiftçinin desteklenmesine son vererek, kamu çalışanlarını açlık ücretlerine mahkûm kılarak, konsolide bütçede 9 milyar dolarlık kaynak sağlamayı hedef almıştı…
* Bu kaynakla da, izlenmekte olan yanlış politikalar ve siyasi istikrarsızlık nedeniyle artan risk primi ile 40 milyar dolara yaklaşması kaçınılmaz görülen 2002 yılı borç faizlerinin yaklaşık yüzde 25’ini ödemeyi öngörmüştü:
-Bu kapsamda; “DSP+YTP+MHP+ANAP” siyasetinin IMF ile mutabakat içinde uygulamaya koyduğu 3 Yıllık Program ile,
* Konsolide Bütçede, Gayri Safi Milli Hâsıla’nın (GSMH) yüzde 5,4’ü,
* Toplam Kamu kesiminde ise yüzde 6,4’ü oranında, faiz dışı fazla yaratarak borçların hızla ödenmesi hedef alınmıştır. (Program; Konsolide Bütçe faiz dışı fazlasının GSMH’ye oranının 2003 ve 2004 ‘de yüzde 5,6 olmasını öngörmektedir.)
* Diğer bir deyimle, son üç yıl ekonomiyi yöneten DSP+YTP+MHP+ANAP siyasetinin, 2002 yılı bütçesi ile çiftçiyi korumayacağı, kamu çalışanlarına haklarını vermeyeceği, emeklilerin yoksullaşmasına göz yumacağı, yeni iş alanları yaratmak için gerekli yatırımları yapmayacağı, rekor düzeylere tırmanan işsizliğe, derinleşen eşitsizliklere duyarsız kalacağı, halka hizmet götürmeyeceği yılın başında da bilinmekteydi…
* Ancak, “DSP+YTP+MHP+ANAP siyasetinin etkinliği altında sürdürülen 2002 yılı bütçesinin ilk 6 aylık dönemine ait veriler, gerçeklerin, yukarıda özetlenen tablodan, yılbaşında ortaya konan öngörülerden çok daha vahim olduğunu ortaya koymaktadır.
Bütçenin ilk altı aylık döneminde;
– Kamu yatırımları rafa kaldırılmıştır: Yatırım harcamalarının toplam bütçe harcamalarına oranı yüzde 2,9 ile sınırlı kalmıştır. Oysa 2002 yılı bütçesi bu oranın yüzde 5,8 olmasını öngörmektedir.
Gerçekte yüzde 5,8 son yılların en düşük oranıdır. Buna rağmen Hükümet yatırımları tümüyle rafa kaldırarak bu hedefin dahi çok gerisinde kalınmıştır.
– Tarım ve çiftçi kaderine terk edilmiştir: Tarımsal destekleme harcamalarının toplam bütçe harcamalarına oranı yüzde 1,6 olmuştur. Doğrudan Gelir Desteği dışında kalan tarım destekleri ise 120 trilyon lira ile yani, bütçenin bu konudaki yılsonu hedefinin yüzde 16,6’sı ile sınırlı kalmıştır.
Bugüne değin hiçbir hükümet çiftçiyi ve tarımı bu ölçekte sahipsiz, kendi kaderi ile baş başa bırakmamıştır…
– Yılın ilk altı ayında ülkeyi yöneten “DSP+ YTP+MHP+ANAP siyaseti”,
– Depremzedelere desteği unutmuştur: Depremzedelere elini uzatmamış, vergi ile halktan para toplamasına rağmen deprem ödeneğinden hiç harcama yapmamıştır…
– İşsizlik sigortasını lafta bırakmıştır: Toplumsal bunalıma dönüşen rekor düzeyde işsizliğe rağmen, işsizlik sigortasının 520 trilyon liralık yetersiz düzeydeki yıllık toplam ödeneğinin sadece dörtte birini hak sahiplerine aktarmıştır…
– En büyük tasarruf ise Güvenlik Kuvvetleri’nin cari harcamalarında sağlanmıştır. “Diğer Cari” olarak belirlenen bu harcamalar için yılın bütününde öngörülen 7,8 katrilyon liralık ödeneğin, yılın ilk 6 ayında, sadece yüzde 25,6’sı harcanmıştır.
* Devlet bütçesi fiilen iflas ettirilmiştir: Kamu çalışanlarına ve emeklilere hak ettikleri onurlu bir yaşam için gerekli maaşı çok gören DSP+YTP+MHP+ANAP siyaseti, yılın ilk altı ayında, 28 katrilyon 465 trilyon lira faiz ödemiş; bir avuç rantiye kesimine vergisiz servet aktarmıştır. Böylece:
– Vergi gelirleri; geçen yılın eş dönemine göre gerilerken, faiz giderlerini karşılayamaz noktaya düşmüş,
– Faiz giderlerinin vergi gelirlerine oranı yüzde 117’e tırmanmış,
– Kısaca, devlet bütçesi fiilen iflas ettirilmiştir.
* “DSP+YTP+MHP+ANAP siyaseti”, yılın ilk 6 ayında, halkı çökertir, ekonomiyi iflas ettirir, bütçe üçte biri oranında açık verirken, “2002 Yılı Program hedefinin (on iki ayda 9 milyar dolar) üzerinde faiz dışı fazla sağlamakla (altı ayda 7,5 milyar dolar) övünmektedir”…
BÖYLESİNE ÇARPIK, IMF’YE BÖYLESİNE TESLİMİYETÇİ BİR ANLAYIŞ KABUL EDİLEMEZ…”
Bir alıntı açısından biraz uzunca sayılabilecek olan bu satırları özetlemeden buraya almamızın nedeni, sonu “IMF’YE BÖYLESİNE TESLİMİYETÇİ BİR ANLAYIŞ KABUL EDİLEMEZ…” cümlesiyle biten tüm bu politikaların, yarın parlamentoya girme ve bir biçimde iktidarda yer alma şansı yakalayabilmesi durumunda, CHP tarafından uygulanacak olmasıdır. Hükümetin uyguladığı ekonomik politikaların eleştirildiği yukarıdaki değerlendirme; CHP yönetimi tarafından, içinde Emek Programı’nı hazırlayan bazı bilim adamlarının, bağımsız iktisatçıların da bulunduğu bir gruba hazırlattırılmış ve “CHP işte bu politikalara karşı iktidar olmak istiyor” anlamına gelmek üzere, CHP’nin web sitesinde yayınlanmıştır. Ancak, Derviş’in partiye girmesi ile birlikte bu görüşler geri çekilmiştir. Çünkü bu görüşler, suçlanan “DSP-YTP-MHP-ANAP siyaseti”nin ekonomi koltuğunda oturan bizzat Derviş tarafından uygulanmıştır. Bugün Derviş’in, halkın artan ötesini yedeklemek için “sol bir birlik”le istikrar kazandırmaya çalıştığı politikalar bu politikalardır ve CHP’nin web sitesindeki ifadeden uyarlayarak söylersek bunun açık anlamı şudur: DERVİŞ’Lİ CHP: IMF’YE TAM TESLİMİYET!

İLHAN SELÇUK’TAN DERVİŞ’Lİ CHP’YE KREDİ
“Atatürk ilkelerinin yılmaz bekçiliği”nden “IMF ile uyuma” doğru, okura çaktırmamaya çalışan bir üslupla alttan alta yol alan Cumhuriyet gazetesi de, Derviş’in CHP’ye girişini, kendi seyrine uygun olarak, “renksiz”, ama temsil ettiği iddialar düşünüldüğünde onay olarak okunması gereken bir tarzda verdi. Derviş’in CHP’ye gireceğini açıkladığı haberi, Cumhuriyet’in manşetinde şu başlıkla yer aldı: “Derviş ‘CHP’ dedi” (22 Ağustos 2002) Cumhuriyet gazetesinin Yayın Kurulu Başkanı İlhan Selçuk ise, “Tayyip Erdoğan’a karşı Kemal Derviş mi?” başlığıyla yazdığı yazı ile kendi köşesinden, tüm Cumhuriyet okurlarına “önyargılı olmama” çağrısı yaparak şunları söyledi: “Hiçbir önyargıya kapılmadan beklemek ve görmek en doğru yöntemdir. Derviş’in yakasında düne kadar IMF’nin rozetini taşıdığı kesin… Artık CHP’nin rozetini takacak… İyi olur inşallah!” (23 Ağustos 2002)
İlhan Selçuk’un bu sözlerini, düne kadar IMF’nin rozetini taşıyan Derviş’in, CHP’nin rozetini takarak değişebileceğine ihtimal vermesinin bir ifadesi olarak değil, elbette kendisinin başında bulunduğu Cumhuriyet’in, bu yeni durumu okurlarına “yutturmak” için bir geçiş manevrası olarak okumak daha anlamlı olur. Bu ise, başka bir gerçeğe daha işaret etmektedir. Küreselleşmeci güçler, ülke içindeki mevzilerini güçlendirmek üzere herhangi bir parti ya da kurumu kendi programlarına “kazanırken”, onunla ittifak halindeki diğer güçleri de kazanıyorlar. Onlar bunu hesaplasa da, hesaplamasa da, süreç zaten böylesine zincirleme gelişiyor. Dolayısıyla bu seçim sürecini, küreselleşmeci güçlerin CHP ile birlikte Cumhuriyet gazetesini de “tam kazanma” süreçleri olarak tarihe not düşmek gerekecektir. Elbette bu gerçek, bugüne kadar sadece, bağımsızlıkçı, ilerici duygu ve düşüncelerle CHP’ye oy vermiş olanlarla birlikte Cumhuriyet’i bu anlayışla her gün bayiden alan okurların da, Atatürkçülüğü bağımsızlıkçılık olarak anladığını belirten aydın kesimlerin de, tutumlarını gözden geçirmelerini gerektirmektedir. Çünkü CHP ve Cumhuriyet gibi parti ve kurumlan IMF’de temsilini bulan küreselleşme politikaları etrafında yeniden yapılandırma hamlesi, sonuçta onların tabanlarını yeniden yapılandırmayı esas almaktadır.
CHP değerlendirilirken, unutulmaması gereken güncel bir örnek de, Paşabahçe direnişi sırasında CHP’nin aldığı tutumla ilgilidir. Şişe-cam Paşabahçe Fabrikasında işçiler fabrikanın kapatılmaması için günlerce direniş gösterirken, Beykoz halkı, fabrikalarının kapatılmasının kendilerinin de sonu anlamına geleceğinin bilinci ile günlerce eylemler düzenleyerek işçilere destek verirken; Paşabahçe’de CHP’nin tavrı, fabrikanın kapatılması yönünde olmuştur. Bunun anlamı da açıktır: CHP; IMF politikalarının emrettiği fabrika kapatmalar, işten atmalar konusunda IMF’nin yanındadır, işçi ve halk karşısında da tamamen düşman bir pozisyondadır. Zaten, çoktandır yatkın olduğu, izlediği politikaları anlayıp “alternatifsiz” saydığı ve uyum sağlayıp -işbirlikçilerine yönelik “sen yapamadın ben yaparım” içerikli politika metaı göstermelik eleştiriler bir yana- savunduğu IMF ve Dünya Bankası’nın adamı Derviş’i bu nedenle, “zil takıp oynayarak” davet edip baş tacı etmiştir. Şimdi Derviş’le bu yolda daha ileri adımlar atacağı, Derviş’li CHP’nin bu açıdan daha da pervasızlaşan bir CHP olacağından kuşku duyulamaz.
Derviş’li CHP’nin, ABD’nin Irak’a müdahalesine karşı çıkacak bir refleks göstermesi de beklenemez ve şu ana kadar CHP yönetimi tarafından bu yönde bir tutum da zaten alınmamıştır, 4 Kasım itibarıyla, Türkiye’yi içine alacak savaş konusunda, bir başka küreselleşmeci partinin, örneğin Irak saldırısına en iyi uyum göstereceği iddiasında olan Çiller’in DYP’sinin hükümet olması durumunda olacakların, CHP hükümeti halinde olacaklardan farklılığına ilişkin CHP’nin tek bir açıklaması yoktur.
Türkiye’nin önünde duran demokratikleşme sorunlarına yaklaşım bakımından da CHP’nin durumu ortadadır. ABD-AB ve MGK’nın politikalarını dengelemek dışında bir çizginin dışına çıkmayan ve çıkması da beklenemeyecek olan CHP, bu ülkede emekçilerin IMF politikalarına karşı örgütlülüklerinin güçlendirilmesi mücadelesinde bundan sonra da karşı tarafta olacaktır. Dahası girdiği ilişkiler, onun bu yönünü daha derinleştirecektir. Bunca sendikasızlaştırma saldırısı koşullarında sendikal örgütlenme özgürlüğü konusunda açıklama bile yapmayan, memurların grev hakkı konusunda sessiz kalan, seçim yasalarının demokratikleştirilmesine bile karşı çıkarak halkın iradesine saygısızlığını ve halkın egemenliğinden korktuğunu açığa vuran CHP’nin, Kürt emekçilerin taleplerine yaklaşımı da Kopenhag Kriterleri’nin bir adım ötesine gitmemektedir. Hakim siyasal konsept tarafından vereceği oy, kontrol edilmesi gereken bir oy olarak kabul edilen Kürt yoksulları DSP Lideri Ecevit tarafından nasıl ki, sisteme “kazanılması” gereken bir kesimi ifade ediyorlarsa, bu CHP için de geçerlidir.

AKP: ABD, AB, IMF, İSRAİL, MÜSİAD, TÜSİAD
Milli Görüş geleneğinin içinde yetişen ve bir zamanlar, daha önceki seçimlere yoksulluk, işsizlik ve diz boyuna varan yolsuzluklardan bıkan halkın oyunu alabilmek için “Adil düzen” sloganı ile katılan Erbakan liderliğindeki RP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını yapmış olan Recep Tayyip Erdoğan, son dönemlerin en süratle küreselleşme programına biat eden siyasi siması durumunda.
Hocasının iktidardan düşürülmesine götüren 28 Şubat süreciyle birlikte, partisinde hizip örgütleyen ve Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikasının temel yönlerinden biri olan ve ABD tarafından dayatılan Türkiye-İsrail ittifakının da bir gereği olarak, içeride gidilen yeniden yapılanma ihtiyaçlarını çok çabuk gören ve bunda ABD’nin belirleyiciliğini bilen Erdoğan, hocasının partisini bölerek kurduğu AKP’yi bu ihtiyaçlara uydurmakta hiç gecikmedi.
ABD’ye yaptığı gezi sırasında, kendisi ve kurmayları ile Beyaz Saray düzeyinde değil, ancak Beyaz Saray için politika üreten think-tank kuruluşları üzerinden görüşülmesini “bizim zaten resmi bir görüşme talebimiz yoktu” diyerek açıklamaya çalışan Erdoğan, ABD’nin soğuk savaş sonrası Türkiye’sine artık İsrail’le “stratejik ittifak” üzerinden rol biçtiğini bildiği için, orada Musevi lobisinin etkin kurumlarıyla görüşmeyi de ihmal etmedi. İsrail’in Filistin halkına yönelik kanlı katliamlar gerçekleştirdiği bir dönemde, İsrail’e karşı açık tavır almak yerine, açıklamalar düzeyinde kalan dengeli bir “muhalefetle” durumu idare etmeye çalışması, Erdoğan’ın AKP’sine rengini veren taktik ve strateji hattına son derece uygundu. Milyonların oyunu alacağı iddiasında olan, anketlerin 1. Parti gösterdiği ve lideri İstanbul Belediye Başkanlığı yapmış ve üstelik “inançlı bir Müslüman” olduğunu açıklayan bir parti, en azından İstanbul’da en azından “birkaç bin” kişilik bir İsrail’i protesto gösterisi bile yapmaktan kaçınarak “yeni” pozisyonunu ortaya koymaktan geri durmadı.
Medyada yer alan “asker takiyye yaptığından hâlâ şüphe ediyor” biçimindeki değerlendirmelere bir yanıt olmak üzere, denk geldiği bir resepsiyonda, gidip Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun elini sıkıp, hatırını ve sağlığını soran, ardından da “hiçbir soğukluk hissetmedim” sözleriyle gazetelere manşet olan Erdoğan, bir MÜSİAD partisi görüntüsünden sıyrılmak için TÜSİAD ve onun kontrolündeki medya organlarıyla da iyi geçinmeye özen gösterdi. Bu özenin karşılığını da çok kısa bir süre içinde nakite dönüştürmeyi başardı. Aydın Doğan’ın Almanya’daki tesisinin açılışında, “Türkiye’nin AB’ye giremediğini, ama Sayın Aydın Doğan’ın bu değerli tesisle AB’ye girmiş bulunduğunu” söylemesi, bu gruba ait gazete ve televizyonlarda hatırı sayılır bir haber olarak görüldü. Doğan Grubu’nun en çok tirajlı gazetesi Hürriyet’in, imaj oluşturmakta mahir genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, onun için şunları yazdı: “Benim kafamda AKP’nin meşruiyeti ile ilgili bir sorun yok.” (24 Temmuz 2002)
Ertuğrul Özkök’ün izinden gidenlerden birisi de, Doğan Grubu’nun, “en entelektüel solcusu” Murat Belge oldu. Belge, Radikal’deki köşesinde, AKP’nin alacağı oyların kimi çevrelerde rahatsızlık yarattığına değindiği yazısında, Özkök’ün işaret ettiği “meşruiyet” sorununun çözümüne bir “katkı” sunmak için Marksist birikimini de ortaya koyarak şunları söyledi: “En kısa ve kestirme söyleyişle bu, güvenmediğiniz ‘özne’yi dışarıda tutarak değil tersine, içeriye buyur ederek, onu bir ‘tehlike’ olmaktan çıkarmaktır” (25 Ağustos 2002)
Zaten parti olarak kurulduğundan bu yana “içeriye” doğru koşan AKP kurmayları, Belge ve benzerlerinin de katkısıyla küreselleşme sürecinin yeni konukları arasına hızla katıldı. ABD’nin Irak’a saldırı hazırlıkları karşısında tepki vermeyen eskinin hızlı “İslam kardeşliği” ve “cihad” savunucusu Erdoğan ve partisinin, ABD’nin kendisine güveninde pürüz doğuracak hiçbir tutum geliştirmemeye özen gösterme politikasının, parlamentoya girme olanağı yakalaması halinde daha da “dikkatle” devam edeceği açıktır.
Erdoğan’ın AKP’sinin ekonomik programı da, küreselleşme programı ile uyuma büyük bir dikkat gösterildiğini ortaya koymaktadır.

AKP’NİN EKONOMİ PROGRAMI DERVİŞ’İNKİNİN KOPYASI
AKP Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Coşkun’un, partisinin İktidara gelmesi durumunda uygulayacağı ekonomik programı açıklarken söylediği su süsler bunun açık bir ifadesidir: “Elbette biz IMF’ye karşı değiliz. Aynen devlette de devamlılık esastır. Ancak, ülke gerçeklerini anlatarak daha gerçekçi politikalar izleyeceğiz. IMF hedef koyar, bunun nasıl yapılacağını konuşuruz.” Şu andaki IMF programının en önemli sorununun programı destekleyecek “sürdürülebilir bir siyasi otorite” bulunmaması olduğunu dile getirerek, adeta Kemal Derviş’in sözlerini tekrar eden Ali Coşkun, şöyle devam ediyor: “Bu yüzden ülke ekonomisi için yararlı olan hususlar gerçekleştirilemedi. Bazı konular ise kısa vadede Türkiye gerçeklerine uymadığı için ters etki yaptı. Doğal olarak halkın nazarında da bu olumsuzluğun sorumlusu IMF gözükmeye başladı. Hâlbuki ne IMF ne de Kemal Derviş sorumludur. Asıl sorumlu hükümettir.” (27 Ağustos 2002 Hürriyet) Program sanki, bütün yaptıkları ona uyum sağlamaya çalışmak olan Ecevit ve ortaklarınınmış gibi, Baykal ve CHP’si türünden, programıyla birlikte, IMF ve adamı Derviş’i savunup 57. Hükümeti suçlayarak, “IMF’nin koyacağı hedeflere nasıl ulaşılacağı” peşinde olan AKP’nin, eğer hükümet partisi olursa, 4 Kasım’la birlikte yapacakları, IMF’nin dayatıp Derviş’in bugüne kadar yaptıklarının kötüsü olacak ama iyisi olmayacaktır. IMF ve ABD’nin misyoneri gibi ortalıkta dolaşıp IMF programını eksiksiz uygulayacak bir hükümet kurmaya çalışan Kemal Derviş’i ayıran AKP’li Coşkun’un, eleştiri oklarını sadece sonu gelmiş olan hükümete yöneltmesi bile, AKP siyasetinin küreselleşme programına uyum açısından, sadece “Yeni Hoca”sına değil, kendisi dışında memleketteki tüm partilere dirsek dayamakta bir sakınca görmeyeceğinin ifadesidir. Coşkun, uygulayacakları ekonomik politikaları sıralarken aynı konuşmada şunların altını çizmektedir:
“-Tüm kurumları ve kuralları ile piyasa ekonomisi işleyecek.
-Özelleştirme, rasyonel ekonomi için araç.
-Yabancı sermaye Türkiye için çok önemli.
-AB, Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlarla ilişkiler sürdürülecek.
-Devlet ekonomik faaliyetten çıkmalı.”
Bunların her biri, AKP’nin Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Coşkun’un görünüşte eleştirdiği hükümetin de uyguladığı politikalardır ve ülkeye yıkım, açlık, işsizlik, yoksulluk, dışa bağımlılığın derinleşmesi, IMF’ye en borçlu ülke olmaktan başka bir şey getirmemiştir. Dolayısıyla AKP’nin önerdiği program, ülkeyi yıkıma götüren Derviş programıdır ya da temsilciliğini Derviş’in yaptığı IMF Programı’dır ve bu programın diğer sermaye partilerinin programlarından, örneğin; Saadet Partisi’ninkinden fazlası vardır, ama eksiği yoktur.
Bu görüşleri destekleyen bir dizi açıklama daha önce çeşitli AKP kurmaylarınca da dile getirilmiştir.
Örneğin; Abdullah Gül’ün şu sözleri buna örnektir: “IMF-Dünya Bankası ile iyi ilişkiler içinde olmak zorundayız. Borcu olan bir ülkenin ben seni tanımıyorum demesi mümkün değil. Gerçekçi olmamız gerekir.” (Tempo, 25 Temmuz 2002)
IMF programına bağlılık ANAP, DSP, YTP ve DYP’nin ekonomik programlarında da ilk sırayı oluşturuyor. MHP ise daha çok, altına imza attığı ekonomik politikaların getirdiği yıkımın faturasını diğer ortaklarının üstüne yıkarak aradan sıyrılmak için Derviş’i eleştirerek, halk kesimlerine kendisini IMF karşıtı gibi göstermeye çalışıyor. Bu partinin “IMF karşıtlığının, Baykal-Coşkun ya da CHP-AKP türü, demagojik, görünüşte eleştirel “IMF’ye evet, ama ben daha iyisini yapacağım” yandaşlığından nüansın ötesinde bir farkı yoktur. Eğer var ise, hala hükümet ortağıdır ve halen uygulanmakta olan IMF Programı’nın altından imzasını çekip programın uygulanmasını durdurmak elindedir! Oysa sadece oyuna talip olduğu ezilenlere yönelik demagoji yapmaktadır.
Ayrıca MHP’nin halkı yedeklemek için, kendisini bir önceki seçimlerde iktidara taşıdığını gördüğü, Öcalan ve Kürt sorunu üstünden politika yapma tutumunu, bu seçimlerde de kendisini AB’ye onay veren diğer partilerden ayıran bir özellik olarak, sürdürmeye çalıştığı görülmektedir. Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildiği önceki seçimlerin arifesinde, içeride oluşturulan şovenist dalgayı arkasına alarak, Öcalan’ı “idam” etme sözü veren Bahçeli liderliğindeki MHP’nin iktidar ortağı olmasının ardından, ülkenin bağlı bulunduğu “merkezleri” karşısına almamak adına Öcalan’ın idamının erteletilmesi yönünde diğer ortakları ile birlikte imza koyduğu gerçeği ortada iken, bugün idamın kaldırılmasının da içinde bulunduğu AB’ye uyum yasalarına oy veren diğer partilerden kendisini ayırmak ve bu konuda yıllardır körüklenen şovenist politikaların oluşturduğu kitle tabanının desteğini arkasına alabilmek umuduyla, “Bölücübaşı F tipine konulmalı” diye ortaya düşmesi ilginçtir, ama şaşırtıcı değildir.
Tüm bunlar, ulusal bağımsızlık ve ülkenin demokratikleştirilmesi için ihtiyaç duyulan taleplerin, burjuva partileri tarafından sadece kendi konumlarını güçlendirmeye dönük bir oy potansiyeli olmak dışında bir anlama gelmediğini ortaya koymaktadır. DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in, HADEP’i bir potansiyel “tehlike” olarak gösteren sözleri de aynı kapsamda değerlendirilmelidir.
Ayrıca IMF politikalarını savunan tüm düzen partilerinin, halkın ihtiyaç duyduğu parasız sağlık ve eğitim gibi bir dizi temel konuda bu seçimlerde hiç oralı bile olmamalarının gerisinde, yine, bu seçimleri diğerlerinden ayıran bir faktör olarak, IMF politikalarına kayıtsız şartsız teslimiyet yatmaktadır.
Sonuç olarak, tüm düzen partileri bu seçimlerde oyu halktan isterken, icazeti de, işçi ve halk düşmanı bir karakter taşıyan, emperyalist sermayenin çıkarlarını temsil eden küreselleşme programlarına hükmeden ABD, AB, IMF ve DB’den istemektedir. Bu, elbette yazının giriş bölümünde de dile getirildiği gibi, bir sürecin sonucudur ve bunu tersine çevirmek için de, işçi ve emekçileri emperyalist odaklar ve onların içerideki işbirlikçilerine karşı birleştirmek açısından içinde bulunduğumuz seçim süreci büyük önem taşımaktadır.

ABD’nin yeni savaş durağı: Irak

Tıpkı Afganistan işgalinden önce olduğu gibi, şimdi de tüm dünya, ABD’nin Irak’a başlatacağını ilan ettiği saldırıyı tartışıyor. Tartışmaların eksenini, yine Amerikan tarafı, CIA gibi istihbarat örgütleri ve bu örgütlenmelere bağlı kurum ve kuruluşlar, basın organları ve bunların çeşitli ülkelerde satın aldığı uzantıları belirliyor. Sorun öyle bir hale getiriliyor ki, bir yandan ABD saldırganlığı tam anlamıyla kanıksatılır, yaşamın doğal bir parçasıymış gibi sunulurken, diğer yandan da ABD’nin Irak’a saldırıyı nasıl başlatacağı ve ne şekilde yürüteceği üzerine fal açılıyor, senaryolar üretiliyor, tüm dünya ABD enformasyonu aracılığıyla yalan yanlış yoğun bir bilgi bombardımanına tutuluyor; en yalın gerçekler gözlerden gizlenip çarpıtılırken, yalanlar tek gerçek olarak piyasaya sürülüyor.
Bütün olup biten, tıpkı Amerikan film endüstrisinin ürettiği savaş filmleri gibi düzenleniyor, gösterime sunuluyor. Dünya halklarından da koltuklara oturup filmi izlerken, hem savaşın hem de savaş akbabasının tarafını tutması, kendisini akbabayla özdeşleştirmesi bekleniyor. ABD’nin Irak’a daha önceki saldırısında da aynı yol izlenmişti. ABD’nin Irak saldırısı, ABD televizyonları ve enformasyon merkezleri aracılığıyla tek taraflı ve tamamen yalan yanlış biçimde tüm dünyaya izlettirilmiş; savaş, vahşet, işgal, sanki herhangi bir futbol maçı yayını derekesine indirgenmiş, kanıksatılmış, petrole bulanan martılara gözyaşı dökülmesi, ama milyonlarca Iraklının, kadın ve çocuğun kanının dökülmesine hak verilmesi istenmişti. Emperyalist planlar çerçevesinde Yugoslavya’nın bölünmesi sürecinde aynı senaryolar aynı teknikle vizyona girdi. Bütün dünya, TV ekranlarından, gazete sayfalarından ABD istihbaratının, Pentagon’un yönlendirmesi ile hazırlanan görüntüleri izledi. Tek taraflı yalan propagandayla, önce herkes Yugoslavya’nın, ABD ve diğer emperyalist, güçlerce işgal ve paylaşımına ikna edilmeye çalışıldı. Öyle bir hale getirildi ki, yine o burjuva basını, ABD ve diğer emperyalist yağmacıları işgale geç kalmakla eleştirmeye başladı. Elbette bu ısrara daha fazla dayanamayan ve oradaki “vahşete yüreği daha fazla tahammül edemeyen” ABD ve Almanya “umumi istek üzerine” bu ülkeye ordularıyla girdi, üslerini kurdu ve paylaştı.
Afganistan’da olup bitenler ise henüz taptaze. 11 Eylül, bol gözyaşı. İnsanlık nutukları, intikam naraları. Hemen yürürlüğe konan “anti-terör” kampanya. ABD karşıtı ya da en azından ABD’nin her sözünü emir telakki etmeyen ülkelere, kurum ve kuruluşlara terörist etiketi asılması. Bin Ladin yaygarası. Yine aynı film kareleri saldırı ne zaman başlayacak, nereden vurulacak bahisleri. Geçici hükümet senaryoları ve ardından ABD’nin Afganistan işgali.
ABD, Afganistan işgaliyle; kendine Orta Asya’da önemli bir basamak noktası, hem Çin’e, hem Rusya’ya, hem İran ve Irak’a, yani petrol bölgesine yönelik kalıcı bir üs edindi. Her an patlamaya hazır bir bomba gibi bölgeye yerleşti. Peki, ama savaşın nedeni olarak gösterilen Bin Ladin hikâyesi ne oldu? Bin Ladin’e ne oldu? Bin Ladin’i arayıp soran var mı?

PAZAR KAVGALARI KIZIŞIYOR, BÖLGESEL SAVAŞLAR SIKLAŞIYOR
ABD’nin daha önceki Irak saldırısı, Somali, Yugoslavya, Afgan işgali ve son olarak yeniden gündeme gelen ABD’nin Irak saldırısı derken, bölgesel savaş aralıklarının giderek sıklaştığı, neredeyse biri bitmeden sıcağı sıcağına bir diğerinin gündeme geldiği görülüyor. Her yeni saldırı, işgal veya savaşın kapsamının genişlediği, daha geniş bir çerçeveyi içine aldığı, ama bir yandan da emperyalistler arasındaki homurdanmanın arttığı, çelişkilerin daima bir önceki döneme göre biraz daha fazla keskinleştiği görülüyor. Çünkü kapitalizm geliştikçe, hammadde eksikliği ve hammadde kaynaklarına olan ihtiyaç kendini giderek daha fazla ve acil olarak hissettiriyor. Buna bağlı olarak da rekabetin koşulları o denli sertleşiyor, bütün yeryüzünde hammadde kaynakları arama, var olan hammadde kaynaklarına el koyma, yalnızca kendi denetimi altına alma çabaları ön plana çıkıyor, sömürgelere sahip olma ihtirası o denli amansız ve acımasız hale geliyor. Çünkü yalnızca sömürgelere sahip olma ve hammadde kaynaklarını elinde ve denetimi altında bulundurma durumu tekellere üstünlük sağlamakta, rakipleriyle giriştikleri savaşımda her türlü rastlantıya karşı kesin bir başarı güvencesi sunmaktadır.
Bu nedenle, bugün kapitalizmin enerji kaynaklarına olan ihtiyacı tekeller açısından hayati önemdedir. Enerji bir varlık koşuludur. Kim enerji kaynakları üzerinde söz sahibiyse, denetim yetkisini elinde bulunduruyorsa; bu, kendi geleceği için ciddi bir güvence, ama aynı zamanda, rakipleri üzerinde de bir tehdit, baskı unsuru, üstünlük aracıdır.
Kapitalist sistemin ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarının en yoğun bulunduğu bölge ise, son dönemlerde kavganın, savaşın eksik olmadığı Arap Yarımadası’dır. Arap Yarımadası’nda etkin olmak demek, dünya enerji kaynakları üzerinde etkin olmak demektir. Hemen yanı başımızda bulunan bu bölgede bitip tükenmek bilmeyen savaş ve kışkırtmaların nedeni de budur.
Dünya petrolünün yüzde 40-50’si bu bölgede üretilmektedir, 1996 yılı itibarıyla, ABD, tükettiği petrolün yüzde 32’sini bu bölgeden karşılamaktayken, şimdilerde bu oran yüzde 50’lerdedir. ABD’de üretilen petrolün maliyetinin yüksek olması bu ülkedeki üretimin giderek düşmesini ve daha fazla petrol ithalatını beraberinde getirmekte; ABD’de petrol üretimi giderek azalırken, ithalat artmaktadır. Önümüzdeki süreçte ABD’nin petrol tüketiminde ithalatın payının yüzde 70’lere ulaşacağı varsayılmaktadır. Nitekim Venezüella’da yaşanan son başarısız ABD darbesinin ardında yatan da, bu ülkenin bölgenin en zengin petrol kaynaklarına sahip olmasıdır.
ABD’nin yanı sıra, İngiltere petrol tüketiminin yüzde 45’ini, Japonya yüzde 76’sını, Güney Kore hemen tamamını, Fransa yüzde 89’unu, dünyanın hızla gelişmekte olan ekonomilerinden Çin ise, ihtiyacının büyük bölümünü petrol bölgesinden karşılamaktadır. Demek ki, bölgede bitip tükenmek bilmeyen savaşların, çatışmaların kaynağında yatan neden, ABD yönetimlerinin sözünü ettiği gibi, Irak, İran vb. de işbaşında bulunan yönetimler, insan hakları uygulamaları, ellerindeki silahlar değil, emperyalistlerin enerjiye olan ihtiyaçları, enerji kaynaklarını denetimlerine alına savaşı, kıyasıya rekabettir.
Rekabet sonucu emperyalistler arasındaki ilişkiler her geçen gün daha girift hale gelmekte, karşılıklı ittifak arayışları hızlanmakta, herkes kendine rakipleri karşısında hamle üstünlüğü sağlayacak dayanaklar peşinde koşmakta, kendileri büyürken rakiplerin ayağını bağlamak istemekte, bu doğrultuda yeni manevralara girişmektedir. Bu ise, dünyanın paylaşımı kavgasını sertleştirmekte; kılıçların yeniden ve yeniden bilendiği, herkesin gücünce yer tutma mücadelesine giriştiği bir arena olarak savaşlar daha sık olarak gündeme gelmekte, her yeni savaş, bir sonraki muharebenin zeminini oluştururken, daha büyük savaşlara ve nihayetinde, dünyanın yeniden paylaşımına doğru hızla yol alınmaktadır.
Rekabet sürecinde mevcut sermayeleri, ekonomik güçleri oranında yer alan tekeller ve emperyalist devletler, kendi lehlerine, rakiplerinin aleyhine olacak şekilde pozisyon tutuyorlar. Şu anda dünyanın jandarması rolünü üstlenen ABD, mevcut durumunu korumak ve rakiplerine gelişme fırsatı tanımamak için sürekli atak halinde bulunuyor. Muhtemel rakiplerinin önünü kesebilmek için stratejik olarak belirlediği her bölgeye fütursuzca el atıyor, her yöntemi kullanarak ortalığı karıştırıyor, kendine güvenli bölgeler tesis etmeye çalışıyor, aynı zamanda rakiplerine gözdağı veriyor ve toparlanmalarına fırsat tanımamaya uğraşıyor.
Somali’de yaptığı buydu. Yugoslavya’nın bölünme operasyonu ve ardından ABD’nin Balkanlar’a yerleşmesi, hem Rusya’nın Avrupa bağlantı yolunu kesmek, hem de Macaristan, Polonya, Çekoslovakya gibi Almanya’nın arka bahçesine çevirmeyi hedeflediği ülkelerde Almanya’yı yanız bırakmamak, Balkanlarda söz sahibi olabilmek içindi. Yine Afganistan savaşının ardındaki asıl neden, ABD’nin önümüzdeki dönem “dünyanın en önemli bölgesi olacağını” ilan ettiği Avrasya’da yeni mevziler elde etmek; Çin ile Rusya’nın arasına girmek; buradan, hem Çin’in arka bahçesi yapma hayaliyle kavrulduğu Uzak Asya’ya, hem Rusya Federasyonu’na müdahale etmek, Azerbaycan, Türkmenistan, Ermenistan, Gürcistan, Çeçenistan vb. devletleri Rusya’ya karşı kışkırtmak; Hazar petrolleri üzerinde etki sahibi olabilmek; Hindistan ve Pakistan’la daha yakın olabilmek ve Petrol bölgesinden Uzak Asya’ya petrol nakil yolu olan ve şu anda ABD 7. Filosu’nun denetimindeki deniz yolunu bu taraftan da denetim altına almak ve aynı zamanda da petrol bölgesini kuşatmaktı.
Buna karşılık, son dönemde, yıllar sonra ilk kez ekonomisi eksilere geçen, büyüme hızı sıfıra düşen, en büyük şirketleri skandallarla çalkalanan ABD ekonomisine karşın nispeten daha iyi durumda olan Avrupa Birliği ülkelerinden Almanya ve Fransa’nın başını çektiği blok ABD’ye karşı çeşitli manevralar içine girmiş bulunuyor. Almanya ve Fransa, diğer AB ülkelerini yanma alarak bir blok gibi hareket etme çabası içinde. Bunun için, henüz gücü ABD’ye kafa tutmaya yetmese de, çeşitli hamlelerde bulunuyor. Bir yandan değişik ülkelerle işbirliklerini geliştiriyor, diğer yandan da son sürece kadar ABD’nin temel ve sadık müttefiki durumundaki İngiltere’yi by-pas etmeye, sıkıştırmaya çalışıyor. Bu doğrultuda Rusya ile AB ilişkileri son dönemde ciddi işbirlikleri ve ekonomik yatırımlara sahne oluyor. Bir anlamda hem Rusya, ABD karşısında kendini sağlama almaya çalışıyor, hem de AB. Aynı biçimde, Çin-Fransa ilişkilerinde ciddi bir canlanma gözlenirken, iki ülke arasında ekonomik ve askeri yatırım anlaşmaları imzalanmış bulunuyor. Çin ile ilişkilerde, geç kalmakla birlikte, Almanya da atağa kalkmış durumda.
Tarihte pek geçinemeyen Çin ve Rusya, giderek artan oranda ekonomik, siyasi ve askeri işbirlikleri geliştiriyor. Karşılıklı silah mübadelesinden, nükleer santrallere, enerji yatırımlarına kadar pek çok anlaşmaya ortak imza koydular. Her iki ülke ABD’nin çevrelerinde yaptığı girişimlere tepki gösteriyor. İki ülke, ABD’nin denetimi dışına çıkartabilmek için, Körfez dışında bir yoldan enerji nakil projeleri geliştiriyor, bu projelere Japonya, Güney Kore gibi ülkeleri dâhil etme çabasına girişiyor. Ve yine her iki ülke de, petrol bölgesindeki ülkelerle ilişkilerini güçlendirmeye, ikili anlaşmalar yapmaya büyük çaba gösteriyor. Çin’in İran’la, Rusya’nın İran, Suriye, Irak’la ilişkileri güçleniyor. Aynı biçimde Fransa-İran ilişkileri de gelişiyor. Tüm bunlara karşılık, ABD, ekonomik gücünün avantajlarını en iyi biçimde kullanarak, bu ilişkileri engellemeye, rakiplerine nefes alma fırsatı tanımamaya uğraşıyor, yeni hamlelerle rakiplerini köşeye sıkıştırmaya, kendisi olmadan hiçbir şeyin mümkün olamayacağını göstermeye, kendisinden bağımsız davranışa girişenlerin canının yanacağını kanıtlamaya çalışıyor. Kısacası dünya, emperyalist devletlerin rekabet alanı, pazar kavgasının cadı kazanı gibi.

ABD’NİN IRAK’A SALDİRİ HAZIRLIĞI
Afganistan işgali, ABD’ye bölgede kalıcı bir üs kazandırdı. Ancak petrol bölgesinde “tek tabanca kalmak” isteyen ABD, rakiplerini bölge dışına atmak, çaresiz ve kendine muhtaç bırakmak için bölgenin sürekli bir gerginlik içinde tutulmasına özel bir önem veriyor. İsrail’in bölgedeki varlığı zaten elinde önemli bir kozken, yeni çatışmalarla bölgeyi tam olarak kuşatmak ve kendine güven vermeyen ya da sözünü tam olarak dinletemediği yönetimlerinin yerine kendi emir eri yönetimleri işbaşına getirmeye uğraşıyor. Böylece, hem kendi bölgesel üstünlüğünü güvenceye almış olacak, hem rakiplerini bölgeden püskürtecek. Böylece, denetimindeki enerjiyi rakiplerini sindirmek için baskı ve şantaj aracı olarak kullanacak, aynı zamanda da, İsrail’in güvenliği sağlanmış olacak. Elbette bölge haklarına da, gözdağıyla birlikte, kendi sömürgesi olmaları dışında, başka seçeneklerinin olamayacağı gösterilmiş olacak.
Ancak kuşkusuz, her şey, emperyalistler istedi diye öyle olacak değil. Nitekim bölgede de her şey ABD’nin masa başı planları uyarınca kolay ve basitçe gelişmiyor. Karşısında, henüz diz çökmemiş, tam olarak teslim bayrağı çekmemiş bir İran ve o kadar çabaya ve yaygaraya karşın teslim olmayan Irak’ın varlığı, ABD için kabul edilir olmaktan uzak. Bu ülkelerin mevcudiyeti, hem diğer ülkeler ve halklar için kötü örnek, hem ABD’nin rakipleriyle giriştikleri ekonomik, askeri işbirlikleri nedeniyle güvensizlik nedeni, hem de İsrail’in güvenliği açısında tehdit edici bir durum.
ABD açısından, bölgedeki hâkimiyetini tam güvenceye alabilmek için Irak yönetiminin devrilmesi, İran’ın da teslim alınması gerekmektedir. Bu amaçla, birinci saldırıda başarılamayanın başarılması, yani Irak yönetiminin tasfiye edilerek, kendisine tamamen bağımlı bir yönetimin iş başına getirilmesi sağlanmalıdır. Hemen ardından da, yalnız kalmış İran’ın boğulması, hizaya getirilmesi kolay olacaktır.
ABD yönetiminin Irak’a saldıracağını açıklamasının hemen ardından savaş senaryoları bir bir piyasaya sunuldu. Bu senaryolara göre, bu kez ABD, hava saldırısıyla birlikte uzun vadeli bir kara savaşına girişecek. Hava saldırısıyla desteklenecek kara harekâtıyla Bağdat’a kadar derlenecek, Saddam devrilerek yerine ABD hizmetkârı bir yönetim işbaşına getirilecek. Elbette, bu, ABD’nin hemen bu toprakları terk etmesi anlamına gelmeyecek. ABD, askeri üsler, askeri danışmanlar, güvenlikçiler, denetçiler, BM güçleri vb. isimler altında yerleştireceği güçlerle, Irak’ta kalıcı hale gelecek. Sonra sıra, İran veya Suriye’ye gelecek. Çünkü ABD’nin Afganistan işgaliyle birlikte bölgeye 10 bin ABD ve NATO askerini yerleştirdiği biliniyor. Hatırlanacağı üzere Afganistan işgali başladığında bunun geçici bir durum olduğu söyleniyordu. Ancak ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Elizabeth Jones, geçtiğimiz aylar içersinde yaptığı bir açıklamada, “Afgan Savaşı bittiğinde Orta Asya’yı terk etmeyeceğiz. Bölgede uzun vadeli plan ve çıkarlarımız var” dedi.
Harekât planı çerçevesinde hazırlıklara başlayan ABD Genelkurmayı’nın saldırı planına göre, 200 binden fazla ABD askeri Irak’ı işgal edecek. ABD hava kuvvetleri karargâhlarından biri Suudi Arabistan’daki Prens Sultan üssüne, Kara Kuvvetleri Karargâhı Kuveyt’e, Deniz Kuvvetleri karargâhı ise Bahreyn’e konuşlanacaktı. ABD Genelkurmayı bu plan doğrultusunda hemen harekete geçti. Ancak, ABD’ye karşı bölge halklarının büyüyen tepkileri, Suudi Arabistan gibi ülkelerde yönetimde bulunan kraliyetlerle halkları arasında son yıllarda su yüzüne çıkmaya başlayan hoşnutsuzluklar, aslında tamamen ABD uşağı olan, varlıklarının güvencesini ABD desteğinde bulan bu krallıkları sıkıntıya soktu. Suudi Arabistan Krallığı, sıkıntılı durumunu çeşitli biçimlerde ABD’ye ve zaman zaman kamuoyuna duyurdu. Bunun üzerine, Prens Sultan Hava Üssü’nün Katar’a taşınması gündeme geldi. Ancak bu durum ABD’yi pek memnun etmiyor. Çünkü Katar Emiri’nin, İran’la iyi ilişkiler içinde olduğu biliniyor. ABD yönetiminin baskısına rağmen, 11 Eylül sonrası ve Afgan savaşı sırasında ünlü Arap televizyonu El-Cezire susmamıştı. Yine de tüm bunlar, Katarda ABD üssü olan El Udeyd Hava Üssü’nün varlığına engel değil.
Özellikle 1990’lı yıllardan sonra dikkat çekici bir gelişme gösteren ABD ile Ürdün arasındaki yakınlaşmanın, ABD’nin Irak saldırısıyla birlikte daha da hızlanması bölge açısından tehditkâr bir havaya bürünüyor. Ayrıca Ürdün-İsrail ilişkilerinde de önemli bir yakınlaşma oldu. Bu durumda Ürdün’ün muhtemel bir Irak saldırısında ABD tarafında önemli bir rol üstlenmesi bekleniyor. Son dönemlerde ABD, Ürdün’e askeri “yardımlarını” arttırdı. En son, ABD, Ürdün’e F-16’lar da dâhil, 215 milyon dolarlık askeri “yardım”da bulundu.
Ancak halen dünya jandarması rolünü üstlenerek ekonomik ve askeri gücünden aldığı cesaretle dünyanın her tarafına bomba atma ve işgal etme yetkisini kendinde gören ABD’nin, bugüne kadar rakiplerinin kafasına vura vura dediklerini yaptırdığı biliniyor. Daha önceki ABD işgallerine karşı, önce çatlak sesler çıkartsalar da, ABD’nin tepelerine binmesiyle seslerini kesen Fransa, Rusya, Çin gibi ülkelerin, bu kez seslerini biraz daha yüksekten çıkardıkları görülüyor. Hem kendi aralarındaki çıkar çatışmaları, hem de kendi halklarından yükselen savaş karşıtı tepkiler bu ülkelerin hükümetlerini zorluyor. Örneğin bugüne kadar ABD’nin en sağlam müttefiki İngiltere hükümeti bile son zamanlarda ciddi bir sıkıntının içine girmiş görünüyor. İngiltere’de savaş karşıtı muhalefetin her geçen gün biraz daha yükseldiği, halkın ve gençliğin ABD yanında bir savaşa güçlü bir tepki gösterdiği görülüyor. Bilindiği gibi, Afgan işgaline karşı en güçlü halk tepkisinin geldiği ve yüz binlerce insanın sokaklara döküldüğü, en güçlü savaş karşıtı gösterilerin düzenlendiği ülkelerden birisi İngiltere’ydi. Bush’un yanından hiç ayrılmayan Blair, şimdi, kendi partisi içinden ve oluşma nedeni bu durumda olan 150’yi aşkın milletvekilinin savaş karşıtı muhalefetiyle yüz yüze.
Yine bugüne kadar bu gibi ince konularda sözcülüğü Fransa’ya bırakmış görünen Almanya da, savaşa karşı biraz daha yüksek sesle konuştu. Tüm bunlar emperyalistler arasındaki çelişkilerin eskiye göre daha da keskinleştiğine, önümüzdeki dönemlerde pazar kavgasının yeraltı ve yerüstü kaynaklarına el koyma mücadelesinin daha da sertleşeceğine işaret ediyor. Bu, savaş tehdidinin büyüyeceğinin, sert ve kanlı kapışmaların kötü habercisi.
Çünkü bir yandan üretici güçlerin gelişmesi ile sermaye birikimi arasında, öte yandan mali sermaye için sömürgelerin ve nüfuz bölgelerinin paylaşılmasında mevcut orantısızlıkların ortadan kaldırılması konusunda kapitalizmin bulunduğu yerde, savaştan başka bir araç yoktur.

ABD’NİN IRAK’I İŞGAL BAHANELERİ
ABD, Irak’ın işgaline gerekçe olarak, Irak’ın elinde son derece tehlikeli kimyasal ve biyolojik silahlar olduğunu, bunun tüm insanlığı, çevreyi ve ABD’nin güvenliğini tehdit ettiğini, Irak yönetiminin BM silah denetçilerine izin vermediğini, ayrıca Saddam yönetiminin insanlara kötü davrandığını, kendisi ve dünya için tehdit oluşturduğunu, terörist olduğunu vs. ileri sürmektedir.
Irak’ın elinde çok miktarda kimyasal ve biyolojik silah bulunduğu ve bunların insanlık için çok tehlikeli olduğu savına bakalım. Dünyada değişik ülkelerde bu konuda uzman olarak bilinenlerden bir bölümü bu düşüncenin inandırıcı olmadığını değişik zamanlarda açıkladılar. Bu kişilere göre, Irak, BM silah denetçileri tarafından değişik zaman ve sıklıklarla öyle sıkı bir denetime tabi tutulmuştur ki, bunun, en azından şimdilik geçerliliği yoktur.
Ancak başka bir açıdan daha bakılabilir. Irak’ın elinde tehlikeli silahlar bulunduğu iddiasını ortaya atan ABD, bu silahları üreten merkez durumundaki en önemli ülkedir. Silah sanayinin en gelişkin olduğu, dünyanın en büyük silah üreticisi ve satıcısı ülkenin ABD olduğunu bilmeyen yoktur. Örneğin ABD’nin 2001 silahlanma bütçesi 330 milyar dolarken, 11 Eylül sonrası, Kongre bir kararla hükümete 40 milyar dolarlık ek bir ödenek sağlamıştır. Yıllık 350 milyar dolardan fazla savaş bütçesi, dünyanın onlarca yoksul ülkesinin bütçelerinin toplamından fazladır. Bu parayla, milyonlarca insanın açlıktan ölmesi engellenebilir, milyonlarca çocuğun beslenmesi sağlanabilir, çok sayıda ülkede sağlık sistemi yaratılabilir. Ama hayır, bunların yerine bu kadar büyük bir para insanların öldürülmesi, savaş patronlarının karlarına kar katması için harcanmakta; sonra da aynı ABD kalkıp, başka bir ülkenin elindeki tehlikeli silahlardan bahsedebilmektedir.
Öte yandan, Irak’a silah suçlaması yapan ABD, biyolojik silahların üretimine katı sınırlandırmalar getiren anlaşamaya imza atmayı reddetmiştir. Çünkü dünyanın en büyük biyolojik silah cephaneliği ABD ve İsrail’in elinde bulunmaktadır. Demek ki, başka bir ülkenin elinde bulunursa bu silahlar insanlık için tehlikeli, ABD ve İsrail’in elinde bulunursa insanlığa gayet faydalıdır! Ancak dünyada yaşanan çok sayıda vahşet göstermiştir ki, ABD ve İsrail devletlerinin varlığı, insanlık için, gelecek için en büyük tehlikedir.
ABD, kimyasal ve biyolojik silah üreten en büyük ülke olmasının yanı sıra elinde 600 bini aşkın nükleer füze ve bomba bulundurmaktadır. Bu ülkenin 1945’ten bu yana silahlanmaya dört trilyon dolardan fazla para harcadığı biliniyor.
Aynı ABD’nin neredeyse dünyanın her yerinde üsleri ve askerleri bulunuyor. Yani kelimenin tam anlamıyla dünyayı kuşatmış durumda. Afgan işgali bahanesiyle ABD, Türkiye, Kıbrıs, Arap Yarımadası, Japonya ve Güney Kore’ye yeni yığınaklar yaptı. NATO ülkelerinin deniz kuvvetlerinin varlığı yüzde elli oranında artarken, hava kuvvetleri iki kat büyüdü. Şu an Japonya’da 65 ABD askeri tesisi ve 70 bin Amerikan askeri bulunuyor. Güney Kore’de ise, ABD’nin 35 askeri tesisi ve 25 bin askeri mevcut.
Rusya’yı kuşatmaya çalışan ABD’nin, Rusya’nın Norveç sınırında Globus-2 anti-füze sistemi var. 35 bin kilometre menzilli olan bu sistem, bütün Rusya’yı kapsayıp Çin’e kadar uzanıyor. Rusya’yı kuşatma ve bölüp parçalama hesaplarında olan ABD, burnunu Rusya’nın içişlerine kadar sokmuş durumda. Çeçenistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Gürcistan, Ermenistan vb. ülkelerde ABD faaliyetleri bilinen bir gerçek. Bu faaliyetlerde ABD’nin sadık müttefiki ise Türkiye. Aralık ayından bu yana ABD ve NATO, Türkmenistan’da eski Sovyet üslerinden faydalanıyor. Ayrı biçimde Orta Asya’daki eski Sovyet askeri üsleri de ABD ve NATO tarafından kullanılıyor. Bunlara, daha önce sözünü ettiğimiz Arap Yarımadası’ndaki ABD üsleriyle birlikte Pakistan, Hindistan ve ABD’nin arka bahçesi konumuyla Latin Amerika’daki ABD askeri faaliyetleri, üsleri, Afrika ve Balkanlar’dakiler eklenebilir. Durum ortadayken, ABD’nin Irak’ın elindeki silahları bahane göstermeye çalışmasının ne kadar saçma ve aşağılık bir yalan olduğu meydanda değil midir?
ABD’nin ileri sürdüğü Irak’ın BM denetçilerine izin vermediği gerekçesi ise, birincisi kadar saçma ve pespaye bir bahanedir. En azından, BM denetçilerinin yıllarca bu ülkede kaldığı ve her yere her şeye parmaklarını soktukları herkesçe bilinmektedir. Yine bu BM denetçilerinin casusluk amacıyla orada olduğu da bilinmektedir. Nitekim geçtiğimiz günler içerisinde basına geniş bir açıklama yapan ve vicdani bir muhasebeye girişen, bir dönem Irak’a giden BM denetçileri arasında bulunan bir yönetici, ABD’nin kendilerinden, casusluk yapmalarını, Irak’la ilgili bilgileri ABD’ye aktarmalarını istediğini ve üstelik bu yönde baskı gördüklerini açıkladı.
Irak’ın BM silah denetçilerini kabul etmediği, bu yüzden işgal edilmesi gerektiğini öne süren ABD, gerçekte denetim ve denetçiler için ne düşünmektedir? Şaşırtıcı gerçek şudur ki; yıllardan beri tartışılmakta olan biyolojik silahların üretimine katı engeller getirmek isteyen protokole imza atmayan ABD, uluslararası müfettişlerin anlaşmanın tarafı ülkelerin laboratuarlarında denetim ve inceleme yapmasını reddetmiştir. ABD’nin reddetme gerekçesi ise son derece açıklayıcı ve “kamuoyunu rahatlatıcıdır!”: “Ticari çıkarlara aykırı ve ulusal güvenliği tehdit edici.”
İşte Irak’ın BM silah denetçilerine izin vermediği gerekçesini bir işgal nedeni sayan ABD, uluslararası müfettişlerin kendi laboratuarlarına şöyle bir göz atmasını ticari çıkarlarına ve ulusal güvenliğine aykırı buluyor. Demek ki, Irak, BM denetçilerine izin vermeyince de ABD’nin ulusal güvenliği tehlikeye giriyor, silah denetçileri ABD’yi denetlemeye kalktığında da! Kısaca lafın özü şudur: “Ölüm geldi cihane, baş ağrısı bahane.”
Bir başka gerçek de şuydu ki, Irak’ın -veya yarın İran ya da bir başkası olabilir- elinde olduğu ve insanlığı tehdit ettiği söylenen silahlardan kat kat fazlası ve tehlikelisi hemen Irak’ın yanı başındaki İsrail devletinin elinde bulunuyor. Ama nedense, bu silahlar hiç “insanlığı tehdit etmiyor” ve hiç gündeme gelmiyor. Kimse şu İsrail’i bir denetleyelim diyemiyor. Üstelik İsrail ağzı köpük, elinde kan çanağıyla ortalıkta dolanıyor, binlerce Filistinliyi doğruyor, her yanı kana, vahşete buluyor. İsrail köklü bir halkın topraklarını işgal ediyor, halkı kanla, zorbalıkla topraklarından sürüyor, en vahşi işkenceleri uyguluyor, katliamlar düzenliyor, kundaktaki bebekleri yakıyor, evlere tankla giriyor, paletler arasında Filistinlilerin kemikleri un ufak ediliyor, ama Filistin’den terörü lanetlemesi isteniyor. Terörü en vahşice uygulayan, katliamları soykırıma kadar götüren devlet İsrail, ama terörist damgası yiyen Filistin halkı. Kimyasal, biyolojik silahlarla nükleer başlıklı füzelerin her çeşidi, konvansiyonel silahların tümü İsrail’de, ama BM silah denetçilerince sürekli denetlenen Irak! BM silah denetçilerine sınırlama getirdi diyerek Irak’ı işgal etmeye kalkan ABD, uluslararası denetçilerin kendi ülkesindeki laboratuarlara göz atmasına “ticari çıkarlar ve ulusal güvenlik gerekçesiyle” izin vermeyen yine ABD!

TÜKKİYE’YE YÜKLENEN ROL
İran Şahı’nın devrilmesiyle Ortadoğu’da önemli bir mevzisinden olan ABD’nin gözünde stratejik bakımdan üst sıralara yükselen Türkiye, ekonomik, askeri, siyasi bakımdan tam bir kuşatmaya alındı. Dış borçlandırma yoluyla bağımlılığı giderek artan ülke, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist tefeci kuruluşların denetimi altında tarihinin en büyük borçlanmasına giderken, küreselleşme, globalleşme vb. yaygaralar ve borç batağının esaretiyle Gümrük Birliği, WTO gibi anlaşmaların altına attığı imzalarla, tüm kaynakları emperyalist yağmaya açıldı. Emperyalist bağımlılık, ülkeyi tam bir esaret altına soktu. Dış ve iç borçlar ödenemez duruma gelirken, borçların anaparaları bir yana, dönem faizleri bile yeni alınan borçlarla karşılanmaya başlandı.
Her yeni borç talebinde, vadesi gelen her yeni borç erteleme görüşmelerinde ülkenin önüne bir öncekinden daha ağır şartlar, daha ağır yükümlülükler konuldu. Ekonomi yönetiminde IMF doğrudan devreye girerek, kendi adamını ekonomiden sorumlu bakanlığa atadı. Hükümeti oluşturacak partilere, önceden, IMF’nin belirlediği programa kayıtsız şartsız uyacaklarını garanti eden IMF’ye sadakat ve uşaklık belgeleri imzalatılma aşamasına varıldı.
Artık öyle bir noktaya gelinmişti ki, hükümetlerin ekonomik politikalar üzerinde hiçbir söz söyleme hakkı kalmamıştı. Ücretler, tarım ürünleri fiyatları tamamen IMF tarafından belirleniyor, hangi ürünün ne kadar ekileceğine, hangi ürünlerin ekiminin yasaklanacağı ya da kısıtlanacağına, ne kadarının alınacağına, ne kadarının çöpe atılacağına, eğitimden, sağlığa ayrılacak paya, hangi bankaya el konup hangi yabancı bankaya peşkeş çekileceğine, hangi kamu işletmelerinin kapatılacağına, kaç işçinin işten atılacağına, hangi yerli şirketlerin kredi, borç, pazar vs. yollarla sıkıştırılıp yabancı tekellerin önüne yem olarak atılacağına ve hatta hangi sahil kuşağının yabancı oteller zincire “kıyak olsun” diye yağmaya açılacağına IMF ve Dünya Bankası karar verir oldu.
Doğal olarak, siyasi anlamda hükümetlerin nasıl oluşacağını da belirleme hakkı onlarındı. Hiç şüphesiz, ekonomik ve siyasi alanda böylesine rezillik derecesinde bağımlı konuma girmiş bir ülkenin, askeri alanda bağımsız davranabileceğini akla getirmenin bile aptalca olacağı ortadadır. Dolayısıyla emperyalist patronlar nereyi işaret ederlerse süngülerin o yöne döneceğinden kuşku duyulamaz. Nitekim öyle olmaktadır. Yıllar önce ABD Kore’ye saldırdığında Türkiye de asker göndermiş, bağımsızlık mücadelesi veren bir halkın kanla boğulma çabasına suç ortaklığı yapmıştı. Somali, sonrasında Yugoslavya’nın bölünüp parçalanma, yağmalanma sürecinde yine aynı görev kâğıdını yakasına astı. Afganistan hafızalarda henüz tazedir. Birinci Irak saldırısında ABD’nin yanında en aktif rol üstlenen yine Türkiye olmuştur. “Bir koyup üç alacağız” iğrenç hesabıyla girilen savaştan en zararlı çıkan ülkelerden birisi Türkiye olmuş, faturası acı biçimde halka ödetilmiştir. Ve Türkiye, İsrail’in Filistin halkını vahşice boğazlamasında, bölgede İsrail ile en iyi ve yoğun ilişkiler içinde olan bir ülke olarak, bu vahşette İsrail tarafında olmak utancını kara bir damga gibi alnının ortasında taşımaktadır. Gerçekten de Türkiye-İsrail ilişkileri utanç düzeyine yükselmiştir. Türk Ordusunun M–60 tanklarının modernizasyonu ihalesi 450 milyon dolar karşılığında, yine Türk Hava Kuvvetlerinin modernizasyonu çerçevesinde 650 milyon dolarlık projeler İsrail’e verilmiştir. İsrail’in Türkiye’de artık pek çok ayrıcalıkları vardır. Türkiye, Suriye, Irak, İran sınırında İsrail’in casusluk faaliyetleri yürütmesine izin vermiş, İsrail bu sınırlara dinleme, gözleme istasyonları kurmuştur. İmzalanan anlaşmalarla Türkiye hava sahaları İsrail’e açıktır. Böylece İsrail, Arap bölgesindeki her ülkeye saldırma şansına sahiptir.
ABD’nin Irak’a muhtemel işgal harekâtının gündeme gelmesiyle birlikte, Türkiye’nin bu işgal harekâtında oynayacağı rol de tartışılmaya başlandı. Bölgeyi az çok bilen, kafası az çok çalışan herkes çok iyi biliyor ki, Türkiye’nin aktif desteği ve katılımı olmadan, Amerika’nın bu savaşta başarı şansı yoktur. Türkiye’nin aktif katılımı ve desteği olmadan Amerikan ordusunun Irak’a yönelik bir kara harekâtını yürütmesi, neredeyse imkânsız gibidir. ABD Genelkurmayı’nın planlarında Ürdün ve İsrail”in yanı sıra esas olarak Türkiye önemli bir yere sahiptir. Üstelik Arap Yarımadası’ndaki Suudi Arabistan vb. yönetimleri, halklarının baskısıyla sıkışık durumdadır, mırın kırın ediyorlar; en azından ABD saldırısına açıktan destek vermekte zorlanıyorlar. İran ise, ABD’ye açıkça karşı çıkmıştır.
ABD’nin Irak’ı işgal edeceğini açıklamasında hemen sonra, Türkiye, işin içine girdi. Şimdilerin “ulusal solcusu” başbakan Ecevit ABD ziyaretine çıktı. Ecevit-Bush görüşmesinde ağırlıklı olarak bu harekâtın konuşulduğu, Türkiye’nin üslerini kullandırmasının yanı sıra olası saldırıda Türk birliklerinin Irak’a girmesi ve ayrıca İran’a askeri, ekonomik, siyasi ambargo uygulanmasının tartışıldığı basına sızdırıldı.
İngiliz Guardian gazetesi, Türkiye, ABD ve İsrail ordularının bu yıl Konya’da gerçekleşecek “Anadolu Kartalı” tatbikatının Irak’a yönelik bir tehdit niteliği taşıdığını yazdı. Ayrıca, Konya’daki hava üslerinin de, İncirlik gibi, Irak’a yönelik hava saldırılarında kullanılacağı belirtildi.
ABD’nin Irak’a yönelik işgal girişiminin gündeme gelmesinin ardından, Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Büyükanıt, terörizmin Habur’dan kaçak mazot yoluyla maddi kazanç elde ettiğini öne süren bir rapor hazırladı ve Habur sınır kapısı kapatıldı.
Emperyalizmin tutsaklığına sıkıştırılan Türkiye, artık gelinen noktada neredeyse ABD’nin emir eri derecesine düşürülmüştür. ABD çıkarları neyi gerektiriyorsa Türkiye oradadır. Bir bölüm asker Bosna’da, bir başka bölümü Afganistan’dadır. Geri kalan ise, Irak’a saldırıya hazırlanmaktadır, İstihbari anlamda ise, Rusya’da karışıklık çıkarmak, bağlı devletleri Rusya’ya karşı kışkırtarak, bölüp parçalamak işleriyle meşguldür. Bir kol da Çin Uygur Özerk Bölgesi’ndedir, Bu yüzden, çevresindeki bütün komşularıyla ilişkileri bozuktur. Komşularının gözünde, Türkiye, Amerikan askeri, güvenilmez bir ülkedir. Arap Yarımadası’ndaki halkların gözünde, vahşi İsrail’in sadık müttefikidir. Rusya’nın gözünde, içişlerine burnunu sokan, kışkırtıcı, karıştırıcıdır. Asya’nın öbür ucundaki Çin bile Türkiye’yi Uygur Özerk Bölgesi’ndeki kışkırtıcı faaliyetinden ötürü kaç kez uyarmış, protesto etmiştir. Herhalde komşularıyla bu kadar sorunlu alan, güvenilmez görülen ve örtülü tecrit durumuna düşen bir başka ülke bulmak zordur. Hepsi, ABD’nin yüksek stratejik menfaatleri adınadır. Bu ise, atalarımızın “kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz” sözünün doğrulanmasıdır.

SAVAŞ KARŞITLIĞININ SOMUT ANLAMI
ABD kendi hegemonyacı politikaları doğrultusunda, enerji kaynaklarına el koymak, denetimi altına almak, rakiplerini bölge dışına sürmek adına giriştiği manevralarda halkımızı ileri sürmekte; uşak ruhlu yöneticiler güruhu ise bu işte gönüllü rol üstlenmektedirler. Oysa halkımızın, başka bir ülkeye ABD’nin yapacağı bir saldırıdan en küçük bir çıkarı olamayacağı gibi, aksine zararı pek çoktur.
Ülkenin yarı nüfusundan fazlasının yoksulluk sınırında yaşadığı, emekçinin yarın evine bir lokma ekmeği nasıl götüreceğini düşündüğü bir ortamda emperyalist vurgunculara verilecek yanıt “hayır” olmak zorundadır. Ama ülke yoksulluktan kırılırken, kamu işletmeleri ekonomik nedenler, tasarruf tedbirleri adı altında bir bir kapanır, insanlarımız işsizliğin pençesine atılır, eğitim ve sağlık hizmetleri kısıtlanırken, ülkenin silahlanmaya ayırdığı pay artmaktadır. Bütçeden silahlanmaya ayrılan pay yüzde 20 civarındadır. Fonlar ve örtülü ödeneklerden aktarılanlar hesaba katıldığında, bu rakam, yüzde 30-35’lere yükselmektedir. Oysa bu ülkede eğitime bütçeden ayrılan pay yüzde 8, sağlığa ayrılan ise yüzde 2,5 civarındadır. Demek ki, insanların öldürülmesi, yaşatılmasından on beş kat daha önemlidir!
Bu gerçekler ışığında, özellikle emek, demokrasi, barış ve yurtseverlikten söz eden bazı çevre ve grupların savaşa karşı tavırlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir. Savaşa karşı mücadele, barış talebi en başta emperyalizme ve kendi ülkesinin emperyalist politikaları paylaşan yönetimlerine karşı mücadeleyi şart kılar. Bu bakımdan, ülkemizde bir takım grup ve siyasal oluşumların soyut biçimde savaşa karşı slogan atmalarının pek bir anlamı yoktur. Ülkedeki yönetime karşı ciddi ve içten bir çabayla mücadeleye girişilmediği sürece, savaşa karşı çıkıyor ve barış istiyor gözükmek kandırmacadan öteye gidemeyecektir.
Ayrıca, sloganları doğru biçimde kullanmak gerekmektedir. ABD’nin Irak’ı işgal edeceğini açıklamasına karşın, bunun tek taraflı bir saldırı olduğunu ısrarla görmezden gelmeye çalışmak ve iki tarafa da eşit mesafeyle yaklaşmak, iki tarafı da aynı oranda sorumlu görmek; aslında, pratik bakımdan emperyalist saldırganın, işgalcinin, yani ABD’nin yüzünü gizlemek, onun suçunu başkalarına yüklemek ve esas olarak da ABD saldırganına destek vermektir. ABD’nin muhtemel bir Irak işgali karşısında bile, hala, basitçe “savaşa hayır” diye bağırmak, en iyimser deyişle yanılma ve kitleleri yanıltmaktır. Bu sloganı atmadan önce, hiç olmazca biraz düşünülmelidir: Ortada karşılıklı bir savaş mı vardır? Yoksa ABD’nin tek taraflı bir işgal, bir ilhak girişimi mi? Dolayısıyla, burada mücadele edilmesi, karşı çıkılması gereken şey, ABD saldırısıdır. ABD hegemonyacılığıdır. ABD işgalidir. Yoksa taraflara eşit uzaklıkta durma taktiği, aslında ABD saldırısını, işgalini onaylamaktan başka bir şey değildir. Şu çok açık ortaya konmalıdır: Ortada karşılıklı bir savaş değil, tek taraflı bir emperyalist saldırı vardır. Bu dün Afganistan’da yapılmış ve ABD bölgeye kalıcı olarak yerleşmiştir. Aynı şey İsrail tarafından mazlum Filistin halkına yapılmış, Filistin halkı vahşice katledilmiştir. Kim Filistin’de karşılıklı bir savaş olduğunu öne sürüyor, karşılıklı silah bırakmayı savunuyor? Açıktır ki, aslında o, gerçekleri gizlemek için çalışıyor, gerçekte İsrail saflarında tüfek çatıyordur. İsrail katliamlarının suç ortağıdır. Burada, slogan, nasıl İsrail işgalcilerinin bölgeyi terk etmesi, suçlarının hesabını vermesi olmalıysa, muhtemel bir Irak işgaline takınılacak tavır, amerikan saldırısına karşı çıkmak ve Amerikan işgalinin suç ortağı olmaya hazırlanan ülke yönetimine karşı mücadele bayraklarını yükseltmektir.
ABD saldırısı, işgal hazırlığı karşısında kem küm etmek, “aslında Saddam yönetiminin savunulacak tarafı yok”, “Saddam yönetimini onaylamak mümkün değil” lafları sarf etmek; aslında emperyalist kampta yer almaktan ya da özgürlüklerin emperyalist yağmacılardan geleceğini beklemek şapşallığından başka bir şey değildir. ABD işgaline onay vermektir.
Savaştan en çok zarar gören, savaş acısını yaşayan Kürt halkıdır. Savaşa en çok karşı çıkması gereken de odur. Nitekim ABD’nin birinci Irak saldırısında bölgede zaten güdük olan ekonomi tamamen çökmüş, bölge ekonomisinin can damarı durumundaki sınır ticareti bitmiş, binlerce kamyon işsiz, on binlerce Kürt ailesi çaresiz kalmıştı. Bu acıları yaşayan Kürt emekçi ve gençleri, bu yüzden savaşa da, ABD’ye de karşıdır. Kürtleri temsil ettiği iddiasındaki parti liderlerinin kulaklarını emperyalistlere, burjuva ideologlara değil, gerçeklere, Kürt emekçilerine açmaları gerekir. Ayrıca solcu liberallerin ağzına sakız olan, “kimse savaş istemez”, türünden nakaratların hiçbir samimiyetinin olmadığı ortadadır. Kimse savaş istemez demekle, emperyalist tahakküme, saldırganlığa, işgale karşı çıkmak arasında dağlar kadar fark vardır.
Sorun savaşa karşı olup olmama sorunu değildir. Sorun, ABD işgaline, ABD saldırısına karşı olup olmama sorunudur. Ve evelemeden-gevelemeden yanıtlanması gereken soru şudur: “ABD’nin işgalinden yana mısınız, yoksa işgale karşı mısınız? ABD’nin Irak’ı işgaline karşı başta kendi ülkenizin yönetimi olmak üzere mücadele edecek misiniz yoksa etmeyecek misiniz?” Sorun budur.

AB ve sosyal politikalar

Özgürlük Dünyası’nın Temmuz 2002 sayısında patronların 1475 Sayılı İş Kanunu’nun tamamına yakınını değiştirmek istediğini, İş Kanunu’na esnek çalışma ile ilgili kuralları ekleyip, baştan aşağı kuralsız bir çalışma yaşamı düzenini yasalaştırmayı ve kıdem tazminatını kaldırmayı amaçladığını yazmıştık.
Patronlar bu planlarını gerçekleştirmek için önemli adımlar attı. TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu), hükümeti temsilen Çalışma Bakanlığı, işçileri temsilen Türk-İş, Hak-İş ve DİSK, 26 Haziran 2001 tarihinde bir protokol imzaladı. Bu protokole göre işvereni temsilen üç, hükümeti temsilen üç ve işçileri temsilen üç olmak üzere taraflar, dokuz akademisyenden oluşan bir Akademik Komisyon kuracaktı. Bu Akademik Komisyon, öncelikle 158 sayılı ILO sözleşmesine uygun olarak “İş Güvencesi Yasa Tasarısını”; bilahare, “İş Kanunu Değişiklik Tasarısını” hazırlayacaktı. Taraflar, bu Akademik Kurul üyelerinin oybirliği ile hazırlayacakları tasarı ve teklifleri itirazsız kabul edeceklerini taahhüt etmişlerdi. Konfederasyonların bürokrat yöneticilerinin, haklarının gasp edilmesine baştan onay vermiş olmalarının belgesi olarak işçi sınıfına ihanetinin kanıtı olan bu protokol ve verilen taahhütler kısa süre içinde açığa çıktı. Konfederasyon yöneticileri, daha başından çoğunluğunu patronlarla hükümetin oluşturacağı bir komisyona yetki vermekle kalmamışlar, “işçileri” temsilen de komisyona, -çalışma yaşamının kuralsızlaştırılmasını da kapsayarak- sermayenin yaklaşımlarını, küreselleşme politikalarını savunan akademisyenler arasından belirledikleri temsilciler yollamışlardı.
Bu Akademik Komisyon, 1475 Sayılı İş Kanunumun hemen hemen tamamını değiştiren bir ön tasarı hazırladı. Bu tasarıda, esnek çalışmayı düzenleyen kurallar, iş güvencesi ile ilgili maddeler ve kıdem tazminatının kaldırılmasını getirecek düzenlemeler peş peşe sıralanmıştı. Önceden onay verişlerini protokole bağlayan sendika bürokratlarının da tasarısı olan Ön Tasarı, 3 Haziran 2002’de Akademik Komisyon tarafından taraflara gönderildi
Patronlar, hükümet ve işçi sendikaları konfederasyonlarının yönetimleri tarafından bir sır gibi saklanan ön tasarı, mücadeleci sendikalar taraflıdan ortaya çıkarıldı ve eleştirilmeye başlandı.
İşçi sınıfının yüz yıldan fazla süren bir mücadele ile elde ettiği hakları ortadan kaldıran ön tasarı, kısa sürede yoğun tepkilere neden oldu.
İş Kanunu Ön Tasarısı’nın yoğun tepki ile karşılanması ve TBMM tarafından erken seçim kararı alınması üzerine işçi sınıfına hoş görünmek isteyen hükümet, tasarıdan İş Güvencesi Kanunu ile ilgili düzenlemeyi ayırarak TBMM gündemine getirdi ve seçim atmosferinde, patronların sert muhalefetine karşın İş Güvencesi Yasası Meclis’ten geçti. Fakat patronlar, Hükümet ve işçi sendikaları konfederasyonları; İş Güvencesi Kanunu’nun 15 Mart 2003’te yürürlüğe girmesi ve bu tarihe kadar da İş Kanunu’nda esnek çalışma ile ilgili değişikliklerin yapılması konusunda anlaştılar.
Bu nedenle, seçimlerden sonra, esnek çalışma ve esnek çalışmayı düzenleyen İş Kanunu değişiklikleri çok tartışılacak ve öyle görünüyor ki, sert bir çatışmanın zemini olacak.
Patronlar, İş Kanunu’nda değişiklik yapılmasını aşağıdaki gerekçelerle savunmaktadır:
“Mevcut sistemde iş güvencesi sağlamaya yönelik olan kıdem tazminatı, ihbar tazminatı gibi müesseseler aynen korunup, ilave iş güvencesi hükümleri getirilmesi, sanayimizin rekabet gücünü kıracağı gibi, istihdamı da olumsuz yönde etkileyecektir.
“Diğer yandan, bugün artık işletmelerin ve genel olarak sanayinin gereksinimlerine cevap veremez duruma düşmüş olan İş Kanunu’nun köklü bir değişikliğe tabi tutularak, yeni düzenlemede ‘esnek çalışma’, ‘denkleştirme çalışması’, ‘belirli süreli çalışma’, ‘telafi çalışması’, ‘ödünç iş ilişkisi’, ‘kısmi çalışma’ gibi işletmelerin ihtiyaç duyduğu a-tipik çalışma biçimlerine yer verilmesi ve yasanın katı hükümlerden arındırılması iş güvencesinden de öncelikli bir sorundur.” (Toprak İşveren Dergisi, Haziran 2002 Sayısı; 4 ve 5. sayfalar)
Patronlar ayrıca, AB’de esnek çalışmanın yaygınlığının hem rekabet için olumsuz koşullar yarattığını hem de AB’ye katılmak için esnek çalışma biçimlerinin iş yasasına yerleşmesi gerektiğini ileri sürmektedir.
İş Kanunu Ön Tasarısı’nı hazırlayan, içinde sözde emeğin temsilcilerinin de yer aldığı Akademik Komisyon, Tasarı’nın Genel Gerekçe Bölümü’nde patronların bu görüşünü tamamen savunarak, aşağıdaki gibi ifade etmiştir:
“Öte yandan ekonomik kriz dönemlerinde işçi ve işverenlerin esnek bazı kurallardan yararlanmalarına İş Kanunu’nun katı hükümleri olanak vermemiş, bu yüzden mevcut yasa hükümlerine aykırı uygulamaların yaygınlaştığı gözlenmiştir.
“Yukarıda açıklanan evrensel nedenler ülkemizde yeni bir iş yasasının kabulünü zorunlu kılarken, bir başka gelişme de Türkiye’yi tarihsel bir dönemecin başına getirmiştir. Bu gelişme, ülkemizin Avrupa Birliği’ne aday ülkeler arasına alınmasıdır. Bu yeni süreç içinde, Avrupa Birliği’nin sosyal hukuk alanında da kendine özgü hukuk normlarına sahip olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle, ülkemizin onayladığı uluslararası çalışma sözleşmelerinin gereklerini yerine getirme çabalarını sürdürürken, Avrupa sosyal normlarına da uyum sağlaması gereği ortaya çıkmıştır. Bu hususta Türkiye Cumhuriyeti’nin avantajı, Atatürk devrimlerinin bir sonucu olarak Türk İş Hukuku’nun, öteden beri Avrupa hukukundan esinlenmiş ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün normlarından etkilenmiş olmasıdır.
“Ancak AB’ye tam üyelik sürecinde Türk mevzuatında henüz bulunmayan, buna karşılık AB ülkelerini kendiliğinden bağlayan normların da Türk İş Hukuku’na kazandırılması gerekmektedir. Bu gereksinim, başta iş yasası olmak üzere, birçok yasada uyum sürecinde, değişiklik yapılması anlamına gelmektedir.
“Kuşkusuz iş mevzuatının Avrupa normlarına uyumlu hile getirilmesi tam üyeliğe kadar geçecek olan süre içinde gerçekleşecektir. Ancak bugünkü aşamada, Avrupa Sosyal Hukuku’nun temel nitelikteki düzenlemelerini benimsemek, onlara aykırı hükümleri yavaş yavaş Türk mevzuatından ayıklamak en isabetli yöntem olacaktır.
“Öte yandan otuz yıldan fazla bir süreden beri yürürlükte olan 1475 Sayılı İş Kanunu, zaman zaman yapılan değişikliklere karşın çağdaş gelişmeleri yeterince yansıtamadığı gibi, içerdiği bazı hükümler uygulamada önemini tümüyle yitirmiştir.”
Akademik Komisyon doğru söylemektedir. Avrupa ülkelerinde uzun bir süredir çalışma yaşamında esnek çalışmanın kuralları uygulanmaktadır. Pratikte uygulanan esnek çalışma kuralları Avrupa’daki çeşitli ülkelerin yasalarında düzenlendiği gibi, bu konuda Avrupa Topluluğunu bağlayıcı antlaşmalar da yapılmıştır.
Bu anlaşmalardan biri, “Belirli Süreli Çalışma Hakkında” ETUC, UNICE ve CEEP tarafından kabul edilen çerçeve anlaşmasıdır.
Anlaşmayı imzalayan kurumlar, UNICE (Avrupa Sanayi ve İşveren Konfederasyonları Birliği), CEEP (Avrupa Kamu Ortaklı İşletmeler Merkezi) ve ETUC (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu)’dur. (Bizim kötü ünlü İş Kanunu Ön Tasarısı’nı hazırlayan TİSK, Hükümet, Türk-İş, Hak-İş, DİSK üçlüsüne ne kadar benziyor!)
“Belirli Süreli Çalışma Hakkında Çerçeve Anlaşması’nın gündeme gelişi, Avrupa Birliği Konseyi’nin 6 Aralık 1994 tarihli “Avrupa Birliği’nin sosyal politikası için bazı hususlar; birlik içinde ekonomik ve sosyal bütünleşmeye katkı” hakkındaki kararıyla yukarıdaki örgütlerden anlaşma hazırlamalarını istemesi ile başlamıştır. Avrupa Birliği Konseyi’nin isteği üzerine, adı geçen işçi ve işveren örgütleri, 18 Mart 1999’da “belirli süreli çalışma” ile ilgili bir çerçeve anlaşması imzalamışlardır.
Avrupa Birliği Konseyi, 28 Haziran 1999 tarihli yönergesi ile Anlaşma’yı yürürlüğe sokmuş ve üye devletlerin anlaşmaya uygun yasal düzenlemeler yapmasını istemiştir.
AB Konseyi 28 Haziran 1999 tarihli yönergesinin 2. Maddesi, “Üye Devletler, bu yönergeye uygun gerekli yasaları, düzenlemeleri ve idari önlemleri 10 Temmuz 2001 tarihine kadar yürürlüğe koyacaktır  veya  Üye Devletler, sosyal tarafları, herhangi bir zamanda bu yönergenin zorunlu kıldığı sonuçları güvence altına alacak bir konumda olmalarını sağlayan gerekli tedbirleri almaya zorunlu kıldığında, en geç bu tarihe kadar yönetim ve emeğin anlaşmanın gerektirdiği tedbirleri uygulamaya sokmalarını sağlayacaktır. Bu durumda taraflar hemen Konsey’i bilgilendirecektir,” demektedir.
Belirli Süreli Çalışma Hakkında Çerçeve Anlaşması ne getiriyor, şimdi de bunu inceleyelim.
Anlaşmanın Başlangıç kısmında şöyle deniyor:
“Bu anlaşma, ayrıntılı uygulamanın özel, ulusal, sektörel ve mevsimsel koşullarının dikkate alınmasının gerektiğini kabul ederek belirli süreli çalışmaya ilişkin genel ilkeleri ve asgari şartları ortaya koyar.
“Bu anlaşma, geçici iş acenteleri tarafından kullanıcı işletmenin idaresine bırakılan işçiler dışındaki belirli süreli işçilere uygulanır. Geçici acente işleriyle ilgili benzer bir anlaşma ihtiyacını mütalaa etmek tarafların niyetidir.
”Bu anlaşma, yasal sosyal güvenliğe ilişkin konuların Üye Devletler’in kararma bağlı olduğu kabul edilerek, belirli süreli işçilerin istihdam koşulları ile ilgilidir. Bu anlamda sosyal taraflar, ‘yeni çalışma biçimlerine uyum sağlayabilecek sosyal koruma sistemlerinin geliştirilmesi ve bu tip işlerde çalışanlara uygun koruma sağlanarak’ daha istihdam dostu sosyal güvenlik sistemlerinin geliştirilmesi ihtiyacını vurgulayan 1996 tarihli Dublin Avrupa Konseyi İstihdam Bildirgesi’ni kaydederler.  Bu anlaşmanın tarafları, 1997 tarihli kısmi süreli çalışma anlaşmasında ifade edilen, Üye Devletler’in bu Bildirge’yi gecikmeden uygulaması gerektiği yönündeki görüşü yinelerler.”
Başlangıç kısmında yazılanlardan da açıkça anlaşıldığı gibi, bu Anlaşma belirli süreli çalışma ile ilgili asgari koşulları gösteren bir çerçeve çiziyor. AB normlarını oluşturan çerçeve anlaşmalardan olan ve AB Konseyi’nce dayatılan bu Anlaşma’ya göre; Üye Devletler, özel koşullarına, sektörel veya mevsimsel koşullara göre bu Anlaşmanın kurallarını kendi iş ilişkilerine uyarlayacaklar. Yine bu anlaşmanın kapsamı, taşeron firmaların kısa süreli işçi çalıştırarak üretim yapmasını (geçici acente işlerini) içermiyor.
1997 tarihli kısmi süreli (part-time) çalışma anlaşması ise, bir başka esnek çalışma biçimini düzenliyor. Anlaşmanın genel hükümlerinden dikkat çekici maddeler ise şöyle:
“8- Belirli süreli hizmet sözleşmeleri, belirli sektörlerdeki istihdamın, mesleklerin, hem işverenlere hem de işçilere uygun olabilen faaliyetlerinin bir tezahürüdür.
“9- Avrupa Birliği’ndeki belirli süreli işçilerin yarısından fazlası kadındır ve bu anlaşma bu nedenle kadınlar ve erkekler arasındaki fırsat eşitliğinin geliştirilmesine katkıda bulunabilir.
“11- Bu anlaşma, Topluluk ekonomisinin rekabet gücünü artırmak ve idari, mali ve yasal kısıtlamaların küçük ve orta boy işletmelerin oluşturulması ve geliştirilmesini engelleyecek şekilde getirilmesinden kaçınmak için gerekli sosyal politikanın geliştirilmesi ihtiyacını dikkate alır.
“12- Sosyal taraflar, hem işverenlerin hem de işçilerin ihtiyaçlarına karşılık gelecek çözümlerin bulunmasında en iyi yerdir ve bu nedenle sosyal taraflara bu anlaşmanın uygulanması ve hayata geçirilmesinde özel bir rol verilir.”
Yukarıdaki satırlar ne kadar tanıdık! Kadın emeğinin kısa süreli işlerde yoğun olarak sömürülmesi, büyük işletmelerin işlerinin küçük ve orta büyüklükteki işletmelere bölünmesi, “Ekonomik Sosyal Konsey” ya da başka isimler altında (Almanya’da “İş İçin Birlik” gibi) sendika bürokratları ile patronların ortak örgütlerde bir araya getirilmesi vb. uygulamaların, henüz yasal bir temeli olmasa da, ülkemizde uzunca bir süredir gündemde olduğunu her işçi biliyor. Az bilinen, esnek çalışmaya ilişkin bu uygulamaların, Avrupa ülkelerinde, üstelik AB şartları arasında sayılarak çoktan yasalara geçirildiğidir. Küreselleşme adı verilen ve son on yıl içinde dünyanın her yerinde uygulanmaya çalışılan neoliberal ekonomi politikaları doğrultusunda, ülkemizde de işçi sınıfına dayatılan sömürü biçimleri, AB’nde, genel çerçeveler çizilerek, bütün üye ülkelere dayatılıyor.
Fakat AB burjuvazisine haksızlık etmeyelim! Her ne kadar esnek çalışma yöntemleri ile işçi sınıfını daha fazla sömürmek için sıkı çalışıyor, yeni yasal düzenlemeler, çerçeve anlaşmalar yapıyorsa bile, sömürüye de makul bir sınır getiriyor. Yani, sınırsız bir sömürü yok!
İşte Anlaşma’nın bu açıdan can alıcı iki maddesi; “Ayrımcılık Yapılmaması İlkesi” (Madde 4) ve “İstismarı Önleyici Tedbirler” (Madde 5) bu sınırı saptıyor.
Anlaşmanın dördüncü maddesi ile belirli süreli (kısa süreli) işlerde çalıştırılacak işçiler, objektif temellere dayandırılmıyorsa, farklı muameleye tabi tutulmayacak ve beşinci madde ile, zincirleme belirli süreli hizmet sözleşmeleri veya ilişkilerinin maksimum toplam süresi belirlenecek. Yani, bir işçi ile altı aylık, sekiz aylık, on aylık iş sözleşmesi yapmışsanız, aynı iş ilişkisini on kere, yirmi kere tekrarlamayacaksınız. Bu ilişkinin bir üst sınırı olacak. Almanya’da bu sınır en fazla iki sene olarak belirlenmiş. Sonrası mı? Sonrasında,’patronlar belirli süreli sözleşme yapamayacak, ya işten çıkaracak ya da süresiz sözleşme yapacak. Burada, iş ilişkisine üç gün-beş gün ara verip ya da kâğıt üzerinde ara veriyor görünüp belirli süreli sözleşmeyi yenilemek kuşkusuz mümkün kalıyor. “En iyi” haliyle böyle ya da en kötü haliyle işten atılmak- Avrupalı patronlar ve AB’nin sınırsız sömürüye koyduğu sınır oluyor!
Görüldüğü gibi, Belirli Süreli Çalışma Hakkında Çerçeve Anlaşması, AB tarafından yapılmış esnek çalışma ile ilgili anlaşmalardan birisi. Belirsiz süreli, yani sürekli iş yerine altı, sekiz, dokuz vb. ay süreli çalışmayı düzenliyor. Türkiye’de patronların 1475 Sayılı İş Kanunu’nda yapmak istedikleri değişiklikle ilgili yazımızda, belirli süreli iş ilişkisinin işçi sınıfının kazanılmış haklarını nasıl ortadan kaldırdığını anlatmıştık. Özetle tekrarlayacak olursak: Belirsiz süreli çalışma ile işçi, çalışma süresinin artması ile bazı haklar elde ediyor. Örneğin; bizde kıdem tazminatı bir seneden fazla çalışılınca hak ediliyor. Çalışma süresinin artması, aynı zamanda, yenilenen toplu iş sözleşmeleri ile ücret ve diğer haklarda da artışı getiriyor.
Belirli süreli çalışmada ise, patron bir seneden kısa süreli sözleşmeler yaparak kıdem tazminatından kurtuluyor. Yine kısa süreli sözleşmelerle, işçiyi işten çıkartırken haklı neden gösterme vb. sorunlardan da kurtulmuş oluyor. Kısa süreli çalıştırma ile patron, toplu iş sözleşmesi (TİS) ile kazanılan yeni haklar ve yol açtığı masraftan da kurtuluyor, İşçinin çalıştığı işte edindiği tecrübe ile verimliliğin arttığı işyerlerinde, patron, kaybının önlenmesi için de, belirli süreli çalışma ilişkisini iki-üç seneye kadar uzatarak sorunu çözüyor.
Belirli süreli çalışma, işçilerin birliği, dayanışması ve örgütlenmesi için de olumsuz koşullar oluşturuyor.
Bu yazıda incelemeye çalıştığımız belirli süreli çalışma ile ilgili AB düzenlemesi, AB’deki esnek çalışma ile ilgili onlarca düzenlemeden sadece biri. AB’de esnek çalışmanın diğer biçimleri, part-time çalışma, ödünç iş ilişkisi, istihdam şirketleri vb. konusunda da benzer düzenlemeler mevcut.
Belirli süreli iş ilişkisini bu yazıda ele almamızın nedeni, bu Anlaşma’nın yakın geçmişte ülkemizde yapılan bir toplantıda ele alınarak tartışılması.
Hak-İş, DİSK ve KESK; ETUC ile işbirliği halinde ve ETUC’un finanse ettiği bir eğitim programı uyguluyor. Bu program çerçevesinde 27-30 Haziran 2002 tarihinde Marmaris’te bir toplantı yapıldı. Toplantıya Hak-İş, DİSK ve KESK adına bazı uzmanlar katıldığı gibi, TİSK’in azmanları ve Avrupalı uzmanlar da katıldı.
İşte bu toplantıda tartışılan konulardan biri de esnek çalışmaya ilişkin diğer konuların yanı sıra “Belirli Süreli Çalışma Hakkında Çerçeve Anlaşması” idi.
Mücadeleci sendikacılar, işçi önderleri, patronların esnek çalışma dayatmalarına karşı mücadele ederken; bazı sendika konfederasyonları ise, patron temsilcileri ve Avrupalı uzmanlarla birlikte esnek çalışma hakkında eğitim çalışmaları düzenliyor ve esnek çalışmayı çoktan yasalarına geçirmiş olan Avrupa ülkelerinin uzmanlarının, kendi sendika uzman ve kadrolarını -kuşkusuz çeşitli biçimleriyle esnen çalışmayı da içeren- AB çalışma yaşamı normlarıyla eğitmelerini alkışlıyorlar.
Bu nedenle, işçiler emperyalist burjuvazi ve işbirlikçilerinin her alandaki saldırılarına karşı uyanık olmalıdırlar.
Geçtiğimiz ay AB’ye uyum yasalarının gündeme gelmesi ile iyice büyüyen AB tartışmaları sırasında, AB’ye girme isteğini patronlardan daha fazla ve daha sık sendika bürokratlarıyla bazı “solcu”ların dile getirdiği dikkate alındığında; AB’ye girilince işçi haklarında bir iyileşme sağlanmayacağının, nüans farklılıkları ile ülkemizdeki sömürü ilişkilerinin devam edeceğinin, küreselleşme süreci ile başlayan esnek çalışma uygulamalarının ABD’den, Uzakdoğu’ya, Rusya’dan AB’ye kadar yayıldığının görülüp anlaşılması bakımından, yukarıda incelediğimiz anlaşma iyi bir örnektir. Tek başına bu anlaşma bile işçi sınıfının, daha çok IMF dayatmaları olarak gündeme gelen küreselleşme politikaları kadar, bu politikalarının başlıca dayanaklarından olan AB’den beklentiler içinde olması için hiçbir neden bulunmadığını ortaya koymaktadır.

İnsan diliyle insandır

İhsan Çaralan, Evrensel Kültür’ün 2002 Mayıs sayısında yayınlanan “Dil Egemenlik ve ‘Dil Özgürlüğü”‘ başlıklı güzel yazısına, mitolojide Babil Kulesi ve dilin insanları birleştirici, toplumsallaştırıcı ya da insan toplumu olarak bir arada tutucu karakterine atıfla başlıyor. Tanrılar katına ulaşmak üzere bir kule inşa etmeye girişen ve tümü aynı dili konuşan insanların, tanrılar tarafından, dilleri farklılaştırılıp birbirlerini anlamaları ve ortak amaçlarını gerçekleştirmek üzere ortak eylemlerini (işi) yürütmeleri önlenerek püskürtüldüklerini anlatan mitolojik öyküden söz ederek, dilin, dil-insan faaliyeti ve dil-insan ilişkisinin önemine değiniyor. “Bu açıklamanın tarihsel bir gerçekliğe, dayandığı söylenemez. Ama” diyor; “bu açıklama, toplumsal yaşamın oluşmasında, insanlar arasındaki bağ olarak dilin rolünün tali değil esas olduğunun daha o zamanlardan anlaşıldığını gösterir.”
Gerçekten de mitoloji, insanlardan başkaları tarafından yaratılmamıştır. Henüz, hem bilgilerinin sınırlılığı ve hem de faaliyetleri ile düşünceleri arasındaki ilişkiyi doğru kuramayışları nedeniyle, ne kendi faaliyetlerini ne de dünyayı yeterince açıklayamayan insanlar tarafından. Dolayısıyla açıklamaları, kendi faaliyetleri ve ihtiyaçları üzerinden olmasa ve çözümsüzlükleri, kendi düşüncelerinde yarattıkları tanrılar vb. gibi “üstün düzenleyiciler”e ihtiyaç gösterse ve aynı anlama gelmek üzere gerçeğin ters-yüz edilmiş halini verse bile, yine de gerçekle ilişkili olmamazlık, gerçeği yansıtmamazlık edemiyordu. Ayrı diller halinde farklılaşmasını, dolayısıyla ön kabul olarak ortaya çıkışını da tanrılara ve insanlarla tanrıların ilişkisine vehmetse de, önemiyle birlikte dil gerçeğini, insanın toplumsal varlık olarak gücü ya da aynı anlamda faaliyeti açısından koşulu oluşunu ortaya koyuyordu.
Peki dile ilişilin gerçeğin kendisi, tersyüz olmamış haliyle insan-dil ilişkisi nasıldır?
Dergimizin 111. sayısında da yer verdiğimiz, Engels’in “Doğanın Diyalektiği”nin bir bölümünü oluşturan “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” başlıklı makalesi, hâlâ, sağladığı açılımla konuya en iyi giriştir.
Dil, tıpkı emek gibi, onun açtığı “çığır’ın etken bir temel dinamiği olarak, insanın insanal faaliyetinin hem tarihsel ve kaçınılmaz bir ürünü hem de insanın var oluşunun, bütün varlığının temel bir koşuludur.
İnsanı insan yapan, -organik maddeler toplamı olarak fizyolojik bakımdan milyonlarca yılı kapsayarak yaşadığı evrim süreci bir yana bırakıldığında, ya da bunun üzerinde- hiç abartmaya düşmeden, onu yarattığı söylenebilecek olan varlık koşullarının başlıcası, önde geleni ve diğerlerini işlevselleştiren temeli sağlayanı, kuşkusuz emektir.
Biyoloji, fizyoloji ve komşu bilimlerinin konusuna giren -dünyanın oluşumu ile de bağlantılı olduğu kadarıyla ilgili diğer bilimleri de ilgilendiren- organik maddenin oluşumu ve gelişimi, onun varlık koşulları şu anda bizi ilgilendirmiyor. Ancak biliniyor ki, tek hücreliden başlayan organizmanın evrimi, doğal seleksiyonun da rolünü oynadığı bu uzun binyıllar boyunca türlerin farklılaşmasına götürerek, hayvanlar âlemini, memelilere, maymuna ve onun özel bir türü olan antropoide (insansı maymun) kadar getirmiştir. Memeliler içinde hiç de küçük bir azınlık oluşturmayan sürüler halinde yaşama, onun da özelliği durumundadır ve zaten, insana dayanaklık eden bu türün başka türden bir yaşama biçimine sahip olması olası da değildir. İnsana dair olan, insanı hayvandan farklılaştıran bunun ötesindeki bütün gelişmeye, artık organizmadaki farklılaşmaları koşullamayı da kapsayarak, en başta emek kaynaklık etmiştir. Emek, emek harcama, dolayısıyla emekgücü kullanımı, kuşkusuz, gelişkin örgütlenişlerinin birikimini de kendisi sağlamak üzere, en ilkel düzeyinden başlayarak insanı insan eden başlıca temel dinamik olmuştur. Şimdiden söylenmelidir ki, emek tek dinamik değildir ve örneğin dil de bu dinamikler arasında temel bir öneme sahiptir. Ancak, dil de içinde olmak üzere, diğer insanlaştırıcı itici güçlerin kaynağının ve rollerini oynamak üzere ortaya çıkışlarının, emek sürecinden ve emek süreciyle birlikte doğduğu; bugün artık tüm insanal gelişmenin üzerinden ve çok üst perdeden ileri sürülenlerin tersine, tek doğru açıklama durumundadır.
Günümüzde burjuvazi, neoliberal öğretisiyle, tüm sonuçlarıyla birlikte, değer ya da daha genel olarak -toprak gibi doğal zenginlikler dışında- maddi zenginliklerin kaynağı olarak emeği yok sayma, emeğin yaratıcılığı ve üretkenliğini “sıfir”a indirgeme noktasına varmıştır. Artı-değerin açıklamasına girmemelerine ve dolayısıyla emek gücü sömürüsünü onaylamalarına rağmen, zenginliklerin kaynağı olarak emeğin hakkını teslim eden, “tüm zenginliklerin kaynağı emektir” diyen ilk burjuva politik ekonomicilerden Adam Smith’ten bu yana, hele neoliberaller açısından, “açıklamalar” temelden değişmiş, değişmek zorunda kalmıştır. Artık emek zenginliği açıklayıcı bir değere sahip sayılmamakta, ne başlıca üretken güç oluşuna ve yaratıcılığına ne de zenginlik kaynağı oluşuna atıfta bulunulmaktadır. Neoliberal kuramcılar, bugünkü küreselleşme koşullarında, rolünü sıfırladıkları emek yerine, tüm üretici, yaratıcı etkinliğin, kapitalizm ve sermaye egemenliğini alternatifsiz ve hatta “tarihin sonu” sayışlarına bağlı ve paralel olarak, sermayeye özgü olduğunu çoktan ilan etmiş bulunuyorlar. Onlara göre üretken olan, zenginlik yaratan sadece ve sadece sermayedir. İnsanla, kuşkusuz üretken insanla, dolayısıyla emekgücüyle, onun üretkenliğiyle ilgili burjuva açıklamalar; tekelci kapitalizm koşullarında üretken olmaktan tümüyle çıkma eğilimindeki sermaye ile bağlantılandırılarak yapılmakta, emek ve üretkenliği, sermayenin bir alt başlığı olarak tanımlanan “insan kaynaklan” çerçevesine sıkıştırılmaktadır. Emek ve emekgücü yerine, sanki birikmiş canlı emek ve karşılığı ödenmemiş emekgücünden başka bir şey olmayan artı-değerin bir görünümü değilmiş gibi, sermaye kılınmış makineyi, popülerleştirilmiş biçimiyle, tam otomasyonu (işçisiz fabrikayı), bilgisayarın üretime uygulanmasını, daha genel olarak “bilişim”i geçirerek, emeği üretim, emekçiyi de üretici kategorilerinin dışına sürme; neoliberal sosyal ve politik ekonomi kuramlarının temel bir ideolojik kalkış noktası durumundadır. Buna göre, üretken olan emek olmadığı gibi, işçi sınıfı ve genel olarak emekçiler üretici değil ama üretici olan sermayenin ürettiklerinin tüketicileri olmaktadırlar! İddia, tarihi de bugünü de sermayenin yaptığı şeklindedir.
Kuşkusuz, ilk politik ekonomicilerden bu yana, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuvazi karşısında sağlamış olduğu kazançların yüreklere saldığı korku ve bu korku üzerinden şimdi ulaşılmış elverişli (işçi sınıfı ve hareketinin dünya ölçeğinde uğradığı geçici yenilgi) koşullarda emekçilerin ellerinde gelecekteki kazançlarının dinamiği olacak hiçbir hak bırakmama ve kârlarını maksimuma yükseltme kaygısı, burjuva politik ekonomicilerin açıklamalarındaki farklılaşmanın nedenini oluşturmaktadır. Artık bugünü ve geleceğiyle emeğe, üretkenliği ve değer yaratıcılığına ilişkin her şey yadsınma konusu edilmektedir. Emek, sadece hakları tanınmayarak ve gasp edilerek değil, ama üretkenliği, zenginlik kaynağı ve İnsana faaliyetin temeli, onun başlıca varlık koşulu, insanın ve insan toplumunun yaratıcısı ve şekillendiricisi oluşu inkâr edilip bu özellikleri sermayeye mal edilerek aşağılanmaktadır.
Benzer tutum, dil açısından da geçerlidir, örneğin bugün anadil sorunu, en başta dilin, insanı insan yapan temel bir koşul, ama açıklamasını emek sürecinde ve onunla birlikte doğuşunda bulan kendi kaynağına sahip bir koşul -giderek uluslaşmaya bağlı olarak ulusal bir değer- oluşuyla ele alınmıyor. Kötü ve aldatıcı bir oyun oynamakta olan sağıyla “solu”yla neoliberal küreselci partiler; kırpıp kırpıp kuşa döndürdükleri anadil sorununu, yalnızca AB ve AB üyeliği sürecinin “zorunlu” bir koşulu olarak sahipleniyor pozundadırlar. Tümü sermaye örgütlenmesi durumundaki, dilin işlevinin ancak kendisine bağlı olarak açıklanabileceği emeği, tüm yaratıcı/üretici işlevselliğiyle yok sayan, ona ve haklarına ölesiye düşman, üstelik doğal ki, dillere yönelik baskının bugüne kadarki uygulayıcısı, hâlâ dil özgürlüğü adına dil eşitsizliğini (onca kanaldan 24 saatlik Türkçe yayına karşı tek kanaldan 10 dakikalık Kürtçe yayının savunulmasına dayalı “eşitlikçilik”, “özgürlükçülük”) savunan AB’ci gerici burjuva partiler; kuşku yok ki, dil sorununda doğru bir yaklaşıma sahip olma koşuluna sahip değillerdir.

EMEK VE EL
İnsanın temel bir varlık koşulu olan dil, onun başlıca temel varlık koşulu olan emek ile bağlantısı dışında ele alınıp incelenemez; sahiplenilmeyi bırakalım, ortaya bile konulamaz. Emek ve emek süreçlerinden koparılarak sahipleniliyor pozu verilen dil ve özel olarak anadil sorunu, ancak yok sayıcılığın adının sahiplenicilik takıldığını kanıtlar, aldatıcılığın malzemesi olmanın ötesine geçmez.
O nedenle, gerçek bir tartışmanın kalkış noktalarından başta geleni, emek ve üretkenliği, emeğin insanın başlıca temel varlık koşulunu oluşturması, bunun tanınıp tanınmadığı olmak durumundadır. Emeğin ve yaratıcılığının tanınmayışının; sadece doğada işlenmemiş halde bulunan “malzeme”nin zenginliklere dönüştürülmesinin başlıca kaynağının değil, ama insanın kendisini insan olarak var eden kaynağın da yok sayılması, öyleyse, insanın ve insan faaliyetinin, bütün bu faaliyetin karşılamaya yönelik olduğu insanın ihtiyaçlarının da yok sayılmasından başka bir anlamı yoktur. Bu, insana dair olan her şeyin dışlanmasıdır. Daha çok kâr ve sadece en yüksek kârın, yalnızca sermaye ve sermayenin sömürgen çıkarının gözetilmesi, bu amaçla, insani olan her şeyin kaynağı olan emiğin zenginlik/değer yaratıcılığının ideoloji düzeyine yükseltilmiş inkârı demek olan kapitalizmin neoliberal savunusu, insanlık dışılığın savunulmasından başka bir şey değildir.
Emek ve emeğe ilişkin, dil de içinde olmak üzere emekle bağlantılı ve bu bağlantısı dışında izah edilemez ve kaçınılmaz olarak şarlatanlık ve aldatıcılık malzemesi olmaya indirgenen tüm sorunlarda insanlık dışı pozisyon alış, günümüz gerçeğiyle olduğu kadar gerçeğin tarihselliğiyle de ilişkisiz ve tam bir çarpıtmadır. İnsanı ve insan toplumunu, doğa-insan ve insan-insan ilişkileri bakımından en temel faaliyetini oluşturan emek süreçleri ve emekgücüne dayalı -kendisini, toplumu ve doğayı- dönüştürme faaliyetinin dışında ya da üstünde ve örneğin sermayenin, onun “yaratıcılığı”nın ürünü saymak; tam bir neoliberal kurgudur. İnsan, insanlığa ilk adımını attığı andan itibaren emekgücüyle doğayı dönüştürme faaliyeti içinde kendisini ve insan toplumunu var etme, yeniden ve yeniden üretme, dönüştürmeye girişmiş, bu ilk adımını da emek ve organı eli sayesinde atabilmiştir.
Daha insan oluşa ilk adımın atıldığı andan başlayarak, insanlık tarihi; insanın, kendisiyle birlikte insan toplumunu yaratıp geliştirmesi ve tarih yapıcılığı bakımından, üretkenliği bir yana, bizatihi sermayenin kendisinin hiç var olmadığı dönemlere tanıklık etmiş, ama başından günümüze, emeğe ve emekgücüne, onun yaratıcılığına dayanmayan insan ve insanla ilişkili hiçbir gelişmenin tanığı olmamıştır.
Antropoitlerin, insansı maymunların, ellerini başka işlevler üstlenmek üzere serbestleştiren dik yürümeye geçişleri, ellerle ayakların işlevlerini daha başından farklılaştıran, üzerinde yaşadıkları ağaçlara tırmanma ve meyveleriyle beslenme ihtiyaç ve edimlerinin ürünü olarak gerçekleşmiş ve ayaklar üzerine dikelmenin kendisi, insanlaşmaya geçişte belirleyici olmuştur. İnsan oluşa atılan bu ilk kesin adımın önemi, emeğini doğaya uygulayabilmek üzere onun organı olan “el”i serbestleştirmesindedir. Ancak binlerce ve binlerce yıllık bir zamanı tüketen, “el”in serbestleşip kuşaktan kuşağa yeni beceriler kazanarak, emek uygulayıcısı, onun organı olarak yetkinleşmesinin kendisi bile; bu binlerce yıllık uğraşın, “el”i de kendi organı olarak biçimlendiren emeğin var ediciliğinin bir kanıtı, emeğin dolaysız ürünüdür.
“Eğer kıllı atalarımızda dik yürüme önce kural ve daha sonra da zamanı gelince bir gereklilik durumuna geldiyse, herhalde, bu arada, öteki çok farklı işlevlerin ellere aktarılmış olması zorunluluk olmuştur” diyen Engels, şöyle devam ediyor;
“Atalarımızın, binlerce yıllık sürede, maymundan insana geçiş döneminde, ellerini yavaş yavaş uyarlamayı öğrendikleri ilk hareketler, ancak en basit işlemler olabilirdi. En ilkel vahşiler, hatta aynı zamanda fiziksel bir gerileme göstererek daha çok hayvana benzer bir duruma dönüşenler bile, bu geçiş dönemi yaratıklarından çok daha üstündür. İlk çakmak taşı insan eliyle bıçak haline getirilinceye kadar, öyle dönemlerden geçilmiştir ki, bizce bilinen tarihsel dönem, onunla karşılaştırılınca önemsiz görünür. Ama asıl adım atılmıştı: El, serbest duruma gelmişti ve artık durmadan yeni beceriler kazanabilirdi. Böylece kazanılan daha büyük esneklik kuşaktan kuşağa geçiyor ve artıyordu.
“O halde el, yalnızca emeğin organı değildir, emeğin ürünüdür de. Ancak emeğin, giderek yeni işlemlere uygulanmasıyla, geliştirilmiş kasların, eklemlerin ve daha uzun aralıklarla kemiklerin kalıtsal yoldan geçmesi, bu kalıtsal inceliğin, yeni, giderek daha karmaşık duruma gelmiş işlemlere, giderek yenilenen biçimde uygulanması, insan elini, Rafael’in tablolarını, Thorwaldsen’in heykellerini, Paganinni’nin müziğini yaratabilecek bu yüksek yetkinlik düzeyine kadar getirmiştir.”(1)
Ne “el” el ve insan da insan olurken ne de çakmak taşından Rafael’in tablolarına insanlık şaheserleri yaratırken sermaye en küçük bir işlev üslenmiş, ama “el’in kendisi de dâhil tüm yaratıları, sadece ve yalnızca emeğin ürünü olmuştur. Sermayenin; bırakalım, belki emeğe reva görülen “tüketicilik”le tanımlanmaya en fazla hak kazanan el koyuculuk ve satın alıcılıktan gayrı tablo, heykel ya da müzik ve dolayısıyla bir yönüyle onlarla ifade edilebilecek tarih yapıcılığını: tarih sahnesine çıkışı bile, şunun şurasında, birkaç bin yıl öncesine dayanır. Bu, milyonlarca yılı bulan insanlığın tüm ”macerası” ile karşılaştırıldığında, saniyelik bir “an”dır. Ticaretin, dolayısıyla emek ürünlerinin parayla alınır-satılır olmasının, değişim değerleri üretiminin, henüz üretim ilişkilerinin asıl yönünü oluşturmamakla birlikte, ortaya çıkışı, insanlık tarihinin oldukça ileri dönemlerine özgüdür. Basit meta üretimi ve meta-sermaye ilişkileri ve giderek para, kölelik ilişkilerinin yanı sıra, ilkel komünal toplumu çürüten bir unsur olarak, onun çözülme ve yerini köleci topluma bırakma döneminde ortaya çıkmış ve önce köleci, ardından da feodal üretim ilişkilerine bağlanmış haliyle, toplumsal üretimi belirleyici işlev üstlenememiştir. Bunun için, kapitalizmin doğuşunu beklemek gerekmiştir.

EMEK, DİL VE İNSAN
Peki, neden dil sorununu tartışırken, emek ve organı “el”in üzerinde bunca duruyoruz?
Her şeyden önce şundan ki, emeğin ürünü ve organı olarak elin gelişmesi ve geliştikçe daha gelişkin emek süreçlerinin ortaya çıkışını koşullaması, insanlaşma sürecinden başlayarak, diğer insani işlevler ve onların organlarının, rollerini oynamak üzere, ihtiyaç olarak belirmesi, oluşması ve gelişmesine götürdü. Elin gelişmesi, organizmanın başka kısımlarının, örneğin insansı atalarımızın gırtlağının değişmesine, bunu dayatmak üzere, insanlaşmaya atılan ilk temel adımla birlikte girdiği başkalaşma içinde emek süreçlerinde toplumlaşmaya yönelen insansıların birbirleriyle ilişkilerini ilk düzenleyişlerine doğrudan etkide bulundu. Bu ilk ilişki düzenleyiş, zorunlu olarak birbirlerini anlamalarını, öyleyse birbirleriyle bir takım sesler aracılığıyla iletişim kurmalarını gerektirmekteydi. Dilin kaynağında emek süreci bulunur, dil emek süreci ile birlikte doğmuştur.
Ancak bu toplumun ferdi olarak yaşayabilen insanın önceli olan Antropoitlerin birbirleriyle bir türden ilişkiler içinde bulundukları, sürüler halinde yaşamış oldukları kesin olmalıdır. Bir yandan doğa karşısında bir arada etkinlikte bulunan, öte yandan, eli ve emeği, giderek bu etkinliğinin belirleyici ve gelişmekte olan temeli haline gelmeye başlayan insanlaşan insan; birbirine bağlı iki yönlü ilerleme içine girdi: Hem emeğini uygulayarak içinde yer aldığı her yeni ilerleme, doğal nesne ve olaylarda içkin yeni özellikleri keşfetmesine ve perspektifinin gelişmesine götürdü, hem de emeğin ve emek süreçlerinin gelişmesi, insanlaşan insanın, sürü halinde bulunmadan toplum halinde ortaklaşa etkinlikte bulunmaya dönüşmesinin yolunu açtı ve insan ancak bu süreçte insan oldu. Engels’in kısa ama önemli özeti şöyledir:
“… emeğin gelişmesi, karşılıklı dayanışma, ortaklaşa faaliyet durumlarını çoğaltma, ve bu ortaklaşa faaliyetin her birey için sağladığı yararın bilincine varma yoluyla toplum üyelerinin birbirine giderek yaklaşmasına zorunlu olarak yardım ediyordu. Kısacası, oluşum geçiren insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeylerinin bulunduğu noktaya eriştiler. Gereksinme kendine bir organ yarattı: maymunun gelişmemiş gırtlağı, durmadan daha gelişmiş modülasyon elde etmek için yapılan modülasyon yoluyla yavaş ama sağlam biçimde değişti ve ağız organları, yavaş yavaş birbiri ardından düşünce ifade eden sesler çıkarmayı öğrendi.
“Hayvanlarla bir karşılaştırma, dilin kaynağının, emek sürecinden ve emek süreci ile birlikte doğduğu açıklamasının, tek doğru açıklama olduğunu gösterir. En gelişmiş hayvanların bile birbirlerine iletmek gereksinmesini duydukları pek az şey dahi, düşünce ifade eden konuşmayı gerektirmez.”(2)
Hayvanların konuşmaya, dolayısıyla bir dile ve dilini geliştirmeye ihtiyacı yoktur; çünkü ne emek harcarlar ne toplum oluştururlar ve ne de ikisinin birliği olarak bir arada emek uygulamalarını düzenleme ihtiyacı ortaya çıkar. Bunların giderek düşünmeye de ihtiyaçları olmaz ki, bu ihtiyaç, dil ihtiyacı ile ayrılmazcasına birbirine bağlıdır. Dil, her şeyden önce, düşüncenin bir takım seslerle başkalarına, kuşkusuz en başta birlikte etkinlik içinde olunan insanlara iletilmesinin aracından başka bir şey değildir. Öyleyse emeğin yanında ve onun etken oluşuna bağlı ve koşut olarak, insanı insan yapan temel varlık koşullarından olduğu gibi, dil; birbiriyle iletişim kurarak emeğini doğaya uygulayan insanın insanlaşmasının bir diğer temel varlık koşulunun, düşünmenin ve organı beyinin gelişmesinin yolunu da açmıştır. Burada kuşkusuz, karşılıklı etkileşimin sözünü etmek gerekir. Beyinin ve düşünmenin gelişmesi; dili ve konuşma organlarının olduğu kadar, emek süreçlerinin, emeğin ve organı elin gelişip yetkinleşmesini etkilemiştir. Tümünün birden gelişmesinin asıl temelini emek ve elin gelişmesi oluşturmuş; ancak, insan, gelişmeleri birbirlerini etkileyip koşullandıran dili ve konuşma organlarıyla beyninin gelişmesi, dolayısıyla birbiriyle iletişim kuruşu ve düşünerek uygulayacağı emeği önceden planlayışı, üstelik ikisi bir arada, bunu giderek ortaklaşa toplumsal bir etkinlik olarak düzenleyişi ile hayvandan kesin olarak ayrılmıştır.
Dilin önemi öylesine küçümsenemez ki, dilin ve konuşma organlarının düşünme ve organı beyin ile ilişkisinde birincil olan, önde gelen; dil düşüncenin ifade aracı olmasına karşın, dil ve organıdır. “Önce emek, sonra onunla birlikte dil – bir maymunun beynini etkileyen ve en önemli iki dürtü bunlardır ve bu etki altında maymun beyni, bütün benzerliğine karşın çok daha büyük ve çok daha yetkin bir insan beynine doğru gelişmiştir.”(3) Ama öte yandan, “Beynin ve ona eşlik eden duyularının gelişmesinin, gittikçe durulaşan bilincin, soyutlama ve sonuç çıkarma yeteneğinin emek ve dil üzerindeki tepkisi, hem emeğe, hem de konuşmaya daha çok gelişme için durmadan yenilenen bir dürtü verdi. Elin, konuşma organlarının ve beynin birlikte eylemiyle yalnızca her bireyde değil, aynı zamanda toplumda da, insanlar, giderek daha karmaşık işleri yapabilecek, giderek daha yüce hedeflere yönelecek ve erişecek güce vardı.”(4)
Dil, sonunda, insan tonlumu içinde birbirleriyle ilişki içinde kendilerini örgütleyen ve birlikte üreten insanları, birbirine bağlayan -emekle birlikte ve onun yanı sıra ikinci- bağı sağlamakla kalmadı; tek tek ve birlikte, toplumsallığı içinde, zamandaş olarak ve kuşaktan kuşağa aktarımını kapsayarak, düşünmeyi ve düşüncenin gelişmesini olanaklı kıldı. Hayvandan farklı olarak insan, -kuşkusuz diğer varoluş kaynakları ve etkileri ihmal edilmeden- denebilir ki, diliyle insan oldu. Nasıl eli serbestleşip emeğini doğaya uygulayabilir olmadan insandan söz edilemezse, konuşma organları ve dili gelişip yetkinleşmeyen insandan da söz edilemez. Diline ve dilinin sağladığı olanaklarına sahip olmadan, insanın emeğini yetkinleştirmesi mümkün olmayacağı gibi; giderek kuralları da oluşup sistemleşen ve bir kez sistemleştikten sonra, ancak çok uzun tarihsel dönemler içinde, o da ancak belli başlı yönlerine ilişkin olmayan bazı değişikliklere uğrayabilen dilbilgisinin, düzenleyip mükemmelleşmesini sağlayabildiği seslerden oluşan dil malzemesi, dilin sözcükleri, terim ve deyimleri olmadan insan düşüncesi ortaya çıkıp gelişemez. Dil ve sağladığı olanaklar olmadan düşüncenin “kendi olanakları” ile var olması imkânsızdır. “Dilsiz”, dil malzemesinden bağımsız düşünce olamaz. Dilsiz bir düşünce ve dilsiz bir insan toplumu tasarlamak, idealizmden başka bir şey değildir. Dolayısıyla insanın insan oluşu kadar, düşünüp önceden planlayarak üretmesi ve başka belirli amaçlarına uygun -siyasal, kültürel, hukuki vb.- pratikler geliştirmesi, elini ve emeğini kullanabilmesinin yanında dili sayesinde mümkün olabilmiştir.
O halde dilin belli başlı özellikleri şunlardır: 1) Dil, düşünme ve düşünceyi ifade aracıdır, “düşüncenin dolaysız gerçekliğidir'(5) İnsan kendi düşüncelerini ancak dil aracılığı ile var edebilir ve geliştirebilir; tekil insanın dil aracılığı olmadan düşünmesi, sadece başkalarına iletmesi, düşüncesini ifade etmesi değil ama kendi başına bile düşünmesi, başkalarına aktarmayacak olsa da düşünebilmesi olanaksızdır. 2) üstelik düşünme faaliyeti, tekil insana özgü, tecrit edilmiş bir faaliyet değil, ama tek tek insanların düşünceler geliştirmesi bile, önünde sonunda toplumsal bir faaliyettir. Dolayısıyla düşünme süreci, insanlar arasındaki ilişkiyi, düşünce alışverişini gereksinir ve bu alışverişin dil dışında aracı yoktur. Düşüncenin ifadesi ve aktarımının tek aracı dildir. 3) Düşünce aktarımı kapsamına girmekle birlikte, daha özel olarak, iletişim aracı olarak, yine insanlar dilden başka araca sahip değillerdir. Ne denli düşünce ifade etmekten uzak olursa olsun, insanlar arasındaki en sınırlı haberleşme bile, dilin araç olarak kullanımı alanına girer. 4) Dil, tümünün toplamı olarak, insanların siyasal, kültürel, ekonomik vb. tüm alanlarda, toplumsal ve günlük yaşamda birleşik faaliyetini düzenlemesine aracılık eder. Dilin düzenlemediği ya da dilsiz, sessizliğe gömülü bir toplumsal faaliyet yoktur ve hiç olmamıştır.
O halde dil, tüm yönleriyle insan toplumunun hizmetindedir. Sınıfsız toplumda, ilkel komünal toplumda tüm toplumun hizmetinde olduğu kadar, sınıflı toplumlarda da, şu ya da bu sınıfın değil ama tüm insan toplumunun hizmetindedir. Bundan, özellikle üst sınıfların, özellikle kastların varlığı koşullarında, dile, kendi jargonlarını ya da bir takım uydurma dilleri geliştirme ve topluma dayatma yoluyla müdahale çabasına girmedikleri ve girmeyecekleri anlamı çıkmaz; ama bu çabanın toplumun bütünü açısından beyhudeliği sonucu çıkar.

İLKEL TOPLUMSAL ÖRGÜTLENME VE DİL YA DA DİLİN İLK ÖZGÜLÜĞÜ
İnsanın insanlaşması ve aynı süreçte toplumlaşması, belirtildi, dile ve dilin gelişimine de dayanarak gerçekleşti. Ve ama kuşkusuz, insan toplumu, hemen, örneğin sermayeye ve sermaye örgütlenmesi olan bir toplumsal düzene “kavuşmadı”. Gelişmemişliği ve doğa karşısındaki acizliği nedeniyle insan insana yeterince yabancıydı, henüz yeni toplumlaşmaktaydı. Ve emek ürünleriyle ilişkisinde, insan emeğinden henüz dışlanmamış, insan, kendi faaliyetiyle kendisine yabancılaştırılmamıştı. Tersine, henüz ancak emeğiyle varolma uğraşına yeni başlamıştı. Öte yandan, bir “vahiy”e bağlı olarak ya da Babil Kulesi örneği mitolojik söylencelerdeki gibi öncesiz bir “ortak dil”e sahip olmadı. Ne “ol” denince “oldu” ne de Kuran’ın ilk cümlesinde yazıldığı gibi “ıkra” denince okudu ya da konuştu.
Mitolojinin “ortak dili” ya da “Âdem ve Havva”nın konuştukları ve onlardan başlayarak tüm insanlara yayıldığı teolojik açıdan iddia edilen “tek” dil hangisiydi? Babilce mi, İngilizce ya da Arapça mı, yoksa bir dönemler ırkçı “güneş-dil” teorisyenlerince pek sevildiği ve iddia edildiği gibi, “Orta Asya’dan tüm dünyaya yayılan” Türklerin dili Türkçe mi?
Herhangi bir sınıf ya da kast kendi jargonu ya da dayatma peşinde olduğu “toplama” bir uydurma dili insan toplumunun dili yapmadığı, buna hiçbir zaman güç yetiremeyeceği gibi, insanlar sahip oldukları bir “ortak dil”i giderek unutmamışlar, dilde böyle bir “ortaklık”tan farklılığa gidiş yaşanmamıştır.
İnsan bir tür maymundan gelip İnsanlaşırken, milyonlarca yıla yayılan geçiş süreci tek merkezli gerçekleşmemiştir. Gerçi, “insanın uzaydan geldiği”ne ilişkin “modern” menkıbeler de ileri sürülmemiş değildir. Ancak, çok merkezli gelişme kesinleşmiş olsa bile, hâlâ tartışılmakta oluşunu dikkate alarak tek merkezlilik-çok merkezlilik sorununu bir yana bıraksak bile, ilk kez -doğal koşullardan korunmak için ayrıca emek harcamadan yaşamaya elverişli her zaman sıcak iklime sahip- Java ya da Afrika, Avrupa ya da Çin’de veya başka yerlerle birlikte tümünde birden -birkaç on ya da yüz bin yıllık farklılıklarla- zamandaş olarak ortaya çıkmış oluşundan bağımsız olarak, insanın ortaya çıkışı, diliyle birlikte olmuştur; ancak bunun genel olarak kabulü, bize sadece, dillerin ortaya çıkışına ilişkin ipuçları sunar.
İnsanın -ve kuşkusuz insan toplumlarının, uygarlığın- çok merkezli gelişimi kuramı, kuşkusuz baştan, farklı çok sayıda dilin varlığı ve kendi özel yollarından gelişimlerini ön varsayar. Ancak sorun, -konu önemli olmakla birlikte- tek merkezlilik-çok merkezlilik tartışması içine sıkıştırılamaz. Yakın tarihlere kadar ağırlıkla kabul gören tek merkezli yayılma kuramı doğru kabul edilse bile, ya da çok merkezlilik kuramının kabulünden bir sonraki adımda, yine, insan toplumunun gelişme koşullarının ve insan ihtiyaçlarının “‘tek” ya da “ortak” dili olanaklı kılmadığı sonucuna varılır. İnsan toplumları, Java ya da Afrika’da farklı farklı dillerle konuşmaya başlamakla kalmamışlar, ama her bir “merkez”e ya da tek merkezlilik kuramına göre “tek merkez”e ait kabul edilen binlerce ve binlerce küçük “merkezcik”te ortaya çıkıp gelişmeye başlamışlardır. Aslında “merkez” ya da “merkezler”, zaten binlerce küçük merkezciklerdir. İnsansılardan bu yana alınırsa, toplumlaşma sürecine giren her bir sürü, kuşkusuz bir dizisi birbirleriyle ilişki içinde ve birbirlerini etkileyerek, ama kesinlikle birden bire büyük toplumlar ya da uygarlıklar oluşturmadan, kendi yollarından insanlaşmaya ve ilk ve en basit bağ olan kan bağıyla birbirine bağlı küçük topluluklar olarak toplumlaşmaya, dolayısıyla kendi aralarında iletişim ihtiyacını karşılamak üzere, insanlaşma halindeki kendi küçük topluluklarının, giderek barbarlık koşullarındaki kendi gens ya da klanlarının dillerini geliştirip kullanmaya yönelmişlerdir. İnsanlar ilk toplumlaştıklarında kan bağına dayalı -temel örgüt biçimi ya da kurum olarak diğerlerini de türeten ve sonra giderek onların asli bileşeni olan- gens (soy), kabile ve aşiretler olarak örgütlenmeye, belki de en doğru deyimle “uyum sağlamışlardır”. Henüz hayvanlıktan kurtulmaya ilk yöneldikleri aşağı yabanıllık döneminin sürüden farklılaşma koşullarından devralınan, tümüyle kendinden gelmeliğin kandaşlık ilişkileri (hâlâ bazı hayvan türlerinde de gözlenebilen, tamamen serbest cinsel ilişkiye dayalı ilkel “kandaş aile”) dışında, ellerinin altında hazır, insanları birbirine bağlayacak başka bir bağa sahip değillerdir.
Fazla rastlantıcı olan, yeryüzünde ancak tek bir “şanslı” maymun sürüsünün insan toplumunu -kuşkusuz bunun doğal sonucu olarak, tek bir “şanslı” maymunun da insanı- öncelediği/önceleyebileceği düşüncesi, pek gerçekçi görünmemektedir; ama doğru kabul edilse bile, yine de, insanlığın tek bir dille yola çıktığı kolaylıkla ileri sürülemez. Şundan ki; henüz daha maymundan ayrılmamış ya da yeni yeni ayrılma yoluna girmekte olan atalarımız, tıpkı olağan maymunlar gibi bitkilerle besleniyor ve doğanın bahşettiklerinden fazlasına -üreterek- sahip olacak durumda olmadıklarından, giderek kaynaklarını tükettikleri bir beslenme bölgesinden diğerine sürüklenirken, doğal sınırlara sahip beslenme bölgelerini de dolduruyorlardı. Üretmeyen ama yalnızca tüketen atalarımızın bu “toplamacılığı”, Engels’in deyişiyle “yağma ekonomisi”, insanlaşmaya kendi katkısını yaptı. Nesilleri kapsayan görece uzun bir sürede, organizmalarının da değişiklik geçirmesine yol açarak, beslenme ihtiyacı ama beslenme alanlarının dolması, yeni bölgelere dağılmaların yanında bir başka çözümü daha koşulladı: En zeki ve çevreye uyarlanabilirlik yeteneği en gelişmiş olan maymun türü alışageldiği besinlerden başkalarını tüketmeye, besinlerini çeşitlendirmeye yöneldi. “Şanslı” maymun, zorunlu olarak, “yenilik” arayışı içinde ve çevreye uyarlanabilme yeteneği üstün maymun olabildi; “şans” tek bir maymun sürüsüne özgü değildi, belirli bir tür, henüz gerçek anlamda emek harcamıyor olsa bile, onun ön adımlarını atma girişimleri içine girmekteydi. Beslenme ihtiyacının giderilmesinde şekillenen bu arayış çabası ve yetenek, organizmayı farklılaştırmaya başlamıştı. Ardından sıra et yemeye, bunun için avlanmaya, sonra da hayvanların evcilleştirilmesine geldi. Ama rastlantısal olarak yaralı ve ölü balık ve hayvanları bulup yemenin et yeme alışkanlığının önünü açtığı söylenebilecek olsa bile, önce balık ve sonra et yeme, kural olarak, bugüne kadarki arkeolojik araştırmaların bulgusu olarak keskinleştirilmiş taş parçalarının av amacıyla kullanılmasını, öyleyse emek ürünü olarak üretilmelerini gerektirdi. İşte dilin oluştuğu süreç, insansıların, bir yandan -özellikle ırmak boyları ve deniz kıyılarını izleyerek- farklı bölgelere yayıldıkları, bir yandan da bulundukları bölgelerde hem türler olarak farklılaştıkları hem de, dili de geliştirecek tüm yetenekleri gelişerek ve alet yapmaya girişerek, aynı zamanda avlanmak ve kendilerini birlikte korumak üzere kendi aralarında örgütlendikleri bu süreçti: İnsanlaşma süreci. “Şanslı maymun”, tek bir maymun sürüsü, ya da tek bir sürünün teki bir maymunu değil, ama en zeki ve yetenekli maymun türüydü, insanlaşmaya adımlarını atmaya başlayan insansıydı. Ve bu türün yaşadığı tüm alanlar, insanlaşma alanları, dolayısıyla dilin de ortaya çıkış alanları oldu. Ve sonuç olarak, tek merkezli olsa bile, bu merkezin farklı bölgelerinde, örneğin Java ya da Afrika’nın şurasında burasında, ya da doğrusu, tüm yaşamaya elverişli iklime sahip alanlarda, insan, diliyle birlikte ortaya çıktı; insanlaşmaya bağlı olarak doğan insan topluluklarının tümünde, insanların kendi aralarında iletişim kurma ve anlaşma, ortak işler düzenleme ihtiyaçlarını gidermek üzere, her toplulukta ayrı ayrı kendi özel dillerini türetmeleriyle insan oldu. Tek ya da çok merkezde, “şanslı” türün insanlaşmaya başladığı alanlarda, insansı ve en çok da insanın, neredeyse hemen başlayan yayılmalarıyla çeşitlenen dillerin ilk ortak kökenleri oluştu. Belirli merkezlerde, yayılmaya bağlı dil farklılaşmalarının, bugünkü dil farklılıklarının, belirli ortak dil ailelerine mensup olmasını açıklayan ortak diller türedi. Hint-Avrupa, Ural-Altay, Afrika ve Çin vb. dil aileleri gibi.
“Kandaş aile”nin kandaşlar arası cinsel ilişkinin yasaklanmasına bağlı olarak dönüştüğü “ortaklaşa aile”nin, insan soyunu sağlamlaştırarak ve gelişmesini garanti altına alarak yol açtığı ilerleme; hemen tüm halkları kapsayarak, orta ve yukarı aşamalarıyla yabanıllık ve sonra barbarlık dönemlerinin toplumsal örgütlenmesinin temelini oluşturan gens’e götürdü. Büyüyen ve büyüdükçe yeni akraba genslerin ortaya çıkışına yol açarak bölünmelere uğrayan gensler kandaş örgütlenmenin asıl unsuruydu. Birkaç akraba gens bir kabile oluşturuyor, aynı şekilde, ortak dölden gelenlerin birliği olarak aşiret, birkaç kabileden bileşiyordu. Tüm toplumsal örgütlenme kan bağı üzerine kuruluydu.
Dilin gelişmesi, insanların -kandaşlar ve düşman soylar arasında- birbirleriyle ilişki halinde doğayla ilişkilerinin bu toplumsal örgütlenmesi koşullarında gerçekleşti. İlk elde, birbirleriyle iletişim kurma, fikir birliği yapma ve ortak eylemler gerçekleştirme ihtiyacı; gensler ve ortak atadan gelen genslerin birliğinden başka bir şey olmayan aşiretler açısından yakıcıydı. Her aşiret tek bir dile sahip olmak zorundaydı ve öyle oldu.
Ancak, daha çok düşmanlara karşı işbirliği, ama aynı zamanda doğa karşısında (kuraklık ve göçler örneğinde olduğu gibi) elbirliği etme zorunluluğu ve öte yandan evlenmeler dolayısıyla aşiret akrabalaşmaları, çoğu toplumlarda aşiretler konfederasyonlarına götürüyordu. Bunların bir kısmı (daha çok, akrabalık bağlarına sahip olanları) görece kalıcı oluyor, diğerleri, kesin bir barışın sağlanamadığı durumlarda aşiretler arası bitip tükenmek bilmeyen savaşlar nedeniyle dağılıyorlardı. Ama görece düzensiz bir araya gelişler bile, farklı aşiretlerin bir arada eylemlerini ve görece düzenli ilişkilerini hem gereksiniyor hem de koşulluyordu. Bu ilişki ve yakınlıklar, dilin gelişmesini etkiledi. Genellikle aşiret konfederasyonları görece basit lehçe (diyalekt) farklılıklarıyla tek bir ortak dil kullanıyorlardı. Belirli bir bölgenin aşiretlerinin dilleri ise, birbirlerinden az çok farklara sahip lehçelerdi. Aşiret ile lehçe, çekinmeden söylenebilir’ ki, zamandaş olarak oluşmuştur. Engels, aşireti belirleyenler arasında “Yalnız o aşirete özgü bir lehçeyi de belirttiği “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”nde buna değinir; “Gerçekte, aşiret ve lehçe düşümdeştir (yani aynı zamanda oluşan iki şeydir). Amerika’da, bölünmeler sonucu yeni aşiret ve yeni lehçelerin oluşması, daha yakın zamanlara kadar görülüyordu…”(6)
Giderek barbar halkları, kavimleri oluşturan aşiret toplulukları halinde yan yana bulunuş ve özellikle dalgalar halinde barbar akınları ve göçlerde ifadesini bulan birlikte eylem; aralarında bazen lehçe farklarını da aşan dil farklılıkları bulunan ortak ya da birbirlerine yakın (aynı kökten gelme) dillerin gelişmesine götürmüştür. Süreç, daha başından kendi diyalektiği ile bir yandan dil benzeşme ve birlikleri, diğer yandan dillerin farklılaşması biçiminde gelişmiş ve insan toplumunun özellikle tarıma dayalı olarak yerleşik hal alması ve uygarlıkların kuruluşu ile, bu alanda “taşlar”, görece yerli yerine oturmuştur. Bundan sonra, belirli halkların başkaları tarafından yenilmesi ya da başka nedenlerle güçten düşmesi ve hatta Likyalılar gibi yok olmasına bağlı olarak, asimilasyon yoluyla bir dile bağlanan ve onun egemenliğine giren ya da düpedüz yok olan ve başka dilleri emip hızlı bir gelişme ve ilerleme gösteren diller ve dile dair dalgalanmalar olmamış değildir. Bu dalgalanma, daha bugün bile, sürüyor. Örneklerden biri, son Ubıh birkaç yıl önce yaşama veda edince yok olan Ubıhça’dır. Tamamen özgürce gelişebildikleri ve teşvik edildikleri dönem olan Stalin döneminin sonrasında onlarcası tarihe karışan dillerden sadece biridir, Ubıhça. Diğer örnek ise, iktisadi-siyasal ve teknik üstünlüğe bağlı olarak, neredeyse onları ele geçirmek üzere hemen tüm diller içine sızan İngilizcenin üstünlüğü ve etki alanının büyümesidir.
Ancak şu söylenebilir ki; belirli kökenlerden gelen halklar geniş kıtalar üzerinde yayılarak, giderek hemen tüm yeryüzünü kaplamışlardır. Başlangıçta genslerden hareketle oluşan aşiretlerin bölünmesiyle bu halklar giderek “değişmez” aşiret grupları haline gelmişlerdir, ilksel ve ilkel aşiret dilleri de; çoğu yerde, giderek aralarındaki eski ilkel birliğin izlerinin bile silinmesine götüren bu bölünmelere bağlı olarak, bir yandan artık birbirlerini hiç anlamaz hale gelmelerine dek değişip farklılaşarak ayrı ayrı dillere kökenlik etmiş, öte yandan kavimler halinde birlik ve yakınlıklara bağlı olarak, az çok farklılıklarla dil birlik ya da yakınlıklarının zeminini sağlamıştır.
İnsanlık, dilin gelişmesi bakımından, uygarlığa adımını attığı andan kapitalizmin şafağına kadar, belirli dilsel dalgalanmalarla az-çok kararlı bir dönemden geçti denebilir. Bu dönem, tüm köleci ve feodal emperyalist yağma ve zorbalığa, bütün yayılmacılığa karşın, diller üzerinde özel bir baskının pek yaşanmadığı bir dönem oldu. İnsanlar, yığınlar halinde köleleştirildiler, serfler olarak toprağa ve kişiye bağımlı kılındılar, ancak buradan gelme zor (ki, hem köleci hem de feodal zor iktisat-dışı baskıdır, siyasal zordur) dışında, özel olarak kendilerini anadillerinden koparmaya, onlara başka dil dayatmaya yönelik baskı ve zor ile pek karşılaşmadılar. Roma İmparatorluğu’nda yüzlerce dil konuşuldu, tıpkı kutsal Roma-Germen ya da Emevi imparatorluklarında olduğu gibi. Bağımlı kılınmaya, haraç vermeye, köleleştirilmeye yönelik baskı ve fetih savaşları en çok bu dönemde görüldü, ancak bu baskı diller üzerinde baskıyı pek içermedi ya da bu tür bir baskıyla tamamlanmadı. Çünkü dil, ayırt edici bir belirleyendi; ancak ulusların ve ulusal hareketlerin doğuşuna kadar yağmacı sömürücü zorbalığın hareketsizleştiricisi bir birleştirici-dönüştürücü unsur haline gelmeyecekti. Öte yandan ve asıl olarak, henüz geniş ölçekli olarak, tek dil (ve tek dilin konuşulduğu alanların iktisadi ve siyasal birliği) ihtiyaç haline gelmemişti. Köleci ve feodal ekonomi, içe kapalı iktisadi birimleri öngörüyor, onlarla yetiniyordu. İki iktisat da, küçük ölçekli idi ve insanların birbirleriyle anlaşmalarını ve öyleyse tek dili, geniş ölçek üzerinde gereksinen büyüklüklere sahip değillerdi. Pazarlar, yerel pazarlardı ve başlıca, tek dilin geçerliliğini gereksinen ulusal devletlerin kuruluşunu dayatan ulusal pazarlar oluşmamıştı. Öyleyse, kapalı ekonomilere sahip derebeylikler, prenslikler vb.’de tek dilin kullanılışı, ama komşularda farklı dillerin bulunuşu; iktisadi bir sakınca ya da zorluk oluşturmuyor ve farklı dillerin baskılanması ihtiyacı doğmuyordu. Sözü edilen dönem, sömürücü zorbaların da köle ve serflerin de, birlikte, ayrı ayrı dilleri konuştuğu ve diller ve dil farklılıklarının çatışmaları belirleyici dinamik olmadığı, henüz uluslar ve bu ulusları ulus eden dinamiklerden olan ulusal dillerin ortaya çıkmadığı ve uluslar ile birlikte tarihsel gelişmeye damgalarını vurmadığı zamanları ifade etmekteydi.
Buraya kadar söylenenlerden kolaylıkla anlaşılacaktır ki, dil, en başta, insana özgü, -öncelikle emek ile birlikte- insan toplumunu var eden toplumsal bir olgudur, insan dilsiz, kuşkusuz anadili olmadan, düşünülemez. Ve ikinci olarak dil, birbirinden ayrıntıda farklılıklara sahip lehçeleriyle birlikte, insanın ilk toplumsal örgütlenmesi olan gens ve aşirete özgüdür.

ULUS VE DİL YA DA DİLİN İKİNCİ ÖZGÜLÜĞÜ
Sonra uzunca bir tarihsel dönem, ilkel komünal toplumsal örgütlenmeyi ya da barbarlığı takip ederek köleci ve feodal toprağa bağlı örgütlenmelerle sürdü. İnsanlar, köle ve sonra serf olarak yerleşik üretime geçer ve ama toprağa -ve kişiye, köle sahibi ve derebeyine- bağlanırken, gens ve aşiret örgütlenmesi dağıldı. Ancak bu dağılma, ne birden bire oldu ne de kalıntıları hatta neredeyse zamanımıza kadar sürmeden edebildi. Bir yandan aşiret bölünmeleri ve süreç içinde bu toplumsal örgütlenmenin dağılmasıyla diller farklılaşırken; diğer yandan, aşiret yakınlık ve ilişkileri kadar, köleci ve feodal toplumsal örgütlenme üzerinde yükselen uygarlığın, en başta, denizciliğin gelişmesiyle, çok geçmeden ortaya çıkan meta üretiminin gelişmesine ve bu uygarlıkların Yunan, Roma ve sonra Roma-Germen vb. site devletleri ve imparatorluklara götürmesine bağlı olarak, artık aşiretin ötesinde de, diller hem yayıldı hem de dil yakınlıkları gelişti. Örneğin, eski Yunanlılar denizcilik ve ticaretin ilerlemesi ve kurdukları deniz-aşırı koloniler yoluyla dillerini İtalya’dan Kafkasya’ya kadar taşıdılar. Latince, yayılması boyunca bu temelden yararlandı ve sonra hemen tüm Avrupa dillerinin gelişmesine dayanaklar sağladı. Önceden kalma aşiret yakınlıkları da, buna katkıda bulundu. Latincenin dinsel dil oluşu bunu kolaylaştırdı. Hıristiyanlaşmaya bağlı olarak Latince çeşitli halkların yaşamına girdi, dillerini etkiledi. Belli başlı diller, bu dönem boyunca, ileride sağlayacakları ilerlemenin zeminine sahip oldular.
Ama bu dönemde henüz birçok lehçe ve dil yok olup gidiyor ya da başka bir dil içinde eriyordu ve gelişmesinin önünde toprağa ve kişiye bağlılık engeli olan küçük meta üretimi ve ticaret ile askeri fetihlerin ötesinde, üretim birimleri ve üretken insanı, dilleriyle birlikte birleştirecek bir dinamik görünmüyordu. Üretimin doğallığı, içe kapanıklığı ve yerelliğine koşut olarak yerel dil ve lehçeler yaygındı. Bu yerel dil ve lehçeleri aşiret ilişkileri koşullamıştı, ancak aşiret örgütlenmesinin dağılmasıyla, kalıntılarının yanı sıra, toprağa bağlı ilişkiler, bu yerelliğe dayanaklık etti. Tek ya da az-çok farklılıklarla tek dilin konuşulduğu geniş alanlar, tek bir ortak dilin gelişip serpilmesinin de temelini sağlamak üzere, iktisadi ve siyasal yönden bu genişliğe uygun örgütlenmemişti. Döneme damgasını bu yerellik ve farklılıklar vurdu.
Nihai çözüme, küçük meta üretimine kapitalist ilişkilerin sızması ve feodalizmin bağrında kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla ulaşıldı. Kuşkusuz bu, göreceğiz ki, tarihsel bakımdan nihai çözüm değildi; ama bir sıçrama anlamına geldi.
Meta üretimi ve ticaret, daha ilkel komünal ilişkilerin, aşiret bağlarının dağılma döneminden başlayarak, ortaya çıkmıştı. Değişim için de üretiliyordu; ancak ne istikrara kavuşmuş bir pazar ya da pazarlar oluşmuştu ne de meta üretimi başat üretim biçimi durumundaydı. Köleci ya da feodal üretime bağlanmış haliyle süregiden meta üretimi, insan toplumunun ilerleyişini etkiledi, ama onu şekillendirici bir rol oynamaya güç yetiremedi. Bunun için üretici güçlerin, en başta emeğin üretkenliğinin, emekgücünün kendisinin de metalaşmasına elverecek düzeyde gelişmesi gerekti. Daha geniş ve kalıcı dil birliği ve kuşkusuz birliklerine ihtiyaç gösterecek ve onu koşullayacak olan, emeğin gelişkin toplumsallaşmasıydı. Oysa küçük üretim ve dayanağı olan bireysel emek; gerek özgür küçük köylülerin gerekse zanaatkârların basit meta üretimi, gerekse de köleci ve feodal üretim biçimiyle, üretimin ve emeğin tek var oluş hali durumundaydı. Yerelliği olduğu kadar, başat olarak tüketim için üretimi ve aynı anlama gelmek üzere içe kapanıklığı, öyleyse, kuşkusuz makina değil ama bireysel üretim aletlerinin kullanılabildiği tekilliği ve doğal üretimi dayatan; emeğin bu toplumsallaşmamış bireysel kullanımıydı. Toplumsal emeği olanaklı kılan, üretici güçlerdeki ilerleme ve mekanik düzenlerin, giderek makinanın üretime uygulanması ve alınır-satılır kıldığı emekgücünü giderek büyüyen üretim birimlerinde toplaması oldu.
Büyüyen üretici güçler, mekanizm, giderek makinalar, o ana kadar uykuda olan içe kapanık toplumsal yapılar içine bir “bomba” gibi düştü ve tüm bu yapıları paramparça etmeye başladı. Gelişen üretim teknikleri ve üretici güçler, önce basit elbirliğini, sonra manifaktürü ve ardından makinalı üretime dayalı fabrikayı yarattı, ama bunlar da, eski üretim biçim ve tekniklerini ezip geçmeye yöneldi. Aynı pazarda toplumsal emek ürünleriyle rekabet etmek zorunda kalan bireysel emek ürünleri ve dolayısıyla toplumsal emek karşısında bireysel emek, bu atılıma dayanamadı, pes etti. Tüm küçük üretim, yalnızca basit meta üretimi değil ama tüketim için üretim (en son biçimi olarak feodal üretim) iflas etmeye ve dağılıp yok olmaya başladı, meta üretimi, toplumsal emeğe dayalı kapitalist üretime bağlandı. Ama işte bu noktada, direnme halindeki küçük üretim, en başta feodal üretim ve daha da çok onun üstyapısı, tüm idari bölünmeleri, lonca sınırlamaları, ticari vergi ve harçları vb. ile feodal siyasal toplumsal örgütlenme, kapitalist gelişmenin karşısına dikildi, onun gelişmesinin engellerini sağladı. Pazarlarda kapitalist üretim ve değişimin hükmü geçiyordu ve bu üretim biçimi pazarları fethe çıkmıştı, buna zorunluydu, pazarsız edemezdi; ama bir kez pazarın oluşması gerekiyordu. Binlerce ayrıcalığıyla birlikte feodal siyasal parçalanmışlık ve yerellik, pazarın oluşmasının başlıca engeli durumundaydı. Bir yandan içten gelen kapitalist gelişme önlenemez yükselişini sürdürüyor, öte yandan karşısına feodal ayrıcalık ve parçalanmışlıklar dikiliyordu. Çatışma kaçınılmazdı ve çıktı. Kimi yerlerde ayaklanma ve savaşlar, kimi yerlerde ise iç başkalaşımlar yoluyla sonucuna vardı.
Bu süreç, konumuz açısından, ulusal dillerle birlikte, ulusların ve en uygun formunu ulusal devlet örgütlenmesinde bulan ulusal hareketlerin doğuş ve uyanış süreci oldu.
Feodal ayrıcalık ve sınırlamalar, siyasal bölünmüşlük, üretimde ve siyasal örgütlenmede yerellik, ayrı ayrı derebeylik ve prenslikler vb. tek bir pazar oluşturma uğraşında kapitalizm ve burjuvazinin ayağına dolanıyordu. Prenslikten prensliğe hukuk ve yasaların değişmesi, geçiş vergileri ve haraçlar, seyahat özgürlüğünün engellenmesi, bir prenslikten diğerine ortak dilin farklılıklar içermesi ve değişik para birimlerinin geçerli oluşu, yanı sıra işçi kaynağı emekçilerin toprağa ve kişiye bağımlılığı vb. ticareti, pazar birliğini ve kapitalist ilerlemeyi önleyen başlıca engellerdendi. Burjuvazi pazarını ancak, feodalizmi alt ederek ve, kapitalizmin açtığı yola girmiş özgürleşme peşindeki küçük üreticileri, başta köylülüğü, zanaatkârları vb. feodalizm karşısında ve tek bir pazar etrafında birleştirerek ele geçirebilirdi. Ulusal pazar, kapitalizmin yükseliş döneminin temel iktisadi birimi oldu. Burjuvazi, önüne düştüğü yoksullarıyla birlikte kendi iktisadını, dayandırabileceği tek toplumsal dayanak olan ulusa dayandırdı. İnsan, gens ve aşiretle çıktığı “macerasında ulusa varıyordu. Bütün bir ara dönem, yan ya da tam uyku halinde, bunu beklemiş gibiydi.
Ulus, tek bir kapitalist pazar etrafında birleşebilecek, tarihten gelme kültürel yakınlıklarla ortak manevi şekillenmeye hazır ve yatkın, pazarın oluşmakta olduğu topraklarda yaşayan ve giderek toplumsallaşan emeğin birbirine bağladığı insanlardan oluşacaktı. Burada dile, hiç de küçümsenemez bir rol düştü. Sadece aralarındaki iletişimin ve manevi bir birliğin oluşmasının ihtiyaç haline getirmesiyle değil ama ulusal pazardan başka bir şey olmayan topraklarını dış düşmanlara karşı birlikte savunma ihtiyacını da kapsayarak, tek bir ortak dil; tek bir ulusal pazarın oluşma ihtiyacı ve insanların birbirleriyle kolaylıkla değişimde bulunabilmeleri, birlikte toplumsal üretimi sürdürebilmeleri için de zorunluydu. İleride, süreç içinde, farklı dillerle de birbirleriyle anlaşabilir, değişimde bulunabilir ve üretebilirlerdi; ama ilk elde, en kolay ve en yol açıcı olanı, üstelik ulus olarak birleştirici rolünü oynayabileni, ortak dildi. Öyleyse, lehçelere varıncaya dek dil ayrılıkları ve bunu koşullayan yerelliğin aşılması ve tek ya da lehçe farklarıyla yakın dillerin konuşulduğu toprakların siyasal bölünmüşlüğünün giderilerek, bu dil ya da dilleri konuşan halkların birleştirilmesi; kapitalist gelişmenin dayattığı zorunluluk durumundaydı. Bu, ortak dilin birleştiriciliğini de kapsayan uluslaşma, ulusal birliğin sağlanması ve bunun doruğu olarak ulusal devletlerin kuruluşuyla gerçekleşti.
Kapitalizm, ulusal uyanışı tetikledi; halklar, yüzlerce yıllık içe kapanıklıktan ve uykularından uyanıp uluslaşmaya, aynı anlama gelmek üzere, kendilerini pazarın ve kapitalizmin kollarına atmaya yöneldiler. Özlemleri, kendilerinin efendileri olmak ve sömürüden kurtulmaktı; ama işler, umdukları gibi gitmedi. Toprak köleliğinden kurtuldular, ama kendilerini kapitalist kölelik zincirleriyle bağlanmış buldular. Kazançları; son sömürücü sınıf ve örgütlenmeye karşı, görece düzlenmesine katıldıkları bir zeminde sömürüye karşı ülke çapında birleşebilecekleri, iletişim, yerel kopukluklardan gelen dağınıklıklar vb. zorlukları çekmeyecekleri, tek bir proleter sınıf örgütlenmesini olanaklı kılan toplumsal ilerleme; en küçük haklarına göz dikse bile sınıf mücadelesinin gelişmesi bakımından en uygun zemin olan modern ulusal devlet ve elde edebildikleri demokratik haklar oldu.
Sömürülen ve ezilen yığınlar özlemlerini gerçekleştirememişlerdi ve kurtuluşları, artık daha açık bir biçimde gelişebilecek sınıf mücadelesinin sağlayacağı çözüme kalmıştı. Ama burjuvazinin hegemonyasında gerçekleşse ve onun iktidarıyla taçlansa bile, özünde ticaret özgürlüğü olan siyasal özgürlükler ve feodal keyfiliğe karşı hukuk önünde eşitlik olarak siyasal/hukuksal biçimsel eşitlik gerçekleşmiş, ulusal devlet çoğunlukla burjuva demokrasisi biçimini almıştı. Feodal ayrıcalık, sınırlamalar ve keyfilik karşısında, dil eşitliği ve özgürlüğü de içinde ulusal özgürlükler, kaçınılmaz demokratik içerikleriyle şekillenmiş ve zaten bu içerikleriyle halkın burjuvazi dışında kalan kesimlerini etrafında toplayabilmiş ve harekete geçirebilmişti. Ulusal dil talebi, dil eşitliği ve özgürlüğü, bu nedenle tamamen demokratik bir içeriğe sahiptir. Dil özgürlüğü ve bu alanda hak eşitliği, anadil hakkı, bu nedenle ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı kapsamındadır ve her ulusun ayrılıp kendi ulusal devletini kurma hakkı kadar kendi anadilini özgürce kullanma hakkının kayıtsız şartsız tanınması, demokratizmin en sıradan ilkelerindendir. Bu hak, kendi ezilenlerini de peşlerinden sürükleyen farklı ulusların burjuvaları arasındaki ulusal kavgalara bağlanmış dil kavgalarına da neden oluşu ve dolayısıyla, dil eşitliğinin inkârı genel eğilimi olması bir yana, bir zamanların -feodalizm karşısındaki- ileri burjuvazisi tarafından; “vatan” vb. kutsallıklar atfedilen ulusal pazarın ihtiyacı, tamamen burjuva bir ihtiyaç olarak ciddiyetle sahiplenilmişti. Kuşkusuz aynı burjuvazi, başka ulusların dilleri de dâhil bütün talepleri karşısında baskı uygulayıp kavga vermiş, ama kendi ulusunu tüm yönleriyle yüceltirken, “kendi” dilini de sahiplenip yüceltmişti.
Dil özgürlüğü ve birliğinin iktisadi temeli, anlaşılmış olması gerektiği gibi, kapitalist meta üretiminin, tam egemenliğini sağlamak üzere “kendi” ulusal pazarını ele geçirmek ve bunun için tek -ya da lehçe farklarıyla tek- ulusal dili konuşan halkın yaşadığı -feodal parçalanma alanları olan- bölgeleri siyasal bakımdan birleştirmek zorunda olması gerçeğindedir. Bu yakıcı gerçek, ulusal dilin gelişmesini ve yazınsal alanda kök salmasını önleyen tüm engellerin ortadan kaldırılmasını gerektirir, insanların birbirleriyle anlaşabilmelerinin tek aracı olan dilin ulusal ölçekte birliği ve engelsiz gelişimi; feodal ketlerinden kurtulup özgürleşmiş geniş ticari alış veriş için, insanların ayrı ayrı sınıflar halinde özgürce ve yığınsal gruplaşabilmeleri ve pazar aracılığıyla, büyüklü küçüklü satıcı ve alıcı tüm meta sahiplerinin ayrı ayrı ve bütün olarak sıkı bağlar geliştirebilmeleri için, temel bir koşuldur.
Eski köklerinden güç alarak, aşiret yakınlıklarından vb. beslenerek, yerleşik (dolayısıyla yazılı, yazının kullanıldığı ve kuşaktan kuşağa aktarımının ve kalıcılığın imkânlarını sağlayan) toplumsal örgütlenmelerin, bir yandan Mısır, Babil, Çin vb. ve diğer yandan Yunan ve Roma uygarlıklarının yaptığı katkıyla birlikte, ulusal diller bu süreçte ortaya çıktı. Yerel farklılıklar birden bire yok olmadı, var olmayı sürdüler, ama pazarın ve iletişim zorunluluğunun etkisiyle çok uzun olmayan bir sürede silinmeye yüz tuttular. Öyleyse modern diller, ulusla yalnızca bağlantılı değillerdir, ama tamamen ulusa özgüdürler. Zaten modern dil, adı üstünde, ulusal dildir. Anadil, eğer lehçe değilse, ulusal dilden başka bir şey değildir, olamaz. Lehçe ise bile, bir ulusal dilin lehçesi olmalıdır. Ama lehçe-ulusal dil ilişkisi, ilişkinin hem bugünü hem de dilin kökeni bakımından anlamlı ve açıklanabilir olmalı; bizde uzun yıllar boyu yapıla-geldiği gibi, Hint-Avrupa kökenli bir dili, Ural-Altay kökenli bir dilin lehçesi sayma şarlatan ırkçılığı marifet sayılarak, dilbilimi ve bütün bir insanlık tarihi baş aşağı çevrilip anlaşılmaz kılınmamalıdır. Çincenin İtalyancanın lehçesi olduğunu ileri sürmeye benzeyen anadil üzerindeki baskıcılık ve inkârcılığın işareti, aldatıcılık bile olmayan kafatasçılık, trajikomiktir.

DİL ÖZGÜRLÜĞÜ VE MARKSİZM
Ulusun kendisi oluşurken ulusal dil de oluşmuş, ulusal birlik, aynı zamanda bir dil birliği olarak şekillenmiştir. Stalin, ulusu belirleyen nitelikleri çok bilinen makalesinde özetlemektedir:
“Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir.”(7)
Eğer dil birliği yoksa ulusal birlik ve ulus da yok demektir. Ulusal dil, ulusu ulus eden başlıca niteliklerdendir. Öte yandan, ayrı bir dil varsa ve bu birlik, toprak ve iktisadi birliğin yanı sıra kültür ve ruhsal şekillenme ortaklığıyla birlikte bulunuyorsa; örneğin henüz bir ulusal devletin örgütlenmesine güç yetirilememiş olması, ulusu, ulus olmaktan çıkarmaz. Ulusal dil, bugünkü modern dünyada ayrı bir dil olarak, üzerinde tartışmalar yapılan “anadil” varsa, o, artık, ne aşiretlerin varlığıyla ve ne de salt kültürel bir varoluş olarak açıklanamaz. Kültür ortaklığını da mümkün kılmak üzere, ulusal dil olarak anadil, zaten bir kültürel sorun olarak da ortaya çıkar, ama varoluşu ve bunun koşulları, kültürellikle sınırlı değildir, olamaz. Kökleri, iktisatta, pazar ve toprak birliğinde, kapitalist gelişmede ve bu gelişmeye en uygun formu sağlayan uluslaşmada olmak zorundadır. Bütün diğer açıklamalar, anadilin yok sayıldığını, insanlık ve demokratizmle ilişkisiz olarak, başka nedenlerle, politik aldatmacalar malzemesi olarak kullanılma konusu edildiğini ve ama hem ulus hem de ulusal dilin baskılandığını gösterir. İşaret ettiği, ezilen ulustur, dil eşitlik ve özgürlüğünün bulunmayışıdır.
Kapitalizm gelişmesi boyunca, Batı Avrupa’da, istisnalar dışında, belli başlı ülkeler açısından, dil de içinde olmak üzere ulusal sorunu çözerek, ulusal devletler halinde örgütlenerek ilerlemiştir. Burada, ulusal hareketler ve ulusal devletlerin kurulması dönemi olarak yaşanan burjuva demokratik devrimler dönemi, başlıca 1789-1871 yıllarını kapsamıştır. Bu sorun, feodalizmin tasfiyesine bağlı olarak neredeyse sonu gelmez ulusal kavga ve çatışmaların nedeni olmuş, bu çatışmaların temelini daima pazar kavgası oluşturmuştur. İstisnai örneklerden üçü, İrlanda, Bask ve Korsika’dır ki, buralar, kapitalizmin en az geliştiği bölgelerdir. İstisnalar bir yana, bu ülkelerde, ulusal dil ve özgürleşmesi sorunu da içinde, uluslaşma ve ulusal uyanış, ilerici burjuva ulusal hareketler ve ulusal devletlerin doğuşu ve gelişmesi dönemi çoktan sona ermiştir. Bu ülkelerin “büyük” uluslarından her biri, artık hem kendi ülkelerinde hem de sömürge ve bağımlı ülkelerde başka ulusları ezerler, ezilen uluslar karşısında ezen ulus durumundadırlar.
Kapitalist gelişmenin yavaş olduğu geri kalmış Doğu Avrupa’da, ulusal hareketler dönemi de olarak burjuva demokratik devrimler dönemi, gecikmeyle, ancak 1905’te başlayabilmiş ve ama kapitalizmin ömrü ulusal sorunu çözmeye yetmemiş, ulusal sorun, esas olarak, Sovyet Devrimi ile birlikte, sosyalizme bağlanarak çözülmüştür. Buraya Çin de dâhil edilebilir. Bu çözüm, ulusal kavga ve çatışmaların sonu olduğu gibi, diller bakımından sınırsız bir özgürlük anlamına gelmiştir. Yalnızca SSCB’de yüzden fazla dil serbestçe gelişme ve kendini zenginleştirme imkânı bulmuş, ulusal çatışma yerini proletarya enternasyonalizminin yön verdiği ulusal kardeşleşme ve yakınlaşmaya bırakmıştır. Türkiye’de de demokratik devrim dönemi gecikmeyle ve üstelik yukarıdan 1908’de başlayabilmiş, çok-uluslu Osmanlı İmparatorluğu ulusal uyanış ve hareketler açısından dayanıklı bir zemin sağlayamamış, emperyalistler arası çekişmelerin de etkisiyle parçalanma ve ayrı ulusal devletlerin kuruluşu kaçınılmaz olmuş; Türkiye, imparatorluktan devraldığı çözülmemiş ve zaman zaman alevlenen ulusal sorun ve kavgalarla birlikte yaşamayı sürdürmüştür.
Ardından, -kökleri bir önceki döneme dayanan Asya’nın ulusal uyanışını da kapsayarak- başlıca 2. Emperyalist Savaş sonrası sosyalizm-kapitalizm karşıtlığı döneminde, yerini, yeni sömürgeciliğe bırakmak üzere sömürge sistemi çözülmüş, ortaya, görünüşte bağımsız çok sayıda ülke çıkmıştır.
Şimdi, Doğu Avrupa, eski SSCB toprakları ve çok sayıda görünüşte siyasal bağımsızlığına sahip bağımlı ülke açısından, hem bir bütün olarak emperyalizm karşısında bağımsızlık sorunu içeriğiyle ulusal sorun, hem de birçoğunda ezen ulus-ezilen ulus ilişkisinin varlığı üzerinden, yine tüm gericiliğin olduğu gibi ulusal baskının da kaynağı emperyalizmi hedeflememezlik edemeyecek olan ulusal bağımsızlık sorunu olarak ulusal sorun gündemdedir. Ve bu sorunun, genel bir demokratikleşme olmadan, artık sosyalizm mücadelesine bağlanmış bir demokratikleşme olmadan çözümü olanak dışıdır. Doğu Avrupa’da kapitalizmin yeniden kuruluşuna bağlı olarak yeniden ulusal kavga ve çatışmalar hortlatılmıştır; bağımlı ülkeler de dâhil tümünde, hem diller hem de genel olarak uluslar baskı altındadır ve en başta emperyalizme bağımlı kılınmışlardır. İçeride, emperyalizmle birleşmiş işbirlikçi gericilik, yine ulusal baskı ve bağımlı kılma dinamiğidir. Artık, eskiden feodalizm karşısında olduğu gibi, kapitalizm, tarihsel bir ilerletici güç olmaktan çıkmış, tekellerle birlikte, tekelcisi burjuvazinin, küçük ve orta burjuvazinin tepkisini de üzerinde toplama durumunda bir gericilik, el kuyuculuk kaynağı olarak, tarihsel gelişmenin engeline dönüşmüştür. Ancak buralarda hâlâ ilerici ulusal talep ve ulusal hareketler dönemi kapanmamış; ama ulusal hareketler bakımından, tekelci kapitalizm ve hele dayatılmış neoliberal küreselleşme koşullarında kapitalizm karşıtlığına bağlanmaktan başka yol kalmamıştır.
Artık ne genel olarak ulusal talepler ne de dil eşitlik ve özgürlüğünün elde edilmesi burjuvaziden beklenemez. Ezilen ulusların burjuvazisi, özellikle orta ve küçük burjuvazi, kuşkusuz hâlâ dil de dahil ulusal taleplere sahip çıkacaktır. Ancak, başarı şansı kalmamıştır: öncelikle dil de dahil ulusal baskının kaynağını artık tekelcileşmiş kapitalizmin oluşturması nedeniyle. İkinci olarak, ezilen ulusun burjuvazisinin, bir yandan, onu, tekeller ve emperyalizmle uzlaşmacılık ve beklenticiliğe iten bağlara sahip olması ve diğer yandan da kendi kapitalist karakteri dolayısıyla, tekeller ve emperyalizmi tasfiyeye yönelmeye mecali kalmaması nedeniyle. Ve üçüncü olarak, yönelse bile bunu başarabilecek güçten yoksun bulunması nedeniyle. Özellikle son yılların küreselleşme koşullarında ortaya çıkan ulusal deneyler bunu kanıtlamaktadır. Ezilen ulus burjuvazisi, öyle görünmektedir ki, sıradan bir ezilen ulus milliyetçiliğinin ötesine geçememekte, emperyalizmle kapışmayı kolay kolay göze alamamakta, ne kendi halkının anti-emperyalist özlemleriyle ne de ezen ulus ve emperyalist ülkelerin işçi sınıfı ve emekçileriyle birleşmeye yanaşmamaktadır. (Kuşkusuz bu, aynı zamanda, bir güç ve güç ilişkileri sorunudur da ve gelecekte dünya proletaryası ve hareketinin gücünün artışına bağlı olarak, bir yönüyle değişebilecek bir eğilimi ifade eder. Ancak öte yandan, yukarıda sayılan üç nedenin, güç ilişkilerinin değişmesine rağmen, rolünü oynamaya devam edeceği de söylenmelidir.)
Oysa devlet kurma hakkı bir yana, örneğin dil eşitliği ve özgürlüğü konusunda, Amerikalı, Avrupalı vb. emperyalistler ve onların işbirlikçilerinin, tüm ulusal ve dil eşitliği ve özgürlüklerini inkâr edişlerini örten aldatıcı karaktersizliklerine bel bağlamak ve beklenti içine girip ezilen yığınları da sokmak yerine; yüzlerini, çıkarları gereği, tam eşitlik ve özgürlüğü ilke edinmekten başka çaresi olmayan işçi sınıfı ve emekçilere, onların bu ilkeyi savunan sınıf bilinçli ileri unsurlarına, devrimcilerine dönmeleri, ulusal bakımdan da gerçek güç kaynaklarının harekete geçmesi/geçirilmesi bakımından zorunlu olmasına karşın, bundan kaçınmaktadırlar.
Emperyalistlerin ve ezen ulus burjuvazisinin, en çok sıkışmış olduğu durumda bile, örneğin anadil ve dil eşitliği ve özgürlüğü konusunda, göstermelik önlem bile olmayan önlemlerden başkasını kabullenmeyecek olması, gerici burjuva karakteri gereğidir. Bu karakter, yüzlerce örneğiyle somutlanmış tarihsel bir gerçektir. Bunun tam tersine, bilinçli işçiler, Marksistler ise, tam hak eşitliğinden ve ulusal özgürlüklerden yanadır. Dil konusunda da böyledir. Bu da tarihsel bakımdan somutlanmıştır.
Nesnel çıkarları itibarıyla işçi sınıfı ve onların bilinçli kesimini oluşturan Marksistler, hiçbir nedenle hiçbir dile imtiyaz tanınamayacağı ilkesini benimserler. Hiçbir dil bir diğerinden üstün değildir. Uluslara ve dillere tam eşitlik ve özgürlük, sorunun gerçek çözümünün tek yoludur. Çok uluslu ve çok dilli ülkeler bakımından soruna bu yaklaşımın önemi can alıcıdır. Çok uluslu ve çok dilli devletler, kapitalizmin genel eğilimine aykırı ve bugüne feodalizm ve askeri emperyalizm koşullarından kalma mirastır. Eski Rus Çarlığı, Osmanlı İmparatorluğu vb. gibi ülkeler, kapitalizmin geç gelişmesine bağlı olarak, dinsel askeri feodal örgütlenmelerinin çerçevesinde böyle devletlerdi. Tekeller ve emperyalizm koşullarını bu durumda karşılamalarıyla, ulusal devletlerin kuruluş dönemini ancak geç ve kenarından yakalayabildiler ya da bu olanağı teğet geçtiler. Ve bu ülkelerin ulusal sorunları bu nedenle ağırlaştı.
Oysa söylendiği gibi, kural olarak Batı Avrupa’da bu sorun, dil birliğinin de sağlandığı ulusal devletlerin kurulmasıyla çözülmüştü. Üstelik sadece bu biçimde değil, çokuluslu devletlere, sorunun çözümü bakımından ışık tutacak ayrıksı bir çözüme de, yine Batı Avrupa sahne oldu. Sözü edilen, İsviçre örneğidir.
Bu örnek, kapitalizm koşullarında ve demokratizm çerçevesinde, ulusal sorunun eşitlik ve özgürlük temelinde çözülebildiğini ve şimdi de -tekelci egemenlik ve burjuvazinin gericileşmesi nedeniyle- sosyalizmi hedef alan demokrasi ve ulusal bağımsızlık mücadelesinin yan ürünü olarak, benzer bizimde çözülebileceğini ortaya koymaktadır. Bu örnek göstermektedir ki, ulusları ve dilleri baskı altında tutmak, ülkenin geleceği bakımından hiç de gerekli değildir ve o, çok korkulan bölünmeye hiç de neden olmamaktadır. Üstelik eşitlik ve özgürlüğün, ayrılma hakkının, hak eşitliğinin tanınması, en sağlam gönüllü birliğe götürmüştür. Bu nedenle, İsviçre örneği, Marksizm’in, çok uluslu bir ülkede, nesnel ve beyinlerdeki ulusal çitleri, önyargı ve kaygıları aşmanın, ulusal kaygı ve çekişmeleri gidermenin ve ulusal kayıtsızlığı yerleştirerek ulusallığı sorun olmaktan çıkarmanın, birlikte kardeşçe yaşamanın en sağlam, öyleyse zora dayanmayan ama gönüllü birliğin tek yolunun; ayrılma hakkı dâhil, tüm ulusal hakların, konumuz açısından, dil eşitliği ve özgürlüğünün tanınması olduğuna dair tezinin bir doğrulanmasıdır.
Ulusal sorununun, devlet kurma hakkı açısından hiçbir ulusun ayrıcalık sahibi olmadığının tesliminin yanı sıra, dil sorunu açısından da, resmi dil ya da devlet dili olarak hiçbir dile ayrıcalık tanınmaması ve tam hak eşitliği ve özgürlüğün kabulüne dayanan, mali sermaye egemenliğinin bugünkü koşullarında, ancak sınıf mücadelesinin bir yan ürünü olarak elde edilebilecek kapitalizm çerçevesindeki çözümünün İsviçre örneği; hem olanaklı ve hem de geçerli tek çözüm olarak şöyledir: İsviçre, kendi parlamento ve hükümetlerine sahip çeşitli ulusların, oluşturdukları kantonlar yoluyla sâğladıkları gönüllü birliğin örgütlenmesidir ve ne ayrı parlamentolarla kantonların varlığından ne de ayrı dillerin resmen tanınmış olmasından İsviçre en küçük bir zarar görmüştür. İsviçre, bu nedenle bölünüp parçalanmadığı gibi, tersine, sağladığı yarar büyüktür. Bu ülkede tek bir ortak dil, bir resmi dil yoktur, ama üç resmi dil vardır ve bu da, bir bölünme nedeni olmamış ve tersine İsviçre’yi birleştirip bütünleştirmiştir. Bu ülkede nüfusun yaklaşık yüzde 70’i Alman, yüzde 22’si Fransız ve sadece yüzde 7’si İtalyan’dır. Ulusal sorunun bu çözüm örneğinde, halkın hiçbir bölümü, hiçbir hakkı bakımından yok sayılmadığı gibi, “küçüktür-büyüktür” gibi kaygılarla haklarının “boyu” da ölçülmemiş ve her ulustan halka eşit haklar tanınmıştır. “Eğer İsviçre İtalyanları, ortak parlamentoda sık sık Fransızca konuşuyorlarsa, onlar bunu, herhangi bir barbarca polis yasasının zoruyla yapmamaktadırlar (İsviçre’de böyle yasalar yoktur); Fransızca konuşmaları, yalnızca demokratik bir devletin uygar yurttaşlarının, kendiliklerinden, çoğunluğun anladığı dilde konuşmayı yeğ tutmalarından ötürüdür. Fransız dili, İtalyanlara karşı kin telkin etmez; çünkü bu dil, polis önlemleriyle zorla kabul ettirilmeyen, özgür ve uygar bir ulusun dilidir.” diye yazan Lenin, ardından, Rus milliyetçiliği yaparak Çarlığın tek resmi dil dayatmasını ve bunun için polis önlemlerini savunan liberallere soruyor: “O halde çok daha dağınık olan ve son derece geri olan ‘büyük’ Rusya, dillerinden biri için ayrıcalıklı bir durum yaratarak niçin gelişmesini frenlesin? Bunun tam tersini yapmak doğru davranış değil midir bay liberaller? Eğer Rusya, Avrupa ‘ya yetişmek istiyorsa, hangileri olursa olsun, bütün ayrıcalıkları, bir an önce, tam olarak ve en enerjik biçimde ortadan kaldırmak gerekmez mi?”(8)
Hiç kimse, Lenin’in liberallere yönelttiği soruları, sadece Rusya ile ilgili sorular olarak anlamayacaktır. Evet, bu sorular, tüm çok-uluslu devletler açısından geçerlidir”. Özellikle, Avrupa’ya yetişme, Avrupa’ya benzeme propagandasının geçer akçe sayıldığı ülkeler açısından daha da geçerlidir, Frenletici olan, ülkenin tüm iç dinamiklerinin harekete geçirilmesini önleyen, çünkü bu dinamiklerin bazılarını baskı altında tutan, bu baskıdan güç alarak, ezen ulustan halkın, bu ulusun işçi ve emekçilerinin de baskı altında tutuluşunun koşullarını besleyen; ulusal zorbalık ve imtiyazcılıktır. Farklı uluslara farklı davranmanın, öyleyse, ezen ulus burjuvazisinin çıkarlarının örgütlenmesi olarak, bölücü olan da, budur. “Bölücülük” paranoyası bir yana, özgürlüklerin ve hak eşitliğinin zayıflatıcı ve bölücü olmadığının kanıtı; önce İsviçre ve sonra, Lenin’in kurduğu ve tüm ulusların tam hak eşitliği üzerinde ulusal kardeşliğin sımsıkı örgütlenmiş olduğu, hiç kimsenin ulusal çekişme ve çatışmalar yüzünden bölünerek dağıldığını iddia edemeyeceği Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’dir.

DİLİN GELECEĞİ
Peki, ulusal sorun ve dil sorununda zora dayalı tüm uygulamaların, bütün ayrıcalıkların uzlaşmaz düşmanı olan ve tüm ulusal dillerin, sadece eğitim ve öğretim dili değil, ama öğrenim dili olmasının (“ulusal okul” değil) yanında, resmi dil olarak da benimsenmesini, dolayısıyla geliştirilmek için elden gelenin yapılmasını, bunun çok uluslu ülke için gerekli ve zenginleştirici olacağını savunan Marksistlerin, dillerin geleceğine ilişkin yaklaşımı nedir?
Marksistler, ezilenlerin talepleriyle ilgili başka her konuda olduğu gibi, dil konusunda, zora ve imtiyazlara karşıdırlar. Ama nesnel tarihsel gelişmenin kendiliğinden belirli dilleri eritip sönümlendirmesine karşı değillerdir. Tersine uzak bir gelecekte insan dilinin tekleşmeye gideceğini öngörürler. Bu eğilim, belirli dillerin, dayanakları gelişkin bazı başkaları içinde erimeye başlamış olmasında, bugünden yaşanmaktadır da.
Kuşku yok ki, kapitalizm tarafından teşvik edilen uluslar arasındaki gelişme farkları; teknoloji ve bilim vb. de içinde olmak üzere, genel olarak üretici güçlerin ve kapitalizmin gelişmesi bakımından, şirketler ve sektörler kadar, bölge, ulus ve ülkeler arasındaki eşitsizliği öngören kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının işleyişine bağlı olarak büyümektedir. Sıçramalı gelişim, aynı yasanın bir diğer yönü olsa bile, özellikle ezilen bağımlı uluslar açısından bu fark giderek olumsuz yönde açılacaktır. Son yüzyılda yaşanan budur. Almanya belki ABD’yi yakalayıp geçebilecektir ya da bu, belki Çin’e nasip olacaktır, ama Türkiye ya da örneğin Nijerya veya herhangi bir Arap ülkesi ve uluslarının bu şansı olmadığı ortadadır. Tarihin bu akışını saptamak gerekiyor. Bunda bir olumsuzluk var mıdır? Zor ve baskıdan arındırıldığında, yoktur. Mutlaka kaçınılmazlıkla gündemde olan zordan arındırıldığında, geriye, iktisadın katı zorunlulukları kalır. Kapitalizmin iktisadi gelişmesi ve sonuçları kalır. Ulusu ve ulusal dilleri var eden bu iktisadi zorunluluğun, kapitalizmin gelişmesi sürecinde, ulusal dil ve lehçelerin ve hatta dilleriyle birlikte bir dizi ulusların güçlüler lehine zayıflamaları ve giderek sönmeleri doğrultusunda etkide bulunması kaçınılmazdır ve bunda hiçbir sakınca yoktur; yeter ki, ulusal zorbalığa dayanmış olmasın. Marksistler iktisadi zorunluluğun dayattıklarına karşı çıkıp “akıntıya karşı kürek çekecek” kadar aptal olmadıkları gibi, her ne olursa olsun ulus ve her şeye rağmen ulusal çıkarlar peşinde olan milliyetçiler değillerdir; üstelik tüm iktisadi zorunlulukların, yok etmek bir yana, geleceği ”avucunun içine” bırakmakta olduğu sınıfın, proletaryanın sözcüleridirler. Sadece iktisadi nedenlerle, siyasal zora dayanmadan, ama kapitalist gelişmenin doğal ürünü olarak, bazı uluslar ve diller diğer bazılarınca asimilasyona uğratıldığında, sızlanmaya gerek duymazlar. Karşı çıktıkları ve her koşulda karşı çıkacakları, asimilasyon politikası, yani asimilasyonunun zora dayalı olarak gerçekleştirilmesidir. Bunun ötesinde, sorun yoktur, ötesi, tarihsel zorunluluklar alanına girer.
Gözlerimizin önünde, örneğin Türk işçileri emekgüçlerini kiralamaya gittikleri Almanya’da Almanlaşmıyorlar mı? İkinci ve belki üçüncü nesillere kadar belki hâlâ Türklüklerini hatırlıyorlar ama ya dördüncü nesil? Ya beşincisi? Üstelik daha ikinci nesilden itibaren anadillerinin Almanca mı yoksa Türkçe mi olduğu tartışmalı hale gelmiyor mu? Üçüncü neslin anadilinin artık Almanca sayılması gerektiği ortada değil mi? Ve burada, salt iktisadi etkenin rolünü oynayışı dışında, zor hiçbir biçimde sahneye çıkmamaktadır. Ya da Diyarbakır veya Batman’dan İstanbul veya İzmir’e fabrika tezgâhı başına çalışmaya gelen Kürtlerin, önce Kürtçelerini unutup giderek kaybetmeye ve üç-beş nesil sonra belki kendilerini Türk saymaya başlamalarında, proletaryanın bakış açısından, ne gibi bir sakınca olabilir? Bunda, tıpkı, tarihsel gelişme bakımından istisnai durum kategorisine dâhil edilmesi gerekse de, Diyarbakır’ın bir köyüne yerleşmeye giden Abdülhamit “sürgünleri” Türk ya da Çerkezlerin, giderek Kürtleşmelerinde bir sakınca olmaması gibi, hiç sakınca yoktur. Söylendiği gibi, yeter ki asimilasyon, zora dayalı olmasın ve bir politika olarak yürütülmesin. Marksistlerin, dillerin ve ulusların erimelerine ilişkin, bundan başka sakıncalı görecekleri bir şey yoktur.
Bu gelişme kaçınılmazdır. Ama emperyalist kapitalizm koşullarında, dünya ölçeğinde tek dile varılamayacağı da ayrı bir konudur. Gerçi bugün bile, Anglosakson merkezli küresel kapitalizm, sakatlı ve güdük de olsa, gelişen teknoloji ve onun başlıca geliştiricisi tarafından kullanıma sunulan bir “bilgisayar dili”nin, hemen tüm uluslarca benimsenmesinin yolunu açmıştır. Ancak bu, henüz en yoksul dilden de daha yoksul, birkaç yüz sözcüklük bir tür “yapay” dil durumundadır. Ancak bu bile, önemli bir şeydir. Öte yandan, tarih
sahnesine sıkışından bu yana, ulusal ve uluslararası iki eğilimi ile birlikte varolan kapitalizm (Bkz. Kadir Yalçın. Ö.D, sayı: 122, sf. 27), gelişmesi boyunca ve özellikle olgunluk döneminde, evet, ulusal çitlerin aşılmasına, uluslararasında ilişkilerin ve yakınlıkların çoğaltılmasına götürmektedir ve daha şimdiden tek bir uluslararası kapitalist ekonomi ve pazar yaratmıştır. Ancak, bu ekonomi ve pazarlar ve tüm uluslararası ilişkiler, hâlâ birbirleriyle çatışmaya hazır ve iktisaden durmaksızın çatışıp dünyayı paylaşmaya uğraşan emperyalist odaklarca bölünmüş durumdadır. Böyle bir iktisada dayalı “parçalı bütün” olan kapitalizmin, bir “ultra-kapitalizm”e dönüşmesi pratik olarak olanaksız olduğundan, kapitalizm koşullarında tek dile varılması da olanaksızdır.
Tek ortak dil, hatta sosyalizmde, komünizmin ilk aşamasında da olanaksızdır. Bu, bir yandan kalıntılarıyla birlikte kapitalizmin, öyleyse değer yasasının işleyişi ve bölüşümde burjuva hakkının geçerliliğinin sona ermesini, diğer yandan bir ya da birkaç ülkede geçilemeyecek olan komünizmin üst aşamasına varılabilmesi bakımından dünya ölçeğinde kapitalizmin tasfiyesini gerektirir. Bu koşullarda bile tıpkı kol emeğiyle kafa emeği ve kırla kent arasındaki farkların silinmesinin zaman alacak oluşu gibi, dillerin kaynaşması ve tek bir ortak dile ulaşılmasının, bununla birlikte sosyalist ulusların kaynaşmalarının, dolayısıyla sınırlardan sonra, ulusal farklılıklarla birlikte, uluslar ve ulusal dillerin de sönümlenmesinin epey bir zaman alacağı kuşkusuzdur. Ama insanlığın tek bir ortak dile, tüm ulusal dillerin alabildiğine serpilip gelişmelerinin teşvik edilmesi üzerinden, o koşullar oluştukça, en gelişkin dil ya da yakın diller lehine, diğerlerinin sönümlenmeye ve onlar içinde erimeye başlaması yolundan ulaşılacağından kuşku duyulamaz.

Dipnotlar:
1) Doğanın Diyalektiği, sf.218, Sol Yay. Dördüncü Baskı
2) Age. 220
3) Age. 221
4) Age. 122
5) Marksizm ve Dil, Stalin, sf. 35, Evrensel Basım Yayın
6) Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni, Engels, sf. 95, Sol Yay.
7) Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, sf. 15, Sol Yay. 4. Baskı
8) Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Lenin, sf 16 Sol yay 8. Baskı

Dünyanın maddiliği ve gelişiminin yasaları – 2

(Neue Welt’in, 1951 tarihli 24. sayısından Olcay Geridönmez tarafından çevrilmiştir)

Böylece, maddenin temel yasası, onun sürekli hareketi, değişimi ve gelişimidir.
Eski Yunan, dünyayı ya da doğayı kozmos olarak adlandırırdı; bu, onların tasavvurlarına göre kozmosun oluşumundan önce var olan düzensizliğin veya kaosun karşıtı olarak düzen ya da güzellik anlamına geliyor.
Materyalizm ve idealizm arasındaki dünyanın gelişme sürecinin karakterine ilişkin mücadele, felsefe tarihinin bütün akışı boyunca süregelmiştir. İdealist kampın temsilcileri, dünyadaki her şeyin amaçlı olduğunu ve dünyanın dışında var olan “yaratıcılar” tarafından konulmuş hedeflere ulaşma çabasında olduğunu öne sürerler.
İdealistlerin aksine materyalistler, doğa görüngüleri ve süreçlerindeki sürekliliğin, gerçekliğin, tekrarlanabilirliğin ve kesinliğin, maddenin ya da doğanın kendisine özgü nesnel yasalara sahip olmasından hareket ederler.
Olağanüstü miktarda olguyu saptayan burjuva çağın doğabilimi, bunları doğru bir biçimde genelleştirecek durumda değildi.
Ne var ki materyalistler, idealistlerin uydurmalarını çürütmemezlik etmediler. Evrenin bir “yaratıcısına dair yobaz masalı reddettiler; dünyayı ve dünyada olup biten tüm değişimleri maddenin, doğanın kendi özelliklerinden hareketle açıklamayı kendilerine görev edindiler. Fakat gelişimi tanımayan, eski ve yeni arasındaki mücadeleyi kavrayamayan ve maddenin, gelişiminin her yeni aşamasında yeni nitelikler kazanmasını açıklayamayan eski materyalizm, idealizmin sözde bilimsel iddialarını sonuna kadar tutarlılıkla teşhir edebilecek durumda değildi. Onun için yaşam ya da organizmalar gibi doğa görüngüleri, maddenin, atomların ve moleküllerin temel parçacıklarının basit mekanik hareketlerinin karmaşık birleşimlerini ifade ediyordu. Bu karmaşık birleşimlerin oluşumunu ise salt rastlantıya bağlıyordu. Bilimsel olmayan tasavvurlara ısrarla sarılan günümüz metafizikçileri de, yaşam görüngülerinde rastlantının egemen olduğu görüşünü korumaktadırlar. Yaşamın ortaya çıkmasına yol açan ilk albümin molekülünün rastlantısal kökenine, kalıtımın vb. değişiminin rastlantısal karakterine ilişkin görüşler işte bu türdendir. Doğa yasalarını reddederek bilimi, rastlantılardan meydana gelen bir kaos haline getiriyorlardı. İlk olarak diyalektik materyalizm, basitten karmaşığa geçişin ve yeni niteliklerin ortaya çıkışının, herhangi bazı belirsiz rastlantıların bir sonucu olmadığını, tersine maddenin kendisine özgü iç yasalarının zorunlu bir sonucu olduğunu kanıtlayabildi.
Metafizik, toplumsal yaşamın görüngülerinin açıklanmasının önünde de bir engeldi. İdealist felsefenin egemenliği boyunca, toplumsal görüngülerin açıklanması, olgu ve olayların düzensiz bir karmaşası olarak görünüyordu. Bütün açıklamalar, toplumsal görüngüleri, yasa koyucuların bilge ya da tersine akıl dışı uygulamalarına, toplumu aşan ve sözüm ona bilinçsiz kitleleri peşlerinden sürükleyen “eleştirel düşünen” kişiliklerin eylemlerine dayandırılıyordu. Marksizm, bu idealist ve metafizik görüşlere ölümcül darbeyi vurdu. Diyalektik materyalizmin çıkışıyla, ilkelerinin toplumsal yaşama yayılmasıyla, tarihsel materyalizmin temellendirilmesiyle birlikte toplumsal sürecin yasaları açığa çıkarıldı.
Kapitalizmde, üretim anarşisi koşullarında, aşırı üretim, krizler ve işsizlik “yasalara uygun”, yani kapitalizmin doğasının, kapitalistlerin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetinin bir sonucu olan kaçınılmaz görüngüleridir.
Sosyalizmin ülkesinde, daha yüksek emek biçimlerinin, sosyalist yarışmanın, Stahanov hareketinin ortaya çıkışı, sosyalist düzenin doğasının bir gereğidir. Sosyalizmin doğuşuyla birlikte toplumsal gelişmenin yeni yasaları da doğmaktadır. Halk ekonomisinin tamamının planlı yönetimi, sosyalizmin bir yasasıdır.
Sürekli keskinleşen sınıf mücadelesi kapitalizm için karakteristiktir.
“Karşıt sınıfların tasfiye edildiği Sovyet toplumumuzda”, diyor A, A. Jidanov, “eski ile yeni arasındaki mücadele, bunun sonucunda da kapitalizmde olduğu gibi karşıt sınıfların mücadeleleri ve felaketler biçiminde değil, tersine gelişmemizin gerçek itici gücü, partinin elindeki devasa araç olan eleştiri ve özeleştiri biçiminde, düşükten yükseğe gelişme biçiminde gerçekleşmektedir. Bu, hareketin mutlak olarak yeni bir biçimi, gelişmenin yeni bir tipi, yeni bir diyalektik yasadır. “(1)
Doğanın ve toplumun nesnel yasalarının benimsenmesiyle, dış dünyanın benimsenmesi arasında kopmaz bir bağ vardır.
Öznel idealistlerin öğretilerine göre, gözlenebilen yasalar, yalnızca insanların illüzyonlarıdır; yalnızca, yasaları ve yasalılığı bizzat yaratan, sonra da doğaya ve topluma uyarlayan insan zihninin ya da bilincinin bir sonucudur.
Kant’a göre yasalar, insan aklının apriori, yani deneyimden bağımsız kategorileridirler. Onun idealist görüşüne göre, insan doğanın nesnel yasalarını bulmaz, tersine bu yasaları doğaya dikte eder.
Lenin’in teşhir ettiği öznel-idealist ya da (adını Alman filozofu Mach’tan alan) Mach’çı felsefe de, doğanın nesnel yasalılığını reddeder ve, ya Kant’a ya da onun önceli Hume’a yaklaşır. Hume, yasaldık düşüncesini yalnızca, tekrar eden görüngülerin gözlenmesiyle oluşan alışkanlığın bir sonucu olarak tanımlamıştır. Hume, görüngüler adı altında yalnızca insanın duyularının toplamını anladığı için onun felsefesi öznel idealizmin felsefesidir. Nesnel yasalılığın ve doğadaki gelişimin zorunluluğun reddinin, materyalizm görüşünün karşıtı, felsefi terminolojiyle maskelenmiş darkafalı düşünce biçiminden başka bir şey olmadı kolayca anlaşılır.
“Doğanın nesnel yasalılığının ve bu yasalılığın insan kafasındaki yaklaşık olarak doğru bir yansıması materyalizmdir” der Lenin.(2)
Bu, doğanın nesnel yasalılığın benimsenmesiyle, dış dünyanın gerçekliğinin benimsenmesi arasında kopmaz bir bağın bulunduğu anlamına gelir.
Doğa ve toplum arasındaki yasalı bağların bir biçimi nedenselliktir. Yani, değişik hareketler arasındaki, birinin ötekini yarattığı, bir bağdır bu.
Büyük, gözleme müsait cisimlerin hareketi söz konusu olduğu durumlarda, bu nedensellik ilişkisini doğrudan saptıyoruz.
Yük dolu bir arabanın hareketinin nedeni, atın kas gücüdür; bir trenin hareketinin nedeni, lokomotif kazanının ateşlenmesiyle ısı enerjisinin mekanik enerjiye, buharın germe kuvvetine dönüşmesi ve bu enerjinin lokomotifin dönen tekerleklerinin mekanik enerjisine nakledilmesidir.
Karmaşık görüngülerde, hareketin nedenini kolayca saptamak mümkün olmaz ve önce derinlemesine araştırmaların yapılmasını gerektirir.
İnsan organizmasının çalışma yeteneğinin ve genel olarak yaşamının nedeni, besin maddelerinin alınışıdır. Bunların kimyasal enerjisi, fizyolojik süreçlerin enerjisine, özelde de insan organizmasının kaslarının enerjisine dönüştürülür.
İdealist felsefe bakış açısıyla açıklanamayan toplumsal görüngüler arasındaki nedensellik ilişkisi, Marx ve Engels’in tarihsel materyalizm bakış açısıyla tam ve ayrıntılı bir açıklamaya kavuşmuştur.
Ne doğada, ne de toplumda nedeni olmayan bir görüngü vardır, olması da mümkün değildir. Bu tür görüngülerin varlığını kabul etmek mucizeleri ve dini mistiği benimsemek anlamına gelir.
Bu nedenle Miçurin biyolojisi, idealist Weisman ve Morgan biyolojisine karşı mücadelede şu tezi vurgulamış ve savunmuştur: Bilim, rastlantıların düşmanıdır.
Nedensellik sorununda yanlış, mekanist, metafizik bir konum alanlardan eski materyalizm ve ardılları olmuştur; yani, kaba materyalistler ve mekanistler.
Onlar, tüm nedensellik ilişkilerini mekanik nedenlere, doğa cisimleri veya atomların son, sözüm ona bölünemez temel parçacıkları arasındaki karşılıklı etkileşimine dayandırıyorlardı.
Çevremizin bilgisini edinirken, görüngülerin dışının bilgisinden bunların içyapılarının derinliklerinin bilgisine geçtiğimizde, gerçekte, görüngülerin yasalarını ortaya çıkarma olanağını elde ederiz. Yasalılık gibi yasa da, nesnel evrenin görüngüleri arasındaki zorunlu, nesnel, bilinçten bağımsız ilişkilerini ifadelendirir.
Yasa, bir görüngüdeki esasın açığa çıkarılmasıdır, nesnel yasalılığın suretidir.
Metafiziğin aksine diyalektik materyalizm yasaları, mutlak olarak değişmez şeyler arasındaki kalıcı ve değişmez ilişkiler olarak değil; tersine, şeylerin kendisindeki değişikliklere göre, maddenin kendi gelişim sürecinde gerçekleşen bir aşamadan farklı, daha yüksek bir aşamaya geçişe göre değişen tarihsel bağıntılar olarak görür.
Metafizikçiler tarafından ebedi oldukları ilan edilen bütün doğa yasaları, gerçekte tarihsel yasalardır. Gezegenimiz için geçerli olan fiziksel ve kimyasal yasalar, bir basıncın ya da bir ısının hâkim olduğu gökcisimlerinin yüzeyinde veya içinde, dünyadakinden ciddi farklar gösteren önemli değişikliklere uğramaktadırlar.
Toplumsal yasaların tarihsel karakteri kendini daha da plastik olarak gösterir. Çünkü toplumsal ilişkilerdeki değişiklikler ve toplumun bir toplumsal-ekonomik sistemden başka birine geçişi, doğadaki jeolojik ya da biyolojik değişikliklerle karşılaştırılamayacak kadar hızlı gerçekleşmektedir.
Bu nedenle toplum bilimi tarihsel materyalizm, verili bir toplumsal-ekonomik sistem için geçerli olan yasaların araştırılmasını talep eder ve soyut toplum kavramıyla hareket eden burjuva sosyolojisinin metafiziğini reddeder.
Günümüz burjuva idealist felsefe, değişik “okul” ve “minyatür okulları” şahsında, doğanın ve toplumun nesnel gelişme yasalarının varlığını kesin olarak reddeder.
Diyalektik materyalizm, etkilerini emekçi kitlelerin çıkarı doğrultusunda yönlendirme hedefiyle doğanın ve toplumun yasalarını anlama olanağını yalnızca tanımakla kalmaz pratikte de kanıtlar.
Toplumsal gelişme yasalarının bilgisi, büyük Sovyet ülkesinin ve bütün dünyanın emekçilerini, kapitalizm düzeninin, baskı ve sömürü düzeninin, tarihsel gelişimin tüm seyrinin ışığında yok olmaya mahkûm olduğunun ve bu düzenin yerine sınıfsız, komünist toplum düzeninin geçeceğinin sarsılmaz güveniyle silahlandırır.
Doğanın, toplumun ve düşüncenin gelişiminin temel yasaları, Stalin’in klasik felsefeyi incelediği “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm Üzerine” adlı çalışmasında formüle edilmiştir. Bunlar, doğanın ve toplumun bütün görüngülerinin -hareket, değişim ve gelişim- genel ilişkisi ve karşılıklı koşullanmışlığıdır; yavaş niceliksel gelişmelerden temel, niteliksel değişimlere geçiş ve her gelişimin itici gücü olan karşıtların mücadelesidir.
Bütün dünyanın maddi birliği; kimyasal elementlerin birbirlerine dönüşme yeteneği; ısı, ışık ve elektromanyetik enerjinin sonsuz alışverişi; tüm evreni kucaklayan ve yeryüzüyle gökyüzüne ait tüm   cisimleri, yalnızca bizim yıldızlar kümesini -saman yolunu- değil, aynı zamanda da ölçülemez uzaklıktaki yıldız kümelerini birbirlerine bağlayan çekim; inorganik dünyadaki bütün nesne ve olayların karşılıklı ilişkisini ve karşılıklı koşullanmışlığını peşinen içermektedir.
Gezegenimizin inorganik cismi, organik dünyanın üzerinde geliştiği temeli oluşturmaktadır. Yüzeyi, nehirler, denizler, okyanuslar ve atmosferin en alt katmanları sonsuz çeşitlilikteki canlı organizmalara ev sahipliği eder. Organik ile inorganik dünya arasında kopmaz bir bağ vardır. Bir metafizikçi bile, bitkilerin inorganik dünyaya bağımlı olduğu gerçeğini reddedemezler. Çünkü bitkiler, havadan ve topraktan aldığı mineral maddelerle beslenirler ve bunları, güneş ışığının etkisiyle yeşil yapraklarında organik maddelere dönüştürürler. Ancak metafizikçi, organizma ve yaşam koşullarının bitliğini reddeder.
Rus toprak bilimcilerinin, özellikle de Sovyet toprak araştırmasının son derece parlak bir temsilcisi V.R. Vilyams’ın detaylarına kadar ulaştığı toprağın oluşum süreci, organik dünya ile inorganik dünya arasındaki karşılıklı ilişki için çarpıcı bir örnektir. Vilyams, toprağın, canlı ve adlandırılageldiği gibi “canlı olmayan” arasında ilginç, aktif bir karşılıklı etkileşim süreci sergilediğini öğretir. Toprağa ilişkin bu yeni öğreti Miçurin’in agrobiyolojisine temel olmuştur.
Organik ve inorganik dünya arasındaki daha derinlemesine ilişki sorunu gündeme geldiği yerde metafizik ve idealizm, bilimi çıkmaza sokmuştur. Örneğin, jeoloji ve paleontolojinin kanıtladığı gibi günümüzden milyonlarca yıl önce yeryüzünde ortaya çıkan organik dünyanın oluşumu sorununda.
Yaşamın ortaya çıkışı sorusuna yanıt vermek için idealizm, ya mistik “yaşam gücü” kavramına başvurur ya da canlı maddenin ebedi olduğunu ve mikroskobik boyutlardaki küçük tohumlar halinde gezegenimize ulaştığını söyler.
Bilim çoktan, aslında dünyada yaşamın oluşumuna bir yanıt vermekten kaçınmayı ifade eden bu tür hipotezlerin desteksizliğini kanıtlamıştır. Yaşamın ebediliği ya da yaşam taşıyıcısının -albüminin- ebediliği hipotezi, canlı albüminin özellikleriyle kesin olarak çelişmektedir. Canlı albümin, en hareketli organik kimyasal bileşkelerden biridir ve tam da bu özelliği, onun çevreyle sahip olduğu ve kesintisiz özümsemede ifadesini bulan çok çeşitlilikteki ilişkilerini koşullar.
İdealizm ve metafizik materyalizm için çözümsüz kalmış yaşamın oluşumu sorunu, diyalektik materyalizm tarafından çözülmektedir. Engels’in yarattığı temel üzerinde, Akademi üyesi A. İ. Oparin’in teorisinin de aralarında olduğu, yaşamın oluşumuna dair doğabilimsel teoriler geliştirilmiştir.
Oparin’in teorisine göre, inorganik maddelerin karşılıklı ilişkisi ve karşılıklı koşullanması, hep daha karmaşık kimyasal bileşimlerin oluşmasına yol açmaktadır. Karbon, nitrojen, hidrojen ve oksijenden oluşan basit inorganik bileşimlerden, organik bileşimler meydana gelmektedir. Bu, inorganik maddenin gelişiminde niteliksel bir sıçramaydı. Organik maddeler yeni özellikler geliştiriyordu. Bunların en önemlisi, görece az sayıdaki kimyasal elementlerin bileşimlerini çoğaltarak olağanüstü yüksek çeşitlilikte organik bileşimler meydana getirmesiydi. En basit organik maddelerin gelişimi, en karmaşık organik bileşimin, albüminin oluşumuna vardığı zaman, maddenin gelişiminde yeni niteliksel bir sıçrama gerçekleşti. İlk oluşan albüminin niteliksel özelliği, kesintisiz olarak ayrışmakta olan maddesini, gereksindiği maddeleri, etrafındaki ortamdan alarak veya asimile ederek kesintisiz olarak tedarik etme yeteneğinden oluşuyordu. Albümin molekülünün kesintisiz ayrışma ve kesintisiz yeniden yapılanma yeteneği ise, karmaşık Mir görüngüler kompleksinin oluşmasının en önemli koşuluydu. Bu görüngüler toplamı ise yaşam fenomenini oluşturmaktadır. Yaşam, diyor Engels, albüminin varolma biçimidir, çevreyle beslenme ve dışarı atma yoluyla kurulan kesintisiz özümleme, maddenin kendi kendine hareketinin yeni bir biçimidir.
Bütün yaşam süreçleri en basit biçimiyle -beslenme, büyüme, çoğalma, uyarılganlık-, sadece albümin topakçıklarından -protoplazma- oluşan ve biçimlerindeki değişkenliğe karşın şimdiden karmaşık bir bünyeye sahip olan en basit yapıların mikroskobik analizinin bulunmasıyla gözleme açık hale geldi.
Sovyet biyologların elde ettikleri bulgular, özellikle de Sovyet kadın biyolog O. B. Lepeşinskaya’nın hücrelerden oluşmayan canlı bir maddenin varlığını kanıtlaması, yaşam sürecinin ve canlı maddenin gelişim yasalarının anlaşılmasında devasa bir önem taşımaktadır. Burjuva âlimi Virhov’un bir hücrenin yalnızca bir hücreden oluşabileceğine dair dogmatik, metafizik tezinin aksine, hayvansal ve bitkisel hücrelerin, hücreler yolu dışında da ve de hücrelerden oluşmayan canlı maddeden ortaya çıkabilecekleri kanıtlandı. Böylece, hayatın oluşumu sorununun çözümüne doğru; cansız organik maddelerden, yani cansız albüminden, hayvansal albüminin daha yüksek biçimlerine gerçekleşen sıçramanın anlaşılmasına doğru büyük bir adım atılmış oldu.
Canlı organizmaların gelişimini koşullayan ve bitki ve hayvan türlerinin o inanılmaz çeşitliliğini yaratan temel yasa, organizmanın ve onun yaşam koşullarının birliğidir. Buradan çıkan sonuç, organizmaların içinde bulundukları ortama uyum sağlamaları sonucu özümleme süreci sırasında organizmaların kendilerinde, bu uyum sağlamanın neden olduğu, değişimlerin gerçekleşmesidir. Ayrıca buradan, organizmanın tarihsel gelişimi sırasındaki yaşam koşullarına asimilasyonu tarafından belirlenen kalıtıma ilişkin bilimsel görüş çıkmaktadır. Bu özellikler -kalıtım ve onun değişkenliği-, karşılıklı etkileşimi, bu birbirlerine karşıt eğilimlerin mücadelesi; organizmaların gelişiminin, yeni biçimlerin oluşumunun, sürekli daha üst aşamalara geçişlerinin esas nedenidir. Bunlar, daha gelişmiş hayvanların ortaya çıkmasının kaynağıdır.
Darvinciliğin ortaya çıkışından ve Darvinciliğin, Miçurin ve Lissenko tarafından yaratıcı bir biçimde daha da geliştirilmesinden sonra, biyolojide, gizemli “erekçiliğe” ya da idealizmin herhangi başka bir masalına yer kalmamıştır.
Darvincilik, diyalektik materyalizmin doğabilimsel temeli haline geldi.
Ancak bu durum, gerici burjuva ideologların Darvinciliğe karşı şiddetli bir mücadele açmalarına da neden oldu. Darvincilik karşıtlarına karşı mücadeleye, Rus materyalist biyologları, özellikle de üstün bir düşünür olan K. A. Timiryasev büyük hizmet vermişlerdir.
Darvincilik karşıtlığının özel bir biçimi, aldatıcı “Yeni Darvincilik” bayrağı altında sahneye çıkan Weisman-Mendel-Morgan’ın idealist okuludur.
Darvinciliğin başarılarını reddetme durumunda olmayan bu okul, sözde ölümsüz ve asla yeniden oluşmayan, sözüm ona söz konusu organizmanın içinde bulunduğu maddi ortamın etkisinden bağımsız olan “kalıtım kütlesi”ne ilişkin baştan aşağı idealist, mistik öğretisini ortaya atarak Darvinciliği tahrif etti.
Bu idealist ve mistik öğreti, asıl olarak doğadaki gelişimi reddediyor ve mistik “kalıtım Kütlesi””ndeki değişiklikleri rastlantılara bağladığı gibi anlaşılmaya müsait olmadığını da öne sürüyordu.
Bu bilim dışı, verimsiz ve pratik için zararlı aldatmaca öğreti, diyalektik materyalizmin doğru bakış açısına sahip Sovyet biyologları tarafından çürütüldü. Bunların başında, üstün Rus biyologu, doğa yenilikçisi ve dönüştürücüsü İ. V. Miçurin’in öğrencisi T. D. Lissenko bulunuyordu.
Biyolojide Sovyetler Birliği Komünist Partisi ve bizzat Stalin önderliğinde kazanılan Miçurin çizgisinin, Weisman-Morgancılığın idealist metafiziği karşısındaki zaferi, diyalektik materyalizmin zaferidir.
Maddi dünyanın gelişimindeki yeni bir niteliksel sıçrama, hayvanlar âleminin geliştire-geldiği daha gelişkin insansı maymunlardan, ilk kez iş aletleri kullanan ve yapan insanın ortaya çıkışıyla gerçekleşti.
İnsanın ve insan toplumunun ortaya çıkışıyla birlikte, maddi malların üretimi, onun varlığının maddi temeli haline gelmiştir. İnsan toplumunun gelişiminin açıklanmasına temel olan yeni bir yasa oluşmaktadır.
Toplumsal gelişmenin yasaları, Marx ve Engels’in toplum öğretisi olan, Lenin ve Stalin tarafından geliştirilen ve zenginleştirilen tarihsel materyalizmde saptanır.

***
Doğa bilimi 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında, eski mekanik doğa anlayışını çürüten ve doğabilimsel dünya görüşünde bir devrimin yolunu döşeyen bir dizi yeni bulguların sebep olduğu sıradışı bir fırtınalı gelişme dönemine girer.
Dünyanın bilimsel anlaşılmasında kaydedilen ilerleme, atomun bölünemezliğine, kütlenin değişmezliğine vb. ilişkin eskimiş kavramların yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kıldı. Başka bir deyişle, bu ilerleme, materyalizmin eski biçiminin terk edilmesini ve mekanik materyalizm yerine diyalektik materyalizmin geçmesini talep ediyordu. Engels, materyalizmin, her çağ açıcı bulguyla birlikte kaçınılmaz olarak biçim değiştirmek zorunda olduğunu öğretti.
Bu biçim değişikliği, doğabiliminin doğa gelişimcisi materyalistlerini, kimyasal elementlerin değişmezliği, atomun bölünemezliği ve parçalanamazlığı ve kütlenin devamlılığına ilişkin eski mekanik görüşlere sırtlarını dönmesini sağlaması gerekiyordu.
Ancak, bu insanların bilimsel çalışmalarını sürdürdükleri sosyo-politik ortamın tamamı, “onları, Marx ve Engels’ten uzaklaştırıp yavan, resmi felsefenin kucağına atmaktadır: “(3)
Doğa bilimcilerinin, mekanik ve metafizik materyalizmden diyalektik materyalizme giden yolu bulmada gösterdikleri yeteneksizlik, aynı zamanda onların idealist yalpalamalarının da kaynağıdır.
Doğa bilimcilerinin bir kısmı, fiziğin eski temel ilkelerinin çürütülmesinin, sözüm ona bu ilkelerin öznel karakterini tanıtladığı argümanını öne sürdüler. Fizik kavramlarının, doğadan çıkarılmadığı, bilinçten bağımsız olarak var olan maddi şeylerin ve onların nesnel ilişkilerinin birer sureti olmadıkları sonucuna vardılar.
Bütün bu argümanları incelerken Lenin, felsefi açıdan “modern fiziğin krizinin özünün”, bilincimizin dışında var olan nesnel gerçekliğin reddinde, “yani idealizm ve bilinmezciliğin, materyalizmin yerini almasında yattığı” sonucuna vardı. ‘Madde kayboldu’: Bu krizin yarattığı temel ve..tipik güçlük işte böyle ifade edilebilir.”(4)
Lenin, bu krizin sınıfsal kökeninin ayrıntılı bir açıklamasını veriyordu ve aynı zamanda teorik fizikteki krizin çözümünün anahtarı olan felsefi madde kavramının dahiyane tanımını yapıyordu. Bu tanım, felsefi madde kavramını ortadan kaldırarak materyalizmin “hakkından gelmek” ve doğa bilimlerini idealizme çekmek niyetinde olan “fizikçi idealistleri” bir hamlede teşhir etmeyi olanaklı kıldı.
Lenin, madde kavramının “eskimiş” olduğunu söyleyen Machçıların iddialarını, çocuksu bir geveleme olarak tanımlamıştır, Lenin, iki bin yıldır felsefede materyalizm ve idealizm arasındaki mücadele nasıl eskimediyse bu kavramın da eskiyemeyeceğini söylemiştir.
Fizikçilerin maddenin yapısı hakkındaki düşünceleri konusunda durum farklıdır. Düşünceleri, bilimin ileriye attığı her gün, her adımla birlikte değişmektedir.
Fizikçiler, “Madde kayboluyor” diyorsa, bu, Lenin’in de dediği gibi ”maddenin, bu sınırının kaybolması ve bilgimizin daha derinlere nüfuz etmesi demektir; maddenin (içine nüfuz edilememe, süredurum, kütle gibi) bize daha önce mutlak değişmez, en ilk gibi görünen özellikleri kayboluyor ve şimdi artık bu özellikler göreli, maddenin ancak belli durumlarına özgü bir şey olarak kabul ediliyor demektir. Çünkü maddenin biricik ‘özelliği’, ki felsefi materyalizm onun tanınmasına bağlıdır, nesnel bir gerçeklik olması, zihnimizin dışında var olması özelliğidir.”(5)
Diyalektik materyalizm, bilimin konusunun sonsuz olduğunu, doğanın tükenmez olduğunu, büyükte de küçükte de, bütün parçalarında doğanın başlangıçsız ve sonsuz olduğunu öğretir.
Ancak ve ancak diyalektik materyalizm bakış açısından hareketle, fizikçileri, diyalektiğin maddenin sonsuz bir hareket, değişim ve gelişim sürecinde bulunduğu tezine doğrudan yaklaştıran yeni bulguları doğru anlamak ve açıklamak mümkündür.
“Yeni fizik”, diyor Lenin, “asıl olarak, fizikçiler diyalektiği bilmedikleri için idealizme sapmıştır.”(6)
Marx ve Engels’in bakış açısıyla, diyor Lenin, yalnızca tek bir şey değişmezdir: Maddenin gelişimi canlı yaratıkların ve insanın oluşumuna yol açtığında, dış dünyanın nesnel varlığı ve gelişimi ve onun insan bilincindeki yansıması. “Şeylerin ‘özü’ ya da ‘töz’ de göreli şeylerdir”, diye açıklar Lenin diyalektik materyalizm öğretisini, “ve bunlar, ancak insanın nesneler hakkındaki bilgisinin derinliğinin ölçüsünü ifade ederler; ve dün, bu bilginin derinliği atomun ötesine gidemezken ve bugün de elektron ve eterin ötesine gidemezken, diyalektik materyalizm, insanın gelişen bilimi ile kazandığı doğa bilgisi içerisindeki bütün bu kilometre taşlarının geçici, göreli, yaklaşık niteliği üzerinde direnmektedir. Elektron, atom kadar bitmez tükenmezdir, doğa sonsuzdur, ama sonsuz olarak vardır ve işte zihnin ve insan algısının dışında doğanın varlığının bu tek kategorik, bu tek koşulsuz tanınmasıdır ki, diyalektik materyalizmi göreci bilinemezcilikten ve idealizmden ayırt eder.”(7)
Lenin’in diyalektik ve metafizik materyalizmi, bu son derece derin ve açık biçimde karşı karşıya koyusu, yeni fiziğin temsilcilerinin materyalizm ile idealizm arasında yalpalamalarının kaynağına güçlü bir ışık tutmaktadır.
Fizikteki yeni bulgular, Lenin’in diyalektik materyalizmin doğa bilimlerindeki kaçınılmaz zaferine ilişkin dâhiyane öngörüsünün parlak bir doğrulanmasıdır.
Yeni fizik, atomların, negatif yüklü elektronun, gezegenlerin güneş etrafındaki hareketine benzer bir şeklide pozitif bir çekirdek etrafında hareket ettiği, elementer elektrik yüklerinden ve nötr parçacıklardan oluşan karmaşık bir sistem olduğunu saptamıştır.
Modem fizik ayrıca, proton ve nötronlardan oluşan atom çekirdeklerinin ve onların etrafında dönen elektronların, maddenin kesinlikle değişmez parçacıklar olmadıklarını, tersine bu parçacıkların, birbirlerine dönüşme yeteneğine sahip olduklarını kanıtlamıştır. Yeni fizik, atomları ve parçacıkları, kendi değişkenlikleri ve gelişimleri açısından, ortaya çıkışlarına ve birbirlerine dönüşme yetenekleri açısından araştırmaya başlamıştır.
Bütün bu yeni bulguların en önemlilerinden biri, kütle ve enerjinin eşdeğerliliğinin saptanmasıydı. Yani, madde ve enerji arasındaki kopmaz bağın saptanmasıydı. Bu diyalektik materyalizmin yeni bir doğrulanmasıydı; hem dünyanın maddi birliği açısından hem de maddi hareket biçimlerinin sonsuz çeşitliliği açısından.
Modern tekniğin atom çekirdeklerini bölerek kaydettiği gelişme, atom çekirdeklerinde saklı bulunan ve yanmanın kimyasal reaksiyonuyla elde ettiğimiz enerjinin milyon katına ulaşan devasa enerji kaynaklarından yararlanma olanağını sağlıyor.
Bugün fiili olarak bu enerjiye sahip olmamız, atomun iç dünyasının bilgisine ulaşılmasının mümkün olmadığını öne süren tüm Machçı uydurmaların pratik çürütülmesidir.
Tüm ilerici, emekçi insanlığın bugünkü görevi, bu enerjiyi yıkım amaçlı kullanma olanağını yağmacı Amerikan emperyalizminin elinden almak ve atom enerjisinin barışçı amaçlar, bütün emekçilerin refah düzeyinin yükseltilmesi doğrultusunda kullanmaya yöneltmektir.
Günümüz teorik fizikte, materyalizm ile idealizm arasında, tıpkı kırk yıl önce, Lenin’in “fizikçi idealizmin” bilimsel dayanıksızlığını teşhir ettiği sırada olduğu gibi uzlaşmaz bir mücadele sürmektedir.
Yeni bulguların açıklanmasında karşılaşılan her güçlüğü, teorik düşüncenin aşılmaz bir engeli haline getirmeye çalışan o dönemdeki Machçılık gibi, bugün de Machçılar tipindeki fizikçiler atomun iç dünyası alanındaki yeni bulguları, hem de bu bulguların gerçekliğinin mantığına rağmen, mikro-kozmosu anlaşılmaz olarak göstermenin bir gerekçesi yapmaya çalışmaktadırlar.
Machçılık, zamanında, atomların gerçekliği sorununda tam bir fiyasko yaşamıştı.
Modern Machçılık, bu nedenle kendilerini uyarlamak ve bilimin atomun dışının deneysel araştırılmasından atomun içinin, atom çekirdeğinin araştırılmasına geçişiyle birlikte karşı karşıya geldiği yeni sorunlara sarılmak zorunda kalmaktadır. Örneğin, atom çekirdeğinin çapının, dolaysız gözlemleyemediğimiz atomun -santimetrenin yüz milyonda biri olarak ifade edilmekte olan- çapının on binde birine denk düşmesi gibi.
Bertran veya Russel gibi en kemikleşmiş Machçı obskürantlar, elektron ve protonun “fiziksel dünyanın bir maddesi olmadıklarını, yalnızca ‘duyumlardan’ birleştirilmiş ‘karmaşık mantıksal konstrüksiyonlar'” olduklarını öne sürmektedirler.
Fizik deneyine dayanmak durumunda olan başka Machçılar, fiziğe gizliden idealizm taşımak için daha kurnazca yöntemlere başvurmaktadırlar. Maddenin özelliklerine ve mikro-kozmosun yasalarına dair eski fizik tasavvurlarını gözden geçirmek gerektiği bahanesiyle, Eddington, Heisenberg, Jordan, Bohr, Dirac gibi modern Machçılar, en basit süreçlerde etkili olmadığı gerekçesiyle nedensellik ilkesini bir kenara atmayı öneriyorlar.
Nedensellik yasasının terki ve onun yerine istatistiki yasalarının (Heisenberg’in elektronun “irade özgürlüğü” teziyle ilişkili olarak) konması, yalnızca bu insanların düşüncelerinin metafizik sınırlılığına ve Machçıların, mikro-kozmosun görüngülerine uygulanırken nedensellik yasasının aldığı biçim değişikliğinin, gerçek süreçler arasında bu ilişki türünün kaybolduğu anlamına gelmediğini anlamaya niyetli olmadıklarına işaret eder. İstatistiki yasalar, dinamik (nedensel) yasalardan kesinkes ayrılmamıştır ve bilimin görevi tam da, bu iki somut yasa biçiminin özelliklerini ortaya çıkarmaktır ki bunlardan ilki ağırlıkla mikro-kozmosun görüngüleri için karakteristiktir, ikincisi ise ağırlıkla makro-kozmosun süreçleri için karakteristiktir.
Dinamik ve istatistik yasaların gerçekliğini ve ilişkisini reddetmek, makro-kozmos ile mikro-kozmosun gerçekliğini ve ilişkisini reddetmek demektir ki bu da açıkça bir saçmalık olur.
Parlak Rus Fizikçisi P. N. Lebedeyev, deneysel olarak saptadığı ışık basıncı görüngüsü, fizikçileri, ışık dalgaları akımının kütleye sahip olduğu sonucuna vardırmıştır. O günden beri, ışık ile maddenin karşı karşıya konulmasına bir son verilmiş bulunuyor. Fizikçi için ışık, hareket eden maddenin biçimlerinden biridir. Rölativite kuramına dayanan enerjinin ve kütlenin eşdeğerliliği ilkesi, Machçıların enerjiyle maddeyi karşı karşıya koymalarının tüm dayanıksızlığını açığa çıkarmıştır.
Bütün bunlar, diyalektik materyalizmin, maddi hareket biçimlerinin tükenmez olduğu ve belirli koşullar altında birinin ötekine dönüşebileceği tezinin doğrulunun yeni bir ispatıdır.
Modern fizikte egemen olan rölativite kuramı, diyalektik materyalizmin, hareket halindeki maddeye ve uzay ile zamanın onun varlığının nesnel biçimi olduğuna dair öğretisinin parlak bir doğrulanmasıydı.
Rölativite kuramı, uzay ve zamanı maddeden bağımsız gerçeklikler olarak gören eski metafizik tasavvurlara karşıt olarak, uzay ve zaman özelliklerinin maddenin durumuna, hareketine ve dağılımına bağlı olduğunu saptamıştır.
Kuantum kuramı, maddenin yapısındaki kesintisizlik ve kesikliliğin diyalektik birliği tezini doğrular.
Geçmişte fizikçiler, doğa gelişimcisi materyalistler idi, günümüz fiziği ise onları, giderek daha etkili bir biçimde materyalist diyalektiğe yaklaşmaya zorluyor.
Kapitalist ülkelerde, burjuva önyargılarla mücadele edebilecek durumda olan yalnızca tek tük bilim adamları bulunmaktadır. Onların en ön safında büyük barış savaşçısı F. Joliot-Curie yer almaktadır ve P. Langevin de aralarında bulunuyordu.
Sovyet ülkesinde, kapitalizmin zincirlerinden kurtulmuş ve diyalektik materyalizm düşüncelerinin ışığında fizik, her alanda başarıdan başarıya koşuyor.
İvanenko, Gaporn, Petrşak vb. Sovyet bilim adamlarının, atom fiziği ve kozmik ışınların yapısı ve özellikleri alanındaki buluşları, mikro-kozmosun yasalarının anlaşılmasında son derece önemli katkılardır.
Muzaffer sosyalizmin ülkesinde bilimin ve kültürün gelişmesi karşısında, burjuva kültürün sürekli ilerleyen çürümesi, Sovyet ideolojisinin burjuva ideolojisine üstünlüğünün anlamlı bir ifadesidir.
Burjuva ideologları, idealist filozoflar ve sözde bilimsel doğa araştırmacıları, istedikleri kadar tantana koparsınlar, Sovyet ülkesinde bilimin gelişmesinin, milyonlar oluşturan emekçi kitlelerin sempatisine ve fiili katılımına dayandığı, Sovyetler Birliği’nde doğanın dönüştürülmesine ilişkin kusursuz planların hayata geçtiği gerçeğini yeryüzünden silemezler.
Stalin’in “Marksizm ve Dilbiliminin Sorunları”(8) incelemesinde verdiği Marksizm’in özet tanımında Marksist-Leninist teorinin tarihsel önemi, yeni bir derinlik ve güçle ifade bulmuştur.
Marksizm, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin, yok olmaya mahkûm kapitalist dünyanın dağılan ideolojisine karşı, kapitalizmin insan bilincindeki kalıntılarına karşı ve büyük, güçlü sosyalist vatanının gelişmesi için, demokrasinin, sosyalizmin zaferi, komünizmin zaferi için mücadelesindeki çürütülemez silahıdır.

Dipnotlar:
(1) A.A. Jdanov. “Kritische Bemerkungen zu dem Buch G.F. Alexandrows ‘Geschichte der westeuropaischen Philosophie’” (G.F.Aleksandrov’un ‘Batı Avrupa Felsefesi Tarihi’ Kitabına İlişkin Eleştirel Notlar”), Dietz Verlag, Berlin 1950, sf. 33
(2) V. İ. Lenin, “Materyalizm ve Ampriokritisizm”, Dietz Verlag, Berlin 1949, sf. 144
(3) V. İ. Lenin, “Materialismus und Empiriokritizismus” (Materyalizrn ve Ampiryokritisizm), Dietz verlag, Berlin 1949, sf. 254.
(4) V. İ. Lenin, “Materialismus und Empiriokritizismus” (Materyalizrn ve Ampiryokritisizm), Dietz verlag, Berlin 1949, sf. 248.
(5) V. İ. Lenin, “Materialismus und Empiriokritizismus” (Materyalizrn ve Ampiryokritisizm), Dietz verlag, Berlin 1949, sf. 250/251.
(6) V. İ. Lenin, “Materialismus und Empiriokritizismus” (Materyalizrn ve Ampiryokritisizm), Dietz verlag, Berlin 1949, sf. 252.
(7) V. İ. Lenin, “Materialismus und Empiriokritizismus” (Materyalizrn ve Ampiryokritisizm), Dietz verlag, Berlin 1949, sf. 252/253
(8) İ.V. Stalin. “Marksizm ve Dil”, Evrensel Basım Yayın, 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑