Kalite politikasının, tüm hizmet sektörlerinde, kamu hizmetlerinin yerine ikamesinin gündeme hızla sokulduğu son yıllarda, gelişmeleri dikkate alırsak, bu politikanın masum olmadığı görülecektir.
Bu yazı, kamu görevlileri ile ilgili çalışma koşullarının ve iş ahlâkının değiştirilmesine yönelik olarak, ’98 yılından bu yana tüm hizmet kurumlarında yaygınlaştırılan toplam kalite politikasının, ana hedefinin ve amacının ne olduğuna ilişkin özet bir açıklamadır.
TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ (TKY) NASIL BİR YÖNETİMDİR?
Toplam Kalite Yönetimi, sadece bir sektöre, bir kuruma ya da bir ülke ekonomisine ilişkin ya da onunla sınırlı bir yönetim mekanizması olarak değil, tüm emperyalist kapitalist sistemin içine düştüğü ideolojik ve politik krizin etkisinden kurtulma çabasının bir ürünü olarak geliştirilmiş çok kapsamlı bir yönetim biçimidir. Bu nedenle hem ideolojik, hem de politik anlamda genel bir emperyalist saldırı politikasının bütününü kapsayan bu yönetimin ideolojisi, dünyayı farklı bir algılama ile birlikte geliştirilmiş, insanı cezbeden sihirli ve sanal kavramlarla bezenmiştir. Dolayısıyla, TKY’nin amacını kavramak ve oradan gelen saldırılara karşı mücadele edebilmenin olanaklarını geliştirmek için, önce, menşeini ve mantığını iyi anlamak gerekir.
Toplam Kalite Yönetimi’nin, sadece bir kalite kontrol yöntemi gibi algılanması istenir. TKY’den söz edilince kalite kontrolün her üretimde gerekli bir şey olduğu, “daha kaliteli üretim için vazgeçilmez” bir koşul olduğu ileri sürülür. “İş mükemmeliyeti”nin yakalanacağı ve “herkesi memnun edeceği” savı ile temellendirilir. Oysa kalite kontrol ile toplam kalite yönetiminin anlam ve amaçları arasında deniz ile ırmak arasında olan ilişkiye benzer ortak bir yan vardır. TKY içinde kalite kontrolün yeri ne kadarsa, ticaretin, kültürün, çalışma yasalarının, siyasi kurumlaşmanın, teknolojinin veya kalite felsefesinin, vs. vs. yeri de o kadardır. Yani, kalite kontrol, bir üretim süreci unsuru olarak, TKY’nin kapsamı içinde yeniden şekillendirilmiş elemanlarından biridir, sadece. TKY, son yüzyıla ait politik gelişmelerin içinde pişirilerek, mikro analizlerin genele teşmili ve oradan makro dengeleri ya da düzenlemeleri içeren, sermaye hareketini ve sınıfsal ilişkileri yeniden yorumlayan, ince hesaplanmış ideolojik, ekonomi-politik ve kültürel bir egemenlik ve sömürü yönetimidir.
Tüm ülkelerde, ekonomiye ve siyasete olduğu gibi, devletlere ve devlet kurumlarına nüfuz etmeyi ve etkin bir yayılma ile hegemonyayı amaçlayan TKY’nin, içeriğine ve gelişimine ilişkin tarihi, felsefi, kültür ve politikasının kaynağına inilmeden anlaşılması mümkün değildir. Bu nedenle TKY’ye ilişkin ahlâk ve felsefenin menşeini anlamak üzere, tarihsel geçmişi ve ortaya çıkış ve yayılış sürecini kısaca özetlemeye çalışalım…
TKY’nin menşei, ABD ve Pentagon’dur.
TKY, ilk olarak 1945 yılında, MIT (Massachusetts Institue of Technology / Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) tarafından yürütülen ve başında Dr. Deming’in bulunduğu bir ekibin 5 yıllık (’45-’50) yoğun çalışmasının ürünüdür. Amerikan savaş sanayinin merkezi Pentagon tarafından, bu enstitüye sipariş verilen ve maddi olarak desteklenen bir çalışmadır. Bu çalışmaya katılanlar, Almanya, Sovyetler Birliği, Avrupa’nın diğer ülkeleri ve Japonya’dan 2. Savaş yıllarında, ABD’ye kaçırılmış ya da gönüllü olarak kaçmış kapitalist, ama bir o kadar da sosyalizm düşmanı bilim (!) adamlarıdır.
Bilindiği gibi, 1945’lerde, Avrupa ve Asya ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmıştır ve Almanya, Fransa, İngiltere ve SSCB başta olmak üzere Japonya ve diğer sanayileşmiş ülkelerden bilim adamları kaçırılmış ya da kendileri bizzat savaştan kaçarak, “özgürlükler ülkesi” ilan edilen Amerika’ya sığınmıştı. Bunlardan bir grup, bir araya toplanarak, sosyalizme karşı mücadelenin etkili bir silahı, kapitalist sistemin “sürdürülebilir” olacağı yönetim ve denetim yöntemlerinin devamı olan çalışmaları sürdürmeleri istenir. ABD’de uzun yıllar öncesinden, sosyal ve politik araştırma enstitüleri kurularak benzer çalışmalar sürdürülmektedir. (MAYO Deneyleri, Oven çiftlikleri gibi…)
Dr. Deming’in başını çektiği ekip, istatistiksel ve matematiksel yöntemlerle, aynı zamanda felsefi boyutlarıyla, tüm dünya ülkelerinin sosyal yapılarının araştırılmaları ve sosyal gelişimin yasalarının detaylı incelenmeleri ile çok kapsamlı bir çalışma yürütmüştür. Aynı zamanda, üretim, yönetim ve denetim süreçlerinde sürdürülebilir bir çalışma olarak da kuralları ve metodolojisi belirlenmiştir. Uygulandığı toplumsal dokunun özüne göre geliştirilmesi ve ikame edilmesi için de tahkim edilmiştir. Bu toplumsal doku, bir ülkenin devleti, bir siyasal partisi, bir sendikası, bir işletmesi, bir bölgesel kurumu, ya da bir kamu kurumu ya da mahalli, etnik, sosyal veya dinsel kurumu olabilir. Ülkeler arası birlikleri ya da dünya çapında bölgesel örgütlenmeleri de kapsayan, yeniden organize eden ve denetleyen düzenleyici ve örgütleyici bir şablon kurallar olarak üretilmiştir.
ABD’nin çok öncelerden de bilinen “böl-yönet” politikasının daha ince ayrıntıda geliştirilmiş hali olarak, iş süreçlerinde de “kalite politikası” olarak lanse edilen bu stratejilerin, ABD savaş stratejileri içinde yer alan savaş oyunlarına benzer özellikleri, iç savaş kışkırtıcılığı ile işçi sınıfının (emekçilerin) birbirine karşı kışkırtılması yöntemleri arasındaki benzer politik oyunlar geliştirilir. Dünyanın bir bölgesindeki savaş kışkırtıcılığı yöntemleri ile bir ülkenin farklı etnik kökenlerden halkları arasında iç savaşların kışkırtılması, bir işyerindeki ya da kurum veya örgütteki sosyal yapının birbirine karşı rekabete sokularak kışkırtılması stratejileri, aynı merkezden yönetilmekte ve bir standarda bağlı olarak yürütülmektedir. Stratejistlerin taktiklerinin en önemlisi, “Bir zincirin gücü, onun en zayıf halkasının gücü kadardır” prensibi, bir sosyal yapıdaki zaaflı olan yerden tutarak, bu yapıyı deforme edebilme yeteneğinin geliştirilmesi üstüne oturtulur. İnançlar, tutkular, kaygılar, sevgi ve bağlılık gibi en masum duygular ve düşünceler bile, TKY’nin insanı avlamak için kullandığı birer silah durumuna getirilir. Özgürlük, barış, kardeşlik, uyumlu bir yaşam, mutluluk, bilgili ve yetenekli bir birey olma, saygı ve ödül alma, paylaşma gibi çok güzel özlem ve düşünce, TKY’nin elinde sisteme boyun eğmenin sihirli kavramları haline gelir. Hele kalite kelimesi, her şeyin çözümünü içeren bir anahtar niteliğindedir.
TKY’nin insan düşüncesini yanıltmak üzere kurduğu illüzyona ilişkin vizyon, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki çelişkiyi çözmek ve sınırlar arası farkı, çelişkiyi, düşünsel olarak ortadan kaldırmak üzere, kalite felsefesini oluşturur. Kalite felsefesi, sınıflar arası uzlaşma ve işçi sınıfının ortadan kalktığı temel tezleri üzerine oturur. TKY ideologlarından Fukuyama, “Tarihin sonu geldi, sınıflar arası çelişki ortadan kalktı, işçi sınıfı tarihsel misyonunu yitirdi” iddiaları ile özetlenebilecek sözleriyle bu felsefenin ana hatlarını ortaya koyar. TKY adına yürütülen tüm çalışmalar, sınıflar arası uzlaşmanın üstüne inşa edilmiştir. Oysa yaşadığımız koşullarda böyle bir uzlaşmanın olasılığı bile, tartışılamayacak kadar gerçek dışıdır.
TKY tezi, sınıflar arasındaki uzlaşmazlığın bittiği yanılsaması üzerine kurulmuştur.
Hatırlanacağı gibi İkinci Dünya Savaşı sonlarında, Hitler’in nasyonal sosyalizminin Sovyetler Birliği ve sosyalizm karşısında yenileceğinin anlaşılmasıyla ABD ve İngiliz birlikleri Avrupa’ya çıkarılır. Doğu Almanya, Çekoslovakya, Bulgaristan, Arnavutluk, Yugoslavya, Romanya, Macaristan, Polonya kapitalist dünyadan kopar.
’45-’89 yılları arasında, çatışmanın “soğuk savaş” olarak sürdüğü yılların, Berlin Duvarı’nın yıkılması ile sona erdiğini, bittiğini söyleyen kapitalist dünya, aynı zamanda “sosyalizm bitti” yaygarası ardında yürüttüğü acımasız ve daha kapsamlı bir savaşı başlatmıştır. Bu savaşın felsefesi, “sağ” ve “sol” sentez üzerine oturtulan “uyumlu ve uzlaşmacı” tek bir sistem olarak TKY kurallarının, tarihin nihai sonucu olacak bir çıplak kapitalizmi, sonsuza dek sürdüreceği tezidir. Dolayısıyla, Marksizm’i tahrif etmek, sosyal mücadeleler tarihinin tüm kazanımlarını yok etmek ve dünya halklarına tarihin görülmüş en büyük savaşını açmaktan başka bir amacı olmayan TKY’nin inşa süreci, çok daha kapsamlı bir sınıflar arası mücadeleye gebedir. Çünkü bu çelişkiyi her geçen gün daha da artırarak, derinleştirmektedir.
TKY, PİYASA EKONOMİSİNE MEŞRUİYET SAĞLIYOR
Menşeini Adam Smith’den alan liberal ekonomi-politik tezlerin ardına sığman TKY, aynı zamanda çağımızın en gelişmiş ekonomi-politik çözümleyicisi Marksist kurama ait kavramları, ideolojik ve bilimsel düşünce yöntemlerini çarpıtarak TKY tezleri içinde harmanlamıştır. Liberalizmin sistemsel sorunlara ait sıkıntılarına “mükemmel bir çözüm paketi” olarak hazırlandığı iddia edilen TKY, girdiği her alanda bu sorunları alabildiğine artırdığı ve çözülemez bir sürece ittiği halde, vizyon ve sanal propaganda araçlarının devasa kampanyaları altında gerçekleri örtmeye yönelen bir ideolojik yönetim standardı oluşturmuştur. “Mükemmeliyeti arayanlara” sonsuz imkânlar tanıyan bir yönetim biçimi olarak dünya halklarına sunulan bu sahte çözüm paketi, TKY, uygulamalarını kurallaştırdığı ve standartlaştırdığı ISO (Uluslararası Standartların Organizasyonu) adı altında, onun stratejilerinin örgütleyicisi olan bir yöntemler bütünü geliştirmiştir. Bu standardın, önce sanayide mühendislere ürün standardı gibi kabul ettirilmesi ve ardından yönetiminin kabullendirilmesi sağlanmış, ardından tarım ve hizmet gibi diğer alanlara da ürün standardı gibi algılanarak boyun eğilmesi kolaylaştırılmıştır. Oysa ISO, ABD’nin ve emperyalist tekellerin, işçi sınıfına karşı açtığı savaş stratejisinin taktikleridir.
ISO adı altında yürütülen ve 1994 Uruguay Raundu’nda, Türkiye Hükümeti tarafından da imzalanan DTÖ ve GATS anlaşmaları ile tüm dünya ülkelerinin kendi standartlarını İSO’ya göre uyarlaması şartı getirilmiştir. Ardından bunun sonucunda tekleştirilmiş bir örgütlenme ile tüm kurumların ve işletmelerin, önce kuralsızlaştırılmış ve yapısal olarak bozguna uğratılmış bir sisteme ait sorunlarını, TKY kuralları ile çözeceğini vaat eder.
Bu kuralların ortaya çıkmasında Dr. Deming ve ekibinin üstünde durduğu en önemli tez, insan mantığının şaşırtılmasının yol ve yöntemleridir. Önce anketlerle ve sosyolojik araştırmalarla, ülke istatistiklerini denetime alarak, bu arada önemli bir mevzi olarak gördüğü üniversiteleri etkisi altına alarak, sosyal yapı araştırması üstünden, ülkeye ait bir vizyon politikası belirler.
Örneğin, Türkiye, hem doğu halklarına ait mistik ve dinsel özelliklere sahip bir sosyal yapı içindedir, hem de, Avrupa sosyal demokrasisine yakın ve sosyalist sistemden ideolojik ve ekonomik olarak etkilenmiş bir halkçı kültür ve geleneksel yapıya sahip bir ülkedir. Küçümsenmeyecek sayıda sosyalist, devrimci ve demokrat özlemlere sahip örgütleri ve sendikaları ile mücadele geleneği güçlü bir ülkedir. Türkiye’nin TKY politikasına uygun vizyonu, bu ve benzeri özellikler dikkate alınarak oluşturulur. Sol kesime ait özlemler içinde yer alan, “demokratik katılımcılık”, “yenilikçilik”, “özgürlük”, “yeni bir dünya”, “çağı yakalama”, “bilgi toplumu olma” gibi pek çok söylem, TKY’nin vizyonu içinde uzlaşma ve uyumlulaştırma politikasının birer yalan argümanları haline getirilir. Ve hatta “bilimsel ve teknolojik devrim” yapıyoruz yaygarası altında yürütülen yaygın örgütleme ve propaganda çalışmaları yapılmıştır ve halen yönetmeliklerle sürdürülmektedir.
TARİHE KISA BİR BAKIŞ
TKY politikasının “içinde yer alarak”, gelecekte daha iyi bir dünya yaratılacağı masalına kanıp kanmamak için karar vermeden önce, TKY’nin tarihine ve tarihsel gelişimine ilişkin ana dönemeçlere bakıp, hangi temellerde, hangi amacı güttüğünü görmek gerekir. Çünkü unutulan tarih, TKY’nin dayandığı bir destektir. Bu nedenle kısaca geçmişe bir göz atalım.
“Yenidünya”, yani Amerika, “eski dünya”yı yani Avrupa’yı ve dolayısıyla Asya ve Afrika’yı egemenliği altına almak üzere, başlattığı bir dizi uluslararası örgütlenmeden ayrı olarak, Amerikan rüyasını geliştirebilmek ve yenidünya olarak bakılan bir düzene boyun eğilmesini koşullamak üzere TKY’yi geliştirme yoluna girer. Yani TKY, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra sosyalist veya sosyal demokrat siyasi gelişmelerin egemenliği altına giren “eski dünya” ile kapitalizmin yeni kalesi ABD arasındaki gerilimin politik gücünü oluşturur. Örneğin, “çağdaş” sendikacılık akımı, sınıflar arası uzlaşma ve uyum, sosyal demokrasinin sosyalizm karşısında kendini güvenceye alan bir kapitalist uzlaşma politikası yaratır (Keynesyen politikalar dönemi). Ama ABD, ’89 yılından bu yana, bu uzlaşmadan vazgeçmiş, tek yanlı, doğrudan kapitalist çıkarlar için toplumları yeniden örgütlemek ve halkların sahip olduğu tüm sosyalist değerlerine el koymak, gasp etmek üzere yeni bir saldırı yönetimine başlamıştır.
Bilindiği gibi ’89 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması, sözde “sosyalizmin bu duvarın altında kaldığı ve tarihe gömüldüğü” yaygaraları ile kapitalist dünyaya yeni imkânlar açan bir gedik olmuştur. Böylece “soğuk savaş” yılları bir bakıma sona ermiştir, ama TKY, kalite felsefesinin yaydığı illüzyonu ile bir süre daha halkları kandırmak üzere, uzlaşmaya varmış gibi bir yanılgının ardına sığınır. Oysa TKY’de tam bir itaat ve baskı vardır, ama her adımda “gönüllülük” kılıfı kullanılır ya da “ikna etmekten” söz edilir. Söylemde, “yeni dünya düzeni”nin doğrudan “Amerikan düzeni” olduğu pek açıkça ifade edilmez, hatta örneğin AB üyeliği gibi, Japonya’nın ekonomideki üstünlüğü gibi, dönemsel taktikler kullanılır. Tamamen vizyona ilişkin sürdürülen bu taktikler de geçici ve günün şartlarına uyarlanmış bir politikanın ürünüdür. Çünkü AB üyesi ülkeler de ABD’nin karşısında İkinci Savaşın mağlubu ülkeler olma durumunu sürdürmektedir. Ve emperyalist süreçte her şeyi, silah gücü ve NATO belirler konumdadır. NATO’nun efendisi ise, halen ABD’dir.
Bu gerçek herkes tarafından bilinmesine rağmen, TKY’nin ileri sürdüğü illüzyonlara ve söylemlere kanmanın, hatta sol kesim içinde bile “mükemmel bir sistem” olarak görülmesinin altında yatan olgu, kullanılan kelimelerin asıl anlamlarından farklı olarak algılanmaları içinde düşülen yanılgıdır.
“Yeni dünya düzeni”, TKY felsefesi ve ekonomik modeli olarak ABD’de geliştirilmiş, Japonya’da pişirilmiş bir “ABD Düzeni”dir. Ama bu düzene ait felsefi oyunlar, toplumları kandırmanın bir aracı olan yanılgılar, “yeni dünya düzeni” ile “küresel bir eşitlik ve özgürlük” vaat eden bir dünya masalını herkese yutturmaya, ama özellikle sosyalist aydın kesimlerde etki yaratmaya çalışır. Önemli bir kazançla da çıkar. Çünkü “dünya” çok genel bir kavramdır ve coğrafi bir anlamda siyasal ya da konjonktürel bir değer, ya da sınıfsal içerik taşımaz. “Dünyaya açılma, çağı yakalama” gibi sık tekrarlanan bir tümcenin anlamı, belirsiz ve geneldir. Aynı biçimde “yeni dünya düzeni” de, sosyalist bir düzen isteyen emekçiler için, “bilim ve teknolojinin üstünlüğü” söylemi altında, umut yayan bir tümcedir. Çünkü eski anlamı ile yeni dünya, “sosyalist bir dünya” ile özdeşleşmektedir.
Sosyalist bir yaşam felsefesinin etkisi altında olan pek çok “aydın” ya da “bilim adamı”nın da kolayca kanacağı kadar güçlü bir ideolojik kılıfla zırhlanmıştır.
TKY HAMURUNUN YOĞRULDUĞU ÜLKE; JAPONYA
TKY’nin felsefi ve uygulama alanında gıdasını aldığı ülke Japonya’dır. Türkiye halkı ise, Japon mistisizmine ve aşiret topluluğu ya da mezhep, hemşeri, yöresel tutuculuklara sahip olma özellikleriyle, sosyal doku olarak Japon kültürüne benzer özellikler taşımaktadır. Anadolu’nun aşiret düzeni ile üretimde devlet tekelleşmesi olarak KİT’lerin yapısı da, Japonya’nın aile şirketleri yönetimine ekonomik olarak benzer.
TKY’ye ilişkin “bilim ve teknolojinin üstünlüğü”ne ilişkin propagandaların kökeninde ise, “Japon mucizesi” olarak bilinen teknoloji hayranlığı ve Japon kalkınma modeline olan özenti kullanılmaktadır. Bilindiği gibi Türkiye’ye ’60’lardan itibaren piyasaya giren Japon pilli oyuncakları ve radyo, teyp gibi elektronik cihazlar, bir Japon hayranlığı yaratmaya yöneliktir. Oysa Japonya’nın ekonomisi, 2. Savaştan bu yana, doğrudan ABD’nin egemenliği altında yürütülen bir teknolojinin ve kalite yönetiminin etkisi altında gelişmiştir.
Japonya, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, dünya egemenliğine soyunan emperyalist bir ülke olarak kendini tahkim eder ve görür. Japon İmparatoru Hirohito, aynı zamanda Güneş tanrısı Amaterasu’nun oğlu ve “dünyaya güneşin aydınlığını yayacak” bir “tanrı elçisi”, peygamber rolündedir. Halkı tarafından ise yüzüne bile bakılamayacak kadar ulvi’dir, çünkü ışığı gözleri yakar. Japonya ise, güneşin doğduğu ve yayıldığı ada anlamında bir misyonla tanımlanmaktadır. Japon orduları, dünyaya “küresel refah ve aydınlık” getirmek üzere güneşten kopan parçacıklara atfen “misyoner” olarak çeşitli ülkelere gönderilirler. Bütün ülkelere, Japonya’nın egemenliğini kabul ettirmek üzere, Japon adasının güneşin adası olduğu ve güneşe karşı boyun eğmek zorunda oldukları bir din yayarlar. Misyon, güneşten kopan ve onun özelliklerini içinde barındıran parçacık, partikül anlamındadır. Gittiği yeri aydınlatacak ve eşitlik, refah, mutluluk sağlayacaktır. Ve Japon İmparatoru, tüm ülke halkının kendine olan aşırı bağlılığı ile yürüttüğü bu misyonuyla Amerika’ya bile kafa tutar ve 2. Savaş sırasında Pearl Harbour’da ABD uçaklarını ve uçak gemilerini bombalar. Amerika, bu saldırının misillemesi olarak, Avrupa kıtasında savaş bittikten sonra, Japon şehirlerinden Hiroşima ve Nagazaki’ye iki atom bombası atarak İmparator’u dize getirir. Güneşin oğlu Hirohito, Roosvelt’in çizmelerini öper. İmparatorlarının bu davranışına, ülkesine, imparatorlarına ve ülküsüne sonsuz bağlı olan 2000 Japon subayı ise, hemen harakiri yaparak cevap verir. Ordusu dağıtılır.
TKY’nin ilk kez uygulandığı ve ’50’den bu yana uygulana geldiği, aynı zamanda TKY’nin laboratuarı gibi işlev gören Japonya, ordusu yok edilmiş, silahsızlandırılmış ve ABD’ye kayıtsız şartsız teslim olmuş bir ülke olarak kapılarını ABD’ye sonuna kadar açar. Ardından Dr. Deming ve ekibi Juran, İshikavva, Fukuyama vs. önce sosyal dokuyu araştırır. Japon toplumunun mistik ve ekonomik yapısını inceleyerek oluşturduğu TKY prensiplerini uygulamak üzere (’42 yılında da Deming Japonya’ya gitmiştir), ilk önce Japonya ve ona ekonomik olarak bağlı birkaç ülkede kalite eğitimlerine başlarlar. Japon mühendislere, günde 12 saate kadar varan kalite eğitimleri aylarca sürdürülür. Bu arada ekip, kendi teorilerini de geliştirir. Japonya’nın sosyal dokusu, dini inançlara ve kendileri dışındaki bir güce tapmaya çok elverişlidir. Bu yapı içinde kullandıkları “din”in yeni adı ise, “KALİTE”dir.
Kalite, Japonya’nın her işyerinde işçi, ustabaşı, mühendis ve patronlara eğitimlerde ezberletilir. “Kalite, bir dünya markasıdır.” “Kalite, her şeydir.” “Kalite, dünyaya açılan pencere için olmazsa olmaz koşuldur.” vs. vs. Bu ve benzer tanımlamalar herkese kayıtsız-şartsız ezberletilir. Ardından “0 hatalı üretim”, “esnek uzmanlaşma ve parça başı (Justin Time=tam zamanında ve sipariş üstüne) üretim”, “performans değerlendirmesi”, “kalitenin kontrol edilmeyeceği, yaratılacağı”, “mükemmel bir üretim teknolojisi” olarak adım adım uygulamaya sokulur. Dinsel bir inanç olan yaratıcılık “kaliteyi yaratmak”, bu uğurda bir misyon yüklenmek, artık Japon halkı için Hirohito’nun değil, Roosvelt’in önünde kayıtsız şartsız ve inançla boyun eğmenin getirdiği bir tevekküldür. Böylece tüm Japon halkına “kalite” önünde boyun eğdirilir. Bu boyun eğmenin, atom bombasının gölgesinde Hirohito’nun ABD Generalinin önünde boyun eğmesinin bir sonucu olduğu ilişkisi kurulamazsa, TKY’nin mantığını anlamak da mümkün olamaz. TKY’nin dehşet saçan baskısı da anlaşılamaz. Yani TKY, kan ve barut dumanının ardında var olabilir ancak.
Kalite, TKY misyonerlerinin kullandığı sihirli bir değnek görevini görür. “Kaliteye karşı çıkılmaz” tarzında bir dayatmayla herkesi inandırma görevi üstlenmenin aracı ise misyonerliktir. Kalite uzmanlarının görevi de bu misyona uymaktan ve bu baskı yönetimine herkesi ikna etmekten öte düşünülemez.
TKY içinde kullanılan kalite ile bizim algıladığımız kalite arasında, içerik olarak hiçbir benzerlik yoktur. Çünkü kalite ABD egemenliği için kullanılan bir “din”dir. Bir inançtır. Ama zor altında “Kaliteye inanmak lazım”dır. Kaliteye inanmamak, ABD’ye baş kaldırmaktır. Bu psikolojik bir savaştır aynı zamanda…
TKY’NİN, 1945–1989 ARASINDA, AVRUPA’DA YAYILMA OLANAĞI YOKTU
TKY, yaklaşık 50 yıl, Doğu Asya’nın birkaç ülkesi dışında, dünyanın diğer ülkelerinde yayılma olanağı bulamaz. Bunun nedeni, TKY’nin uygulanabilme olanağının, tümüyle ABD’ye boyun eğdirilmiş ve liberalleştirilmiş bir üretim ilişkisi ile sağlanabileceğidir. AB devletlerinin sosyal demokrasi geleneği ve ekonomi-politik yapılanması, bu yönetimin uygulanmasında engeldir. Kamu kurum ve kuruluşları, devletlerin sosyalist sisteme benzer, sosyal-demokrasiye özgü planlı ekonomik yapılanması ve ulusal sanayi ile kalkınma modeli, TKY’nin gelişimine ket vuran en önemli engellerdir. Önce bunların ortadan kaldırılması gerekir. Kalite eğitimlerinin temel amacı, bu liberalleşmenin önünü açmaktır. Herhangi bir kurum ya da örgüt, Kamu Kurumu veya KİT olma özelliğini devam ettirse bile üretim ilişkileri içinde TKY uygulanarak liberalize edilebilir.
Bu amaçla TKY, ‘70 dünya krizi bahane edilerek tüm dünya ülkelerinde yürütülen özelleştirme ve taşeronlaştırma, bireysel yatırımcılığın teşviki ile ilk önce, sosyal kurumları ve özellikle ekonomide planlı bir üretimin oluşumları olan KİT ve benzeri kamu kurumlarını dağıtmaya ve parçalamaya başlar. “Özgürlük ve demokrasi” adına, bireysel yatırımcılığı kışkırtarak, liberalizme geniş bir yayılma alanı sağlar. “Sosyal-liberal sentez” adına bireysel çıkarların, hem sosyalist hem de liberal olunabileceği bir ortamda kışkırtıldığı 20 yıllık bir sürecin ardından (1970–90). “sosyalizmin bir ham hayal olduğu” dayatmasıyla yüz yüze getirdiği özgürlükleri ve hakları, birer birer ortadan kaldırır.
Ortaya, çıplak ve acımasız bir kapitalist ilişkiler ve kâr mantığı çıkar. Daha fazla üretim, daha fazla kâr ve sömürüye boyun eğme dayatıldığında, esnek çalışmanın kuralsızlığı ve özgürlüğü olarak, çarka kendini kaptıran sahte özgürlük masalları içinde uyuyanları, uykularından ansızın uyandırır. Ortada ne özgürlük kalır, ne de dayanışma. Yıllarca Türkiye’de bu yapılanmaya ışık ve çanak tutmuş olan “özgürlük” ve “demokrasi” siyasetçilerinin içine düştüğü son durum, politik bir gelişim içindeki Türkiye sol pratiğinin en güzel örneğini vermektedir. Artık bu “sol”, sağdan daha sağa kaymış olur. Özgürlükler ise tutsaklığa dönüşmüştür.
Bu kurgu, baştan, tekellerin, planlayarak ve çeşitli projelerle ürettikleri ekonomik ve sosyal tezlerle geliştirilmiş bir yönetim projesinin parçalarıdır. Birçok alt projeleri, üniversite hocaları tarafından yürütülür. Özellikle “sol” tandanslı profesörler, bu işin içine balıklama atlar.
Ama ulusal çapta oluşturulan projeler, uluslararası merkezlerin ürettiği projelerin küçük birer parçasıdır. Bu nedenle küçük birer bağış karşılığı iş yaptırılan hocalar, kapsamını ve aslını bilmedikleri birçok projeye gözü kapalı imza atarlar.
Amerika’nın dünyayı yeniden ve doğrudan kendi egemenlik ve yayılmacılık politikasının çıkarlarına uygun olarak şekillendirerek yönetmeye çalıştığı bir düzenin felsefi çarpıtması olarak kullanılan “yeni dünya düzeni”nin, solcu aydınların bir kısmı tarafından kolayca kabul görmesinin bir nedeni de budur. Yani önce üniversiteleri ideolojik olarak çevirmesidir. Ama ideolojik olarak, çok açık ve net bir “politik oyun” olarak inşa edilen TKY’ye ait kuralların, kelime oyunlarıyla, pek çok devrimci-demokrat aydınlar arasında halen kabul görmesi ve onaylanması, Amerika’nın yeni bir saldırı politikası olan TKY’nin illüzyonlarına boyun eğilmesi, önemli bir handikap olmaya devam etmektedir.
Hatta kalite felsefesinin yayılması ve kitlelere kabul ettirilmesinde öncülük rolü, “eski solcular”a yaptırılmaktadır. Çünkü kalite adına kullanılan tüm kelimeler ve cümleler, “sosyalist literatür”ün piyasalaştırılmış kavramlarından türetilmektedir.
TKY’NİN ‘KALİTE FELSEFESİ’NE KISA BİR BAKIŞ
TKY, tüm temelini, insani yanılgılar üstüne inşa eder. Örneğin;
“Daha kaliteli bir ürün kullanmak, herkesin hakkıdır.”
“Daha kaliteli bir yaşamı, neden reddedelim?”
“Daha kaliteli bir eğitim, geleceğimiz için zorunludur.”
“Daha kaliteli bir sağlık politikası, umudumuzdur.”
“Bugün önemli olan dünya markası olmaktır.”
“Daha kaliteli ve sağlıklı çalışma ortamı, herkesin özgürce kullanacağı iş saatleri, işyerleri, bireysel yatırımcılık, kaliteli bir iş yaşamı, yaratıcı ve kendini geliştiren eğitimler, yönetime katılma, demokratik katılım, fikirlerini özgürce söyleme, adam yerine konma, dünyaya açılma, dünya nimetlerinden herkesin eşit olarak yararlanması… vs. vs.”
“Teknoloji ve bilimin nimetlerinden eşit yararlanmayı, kim istemez.”
Benzer pek çok propaganda, ilk bakışta herkesi cezbeden çok güzel bir dünya tanımlamaktadır. Bütün bu ve benzer iddialara karşı çıkmak, normal bir algılama içindeki insanlar için mümkün değildir. İnsanın bu masallara inanmaması ya da sanal olduğunu sanması için, aklını oynatmış olması gerekir. Bu tür insanlar toplumdan hemen tecrit edilmelidir. Tarif edilen dünya, bir cennet vaat eder neredeyse. Oysa gerçekten öyle midir?
Felsefe, dünyaya ve olaylara bakış ve doğrularla yanlışları, gerçeklerle yalanları ayırt edebilme yeteneği kazandıran bir bilimdir. Ya da öğretidir. TKY’nin öğretisi ise, yalanlarla bezenmiş bir anlatımın, gerçek olarak algılanmasını dayatan bir ideolojik manipülasyon ve baskı metodudur. Örneğin, işletmelerde ISO çalışmaları, kalite eğitimleri ile başlar. Bu eğitimlere katılmayanlar, kayıtsız-şartsız, hiçbir haklarını alamadan işten atılır.
Kalite, “ulaşılması gereken ve zorunlu olan bir yolculuktur, gelecektir”. “Kalite her şeydir”, “Kalitesizlik hiçbir şeydir”, “Kalite bir amaçtır” gibi sözler, işyerlerinin her yerine afişlerle asılır ve eğitime katılanların yaka kartlarında, yaptıkları işin “amacı” olarak yazılarak, ezberlenmesi şart koşulur. Kalite eğitimine katılmayanlar ya da sisteme ait kurallara uymayanlar hemen dışlanır ve kalanlar kayıtsız-şartsız “kalite kurallarına uymak zorunludur” dayatmasıyla karşılaşır. Ama kalite felsefesi içinde, tamamen “gönüllülük esastır” sözü geçer. Dr. Deming’in öğretisinin ilk başında “gönüllülük kuralı” gelmektedir. Çünkü bir “uzlaşma, ikna ve uyum politikası”dır görünüşte. Bu gönüllülüğün bedelini ödeyen milyonlarca işçi, nasıl bir gönüllülük olduğunu da çok iyi görürler.
TKY içinde teorileştirilmiş kurallar, en şiddetli çatışmaların sürdürüldüğü bir sınıfsal mücadelenin içinde, uzlaşma, denge, analiz-sentez gibi sağ-sol ittifakı üstüne kurulan bir zaaf ve baskı üstüne inşa edilir. Yani mücadeleci bir hareket veya geleneği, içeriden, kökeninden bozguna uğratmaya yönelik bir Truva atı politikası yürütülür. Bu nedenle yapılan kalite eğitim ve propagandalarının kavramlarında kullanılan anlam ile bizim kullandığımız kelimelerdeki anlamın ilgisi bile yoktur. Yani, “Kaliteli bir yaşam veya çalışma koşulları” sağlanacağı gibi yaratılan vizyon, aslında, en kalitesiz ve zorbalıkla yürütülen bir gasp ve haksızlıklar üstüne yürütülen bir politikanın zorunlu kabulü ve sömürüye boyun eğmeyi amaçlamaktadır. İşletmelerde açılan “İnsan Kaynakları” departmanları, herhangi bir şirketin performansını, uluslararası şirketlerin avına uygun hale getirinceye kadar, “iç müşteri” yani şirket çalışanlarının verimlilik ölçümlerini anketleriyle alarak, personel üstünde bir baskı uygular. Ve bu ölçümlerin hedefi çok açık olarak “şirket kârını artırma” olarak saptanır. Ama, bu asıl amacı saklanarak, görüntü olarak “iç müşteriyi memnun eden bir çalışma”yı, “onların fikrini alarak yürütülür” olarak ileri sürülen vizyon, bir de devrimci ya da demokrat bir örgüt ya da sendika yöneticisi tarafından savunulur hale getirildiği zaman, işçi ve emekçiler açısından katmerli bir saldırıyı da içerdiği görülür. Çünkü, kurulması amaçlanan sistem, uluslararası bir hiyerarşinin en katı baskı ve kurallarını dayattığı bir vizyon olarak, demokratik bir sistem gibi algılanması için “kaliteli üretim teknolojisi” sözcüğü sürekli vurgulanır. Böylece hem yoğun bir baskı, hem de en geniş demokrasinin aynı anda var olabileceği bir ortam kabullendirilmeye çalışılır.
Hem kaliteli, yani kâra endeksli bir eğitim, hem de halkın çıkarına gibi gösterilen bir eğitim anlayışının aynı zamanda varolabilirmiş gibi algılanması dayatılır. “Sosyalizm ile kapitalizm uzlaşmış”tır ve yeni dünya düzeni içinde işçi sınıfı ile burjuva sınıfının çıkarlarının uyumlu bir sentezi elde edilmiştir.
Oysa gerçekler tümüyle başkadır. TKY, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de 20 yıldır sürdürülen çirkin bir iç savaşın ardından yitirilen 30 bin kayıp insanın, 12 Eylül darbesiyle darağaçlarında ve işkencelerde yitirilen gençlerin, 1 milyona yakın işkence ve gözaltının, uzun hapis cezalarının, NATO askeri ve siyasi hukukunun, özelleştirilen ve işten atılan işyerlerindeki kıyımların, Filistin ve Çeçenistan, Yugoslavya, Afganistan. Ruanda, Etiyopya, vs. iç savaşlarının kışkırtıcılığı gölgesinde yükselmiştir. Tıpkı Japonya’da olduğu gibi. Ya da Avrupa’da Yugoslavya ve Bosna-Hersek çatışmalarının gölgesinde yürütülen bir savaşın üstünde. Türkiye’de Kürt-Türk çatışması, ya da Ortadoğu krizi ve işten atılma baskısı altında yayılma olanağı bulur.
TKY’NİN EKONOMİ-POLİTİKASI
Bireysel ve özgür gelişim adına, TKY, kolektivist yapıların dağıtılmasını ve parçalanmasını örgütlemektedir. KİT’lerin özelleştirilmesi, sadece bir ekonomik yapı parçalaması olarak değil, aynı zamanda TKY’nin uygulanmasına olanak sağlamak üzere tüm sosyal yapıların liberalize edilmesinin gerektiği bir ortamı dayatma olarak görülmelidir. Belediyelere mali özerklik verilmesi, illerde özyönetim gibi başkanlık sisteminin geliştirilmesi, organize sanayi bölgelerinin kurulması, işyerlerinin bir bölgeden başka bir bölgeye taşınması, taşeronlaştırılarak yer değiştirmesi, serbest ticaret bölgelerinin kurulması, KOBİ’lerin kışkırtılması, vs. gibi geniş çaplı projelerin altında TKY’nin coğrafi esneklik mantığı yatar. TKY’nin örgütsel yönetim mekanizması işlevini gören ISO standardı, sadece denetimi değil, aynı zamanda toplam üretimi TKY metodolojisiyle örgütlemeyi sağlayan bir işleve sahiptir. Girdiği her işyerinde önce işletmenin kısımları arasında parçalanma yaratır. Parçalı üretim tekniği, bu nedenle, esnek uzmanlaşmanın, yani TKY’nin ilk saldırısını başlatır. Parçalı ve küçültülmüş ölçekte üretim olarak “Esnek uzmanlaşma”, ticari kâr mantığının güdüsünde, piyasa ekonomisinin kurallarını geliştirmeyi amaçlayan bir TKY politikasıdır. Önce parçalayarak, liberalizasyona uğrattığı küçük üretim birimlerini, tekrar organize bölgelerde toplayarak denetime almayı örgütler.
İSO’nun kurallarına göre yenilenmiş CE veya TSE gibi, bölgesel veya ülke özelinde geliştirilmiş standardizasyon çalışmaları, bu nedenle sadece ürün veya üretilmiş bir ürünün özelliklerine ilişkin değil, üretimin nasıl ve kiminle, nerede, ne kadar yapılacağına ilişkin, girdi-üretim-çıktı sürecinin tümünü yöneten ve denetleyen bir standarttır. Ama daha da önemlisi, nasıl bir sisteme ve yapılanmaya uygun politik kurallar ve yasalar bütünü olduğudur. Yani, sadece bir ürün standardı olarak ele alınması, ya da mükemmel bir üretim teknolojisi gibi sunulması, tüm mühendis ve mimarlar başta olmak üzere meslek örgütleri tarafından da kitlelere kabullendirilme çalışmaları, başta ABD olmak üzere tekellerin hegemonyasına bağlılığın bir aracı olarak şekillenmektedir. Bu çalışmaların eğitim politikasına yayılması ise, toplumsal yapının tüm hücrelerini tahrip edecektir.
Çünkü ISO yasaları karşısında ülkelerin kendi yasaları veya çalışma hayatına ait hukuk ve geleneksel kurallar, ahlâk, tümüyle birer birer ortadan kaldırılır. Tüm yapıları ve ilişkileri kaosa iterek, kuralsızlığı yaratır. İş Hukuku, Anayasa, diğer yasalar veya iş yaşamına ait alışkanlıkların ve düzenin doğrudan bozulmasını şart koşar. Bu bozgun ve parçalama yönetiminin esaslarını ekonomideki anlamıyla esnek uzmanlaşma olarak geliştirilmiş bir metot ile yürütür. Yani esnek uzmanlaşma, bazı anti-Marksist bilim adamlarının iddia ettikleri gibi, (Frankfurt Okulları’nda üretilen anti-Marksist tezler gibi) politikadan bağımsız ve TKY’den ayrı düşünülmesi gereken bir yapılanma değil, tam tersine onun bir yasası veya kuralı olarak şekillenmiştir. Esnek uzmanlaşma, ya da bilinen adıyla esnek çalışma, ISO ve onun ülkelere göre uyarlanmış alt standartları ile belirlenmiş TKY’nin yapısal uyum ve uygulama teknikleridir. Bu nedenle de sadece ürüne veya hizmete ilişkinmiş gibi algılanması, TKY’nin gerçek amacının pek anlaşılamamasına ve kolay aldatılmaya ilişkin bir yanılsama yaratılır.
TKY DİLİNDE “BİLGİ TOPLUMU” NE DEMEKTİR?
Ürünün mal ya da hizmet olarak, kimlerle, kimin için, hangi amaçla yapılacağı ve ne ölçüde yapılacağına ilişkin kuralları, fiyatı da dâhil olmak üzere, bilgi merkezleri tayin eder. Bu bilgi merkezleri dünya tekellerine ait “think-thank” merkezleri olarak bilinen ve ABD ve Avrupa’da genellikle Brüksel’de toplanmış P&R yani Pazar Araştırma Şirketleri ve İnsan Kaynakları kuruluşlarıdır. Bu merkezler, aynı zamanda DTÖ ve IMF gibi uluslararası kuruluşların da yöneticileri konumundadır. Bilindiği gibi, büyük Avrupa sendikalarının merkezleri, uluslararası vakıfların merkezleri, NATO ve silah tekellerinin merkezleri de, Brüksel’de toplanmıştır. Çünkü Brüksel, AB’nin başkenti olmanın ötesinde ABD’nin de ileri karakoludur. Dünyanın ve ABD’nin en büyük tekellerinin, pazar araştırma kuruluşlarının bir şubesi de Brüksel’de faaliyet yürütür.
TKY’nin argümanı olarak kullanılan “Bilgi çağı” veya “Bilgi toplumu” ile anlatılan “Bilgi”, uygulamadaki bilgi tekelleşmesinin dışında, gerçek bilimsel bilgi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir kavramdır. “Bilgi toplumu” ile TKY’nin ulaşmaya çalıştığı hedef, dünyanın neresinde, ne kadar ve kaça, hangi malın ya da ürünün üretileceğine, ya da hangi bilginin nasıl hizmete sokulacağına ait emirleri veren merkezlere bağımlılığın pekiştirilmesidir. Bu ürün, okullarda verilen eğitim olabileceği gibi, borsalardaki hisse senetleri de olabilir. Kısacası, tüm bilginin, sadece tekellerin eline geçerek, alınıp satılan bir meta haline getirilmesidir.
“Herkesin bilgiye ulaşması”ndan anlaşılanın ise, tekellerin dayatmalarına, denetimlerine ve hangi bilgiyi ne kadar alacağına dair tekellerin isteklerine ya da hegemonyalarına boyun eğmeye rıza gösterdiğinin bir ifadesi olarak kabul edilmelidir. “Parayı ya da bilgiyi veren, akılı da verir” diye düşünürsek, bilgiye ulaşmanın maliyeti çok yüksektir, ama bu bilgi ile gelen dayatmaların bedeli çok daha ağırdır;
Üretimde, nasıl bir teknolojinin sağlıklı ya da yeterli olacağı belirlenerek, bir koşul olarak, dünya halklarına dayatılır ve bunu üretim sürecine yayar. Bu koşul, ürüne ait en fazla sermayeye sahip tekelin koşuludur. Standart olarak karşımıza çıkan bu koşullar, ISO kuramlarıyla ve kuralları içinde dayatılır. Çünkü ISO kuralları, aynı zamanda TKY’nin kuramları ve felsefesinin örgüsünü de kapsamaktadır. Böylece bilgiye ulaşma, kalite eğitimleriyle verilirken, ulaştığımız bilginin, tekellerin kâr hanesine yazılan tutarı önemsenmez. Örneğin, tekeller için kârlı olan yani “verimli” olan üretim ya da üretim teknolojisi, işletmelerde uygulanarak, uyum sağlanırsa varolabilir, yoksa kapatılır. Yani her an denetime açık ve kârı düzenli “izlenebilir” olan bir teknolojinin her işletmede ve sektörde yaygınlaşması gerekir. Dolayısıyla her şeyin kontrolünün bilgisayarlara işlenen verilerle ve network ağlarıyla, bilgi merkezlerinin anlık takibine açılması, “bilgi çağını yakalama”nın hedefi olarak şart koşulmaktadır. Tabii ki, buna “teknolojiyi almak” ya da “bilgi toplumuna ulaşmak” gibi, masum kelimelerin ardına sığınarak yürütülen geniş çaplı bir politik propaganda eşlik eder. “Bilgi çağını yakalama”nın ardındaki gerçek ise, tekellerin standartlarına uyumdan başka bir anlama gelmez.
TKY’NİN EN BÜYÜK HEDEFİ, EMEK ÖRGÜTLERİ VE SOSYALİZMDİR
“Kaliteye ilk önce kim inandırılır” sorusunun cevabı ise, asıl üstünde durmamız gereken bir konudur. Kaliteye ilk önce, eski solcu çevreler ve onlar aracılığı ile de sendikalar ve öteki emek örgütleri inandırılmaya çalışılır.
Çünkü TKY’nin amacı; kapitalist sistemin çökmeye yüz tuttuğu ve krizlerinin daha da derinleştiği ve giderek artan derinleşmesi ile kaçınılmaz olan sonu karşısında;
1- Bunun etkilerini yoksul ülke ve halklara daha çok sömürü politikasıyla yıkmanın yol ve yöntemleri olarak şekillenmiştir. “Kaynakların rasyonel kullanıma açılması” söylemi ile tüm halklara ait tüm kaynaklara el koymanın yollarının açılması istenir. Böylece kapitalizm bir süre daha ayakta kalabilecektir.
2- Sosyal patlamaya karşı oluşturulan “kriz önleme merkezleri”nin uyguladığı projelerle sosyal mücadelelerin önünü kesmek üzere ideoloji üretilmektedir.
Bugün dünyada küresel olarak yapılan toplantı ve müzakerelerin içeriği, bu iki ana hedefe kilitlidir. Kriz önleme merkezleri, sistem bir bölgede çıkmaza girdiğinde savaş kışkırtıcılığı yapmak veya savaş çıkarmak gibi, hatta hükümet düşürmek ya da hükümet ve ülkeleri iflasa sürüklemek, ilerici sendikacı ve devrimcileri komplo kurarak ya da fiilen yok etmek vs. vs. gibi yöntemleri üretir ve projelendirir.
Bunlardan birincisi, herkes tarafından kolayca görülmektedir.
İkincisi ise, çeşitli baskı ve iç savaşlarla yani terör ortamında, sosyalist özlemleri ve utkuları örselenmiş ve yeni arayışlara yönelen sol kesimlerin ihtiyaç duyduğu yaşam tarzını, göstermelik olarak vaat ederek, sol bir dil ve kavram kargaşası içinde onlara sunarak halkları aldatma sanatı icra eder. Bunun yanı sıra Marksizm’i de alabildiğine tahrif ederek, sosyalizmin çelişkilerine çözüm ürettiğini iddia ettiği bir yöntem olan Postfordizmi dayatır, yani esnek üretim teknolojisini. Postfordizm, esnek uzmanlaşma olarak, sanki “özgür bir çalışma ortamı yaratılıyor”muş, gibi eğitimlerde anlatılır. “Kaliteye yolculuk” ile anlatılan özel girişimcilik ruhu ve “değişim” söylemleri ile “yönetime katılma”, “demokratikleşme” aldatmacası ile liberal bir rekabeti alabildiğine kışkırtarak, örgüt ve birlikleri dejenere etmeye çalışır. Bu nedenle bazı sol akımlar ve sosyalist görünen liderler, hangi nedenlerle olursa olsun, sahte söylemlerin kitleleri kandırmasında önemli bir rol oynarlar. Çünkü sosyalist sistemin etkisiyle örgütlenmiş sendika, oda ve birlikler, ya da çeşitli kitle örgütlerinin, kapitalist sisteme karşı muhalefetini sistem içine çekme çalışmaları, özellikle “solcu” olarak bilinen kişi ve kurumların yöneticilerine yaptırılır.
Bu nedenle, TKY, toplumsal dinamiklerin gelişimini en baştan, içeriden dinamitlemeye yönelmiş çok azgın bir saldırı yönetimidir. En baştan “sol” örgütleri ve kitle örgütlerini, liderlerini ikna ederek, güvensizlik yayarak, ölümle tehdit ederek, ya da parayla satın alarak yürütülen bir kriz önleme merkezi projesidir. Sisteme muhalefetin uzlaşmaya çekilmesinde rol oynayanlara, kendi çıkarlarına ve konumlarına göre oyun oynayacak bir rol verir.
“Yabancılaşmadan kurtulma”, “özyönetim”, “demokratik katılım”, “verimliliğin artırılması”, “kaliteli bir üretim teknolojisi” vs. gibi söylemlerinde, sosyalist sisteme ait kavramlar, kapitalizmin bekası için kullanılır ve kitleleri aldatır. Bizim anladığımız anlamdaki birçok sosyal içerikli kelime, ya da söylem, TKY’nin ve onun uygulama yöntemlerinden biri olan esnek uzmanlaşmanın içerisinde, azami kâr hadlerinin kapitalist tekellere akmasının aracı unsurları olarak kullanılır. Ama sonuçta, uygulamada, işçiler ve diğer çalışanları parçalayarak, birbirine karşı rekabete sokarak, düşmanca birbirine kırdırmanın, örgütsüzlüğün ve çöküşünün yöntemleri olduğu görülür.
Özellikle “performans değerlendirmesi”, “verimliliğin artması”, “başarılı olma” gibi kavramlar, TKY içinde, esnek çalışma kurallarının dayatılmasıyla sonuçlanır. Ve saati, yeri, ücreti ve süresi belirsiz bir çalışmanın verimli olacağı sanısı yayılmaya çalışılır. Ama herkesin çalışma saatlerini özgürce kendi isteğine göre ayarlayacağı propagandası yapılır. Böylece 8 saatlik çalışma gününün yerine 12, hatta 24 saatlik gönüllü çalışma günleri geçirilirken, bunun “özgürlük” adına yapıldığı iddia edilir. Karşılığında ise, fazla mesai ücreti gasp edilir, sigorta ve sendikalardan fiilen kopuş yaşanır. Böylece, uygulamada ekonomik, demokratik ve sosyal kazanımların tümü rafa kaldırılır, varolan yasaların geçersizliği ortaya çıkarken, birer birer tüm çalışan işçi ve emekçiler tümden “özgür” olur, yani işten atılır, aç kalırlar. Ne yazık ki, bu durumlarını kendi istekleriyle, özgürce kabul etmiş ve bu yola baş koymuş olmanın “gururu”nu yaşarlar. Aç ve işsiz de olsalar, “kaliteye ulaşmış”, kendi misyonlarını yeterince yerine getirmişlerdir. Çünkü çalıştıkları işletme ya da kurum, kapitalist yoldan kalkınmış, serbest piyasaya ve dünyaya açılmış, rekabet edebilir olmanın gururunu ona borçludur.
İşletmeler ya da kurumlar da, kalite politikasına uyum sağlandıkça ve kârı sürekli arttıkça ayakta kalabileceği bir kıskaca alınır. Verimli, yani kârlı hale getirilemeyen işyerleri birer birer kapatılır. Hizmet sektörlerindeki işyerlerinin (kurumların) önce liberalize edilmesi, yani kapitalist işletmeler haline dönüşmesinde çok yaygın olarak kaliteye iman gücü kullanılacaktır.
GATS Hizmetler Ticareti Genel Sözleşmesi’yle DTÖ’ye üye ülkeler arasında yer alan Türkiye, son yıllarda, işçi ve emekçilerden bağımsız olarak, onların çıkarlarını hiçe sayarak imza attığı taahhütlerini yerine getirme çabası içine girdiği gözlenmektedir. Bu gidişat, son yılların söylemiyle “AB’ye uyum” adı altında yürütülse de, asıl uyumun hedefinin TKY’nin kapsamında olduğu ve “ABD’ye uyum” olduğu apaçıktır.
Örneğin, İstanbul’da Çırağan Sarayı’nda, 16–17 Eylül 2002 tarihleri arasında, Türkiye’nin ev sahipliğini yaptığı UNESCO Dünya Kültür Toplantısı, vizyon amaçlı olarak görülmelidir. Ama 110 ülke ve 70 kültür bakanı ile yapılan dünya kültür toplantısı ile uygarlıkların kesişmesi ya da kültürlerin buluşması adına yapılan bir çıkarma, emperyalistlerin bizim ve diğer yoksul ülkelerin kültürel değerlerini ve topraklarındaki kültür mirasını paylaşacakları bir yağmayı amaçlamaktadır. Ama bu girişimin böyle algılanması için kültürel kimliklerin araştırılmasının, TKY kriterleriyle olan ilişkisi algılanabilmelidir. Kültür mirasının herkesçe sahip çıkılması adına yürütülen globalleşme ve “yardım” politikasıyla, tekellerin paylaşımı ya da gaspı söz konusu olan değerler, eserler ve yapılar, bugüne kadar olduğu gibi gizli saklı değil, halk ikna edilerek, güler yüzle, şeffaf olarak, çalınmaya açılacaktır. “Kültür politikası, psikolojiye değil, paraya dayalıdır” diyerek, ideolojik bir baskı kuran kültür bakanları, parayı basıp, kültürümüzü satın almaya talip olduklarını yüzsüzce ifade ediyorlar.
Kültür Toplantısı’nın asıl amacı ise, Bakanlar Deklarasyonu’nun kararları içinde yer alıyordu; DTÖ gündeminde yer alan, çevre, ticaretle bağlantılı fikri mülkiyet hakları, sanayi ürünlerinde tarife indirimleri, sübvansiyonlar ve anti-damping uygulamalara ilişkin, telafi edici önlemler ve anlaşmazlıkların müzakereye açılması için DTÖ’nün Bakanlar Kurulu kararlarının dikkate alınması öngörülüyordu. Toplantının ardından Başbakan Ecevit bir genelge yayınlayarak, özetle, Dış Ticaret Müsteşarlığı ile DTÖ arasında eşgüdüm sağlayacak bir koordinasyon kurulunun kurulması ile ticaret-yatırım, ticaret-rekabet, kamu alımlarında şeffaflık ve ticaretin kolaylaştırılması konularında etkin ve verimli bir izlenebilirliğin ve hizmet ticaretinin eşgüdümünün sağlanmasının gerekliliğini vurguluyordu.
GATS ile benzer biçimde, henüz parasız ve eşit hizmet anlayışı ile yürütülenin yerine ikame edilecek olan “serbest piyasa için hizmet” üretimi mantığı, “kaliteli hizmet” üretimi adına yürütülmektedir.
Diğer hizmet sektörlerini de parayla satın alıp kâr edilmesi gereken işletmelere döndüreceklerini de bu kadar açıkça ifade etseler, sorun kalmaz. Ama 2 milyona yakın devlet memuru kamu hizmetleri kapsamındaki birçok sektörde aynı zamanda bir mücadeleyi de başlatmış olurlar. Sağlık politikası, eğitim politikası, kültür politikası, turizm politikası, sosyal güvenlik politikası, vergi politikası, bankacılık ve sigortacılık politikası, belediyecilik politikası, güvenlik ve savunma politikaları, sivil toplum örgütleri olarak sisteme uyarlanmış vakıf ve dernek, hatta sendika gibi kurumlara ait politikaların tümü GATS=Hizmet Ticareti Antlaşmasına uygun olarak, yeniden tahkim edilmektedir. Yani uluslararası ticarete, paraya ve kâra dayalı hale getirilecektir. Hatta MAİ ve MİGA gibi tahkim yasalarıyla, uluslararası kurallara göre yeniden düzenlenmektedir. Tüm bu sayılan ve hatta sosyal hizmetler alanında yeni kurulacak tüm kurumların da hizmet ticareti kapsamında, GATS’a uygun işlev üstlenmesi sağlanacak bir düzenleme çalışmaları yürütülmektedir. Bu çalışmalara ise Kasım 2001 ‘de Katar’da toplanan tekellerin DTÖ Bakanlar Konferansının direktifleri ışık tutmaktadır.
EĞİTİMDE TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ
Tüm hizmetler kapsamında yürütülen GATS’a ilişkin yapılanmanın sosyal ve siyasal gelecek projelendirmesi içindeki en önemli ayağını, eğitim politikası belirleyecektir. Çünkü eğitimin bir örgün eğitim, bir de yaygın eğitim olarak kategorilendirilmiş iki unsurunun da çerçevesini çizen GATS, yaygın eğitim alanında, radyo, TV, sinema, fotoğraf, kitap, kaset, vs. gibi herkese açık satışa sunulan materyallerde, ticari kuralları ve yönetim biçimiyle ilgili en geniş propaganda olanaklarını genişletirken, okullar ve dershaneler gibi örgün eğitim alanında da kendi ticari kurallarını belirlemektedir.
DTÖ, ISO standartları altında yürütülen GATS anlaşmalarında, her tür hizmetin uluslararası ticarete, kayıtsız-şartsız açılmasını öngörmektedir. Yani eğitim sektörü de, uluslararası ticarete açılması gereken bir ticari sektör olmalıdır
Oysa Anayasanın her Türkiye vatandaşına tanıdığı bir hak vardır. Bu da, ilkokul çağma gelen herkesin, üniversiteyi bitirinceye kadar, devlet tarafından verilen eğitim olanaklarından adil, eşit ve parasız olarak yararlanma hakkıdır. “Eğitim, herkese eşit ve parasız olarak devlet tarafından sağlanır” biçiminde ifade edilebilecek bir düzen, TKY mantığı içerisinde, “eğitim, para ile satılır ve parası olan bu hizmeti alır” biçiminde özetlenebilen bir sisteme göre yeniden belirlenmek üzere değiştirilmektedir.
Bu yeni düzen, “herkese değil, parası olana eğitim” politikası olarak, bugünden eğitim alanında ne öğrenciler, ne veliler, ne de öğretmenler için kabul edilebilir, ya da kolayca adapte olunabilir bir düzenek olmayacaktır. Boyun eğdirme yöntemleri olarak devreye toplam kalite politikasının “kaliteli eğitim” argümanı, burada devreye girer. Paralı eğitime kimse onay vermezken, kaliteli eğitimi herkes onaylar. Oysa TKY içeriği olarak kaliteli eğitim, paralı eğitimdir. İdeolojik bir manipülasyonla, “kaliteli bir eğitim” için velilerden para toplanması, bu aldatma ile kolaylaşmakta, hatta denetim aracı olarak yaygınlaştırılmaya çalışılan ve sisteme ilişkin gelişmeyi kontrol etme aracı olan “bilgisayarlı eğitim” düzenini, veliler tarafından verilen paralarla okullara satılması olanaklı hale gelmektedir.
Eğitimin ticarileştirilmesi ve bu ticaretin serbest piyasaya uygun yapılması için okullarda verilen bilgilerin de, satın alınması ve kâra dönüşmesi gerekir. Bunun için, hangi bilginin, nasıl verilmesi gerektiğini belirleyen kural koyucu ISO standardı, MLO (Müfredat Laboratuar Okulları) okullarında, esnek uzmanlaşma içinde değerlendirme yönetimini devreye sokar. Değerlendirmede, sadece öğrencinin başarı puanı olarak kabul edilmesi istenir öğretmenlerden. Oysa TKY’nin bir argümanı olarak “ölçme ve değerlendirme”, aynı zamanda hangi bilginin, ne zaman ve ne kadarının, kaç paraya verileceğine ilişkin kuralları koyarken, öğretmenin de ticari bir hizmeti yaparken esnek çalışma koşullarını gözetim altına alan bir sistem geliştirir. Akreditasyon, (yani değerlendirme ve kredilendirme) sistemini örgütleyen Akreditasyon Yasası ve Uygun Ürün Yasası bu amaçla çıkarılmış ve doğrudan DTÖ’ye bağlı alt örgütlerini, oluşturmuştur. (Yöneticilerini bizzat DTÖ’nün atadığı BDDK, Petrol Piyasası Üst Kurulu, Şeker, Tütün, Enerji piyasaları üst kurulları, TÜRKAK, Eğitim Ve Bilim Üst Kurulu, vs. vs. birer kalite kurulu merkezleri olarak, kendi alanlarına ilişkin yönetmeliklerini çıkarma sürecindedir.) TÜRKAK (Türkiye Akreditasyon Kurulu) ürün yasasına göre üretim teknolojinin yayılmasında ISO kurallarının denetimini yapan en etkin bir kuruluş olarak eğitim standartlarını da belirleyen ve denetleyen bir kuruluştur. Okullarda TÜRKAK’a bağlı olarak TSE tarafından yürütülen kalite çalışmaları, ISO standardında ele alınmıştır. DTÖ’ye bağlı DENETÇİLER de 6 aylık periyotlarla süreci “izlemeye” almıştır. Özellikle teknik üniversitelerde ABET (Amerikan Teknik Eğitim Kuralları) adıyla yürütülen üretim teknolojisine ait kalite sistemi, oradan tüm üniversitelere ve lise-orta-ilk, hatta anaokullarına kadar yayılması planlanan bir sistemin örgüsünü oluşturmaktadır. Aynı zamanda üretim teknolojisinin teknik üniversitelerden sanayiye ve tarıma yayılmasının da teknolojisi buradan üretilir. Üniversite-Sanayi İşbirliği içinde kalite eğitimlerini finanse eden tekeller, TMMOB’yi de içine alarak, vizyonlarını tamamlamayı amaçlamaktadırlar.
Paralel çalışma yürüten YÖK (Yüksek Öğrenim Kurulu) ile Eğitim ve Bilim Üst Kurulu, benzer bir organizasyonla, DTÖ’nün Türkiye’deki alt kuruluşudur ve MEB ise bir koordinasyon kurumu olarak rol oynamaktadır.
Yukarıdan aşağı örgütlenen bu organizasyon, ISO organizasyonudur. Bu makro organizasyonun altında ise, okullara birer birer uygulanan mikro organizasyon olarak kalite teknolojisi, yine ISO standartlarına göre yenilenen bir örgütlenme modeli yapılanmaya başlanır.
Genel olarak elemanları, “performans değerlendirmesi” ile başarılı olmaya koşullanır. Başarı, bireysel olarak aylık ve yıllık performans eğrileriyle, düzenli bir değerlendirmeye tabi tutulur. Başarının kıstası ise, rekabet ve “başarılı” çalışmadır. Yani “müşteriyi memnun etmek”tir. Burada “müşteri” öğrenci ve velisi, “tüccar” ise öğretmen ya da profesördür. Bunun için de saati ve ücreti tartışmayan, sadece aşırı çalışmayla daha çok “kaliteli hizmet” üreterek daha çok kâr getiren, para toplayan verimli bir eleman olmaya koşullandırılır. Buradaki “kaliteli hizmet”, “piyasaya açılacak ve kâr getirecek bir hizmet”tir. Bu arada, koşu atı gibi gözü bağlı durmadan çalışan öğretmenin, ekonomik, demokratik veya sosyal haklarının giderek budanması ve tümünü kaybetmesi tehlikesi karşısında susması, uyumlu, gönüllü ve hevesli bir hizmetkâra dönüşmesi istenmektedir. Bu TKY’nin nihai zaferi olarak esas amacıdır.
Ama sadece ücretleri için mücadele eden veya bazı sosyal hakları için eylem yapan öğretmenin, eğitim alanındaki baskıcı kalite politikaları karşısında sessiz kalmasının tek bir nedeni olabilir, o da en iyimser yaklaşımla örgütünün bu konudaki bilinçsizliği, duyarsızlığı veya örgüt yöneticilerinin ince hesapları, kişisel çıkarlarıdır. Bu hesapların ardından, başta, çok demokratik bir uygulama olarak karşısına çıkan kalite sistemine uygun kurullara katılım ve alınan kararlarda, işçi-işveren uzlaşması temelinde altına imza atacağı uluslararası anlaşmalar gelir.
Şöyle ki; eğitim politikasının yeni düzeninde, yani kaliteye göre yeniden uyarlanmış biçiminde, MEB ve eğitimcilerin örgütleri (sendika vb.), ortak olarak oluşturacağı kalite kurullarında, doğrudan bağlı olduğu DTÖ, Hizmet Ticareti Konseyi, Türkiye Hazine ve Ticaret Müsteşarlığı, Eğitim ve Bilim Üst Kurulu (EBÜK). Eğitim Denetleme Kurulu, MEB, çeşitli kalite kurulları olarak, yukarıdan aşağıya örgütlenmiş bir ticari mekanizmanın tam ortasına düşürülmüş olacaktır. MEB zaten sınıf mücadelesinin bir tarafıdır, eğitimci örgütleri de diğer tarafın örgütü olarak uzlaşmaya çekilmek istenmektedir.
EBÜK’ün diğer alt kurulları olarak; Eğitim Politikalarını Uygulama ve İzleme Kurulu, Ölçme ve Değerlendirme Genel Müdürlüğü. İnsan Kaynakları Yönetimi Genel Merkezi, Eğitim Teknolojisi G.M. vs. gibi organizasyonlar, İSO örgütlenmesi içinde uyarlanmıştır. Müfredat programlarının yenilenmesinde, velilerin kaliteye inandırılmasında ve eğitim sisteminin rekabete açılmasında yönetmelik ve kuralların canla başla uygulayıcısı olacak öğretmenler, kendilerine biçilen misyonun çoğu zaman farkına bile varmayacaktır. Çok demokratik gibi görünen bir döngünün içine düştüğünü ise uygulama safhasında anlayacak, ama bir o kadar da örgütsel bir sıkıntı yaşayacaktır. Çünkü emperyalist bir talanın tam ortasında bulacaktır kendisini.
Bugünden okul müdürleri, MEB il ve ilçe teşkilatları çerçevesinde toplanarak kalite kurulları ve eğitimleri ile TKY’ye adaptasyon eğitimlerinden geçirilmektedir. Kalite kurullarının inşasında önemli roller gerçekleştirmek zorunda kalan okul müdürleri, bazı okullarda öğretmenler de, “uzman” statüsünde bu eğitimlerden geçirilmektedir. Uzmanlar, “kalite uzmanı” olarak, okul çevresindeki sivil toplum örgütleri ve okulların okul aile birliği, öğretmenler kurulu gibi kendi yapıları ile birlikte ortak kurduğu kalite çemberlerinde, bu örgütlerin temsilcilerini kaliteye inandırmak üzere, misyonerlik görevi ile görevlendirilecek ve ardından sertifikalandırılacaktır.
Verilen uzmanlık sertifikasının tek bir amacı olacaktır, daha çok veliyi, öğrenciyi ve öğretmeni, çembere katılan örgüt temsilcilerini kalite sistemine kazanmakla birlikte, veliden daha çok para toplamak, kitle örgütlerini soymak. Tabii ki mahalli sivil toplum örgütleri, hemşeri örgütleri, halkevleri, gençlik dernekleri, vakıflar, mesleki dernekler, spor dernekleri, vs. gibi toplumsal muhalefet odağı haline dönüşebilecek olan örgütlerdir. Okul çevresinde, uzman öğretmen ya da müdürlerin öncülüğünde yürütülecek bir kalite çemberi uygulaması, kalite eğitimi ile bu muhalefeti de içinde eriterek, sistemle çatışabilir olmaktan çıkaracaktır. Böylece yüksek teknoloji harikası bir soygun düzenini, bizzat bu düzenden en çok zarar gören eğitim emekçilerine yaptıracak, hem onları mücadeleden alıkoyacak, hem de soyguna iştirak ederek suçuna ortak edecektir. Dolayısıyla, sonuçta uzmanlık sertifikasının gördüğü iş, eğitim alanını tekellerin kâr alanı olarak açmanın ötesinde bir anlam taşımadığı görülecektir.
OKUL GELİŞTİRME PROJESİNİN İŞLEVİ
Kalite çemberlerinde toplanan paralarla, okula bilgisayar alınacak, dijital videolu kayıt cihazları ile her sınıfı gözetleyecek video kameralar, “kaliteli eğitim” için harcanacak kâğıt ve bant-kaset gibi teçhizatlarla, uzman öğretmen, ilkönce kendisi olmak üzere tüm eğitim sisteminin denetimine olanak sağlayacaktır. Dolayısıyla, öğretmen sınıftaki kürsüsünün denetimini de, uluslararası ticarete ve denetime açmış olacaktır. Böylece uluslararası denetim mekanizması olan ISO kurallarının, ister TSE ile olsun, isterse CE ile düzenli bir akreditasyon yani kredilendirmesinin koşullarını yaratmış olacaktır. Eğitim tekellerinin kârları için uygun bir duruma gelene dek, sürekli bir kontrolün yapılmasını da böylece kendisi üretmiş olacaktır. Çünkü TKY, kalite kontrolün anında ve üretimi yapanın kendisi tarafından geliştirilen bir sistem olarak, öğretmenin her saat, hatta dakikasını boş geçirmemek üzere sürekli sistem için çalışma prensibini dayatır. Boş vakit bırakmamak üzere öğretmenin tüm saatlerini meşgul eder ki, mücadele edecek ya da sosyal bir aktiviteye katılacak zamanı kalmasın. Eğer istenirse, sosyal aktiviteler de eğitimin kalitesi içinde yaratılacaktır.
(Sanayide kalite çemberlerine giren işçilerin birbiri ile konuşacak ya da tuvalete gidecek zamanlarının bile olmamasının ardındaki amacın, aralarındaki tüm diyalogu koparmak ve emeğinin aşırı sömürüsü olduğu, bunu yaşayan her işçinin çok iyi bildiği bir yöntemdir.)
Çalıştığı saat için ve verimliliği oranında ücret alması (esnek ücret), “başarılı” olduğu sürece çalışabilme hakkı kazanması için TKY, öğretmeni sürekli daha çok çalışmaya zorlar. Bunu da her an denetime alır. Hatta başarısını kendine ölçtürerek, başarısının azaldığı anda, işi bırakması için “kendini feda etme” koşullarını yaratmaya çalışır. Yani işten kendisinin ayrılmasını sağlar. Kısa sürede azami emek sömürüsü ile yorarak, erken yıllarda emekliliğini istemesini ister. “Başarı” ise, sadece ve sadece daha çok kâr ettirmek ve işletmesine kazandırmakla ölçülecektir.
Kalite politikasının etkisine giren bir işletme, bir kurum, ya da okul, artık uluslararası ticarete açılmış bir işletmeye dönüşmüştür. Kazançlı olmaktan başka bir hedefi olmayan kurumlara dönüşen okullar, kâr etmiyorsa iflas eder ve kapanır. Öğretmenleri işsiz, öğrencileri eğitimsiz, binaları boş ardiyeler haline gelir.
Ülke genelinde ise, her okulun ticari bir şirkete dönüştüğü eğitim birimlerinin toplamı, ülkenin genel eğitim politikasının, geleceğe yönelik ülke ekonomisine nasıl bir katkıda bulunacağı, artık tartışılmaz. Eğitim sistemi toptan iflas eder. Kapitalizmin kâr mantığına teslim olunmuş ve gençliği çıplak kapitalist çıkarlar adına heba edilmiş olur. Genç işsizler ve işsiz öğretmenler ordusu, işsiz mühendisler ordusuna eklenir. 5 yıllık bir kalite yönetimi uygulaması sonucunda, bugün MEB verilerine göre, yaklaşık 20 bin öğretmen işsizdir ve tayin beklemektedir. IMF’ye verilen taahhütler içinde 2 yıl sonra bunun en az iki katı bir duruma gelinmesi kaçınılmazdır
Bu arada bilgisayar devi Bill Gates, kârını daha çok artırmış, Nokia veya Sony, Ericsson gibi firmalar ihya olmuş, uluslararası eğitim ve denetçi firmaları büyük kârlar elde ederek, yoksul halkı daha da yoksulluğa itmiş olarak, ticaret hadlerini artırmış olurlar. Bill Gates’in Türkçesi yeni yayınlanan “Düşünce Kadar Hızlı Çalışma” adlı kitabı da bir o kadar fazla satılmış olur.
BİR ÖRNEK
Eğitim Sen’in 1998 yılında yaptığı Demokratik Eğitim Kurultayı’nın ardından yayınlanan aynı adlı kitapta 2. Bölüm olarak sunulan “Yönetim Sisteminde Yeniden Yapılanma” bölümünde yer alan, EBÜK (Eğitim ve Bilim Üst Kurulu)’nun işlevlerinden birkaçına bakalım;
“Eğitim ilkelerinde ve hedeflerinde sistemin çalışmalarını uzun dönemli olarak planlamaya olanak sağlayacak bir sürekliliğin oluşturulabilmesi ve eğitimin demokratikleştirilebilmesi amacıyla Eğitim Bakanlığının üstünde, katılımcı bir anlayışla kurulmuş bir Eğitim ve Bilim Üst Kurulu’nun gerekli olduğu düşünülmektedir.
EBÜK, geniş tabanlı ve demokratik seçim yoluyla belirlenmiş temsilcilerin çeşitli tarihlerde bir araya gelmesiyle çalışmalarını sürdürebilecektir.
Bu kurul, eğitimin ana ilkelerini, uzun dönemli hedeflerini belirleyerek, eğitim uygulamalarının ilke ve hedeflere uygunluğu konusunda değerlendirme yapabilme yetkisine sahip olabilecektir.
EBÜK’ün amaçlanan biçimde başarılı olabilmesi ve il, ilçe, okul bağlantısında kurulmuş bir iletişim ağına sahip olması gerektiği düşünülmektedir. Bu kurul 5 yıl için seçilir. Bu kurulda;
– İşçi sendikaları,
– Öğrenci temsilcileri,
– Öğretmen temsilcileri,
– Eğitimciler sendikaları,
– Veli temsilcileri,
– Üniversiteler ve bilim kuruluşları,
– Bakanlık temsilcisi,
– İşveren sendikaları,
– Örgütlü oda ve birlikler,
– Kültür bakanlığı temsilcisi,
– Siyasi parti temsilcileri (gözlemci olarak),
yer alırlar.”
TKY ETKİNLİĞİ İÇİN EĞİTİM DENETLEME KURULU (EDK)
“EDK, Eğitim ve Bilim Üst Kurulu tarafından kabul edilen ilke ve hedefleri uygulayacak olan Eğitim Bakanlığı’nı denetleyecek bir kurul olarak düşünülmüştür. Bu kurulun denetleme etkinlikleri, Bakanlığın sürekli olarak izlenmesi şeklinde olabileceği gibi, kendilerine gelecek şikâyetleri de değerlendirebilecektir.
Kurul, çeşitli dönemlerde yapacağı denetleme etkinlikleri sonucunda oluşturacağı raporları EBÜK’e sunmalı ve EBÜK’ün kararları doğrultusunda çalışmalarına devam etmelidir.”
EBÜK’ün bileşimine bakıldığında çok demokratik bir oluşum gibi görülebilir. İşçi ve işveren temsilcilerinin mükemmel bir birlikteliği ve katılımı en geniş demokratik yönetim biçimi olarak sunulmaktadır. Bu sunuma bakıp, 1998–2002 yılları arasında eğitim ve ücret politikaları da “çok demokratik bir seyir izlemektedir” diyebiliriz. Gerçekten öyle olduğuna inanan öğrenci ve öğretmenler arasında kaç kişi olduğunu ise, bu raporları hazırlayan üniversite hocalarına sormamız gerekir.
Bu komisyon Raporunu Hazırlayan; Prof. Dr. Meral Tekin, Doç. Dr. İnayet Pehlivan, Yr. Doç. Yasemin Usluel, Doç. Dr. Kazım Karakütük ve çeşitli ilköğretim okullarından 3 ve Anadolu lisesinden 1 eğitimcinin, bu soruya halk ve eğitim emekçileri içinde verilen yanıtın araştırmasına yöneltebiliriz.
BİR BAŞKA ÖRNEK
Eğitimin toplam kaliteye uyarlanmasında, sanayide olduğu gibi, vizyon olarak seçilmiş bazı okullar bu ideolojiye öncülük ederler. Bunlardan biri olan Batı Koleji’nin toplam kalite yönetimi hakkındaki anlayış ve sunum örneği ilginçtir;
“Dünyadaki yeni yönetim anlayışı olarak ülkemizdeki sanayi ve ticaret şirketlerince de başarıyla uygulanan ve verimliliği artırmayı amaçlayan TKY, eğitim yönetimi anlayışımızı belirlemektedir. Çalışanların, velilerin ve öğrencilerin de yönetime belirli kurallar ve kurullar aracılığıyla katılması ile sağlanan bu anlayışın özünde demokratik tavır ve sürekli gelişme vardır.
Mayıs 2001 tarihinde DONE Araştırma Şirketi’nin Batı Koleji velileri ile yüz yüze ve tek tek okul dışında yaptığı anket çalışmasının sonucunda % 97 oranında genel memnuniyet oranı ortaya çıkmıştır.”
Batı Koleji, anlaşılan TKY’nin propagandası için vizyon olarak kullanılan okul örneklerinden biri olarak görevini tam yerine getirmiş ve yeterli puan almıştır. TKY’nin kendini yenileyen sürekli projeler ürettiği okulda, öğrenci-veli ve profesyonellerden oluşan ekip çalışması yapıldığı söylenmektedir. Bu profesyonellerin kimler olduğu ve nereden geldiğini ise, yazının genel çerçevesi içinde yorumlamak gerekir.
Bir öğretmenin başarı puanı, öğrenci ve veliye sorularak, öğretmenin sınıfı üstündeki otoritesi sarsılmıştır. Şikâyet eden öğrenci ile öğretmen ilişkisi dejenere edilmiş ve saygı ve dostluk bağları ortadan kaldırılmıştır.
Aynı okul içindeki sınıflardan biri de vizyon olarak, örnek seçilebilir. Seçilmiş ayrıcalıklı sınıf öğrencileri ile diğer sınıftaki öğrenciler arasında bir rekabet oluşturulur ve sınıflar arası ayrım suni bir dalaşma yaratır. Böylece öğrenciler ve öğretmenler arasındaki birlik bozulmuş, ortak sorunların çözümü, imkânsız hale getirilmiş olur.
Okullar arasında da benzer rekabet koşulları oluşturularak, ayrıcalıklı okullar, üniversiteler ile bunların öğrencileri birbiri ile çeşitli sınavlarla eşitsiz bir rekabete koşulur. Gelecekleri ise, daha derin eşitsizliklere ve kaosa itilir.
SONUÇ
TKY, emeğe genel anlamda bir saldırı mekanizmasıdır. Emeğe, emeğin tarihine, emeğin kültürüne ve sosyal yaşama saldırıdır.
TKY kriterleri, dünya tekellerinin, halklara karşı açtığı tarihin en büyük savaş kriterleridir. Çünkü halkların duygu ve düşüncelerinin sömürüsü ile toplumları arkadan kuşatarak, onları yok etmeye ve çökertmeye hedeflenmiş ideolojik ve politik saldırı taktiğidir.
“Eğitimde Toplam Kalite”, eğitimin, özelleştirilmesi,
piyasaya açılması,
esnek üretime geçilmesi,
tekellerin dolaysız denetimine açılması,
tekeller tarafından her adımının yönlendirilmesi,
plan ve programlarının, tekeller tarafından oluşturulması,
eğitimin kâra endekslenmesi,
ideolojik kuşatma aracı olarak kullanılması,
eğitimcileri, öğrencileri ve velileri birbirine rakip düşmanlar olarak parçalamak,
eğitim araç ve gereçlerinin parçalı ve paralı hale getirilmesi vs. vs, demektir. Ki, piyasa koşullarına uygun bir hizmet üretimi olarak amacının değişmesidir.
“Eğitimde kalite”nin gerçek anlamda tek bir amacı vardır: Kârlı eğitim işletmeciliği… Bundan 20–30 yıl önce, eğitimin tümüyle piyasa malı haline gelmediği bir dönemde olsaydı, eğitimde kaliteden bahsederken, “kaliteli bir eğitim”in anlamını, toplumun gelişimi içinde önemli bir dinamik güç oluşturan çocuk ve gençlerin, ardı sıra halkın tümünün, kendi geleceğine ilişkin bağımsız ve özgür bir toplum yaratma amacıyla, toplumu geliştirici kültürel ve bilimsel faaliyetlerin toplamı olan bir metodolojiden bahsedebilirdik. Gençlerimizi ve çocuklarımızı, toplumun çıkarları ve halkın yararına ekonomiyi ve sosyal yaşamı daha ileri götürecek bir nesil olarak yetiştirmekten bahsedebilirdik. Ama bunun için toplumun, bağımsız, demokratik ve sosyal gelişimini ilerletecek bir plana ve programa, bu planı yürütecek bağımsız kurumlara sahip olması gerekirdi. Kısacası ekonomik olarak bağımsız bir ülke halkının ve gençliğinin eğitimi için, kaliteli bir eğitimden reel anlamda bahsedebilirdik. Bunu gerçekleştirmek için eğitim çalışması yapılabilir ve gerçek bir kalite yakalanabilirdi.
Mali ve ekonomik alanlardaki tüm denetim ve planlama, tümüyle IMF’nin eline geçmiş, tekelci sermayeye bağımlılık her alanda iyice pekiştirilmiş bir ülke kalkınması ya da eğitiminin kaliteli olması, tekellere entegrasyon sürecine uyumun alt yapısını örmek amacından başka bir amaca hizmet edemez. Bu süreç için, kalite ve kaliteli eğitim politikası gündeme getirilmektedir. Bu politika ile emperyalizme olan bağımlılık daha da pekiştirilmiş olacaktır. Taze beyinler, ele geçirilmiş ya da yok edilmiş olacaktır.
“Bilgi çağını yakalamak” olarak lanse edilen “yeni dünya düzeni”nde, bilgiyi ellerinde toplayan tekeller, her türden bilgi kırıntısını bile, ticari kâr amacıyla, egemenlik kurdukları ülkelere satmaktan başka bir şey düşünmemektedirler. Bu amaçla her ülkede, bilgisayar ve network ağları kurarak, her kıpırdanışı gözetim altına alarak, kendi sistemlerini, kalite sistemi adıyla kurmak üzere, esaret zincirleri örmeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bilgi aktarımı olan eğitimin, ticari kâr amaçlı olarak ve tekellerin çıkarları gözetilerek yeni düzenlemelere tabi tutulması, “eğitimde kalite” olarak tanımlanmaktadır. Nasıl bir bilginin verileceği, kitaplarda hangi tür bilgilerin okutulacağının düzenlemesi, bilgi merkezlerinin denetimine açılacak ve satın alınmak zorunda bırakılacaktır.
ÇALIŞMA KOŞULLARINDA ESNEKLİK
ISO kuralları içinde, (TSE veya CE’de aynı işlevi görmektedir) esnek üretim, eğitim sisteminde parçalı ve parça başı ücretli ve esnek zamanlı çalışma koşullarını ve eğitim olanaklarını dayatıyor.
TKY’nin kalite eğitimleri ile eğitim hizmetleri sektöründe çalışanların tümü esnek üretim sürecine girmiş olur. Yani bugüne kadar kazanılmış tüm haklarından, örgütsel gücünden ve sosyal olanaklarından vazgeçmeye adım atılmış olur. Çünkü kaliteli eğitimi almaya başlamıştır. Dolayısıyla ISO, uluslararası tekellerin yasasına göre eğitim ahlâkını değiştirmeye ve öğrencilerine vereceği derslerde de bunu uygulamaya başlamış olacaktır. Böylece öğretmenler, tüm yasal ve sosyal haklarının birer birer kaybedilmesine de onay vermiş demektir. Çünkü ‘kalite’nin girdiği yerde uluslararası ve ulusal eski yasaların değeri yavaş yavaş ortadan kaldırılmaya, insani değerler ve sosyal ihtiyaçlara göre üretim ahlâkı tanınmaz ve kullanılmaz hale gelmeye başlar. Bunların bir çırpıda olması mümkün değildir, ama hedefte çıplak kapitalist ilişkiler kalması için çok iyi örgütlenmiş bir politik güç sarmalı ve baskısı gelişir.
Önce hizmetin, yani eğitimin, serbest piyasaya açılma koşulları olan paralı eğitim başlar. Devlet desteği, belli bir süreç sonunda tümüyle kaldırılır. Ardından, sınıflar ve okullar arasında rekabetin kuralları işlemeye başlar.
Örgütsel kurumlar ve kurullar, sivil toplum örgütleri kapsamında, sisteme uygun ve sosyal hizmet üretiminin “kaliteli olması” gibi bir koşula göre yeniden dizayn edilir. Yani sınıflar arası uyum, daha verimli hizmet, standarda ayak uydurma gibi şablonlar, ideolojik propagandaların ardı sıra okullara ve örgütlere yerleştirilir.
Öğretmenler ve veliler yanı sıra öğrenciler arası bir yarış başlatılır. Öğretmenler ve öğrenciler için başarı puanlamaları, veliler için daha çok ödeme ayrıcalıkları ve teşvikleri başlar.
İşletme haline getirilen okullar ve üniversitelerde çalışma koşulları esnek çalışmaya göre şekillenmeye başlar. “Ürettiğin kadar kaydet ve puan al, ücret iste” prensibi, acımasız bir öğütme çarkını işleme koyar.
“Kaliteli eğitim”in sonuç ve hedefindeki yaptırımları kısaca özetlersek;
1- İş güvencesi ortadan kalkar, 1475 ya da 657 sayılı yasalar (kural adına, emekçilerin haklarını koruma adına ne varsa) teker teker belirli bir süreç içinde lağvedilir. Performansa göre ücret ve istihdam ortaya çıkar. Bugünden, Personel Rejimi Yasası ve Norm Kadro uygulamaları gündeme getirilmektedir. Sicil şeffaflığı prensibine göre verimlilik ölçümleri, “Ölçme ve Değerlendirme Kurullarında” uluslararası denetime açılır.
2- İş saatleri, süreleri esnetilir, ihtiyaca göre uzar veya kısalır, ya da geniş zamana yayılır.
3- Sosyal hakların güvencesi ortadan kalkar,
4- Aşırı bir çalışma ve yorgunluk ki tekellerin kârları ve sistemleri için, başka hiçbir sosyal alana yönelemeyecek kadar çalışanı zorlamaya başlar, aşırı sömürü devreye girer. Eğitimci, çalışmak, daha çok çalışmak ve uluslararası eğitim tekellerinin denetimine ve çıkarlarına uygun hale gelene kadar çalışmaktan başka bir şey düşünemez hale gelir. Kâr mantığı her anını ve adımını işgal eder.
5- Ücret, kalite sisteminde, performansa göre değerlendirilir. Sisteme en iyi biat edenler ve iyi para kazandıranlar biraz daha iyice ücret alırken, düşük performanslı olanlar, hiçbir hak verilmeden atılır. Ücretlerin nispi olarak sürekli düşeceği ve giderek yoksullaşacağı bir sisteme katlanmak zorunda kalınır.
6- Sendikal yapıyı çökerten, sınıfsal mücadelenin de altını oyan veya boşaltan yöntemler geliştirilmeye başlar. Bu alanda önce bir kuralsızlık ortaya çıkar. Ama kurallar, ISO tarafından çok sıkı olarak belirlenmiştir, bunun dışına taşan her şey kuralsızlık olarak düşündürülür, sisteme ait yaratılan boşluklar ve çarpıklıklar, kendinden menkul gibi görülmeye başlanır. Hatta bunun suçu eğitim emekçilerine yıkılır.
Sistem dışı olanların, uyumsuz ve anarşist, hatta terörist ilan edilmesi, sisteme muhalefetin de önünü kesmeye yöneliktir.
Örneğin ABD ve Avrupa sendikal konfederasyonlarının merkezleri, kalite sistemine tam biat etme üzerine yeniden şekillendirilmiştir. Uluslararası sendikal birliklerden kredi alarak onların denetiminde yürütülen eğitim çalışmalarının tümü, esnek üretim sisteminin içinde düşünülmelidir. Çünkü AB veya ABD sendikacılığı, ideolojik ve politik olarak kalite sistemine karşı çıkmayan ve onun gelişimini destekleyen kurumlara (kredi verir) dönüştürülmüştür. Hatta been-marking sistemi denen think-thank “bilgi” merkezlerinde, yani çokuluslu tekellerin düşünce üreten kurullarına, bu sendikalardan da temsilciler katılır ve onlarla ortak düşünce üretirler. Sınıf mücadelesinin, anti-emperyalist mücadelenin nasıl önleneceğine ilişkin değerli bilgileriyle bu kurumlara destek olurlar. Bu bilgi merkezleri, tekellerin, ülkelerin bağımsız ve doğal gelişimine müdahale etmek üzere plan ve proje üreten merkezleri durumundadırlar.
7- Marka politikası, henüz Türkiye’ye eğitim alanında yeterince girmemiştir, ama gidişatı görmek için diğer sektörlere bakmak yeterlidir. Kısmen, Sabancı, Koç gibi holdinglere ait okulları ve üniversitelerin, nispi olarak liberal eğitime ayak atıldığı biçiminde yorumlasak da, bu henüz genelleşmemiştir. Yani amaçlandığı gibi, her eğitim kurumu, şu ya da bu tekelin, yani markanın projesi içinde yer alarak ayakta kalabilecek duruma henüz gelmemiştir. Ama üniversite sınavına hazırlanmak isteyen gençler için dershanelerin kapısını aşındırma politikası çoktan yerleşmiştir. Üniversiteye öğrenci sokma yarışında dershaneler arası rekabet alabildiğine artmıştır.
MEB’e bağlı okullar ve üniversiteler arasında da benzer bir yarışın koşulları oluşmaya başlamıştır. Anadolu ve Fen liseleri ile düz liseler arası yarışta öğrenciler yeteri kadar bölünmüştür ve eşitsizliğe uğratılmaktadır.
Uruguay Raundu antlaşmalarında, imza atılan en önemli konulardan biri, “fikri mülkiyet hakları”dır. Bu fikri müdahalenin patent ve kota antlaşmaları ile proje geliştiren kurumların en önemlilerinden biri olan eğitim kurumlarında, belli eğitim tekelleri eliyle yürütüleceği; ODTÜ’deki fikri projelerden, TÜBİTAK’ın geldiği yere, ürün yasasından akreditasyon kurumlaşmalarına kadar bakılarak kolayca görülebilir. Yani belli eğitim tekellerinin markalarına göre örgütlenen (uluslararası dev eğitim tekellerinin markalarına göre) bir eğitim politikasının alt yapısı, bugünden örülmektedir. Yatırımcı şirketlerin övgüsüyle başarılı okullar ve öğrencileri arasında yarış kışkırtılmaya başlayacaktır. 2004 yılında tamamlanacağı sözü verilen, AB’ye uyum politikasının en önemli halkası olarak eğitime verilen önem burada net olarak dile getirilmektedir. AB’ye uyum ile, ABD’ye iman birbirinin izdüşümü olan entegre bir politikadır. Dolayısıyla, AB’ye uyum adıyla yürütülen politikanın ABD tekellerinin ihtiyaçlarına göre nasıl düzenleneceği ileriki yıllarda daha net görülecektir.
8- Kalite sisteminin önemli kurallarından biri “izlenebilirlik”tir. Bu izleme ve denetleme, belki polisiye bir izleme değildir, ama ondan çok daha detaylı ve incelikli bir izleme tekniğinin hayata geçmesi demektir. Eğitimci ve eğittikleri, her gün ve her saat, tam bir izlemeye alınır. Kimin, nerede, ne yaptığı, nasıl yaptığı, ne söylediği, ne düşündüğü, ne hissettiği, duyumsal özellikleri, duyarlı olduğu konular, eğilimleri, ilişkileri, vs. vs. tümüyle kayıtlara geçirilir. Öğretmenin enerjisi, sinerjisi, ne kadar mantıklı ya da duygusal olduğuna ilişkin ölçümler yapılır. Bu kayıtlar da bilgisayarlarla izlemeye alınır. Sistem (TKY) çok kapsamlı bir izleme ve denetlemeye tabi olan toplumsal bir izleme yöntemi olduğu halde, dışarıdan çok açıkça fark edilmez. İşyerlerinde kalite yönetiminin başlangıcında yapılan anketlerin, ne amaçla yapıldığı açıkça görülmez. Kalite eğitimlerine ise, “yararlı olabilir” diye bakılır. Çünkü çoğu zaman teknolojinin bir gereği olarak sunulmuş ve kitleler ikna edilmiştir. Sisteme adaptasyon eğitimleri içinde yer alan bu motivasyon eğitimleri, tüm işletmelere, okullara ve kurumlara çok disiplinli ve sürekli olarak uygulanır. Eski çalışanlar kalite eğitimlerine alınarak yürütülen adaptasyon, yeni gelenlere veya eğitimcinin öğrencisine uygulayacağı motivasyon eğitimleri ile sürekli pompalanır. “Kalite için eğitim” olarak sunulduğu için de kimse ses çıkaramaz, çünkü birçok uygulama, net olarak eskisinden ayırt edilmemekte, “eğitimin sorunlarına çare olacak” diye bakılmaktadır. Çalışanlar, nasıl bir tuzağa düşürüldüklerini anlamakta güçlük çekerler.
9- Kalite eğitimi, uluslararası tekellere kâr ve daha çok kâr sağlamaya yönelik bir eğitim politikasının yaygınlaşması için, denetimi ve verimliliği artıran sisteme (ISO sistemi) adaptasyon eğitimidir. Bu sistemle, yabancı eğitim şirketleri veya ortağı olan şirketler, hem satın alacakları birer özel işletme haline getirmek istedikleri kurumları (okul, üniversite, kreş, Öğretmenevi, hastane, vs.) sözde ıslah etmektedirler, hem de kârlı birer işletme haline getirmektedirler. Bunun ön hazırlığını da bizzat bu kurumlarda çalışan eğitimcilere yaptırmaktadırlar.
Dolayısıyla, eğitimci, hiçbir biçimde egemen olamayacağı bir hizmetle, tümüyle işine yabancılaşmak ve asıl amacından da uzaklaşmak zorunda kalacaktır. Çünkü eğitime genel bütçeden ödenen katkının, tümüyle ortadan kaldırılması ve öğretmenin kendi ücretini de veliden alınan katkı paylarıyla okul yönetimlerince ödenmesi, Dünya Bankası’nın dayatmalarından biri olarak, öğretmene varolabilmek için para toplamaktan başka bir amaç bırakmaz. Ve kendi ücretini çıkarabilmek için veliden para almaya zorlanan öğretmen, halkın çocuklarını eğiten bir eğitimci olarak, onmaz manevi zararlara uğrayacaktır. Ki bu zarar, maddi olarak göreceği zarara göre çok daha derinden yaşayacağı bir manevi yıkıma yol açacaktır. Ülkesine ve halkına karşı yürüttüğü düşmanca tutumun farkına vardığında ise iş işten çoktan geçmiş olacağı için, kendi sorunlarıyla yalnız kalacak ve ruhsal çöküntü yaşayacaktır.
10- Kalite sisteminin kuralları içinde yer alan “müşteri mutluluğu”, iç müşteri mutluluğu olarak, aynı işyerinde çalışan öğretmenleri birbirine denetleten ve aralarında rekabet kuralları getirirken, birbirini elemeyi koşullar, dış müşteri mutluluğu ile velinin mutlu edilmesi ile daha kolay nasıl soyulacağı planlanır. İç müşteri, eğitim elemanları arasındaki karşılıklı ilişkilerde, birbirine karşı kışkırtılmış ve birbirinden koparılmış, olarak öğretmenler arasındaki tüm dayanışmayı yok etmeye yönelik çok sinsi bir metot olarak geliştirilmiştir.
Çünkü “yönetime katılma” adı altında yürütülen “öneri verme” taktikleri ile birbirini yönetime şikâyet etme ve birbirinin ayağını kaydırma yöntemiyle işte kalmak zorunda kalacaktır. Sisteme karşı çıkanların tecrit edilerek toplumdan soyutlanması, bizzat en yakın arkadaşlarına yaptırılacaktır. TV kanalındaki “en zayıf halka kim?” yarışması, tüm işyerlerine entegre edilecek bir kalite yönetimi örneğidir.
TEKELLERİN ÇIKARLARI İÇİN DEĞİL HALKIN İHTİYAÇLARI VE ÜLKENİN ÇIKARLARI İÇİN EĞİTİM
TKY ile halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması amaçlı bir ekonomi yerine doğrudan uluslararası tekellerin kârlarını artırmaya göre şekillenen bir yapılanma öngörülüyor. Bunun gibi, bugüne kadar tartışılan “halktan kopuk eğitim”, TKY etkisinde yürütülen eğitim anlayışıyla tümüyle halktan ve ulusal geleceğimizden kopuk ve yabancı bir sisteme entegre edilmektedir. Bu sistem, kalite sistemi olarak kabul ettirilen ve esnek üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir ekonomi-politikanın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden dizayn edilmektedir. ISO–9000 kalite standardına göre eğitimin yeniden örgütlenmesi, esnek üretimin politikasına ve buna göre gelişen teknolojiye uygun bir nesil yetiştirmek üzere eğitimde yeniden yapılanmayı hedefler. Çünkü esnek üretim teknolojisi, bugüne kadar varolan kamusal üretim teknolojisinden tümüyle farklıdır. Eğitim, plansız ve dengesiz bir kapitalist krizler sürecinin girdabına terkedilmiş, tekellerin insafına ve çıkarına göre değişken ve tutarsızlıklar içeren bir ekonomi-politikanın ihtiyaçları yönünde şekillenecektir.
Eğitim sisteminin tümünü bozguna uğratmayı hedefleyen bir sistem olarak kalite sistemine uygun eğitim, bu nedenle tümüyle reddedilmelidir.
Yerine konacak eğitim ise,
* Halk için eğitim, eşit, adil ve parasız eğitim talebidir.
* TKY amaçlı yürütülen propagandanın ideolojik saldırısına karşı, ideolojik bir mücadeleyi içeren bir eğitim politikası yürütülmelidir. Eğitimin para kazanmanın bir aracı olmaktan fikren karşı çıkılmalıdır.
* Kalite (kâr) ahlâkı değil, halkçı bir ahlâk ve anlayış öne çıkarılmalıdır.
* Kalite adına oluşturulmaya çalışılan kurullara ve eğitimlere katılmama konusunda örgütlü bir mücadele başlatılmalı ve gerekçesi açıkça söylenerek yürütülmelidir. “Esnek çalışma istemiyoruz.”
* Paralı ve parçalı eğitime karşı sendikal mücadele, her eğitimci için vazgeçilmez bir görev haline gelmelidir. “Kayıt”, “yardım”, “bağış”, vs. adları altında para toplanmasına şiddetle karşı çıkılmalıdır. Öğrenciler için seçilen kitapların içeriği tartışılmalı, gereksiz kırtasiye masrafları yaptırılmamalı, bu konularda gerçekten demokratik bir tutum izlenmelidir.
* Okul Aile Birlikleri demokratikleştirilmeli, Okul Aile Birlikleri yoksul çocukların eğitim masraflarını üstlenmeli, ama “yardım” adı altında okulları satın alma hevesinde olan kişi ve kuruluşların amaçları teşhir edilmelidir.
* Öğrenci Velileri Dernekleri’nin her semtte ve ilde örgütlenmesi, bu nedenle çok önemlidir.
* Kalite politikasının, kapitalist işletme haline getirmeye çalıştığı okul ve üniversitelerin, öğretmen kurullarında veya öğretim elemanları sendika şubelerinde, ülkenin geleceği tartışılmalıdır.
* Eğitimde, tüm okullarda, kalite sistemine ilişkin gerçekler öğrencilere anlatılmalı, ülke çıkarlarını korumak ve kendi geleceğini görmek amacında olan öğrencilere destek olacak bir eğitimin nasıl olacağı tartışılmalıdır.
* Öğretmenler, “okul geliştirme projesi” olarak yürütülen kalite çalışmalarının reddini de üstlenmeli, bu projelerin amacının okulu geliştirmek değil, iflas ettirmek olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
* Performans değerlendirmesi olabilecek kayıtlara ve anketlere karşı duyarlılığı artıracak çalışma yürütmelidir. Sicil kayıtlarının şeffaflığı adı altında yürütülen performans değerlendirme politikasının amacı açıklanmalıdır.
* Kalite sistemine karşı mücadele kararı alan son KESK Kongre kararlarının hayata geçirilmesinde sendikaya sahip çıkanların sayısının arttırılması ve örgütlü çalışmanın önemi, her zamankinden daha büyük ihtiyaç haline gelmiştir.
* TKY’nin, sendikal örgütlülüğü parçalamaya ve amacından saptırmaya yönelik bir saldırı olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Örgütün pekiştirilmesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamak en başta gelmektedir. Çünkü bireysel çabalar geçici ve kısa sürelidir. Özellikle böylesi topyekûn bir saldırı döneminde, iki ayrı sendika çatısı altında bölünmüşlüğün hiçbir gereği yokken, sendikalar arası birliğe özel önem verilmelidir.
* Varolan ekonomik ve demokratik hakların korunmasının yolu olan sendikal mücadelenin TKY ile altının boşaltılmasına karşı bilinçli ve uyanık bir mücadele yürütmek gerekir. TKY’nin, uluslararası sendikal örgütleri olduğu gibi ulusal sendika hareketini de, kendi çıkarları yönünde, bu sistemle uyumlu bir uzlaşma platformuna çevirmenin politikası olduğu akıldan çıkarılmayarak, “kendi gücüne güven” prensibi öne çıkarılmalıdır. Sendikaların, kalite kurullarının ayakları haline getirilmesi, “Bilim Kurulu” adıyla yürütülen tuzaklardan uzak durması, sisteme biat etmekten vazgeçmesi için bilinçli bir sınıf mücadelesi yürütülmesi çok önemlidir.
* Kalite sistemine kapılarını açmış bir okul idaresinde, müdür ve yardımcıları işveren konumda, öğretmenin patronu olarak karşısına çıkacaktır. Oysa kalite politikası “gönüllülük” üstüne oturur. Müdürlerin de bu politikaya karşı çıkması gerekir. Çünkü onların çıkarlarına da ters düşen düşmanca bir saldırıdır. Ama kalite sistemine kazanılmış bir müdür, işletme haline getirdiği kurumunda bir patrondur artık ve ona, emek cephesinin güçleri içinde kalan öğretmenler, sınıf mücadelesinin bir tarafı gözüyle bakacaktır. Çünkü değerlendirmeyi ve ücretini ya da işte kalıp kalmayacağını, müdür belirleyecektir.
Ama duyarlı, bilinçli ve yurtsever bir müdürün de, kalite sistemini reddetmesi ve ona karşı koyması mümkün ve gereklidir.
* Sendikal mücadele, günümüz şartlarında, hiçbir dönemde olmadığı kadar siyasi bir içerik taşır. Öğrenci ve veliden para toplamamak, kalite kurullarına ya da eğitimlerine katılmamak, kalite adına anket yapmamak, performans değerlendirmesine katılmamak vs. siyasi bir tavır, emperyalizme karşı bayrak açan bir tutumdur. Para toplanan okul, bu işi yürüten müdür, öğretmen, para veren veli, tekellerin düzenine boyun eğmeyi kabullenmiş demektir.
* Kamu Sendikaları Toplu İş Görüşmeleri sürecinde, sadece ücrete bağlı bir mücadeleye yönelen memur hareketi, içeriğinin yeterince tartışılmadığı müzakereler sonucunun, önemli zaaflar taşıdığı düşünülmelidir. Sicil yönetmeliği, norm kadro ve kamu personel rejimi yasasına ilişkin yönetmeliklerle, doğrudan IMF politikalarını uyuma açtığı eğitim ve diğer hizmet sektörlerinde, yönetmelikler ve uygulamalar, ücreti hiçbir garantiye almazken, yapılan anlaşmanın şimdiden geçerliliğini ortadan kaldırmaktadır. Hükümetler değişse bile yönetmelikler belirleyici olacak ve standartlar geçerli olacaktır.
Kamu-Sen, toplu görüşmelerin yeterince tartışılmadığını protesto ederek açıklarken, KESK, tartışmayı örtme eğilimiyle, bu süreçte geri bir adım atmıştır. Çünkü IMF veya AB’ye Uyum Yasaları, Uygun Ürün Yasası ile akreditasyon yasaları çerçevesinde oluşturulacak yönetmeliklerle, esnek ücret uygulamaya geçilecek ve bu yönetmelikler kanun hükmünde sayılacaktır. TKY politikası çerçevesinde yayımlanan yönetmelikler, toplu görüşmelerde alınan kararları boşa düşürecek yapıda olacaktır. Hele kalite kurullarına katılan Eğitim-Sen veya Kamu-Sen yöneticileri, ticari eğitim tekellerinin her isteğine boyun eğmek zorunda kalacaktır.
* Sendikalar, özellikle eğitimle ilgili sendikalar, Eğitim ve Bilim Üst Kurulu’nun bölgelerde oluşturduğu sivil toplum örgütlerinin toplamı olan kalite kurullarının gerçek amacını halka anlatmalıdır. Bu uygulamanın dışında kalmalı ve teşhir etmelidir. Yoksa tekellerin taşeronluğunu üstlenmiş olmaktan dolayı, halka karşı suçlu konuma düşer.
EK–1
Amerikalı R. Podrol’un 1966’da hükümetine verdiği rapordan, Türkiyeli memurlar için bazı saptamaları:
“Türk memurlarının kişisel özellikleri şunlardır:
1- Kişisel inisiyatifleri yoktur, yukarıdan emir beklerler.
2- Son derece merkeziyetçidirler, sorumluluktan korkarlar.
3- İstihbarat ve muhabere kabiliyetleri zayıftır.
4-Statükocudurlar. Saygı görürler, fakat bu, korkunun sonucu olan bir saygıdır. Sosyal prestij sağlayan üst kademe memuriyetleri, Siyasal Bilgiler, Hukuk ve iktisat Fakültelerinin tekelindedir. Bu nedenle bu fakültelere fazla tehacüm vardır. Az maaş almalarına rağmen, idareciler bu görevlerinde kalmayı tercih ederler. Bu mevkilerden atılmamak için de son derece tutucu, statükocu, siyasal iktidara uygun birer icracı olurlar.
5- Mahremiyetin anlamını bilmezler, kapılarını, dolaplarını daima açık tutarlar.
6- Batılı olduklarına inanırlar. Kendilerini batılı saydıkları için, batıdan gelen etkilere çok açıktırlar. Bu nedenle, yerli uzmanlarının tavsiyelerine dudak büktükleri halde, aynı tavsiyeler batılı bir yabancı tarafından yapılınca can kulağıyla dinlerler, hayranlık gösterirler. Bu hususa dikkat etmeli, bundan faydalanmalıyız.
7- Öğrenme ve gelişme istekleri mevcuttur. Yalnız bu istek, bir eğitim biçimine sokulunca, kendi yetersizlikleri anlaşılır korkusuna kapıldıkları için, eğitimi, küçük memurlara has bir iş sayarlar. Kendilerine yapılacak eğitimin, seminer, konferans adı altında verilmesinden yanadırlar.”
EK–2
Yabancı uzmanların Türkiye’ye yoğun olarak girmeye başladığı ’60’lı yıllardan sonra, 1964’de Başbakan İsmet İnönü’nün bir Bakanlar Kurulu toplantısındaki konuşmasından kısa aktarmalar, “uzman”ın gerçek anlamını ortaya koyan bir görüntüyü net olarak verir;
“Daha bağımsız ve şahsiyetli bir dış politika istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden bahsediyor. Nasıl yapacağım bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlerime havale edeceğim. Onlar etraflı çalışmalar yapacaklar, teklifler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?
Hepsinin etrafında uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. 0 olmazsa işi sürüncemede bıraktırmaya çalışıyorlar. Muvaffak olamazlarsa karşı tedbir alıyorlar.
Bir görev veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurumdan önce, Amerikan Sefirinden öğreniyorum.
Bana şimdiye kadar bunlar tarafından hazırlanmış, derdimize deva olacak bir tek rapor getirmediler. Hepsi yasak savma kabilinden şeyler. Ne yapıyorsak gene kendi elemanlarımızla yapıyoruz. Peki, bu binlerce adam, “avara-kasnak gibi” de dolaşmıyorlar ya? Elbette kendileri için önemli marifetleri var.
İstiklal savaşından sonra Lozan Barış Anlaşması’nda, asıl mücadele, bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa hudutlar meselesi fiili bir durumdu. Tazminat işini iki devlet (Yunan-Türk) aramızda hallederdik. Bütün mücadele, idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için, büyük tavizlerde bulunmaya hazırdılar. Biz onların niçin ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar da bizim niçin inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler.
Peygamber edasıyla, size dünyalar vaat ederler, imzayı attınız mı, ertesi günü gelmişlerdir bile. Personel gelmiştir, teçhizat gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu meselenin üstüne vakit geçirmeden eğilmek lazımdır. Yoksa bağımsız dış politikadan bahsedilemez. Hatta iç politikada bile bağımsızlık düşünülemez. Yapamazsınız bağımsız politika. Havanda su döversiniz. Fakat zannetmeyin ki kolay istir bunlardan kurtulmak…”