Enerji bölgesinde emperyalist kapışma ABD’nin “savunma konsepti” değişimleri

ABD’nin ikinci Emperyalist Savaş sonrasında rakipsiz süper güç olarak dünya egemenliği peşinde askeri yolları da kullanarak yayılmaya çalışması, esas olarak SSCB’nin sosyalist sistem adına ve kalıcı bir dünya barışını gözeten politikaları tarafından engelleniyordu. Asya’da hemen savaş öncesinde başlayan ve savaşın bitişinde belirleyici bir rol oynayan Çin Devrimi, ardından da Kore’nin bölünmesine ve Kore Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşuna yol açan devrim, Batı Avrupa’yı kendi “arka bahçesi” haline getirmiş olan ABD’nin II. Savaş sonrası Asya’yı tam egemenlik altına alma planlarını önemli ölçüde boşa çıkarmıştı.
Üstelik Asya’daki devrimci gelişmeler, yalnızca ulusal bağımsızlığı değil, toplumsal kurtuluşu da hedefleyen ve sosyalizmden etkilenen hareketler niteliği kazanmaya başlamış, bunların tümünü SSCB’nin yarattığı yolundaki açıklamalar, kimseyi tatmin edemez hale gelmişti.
Amerika’nın eski Saygon Büyükelçisi General M. Taylor, şunları söylüyordu: “Amerika, Güneydoğu Asya’da Kızıl Çin’le karşılaşmaktan kaçındığı takdirde, … Milli Kurtuluş Savaşları, komünist yayılmanın yerini alacaktır.” (Amerikan Harp Doktrinleri, M. Fahri, Yön Yayınları, 1966, sf.14.)
Yalnızca Asya ya da Avrupa’da değil, Afrika ve özellikle de Latin Amerika’daki kurtuluş mücadeleleri, ABD için, başlıca tehdit olarak değerlendiriliyor ve ABD kendi misyonunu, devrim ve ulusal kurtuluş mücadeleleri karşısındaki tutumuyla tanımlıyordu. 20 Eylül 1965 tarihinde Amerikan Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen bir yasaya göre: “Amerikan kıtası ülkeleri arasında karşılıklı yardım anlaşmasını imzalamış olan taraflar, bu ülkelerden birine veya birkaçına yapılan herhangi bir saldırı karşısında, silaha başvurabilir, bundan önce kabul edilen prensipler ve yapılan açıklamalar temeline dayanarak, milletlerarası komünizm diye adlandırılan bozguncu kuvvetlerin veya kışkırtıcıların Amerika kıtasında ne şekilde olursa olsun müdahalesine, kontrolüne, egemenliğine engel olmak veya son vermek üzere, gereken bütün yollara başvurabilirler…” (Age. s. 16.)
Bu dönem, Amerika’nın “sınırlı bölgesel savaş” teorisini uyguladığı dönemdir. Başlıca ‘”dolaylı saldırı”, “konvansiyonel olmayan savaş”, “bölgesel savaş” ve “elastiki tepki-esnek tepki” kavramlarıyla dile getirilen bu “savunma konsepti”ne göre, yukarıda değindiğimiz gibi, “esas düşman”, devrim ve ulusal kurtuluş savaşlarıydı. Bu savaşlar, “dolaylı” idi, çünkü doğrudan doğruya ABD topraklarına ve ABD kuvvetlerine karşı değil, “dost ve müttefik”lere karşı yürütülüyordu; “konvansiyonel” değildi, çünkü alışılmış savaş araç-gereçleriyle, düzenli ordular arasında yapılan bir savaş değildi; “bölgesel” ya da “lokal”di, çünkü olabildiği kadar yalıtılmış bir çevrede yine olabildiğince yalıtılmış sorunlar çerçevesinde sürdürülüyor, genelleşmemesi özel önem taşıyordu. Yine aynı amaçla, “elastiki tepki” teorisi geliştirilmişti. Buna göre, belirli bir savaşta, en az kuvveti dereceli olarak kullanarak operasyonun mümkün olan en sınırlı ölçülerde kalması gözetilmektedir. “Esnek tepki” teorisinin kaynağında, süper güçler arasında “termonükleer silah” kullanımını olabildiğince geciktirme kaygısı da bulunmaktaydı. Dünya çapında bir nükleer savaşa yol açmadan, savaşı bölgesel düzeyde tutmak, karşı güçlerin durumuna uygun, esnek güç kullanımıyla “düşman”ı, kendi topraklarında yine kendi ülkesinin güçleriyle yenilgiye uğratmak… Bu, teori, aslında “merdiven teorisi” denilen daha kapsamlı bir savaş çizgisinin parçasıydı. Belirli bir bölgesel savaşta, eğer savaş şiddetlenir ve alanı genişlerse, ikinci bir “basamak” öngörülüyordu. Düşman taşıt ve ulaştırma şebekelerini, limanları, havaalanlarını, ikmal merkezleri tahrip edebilecek silahlar kullanılacak, bu da bir sonuç sağlamazsa, “üçüncü basamağa” geçilecekti. Bu aşamada artık termonükleer silahlar kullanılacaktı.
Dönemin Başkanı Kennedy’nin danışmanı olan Samuel Huntington, bu stratejiyi şöyle savunuyordu: “Önümüzdeki 10 yıl içinde, doğrudan doğruya devletlerin sınırlarına tecavüz etme imkânları gittikçe daralmaktadır. Bu cinsten saldırıların yerini, devletlerin kendi sınırları içindeki hükümet darbeleri, gerilla hareketleri ve iç harplerin alması imkânları ise artmaktadır.” (Samuel Huntington, age., sf. 296.)
Ünlü Rockefeller Vakfı tarafından hazırlanan bir raporda ise, “dolaylı saldırı” kavramına ilişkin olarak şunlar söyleniyordu: “Bizim güvenliğimizi, sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırıların yanında, ondan daha tehlikeli, fakat saldırı görünüşünde olmayan başka cins tehditler de var. Bu tehditler, içeriden yapılmak istenen değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılar, bazen iç harp şeklinde, bazen devrimci hareket şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reform hareketleri biçiminde karşımıza çıkmaktadır. … Bizim amacımız, bu ve benzer akımları önlemek olmalıdır. … Gerek bizim, gerekse komünist olmayan diğer dünya devletlerinin güvenliğini sağlamak için, mahalli kuvvetler ve akımlar tarafından sıkıştırılmış olan dost hükümet ve rejimlere silahlı yardımlar yapma zorunluluğunu duymalıyız. Bu zorunlulukla yapılacak askeri müdahale, ne klasik askeri stratejiye uymakta, ne de geleneksel diplomatik müdahaleye benzemektedir. Bu askeri müdahalenin kendine özgü bir biçimi ve niteliği vardır.” (“Prospects Of America. The Rockfeller Panel Reports”, age. sf. 298.)
Dünyadaki en etkili çelişmelerin, sosyalist sistemle kapitalizm, halklar ve emperyalizm arasında olduğu bir dönemde, ABD’nin başlıca hedefini de, emperyalist sistemden kopma eğilimi gösteren her türden direniş ve “değişme” hareketleri oluşturuyordu. Bu hareketler, ister ciddi komünist karakterde olsun, isterse reformcu, demokratik karakterde olsun, ABD için “düşman” kavramının içinde olmaktan kurtulamıyorlardı. Çünkü esas olan, Amerikan ekonomik ve siyasi çıkarlarına tam bir bağımlılık içinde olmaktı. “Reformcu”, “demokratik” hareketler, bu bağımlılığı en az zorlayan akımlar olmalarına, ABD’ye olduğu kadar SSCB ile ilişkilere de mesafeli olmalarına karşın, yine de tehlikeli bulunuyorlardı. Çünkü dünya, kesin bir biçimde sosyalist ve kapitalist bloklara ayrılmıştı ve ABD’nin bu tablo içinde tarafsızlığa bile tahammülü yoktu.
Latin Amerika’da, Güneydoğu Asya’da, devrimci ulusal kurtuluş savaşlarına girişen bütün ülkelerde, ABD, bu yeni doktrine dayanarak, silahlı müdahalelerde bulundu. Doğrudan asker göndermediği ülkelerde, darbeler, kontrgerilla hareketleri, suikastlar düzenledi. Bu, aynı zamanda, CIA’nın bir komplo örgütü olarak en aktif olduğu dönemdi.
ABD, bu dönemde, silahlı kuvvetlerinin büyük bir bölümünü, “sınırlı-lokal savaş” stratejisine göre yeniden örgütledi. General Maxwell Taylor, bu yapılanmayı şöyle özetliyordu: “Birleşik Amerika, stratejik hava kuvvetleri ve hava savunma birlikleri yanında, özellikle gayet hareketli stratejik ve taktik savaşlar yürütecek kara kuvvetlerini arttırmalıdır. Bu kara kuvvetlerinin, dünyanın herhangi bir köşesine en kısa bir zamanda ulaşıp derhal müdahale edebilecek hareketlilikte yetiştirilmesi gerekir. Bu kuvvetler, … elastiki tepki stratejisine göre harp etmelidir.” (Age., sf. 256.)
Bu görüşler, tümüyle gerçekleştirilmiş, üstelik Maxwell’in dile getirdiği Pentagon ihtiyaçları doğrultusunda, bir de önemli ek yapılmıştır: Sınırlı-lokal savaşları yürütecek orduya “kalkan görevi yapacak” vurucu nükleer silahları geliştirmek… Yıl, 1959’dur.
O yıllarda, dünyadaki bütün temel çelişmeler, en etkili düzeydedir.
Amerika, “baş düşman” olarak ulusal kurtuluş savaşlarını ve sosyalizmi görmektedir. Bütün stratejisini de bu iki düşmanın başlıca etkili olduğu alanları denetlemek ve elde tutmak üzerine kurmuştur. Bu alanlar, Asya, Afrika ve Latin Amerika gibi, I. ve II. Savaş sonunda “paylaşılması tamamlanmamış” kıtalar üzerinde, üstelik büyük bir uyanış içine girmiş halkların yaşadığı topraklardaydı. Ne var ki, sosyalist bloğun varlığı koşullarında, emperyalistleri asıl ilgilendiren konu, bu bölgelerin kendi aralarındaki paylaşımından çok, bağımsız ya da sosyalist ülkelere dönüşmeleri olasılığıydı. Eski sömürgeci devletler (Fransa, Belçika, bir ölçüde İngiltere) kendi hâkimiyet bölgelerini, artık “dünya jandarması” rolünü üstlenmiş bulunan ABD’ye devredebiliyorlardı. Çünkü yalnızca ABD’nin değil, bütün emperyalistlerin başlıca korkusu, sistemin kan kaybetmesiydi. Kendi sömürgelerini kaybetmekten daha önemlisi, sistemin tümüyle çökmesi tehlikesiydi ve bunu önleyebilecek askeri ve ekonomik güç, ABD’nin elinde bulunuyordu.

“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NDE ESKİ SAVAŞ STRATEJİSİ
Dünyada yeni güç ilişkilerinin biçimlenmesinin başlangıcında, “Sosyalist Blok”un dağılması bulunuyor.
’70’li yılların sonlarından başlayarak devrimci dünya dalgasının gerilemeye başlaması da, bu dönemin özelliklerinden. ’60’lı yılların devrimci atmosferini yaratan temel çelişmeler niteliklerini kaybetmemekle birlikte, o dönemde olduğu gibi bir “emperyalizmin burçlarını döven devrim dalgası” günümüz dünyasının gerçeği değildir.
Amerikan emperyalizminin savaş stratejisi, bu yeni koşullara göre bazı özellikleri bakımından değişmiş olmakla birlikte, temelleri bakımından korunmaktadır.
Günümüz dünyasında, emperyalistlerin enerji koridorları üzerindeki kapışması, olaylara ve ilişkilere rengini veren başlıca unsurdur.
Amerika da, düşmanlarını bu yeni duruma göre belirlemiştir. Her biri başlıca enerji kaynaklarının ve sevk yollarının üzerinde bulunan ülkeler, Amerikan politikalarının yanında ya da karşısında konumlanışlarına göre sınıflandırılmaktadır. Yine bu kıstasa göre, “uygun” ülkelerde iç karışıklıklar, bölünmeler ve çatışmalar yaratıldığı da görülmektedir.
ABD, artık sözde “ulusal bağımsızlık” hareketlerini, bizzat kendisi kışkırtmaktadır. Balkanlarda ve Kafkasya’da olduğu gibi, ya da şimdiden belirtileri görüldüğü üzere ve kimi Orta Asya ülkelerinde olacağı gibi, ABD, kendisine bağlı sahte “silahlı direniş grupları” oluşturarak, bölge devletlerini parçalayarak denetleme yolunu seçmektedir.
Bununla birlikte, “sınırlı savaş” stratejisinin bazı unsurlarının hâlâ geçerli olduğu görülüyor.
Savaşlar “lokal-yerel, bölgesel” tutuluyor. Yine “esnek” davranılıyor: Örneğin Vietnam’a atom bombası atılmamıştı, Bağdat’a atılmıyor!
“Dolaylı savaş” taktikleri yine kullanılıyor. Askeri müdahaleler, NATO ya da BM aracılığıyla gerçekleştiriliyor.
“Dev komünizm tehlikesi”nin yerini ise, “haydut devletler” almış bulunuyor.
Eski stratejinin en önemli basamağı olan orduya “kalkan görevi yapacak” vurucu nükleer silahlar ise, yepyeni bir teknolojiyle “füze savunma sistemi” adı altında gündemde. Ancak bu yeni bir adla sunuluyor: “Ulusal Füze Savunma Sistemi”.
Sözde “yeni” savaş doktrini, Soğuk Savaş dönemindeki şartların artık değiştiği, eski tehlikelerin yerini yenilerinin aldığı ve sonuç olarak yeni-farklı caydırıcılık sistemlerinin geliştirilmesi gerektiği düşüncesine dayanıyor. “Ulusal Füze Savunma Sistemi”, ya da medyadaki popüler adıyla “Yıldız Savaşları Projesi”, Pentagon’un “haydut devletler” diye adlandırdığı ve resmi dilde sözde yumuşatılarak ama kapsamı genişletilerek “kaygı uyandıran devletler” olarak tanımlanan ülkelerden gelebilecek potansiyel tehditlere karşı, “bir savunma sistemi” olarak propaganda edildi. Sistemin eski stratejinin bir uzantısı olduğu düşünüldüğünde, bunun “savunma” ile ilgisi olmadığı da görülüyor. “Ulusal Füze Savunma Sistemi”, bir de, “haydut devletlere yakın mevzilerde”, örneğin Türkiye’de “Füze Savunma Kalkanı” kurulması projesini içeriyor. ABD’li uzmanlar, Türkiye’yi (büyük olasılıkla İncirlik Üssü’nü) Iran veya Irak’tan gelebilecek “tehdit’e karşı yeni “Kalkanın dayanak noktalarından biri olarak değerlendiriyorlar.
“Haydut devletler”, esas olarak Kuzey Kore, İran ve Irak’tır. Oysa uluslararası savunma uzmanlarına göre, adı geçen üç devletten sadece Kuzey Kore, ABD’yi vurabilecek kıtalararası balistik füze geliştirebilecek potansiyellere sahiptir. Daha da önemlisi, yakın geçmişte Kuzey Kore, ABD ile görüşmeler sürdürürken, füze uçuş deneme programını durdurma kararma bağlı kalacağını yeniden vurgulamıştır.
Yine, ABD dışındaki ekonomistlerin ve savunma uzmanlarının görüşüne göre, plan gerçek bir savaş olasılığına karşı önlem olmak üzere değil, Amerikan silah sanayisini pompalamak için uydurulmuştur ve varsayılan tipte bir saldırı için, adı geçen ülkelerin tehdit oluşturduğunu söyleme olanağı yoktur.
Böylece Irak ya da İran’a karşı kurulacağı söylenen “Füze Savunma Kalkanı”nın dolaysız olarak, Hazar Havzası ve Avrasya enerji kaynakları sorunlarına bağlandığı görülebilir. Böylece, “kalkan”ın aslında, işlerin daha da dallanması halinde Çin’e, Rusya’ya, karşı tarafta yer alan bir başka ülkeye karşı olası bir askeri harekât sırasında kullanılmak üzere geliştirilen bir “mızrak” olduğu da görülebilir.
Konunun Türkiye ve ABD arasında görüşüldüğü günlerde, Türkiye’nin, ABD’nin “haydut devletlerin füzelerine karşı savunulmasında” Iran ve Irak’ı aynı anda cepheden karşısında bulacak bir tutumdan kaçındığı görüldü. Üstelik Bush yönetimi bu projesinde Avrupa’nın muhalefetiyle de karşı karşıyaydı. Rusya ve Çin’in yanı sıra, Fransa da, bu “savunma konsepti”nin, daha önce imzalanan nükleer savunma antlaşmalarını geçersiz hale getireceğini ve dünyada yeni bir silahlanma yarışma yol açacağını, ABD’ye bildirmişlerdi.
Bununla birlikte, örneğin Radikal’de Mehmet Ali Kışlalı, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gücünün artık sadece ülke sınırlarını savunmaya yönelik olmaktan çoktan çıktığını ve olası tehdit oluşturacak sorunların çözümünde de” rol alabileceğini ileri süren bir yazı yazdı. Kışlalı’ya göre, “Füze Savunma Kalkanı” projesi Türkiye’nin savunma stratejisine de uygundu: “Başkan Bush’un, birçok müttefikine kabul ettirmekte güçlük çeker göründüğü; füzelere karşı savunma sisteminin Türkiye’nin savunma stratejisine aykırı olduğunu sanmıyoruz. Bu bakımdan ABD Savunma Bakanı’nın Ankara’dan rahatlamış ayrılacağı kanısındayız.”
Böylece Kışlalı, en azından bazı askeri çevrelerde, hükümetin o andaki tutumundan farklı perspektiflere sahip olunduğu izlenimini veriyordu. Aslında ABD’nin “hemen şimdi” biçiminde bir dayatması da yoktu. Daha zaman vardı ve koşulların olgunlaşmasını bekleyebilirdi.

SU UYUR, RUSYA UYUMAZ
ABD’nin bütün Asya kıtasına yönelik olduğu bilinen görünüşteki bölgesel girişimlerine karşı, Rusya elbette boş durmuyor.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ABD’nin Kafkasya politikası, özetle, bölge devletleri arasındaki çelişkilerin derinleştirilmesi, ayrılıkların keskinleştirilme-si, kimi durumlarda da ittifakların zorlanması biçiminde seyretti. Buna uygun olarak, Kafkasya’yı bölmek, halkları birbirine düşürmek için provokasyon, rüşvet, kışkırtma, darbe, suikast gibi yolları denedi, din ve kültür farklılıklarını kullandı. Her durumda değişmeyen amaç, Rusya’nın Hazar Denizi’ndeki ağırlığını azaltmaktı.
Rusya’nın karşı-hamlesi ise, Sovyetler zamanında kurulmuş ekonomik-siyasi ilişkileri, ABD’ye karşı bir baskı unsuru olarak kullanmak ve İran’la bölgesel bir ittifakın temellerini atmaya yönelmek biçiminde oldu. Rusya, bununla sınırlı olmayan, daha geniş kapsamlı bir Asya politikası izlemeye, Putin’i öne çıkararak başladı. Rusya ile İran arasındaki çeşitli boyutlarda gelişen yakınlaşma bir “stratejik işbirliği”ne doğru evrilirken, buna, Hindistan’ı da katmayı amaçlayan girişimlerin de yapıldığı, İran kaynakları tarafından açıklanmıştı. Buna göre, savunma alanında ortak örgütlenmelere gidilecek ve doğuda Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de, batıda ise Ermenistan’ın başkenti Erivan’da askeri komuta istasyonları kurulacaktı.
Rusya’nın karşı hamlesi, aslında gelişen “Avrasya Güvenlik Rejimi”nin kendisine özgü hedeflerinden çok, ABD’nin hedeflerinin deşifre edilmesine dayanıyor. Böylece, Orta Asya ve özellikle de Hazar petrol ve doğalgazının dünyaya ulaştırılması için kullanılabilme olasılığı olan bütün yollar üzerinde çeşitli ittifak kombinasyonlarının Rusya tarafından da denendiği, karşı hamleler düzenlendiği anlaşılıyor.
Rusya, SSCB’den kalan miras üzerinde hareket ederek Kazakistan ve Kırgızistan’ı, Avrasya Ekonomik Topluluğu içine aldığı gibi, 1992 yılında kurulan BDT Kolektif Güvenlik Antlaşması ile de kendi “güvenlik şemsiyesi” altında tuttu. Fakat Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan üzerinde bu kadar etkili olamadı. Türkmenistan, 1997 yılında GUAM adı altında oluşturulan Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova arasındaki birliğe de katılmadı. Özbekistan ise, bu işbirliğine ancak 1999’da katıldı ve işbirliği platformunun adı GUUAM olarak değiştirildi. GUUAM, ABD ve Batılı ülkeler tarafından destekleniyor.
Rusya’nın bir başka ittifak arayışı, önce “Şanghay Beşlisi” sonra da “Şanghay Platformu” olarak adlandırılan ve Çin’le birlikte yürütülen Asya çapındaki birlik projesinde görülüyor. Temmuzda, Çin Devlet Başkanı Zemin ile Rusya lideri Putin bir zirve toplantısında bir araya geldiler. Zirvede iki ülke arasında bir dönem silahlı çatışmalara kadar keskinleşen sınır sorunları aşıldı. Sınır sorunlarının, gelecekte yapılacak işbirliğine ‘gölge düşürmeyeceğini’ tüm dünyaya açıkladılar. Epeyce eski bir geçmişe dayanan “sınır sorunlarının” kolaylıkla aşılmasının asıl nedeni, zirvenin temel konusunu gölgede bırakmamak içindi. Zirveden bütün kıtayı ve dünyayı ilgilendiren, daha önemli bir karar çıktı, Rusya ve Çin, ‘Tek kutuplu dünya düzenine karşı’ ortak hareket edeceklerdi! Bu, ABD’ye açıkça tavır alınması anlamına geliyordu. Çin ve Rusya, ‘Füze kalkanı’ projesine karşı olduklarını da bir kez daha yüksek düzeyde açıklamış oldular.
Zirvenin özellikle ABD politikalarına karşı açık bir tutumla sonuçlanması, Asya ülkeleri arasındaki hareketlenmede görüldü. İran ile Ermenistan arasında, özellikle savunma alanında karşılıklı çok sayıda üst düzey ziyaret gerçekleşti. İran ile Ermenistan savunma alanında ‘stratejik işbirliği’ içine girdiklerini resmen tüm dünyaya açıkladılar.
Türkmenistan tarafsızlığını gerekçe göstererek, “Şanghay Platformu” girişiminin dışında kalmıştı. Bu birliğe Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan üye olurken, son “İslami terör” olayları sebebi ile Özbekistan da gözlemci olarak katıldı.
Amerika’nın eski “Yeşil Kuşak Doktrini”nde SSCB’yi bağımlı-gerici diktatörlüklerle kuşatmak esastı. Bu kez Avrasya’nın yumuşak karnını arıyor. Ne var ki, Orta Asya ülkeleri içinde ABD, bütün gizli-açık gayretlerine, Türkiye’nin bu yöndeki yüklenmelerine karşın açık ittifak güçleri oluşturamadı. Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, enerji yolları konusunda ve Hazar Havzası sorunları dolayısıyla zaman zaman Rusya ile farklı yollar deneseler de, Amerikan planlarının parçası haline gelmediler, bu arada Türkiye’nin “kardeş Türkî Cumhuriyetler” rüyasını da, bunun arkasında yatan planları görerek boşa çıkardılar. 1999 Şubat ayında Kerimov’a yönelik suikast girişimine, Türkiye’de eğitim gören Özbek öğrencilerin de karıştığı iddialarını, Özbekistan Türkiye’deki öğrencilerini geri çekerek ciddiye aldığını gösterdi. Azerbaycan’da, Aliyev’e karşı Türkiye’nin de adının karıştığı darbe girişiminde Amerika’nın parmağı olduğundan kimse kuşku duymadı. Çeçenistan’da ve Özbekistan’daki “radikal İslamcı” akımların arkasında da Amerika’nın bulunduğu, “terör” yoluyla yıldırma ve köprübaşı tutma aracı olarak bu grupları kullandığı da biliniyor. Pakistan’ın art arda darbelerle sarsılması, Afganistan’ın Taliban belâsına mahkûm edilmesi ve nihayet Türkiye’nin ekonomik baskı programlan aracılığıyla elinin kolunun bağlanması hep aynı egemenlik stratejisinin sonuçları olarak ortaya çıktı.
ABD’nin gizlenemez saldırganlığı, Asya ülkeleri arasında Rusya merkezli ve Çin tarafından da desteklenen birliklerin olanaklarını arttırıyor.
ABD ise, bu büyük programa, kıta dışından destekler geliştiriyor. Bunun en içten gönüllülerinden biri İsrail.

YENİ BİR SOYDAŞ HALK BULUNDU!
19 Ağustos günü, Sabah gazetesinin manşetinde, “bu da nereden çıktı” dedirtecek cinsten bir haber vardı: “Yedinci Yıldızın Esrarı Çözüldü!”
“Yedinci Yıldız”, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’nın forsunda bulunan on altı yıldızdan biriydi ve “Türk Hazar İmparatorluğu”nu simgeliyordu.
Haber, hiç de manşete taşınmayı hak etmiş görünmüyordu; çünkü bir Fransız gazetecinin, bundan yaklaşık 40 yıl önce yazılan Arthur Koestler’in 13. Kabile adlı gizemli kuşkular ve varsayımlar üzerine kurulmuş kitabına dayanarak sürdüğü izin sonunda, Azerbaycan-Dağıstan sınırında bulduğu bir Musevi-Türk köyünün haberiydi bu. Güncel haber değeri yoktu, rakip medya patronlarına yönelik bir “ifşaat” içermiyordu.
Üstelik habere heyecan katsın diye eklenmiş olan Hazar İmparatorluğu’nun bir “sır” olduğu yakıştırması da tamamen koftu. Çünkü, Arap, İbrani belgelerinde, özellikle de bu imparatorluğu İran-Sasani İmparatorluğu’na karşı seferlerinde destek kuvvet olarak kullanan, Emeviler’in İstanbul’u kuşatması sırasında onları yardıma çağıran Bizans’ın belgelerinde sıkça adı geçiyordu. Tarihi hakkında bilinen pek çok ayrıntı vardı. 6. yüzyılın ikinci yarısında Uygur, Hazar, Bulgar, Peçenek ve İranlı kabilelerin oluşturduğu yarı yerleşik, yarı göçebe bir federasyondu ve o yüzyılda Türkistan’daki Göktürk İmparatorluğu’na bağlıydı. 7. yüzyılın başlarında bağımsızlığını kazanan İmparatorluk, 8. yüzyıl ortalarına kadar, kendilerini İstanbul’u almaktan alıkoyan Araplarla bir dizi savaşa girmiş, 661’de Arapların baskısıyla Kafkasya’yı terk etmiş, Arap-Emevi baskısından kurtulmak için de İslamiyet’i benimser görünmüşlerdi. Hazar yönetici sınıfı, 8. yüzyılda Musevi dinine geçmişti. Uzakdoğu ile Bizans’ı, Emevi topraklarıyla da Slav ülkelerini birleştiren yollar üzerinde kurdukları egemenlik sayesinde o zamanki “dünya ticareti” yollarının önemli bir bölümünü denetliyorlardı. Yaklaşık 100 yıllık bu görkemli imparatorluğun siyasal varlığı, Kiev hükümdarı Svyatoslav’ın 965’teki seferiyle son bulmuştu. Siyasi bakımdan varlığı sona eren bütün imparatorlukların halkları, ya başka egemenliklerin altında birleşirler, ya da geniş bir coğrafya üzerinde dağılarak varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Hazar imparatorluğunun halkı da aynı sona uğradı. Bir bölümü, Altınordu devletine karıştı, bir bölümü Kafkasya’ya yayıldı, adalara sığındı.
“Sır” yoktu, “keşif” hiç yeni değildi, olağan koşullarda, pervasız anti-semitik propagandadan hiç rahatsızlık duymayan herhangi bir “Türk milliyetçisi gazete”, hem yoksul, hem de Yahudi bir akrabasını bulmuş olmaktan sevinç duyamazdı!
Öyleyse, tarihte benzeri pek çok kez yaşanmış bu yükseliş ve batış öyküsünü, günlük bir gazetenin manşetine çıkarmayı hak edecek ilginç bağlar bulunması, bu haberin bir şeyleri simgeliyor olması gerekiyordu.

KAFKASYA’DA TÜRK-MUSEVİ VARLIĞININ GÜNCEL ÖNEMİ
Azerbaycan, daha ’90’lı yılların sonunda, sırf Tahran’ın tehditlerine karşı, İsrail’le yakın ilişkiler kurmuş, vatandaşlarına çifte vatandaşlık tanırken, İsrail’le ilişkilerde bir “arakesit” olarak değerlendirdiği Musevi asıllı vatandaşlarına öncelik tanımıştı. Demek, Azerbaycan içinde “Musevi” vatandaşların bulunduğu da bir “sır” değildi. Ancak bu vatandaşların, yalnız Musevi değil, üstelik Türk olduklarının hatırlanması için yeni bir gelişmenin yaşanması beklendi.
Uzak tarih zamanlarından kalan bir mirasın, güncel diplomaside koz olarak kullanılması için, zaman gelmişti anlaşılan.
Azerbaycan ve Iran arasında, geçtiğimiz ay, Türkiye’nin de yakından ilgilendiği bir gerilim yaşandı. Hazar Denizi’ndeki petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinde hak iddia eden İran, askeri güç gösterisinde bulundu. Bazı Batılı gözlemciler, İran’ın Azerbaycan’a karşı değil, kaynakları işleten yabancı şirketlere “gözdağı” vermek için, şöyle bir göründüğünü ileri sürdüler.
Türkiye’nin 1997 yılından beri İsrail ile ekonomik ve askeri işbirliğini geliştirmesi ve bunlarla ilgili anlaşmalar imzalaması, Azerbaycan’ı da bu yönde etkilemiş ve Türkiye-İsrail-Azerbaycan işbirliği ekseni doğmuştu. Ancak bu “eksen”in işlevli bir hal almasının, yalnızca İran’ın Hazar üzerindeki taleplerinin Azerbaycan’a yönelik tehditler içermesinden daha önemli dayanakları bulunuyor. Yine aynı dönemde, Azerbaycan NATO’nun askeri kanadının kendi topraklarında üsler kurmasına ışık yakmış, Tahran bu kararı çok sert bir dille protesto etmişti. Bu girişim kapsamında, NATO’nun askeri kanadının Azerbaycan’da görünmesinin, Avrasya’da “köprübaşı” tutma girişiminden başka bir anlamı olamazdı.
Yakın geçmişte, Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Azerbaycan ordusunun NATO’ya hazırlanmasına yardım için “seçkin” bir subay grubunu Azerbaycan’a göndermesi, bölge devletlerinin tepkisini çekmiş, Tahran-Erivan-Moskova ilişkilerinin güçlenmesi sonucunu da doğurmuştu.
Son olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri, Azerbaycan’da Genelkurmay Başkanı’nın ziyareti aracılığıyla gövde gösterisine girişli. Resmi bir ziyarete, bir askeri uçak filosunun eşlik etmesi, alışılmış bir durum değildi. Gerçi, bu filonun “gösteri amaçlı” olarak Azerbaycan’da bulunduğu açıklanmıştı. Ama hem Azerbaycan politik tarihinde önemli bir yeri olan “Azadlık Meydanı” üzerinde gösteri uçuşları yapılması hem de Türk subayların öğretmenlik yaptığı Azerbaycan Harp Okulu’nun ilk mezunları şerefine uçulması, dönemin özellikleri göz önüne alındığında, bir başka ilişkiye işaret ediyordu. Önemli olan, bölge politikaları üzerinde ciddi bir askeri işbirliğinin bulunduğu mesajının “ilgili yerlere” verilmesiydi. Bir sağcı gazetenin dediği gibi, “Türkiye, yeniden ipleri eline alıyor”du!
Buna rağmen, İran, Hazar’ın statüsüne ilişkin sorunların, Azerbaycan ve diğer “kıyıdaş” ülkeler arasında görüşmeler yoluyla çözüleceğine ilişkin “iyi niyetler” taşıdığını göstermek üzere girişimlerine devam etti. Türk Genelkurmay Başkanı’nın ziyaretine rastlayan günlerde, İran’ın Hazar Özel Temsilcisi Ali Ahani’nin de Bakû’de bulunması gerekiyordu. Ancak bu ziyaret Türkiye Genelkurmay Başkanı’nın Azerbaycan’dan ayrılmasından sonraki bir tarihe ertelendi.
İran, bu tutumuyla, Hazar’a ilişkin sorunların yine Hazar’a kıyıdaş ülkeler arasında çözülmesi gerektiği tezine bağlı kaldığını göstermek istiyor.
Kuşkusuz bu tez, bölgesel sorunların, bölge devletleri arasında karşılıklı görüşmeler yoluyla çözülmesini öneren uluslararası kurallara uygundur.
Ne var ki, Hazar Havzası, bölge uluslarını kendileriyle baş başa bırakmayacak kadar emperyalizmin ilgi alanına girmiş ve pek çok devlet ve ulus-ötesi şirketin karıştığı çetrefil bir hal almıştır. Aynı bölgede ve petrol nakil hatları üzerindeki Afganistan, Pakistan ve Hindistan’la Avrupa Birliği de yakından ilgileniyor. AB, Kafkasya sorunlarında esas olarak Rusya ile yakın duruyor. Özellikle Clinton dönemindeki “zayıflıklardan” yararlanarak, Fransa, Ermenistan üzerinden Iran ve Azerbaycan’ı da kapsayacak bir girişimde bulundu. Avrasya petrolünün Afganistan üzerinden Hint Okyanusu’na taşınması projesi rafa kaldırıldıktan sonra gözden düşürülen Taliban rejimi (Buda heykellerine saldırının olağanüstü bir barbarlık olarak reklâm edilmesi hatırlansın), “ılımlı ve modern bir İslami rejim”e (buna Avrupa tarafından Pakistan’daki şeriatçı cumhuriyet ucubesi örnek olarak gösteriliyor) tahvil edilme planlarının konusu oldu. Pakistan, Suudi Arabistan ve ABD tarafından desteklenen Taliban rejiminin kaderi, enerji hattı üzerindeki rolüne göre belirlenecek. Avrupa’nın Afganistan’a yönelik ilgisi, şüphesiz Hazar enerji merkezleriyle bağlantılı olarak Rusya ve İran’la dayanışma içinde sürdürülüyor.
Bu kördüğüme, siyasi ve askeri hedefleriyle İsrail’in aktif olarak katılması, çok beklenmeyen bir gelişme olmadı. İran’ı sıkıştıracak, yolu üzerinde engel olmaktan çıkaracak her girişimde, İsrail ya düğmeye basan, ya da sürecin ilerlemesinde etkili olan bir güç olarak, Hazar Havzası’nda da, doğrudan doğruya ekonomik çıkarları olmasa bile, siyasi ve askeri amaçları nedeniyle yer alma fırsatlarını kolluyor ve değerlendiriyor. Sabah gazetesinin ilginç haberi, İsrail diplomasisinin bir uzantısı olma karakterini bu ilişkiden alıyor.
Aynı biçimde, MHP’nin yarı-resmi yayın organı Ortadoğu, “İsrail yanlısı” haberler yayınlamaya başladı. Bu haberler de, özellikle antisemitizmle koşullanmış MHP tabanına ve partinin “eskilerde kalmış” kadrolarına, İsrail’le ilişkileri kabul edilebilir olarak gösterme amacını taşıyordu. Sabah’ın yayınları konuyu daha popüler tarzda işlerken, Ortadoğu, İsrail propagandasını “Avrasya’da Türk çıkarları” perdesi altında yürütüyordu.
İsrail, bu türden bir “psikolojik savaş” konusunda ustadır. Yılların yerleştirdiği “Yahudi düşmanlığının nasıl kırılacağını, bu kritik dönemde propagandanın hangi temalar üzerinden yürütülmesi gerektiğini biliyor. Bir yandan Filistin’de Müslüman kanı gövdeyi götürürken, Müslüman Türk’ü, kendisiyle işbirliği yapan hükümetine karşı tepkisiz hale getirmenin yolunu bulmakta da herhangi bir acemilik yapmayacaktır. Üstelik “en milliyetçi, en Yahudi düşmanı” kanattan destekçiler bulabildiyse, bu zor da olmayacaktır.
İsrail’in Avrasya’ya yönelik girişimleri, yalnızca Azerbaycan’daki gelişmelerle ve İran’a karşı tutumuyla sınırlı kalmıyor.
Lübnan’da yayımlanan The Daily Star gazetesinin 27.06.2001 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında ve Ed Blanche imzasıyla yer alan makalenin çevirisi, Anadolu Ajansı tarafından yayınlandı. Bu makalede, İsrail, Türk ve Amerikan hava kuvvetleri tarafından Orta Anadolu’da gerçekleştirilmekte olan askeri tatbikat değerlendirilerek, bunun sonuçları, Avrasya ve Ortadoğu ilişkileri bakımından tartışılmaktadır. The Daily Star yazarı, bu üç ülke arasındaki ittifakın devamlı geliştiğini belirterek, burada “yeni yüzyılın büyük bir ödülü olan enerji kaynakları ile Orta Asya cumhuriyetlerine yönelişin” görülmesi gerektiğini ekliyor. “Bu üç ülke, 1996 yılında başlayan bir dizi askeri işbirliği antlaşması imzalamış olmalarından dolayı, Doğu Akdeniz’de orta ölçekte üç deniz tatbikatı gerçekleştirdiler. Ayrıca İsrailli ve Türk F–16 pilotları da birbirlerinin hava sahalarında eğitim alıyorlar. Ancak Anadolu Kartalı adı verilen bu hava tatbikatı, üç ülkenin bugüne kadar gerçekleştirdiği en büyük ortak tatbikat. Bu tatbikat ayrıca, daha coşkulu tatbikatların da müjdecisi. … Ancak Türk-İsrail ittifakında ve ABD’nin bölge stratejisinde daha az önem verilen bir başka yön de bulunmaktadır ki bu, İsrail’in (Türkiye’nin, Rusya ve İran ile rekabette oldukça aktif olduğu, nüfusunun çoğunluğu Türkçe konuşan bölgede) Orta Asya’daki eski Sovyet Cumhuriyetleri’nde nüfuzunu güçlendirirken ve Suudi Arabistan ve Pakistan’ınkini azaltmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılışı, Orta Asya’nın, Ortadoğu için doğal bir coğrafi ve jeopolitik genişleme alanı olması anlamına geliyordu. Afganistan ve Pakistan da eklenince Ortadoğu, çoğunluğu Müslüman, Moritanya’dan Fas’a ve Kazakistan’a bir yeniay şeklinde 450 milyon nüfusa sahip bir alan haline geliyor. Bazıları nükleer silahlara sahip, bağımsızlığını yeni kazanmış Müslüman cumhuriyetlerin, İran’ın uydusu haline veya Arap ülkeleriyle aynı düzeye gelmemesi, İsrail için bir zorunluluk oldu. Türkiye’nin de doğuya doğru genişlemek için kendim ait zorunlulukları var. Amerikalılar, hem kendi açılarından hem de İsrail’in korunması açısından cumhuriyetleri, sahip olduğu petrol ve gaz zenginliklerinin Rusya ve İran’a aktarılmaması için kontrol altına almanın yollarını araştırdılar. İsrail’in genişleyen stratejik çıkarlarına kucak açan ABD’deki Yahudi lobisi oldukça aktif. Bu lobi, Bili Clinton yönetimi döneminde, Azerbaycan’ın Bakû petrol yataklarından ve Kazakistan’dan petrolü Türkiye’nin Akdeniz limanı Ceyhan’a taşıyacak bir petrol boru hattının desteklenmesi konusunda oldukça başarılı çalışmalar yürüttü. ABD, Orta Asya devletleriyle askeri işbirliği geliştirme ve Hazar petrol yatakları civarında bir askeri üs kurma konusunda oldukça istekli.”
Yine de, İsrail’in yalnızca ABD’nin bir eklentisi olarak bölgede rol oynamaktan öte amaçları olduğunu gösteren başka gelişmeler var. İsrail’in, Orta Asya cumhuriyetleriyle gittikçe genişleyen bir ticaret ilişkisi bulunuyor. İsrailli şirketler geçen yıllarda bu cumhuriyetlerden birkaçıyla büyük ölçekli tarım, sanayi ve iletişim yatırımlarına dayanan sözleşmeler imzaladılar. İsrail şirketi Merhav, Kazakistan’da 35 milyon dolar tutarında dört tesis kurmak için anlaşma imzaladı. Bu ülkeye şimdiye kadar 18 İsrail şirketi gitti. Tarım ve tekstil ile ilgili İsrail firmaları aynı şekilde Tacikistan, Azerbaycan ve Özbekistan’da yoğun faaliyet halindeler.
Yine Daily Star gazetesinin yazarına göre, “İsrail şimdi Azerbaycan ile askeri ilişkilerini güçlendirme arayışında. Ehud Barak yönetimi altındaki İsrail, Azerbaycan ile istihbarat alanında bağlantılar kurdu. İsrail’in, Afganistan’ın komşusu Tacikistan ile de istihbarat bağlarına sahip olduğu bildirilmişti. İsrail’in Almanya Büyükelçisi Avi Primor’un 1998 yılında, eski Afganistan Cumhurbaşkanı Burhaneddin Rabbani ile görüşmesi medyada geniş bir şekilde yer almıştı. Bu görüşme, köktendinci Taliban ile savaşan kuzey ittifakında sağlam bir yer edinme ve İran’ı gözetleme çabası olarak görülmüştü. Ancak Taliban karşıtları cephesini bölücü bir tehdit olarak algılanan bu fikir görünen o ki terk edildi.”
Bu haber ve değerlendirmeler, İsrail’in salt ABD’nin “yamağı” olarak hareket etmenin ötesinde “kendi hesabına” pek çok siyasi ve ekonomik ilişki geliştirdiğini gösteriyor.
İsrail, askeri ve sınaî bakımdan oldukça yüksek bir teknolojiye, iyi yetişmiş teknik kadrolara sahip, önemli bir sermaye akışını denetleyip yönetebiliyor, güçlü bir ordusu ve savaş deneyimi var. Ancak enerji kaynakları yok, toprağı yok, suyu yok.
Kaynakları topraklarında bulunduran Müslüman ülkelere, Türkiye kanalıyla daha kolay girebileceğini düşündüğünden, sistemli ve etkili bir biçimde Türkiye ile ilişkilerini geliştirdi. Özellikle askeri işbirliği sayesinde, hem ABD’nin hem de kendi bağımsız planlarının gerçekleştirilmesi için oldukça geniş olanaklar elde etti.
İsrail’in Asyalı Müslüman ülkelerle ilişkilerini geliştirmesi, Ortadoğu’daki eylemleri bakımından da avantajlar sağlıyor. Gerçi Asyalı Müslümanların, “Filistinli din kardeşleri” diye bir sorunu hiç olmadı. Ortadoğu’nun bu tarihi yarası, genellikle Yahudi-Arap meselesi olarak kabul edildi ve yalnızca batıyla aralarında keskin ayrımlar yaratmayı gerekli gören Müslüman devletler tarafından bir İsrail düşmanlığı vesilesi sayıldı. İsrail’in Asya ortalarında böyle bir engeli şimdilik yok.

HAZARIN STATÜSÜ: GÖL MÜ, DENİZ Mİ?
Bölgeye yönelik olağanüstü askeri yığılmayla desteklenen uluslararası ilginin ardında, Hazar Havzası’nın sahip olduğu büyük petrol ve doğalgaz yatakları üzerindeki kapışma yatıyor. Şu anda işletilme olanağı bulunan rezervlere, 4 trilyon dolar fiyat biçiliyor. Ancak bunun ötesinde, bir de henüz derinlerde yatan büyük potansiyel yataklar bulunuyor. Bu yatakların kime ait olduğu da uzun süredir bir tartışma-çekişme konusu. Hazar Havzası’ndaki beş devlet, Azerbaycan, Rusya, Kazakistan, Türkmenistan ve İran, Hazar’ın “göl” mü, “iç deniz” mi olduğu konusunda uzlaşamıyor. “Hazar’ın göl mü, deniz mi” olduğu tartışması, bu devletlerin her birinin Hazar’a ilişkin statüsünü belirleyen bir içerik taşıyor.
Hazar’ın bir iç deniz olduğunun en güçlü savunucusu Rusya, burada uluslararası deniz yasalarının uygulanması gerektiğini ileri sürüyor. Bu teze göre, özetle, Hazar petrolleri, tüm kıyıdaş ülkelerin ortak kullanım alanıdır ve kaynaklarının (petrolün) kullanımı da dâhil, her türlü faaliyet bu ülkelerin katılımıyla yapılmalıdır. Herhangi bir Hazar devletinin ulusal talebi, diğer Hazar devletlerinin hak ve çıkarlarına tecavüz etmektir ve meşru sayılamaz. Rusya ile Hazar’ın statüsü konusunda en çok karşı karşıya kalan ülke ise, bu sularda en büyük çıkarı olan Azerbaycan. Azerbaycan’a göre, Hazar bir uluslararası “iç göl”. Göller hakkındaki uluslararası hukuk kurallarına göre, uluslararası sınırlar, ortadan çekilen çizgilerle belirleniyor. Böylece, her kıyıdaş devletin “sektör” adı verilen kendi alanları ortaya çıkıyor. Kıyıdaş devletler, kendi sektörlerinde her türlü tasarruf hakkına sahip oluyor. Azerbaycan’ın tezi, Hazar’dan petrol çıkartan Kazakistan tarafından da destekleniyor. Buna karşın, diğer kıyıdaş ülkeler; İran ile (bütün tarafsızlık iddialarıyla birlikte) Türkmenistan, Rus görüşüne daha yakınlar.
Şu anda, Hazar’ın zenginliği beş kıyıdaş ülke arasında eşit dağılmıyor. Amerikan raporlarına göre, en büyük paya Kazakistan sahip. 10 milyar varil belirlenmiş, 85 milyar varil de keşfedilmeyi bekleyen petrol rezervi var. Ardından, Azerbaycan ve Türkmenistan geliyor. Hazar Havzası’ndaki Azeri petrol yataklarında bilinen 2,6 milyar varil petrol yatıyor. Olası rezervi 27 milyar varil. Bilinen petrol rezervi 1,5 milyar varil olan Türkmenistan’ın toplam potansiyeli 33 milyar varili aşıyor. Rusya ile İran’ın toplam petrol payları ise, sırasıyla 12 ve 5 milyar varil olarak tahmin ediliyor.
Diğer yandan, petrol ve doğalgazın hangi yollardan geçerek dünya pazarına ulaştırılacağı konusunda da kıyıdaş ülkeler arasında bir çekişme var. Karadeniz’e, Akdeniz’e, Hint ya da Pasifik okyanuslarına kimin topraklarından ulaştırılacağı, dünya çapında, bütün emperyalistlerin ve bölge devletlerinin karıştığı bir düğüm oluşturuyor.
Bu karışık tablonun içinde, İran’ın Azerbaycan’a karşı politikasını kışkırtan gelişmelerde Amerika başrolü oynuyor, Azerbaycan petrol konsorsiyumunu oluştururken İran’a % 5 bir pay vermişti. 1994’te Amerika’nın baskısı ile bu pay İran’dan alındı ve Türkiye’nin payı artırıldı. Bu kararın ardından Türkiye, Amerika ve İsrail’in ortak hareketi Azerbaycan’da hissedilmeye başladı. Bu işbirliği, İran, Ermenistan ve Rusya’yı dışarıda bırakarak, Azerbaycan petrol ve doğalgazını Türkiye üzerinden Akdeniz’e indirmeyi öngörüyordu.
Rusya ve İran’ın 1921’de imzaladıkları anlaşmanın yürürlükte olduğunu iddia etmelerine rağmen, Amerika, Türkiye ve İsrail, Azerbaycan’ın Hazar denizindeki statüsünü savunmaya devam etti ve Azerbaycan’ın Hazar Denizindeki petrol arama ve çıkarma operasyonlarını destekledi. Rusya’nın Lukoil şirketine % 10 verilmesine rağmen, İran’ın konsorsiyumdaki hakkı Amerika, Türkiye ve İsrail’in itirazı ile elinden alındı.

PETROL VE İKTİDAR
Eski SSCB toprakları içinde, petrol bakımından en zengin bölge Azerbaycan’dı. Türkmenistan ve Kazakistan’ın doğal kaynakları ancak ’50’li yıllarda keşfedilmiş, bütün antifaşist savaş süresince, SSCB’nin ihtiyaç duyduğu petrolün tamamına yakın bir bölümü Azerbaycan kaynaklarından sağlanmıştı. Bu yüzden, Hitler’in başlıca hedefleri arasında yer alıyordu ve Alman orduları Kafkasya’ya ulaşmak pahasına, büyük güç ve zaman harcamıştı.
Azerbaycan petrolünün dünya ekonomi ve siyasetindeki “jeostratejik” yeri, savaştan sonra da önemini korumuştur. Görece yeni olan Avrasya kaynakları rekabet sahnesine yeni yeni çıkarken, yerleşik ve köklü çekişme alanı olarak Azerbaycan önde kalmış, şirketler ve devletlerarasındaki uluslararası rekabet esas olarak Kafkasya ve Hazar alanında odaklaşmıştır.
Azerbaycan’ın 1980 yılında 14,7 milyon ton olan petrol üretimi, giderek azalarak, ‘.990 yılında 12,5 milyon ton, 1995 yılında 9,2 milyon ton ve 1996 yılında ise 9,1 milyon tona düşmüştür. Petrol üretiminde meydana gelen bu azalma, eski teknoloji kullanılması ve petrol alanlarının bakımının iyi yapılmaması nedeniyle verimliliğin düşmesinden kaynaklanmıştır. Bu yüzden, Azerbaycan büyük petrol şirketleriyle işbirliğine zorlanmış, SSCB’nin dağılmasından sonra ilk dış ilişkiler bu kanaldan kurulmuş, o andan başlayarak da, Azerbaycan iç barışıklıklardan, müdahalelerden kurtulamamıştır.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Muttalibov, ilk resmi ziyaretini İran’a yapmıştı. Bu ziyaret sırasında İran, Nahçivan-Azerbaycan ulaşımının kendi toprakları üzerinden sağlanabileceğini açıklamış, Azerbaycan ve Nahçivan’ın ekonomik kalkınmalarına destek vaat etmişti. Yine aynı dönemde, 1992’de, İran Dışişleri Bakanlığı’ndan resmi bir heyet, Hazar doğal kaynaklarının kullanımı konusunu düzenlemek ve Hazar petrol tesislerinin modernize edilmesini görüşmek üzere Bakû’ye gelmişti. Karşılık olarak, Muttalibov, 57 kişilik bir heyetle, İran Devrimi’nin 13. yıldönümü kutlamalarına katılmış, İran’ın başlıca kaygılarından birisine açıklık getirmişti: İran’da yaşayan yaklaşık 15 milyon Azeri’nin, ayrılıkçı davranışlara girmeyeceklerine dair güvence… “Doğu ve Batı Azerbaycan’ın İran’dan ayrılarak birleşik bir Azerbaycan devleti kurmalarının imkansız olduğu açıktır!”
Çok geçmeden, Muttalibov, İran’la yakınlaşmanın bedelini ödedi. Azerbaycan Halk Cephesi lideri “Atatürk’ün askeri” Elçibey, hileli seçimle örtülmüş bir darbeyle iktidara geldi. Elçibey, İran Azerilerinin kendi okullarını kurarak, sosyal ve kültürel haklarını korumak amacıyla otonom bir yapı için mücadele etmeleri gerektiğini ilan etti! İran, Elçibey’i, Türkiye ve ABD desteği ile İran Azerbaycan’ını bölmeye çalışmakla suçladı. Elçibey bununla da kalmadı. Muttalibov zamanında, İran ve Azerbaycan arasında yapılan anlaşmalar gereğince, İslam Hukuku uzmanları arasında karşılıklı görüşmeler yapılıyordu. Elçibey ise, dinsel eğitim ve öğrenci değişim hareketlerinin İran tarafından değil, Türkiye tarafından örgütlenmesi için yolu açtı.
Yine aynı politikaların gizli özünü açığa vuran bir girişimde daha bulundu Elçibey: Azerbaycan petrol rezervlerinin işletilmesi için Eylül 1992’de Azerineft ve Azneftkimya adlı iki devlet şirketi birleştirilerek, Azerbaycan petrol şirketi (State Oil Company of The Azerbaijan Republıc-SOCAR) kurulmuştu. Elçibey yönetimi ile (ABD’nin ağırlıkta olduğu) Azerbaycan Uluslararası Petrol Konsorsiyumu (Azerbaijan International Oil Consortium-AIOC) arasında petrol alanlarının geliştirilmesi amacıyla bir anlaşma imzalandı. Elçibey’in güdümlü iktidarının, temsil ettiği çıkarları aceleyle gerçekleştirmeye kalkışması yüzünden başı belaya girdi. Elçibey bu anlaşmayı imzalayamadan, Suret Hüseyinov tarafından 18 Haziran 1993’te askeri darbeyle devrildi. Aynı yıl içerisinde Haydar Aliyev Cumhurbaşkanı oldu ve Elçibey’in oluşturmaya çalıştığı petrol anlaşmasını iptal etti. Daha sonra konsorsiyuma Rusya da dâhil edilerek anlaşma yeniden düzenlendi ve SOCAR’ın % 10’luk hissesi Rusya’ya devredildi. 20 Eylül 1994 yılında SOCAR ile AIOC arasında Mega Proje olarak adlandırılan anlaşma imzalanarak Azeri, Güneşli ve Çırak bölgelerinde petrol arama ve çıkarma yetkisi AlOC’a verildi.

Bu projede yer alan şirketler ve payları şu şekildedir:

ÜLKE             ŞİRKET         PAY (%)
İngiltere        BP            17,12
ABD            Amaco            17,01
ABD            Unocal            10,04
Rusya            Lukoil            10,00
Azerbaycan        SOCAR        10,00
Norveç            Statoil            8,56
ABD            Exxon            8,00
Türkiye        TPAO            6,75
ABD            Penzoil        4,81
Japonya        İtachu            3,92
İngiltere        Rameo            2,08
S. Arabistan        Delta            1,68

(Türkiye Gazetesi, 13 Kasım 1997)

1996 yılına kadar konsorsiyumda yer almayan Japonya 1996 yılında ABD’nin Penzoil şirketinin hisselerini satın almıştır. Böylece Japonya’nın Itachu şirketinin konsorsiyumdaki payı % 3,92 olmuştur. Hisselerin dağılımına bakıldığında Mega Projede en büyük payın ABD’ye ait olduğu görülmektedir. Amerikan şirketlerinin toplam payı yaklaşık olarak % 40’dır. İngiliz şirketlerin toplam payı ise yaklaşık olarak % 19’dur. Amerika ve İngiliz şirketlerinden sonra konsorsiyumdaki en büyük pay % 10’la Rus ve Azerbaycan şirketlerine aittir.

KORİDOR KAVGASI
Dünyada hızla tükenen petrol rezervlerinin % 65’i Ortadoğu’da yer almaktadır.
Kimi hesaplara göre, Ortadoğu’da ancak 43 yıllık rezerv kalmıştır. Bu problem, yeni kaynakların aranması, işletilmesi ve sevk edilmesi için çalışmaları kışkırtmıştır.
Sonuçta, aranılan yeni kaynaklar, Orta Asya’da bulundu!
Fakat petrolün bulunması kadar önemli bir başka nokta, “malın” pazara ulaştırılmasıydı.
Petrol ve doğalgaz taşıma yolları hakkındaki ilk tartışmalar başladığında, Rusya, Bakû ile Novorossisk limanı arasında zaten bir boru hattı olduğunu ve ayrıca bu hattın hem ucuz hem de hızlı bir biçimde gerçekleştirilebilecek tek alternatif olduğunu ileri sürmüştü. Böylece petrol Bakû’den Rusya’nın Novorossisk limanına pompalanacak, burada ise tankerlere yüklenecek petrol boğazlar (İstanbul ve Çanakkale) yoluyla dünya pazarlarına ulaştırılacaktı. Ancak Türkiye, boğazlardaki tanker trafiğinin artması nedeniyle ortaya çıkacak sıkıntıların “çevresel ve stratejik” gerçeklerle kabul edilemez olduğunu ileri sürerek, Kazak ve Azeri petrolünün Karadeniz’e getirilmesi planına itiraz etti. Türkiye bununla da kalmayıp, Boğazlar Kanunu’nda yeni düzenlemeler yaparak 1994 yılında uygulamaya koydu. Böylece petrol tankerlerinin boğazlardan geçmesine Rusya’nın işini zorlaştıran kısıtlamalar getirildi.
Rusya, Montrö Anlaşması’na göre, Boğazların her iki yakasının Türkiye’nin egemenliği altında olmasına karşın boğazlardan geçişin serbest olduğunu ileri sürerek, boğazlara ilişkin bütün teknik düzenlemelere karşı çıktı. Ancak bu itirazın, en azından kısa vadede, fazla bir sonuç doğuracağını ummadığından olacak, boğazların önemini azaltmak için Bulgaristan ve Yunanistan’la, Bulgaristan’ın Burgaz limanından Yunanistan’ın Alexandropolis limanına kadar uzanan 350 kilometrelik boru hattı çekilmesi konusunda 1994 yılında bir protokol imzaladı.
9 Ekim 1995’te Bakû’de erken üretim petrolünün uluslararası piyasalara pazarlanması için iki güzergâh belirlenmiştir. Bunlardan birincisi Bakû’den Rusya’nın Novorossisk limanına kadar uzanan Kuzey Boru Hattı, diğeri ise Bakû’den Gürcistan’ın Supsa limanına varan Batı Boru Hattıdır. Günümüzde erken üretim petrolünün kuzey boru hattı vasıtasıyla taşınmasına başlanmıştır. Boru hattı yoluyla Bakû’den Rusya’nın Novorossisk limanına akıtılan petrol, buradan tankerlerle dünya pazarlarına taşınmaktadır.
Ana petrolün taşınması için Bakû-Novorossisk ve Bakû-Supsa boru hatlarının dışında başta Bakû-Ceyhan, Bakû-Basra ve Bakû-Pakistan olmak üzere değişik alternatifler geliştirilmektedir. Bakû-Basra hattı ile Azeri petrolünün İran üzerinden hemen Körfeze ve oradan da tankerler ile tüm dünyaya sevki mümkündür. Ancak başta Amerika olmak üzere, İran’a böyle bir koz verilmesinden rahatsız olan bütün ülkeler, bu projeye karşıdır.
Türkiye’nin ısrarla üzerinde durduğu ABD’nin de desteklediği) Bakû-Ceyhan boru hattı Bakû yakınlarından başlayıp, Gürcistan üzerinden Türkiye’ye giriş yaparak, Erzurum, Erzincan ve Kayseri güzergâhını takip ederek Ceyhan’da son bulmaktadır. Uzun vadede Doğu-Batı Koridoru ile Azerbaycan’ın yanı sıra Kazakistan petrolü ve Türkmenistan doğalgazının da bu hat üzerinden taşınması planlanmaktadır. Buna göre, Hazar Denizi’nin altına döşenmesi düşünülen Trans-Kafkasya hattı ile Kazak petrolü ve Türkmen doğalgazı Bakû’ye, buradan ise Bakû-Ceyhan boru hattı ile Türkiye’ye ulaştırılacaktır.
Ancak bu proje, Rusya’nın Kazakistan ve Türkmenistan üzerindeki etkisini azaltan, Türkiye ve dolayısıyla ABD’nin denetim ve etkisini ise arttıran bir sonuç doğuracağından, en önemli çekişme konularından birini oluşturmaktadır.
Bu projenin alternatiflerinden biri, son “enerji yolsuzluğu-Beyaz Enerji” operasyonu ile Mesut Yılmaz ve partisinin sarsılıp kendisine gelmesi için uyarıldığı, “Mavi Akım” projesidir.
Eski Büyükelçi, Şükrü Elekdağ, 13 Mayıs 2001 tarihli Milliyet gazetesinde, “Mavi İhanet” başlığıyla şunları yazdı: “Türkmen gazının, Hazar’ın altından geçerek Bakû’ye ulaşacak bir boru hattıyla (Trans-Hazar Projesi) Rusya’nın etkisinden arınmış şekilde, Avrupa pazarına Türkiye üzerinden taşınmasının, Türkmenistan’ın bağımsızlığının garantisi olduğu kadar, Avrasya enerji koridoru projesinin temel halkasını oluşturması nedeniyle, Türkiye açısından da yaşamsal nitelikte olduğunu bu sütunda ısrarla dile getirdiğimizi okurlarımız anımsarlar. Daha Mavi Akım Projesi imzalanmadan önce, 3 Kasım ve 8 Aralık 1997 tarihli yazılarımızda, Mavi Akım’ın esas amacının Trans-Hazar Projesi’nin önünü kesmek ve Rus nüfuzunun Orta Asya’da güçlenmesini sağlamak olduğunu belirtmiştik. Ayrıca, bu projenin, Türkiye’yi Rusya’ya enerji bakımından tehlikeli şekilde bağımlı hale getireceğinin altını çizmiştik.”
Büyükelçi, daha önce yayınlanan “Jeopolitik Körlük” başlıklı yazısının bir bölümünü hatırlatıyor: “Her Türk devlet adamının bilmesi gereken iki temel jeopolitik ilke var. Bunlardan birincisi, Hazar Denizi havzasındaki petrol ve doğalgaz kaynaklarının ihraç güzergâhlarının, bu bölgedeki genç Türk devletlerinin kaderlerini belirleyeceğidir.
“Bu devletlerin sahip oldukları enerji kaynaklarını dünya pazarlarına taşıyan boru hatları Moskova’ya tekelci bir kontrol sağlayacak şekilde Rusya topraklarından geçirilirse, bunun çok ciddi siyasal sonuçları olacaktır. Bu durumda Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk devletleri ekonomik ve siyasal açıdan Rusya’ya tamamen bağımlı olmaya devam edecekler ve Moskova bölgenin yeni zenginliğinin nasıl bölüşüleceğinin tayininde birincil güç olacaktır.
“İkincisi de, ülkemizin Batı dünyasıyla Hazar havzası arasında bir enerji koridoru haline gelmesinin, Anadolu’nun stratejik değerine yeni ve önemli bir boyut kazandırmakla kalmayıp, Türkiye’nin Kafkasya’ya erişim yolu olarak ülkemizin Türk dünyasıyla bağlarını perçinleyeceğidir. Bu açıdan, Rusya’nın bölgenin jeopolitik alanına tek başına hâkim olmasına yol açacak ve jeopolitik çoğulculuğu ortadan kaldıracak nitelikteki Mavi Akım türü projelere Türkiye kesinlikle destek vermemelidir… Mavi Akım gerçekleştirilirse, Türkiye Rus kemendini kendi elleriyle Türkmenistan’ın boynuna geçirmiş olacak. Bütün bunlar Mavi Akım’ı gerçekleştirmenin Türkiye’nin yüksek çıkarlarına ihanet olduğunu ortaya koymuyor mu?”
Son derece tecrübeli, Türkiye’nin dış politikası üzerinde etkili bir yazar olan Elekdağ’ın bu ağır suçlamasının hedefi, doğrudan doğruya Mesut Yılmaz’dır. “Beyaz Enerji Operasyonu”nun, esas olarak “yolsuzlukla değil, uluslararası ilişkilerle bağıntılı olduğu da böylece açıklık kazanıyor.
Avrupa Birliği ülkeleri, daha çok Bakû-Supsa boru hattı projesi üzerinde durmaktadırlar. Bu projeye göre, Bakû’den boru hattı ile Gürcistan’ın Supsa limanına getirilen petrol buradan tankerlerle Karadeniz’in doğusundan batısına taşınarak Bulgaristan veya Romanya üzerinden Avrupa’daki mevcut boru hatlarına bağlanacaktır. Boru hattının Türkiye’den geçmesi halinde, Türkiye’nin Türkî Cumhuriyetler üzerindeki etkisinin artacağı, bu Cumhuriyetlerin petrol ve doğalgaz boru hatları nedeniyle Rusya’ya olan bağımlılığının azalacağı hesaplanmaktadır.

SONUÇ OLARAK
Yarı-bakir petrol alanları üzerindeki kapışmada, Amerikan tekellerinin ve dolaylı olarak denetimleri altında tuttukları şirketlerin ağırlıklı olarak pay sahibi olması, akla hemen ABD’nin bu şirketlerin koruyucusu olarak Asya üzerinde iddialı bir harekâta giriştiği düşüncesini getiriyor.
Ama ABD için esas sorun, petrol üzerindeki kapışmanın yol açacağı süreçlerin sonuçlarıdır.
Putin başkanlığında Rusya, yeniden “Büyük Güç” olma iddiasına sahip çıkmıştır. ’90’lı yılların ezik, hırpalanmış ve düşkünleştirilmiş Rusya’sının yerini, şimdi kendi egemenlik bölgelerini yeniden derleyip toparlamaya girişmiş, bunun için gerekli her adımı atmada kararlı, kendine güvenini tazelemiş bir Rusya almıştır.
Rusya, ABD ve Batı Avrupa lehine kapitalist entegrasyon beklentilerini önemli ölçüde boşa çıkararak, kendi topraklarını batılı emperyalistlerin pazarı haline getirmektense, bütün tahrip çabalarına karşın SSCB’den devraldığı sanayi ve silah gücünü kullanarak, dünyanın paylaşımında söz sahibi yeni bir yükselen emperyalist güç olma yolunu denemeye cüret etmiştir.
Amerika’nın “balistik silahların sınırlanması”yla ilgili antlaşmanın “eskimiş” olduğunu ve bu türden silahların üretilmesine hız verileceğini açıklaması, bunun karşılığında da Rusya’nın “hiçbir radar tarafından tespit edilemeyecek” füzeler geliştirmek üzere üretime geçeceğini açıklaması, ’60’lı yılları aratmayacak bir silahlanma yarışının başlangıcına işaret etmektedir. Bu, Rusya’nın bittiği, tümüyle batı sermayesine muhtaç halde bulunduğu yolundaki yargıların geçersizliğini göstermektedir. Rusya, şimdi, ABD’nin sınırsız-dizginsiz yayılmasının kendi egemenlik alanlarına sıçramasının önünde ciddi bir engel olarak durmaktadır.
Gerek Hazar Havzası’nda, gerekse Avrasya üzerinde ve petrol-doğalgaz nakil yolları üzerindeki çatışmanın kaynağında elbette ekonomik nedenler bulunmaktadır. Bununla birlikte, Rusya’nın yeni bir süper emperyalist güç olarak yükselmesinin, siyasi ve ekonomik bakımdan engellenmesine ilişkin hedefler, ekonomik faktörleri, bir araç ya da bu amaçlara biçim veren bir etken durumuna düşürmektedir.
Bütün çatışmaların etrafında döndüğü ana eksen, ABD emperyalizminin “Asya’nın da efendisi” olma girişimi ve buna ulaşmak için yarattığı araçlar ve politikalardır.
Sorunu yalnızca petrol kaynaklarıyla ilgili bir sorun olarak görmek, bu sorun herhangi bir biçimde çözüldüğünde emperyalizmin dünya çapındaki haydutluklarının son bulacağı biçiminde yanlış bir değerlendirmeye yol açabilir. Günümüzde yükselen çelişme, emperyalistler arasındaki çelişmedir ve enerji kaynakları ve yolları üzerindeki çatışma, bunun en berrak göstergelerinden birisidir.
Emperyalistler arasındaki güncel gerilimin, bir “sıcak savaş”a yol açması olasılığı güçlüdür. Ancak, şu andaki “silah şakırtılarına” bakarak, bütün dünyayı kapsaması kaçınılmaz olan böyle bir çatışmanın çok yakın olduğu düşünülemez. Karşılıklı güç gösterileri ve silahlanma yarışının hızlanması, büyük ölçüde “caydırıcı önlemler” kategorisinde sayılabilecek hazırlıklardır ve doğrudan, hemen patlayacak bir savaşın işareti sayılamazlar.
Öte yandan, Evrensel’in 25 Ağustos tarihli sayısında İhsan Çaralan’ın altını çizdiği gibi, örneğin Türkiye gibi kimi ülkelerde, savaş korkuluğunun gölgesinde iç sorunların üzerini örtmeye, halkın gözünü “dış tehlikeye” çevirmeye yönelik manevra olanakları aranacak, “savaş tehlikesi” özellikle abartılabilecektir.
Yine de, herhangi bir hesaba, bir plana dayanmayan rastlantısal bir gelişme, bir bölgedeki mevzi bir çatışma, taraflardan birinin provokatif davranışı, fitili hazır bir barut fıçısına benzeyen Hazar Havzası’nı patlatabilir. Ancak bunun nedeni, yukarıda da değindiğimiz gibi, enerji kaynakları ve nakil yolları üzerindeki bir anlaşmazlıktan çok, ABD’nin, Rusya’nın kendisine ait saydığı egemenlik alanlarında ciddi ve savaştan başka bir araçla çözülemez bir üstünlük sağlaması ya da bunu elde etmeye yönelik geri dönülemez bir adım atması olacaktır.

KAYNAKÇA
1. B. Demircioğlu “Petrol Yüzünden Hazarın Suları Durulmuyor”, Altınoluk Dergisi, Eylül 1997.
2. Ercan Durdular, “Iran, Azerbaycan, Ermenistan”, Avrasya Dosyası, Cilt 2, Sayı: 1, İlkbahar 1995.
3. İTO, “Azerbaycan Ülke Profili”, Yayın No: 1997–54, İstanbul. 1997.
4. M. Öğütçü, “Avrasya Enerji Kaynaklarına Bakış”, Avrasya Etütleri, Ankara, Sonbahar 1994.
5. Olgan Bekâr, “Ulusal Çıkar Tartışması Bitmiyor”, TÜSİAD yayın organı GÖRÜŞ, Ekim-Kasım 1998.
6. Saule Baycaun/Yrd. Doç. Dr. İdris Bal “Orta Asya Ülkeleri Taliban’a Yaklaşıyor mu?”, Stratejik Analiz, Ocak 2001.
7. TİKA, Azerbaycan Ülke Raporu, Ankara,1996.
8. Y. Arslan, “Azerbaycan Bilmecesi Petrol Darbeler ve Gerçekler” Avrasya Dosyası, ABD Özel, Cilt: 1, Sayı: 4, Kış 1994/95, Ankara.

Eylül 2001

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑