Son elli yılda bir dizi müdahale ve savaşın alanı olan Ortadoğu’da 1948’den günümüze kadar kanlı savaşlar eksik olmadı. Ortadoğu denilince, İsrail’in ve aynı zamanda Filistin halkının kan ve barut içerisinde sürdürdüğü direnişin akla gelmemesi mümkün değil.
Ancak; “Ortadoğu krizinin esas nedeni, İsrail devletinin varlığı değildir. Saldırgan, dinamik ve kapitalist bir devlet olarak İsrail, kendini aktif olarak dünya emperyalizminin köleleştirme planlarına ve özellikle de Amerikan emperyalizminin tüm Ortadoğu’yu boyunduruk altında tutmak amacına bağlamıştır. Bu bakış açısıyla tek başına olmayan İsrail, diğerlerine göre çok daha aktif olarak Amerikan emperyalizminin “koçbaşı” olmuştur, İsrail, stratejisini izlediği ve uyguladığı Amerika’nın bir peykidir, genel olarak ve bazı durumlarda İsrail’in “kendi eylemleri” gibi görünse bile, bu, yalnızca bir taktiktir ve kullandığı baskılar büyük Siyonist sermayenin desteğine ve ABD’deki oyuna dayanır.” (E. Hoca, Ortadoğu Üzerine Düşünceler, Evrensel Basım Yayın, sf. 67–68)
Bölgedeki varlığı, kan, katliam ve savaşlar üzerinden süren ABD, İkinci paylaşım savaşından sonra Ortadoğu halklarını baskıyla etkisi altına almak ve boyun eğdirmek için, bölgeye defalarca çıkartma yaptı. İran körfezi, Doğu Akdeniz, Kızıldeniz ve diğer sularda savaş gemilerini eksik etmeyen ABD’nin, binlerce asker, savaş uçağı, 6. Filo ve ekipmanıyla Ortadoğu’da adeta “sürekli taarruz” halinde olduğu sır değildir. Yine, bugüne değin, İsrail’in işgal ettiği toprakları “tapusuna geçirmek” için oynadığı her “oyun”, ABD’nin teşvik, onay ve askeri güç desteğiyle sürdü. 1947’de İsrail devletinin bölgeye yerleştirilmesinde rol alan İngiltere ve daha sonra bölgedeki hâkimiyeti ele geçiren ABD ve yine Fransa gibi emperyalistler, Arap halkının ve Ortadoğu halklarının azılı düşmanları olarak, savaş kışkırtıcılığı yaparak, bölge halklarını birbirine kırdırdığı gibi, gerektiğinde darbeler tezgâhlayarak, iç karışıklıklar yaratarak, sınır ve petrol sorunlarını kaşıyarak/kışkırtarak çıkan savaş ve savaş durumundan faydalanarak, bölgeye askeri, istihbari, ekonomik ve siyasi olarak yerleşmeyi sürdürmektedirler. Cezayir’deki katliamlar, Mısır ve Kuzey Afrika’daki halklara karşı sürdürülen vahşet, Şubat 1963’te Irak’ta tezgâhlanan darbeyle devlet başkanı General Kasım’ın öldürülmesi ve yerine Albay Arif’in geçirilmesi gibi olaylarla, ABD, hep mevzi kazanarak pozisyonunu güçlendirdi. Yarattıkları “sıcak gelişmeleri” fırsat bilerek; “Barış Gücü”, “Arabulucu”, “Gözlemci” gibi maskelerle gizlenmiş güçleriyle hemen her bölgeye sızan ABD ve diğerleri, gerektiğinde bir araya gelerek, halklara boyun eğdirmekte, onları teslim almaktadır. Nasır’ın ’60’lı yıllardaki sömürgecilik karşıtı Arap milliyetçisi ve antiemperyalist tutumuna bağlı olarak, İngiliz ve Fransız hisselerini ödeyerek Süveyş Kanalı’nı kamulaştırması karşısında tam da böyle oldu. Fransız. İngiliz ve Amerikan emperyalistleri Mısır’a karşı ortak tepkiyle, İsrail’i de yanlarına alarak, saldırıya geçtiler.
Anglo-Amerikan emperyalistlerin halkan güçten düşürmek, bölüp parçalamak ve egemenliği altına almak için Sovyet revizyonistleriyle girdikleri dalaş ve zor zamanlarda “düşmanları” karşısında bölge halklarının yüz üstü bırakılması bakımından da, Ortadoğu adeta bir laboratuar gibidir. Mısır’ın durumu somut bir örnektir. 1967’de Süveyş Kanalı saldırısı, İngiliz, Fransız ve Amerikan desteğiyle İsrail’in Sina’ya girişi ve Suriye’ye ait Golan Tepeleri’nin İsrail tarafından işgali, Batı Şeria ve Kudüs’ün işgaliyle süren 6 Gün Savaşı, 1970’te Ürdün Kralı Hüseyin’e düzenlenen suikast ve ertesinde İsrail-ABD ve Ürdün işbirliğiyle on binlerce Filistinlinin katledilmesi, ardından tüm Filistinlilerin Ürdün’den sürülmesi provokasyonu gibi önemli olaylar, başta ABD olmak üzere, emperyalizmin sömürü, yağma ve hegemonya kurma politikasının sonucudur. Tüm Ortadoğu’yu etkileyen ve Arap halklarını birbirine kırdıran Lübnan İç Savaşı ve bu savaşta Hıristiyan Falanjistlerin İsrail tarafından yedeklenmesi, “Lübnan-İsrail ordusu” denebilecek Güney Lübnan Ordusu’nun kurulması ve FKÖ ile beraber Falanjist olmayan Hıristiyanlara karşı girişilen katliamlar, hafızalardadır. Nasır’ın ölümü ve Mısır’ın başına geçen Enver Sedat ile İsrail arasında çıkan Yom Kippur Savaşı ve Nasır’ın öcü olarak bedelinin Enver Sedat’a ödettirildiği, Camp David tezgâhında Mısır’ın yenilgiyi kabul edişi ve Carter’in dayattığı kötü koşulların Mısır tarafından imza altına alındığı ve yüklü bir meblağ karşılığında İsrail’in işgal ettiği topraklan Mısır’a geri iade etmeyi ve İsrail’i resmen devlet statüsünde tanımayı kabul etmek zorunda bırakıldığı bilinmektedir. 1978 yılında İsrail’in Lübnan çıkartması ve işgali ve Lübnan sahili boyunca bölgenin bombalanmasıyla, 1500 dolayında Arap’ın öldürülmesi ve ardından, FKÖ’nün buradan sökülüp atılması amaçlı olarak ABD’nin “arabuluculuğu” ve İsrail’in kazanımlarıyla 1981’de son bulan savaş. Aynı dönemde Londra Büyükelçisi’ne düzenlenen suikastı bahane eden İsrail’in Beyrut’u topa tutması ile gerçekleşen büyük katliam. Yaşanan vahşet karşısında, Amerika’nın açıkça desteklediği İsrail’in dünyanın protestolarına aldırmadan katliamlarını sürdürmesi ve Birleşmiş Milletler’in (BM) sahte uyarı ve kınamalarının, ABD ve İsrail tarafından tanınmayıp vahşetin devam ettirilmesi gibi olaylar, rastlantı olarak değerlendirilemez. Lübnan’daki FKÖ kamplarına düzenlenen saldırıyla 10 bini aşkın Filistinlinin katledilmesi, burada güç toplayan ve organize olan Filistin kuvvetlerine karşı ABD ve emperyalistlerin bir komplosu olarak değerlendirildi. Bu plan, Arap işbirlikçi yönetimlerince de desteklendi. Ardından FKÖ, BM gözetiminde, emperyalist işgal orduları olan Amerika, İtalya ve Fransız “Barış Güçlerinin korumasıyla Tunus’a sürüldü. Devamında büyük bir katliam daha gerçekleştirildi. Falanjistlerden oluşan üç bölük askerin desteklediği İsrail kuşatmasından kurtulmak olası değildi. Bölgede kalan Filistin halkı, Ariel Şaron’un düzenlettiği, tarihte eşine az rastlanır bir soykırımla iki gün boyunca katledildi. 16 Eylül 1982’de çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlı olmak üzere 2000’i aşkın Filistinlinin cesedi toplu mezarlara gömüldü. “Sabra ve Şatila katliamı” olarak tarihe geçen bu katliamın sorumlusu, İsrail kadar, destek sunan emperyalist güçlerdir.
Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu’da Arap halklarını birbirine karşı kışkırtarak “böl ve yönet” politikasıyla egemenliğini güçlendiriyor. Bir avuç yönetici azınlığın geleceğini de garanti altına alarak, yoksulluk ve sefahatin yan yana hüküm sürdüğü bölgede hâkimiyeti elde tutmak için, hemen tüm Arap ülkelerini ve bölge halklarını birbirine karşı kışkırtan, ülkeler arasında ve bölge düzeyinde savaşları hep canlı tutan ABD, İsrail’i bir koçbaşı olarak değerlendirmesi, kurulduğu 1948 yılından bu yana sürdüre-geldi. Bölgede bir güç olmanın peşinde koşan, ancak bunu, ABD’nin politik hesaplarına denk düşürerek sürdürmüş olan İsrail; Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün gibi ülkelerle kanlı savaşlara neden olurken, ABD desteğini sürekli yanı başında buldu. Yine bölgede, Suriye ile Lübnan, Irak ile Suriye, Güney Yemen ile Suudi Arabistan ve yine Kuzey Yemen ile dönem dönem kışkırtılan çatışma ve savaşların kaynağı, emperyalistlerdir.
ABD, Ortadoğu’daki büyük müttefiki “İran kalesi”nin yıkılması ve Şah Rıza Pehlevi’nin sürgündeki acı sonunun kefaretini, Irak ve İran arasında çıkan on binlerce Pers ve Arap’ın ölümüne ve sakat kalmasına, yaşamın tahrip edilmesine neden olan ve yıllarca süren savaşla ödetmiş oldu. Yaratılan yeni güç dengelerinde pozisyon edinmeyi başaramamasını hazmedemeyen ABD, pazar ve pozisyon edinmek için bölge ülkeleri arasındaki sorunları kaşımak, kışkırtmak ve onları birbirlerinin üzerine saldırtmak için özel çaba harcamaktadır.
Ortadoğu bölgesinin zengin doğal kaynakları, petrolü ve giderek pazar olanakları stratejik önemde olmakla beraber, askeri strateji açısından da önemli bir alan olduğunu bilen ABD ve diğer emperyalist güçler, gözünü bölgeden ayırmamaktadırlar. İran düşman olarak topun ağzındayken, Irak’a yönelik saldırılar devam etmektedir. Güney Kürdistan’daki işbirlikçi Kürt liderlerini kışkırtarak, Kürt ve Arap halklarının özgürlük düşmanı Saddam’a karşı ayaklandıran ve sonra yüzüstü bırakıp 5000 Kürdün kimyasal gazlarla hunharca katledilmesine seyirci kalan, binlercesini sürgün ve mülteci olarak yaşamaya mahkûm eden, Amerikan emperyalizminin politik/askeri hesaplarıdır.
Bölge ülkelerindeki Amerikan elçilikleri, ABD’nin yönetimi ve denetimi altına aldığı ülke iktidarlarını uşaklaştırmış ve emrine sokmuştur. Ancak, bölgede Amerikan çıkarları karşısında sessiz kalan Arap uşak yönetimleri, her geçen gün daha fazla oranda kendi halklarının tepkisini toplamaktadırlar. ABD, bölgeye ilişkin sorunlarda ve petrol fiyatlarının ayarlanmasında Körfez ülkeleri arasına nifak sokmakta, bölgedeki güçleri ve İsrail aracılığıyla da savaş tamtamlarını çalmaktadır. Hile ve şantajla yoluna sokamadığı her sorunda, bölgedeki üslerini ve hazır kıta bekleyen vurucu gücü İsrail’i devreye sokarak çatışma ve savaşlar çıkarmaktadır. Körfez Savaşı’nda ve sonrasında Irak halkına karşı sürdürdüğü düşmanca tutumu ve hemen her ay bir kaç defa Irak’ın bombalanması, bugün 20 bin askerin bölgeye yerleştirilmiş olması, Ortadoğu’da “Pax Amerikana” rüyasını adım adım gerçekleştirmek amaçlıdır. Ekonomik, askeri ve kültürel alanda bölgede tam bir egemenlik kurmak isteyen ABD, bu amacına ulaşmak için, her türlü riyakârlığı reva saymaktadır.
Uluslararası Siyonist sermayenin ve Amerika’daki Yahudi lobisinin kuklası olan İsrail devletinin varlığı, emperyalizmin Ortadoğu’daki bu yayılmacı politikalarına denk düşmektedir. Kurulduğu günden bugüne kadar, biri diğeriyle değişmesine rağmen, Siyonist İsrail hükümetlerinin tümü, bu tutumu sürdürdüler. İşgalci ve dinci/yayılmacı emellere sahip uluslararası Siyonizm, amaçlarına alet ettiği dünyanın dört bir yanından toplanmış İsrail halkının geleceği ve kaderi üzerinde oynayarak bunu sürdürüyor.
Filistin sorununda ABD’nin rolü, bu yaşanmış gerçeklerden ve onun Ortadoğu’ya ilişkin emellerinden bağımsız değerlendirilemez.
Dolayısıyla Filistin sorununda ABD’nin arabuluculuğu”, Filistin halkının ulusal hak ve özgürlük taleplerinden vazgeçmesini sağlamaya endekslidir. Onun çabası; Ortadoğu halklarına ve Filistin’e esareti dayatmaktır. Ulusal kurtuluş hareketlerini ve bağımsızlık mücadelelerini ezerek tasfiyeye yöneliktir. Filistin direnişini kırmayı hayati bir sorun olarak değerlendiren Amerika, bunu başarmak için yıllardır çaba sarf ediyor. Direnişin güçlendiği safhada ise, masa başına çekerek, FKÖ önderliğinin zaaflarını da kullanarak, etkisizleştirmeyi denemeyi sürdürüyor. Zira ABD, kendisine rağmen Ortadoğu’da ‘bir mezar’ yeri bile edinilemeyeceğini Filistin halkı nezdinde ispata çalışıyor. Dünyada eşine az rastlanır bir direniş örneği sergileyen Filistin halkının başı dik duruşu, bugünkü dünya konjonktüründe ABD’yi ve emperyalistleri rahatsız etmektedir. Onlar, üç milyon nüfusunun yaklaşık bir milyonunun açlık sınırında yasama sürüklenmiş, tarım alanları İsrail ordusu tarafından yerle bir edilen, kamplarda yaşayan, hemen her gün en az bir kaç kişinin öldürüldüğü; bir İsraillinin ölümüne karşılık on, on beş öldürülen; havadan, karadan ve denizden kuşatılmış Filistin halkının taş atarak direnmesinden korkmaktadırlar. Filistin halkının sığınmacı bir yaşama mahkûmiyeti, ABD’nin bölgedeki hâkimiyetiyle dolaysız ilgilidir.
Denebilir ki, İsrail-Amerikan dostluğu, Ortadoğu halklarına karşı düşmanlık üzerinde yaratılmış ve güçlendirilmiştir. Ve şimdi Türkiye egemen sınıfları, bu emperyalist-Siyonist ikilinin yanında, Arap halklarına karşı sürdürülen düşmanlık ve savaşlarda taraf olduğunu açıkça ilan etmiş bulunmaktadır.
Ortadoğu’da, 1948’den bugüne kadar birçok kanlı savaş “oldu-bitti”, ancak İsrail’in işgalci ve ilhakçı tutumu devam ediyor. O, Filistin’i haritadan silmek, etkisizleştirip esaret altına almak ve bu topraklara tamamen yerleşmek ülküsünden vazgeçmiş değil. Ve Filistin halkı haklı olarak buna karşı direniyor. Bölünüp parçalanmış topraklarda bağımlı ve vesayet altında İsrail kolonileri olarak, kölece yaşamaya ve sürünüp yok olmaya zorlanan bu halkın isyanından daha meşru bir hak olamaz.
Filistin-İsrail savaşı olarak ifade edilebilecek bu savaş, adı “ateşkes” bile olmayan molalarla birlikte, sürgit devam etmektedir. Mevcut durum, Filistinlileri direnmeye mahkûm etmiş bulunmaktadır. Devlet kurma hakkı kabul edilmeyen, aşağılanan Filistin halkı, İsrail işgali ve ilhakına karşı, onların roket ve modern silahlarına karşı taş atarak direnmektedir. Ancak, nükleer silahlara da sahip olduğu ileri sürülen İsrail’in bu devasa gücüne ve emperyalist desteğine rağmen direnen Filistin halkı, ezilen halkların ve dünya isçi sınıfının yakın desteğinden yeterince güç alamamaktadır. Arafat yönetiminin ezilen dünya halkları ve işçi sınıfıyla dayanışmaya sıcak bakmayışı, uluslararası devrimci isçi ve emekçi hareketiyle ilişki kurmaya mesafeli yaklaşımı gibi olumsuz etkenlere rağmen, başta sınıfın devrimci partisi olmak üzere, Filistin halkıyla dayanışma daha da güçlendirilmeye ihtiyaç duymaktadır. Zira Filistin halkının İsrail’e karşı direnişi, aynı zamanda, emperyalizme karşı bir mücadeledir ve bu vahşi saldırı ve katliamlar karşısında Filistin halkının sürdürdüğü direniş, Arap halklarının kalbine saplanmış bir hançerin çıkarılması, Ortadoğu coğrafyasındaki bir nifakın dize getirilmesi kapsamındadır.
Emperyalist işbirlikçisi, ortaçağ kalıntısı feodallerin ve kapitalist kliklerin egemenliğindeki Arap gerici yönetimleri de Filistin halkının zaferinden korku duymaktadırlar. Çünkü Filistin halkı her zaman direnişi tek kurtuluş yolu olarak seçti. Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi ülkeler hasmane tutumlarını yıllardır sürdürdüler. ’60’lı yıllar boyunca görece demokratik, halkçı bir çizgide bulunan Nasır’ın Sovyet revizyonistlerinin denetimine girmesi ve onlar tarafından yüz üstü bırakılmasının yarattığı hayal kırıklığının Arap halkında yarattığı etkiyle, Nasır’ın ölümünden sonra, Amerikan ve İngiltere kontrolüne giren Mısır, Sedat ve Mübarek’le bu kategoriye mahkûm edildi. Yine Hafız Esad ve Saddam, Filistin davasında ikiyüzlü yalancılar konumunda oldular. Ancak, devrimci-Marksist bir platformda olmamasına rağmen El-Fetih, ciddi yalpalamalarına rağmen, direniş çizgisinde bağımsız ve özgürlükçü duruşunu sürdürdü. FKÖ ve dışındaki bazı oluşumlar, İsrail Siyonizm’ini yurtlarından söküp atmak için fedakârca mücadele ettiler ve bunu sürdürmektedirler. İdeolojik politik tutumlarındaki gerilikler ve neden olduğu yalpalamalarla birlikte yakın zamana kadar egemen tutum budur ve bu direniş desteklenmeyi hak etmektedir.
TÜRKİYE’NİN İSRAİL VE FİLİSTİN İLİŞKİLERİ
Türkiye, 300 milyonluk İslam-Arap âlemi ile çekişmeyi ve düşmanlığı göze alarak, varlığını askeri güç ve siyasi entrikalar üzerine kurmuş; tüm çıkarları Amerika ve genel olarak emperyalizm ile çakışmış, ABD ve emperyalist haydutluğun bölge hesaplarını kendi işgalci ve güç toplama hesaplarına dönüştürmüş olan ve giderek bölgede bir “güç” haline gelen İsrail ile işbirliği içerisinde ilerleyerek yol almaktadır. Türkiye egemen sınıfları, ABD’nin ve uluslararası Siyonist sermayenin Ortadoğu’daki jandarması İsrail ile silah ve nöbet arkadaşı olmayı aksatmadı. Türkiye gerici egemen sınıfları, NATO’ya üyelik ve Kore’ye asker çıkarmasını takip eden yıllarda, Ortadoğu’da ABD politikalarına kilitlenmiş ve ABD’nin Ortadoğu politikasında İsrail’i gözeten bir askeri-politik kulvara sürüklenmiştir. Ancak, 1967 yılındaki 6 Gün Savaşı ile İsrail’in ABD ve diğer emperyalist haydutların desteğiyle Golan Tepeleri’ni işgali, Filistin halkının haklı ve onurlu direnişiyle Arap dünyasındaki çalkalanma, Abdül Nasır’ın Arap milliyetçiliğinin sözcüsü olarak çıkış yapması ve tüm bunların Arap-İslam dünyası üzerinde yarattığı anti-emperyalist etki, Türkiye’yi ikiyüzlülüğe iten bir etken oldu. Bu yıllara kadar İsrail yanlısı tutumuyla bilinen Türkiye daha sonra, Arap-İslam faktörünü göz önünde bulundurarak “denge”de bir ilişki sürdürdü. 1960’lardan itibaren hem İslami kesim hem de ilerici ve demokrat geniş kamuoyunun Filistin halkına ve onların özgürlük davasına duydukları sempatiyi karşısına almak istemeyen egemen sınıflar, uzun yıllar Filistin halkının yanında oldukları izlenimi yaratarak, tam bir ikiyüzlü politikayla, Arap halkına İslam yüzünü, emperyalist batıya ise “modern”, “laik” yüzünü dönerek hareket etti.
Ancak, politik manevralarla adım adım Filistin halkının karşısındaki güçlerle kol kola pozisyon almaktan geri durmadılar. Türkiye, Siyonistlerin Filistin’e yönelik soykırım düzeyine varmış katliamları karşısında timsah gözyaşları dökerek demeçler vermiş olmakla beraber, hiçbir zaman İsrail karşıtı bir pozisyon almamış, ona sırt dönmemiştir. İsrail’in giriştiği kitlesel katliamların dünyada ve Türkiye’de halk tepkisine dönüşerek sokağa taştığı dönemlerde bile, İsrail’i bir “NATO müttefiki” olarak değerlendirmiş; en fazla, “kınama” durumunda kalmıştır. Zorda kaldığı durumlar olmuşsa da, İsrail ile “dostluğu” gizli ya da açık olarak hep gelişmiş ve güçlenmiştir. İsrail’in Filistin devletini haritadan silme ve Filistin halkını bölgeden dağıtma planı boyunca devam eden Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gelişme, zamanla stratejik ittifak düzeyine yükseldi. Ekonomik, askeri, siyasi ilişkilerini, 1996 yılında “Türkiye-İsrail Stratejik Savunma işbirliği Anlaşması” ile aleni olarak güncelleştiren Türkiye’nin bu tutumu, Türkiye egemen sınıflarının Ortadoğu politikasında bir dönüm noktası sayılmalıdır. Bu anlaşma bir birliğin (ABD-İsrail-Türkiye) ve aynı zamanda ayrılığın (Türkiye ile Arap-İslam dünyası) deklarasyonu olarak değerlendirilebilir. Gerici-emperyalist ve işgalci emeller üzerine kurulmuş bu birlik ya da ittifakın, Türkiye halkları için olduğu kadar, tüm bölge halkları için tehlikeli bir girişim olduğu, savaş ve çatışmaları körükleyeceği; ABD, İsrail ve emperyalist hesaplar uğruna Türkiye’yi bölge halklarıyla düşmanlaştıracağı ve çatışmalara sürükleyeceğini ileri sürmek, kehanette bulunmak değildir. Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yönelik ABD yayılmacılığının üzerine kurulan bu ittifak, özellikle Türkiye halkları bakımından büyük tehlikeler barındırmaktadır. Dara önce Musul-Kerkük sorununun somut savaş nedeni olarak açıklanması ve hâlâ kaşınıyor olması, son aylarda Hazar Denizi ve Kafkaslardaki çatışmalara taraf olarak İran ile artan gerginlik, durumu destekleyen faktörlerdir. ABD’nin Ortadoğu politikasının geçmişi ve yakın tarihi, yine İsrail’in özellikle son yıllarda bölgede, askeri ve ekonomik alanda güçlenen pozisyonu bunu yeterince kanıtlamaktadır. Uluslararası Siyonist sermayenin ve onun uzantısı olarak, Türkiye’deki Yahudi sermayesinin Kafkaslardaki doğalgaz ve petrol ihalelerinde oynadığı rol ve çeşitli sermaye gruplarıyla girilen rekabetin giderek çatışmalara dönüşmesi, bu durumdan bağımsız değerlendirilemez. Ancak İsrail, Türkiye emekçi halkları nezdinde, Ortadoğu’daki tüm halkların düşmanı olarak şimşekleri üzerine çekmiştir ve İsrail-Türkiye işbirliği anlaşmaları tepkiyle karşılanmaktadır.
Türk ve Kürtler başta olmak üzere Türkiye’de yaşayan tüm mezhep ve milliyetlerden emekçiler, Filistin halkının haklı davasına duygu bağıyla bağlı olmuşlardır. Bu gerçeği bilen Türkiye gerici egemen sınıfları, halkın bu ezici dayanışma duyguları karşısında, Filistin halkının haklı davasından yana gözükmek zorunda kalmışlardır. İsrail’in kuruluşuna izin veren 1947 BM kararına karşı oy kullanan Türkiye, bir yıl sonra, yani 1948’de çıkan Arap-İsrail savaşında tavırsız kalarak, İsrail devletinin kuruluşu ve Filistin topraklarının işgalini onayladı. Ve hemen ertesi yıl İsrail devletini tanıyarak diplomatik ilişkiler geliştiren ilk ülkelerden biri, Türkiye oldu. 1949 yılında İsrail’i ilk tanıyan ülkeler arasında Müslüman Türkiye’nin yer alması, Arap dünyasında şok etkisi yaratmış ve bu tutum ihanet olarak değerlendirilmişti.
Her zaman “Osmanlı’ya dayanan tarihi dostluk bağları” kapsamında bir ilişki içerisinde olan Türkiye-İsrail ilişkileri; ABD, Avrupa ülkeleri ve Yahudi lobilerince desteklendi, güçlendirildi. İsrail, bölgede Arap olmayan ulus ve devletlerle açık/gizli ilişkiler geliştirmeyi hep önemsemiştir. İran Şahı ile iyi ilişkiler geliştiren İsrail, Şah’ın yıkılmasıyla büyük bir müttefikini yitirdi. Arap olmayan İran yönetimi ve yine Kürtlerle ilişkileri bölgedeki hesapları bakımından önemseyen ve bu yönlü çabaları eskiye dayanan İsrail’in, Kürtlerle ilişki geliştirdiği de bilinmektedir. 1963 yılında Barzani ile resmiyet kazanan ilişkiler, silah, eğitim, araç-teçhizat düzeyinde sürmüştür. Pers, Türk, Kürt halkları ile geliştirilen ilişkilerin İsrail nezdindeki tanımı, “Çevre Ülkeler Tezi” kapsamında değerlendirilmektedir. Türkiye, NATO’ya girdiği ilk yıllardan itibaren İsrail ile iyi ilişkiler kurmuştur.
Yine İsrail’in İngiltere ve Fransa desteğinde 1956’da Sina Yarımadası’nı işgal etmesinin büyük tepkiyle karşılanması ve İslam-Arap dünyasının öfkeli tepkisi karşısında, Türkiye emekçi halklarının baskısını da gözleyen Türkiye egemen sınıfları, ilişkilerini kesmeden formalite ölçüsünde İsrail elçisini kısa bir süre geri çektiler.
İçeriği hakkında hiçbir açıklama yapılmamış bir anlaşma, 1958 yılında Türkiye-İsrail “Çevresel Pakt Anlaşmasıdır. Ticari, askeri, diplomatik, istihbari, bilim ve teknoloji kapsamlı olduğu sanılan anlaşma bir askeri sır olarak korunmuştur. Menderes hükümeti döneminde imzalanan bu anlaşmaya dair 1961 darbesinden sonra da bir açıklık ve/veya eleştiri getirilmemiştir. Bu anlaşmanın açıklanmaması, Arap-İslam dünyasının tepkisinden kaynaklıdır ve Türkiye’deki iç tepkiler de hesaplanarak açıklanmamıştır.
Sonraki yıllarda Türkiye-İsrail ilişkileri eski dostluk rayına “yeniden” oturdu. Elçilik düzeyindeki Türkiye-İsrail diplomatik ilişkisi, İsrail’in Doğu Kudüs’ü işgal etmesiyle uluslararası düzeyde ve içerideki tepkilerle birleşince, 1980’de Türkiye tarafından “Maslahatgüzar” düzeyine indirilmiş olsa da, 1991’de yeniden Büyükelçilik seviyesine çıkarıldı. 1991 Körfez Savaşı’nda tam bir Amerikan ileri karakolu işlevi gören Türkiye’nin, İsrail ile savaş içerisinde geliştirdiği dostluk ve güven bağları, daha da sağlamlaştırıldı. Filistin halkının Amerikan saldırısını ve körfeze yaptığı çıkartmayı protesto etmesi ve FKÖ’nün Amerika’nın yanında saf tutmayışı ise, Filistin’in Amerika-İsrail ve Türkiye ittifakının da hedefleri kategorisinde yer almasına neden oldu. Saddam’ın Kuveyt işgalinin Arap ülkelerinde de tepkiyle karşılanmasını değerlendiren ABD, başta Ürdün olmak üzere, Mısır ve diğerlerinin de açık veya zımni desteğini alarak, aslında tüm Arap-İslam dünyasına karşı bir savaş vermiş oldu. 1991 Körfez Krizi, İsrail-Türkiye yakınlaşmasında ileri adımın atıldığı bir dönemdir. Uzun yıllardır “Maslahatgüzar” düzeyinde süren ilişkiler, bu dönemde “Büyükelçilik” düzeyine çıkarıldı ve ardı ardına anlaşmalar imzalanması süreci başlatıldı.
İsrail, yine bu dönemde, Amerika’daki Yahudi lobisini Türkiye lehine bazı girişimlerde bulunmaya yöneltmiştir. “Osmanlı İmparatorluğu dönemine dayanan Yahudi-Türk dostluğu” olarak ifade edilen, Yahudilerin, İspanya ve Portekiz’den çıkarılmalarının ardından Osmanlı’ya sığınmalarının tarihi olan 1492’nin 500. yıldönümünde, İsrail’in Türkiye’ye yönelik övgü dolu propagandası ve Mesut Yılmaz gibi devlet adamlarına Amerika’daki Yahudi lobisince madalyalar takılması, Türkiye egemenlerini oldukça mutlu etmişti. Türkiye egemenleri, Amerika’da ekonomik ve siyasi nüfuza sahip ve basın alanında güçlü olan Yahudi lobisini, Ermeni ve Kürt sorunları karşısında harekete geçirmek için de, İsrail ile “tarihi dostluk bağlarına” önem verdiler ve bu bağları yenilemeye yöneldiler. Tabii, 1993 Oslo Anlaşması süreci de, Türkiye için ikili oynamayı “diplomatik tutum” olarak anlaşılır kıldı! Aynı yıl dönemin Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, İsrail’e bir ziyarette bulundu. Ağustos 1994’te MOSSAD, Abdullah Öcalan’ı yakalayıp Türkiye’ye teslim etmek için bir operasyon gerçekleştirdi. İsrail’in, söz konusu operasyonu Türkiye’den daha fazla taviz koparmak için başarısız sonuçlandırdığı iddialarıyla birlikte, MİT-MOSSAD diyalogunda ilerleme kaydedildi. İsrail, MİT’e çok sayıda teçhizat, suikast silahı ve teknik cihazı hediye olarak gönderdi. Örtülü ödenekten ayrıca yüksek miktarda ödeme yapılarak, MOSSAD’a bazı “iş takipleri” verildiği, daha sonra açığa çıktı. Kasım 1994’te Başbakan Tansu Çiller’in İsrail’e yaptığı ziyaret, ilişkileri en üst düzeye çıkarmış oldu. Bunu, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1996’daki ziyareti ve iade-i ziyaretin İsrail Cumhurbaşkanı Weizman tarafından gerçekleşmesi takip etti.
Ancak 1996 yılında Türkiye-İsrail Stratejik İşbirliği Anlaşmalarından sonra, Amerika-İsrail-Türkiye üçlüsünün Ortadoğu’daki ortaklık bağları, “İslam kardeşliği” bağını koparmada bir dönüm noktası oldu. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir, Şubat 1996’da İsrail’e gitti ve Türkiye Genel Kurmay Başkanlığı ile İsrail Milli Savunma Bakanlığı arasındaki “Askeri Eğitim ve İşbirliği” anlaşmasını imzalayarak geri döndü. Yine “Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması”, Refah-Yol hükümeti tarafından, Türkiye tarihinin en büyük askeri işbirliği ve teknoloji transferi anlaşması olarak, Ağustos 1996’da imzalandı ve hemen arkasından, 1997’de Türk ordusunun sınır ötesi operasyonlarından birine katılan İsrail askeri gizli servis uzmanları, Kuzey Irak’a dinleme ve gözetleme sistemleri yerleştirerek, yolunda giden ilişkilere bir “güven düğümü” atmış oldular. Şubat 1997’de Genel Kurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı’nın askeri işbirliği kapsamında yaptığı ziyaretin arkasından, İsrail Dışişleri Bakanı David Levy Türkiye’ye geldi. Yine 8 Aralık 1997’de İsrail Savunma Bakanı İzhak Mordeçay’ın ziyaretini, İsrail Meclis Başkanı Dan Tichon’un ziyareti izledi ve sonrasında 23 Mart 1998’de Sanayi ve Ticaret Bakanı Natan Sharansky’nin ziyareti ve İsrail Başbakanı Ehud Barak’ın Ağustos 2000 yılındaki ziyaretiyle, Türkiye ile İsrail, askeri ve diplomatik alanda yoğun bir trafik işletmiş oldular.
VE ŞARON MİSAFİR EDİLİYOR
Türkiye gerici egemen sınıfları 1953’te Mısır idaresindeki Gazze Şeridi’ne saldırı düzenleyen İsrail birliğinin komutanı olarak onlarca Filistinlinin ölümüne ve yaralanmasına, 1982’de Lübnan’ın işgalinde 60 bin Filistinli ve Lübnanlının katledilmesine, eğitilmiş Falanjist faşist çetelerle birlikte düzenlenen baskınla 1982 yılında 2000’den fazla Filistinlinin ölümüne neden olmuş, yine 3000 asker ve polis koruması altında 28 Eylül 2000’de ziyaret ettiği Kudüs’teki Harem-üs Şerif provokasyonundan bu yana 450 Filistinlinin ölümüne neden olmuş bir faşist katil olarak, birden fazla katliamın sorumlusu, Ariel Şaron Türkiye’ye davet edildi. Irkçı, Yahudi şeriatçısı ve Siyonizm’in bayraktarı, savaş suçlusu Şaron, Sabra ve Şatilla kasabı olarak insanlık suçu işlediği iddiasıyla Belçika’da hakkında tutuklama kararı verildiği bir zamanda ve hem de her gün katledilen Filistinlilerin görüntülerinin ekranlarda olduğu günlerde, ayağının altına halı serilerek törenle karşılandı. Türkiye egemen sınıflarının bu cüretli tutumunu tarih ve insanlık af edecek mi, bunu zaman gösterecek. Ancak, sınıfın ve emekçilerin partisinin Şaron’u ve onu davet eden egemenleri protesto sesleri, Nablus’ta öldürülen çocuklar ile Cemal Mansur’un cenazesinde bir araya gelen yüz bin Filistinlinin sesiyle birleşerek, Siyonizm’e, emperyalizme ve gericiliğe karşı verilmiş bir yanıt olarak tarihe geçmiş oldu.
Medya adeta bir “yumuşak iniş” yaparak ziyaret vesilesiyle, İsrail’i “ittifak yapılabilecek güç”, Şaron’u da “ortak çıkarların savunucusu” olarak sunmaya özen gösterdi. Filistin halkının yıllardır çektiği acı, zulüm ve katliamların sorumlusunun İsrail Siyonizm’i olduğunu bilen ve bunu çeşitli yazılarında ifade eden Ali Sirmen, bir nasyonal sosyalist gibi tutum alarak, şöyle yazmaktadır. “Şu gerçeği görmek zorundayız; bugün için bölgede Türkiye ile İsrail’in ortak çıkarları mevcuttur. Türkiye’ye tehlike İsrail’den gelmiyor. Olaya bu açıdan yaklaşıldığında, iki ülke arasındaki stratejik işbirliğinden bilgi alış verişine ve Türkiye’den İsrail’e su satışına kadar birçok alanda ilişkilerin geliştirilmesinde sayısız yarar var.” (Cumhuriyet 9 Ağustos 2001) Yine, Sami Kohen, Ortadoğu ve Türkiye halklarının tepkisini bilerek ve hesaplayarak, “İlişkilerin, ‘stratejik işbirliği’ olarak nitelendirilen ileri bir aşamaya ulaşması, kuşkusuz iki tarafın da bunda, kendi lehlerinde yarar görmesinin bir sonucudur. Yani Türk-İsrail ilişkilerinde bu noktaya ‘hatır’ için değil, ‘çıkar’ icabı gelinmiştir”, diye yazmaktadır. (Milliyet, 9 Ağustos 2001).
Bu ziyaret, tüm köşe yazarları ve yorumcu burjuva borazanlarca bu kapsamda değerlendirildi. Zira ABD’nin Ortadoğu-Kafkaslar-Orta Asya ve Balkanlar politikasında rol almış bulunan Türkiye’nin, “stratejik çıkarları” statüsünde anlaşmalar yaptığı İsrail ile girdiği ilişkiler, ABD taşeronu işbirlikçi burjuvazinin yazarlarınca çok önemsenmektedir. Ancak giderek ısınan Ortadoğu ve Kafkaslar coğrafyasındaki kavgada pozisyon almasıyla ilişkilendirilen bu ziyaretler, aynı zamanda, İsrail’in Filistin halkına karşı girişeceği topyekûn bir saldırıda Türkiye’yi yedeklemesiyle de ilişkilidir, İsrail Savunma Bakanı Benjamin Ben Eliezer’in Temmuz ayında yaptığı bir günlük ziyaret kapsamında, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genel Kurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı ile görüşmesinin ardından Cengiz Çandar, Yeni Şafak’taki köşesinde, “İsrail ile iyi ilişkilere evet, gerdeğe girmeye hayır” diyerek, şöyle yazıyordu; “İsrail’in Türkiye ile ilişkileri ‘stratejik’ nitelikte midir? Ve İsrail’in İran’ı -bu arada gerektiğinde Irak ve Suriye’yi- ‘vurmak’ gibi bir niyeti var mıdır? Bu niyet, Türkiye toprakları üzerinde mi gerçekleşir? Bu üç sorunun cevabı da ‘evet’ tir. İlişki stratejik karakterdedir.” Daha sonra İsrail Genel Kurmay Başkanı Şavi Mofaz’ın ziyareti ve ardından Şaron’un davet edilmesi, durduk yerde peydahlanmış bir aşk değildir. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in yaptığı Türkiye ziyaretiyle de birleştirildiğinde; son aylarda Türkiye’yi kuşatan bölgede ortaya çıkan ve giderek çatışma unsurları büyüyen gelişmeler, kendiliğinden anlam bulmaktadır.
Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya, çelişki ve çatışma öğelerinin hızla biriktiği ve patlamaya sürüklenen bölgeler olarak, iki önemli müttefik, İsrail ve Türkiye’ye hayati önemde görevler yüklemiş bulunuyor. Yıllardır Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya gibi coğrafi olarak yakın bölgelerde, ABD çıkarları ve dikkati nereyi işaret etmişse onun arkasından sürüklenmiş olan Türkiye egemen sınıfları, bugün ekonomik krizin etkisinde IMF ve Dünya Bankası’na teslim olmuş olarak, ABD’nin savaş arabasına fazlasıyla mahkûm edilmiş durumdadır. Ortadoğu ve Kafkaslar gibi savaş senaryolarının yazıldığı bölgelerdeki sıcak gelişmeler karşısında, halkı, “dış düşmana karşı uyarmak”, “ulusal güvenlik” gibi laflar edenleri hizaya getirip önüne katmak ve “ulusal çıkarlar için” işçi ve emekçilerin hak ve özgürlük taleplerini ezmek bakımından da durumu değerlendiren egemen sınıfların, önümüzdeki süreçte, işçi ve emekçilerin gelişen güçlü öfkesini manipüle etmede kullanmak isteyecekleri kesindir. Sınıfın partisi ile egemen sınıflar arasında kıyasıya devam edecek bir mücadele süreciyle karşı karşıya bulunmaktayız. Bu durumda “Türkiye ne yapacak” sorusuna egemen sınıf cephesinden verilecek yanıtın bir bölümü şöyledir; “Ülkemiz yaramaz devletler ve istikrarsız bölgelerle çevrili olup KTS (kitle tahrip silahları) tehdidinin ve yayılma tehlikesinin en sıcak hissedildiği yerlerden birisidir. Füze savunması yıllardır Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaç listesinde yer almaktadır. Kafkaslarda ve Orta Asya’da artan çıkarlarımız bu bölgelerin daha güvenilir kılınmasını gerekli kılmaktadır. Görünen odur ki Türkiye, füze savunma sistemi konuşlandırılacak ülkeler arasında ön planda yer alacaktır. Bu mülahazalar ABD önerisine olumlu bakmamıza neden olabilecek ağırlıktadır. ” (Em. Hv. Korgeneral Sadi Ergüvenç, Feza Savaşları, Ulusal Strateji Mayıs-Haziran 2001) Son bir ay içindeki gelişmelerle, Türkiye sınırına Füze Savunma Kalkanı ve sistemlerini yerleştirmede ortamın “kıvama” sokulduğunu görmek mümkündür.
Öte yandan Ortadoğu’daki Arap-Müslüman ülkeler, aralarındaki husumet, çekişme ve çatışmaları gözden geçirerek bir araya gelmenin arayışına girdiler. Hafız Esad’ın ölümü vesilesiyle bir araya gelen Arap liderler, 1996 Kahire Arap Zirvesi’ndeki kaygılarını yenileyerek, bölgedeki ciddi gidişat karşısında birleşme refleksini geliştirmeye yöneldiler. Öyle ki, Amerikan uşaklığında birkaç kuşak tescilli, 1996 Haziran’ında İsrail ve ABD ile işbirliği anlaşması imzalamış olan Ürdün bile, son aylardaki hızlı gelişmeler karşısında “arada” kaldı. 1996 Arap Zirvesi sonuç bildirgesi “itinalı” bir üslupla Türkiye-İsrail ittifakının yaratacağı yeni dengelere dikkat çekmişti ve bu tarihten sonra Irak-Suriye sınır ticareti 17 yıl sonra yeniden başlatıldı. Suriye ve Irak arasındaki buzlar erimeye başladı. Karşılıklı diplomasi ve enformasyon amaçlı bürolar kuruldu, ilişkiler geliştirildi. Amerikan yandaşlığıyla Arap halklarının ve Mısır halkının tepkisin çeken Hüsnü Mübarek. ABD-İsrail-Türkiye ortaklığıyla 1997’de birincisi gerçekleştirilen Denizkızı tatbikatını eleştirip “bu gidişat muhtemelen savaşa yol açacak” diyerek, tepki göstermişti. Irak, bir yıl sonraki İkinci Denizkızı tatbikatı için “Arap dünyasına karşı bir provokasyon” değerlendirmesini yapmıştı. Arap-İslam ülkelerinin hemen tümü tarafından. Türk-İsrail ortaklığı, “1948’den bu yana Araplara yönelik en kapsamlı tehdit, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en tehlikeli ittifak” olarak algılandı ve geniş tepki uyandırdı. Suriye-İran, İran-Irak ilişkileri ve diyalogu artarken, Suudi Arabistan-İran ve yine Mısır-İran ilişkilerinde ilerleme sağlandı. 1997 yılında İran Dışişleri bakanı Mısır’a davet edildi. Aynı zamanda, Arap Birliği yeniden canlandırılmaya başlandı. İmzalanmasından sonra Enver Sedat’ın bir suikastla öldürüldüğü ve Mısır’ın Arap dünyasınca hain ilan edildiği 1978 Camp David Anlaşması’ndan bu yana, ilk defa, Arap dünyası, yeniden Mısır’a ve Mübarek’e gülümsemiş oldu.
28 Eylül 2000’de başlayan Filistin İntifadası’na şiddetli saldırılarla, savaş helikopterleri, roket, tank ve ağır makineli silahlarla yanıt vererek katliamlarına devam eden İsrail yönetimini protesto ederek büyükelçisini çeken Mısır, Ortadoğu’da İsrail’den sonra, ABD’den en fazla askeri yardım ve kredi alan ülke konumunu tehlikeye düşüren Körfez krizinde aldığı tutumu affettirmek ve ortamı yumuşatmak istediğini ifade eden bir tutum aldı. Suriye, yanı başındaki Türkiye’nin üç yıldan bu yana tehdit üzerine tehdit göndermesinden rahatsızlığını, Irak ise, ayakaltı edilen sınırları ve İncirlik’ten kalkan savaş uçaklarının keşif ve bombalama uçuşlarına karşı tepkilerini dile getirmektedir.
İran’ın İsrail ve Amerikan karşıtlığının da değerlendirilmesi amaçlı olarak görüşmeler başlatan bölge ülkeleri, Arap-İslam dünyasının birliğinden söz etmeye başladılar. Arap ve Müslüman olmanın, bölge ülkelerinin birliği için önemli bir doğal etken olduğu bilinmektedir. Türkiye bu gelişmeyi görmezlikten gelemiyor. Kapalı kapılar ardında yaptığı görüşmelere dair bilgi saklanırken, Ecevit, Türkiye halklarını ve Arap-İslam dünyasını aldatmaya yönelik olarak Şaron’a şöyle demektedir. “Barış istediğinizi Arap dünyasına inandırın. Aksi halde Ürdün ve Mısır gibi ılımlı Arap ülkelerini de karşınıza alırsınız. Ayrıca Türkiye kamuoyunda da İsrail’e karşı olumsuz tepkiler oluşur. İlişkiler zedelenir.” (Milliyet, 9 Ağustos 2001) Yine Şaron’un ziyaretinden bir gün sonra, hükümet, tüm Arap ve Müslüman ülke büyükelçilerini davet edip gelişmelere ilişkin brifing vererek, onları “rahatlatmak” için çabaladı. Ancak tüm Arap basını, Türkiye’yi “emperyalist emeller peşinde” olmakla suçlamaktadır ve birleşmekten söz etmektedir. Ayrıca, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa, Türkiye-İsrail işbirliğini ve Şaron’un ziyaretini eleştirerek, Türkiye’yi açık tutum almaya çağırdı.
Fakat tarihin gösterdiği gibi, Arap ülkeleri arasındaki birlik ve ittifaklar geçici ve biçimseldir. Emperyalizme karşı tutarlı bir tutum almayan, halkın demokratik özlemleri, ekonomik ve siyasi çıkarlarıyla örtüşmeyen bir birliğin ömrü olamaz. ABD ve emperyalist savaş odakları bunu bilmekte ve fütursuzca hareket etmektedirler. Kendi halklarının öz gücüne güvenmeyen, onları baskı ve zorla yöneten, sömürü ve zulmü derinleştirerek halka açlığı ve sefaleti dayatan, ama lüks ve sefahat içinde ömür süren, bir bölümü Amerika’ya ve emperyalizme uşaklıkta sınır tanımayan ve defalarca kendi halkının katledilmesine göz yummuş, Arap halkını birbirine boğazlatmış, Filistin halkının katline, esir ve mülteci yaşamına onay vermiş, hatta bazıları desteklemiş, topraklarından kovmuş Arap ülkelerinin egemenleri, İsrail ile iyi ve dost ilişkiler geliştirmişlerdir. Ancak, kuşkusuz kendi gerici çıkarlarıyla da olsa, Arap feodal-dikta yönetimlerinin, bölge halklarını tehdit eden emperyalist, Siyonist ve gerici ve saldırgan bir birlik olan, Amerika-İsrail-Türkiye askeri güç birliği karşısında tutum almaları, giderek bir araya gelmeleri yine de iyi olacak ve halkların yayılmacı ve emperyalist hesaplara karşı tepkilerinin gelişmesi için koşulları uygunlaştıracaktır.
OSLO “BARIŞ” SÜRECİ VE TÜRKİYE’NİN TUTUMU
Ortadoğu’da yıllardır akıtılan Filistin halkının kanı, emperyalizmin savaş ve silah kışkırtıcılığına malzeme olmaya devam ederken, Oslo süreciyle, Filistin halkının ve dünya halklarının beklentisi ve ümidi İsrail’in öncelikle 1967 yılında işgal ettiği Filistin topraklarından geri çekilerek, kurulacak bir Filistin devletinin özgür ve barış içinde yaşamasını kabul etmesiydi. Ancak öyle olmadı. Topraklarının yüzde 78’i işgal ve ilhak edilmiş Filistin halkının, 1967 yılında gasp edilen ve kuşatma altındaki Gazze ve Batı Şeria’daki toprakların yüzde 22’sinde bağımsız bir devlet kurmasına dahi izin verilmedi. Filistin halkının, kendi kaderini tayin ve bağımsızlık hakkı tanınmadı. Şiddet üzerine kurulu tutumunu sürdüren İsrail’in bunu devam ettireceği, son saldırı ve katliamlarla bir kez daha görüldü. Filistin topraklarını iade edeceğine dair Oslo’da taahhütlerde bulunmasına rağmen, bunları yerine getirmemek için, provokasyon üzerine provokasyon düzenledi. Oslo süreci bir belirsizlik süreci olarak kaldı.
Ancak, Eylül 2000’deki El Aksa intifadasıyla, bu belirsizlik ortadan kalkmış oldu. 1993 yılında başlayan Oslo süreci/anlaşması ve Madrid Konferansı’nda güvence altına alınmış hakları dahi yok sayarak, İsrail, Filistinlileri, Bantustanlara (Güney Afrika Irkçı Beyaz yönetiminin siyahları hapsettiği tel örgülerle çevrili bağımsız alanlar) hapsetmeyi öngörmekteydi. İşbirlikçilikte ilerleme kaydetmiş Arafat yönetiminin, satış sözleşmesi olarak da bilinen Oslo “barış” sürecindeki tutumu, Filistin halkı tarafından kabul görmedi, hazmedilmedi. 30 Eylül 2000’de 12 yaşındaki Muhammed al Durah’ın babasının kucağında kurşunlanarak öldürülmesiyle insanlık bilincine kazınmış olan Eylül 2000 intifadası, aslında Arafat yönetimine karşı da bir başkaldırı olarak değerlendirilmelidir.
Oslo sürecini, İsrail’in Filistin halkına karşı yeni bir oyunu ve mevzi kazanması olarak anlamak gerek. FKÖ’nün uzlaşmacı ve direnişle elde edilmiş hakları masa başında elden çıkarması tutumunun eleştirilmesi bir yana, İsrail, Oslo’da verdiği sözleri bile yerine getirmeyerek, halkın direnişe geçmesini sağlamış oldu. Oslo sürecinden sonra, yeni yerleşim alanlarını işgal etmeyi sürdüren İsrail, çıkmayı vaat ettiği bölgeleri terk etmemekte direniyordu. Filistin devletinin meşruiyetini tanımayan İsrail, Oslo süreci ile yalnızca Arafat’ın meşruiyetini tanımış oldu. İşgal ettiği topraklarda yeni yerleşim birimleri açan İsrail, Bati Şeria ve Gazze Şeridi arasındaki serbest geçiş bölgesini de denetiminde tutarak yasak bölge ilan etti.
1995 yılında İzhak Rabin’in öldürülmesi ve ertesinde seçimleri Likud’un kazanması ve Netanyahu’nun Yahudilerin yerleşim alanlarını büyük oranda genişleterek Kudüs’ü kuşatacak bir yerleşim planını sürdürmesi, kargaşayı daha da artırdı. Gelişen tepkiler karşısında, Amerika, Netanyahu’nun tutumunu gözden geçirmek durumunda kaldı! Yeniden Oslo süreci gündeme getirilince, Netanyahu’nun işi de bitmiş oldu. Ama hükümetler ve başbakanlar, Siyonist ideali başarıya ulaştırmada araçtılar. İsrail Parlamentosu Kneset, bu yayılmacı emellerin başarısına endekslidir ve muhalefetin varlığı da böyledir. 1999’da Netanyahu’nun yerine Ehud Barak getirildi. Şimdi ise; Şaron aynı politikaları sürdürmektedir.
2000 yılı Temmuz ayında Camp David’de yapılacak olan zirve toplantısında Amerika ve İsrail, Filistin halkına kölelik koşullarında bir teslimiyeti imzalatmak ve bunu dünya kamuoyuna deklare etmek istediler. Barak, işgal ettikleri toprakların hanelerine geçirilmesini, dahası Kudüs’teki egemenliklerinin tescil edilmesini, Doğu Kudüs’teki bazı yerleşim birimlerinin ise Filistinlilere verilmesini öneriyor, ancak, sürgündeki Filistinlilerin geri dönüşünü kabul etmiyordu.
Oslo süreci, ABD’nin açık İsrail yanlısı tutumunu gözler önüne serdi. Öyle ki ABD, 242 nolu BM Genel Kurul Kararı’nı dahi işletmek istemiyordu. Bu karar, İsrail’in 1967 yılında işgal ettiği topraklardan geri çekilmesini öngörüyordu. Amerika’nın 1971’den bu yana İsrail’in lehine açık tutumu, tüm Arap âlemi tarafından bugün daha net anlaşılmış oldu. Amerika’nın “barış” girişim ve oyunlarını önemseyen ve “tarafsız arabuluculuk” olarak değerlendiren işbirlikçi Arap ülkeleri ve yönetimleri bile, durumdan “rahatsız” olduklarını açıklamak zorunluluğu duydular. Oslo “barış” süreciyle, Arap halkları arasında, FKÖ de dâhil olmak üzere, Arap yönetimlerine karşı tepki giderek artmakta ve “yönetenler ile yönetilenler” arasındaki ilişki giderek bozulmaktadır. Clinton-Barak-Arafat arasında yapılan görüşmelerde, Arafat’ın uzlaşmacı tutumuna rağmen, bir uzlaşma sağlanamamış olmasında; Arafat’ın imza atacağı anlaşmaların, yapılacak ilk seçimde başa geçecek yeni İsrail yönetimi tarafından tanınıp tanınmayacağı yolundaki endişeyle beraber, 4 milyon mültecinin Filistin topraklarına girişinin yasaklanması anlamı taşıyan hükmün ağır olması ile birlikte, gelişen tepkilerin altında kalacağı korkusu yatmaktaydı. Oslo “barış” süreciyle elde edilen kısmi yönetim ve yürütme “erki”, Arafat yönetiminin imtiyazlarıyla birlikte baskılarını da arttırdı. Statüsünü güçlendirmek için durumu değerlendiren Arafat, aynı oranda halk üzerindeki itibarını da yitirmeye başladı. Çeşitli muhalif gurupların etkisi arttı ve iş, Arafat’ın neredeyse MOSSAD tarafından korunur bir duruma gelmesine kadar dayandı. Giderek yozlaşan ve tepkileri baskıyla bertaraf etmeye çalışan Arafat yönetiminin, Oslo “barış” süreci boyunca ABD’ye mahkûm tutumu ve ondan medet umman bir yaklaşım sürdürmesine karşı gelişen büyük tepkiyi İntifada’da bulmak olasıdır. Rüşvet, yolsuzluk ve iltimasın had safhada yaşandığı, El Fetih lehine ayrımcılık yapıldığı, ihracat ve mali sorunlardaki yolsuzlukların ve yoz ilişkilerin İsrail yetkilileriyle kader birliğine ve ortak tutuma neden olduğu
Filistin’de, polisin halka zulmeden bir hale gelmesi, işkence ve kötü muamelenin yaygınlaşması gibi baskıcı yönetimlere has uygulamalar, henüz devlet olmamış Arafat yönetiminin uygulamaları olarak bilinmektedir. Bu durum, Arafat’ı direniş ruhundan uzaklaştırıp uzlaşmaya mahkûm eden koşulları da yaratmış oluyor. Ya da tersi.
Görüşmelerin Clinton’un son dönemlerinde sürdürülmesinden de bir sonuç çıkmadı. Daha önce Stocholm’de yapılan toplantıda varılan “mutabakat”ın burada “karaca bağlanacağı biçimindeki beklentilere rağmen, Mısır-İsrail Barışı olarak bilinen ve Mısır’ın mağlubiyetini ilan eden anlaşmaya ev sahipliği yapmış olan Camp David’de, kapalı kapılar ardında yapılan görüşmelere ilişkin, kamuoyuna “resmi” bir açıklama yapılmadı. Ancak, en azından “çatışmasız” bir sürecin devam edeceği beklentisi bulunmaktaydı. Filistin halkına yönelik saldırı ve katliamların durdurulacağı ve Filistin halkının topraklarında can güvenliği içinde yaşayabileceği koşulların yaratılacağı ve Arap Doğu Kudüs’ün Filistin halkı lehine bir düzenlemeyle Filistin egemenliğine bırakılacağı beklenmekteydi. İsrail’in, duvarların gerisindeki Yahudi yerleşim birimleri olan Eski Şehir bölgesine çekilmesi, yıllardır Filistinliler tarafından dile getiriliyordu. Müslümanlar için kutsal sayılan bölgelerin terk edilmesi, Al-Aksa Camii, Haram al-Şerif ve Tapınak Tepesi gibi işgal altındaki yerleşim birimlerinden İsraillilerin çekilmesi ve buraların tüm askeri yığınak ve güçlerden temizlenmesi, yine İsrail’in Batı Yakası’ndan tamamen çekilmesi, Oslo Anlaşması’nda bulunan hükümlerdi. Gazze Şeridi ile Batı Yakası arasındaki haksız İsrail denetiminin son bulması ve 1967’de İsrail’in büyük katliamlar gerçekleştirerek işgal ettiği Batı Yakası’nın göbeğine yerleşmiş Yahudi birimlerinin boşaltılması ve buranın Filistinlilere bırakılması, bugün Filistin halkının en haklı ve acil yaşamsal talepleridir. Ancak, İsrail arkasına aldığı Amerikan desteği ile Filistinlileri sıkıştırma ve mevcut durumlarının sürgün olarak devam etmesini dayatarak, yaratılan “barış” ortamının İsrail için bir kazanıma dönüştürülmesi yanlısı olduğunu açığa vurdu. Amerika, Ortadoğu’da teslim alınmış bir Arap âlemi için Filistin sorununu kullanmak istiyor. İsrail’in işgal altında tuttuğu topraklarda meşru ve tartışmasız bir statüye kavuşması için atak yapan Amerika, Lübnan ve Suriye’nin “okey” vermesi ve Mısır ve diğer “uşak” Arap yönetimlerini ikna etmek için her yolu denemektedir. Mülteci Filistinlilerin topraklarına dönmesine rıza göstermeyen Amerika ve İsrail, onları birçok ülkeye dağılmış olarak yaşamaya mahkûm ederek, asimilasyona terk etmek istemektedir.
Başta İngiltere olmak üzere Sykes-Picot Anlaşması’yla Batılı sömürgeci güçlerin desteğinde İsrail’in işgali ve katliamları sonucu 1948’de yerleştiği topraklardan sürülmüş olan ve hâlâ mülteci olarak yaşayan, BM resmi rakamlarına göre 3 bin 200, aslında 3,5–4 milyon dolayındaki Filistinlinin, topraklarına dönmesine şiddetle karşı çıkan İsrail; yarım asırdır sürgünde bulunan Filistinlilerden sadece 10 bininin dönmesini kabul etmektedir. Oysa BM’nin 3236 sayılı kararı mültecilerin ülkelerine dönmelerini hak olarak tanımaktadır. Yine Filistinli mültecilerin vatanlarına dönmelerini öngören 194 nolu karara 1948 yılında imza atarak BM üyeliği kabul edilen İsrail’in, bu tutumunda ısrar etmesinin, haklı ve hukuki hiç bir dayanak bulunmamaktadır. Amerika da soruna böyle yaklaşmaktadır.
Direnişlerine bir gün bile ara vermeyen kahraman bir halk olarak Filistinliler, İsrail’in işgal ettiği ve geri vermediği topraklarına sahip olmak için, insanlığın şimdiye kadar az gördüğü büyük acılar yaşadılar. Ve bu durum değişmeden devam ediyor. Onlar, çöldeki çadırlarda, kamplarda ve geçici evlerde mülteci olarak, hastanesiz, okulsuz, susuz ve kanalizasyonun olmadığı, bulaşıcı hastalıkların kol gezdiği sınır boylarında, birçok Arap ülkesinin esiri gibi yaşamaya mahkûm edildiler. Darmadağın edilmiş Filistin halkı, Arap ülkelerinin yanı sıra, Türkiye ve Avrupa ülkelerine dağılmış olarak, sefalet ve acı içerisinde yaşamaktadır. Lübnan, Mısır, Suriye, Ürdün, Irak, Suudi Arabistan, Yemen ve Körfez Emirlikleri’nde bu ülkelerin dayattığı kötü koşullara mahkûm olarak, adeta esir olarak yaşamakta olan Filistin halkı; mahkûm edildiği mülteci yaşamla birlikte, bu ülkelerde “terör” olaylarının müsebbibi olarak değerlendirilip kovuşturmaya uğramakta, baskı görmektedir.
Filistin halkının Araplar ve Yahudiler arasında paylaşılıp eritilmesi kapsamlı İngiliz planı, hemen tüm Arap egemenleri tararından kabul görmüştür. Ürdün Kralı Hüseyin’in Eylül 1970’de ordularını Filistinlilerin üzerine sürerek 30 bin kadar ölüme neden olması, ancak Filistinlilerin davalarından vazgeçmeyerek sürdürdükleri direniş, Arap işbirlikçi yönetimlerinin tutumunu tözler önüne seren tarihi bir örnektir. 1967’de İsrail’in askeri ve politik olarak bir saldırı bombardımanına tuttuğu Filistin toraklarında halk, var olmak ile yok olmak arası bir durumla karşı karşıyaydı ve bu saldırıyı püskürtmek için büyük bedeller ödemek durumunda kaldı. Arap-İsrail Savaşı olarak tarihe iz düşmüş bu savaşın, aslında, bir Filistin-İsrail savaşı olduğunu söylemek, daha yerinde bir saptamadır. 1967’de, İsrail’e El Kerame’deki direnişle karşılık veren (Birleşik Arap ordularının 6 gün tutunabildikleri ve 6 Gün Savaşı ismini alan) direnişin sürdürülmesi, İntifada’nın mayası olmuştur! Yine, Suriye tararından desteklenmiş Falanjistlere, faşistlere karşı Tel Zaater kampındaki direniş, İsrail’in 100 bin askerle Lübnan’ı işgali ve Lübnan’da yaşayan örgütlenmiş Filistin kuvvetlerini ve halkını imha etmeyi amaçlayan Amerika, İtalya, Fransız, İngiliz “barış gücü” askerleri desteğindeki saldırıda 1500 Filistinlinin hunharca katledilişi, Filistinlilerin, kahramanca direnişe rağmen, Arap yönetimlerinin ihaneti sonucu 1983 yılında Beyrut’u terk ederek Bekaa Vadisine çekilmek zorunda kalmaları, 1987’deki Balata Mülteci Kampındaki Filistin halk direnişleri, önemli bir birikim yaratmıştır. 1936’da sömürgeci İngiliz mandacılığına karşı ayaklanma başlatan Filistinliler için inşa edilen “kale gibi” Gazze hapishanesinden 18 Mayıs 1987’de 800 Filistinlinin büyük firarı gibi, Filistin halkının daha eski tarihlere dönülerek söylenebilecek bir direniş tarihi vardır. 1956’da İngiliz, Fransız ve İsrail üçlüsünün Süveyş Kanalı’na karşı giriştikleri saldırıda da, Mısır halkıyla beraber Filistin halkının direnişi önemli bir yer tutar. 1929’de İngilizlere ve Siyonistlere karşı Kudüs ve çevresindeki, 1936’da yine İngilizlerin himayesinde Siyonistlerin kışkırtılması ve Filistinlilerin katledilmesine varan saldırılara karşı ve Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail devletine karşı patlak veren nice Filistin halk ayaklanmaları ve direnişleri gibi…
FİLİSTİN HALKI, HAKLI DAVASINI KAZANACAKTIR
Gazze Şeridi’ne 1967 yılından bu yana 6–7 bin Yahudi’yi yerleştirerek burayı adeta “sürekli çatışan bölge” haline getiren İsrail, Filistinlileri, bu 360 km2’lik alana sıkıştırarak provokasyonu sürdüreceğini gösteriyor. 1967 yılında işgal ettiği topraklardan geri çekilmeyi öngören 242 nolu BM Genel kurul kararını yerine getirmemekte direnen İsrail, bugün üstüne üstlük işgal ettiği, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’yı paylaşmayı dayatmaktadır. İsrail, Arap topraklarını işgal ederek, ardından Polonya, Romanya, Rusya ve diğer Avrupa ülkelerindeki Yahudi göçmenleri toplayarak, bölgede çok yönlü bir güç olarak, ABD’nin vurucu timi oldu. Amerikan emperyalizminin silah, cephane ve teknolojiyle desteklediği ve finanse ettiği İsrail, Filistinlilerin anavatanını tamamen ele geçirme emelinde adım adım ilerlemektedir, İsrail, bölgede, tüm Arap halklarına karşı bir tehdit ve şantaj unsuru olarak, ABD’nin atak ve manevralarının önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir, İsrail ve gerici Siyonizm, Ortadoğu bölgesinde ve Arap halkları arasında pimi -ABD’den habersiz çekilemeyecek olmakla beraber- çekilmeye hazır bir bomba gibidir. Filistin halkıyla beraber, Ürdün, Mısır ve Suriye ve yanı sıra, petro-dolar zengini Kuveyt, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri üzerindeki etkisini daha da güçlendirmek ve tam bir tahakküme dönüştürmek isteyen ABD, Iran Şahı’nın devrilmesiyle kaybettiği büyük müttefikinin acı sonunu bilerek ve hatırdan çıkarmayarak, bölgede hiç bir ülkeyi “kendi başına” bırakmamaya çalışmaktadır.
Ülkelerindeki hâkimiyetlerini petrol zengini konumlarından alarak muhafaza eden Arap gerici yönetim ve liderlerinin, emperyalizmin kuklaları olarak, birbirleriyle “barışık” olmamalarında da ABD’nin önemli rolü vardır. Petrol zengini olan Suudi Arabistan, Kuveyt, Körfez Emirlikleri, Irak, İran; diğer Arap ülkeleri üzerinde etkide bulunmakta ve onlara yön verebilmektedirler. Aynı zamanda askeri olarak önemli bir güç durumunda olan Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün, Yemen ve diğer Kuzey Afrika ülkelerinin yönetimlerini etki altına almakta ya da etkisizleştirmektedirler. Geriye dönüp bakıldığında, Filistin halkının katledilmesine seyirci kalan petrol zengini ülkelerin, ABD’nin bölge planlarına aykırı hareket etmemeye özen gösterdikleri görülecektir. Geleneksel İngiliz ajanı bir aileye mensup olan Ürdün Kralı gibi, Suudi Arabistan Kralı, Yemen yönetimi, İngiliz ve Amerikan uşaklığında hiç bir zaman tereddüt göstermediler, İsrail ve Ürdün, ABD’nin bölgedeki silahlı güçleri olarak, Arap halklarının her ileri adımının karşısında oldular. Mısır ve Suriye’ye saldıran İsrail, bölgede, ABD başta olmak üzere emperyalistlerin çıkarlarına yönelik ne zaman bir tehdit emaresi görülse, o zaman, azılı bir provokatör olarak, harekete geçmektedir.
Öte yandan, uzun yıllar iç çatışmalar, Hıristiyan-Maroniler ve çeşitli Müslüman mezhepler arasındaki çatışmalarla kasıp kavrulmuş olan Lübnan’da ve tüm hâkimiyetin İsrail’in elinde olduğu Gazze Şeridi’nde, Arafat’ın “Pax Amerikana” çözümüne karşı olan diğer Arap direniş örgütlerinin de etkinliği bulunuyor ve bu giderek artmaktadır.
İsrail, Filistinlilerin de yaşadığı topraklarda Filistin halkının söz ve karar hakkına ve bunun güvence altına alınmasına şiddetle karşı çıkıyor. Çeşitli anlaşmalarla ifade edilen “kabul” tutumu da, pratikte hayat bulmuyor. Gazze Şeridi ve Batı Yakası’nda kontrolü tamamen ve sürekli olarak elde tutmayı stratejik bir sorun olarak değerlendiren İsrail, bombalar ve mayınlarla dolu olan ve Arap halkınca “ölüm mezrası” olarak anılan Yeşil Hat’tın ancak bir bölümünü Filistinlilere vermeyi önermekte ve karşılığında Ürdün Vadisi’ne talip olmaktadır. Filistinliler ise, mevcut durum dahi bozularak, Filistin halkının emperyalizm ve İsrail Siyonizm’inin tüm saldırı ve katliamlarına rağmen elde tuttuğu topraklarda “antlaşmalarla/kontratlarla” kiracı gibi bir statüye kavuşturulmak istenmektedir. Oslo sürecinde, Filistinlilerin tarih boyunca uğradıkları manevi kayıplar, maddi zenginlikler ve bunların telafisi söz konusu edilmemiştir. Aksine, Batı Yakası’nda yaşayan Filistinlilerin toprakları üzerinde tam hak sahibi olmayı ve yerleşik halkın yaşadığı toprakların tamamına yakınının denetimine verilmesini isteyen İsrail, diğer yandan, zorla denetimi alında bulundurup ilhak ettiği hiç bir yerleşim birimini Filistinlilere bırakmaya yanaşmamaktadır.
Bu çerçevede, Filistin sorunu, yakın bir zaman diliminde çözülecek gibi görünmemektedir.
Eylül 2001