Mesut Yılmaz’ın, partisinin kongresinde yaptığı konuşmada dile getirdiği “ulusal güvenlik” tartışmasına, her politik güç, başka her tartışmada olduğu gibi, kendi bulunduğu yerden ve bağlı bulunduğu ilişkilerin bir temsilcisi olarak katıldı. Hiçbir ulusal özellik taşımayan işbirlikçi egemen sınıfların temsilcileri ve kurumlarının, tartışma içindeki işbirlikçi pozisyonlarını gizleyen tekelci burjuva medya, tartışmanın özüne işaret eden emekçi sınıfların temsilcilerinin görüşlerinin tartışmaya dâhil edilmemesine her zamanki gibi özen gösterdi. “Ulusal güvenlik rejimi mi, yoksa demokratikleşme ve AB’ye üyelik koşullan mı?” gibi bir karşıtlık üzerine oturtulan tartışma, Türkiye ile ilgili her temel meselede olduğu gibi, antiemperyalist güçler, ezilen sınıfların temsilcilerinin görüşleri dışta tutularak doğru bir temelde tartışılamaz. Kaldı ki, eğer bağımsızlıkçılık anlamında bir ulusallıktan söz ediliyorsa, bu tartışmanın tek geçerli tarafı, işçi sınıfı ve emekçilerin temsilcileridir, işbirlikçilerin “ulusal güvenlik” tartışması, işbirlikçi ilişkilerin hegemonya mücadelesinin bir ürünü olmaktan öteye geçemez ve bu tartışmada da geçmemiştir.
YILMAZ’IN HESABI VE KONUMU
Türkiye’nin AB’ye aday üyeliğinin kabulü, bilindiği gibi, Türkiye egemen siyasetinde AB tartışmalarını daha da güncelleştirmiştir. Ve yine bilindiği gibi, AB egemenleri, dünya yüzeyindeki hegemonya mücadelelerinde insan hakları ve demokrasi söylemini öne çıkarmakta, piyasacı, emperyalist hesaplarını “demokratik” bir ambalajın içinde gizlemektedir. Dünya yüzeyindeki en büyük emperyalist güç olan ABD’nin hegemonya mücadelesi içindeki pozisyonunun ağırlıklı olarak, askeri ve müdahaleci bir tarzda biçimlendiği düşünüldüğünde, AB’nin bu ambalajının, ona, dünyanın ezilen, demokrasi ve insan haklarına özlem duyan halkların gözünde daha fazla bir prestij kazandıracağının hesaplandığı söylenebilir. Mesut Yılmaz da, partisinin kongresinde yaptığı konuşmada, “ulusal güvenlik sendromu her türlü gelişmenin önünü kesiyor” deyip, sonra da bunu “AB kriterlerinin yerine getirilmesinde bu sendrom sorun çıkarıyor” diye geliştirdiğinde aynı hesabı güdüyordu.
Yüzde 5’lerin altına düşmüş bir burjuva partinin liderinin bu çıkışında, hem AB gibi emperyalist odaklara yönelik olarak, “Sizin Türkiye’deki en militan temsilciniz benim, siz de benim arkamda durun” mesajı vardı, hem de içeride hâkim “ulusal güvenlik” konseptinin mağduru durumundaki Kürtlerin, 28 Şubat’tan bu yana dışlandıklarını düşünen İslamcı çevrelerin ve din eksenli politikalardan etkilenmiş olan halk kesimleri ile liberal sol çevrelerin desteğini arkasına alma hesabı vardı.
Yılmaz’ın açıklamasına, Genelkurmaydan gelen sert tepkinin ardından TÜSİAD’ın Yılmaz’a açık destek veren açıklaması da, onun bu tartışmada yalnız ve yalınkılıç olmadığının göstergelerindendi.
Yılmaz’ın bu çıkışı, sistemin kurumlarından, partilerinden umudunu kestiği kamuoyu araştırmalarınca da sıkça ortaya konulan ve demokrasiye büyük özlem duyan ezilen kesimlerin desteğini arkasına almayı hesaplamakla birlikte, esas olarak, bir dizi gerçeği gizliyordu.
Öncelikle Mesut Yılmaz, Turgut Özal’ın öğrencisi olarak, neoliberal politikaların Türkiye’de hâkim olmasında, tüm devlet erkinin uluslararası sermayenin çıkarlarına uygun biçimde yeniden yapılandırılmasında diğer partilere göre hep bir adım önde görüntü vermeye özen gösteren bir geleneğin temsilcisidir. Ulusal güvenlik tartışmasındaki pozisyonu da, bu yönünün özelliklerini tamamen içermektedir. Yabancı sermayenin Türkiye’den yapmasını istediği ve IMF/Derviş Programı ile daha pervasız bir boyuta sıçrayan emperyalist yeniden yapılandırmanın önündeki en küçük “ulusal” engelin bile kaldırılması planının partisidir, ANAP. Yılmaz’ın “ulusal güvenlik” konusunda demokrasi havariliği ile gizlemeye çalıştığı temel yön de budur.
Ancak elbette, Türkiye’de birtakım “sol” muhalif güçlere de sirayet ettiği üzere, “Yılmaz ve ANAP AB’ci, Genelkurmay Amerikancı” ya da “Yılmaz AB’ci, Genelkurmay emperyalizme karşı ulusal bir tavrın temsilcisi” gibi basitliklere düşülerek bu ilişkileri anlamak da mümkün değildir. Yılmaz ve partisi, aynı zamanda, ABD’nin bölge konseptinin Türkiye’de hâkim kılınması için çaba harcayan, bir gözü hep orada olan bir siyasi geleneği temsil etmektedir.
Askerin, ABD ile ilişkilerin düzenlenmesindeki tarihsel ağırlığını da ima ederek -Hazar çıkışı bunun bir ifadesidir-, AB’ye girişte ülkenin iktidar yapısında kendi hâkim pozisyonunu korumaya çalışması ve Yılmaz’ın bu manzara karşısında kendi argümanlarını sürekli AB kriterlerine dayandırması, kafa karıştırıcı bir görüntü oluştursa da; ABD ve AB’nin, Türkiye’nin AB üyeliğinde “stratejik” olarak birleşmeleriyle Türkiye’ye AB’nin bekleme salonunda da olsa bir yer verildiği bilinmektedir.
Ayrıca AB’nin de, MGK’nın birçok bildirisinde, girilmesi için çaba gösterilen bir hedef olarak vurgulandığı, gelmiş geçmiş tüm Genelkurmay Başkanları’nın, AB üyeliğini, Atatürk’ün “batıcılık” anlayışının bir gereği olarak dile getirdikleri bilinmektedir. Bu yanıyla, Genelkurmay’ın da AB’ye karşı olmadığı; ancak tarihsel dengeler, kendi pozisyonunu yitirmeme ve “iç tehdit” diye adlandırdığı konularda, demokratik açılımların taviz olarak görülebileceği endişesiyle “antiterör” politikasını elden bırakmama gibi kaygıların, onun tutumuna şekil verdiği söylenebilir. Nitekim bu tartışmanın hemen ardından gerçekleşen MGK’da, askerin ağırlığını koymasıyla, Eylül ayında Meclis’in gündemine gelecek olan Anayasa değişikliklerinin “olgunlaştırılarak” gerçekleştirilmesinin benimsenmesi de, yine bunun bir ifadesidir.
GENELKURMAYIN TAVRININ İÇERDİĞİ MESAJ
Tartışmada, Genelkurmay Başkanlığından yayınlanan bildirinin dili, “onursuzluk” gibi kelimelerin bile kullanılmış olması, konunun Genelkurmay tarafından taktik değil, tamamen stratejik bir nitelik taşıdığının göstergesidir. 50 yılı aşkın süredir NATO’nun bölge jandarmalığını üstlenen işbirlikçi konuma rağmen, kendini “ulusal güvenlik”le tanımlayan, iç ve dış tehdit sarmalı ile ülke yönetimi ve sistemin bekasını, uzun vadeli çıkarlarını garanti altına almaya çalışan askeri siyaset; bu tartışmada yaptığı çıkışla, iktidar dizginlerini bırakmak niyetinde olmadığını göstermiştir.
28 Şubat müdahalesi ile sistemin yıpranan kurumlarını yeniden tahkim ederken, kendi pozisyonunu da, diğer tüm hâkim politik güçlerin kurmayı olarak pekiştiren generallerin konumu tartışılmadan, konunun temellerine inmek mümkün değildir.
Genelkurmay bildirisinde Yılmaz’a verilen yanıtın özünü oluşturan, “Böyle söyler ulu orta, dünyaya şikâyet eder bir tarzda değil, MGK’da tartışılır” vurgusu, burjuva iktidar anlayışının bile en geri biçimini yansıtmakta, halkı tamamen tartışma dışı tutmaktadır. Tartışıldığı söylenen şey, “ulusal” bir meseledir, ancak ulus ve kuşkusuz halk, böyle bir tartışmada olmayacaktır! Bu tartışmalar, yapısı burjuva temsil anlayışı bakımından bile kabul edilemez olan MGK’da yapılarak karara bağlanacak, sonra da, o kırmızı kitap kozmik kasadaki yerine dönecek ve Anayasa, yasa, yönetmelik gibi, halkın ne yapacağına, neyi nereye kadar yapacağına, neyi ne kadar yaşayacağına hükmeden her şey de, onun özüne uygun olacak! Zaten “piyasa” tahakkümü nedeni ile kanalları ciddi olarak tıkalı bulunan burjuva temsil sistemi, seçim, parlamento gibi mekanizmalar da, bir gölge oyununun sahnesi olmaktan öteye geçmeyecek. Çünkü sonuçta, her şeyi, adına Milli Güvenlik Siyaset Belgesi denen gizli anayasa belirliyor.
MGSB, YASAKLANAN GREVLER VE KAFA KARIŞTIRICI TEORİLER
Ve bu gizli Anayasa, 1960’lardan bu yana, tamamen Türkiye’nin jeopolitik konumunun, emperyalist ilişkiler içindeki rolünün iç ve dış dizaynından öteye gitmeyen, bağımsızlıkçılık anlamında ulusal bir değeri bulunmayan bir belgeden başka bir şey değil.
SSCB’nin şeklen de dağılmasına kadar anti-komünizme kilitlenmiş bir soğuk savaş belgesi olan bu belgenin, kendisini “milli” kavram ve hedeflerle ifade etmesi özünü değiştirmiyor. Çünkü ülke siyasetinde “stratejilerin stratejisi” diyebileceğimiz bu belge, Türkiye işbirlikçi egemenlerinin bağlı bulunduğu ilişkilerin gereklerini kristalize eden, Türkiye’nin çıkarlarını, ABD’nin başını çektiği emperyalistlerin bölgesel çıkarları içinde eriten bir nitelik taşıyor. Konumlandığı ve koruduğu güçler bakımından değerlendirildiğinde de, işbirlikçi kapitalist düzenlemeleri garantiye alıyor.
Türkiye’ye dayatılan IMF ve Dünya Bankası programlarının uygulanması bakımından da, bu belgenin ve onun temsil ettiği siyasetin sağladığı olanakların payı belirleyicidir. Faşist 12 Eylül cuntasının başı Kenan Evren’in, “12 Eylül olmasaydı, 24 Ocak Kararları hayata geçirilemezdi” sözleri bunun birinci elden itirafıdır. Uyanış içindeki emekçi kesimlerin, devrimci muhalefetin önünü kesmek için kullanılan ve binlerce faili meçhulün altında imzası bulunan kontrgerilla örgütlenmesi de, bu konseptin çelik çekirdeğini oluşturmuştur.
Türkiye egemenlerinin, hükümetinin işbirlikçi bir tutumla uygulamaya giriştiği IMF programını delmek, kendi sınıf çıkarlarını ve ülkenin ulusal çıkarlarını korumak için grev ve direnişler yapan, alanları dolduran işçi ve emekçiler, “milli güvenlik” engeli ile karşılaşıyorlar. Patronları zora sokan ve IMF dayatmalarını püskürtmeye çalışan işçi grevlerinin “milli güvenliği tehdit ettiği” gerekçesiyle yasaklanmaları, bunun bir ifadesidir. Emperyalist siyanürcü tekele karşı, kararlı bir mücadele veren Bergama köylülerinin önüne sürekli jandarma çıkarılması da buna işaret etmektedir. Tüm bunlar, emekçi düşmanlığı olmanın yanında ulusal ihanet politikasından başka nedir?
Bunun yanında, İP gibi bazı çevrelerin “Şanghay Beşlisi” gibi kurtuluş reçeteleri sunması da; içeride 28 Şubat generalleri üzerinden egemen sınıflara, sisteme yedeklenme, dışarıda da bazı emperyalistlere karşı (ABD-AB), başka bazı emperyalistlere (Rusya-Çin) yaltaklanma politikasından başka bir şeye hizmet etmiyor.
“Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’dan sonra Özbekistan’ın da girmesi ve Türkmenistan’ın gözlemci sıfatıyla katılmasıyla birlikte Şanghay Beşlisi, 13–14 Haziran 2001 tarihli zirvede, Şanghay işbirliği Örgütü’ne dönüştü. Avrasya dayanışması, artık resmen güvenlik ve işbirliği alanlarını da kapsıyordu. Böylece Çin-Rusya-Türk Cumhuriyetleri ekseni oluştu. Başka deyişle Rus-Çin-Türk coğrafyasını kapsayan Turan kurulmuş oluyordu. Pakistan ve Kore DHC de Şanghay İşbirliği’ne katılmak için başvurmuştu. Avrasya kalesi, şimdiden dünyanın en büyük gücü olarak, ABD’nin tek kutuplu dünya projesini iflas ettirmişti.” Bu sözler Doğru Perinçek’e ait ve şöyle devam ediyor:
“Yarım yüzyıllık küçük Amerika sürecinin sonuna geliyoruz. Böylece Küçük Amerika beylerinin de sonu göründü. Türkiye, bu süreçte yalnız ABD ve Avrupa’ya bağımlılıktan değil, onların oluşturduğu mafya-tarikat sisteminden de kurtuluş sancılarını yaşıyor.” {Aydınlık, 1 Temmuz 2001.)
Görüldüğü gibi, İP’in bu önerisi, tartışmaya egemen sınıfların bir kliği cephesinden katılan İkinci Cumhuriyetçilerden özünde farklı değil. Çünkü ikisi de, farklı farklı emperyalistlere de olsa, sonuçta emperyalistlere çıkıyor. Emperyalist bir düzlemde “ulusal” bir bayrak taşımak mümkün olmadığı için, bu tür teoriler, geçmişteki benzer teoriler gibi, tarih önünde hiçbir hükmü bulunmayan gerici teoriler sınıfındandır. Kaldı ki, askeri bürokrasinin ABD’nin çıkarları ekseninde girdiği Kafkaslar macerası, Perinçek’in sözlerini, daha mürekkebi kurumadan çürütmüştür.
Ancak “ulusal güvenlik” üzerinden yapılan bu tartışma, daha önce günlük işçi basınında yayınlanan makalelerde de vurgulandığı gibi, dikkatle izlenmesi ve müdahale edilmesi gereken bir nitelik taşıyor. Çünkü tartışma, “ulusal güvenlik” bağlamındaki sıradan bir asayiş sorununu değil, ülkenin demokrasi sorunundan bağımsızlığına, içerideki iktidar yapısından dışarıda emperyalistlerle girilen ilişkilere kadar uzanan özellikleri içinde barındırıyor.
Türkiye egemenleri, Ulusal Kurtuluş Savaşı mirasının halk nezdinde temsil ettiği değeri de hesaba katarak, kendi uzun vadeli çıkarlarını “ulusal güvenlik rejimi” söylemi ile garantiye almaya çalışıyorlar. Türkiye egemen siyasetinin, geleneksel damarının dayandığı bu belge, Türkiye’de dünyaya gelen her çocuğun okula başlaması ile birlikte sistemli olarak maruz kalacağı temel bilgilere de rengini veriyor. Türkiye Milli Eğitim Müfredatı, ona olur veren Talim ve Terbiye Kurulu, bu belgeyi, kırmızı kitabı ele alıyor. Bu ülkenin insanları ortaöğretime başladıklarında, kırmızı kitabın ABC’sini de öğrenmeye başlıyorlar. Dış tehdit, iç tehdit, ulusal güvenlik gibi başlıklarla tarih ve sosyal bilgiler kitapları ile birlikte, coğrafya kitaplarına bile yedirilen hakim konsept, hakim rejimin de çimentosudur. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tümünün bu çimentoyu içselleştirmesi, onun bir ideolojik öznesi olması, bu konseptin kitle desteği ve sürekliliğinin de yegâne yolu olarak görülüyor. Kürt sorununda, bir Türk’te oluşan önyargılar açısından da, bu biçimlenme, belirleyici bir etkiye sahip. Bir Türk emekçinin çocuğunun hem sınıf bilinci kazanması, hem de buna bağlı olarak, bir Kürt emekçisi ile sınıf kardeşi olduğunu fark etmesi, onun üzerindeki şoven baskıyı görmesi ve onun kimlik ve kültür taleplerine yaklaşımda devrimci bir bakış edinmesi için, önce kendi “içine yerleştirilen” bu hâkim konseptle hesaplaşması gerekiyor. Bunu aşmadan, demokrasi ve bağımsızlık sorununa doğru yaklaşması da mümkün olmuyor. Bu konsept, “milli” söylemlerin içini gerici değerlerle dolduran parti ve kurumlara taban sağlayıcı bir özellik taşıdığı için, onu aşamayan bir emekçi çocuğunun, ya da bir yetişkin emekçinin, dünyaya doğru bir temelde yaklaşması da mümkün olmuyor.
Bugün kendisini “küreselleşme” adıyla pazarlayan emperyalizmin, ulusal ve sınıfsal çatışmaların sonunun geldiğini vaaz ederken, “ulusallığı” kendi planlarını hayata geçirmek bakımından kullanıyor olması da, tartışmanın güncel yönü bakımından ayrı bir önem taşıyor. Türkiye emekçilerini daha fazla sefalete iten, açlığı ve işsizliği hiç yaşanmamış boyutlara taşıyan uluslararası tekellerin önündeki engelleri kaldırmak için, Meclis’e, “bu yasaları 15 gün içinde çıkaracaksın” diye talimat veren Derviş Programı’nın adı, “ulusal programı”! AB’nin Türkiye üzerindeki hegemonyasını derinleştirmeyi amaçlayan, AB’ye tam üyelik kriterlerini düzenleyen programın ismi de “Ulusal Uyum Programı”! Derviş’i Türkiye’ye kendilerinin gönderdiklerini belirten emperyalist odaklar da, IMF ve DB programlarının hayata geçmesi için o ülkenin “yerli” aktörlerinin iş başında olmasını daha yararlı gördüklerini belirtmişlerdi.
Derviş’in, döne döne vurguladığı Türkiye sevgisi ve “Bu program IMF’nin değil, bizim programımız” sözleri, kuşkusuz aynı projenin bir ürünüdür. Yerellik vurgusu, bugün emperyalizmin küresel çıkarlarını Türkiye gibi ülkelere “meşru” bir temelde yedirme planının parçasıdır.
MGK’nın son toplantısında belirli bir noktada düğümlenen “ulusal güvenlik” tartışması, bundan sonra da değişik vesilede egemen sınıflar açısından gündeme gelecek ve bu tartışmanın tarafları muhtemelen yer yer inişli çıkışlı tavırlar da gösterebilecektir. Örneğin, daha önce Yeni Dünya Düzeninin iç dizaynının hızlı gerçekleştirilmesi için hazırladığı “Demokrasi” programında MGK’nın lağvedilmesini isteyen TÜSİAD, Genelkurmayın bastırması üzerine geri adım atmış, daha tedrici bir anlayışı benimseyen bir noktaya çekilmişti. Yılmaz’ın son çıkışında ise, “artık eski dengeleri bir tarafa bırakıp, yeni dengeler kurulmalıdır. Bu dengeler de AB’ye üyelik koşulları ve Kopenhag kriterleri üzerinden kurulacaktır” anlamına gelen bir açıklama yaptı.
“Küreselleşme” politikalarının inşası konusunda çatıdaki anlayış farkını yansıtan bu türden gerilimler, bundan sonra da, iç siyaset ve uluslararası arenadaki gelişmelere bağlı olarak yeniden gündeme gelecektir.
“ULUSAL GÜVENLİK” KONSEPTİNE GÜNCEL GEREKÇELER
Hazar sorunu üzerinden gündeme gelen Kafkasya macerası, silahlı bürokrasi tarafından, içerideki ulusal güvenlik tartışmasıyla, öncesine göre, daha geniş ölçekli eleştiri konusu yapılan pozisyonunu halkın gözünde yeniden pekiştirmek bakımından da değerlendirilmekte, iktidar dengelerindeki mevzi kaybı frenlenmek istenmektedir. Medyada, Genelkurmayın konumunu, TÜSİAD cephesinden piyasacı dengeye tam olarak oturtmak bakımından eleştiri konusu yapan yazarlar, şimdi Genelkurmayın Kafkasya çıkarmasına methiyeler düzmektedirler.
Yine bir süre öncesine kadar, “irtica tehdidi”nin sembolü haline getirilen RP/FP’nin parçalanması için alttan alta desteklenen Tayyip Erdoğan’a ait “kıyam”lı konuşmaların yer aldığı kasetlerin ekranlara taşınması da, 28 Şubat generallerinin “iç tehdit” ve “ulusal güvenlik” gerekçelerini güçlendiren güncel gerekçeler haline getirilmiştir. Her “milli görüşçü”nün evinde eğitim faaliyetinin aracı olarak rastlanabilecek, Türk istihbarat birimlerinin de bilgisi dahilinde olacağından kuşku duyulamayacak olan bu kasetlerin yıllar sonra ortaya çıkarılması, “irtica tehdidinin” Erdoğan şahsında hortlatılması ihtiyacının bir ürünüdür. Bu “tehdit’in, parlatılan yeni parçasını da bölme, marjinalleştirme planı ile birlikte, Genelkurmay eksenli “ulusal güvenlik” politikalarının güçlendirici bir güncel nedeni olarak da rantabl görülmüştür. Genelkurmay Başkanı’nın, MGK’da “ulusal güvenlik” tartışmasını örtülü bir üslupla gündeme getiren Yılmaz’a, “Erdoğan’a ait kasetleri izlediniz mi?” diye sorması, bunun bir ifadesidir.
Kafkaslar’daki son gelişmeler, “irticai ve bölücü terör tehdidi” gibi gerekçeler, askerin MGK’da gündeme getirdiği ve MGK sonuç bildirgesine yansıyan gerekçelerdir. Bunların zemini ise, MGK’dan kısa bir süre önce medya eliyle hazırlanmıştır. Kaynak gösterilmeden, istihbarat birimlerine atfen ekranlara getirilen, yazılı medyada öne çıkarılan iki rapordan birisi “irtica”, diğeri de “bölücü terör” diye tanımlanan “tehdit” unsurları ile ilgilidir. Bu raporlarda yer alan, ekonomik krizin, halkın umutsuzluğunu derinleştirerek “irticai ve bölücü teröre taban sağladığı yönündeki görüşler, yine diğer piyasa güçlerine karşı askeri bürokrasinin kozlarını güçlendiren gerekçeler olarak öne sürülmüştür.
TARTIŞMANIN ALNI AK TARAFI: TÜRK VE KÜRT EMEKÇİLERİ
Bu tartışmayı emperyalist ilişkilerin Türkiye’deki uzantılarının elinden kurtarıp, doğru bir temele oturtmadan, Türk’ü ve Kürt’ü ile tüm milletlerden emekçileri ile, ezilenlerin kaderinin değişmesi mümkün olmayacaktır. Ülkenin kaderinin değişmesi de yine buna bağlıdır. Emekçi sınıfların iş, ekmek ve özgürlük mücadelesinde kazanacağı mevziler, işbirlikçi IMF politikalarının, NATO menşeli “ulusal güvenlik” politikalarının geçersizleşmesinin önünü açacak ve bağımsız, demokratik bir Türkiye’nin inşası da ancak bu yolla gerçekleşebilecektir. Fabrikalarda, tarım alanlarında IMF politikalarının sonuçlarının iliklerine kadar yaşayan bu ülkenin işçisi, emekçisi, köylüsü ile kültürü, kimliği yok sayılan ya da talepleri emperyalistlerin çıkarlarına yedeklenmeye çalışılan Kürt yoksulları bu tartışmanın alnı ak tek tarafıdır. İşbirlikçilerin yalanlarına karşı onları sistemli bir biçimde aydınlatmak ve bilinçlendirmek de işçi sınıfının devrimci partisine düşmektedir.
Eylül 2001