Kürt Sorununu terör sorunu olarak gören ve gösteren egemen sınıflar demokratik çözüme hâlâ direnmektedirler. Bu açıdan her hak talebi ve özgürlük arayışı zor ve baskı yöntemleriyle karşılanmakta, “çözüm” bu yönden aranmaktadır. Eşit haklar, özgürlük ve kardeşlik için yürütülen mücadelenin ve örgütlenmenin boyutuna bağlı olarak “yanıtlar” değişiklik gösterse de yaklaşım böyle olmakta ve sorunun demokratik-halkçı çözümünü tıkayan tutum egemen kılınmaktadır. “Ülkenin bölünmez bütünlüğü” gibi demagojik kavramlar, Kürt sorunu gündeme getirildiğinde piyasaya sürülmekte ve Kürtlerin demokratik haklarının karşısına çıkarılmaktadır. Eşit ve özgür koşullarda kardeşçe yaşama isteğinin karşısına konulan bu propagandif içerikli çaba ırkçı ve milliyetçi çevrelerin oy toplaması ve prim yapmasına tahvil edilmektedir. Türk işçi ve emekçileriyle diğer halkları şovenizmin zehriyle etkileyerek Kürtler ve talepleri karşısında bir tutuma sürüklemeyi marifet sayan bu tutum bugün de sürdürülmektedir.
İşçi ve emekçilerin demokratik Türkiye, eşit ve sömürüsüz bir ülke için verdikleri mücadeleyi her dönem “dış güçlerin kışkırtması” gibi göstererek zayıflatmak çabasında olan egemen sınıflar, Kürtlerin mücadelesini de “bölücülük ve terörizm” adına hedefe koymaktadır. Yıllarca, “Türkiye’de sosyal sınıflar yoktur, hak ve menfaatleri birbirine bağlı, sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir millet, bir kitle vardır” demagojik propagandasının bir diğer ayağı da Kürtler için söylenegelmektedir. “Kürt yoktur, herkes Türk’tür, Kürtçe diye bir dil yoktur, onların konuştuğu da Türkçenin bir lehçesidir” yaklaşımının yaşamın gerçekleri karşısında anlamsızlığına rağmen olması gereken yapılmamaktadır. İfade edilen bu tutum, öncesi bir yana, on yıllardır yönetici güç odaklarının süregelen esas politikasıdır. Türk işçi ve emekçi halkının ve Kürtlerin özgür iradesiyle çözümlenecek olan sorun, işçi ve emekçilerin birleşmesini engellemek için kullanılmaktadır. Sorunun demokratik ve halkçı çözümüne olanak tanımayan, bunun yerine emperyalizmin ve işbirlikçi gerici egemen sınıfların çıkarları üzerinden “çözümü” dayatanlar, on yıllardır tekrarladıkları nakaratı tüm olup-bitene rağmen hala sürdürmektedirler.
Egemen sınıflar, bugüne değin baskıcı ve anti-demokratik tüm olanaklarını kullandılar, dahası her dönem değişik gerekçelerle “yeni” uygulamaların mimarı olageldiler. Osmanlı İmparatorluğu yıllarında başlayan, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Orta ve Batı Anadolu’ya sürgünlerle devam eden ve İstiklal Mahkemeleri, Mecburi İskân Kanunları, faşist Mussolini İtalya’sından alınmış yasalarla süren bir politika sorunun “çözümü” için uygulana-gelmiş oldu.
Kürtler bu gün de aynı mantığın ürünü olan yeni uygulamalarla karşı karşıya bulunmaktadırlar. 25 yıldır sıkıyönetim ve ardından OHAL’le sürdürülen koşullar devam ettirilmek istenmektedir. Koruculukla, özel tim ve diğer özel uygulama ve askeri yöntemlerle idare edilen bölgenin “özel statüyle” algılanması ve bunun sürekli kılınması kabul edilir bir durum değildir. OHAL uygulamasının yerine getirilmek istenen “Güneydoğu Müsteşarlığı” bu yaklaşımın bölgeye özel statü ve özel uygulamalar tutumunun sürdürülmesinden başka bir şey değildir. “Bölge Müsteşarlığı” Türkiye’de yaşayan milyonlar arasında ayrımcılığa vurgu yapan bir kurum olarak algılanmaya müsaittir. İş ve ekmek, toprak ve özgürlük talepleri bulunan halkın karşısına çıkarılan bir bastırma ve yönetme işlevi görecek olan bu yeni kurumlaşmadan vazgeçilmelidir. Bugün hala çözümsüz politikalarda ısrar eden, bölge halkının taleplerine sırt çeviren, onların özlemlerine set çekmeyi amaçlayan politikalarda ısrar eden bir tutumdur. Bir asra yakın süredir haklarından mahrum yaşayan Kürtlere yönelik yaklaşımda değişen bir şey yok. Bugün AB ve demokratikleşme demagojisinin at-başı gittiği koşullarda da tüm işçi ve emekçiler ve Kürtler için iyiye dair herhangi bir “emare” bulunmamaktadır. Böyle olunca Ağustos başında Hakkâri ve Tunceli’de kalkacak olan ve dört ay sonra da tamamen kaldırılacak olan OHAL’in yerine ikame edilenin “demokratikleşmeye dair bir gelişme” olduğunu düşünmek için hiçbir neden bulunmamaktadır. DGM’lerde askeri üyelerin yerine sivil üyelerin atanmasındaki biçimsel durum burada da karşımıza çıkmaktadır. Bu yaklaşım demokratikleşmenin önünde set oluşturma ve halkı bilinen tarzla hizaya getirme yöntemidir. AB tartışmalarının Kürtlerle ilişkilendirilerek bir yedekleme tuzağına dönüştüğü günümüzde “Güneydoğu Müsteşarlığı”nın gündeme getirilmesi ve devreye sokulmak istenmesi yıllardır süregelen uygulamaların devamında rol oynayacak bir organizasyon olduğu gerçeğini gizleyememektedir. Bölge halkı başta olmak üzere Türk halkının ve tüm dünya halklarının gözünde baskı ve anti-demokratik uygulamaların zırhı olarak bilinen OHAL’in yerine daha yumuşak ve ilk anda militarizmi çağrıştırmayan, daha çok sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlarla ilişkilendirilen “Müsteşarlık” kavramı kim ne derse desin, çelik ele giydirilmiş kadife bir eldivenden öte bir şey değildir. “Güneydoğu” gibi Kürt sorunuyla algılanan bir bölge ismiyle birleştirildiğinde ne işlev göreceğine dair fikir yürütmek zor olmasa gerek. AB tuzağının Kürtlerin demokrasi taleplerinde kullanılmak istendiği günümüzde “Müsteşarlık” bölge halkının taleplerini karşılamaktan çok, bölgenin “özelliğine ve özgünlüğüne” işaret eden, bölgeyi olağanlaştırmaya karşı direnen bir çabanın adı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çabayı ve 2003 yılı Ocak ayından itibaren yürürlüğe sokulması tasarlanan yeni uygulamayı bölge halkını özel yasa ve uygulamalarla baskı cenderesinin içinde tutmak olarak anlamak ve görmek gerek. Tahrip edilmiş ekonomik ve sosyal yaşamı onarmaya yönelik hiçbir adım atmayan gerici güç odakları, yıllardır devam ettikleri uygulamalardan dolayı bölge halkından özür dilemek ve Kürtlerin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel taleplerini karşılamak yerine olası toplumsal hareketleri ve demokratik mücadeleyi boğmak için özel harpçi yöntemlerle sürece müdahaleyi benimsemektedir. Bölge halkının uğradığı yıkımın telafisi ve tazmini için bir girişimde bulunmayan gerici ve baskıcı yönetici güç odakları binlerce köyün yakılıp yıkılması ve boşaltılması, doğanın ve yaşamın onulmaz derecede tahrip edilmesine neden olan koşulları düzeltmek bir yana, bu talepleri yok sayarak “tedbir”i önermektedirler. İşsizliğe, açlığa ve özgürlüksüzlüğe karşı biriken tepkiyi bastırmış ve bölgede halkın uğradığı faili meçhullerden diğer maddi ve manevi tüm kayıplarda perde olmuş, yaşanan acı ve dramı meşru göstermiş bir kurumun yerine ikame edilecek olan “Müsteşarlık”, egemen sınıfların terör ve sömürü aracı olarak işlev görecektir. Yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılayacak ve statüyü sürdürmede kullanılacak yeni bir hükmetme aracı olacaktır. “Bölge Müsteşarlığının gündeme getirilmesindeki temel kaygı ve mantık budur.
MGK’de gündeme getirilen ve OHAL’in kaldırılmasından sonra devreye sokulacağı ilan edilen “Bölge Müsteşarlığı” özel harpçiliğin “yeni” bir yönetme tarzı olarak eskinin sürdürülmesinde değerlendirilecek komple bir organizasyondur. Hak ve özgürlük taleplerini boğma amaçlı bir militer organizasyonun cilalanarak sunulması durumu ile karşı karşıyayız. Sözüm ona sivil görüntü altında yeni argüman ve teknikle donatılacak olan “Müsteşarlık” tüm burjuva partilerinin de savunduğu ortak payda durumundadır. Müsteşarlığı savunmak Kürt sorununun demokratik ye halkçı çözümüne karşı olmak anlamındadır. Gerici güç odaklarının emperyalizme uşaklıkta yarıştıkları gibi Kürtlerin baskı altında tutulması politikasında da birleştikleri gerçeği bu oluşumlarda ortaya çıkmakla beraber bu organizasyonların niteliğini de ele vermektedir. Bölge halkının ekonomik, sosyal-kültürel ve siyasal ihtiyaçlarını yanıtlamaya yönelik bir girişim olarak gündeme getirilmemekte, ancak görece durağanlığın her an toplumsal bir tepki olarak gündeme damgasını vurabileceği veya “sosyal patlamalar”ın yaşanabileceği varsayımı üzerinden “tedbir” alınmaktadır. Dahası bölge halkı potansiyel suçlu olarak değerlendirilmekte ve onun gereği olarak “yeni araçlar” inşa edilmekte ya da ad değiştirerek uygulamaya sokulmak istenmektedir. Son üç yıllık uygulamalara ve yönelime bakıldığında gerici egemen sınıfların demokratikleşmeye dair ettikleri bir yığın lafa rağmen Kürtlerin talepleri karşısında gösterilebilecekleri tek iyileşme bulunmamaktadır. İşsizlik çığ gibi büyümektedir. Sağlık sorunları açısından bölge, geri bıraktırılmış bir Afrika ülkesini andırmaktadır. Bulaşıcı hastalıklar, şark çıbanı da dâhil olmak üzere salgın haldedir. Eğitim talebi baskıyla yanıt bulmakta, taşımalı eğitim komedisiyle köylerde eğitim içler acısıdır. Özelleştirmeyle kapatılan işyerlerine yenileri eklenmektedir. Tarım ve hayvancılık bitirilmiştir. Üretici köylülüğün ve yaşamını hayvancılıkla sürdürmek isteyenlerin desteklenmesi bir yana OHAL koşullarından kaynaklı olarak köyünden, tarımdan ve hayvancılıktan olan bölge halkına hiçbir destek sunulmamaktadır.
Olup-bitenler ve gelişmeler, esas tutumun ırkçı ve şoven yaklaşımın sonucu olarak mevcut durumun derinleşerek süreceği yönündedir. Kürtlerin sosyal-siyasal ve kültürel hak taleplerinin yanıtlanması değil, yok sayılması politikası devam etmektedir. Kürt işçi ve emekçilerinin bölge halkının istekleri, dile getirdikleri kulak ardı edilerek sözde çözümler önerilmek istenmektedir. Halkın büyük özveriyle ve büyük bedeller ödeyerek gündemde tuttuğu talepler konusunda tek bir adım bile atılmamaktadır.
Ancak birkaç yıldır sürdürülen oyalama ve etkisizleştirerek yedekleme politikasının miadı da dolmak üzeredir. Anadilde eğitim talebi için üniversitelerde öğrenciler tarafından verilen dilekçelerin nasıl terör estirme gerekçesi yapıldığı bilinmektedir. Hemen her üniversitede, uzaklaştırılmış, okuldan atılmış, cezalandırılmış, çeşitli baskı ve işkencelerle karşılaşmış ve tutuklanmış öğrenciler bulunmaktadır. Yine Kürtler çocuklarına Kürtçe isim verememektedirler. Bu yasağa rağmen direnenler ise baskı görmekte, kovuşturmaya uğramaktadırlar. Dahası nüfus memurları bile “görevini kötüye kullanmaktan” sanık sandalyesine oturmaktadırlar. “Berivan” isminde cisimleşen onlarca dava dosyası hala yargı aşamasındadır ve bundan böyle bir iyileşmenin olacağına dair bir belirti yoktur. Tek yol mücadeleye kalmaktadır. Değiştirilmiş ilçe, köy, mezra, dağ ve diğer özgün isimlerin düzeltilmesi de böyle sağlanacaktır. Bölgede ve bölgenin boşaltılmasından kaynaklı olarak Kürtlerin nüfus yoğunluğu altındaki güney illerinde sürgünler, kovuşturmalar durmadan devam ediyor. Köye dönüş talebi olanların burunları bir kez daha sürtülmek isteniyor. Onurları ayak altı ediliyor. Köylerin boşaltılması ve yaşanan vahşetin kaynağı gizlenmekte, köylülerin kendi aleyhlerine belge imzalamaları istenmektedir. Müsteşarlık bu uygulamaların sürmesinde bir yönetme ve uygulama merkezi olarak yerleştirilmek istenmektedir. Kürt sorununun terörle izah edildiği ve “güvenlik” tedbirleriyle çözülmeye çalışıldığı koşullar sürdükçe kurulacak her organizasyonun çaresiz kalması kaçınılmazdır. Kötü ünlü OHAL’in yerine geçirilmek istenen “yeni” organizasyonun bu olup bitenden bağımsız düşünülmesi olası değildir. Doğrudan Başbakan’a bağlanarak sivil bir görünüm verilecek olan Müsteşarlık bir koordinasyon merkezi olarak OHAL Valiliği gibi MGK’ye bağlı olacak ve düzenli olarak MGK’yi bilgilendirecek, yükümlülüklerin merkezi olacaktır. Bölgeyi bir kırmızı daire içinde değerlendirecek mantığın ürünü olan bu yaklaşım, OHAL ve Mücavir alan uygulamasının sürdürücüsü olarak zaten olağanüstü yetkilere sahip valilerin de üzerinde yetkilerle donatılmış olacak. İller İdaresi Yasası ile valilerin birer sıkıyönetim komutanı yetkileriyle donatılmışlığı bile yeterli bulunmayarak, bölge halkı potansiyel suçlu ve bölgedeki resmi ve sivil yetkililer de özel statüye sahip “özel görevli”ler olacaklar. Bölge halkının yedeklenemediğinin, HADEP’in saldırı hedefinden çıkarılmadığının Başbakan Ecevit tarafından ısrarla belirtildiği koşullarda Müsteşarlığa ve egemen sınıfların diğer çeşitli yaklaşım ve girişimlerine bel bağlamak ve iyi niyetle yaklaşmak ancak ahmaklık olabilir. İsminin ne olacağı da önemli değildir. “Ekonomik olağanüstü hal”, “koordinatör valilik”, “Güneydoğu Müsteşarlığı” gibi isimlerle bir süredir tartışılan yeni bölge organizasyonu dünün kirli işlerinin ve baskı koşullarının üzerine oturacaktır. OHAL’in tüm uygulamalarıyla yargıya açılmadığı, bölgedeki tüm karanlık işlerin aydınlığa kavuşmadığı, sorumlularının cezalandırılmadığı koşullarda kurulacak organizasyonun adı ne olursa olsun işlevi aynıdır. Kaldırmak zorunluluğu ve adının akıllarda bıraktığı iyi hiçbir izin bulunmadığı OHAL yerine ne koyabiliriz düşüncesinin ürünü olan bu yaklaşımdan vazgeçilmeli, halkın taleplerine kulak verilmelidir. Halka rağmen değil, halkın talepleri için adım atılmalıdır. Faili meçhullerin, yıkım ve sürgünlerin, yaşanan acıların üzerine sünger çekmeyi de amaçlayan Müsteşarlık, gericiliği temize çıkaracak bir “yeni model” olamayacaktır. Bölgenin sosyo-ekonomik gelişimi amaçlı olarak kurulacağı söylenen “Müsteşarlık” girişiminin bu amaca yönelik olacağını düşünmek için hiçbir neden bulunmamaktadır. Ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi taleplerin karşılanması değil bastırılması ve bir daha gündeme getirilmemesi amaçlı bir refleksin sahibi olan sömürücü ve baskıcı egemen sınıflar bölge halkının taleplerinin yanıtlanmasını bırakın, yeni provokasyonlar ve saldırılar için hazırlıkları aralıksız sürdürmektedirler.
Bölgede işsizliğin ve sefaletin boyutları bilinirken özelleştirme kapsamında birçok işletmenin kapatıldığı ve sırada daha kapatılacak işletmenin bulunduğu ve yeni iş alanları açmaya yönelik bir projenin bulunmadığı, tarım ve hayvancılık alanında IMF planları kapsamında bir yıkımın yaşandığı bölgede iş bulanların da çok düşük ücretle çalıştıkları, sigortasız ve sendikasız çalışmanın yaygınlığı da bilinmektedir. İşbirlikçi Kürt sermaye çevrelerinin “Müsteşarlık” için övgü dolu sözler etmeleri bu bakımdan anlaşılır bir durumdur. Diyarbakır Sanayi ve İşadamları Derneği (DİSİAD) Başkanı’nın bir basın toplantısı düzenleyerek MGK’de ele alınan Müsteşarlığın derhal uygulamaya sokulması yönlü açıklamaları bölge halkının kaygılarıyla işveren çevrelerinin kaygılarının farklılığını da ortaya koymuş oldu. “Huzur ve refahın gelmesi için, gelişmiş sanayi, eğitim seviyesi yüksek, güvenli bir yaşam standardına ihtiyaç vardır. Bunların sağlanması amacıyla OHAL’den sonra Güneydoğu Ekonomik Kalkınma Müsteşarlığına ihtiyaç vardır” açıklamasını yapan DİSİAD Başkanı Şeyhmus Akbaş “Milli Güvenlik Kurulu’nda Güneydoğu’ya önem verilmesinin DİSİAD olarak kendilerini sevindirdiğini” de belirttikten sonra “Zira bu, devletin bölgemize olan ilgisini göstermektedir. Bölge Valiliği yerine kurulması düşünülen Güneydoğu Ekonomik Kalkınma Müsteşarlığının özel yasalarla donatılması gerektiği inancı içerisindeyiz. Çünkü bölgelerarası ekonomik dengesizliğe acilen çözüm bulunması gerekir.” Merkezi Diyarbakır’da olacak müsteşarlığın bölgeye kısa süre içinde büyük katkılar sunacağını sözlerine eklemeyi ihmal etmeyen DİSİAD başkanının, işbirlikçi sermayenin aç gözlülüğüyle harekat ettiğinden kuşku duyulamaz. Yeni bir kılıf olarak bölgedeki uygulamaların uyarlanacağı çerçeve olan müsteşarlıkta uygulamanın OHAL benzeri özel yasalarla bölgeyi yönetmek anlamına geldiğini bilmek gerekiyor. İl İdare Yasası gibi anti-demokratik, despotik uygulamalarla valileri donatan yasalarla bile yetinmeyerek bölgeye özgü özel yasalar uygulamaya konulmak istenmektedir. Refah-Yol Hükümeti zamanında bir süre tartışılan “Güneydoğu Müsteşarlığı”nın yeniden ve OHAL’in kalkmasının gündemde olduğu bir zamanda “iyi” kaygılarla izah edilmesi aldatmaya yöneliktir.