Seçim süreci ve sunduğu olanaklar

Temmuz sonundan beri siyasi partiler hızlı bir seçim hazırlığı sürecine girdiler. Ama aslında seçime hazırlık Nisan sonunda başlamıştı.
Kemal Derviş’in, “bir erken seçimin maliyeti bugünkünden fazla olmaz”, “seçim ekonomik dengeleri etkilemez”, “önümüzü göremiyoruz” açıklamalarıyla seçim startı verildi. Ama “seçim süreci” ilerledikçe; “acele seçim” diye yaygara koparan, TÜSİAD, TOBB, Sabancı, Koç gibi sermaye örgütlerinin ve patronların önde gelenlerinin ve “erken seçim” diyen partilerin çoğunun aslında gerçekten bir erken seçim istemediği ortaya çıktı. Tersine, onların asıl istekleri, Derviş’in asıl patronu olacağı ve siyaset sahnesini “piyasanın ihtiyaçları’na göre düzenleme hazırlıkları için “erken ya da zamanında seçim” baskısından kurtulmuş yeni bir hükümetti.
Ancak, sermaye güçlerinin en rafine kesimlerinden gelen bu plan karşısında Ecevit ve MHP’nin karşı hamleleri, Meclis’i 3 Kasım 2002’de bir “erken seçim” kararı almaya zorladı. Ama daha seçim kararıyla birlikte “4 Kasım’da bir felaket tablosuyla karşılaşılacağı” kehanetleri de gündeme düşmeye başladı.
Onca çok ve uzunca zamandan beri konuşuluyor olmasına karşın “erken seçim kararı” burjuva siyaset arenasında bir sürpriz gibi karşılandı ve can derdine düşen partilerin manevraları ve milletvekillerinin yeniden seçilme ya da vekillik ömürlerini uzatacak oyunları sahnelenmeye başladı. Ve bir kez daha halk, emekçiler burjuva siyasetin lağımının patladığına, çirkefin tüm alanı kapladığına tanık oldu. Erken seçim yapılmasına karar verilmesiyle birlikte, burjuva siyaset sahnesindeki çürümüşlüğün boyutları da bir kez daha gözler önüne serildi.
Muhalefetiyle, iktidarıyla düzen partilerinin işleri çok zordu. Çünkü aslında halk hiçbirini istemiyordu. En çok oy alma umudunda olanlar bile halka bir kurtuluş yolu göstermede sıkıntı içindeydi. Çünkü kendileri önce IMF’ye, AB’ye, ABD’ye, yerli büyük patronlara, rantiyeye “tam hizmet” için “güven verecekler”; sonra da, dönüp, halkı, onlara verdikleri sözün tam tersine inandıracaklardı.

SERMAYE GÜÇLERİNİN HEM AĞLAYIP HEM GİTTİĞİ BİR SEÇİM!
3 Kasım 2002’de yapılacağı ilan edilen erken seçim, sermaye güçlerinin, “bir daha böyle seçime gitmeyelim” diye hayıflanarak gittikleri üçüncü “erken genel seçim” oldu.
1995 ve 1999 seçimlerine de sermaye güçleri, “böyle bir seçimden sorunları çözecek bir hükümet çıkmaz” diyerek, partiler arasındaki kısır yarışın bir sonucu olarak gitmişlerdi. Ne var ki; bu sefer, “keşke seçime gidilmese” pişmanlığı çok daha derin. Dahası, “seçimin hazırlıkları”yla “seçimi erteletme” çabaları da atbaşı gider halde.
Seçim sürecine girildiği hissedilen son 2-3 aydan beri, milletvekillerinin partilere göre dağılımı neredeyse her gün değişmektedir. Partiler milletvekili transferleriyle tabanlarını genişletmeye çalışırken, kimi milletvekilleri ise yeni partiler kurarak, kimisi yıllar önce ayrıldığı partisine dönerek “yeni bir mevziiye geçmekte”dir.
Bu geçişler, gidişler, dönüşler; siyasi literatüre “fırıldak”, “yuvarlak” kavramlarıyla giren milletvekillerinin kişisel çıkar peşinde koşması ya da başka kaprisleri sonucu ortaya çıkan gidip gelişlerin çok ötesindedir. Çünkü yıllarca iktidar olmuş, bir zamanların birinci, ikinci büyük partileri çözülüp dağılmakta; bu partilerin bakanları, genel başkan yardımcıları, kendilerinin bugüne kadarki politik çizgileriyle ilgisiz partilere katılarak, o partilerden milletvekili olmaya hazırlanmaktadır. 40 yıllık kulağı kesik politikacılar; “yeni oluşum” diye kendilerini ortaya atıp halka yutturmayı ummakta, 70 küsur yıllık parti; kendisini “yeni” ilan edip daha dün eleştirdiklerini bugün baş tacı ilan etmekten çekinmemektedir. İşin daha da ilginci; bugüne kadar iktidar olan partilerin hiçbirisi geçmişte yapılan işleri sahiplenmemekte, “Yaptıklarımız yapacaklarımızın garantisidir” diyememekte, tıpkı büyük patronlar onların sözcüleriymiş gibi; olup biteni gaipten gelen güçler yapmış da, bunlar da onun mağduruymuş gibi şikâyet etmektedir.
Daha somut ifade edersek; halen iktidarda olan partilerinden ikisi; bugün dağılmaktadır. İki ay önce en büyük parti olan DSP’nin milletvekili sayısı bakımından şimdiki yeri 5. sıradır. Ama “anketlere” göre bu partinin oy oranı yüzde 1’lere kadar gerilemiştir.
ANAP ise; tepeden tırnağa, her kademesinde çözülmektedir. İki ay önce “merkez sağ”ın ve “AB’cilerin has partisi” olduğu, Mesut Yılmaz’ın, “sağın lideri olma çizgisine” geldiği tespitleri yapanlar şimdi; ANAP’ın seçim gününe kadar bir “parti olarak” kalıp kalmayacağını tartışmaktadırlar.
DSP’den; “İşte Türkiye’yi kurtaracak parti” diye bölünen Özkan-Cem-Derviş üçlüsünün yönetimindeki “yeni oluşum”un Yeni Türkiye Partisi (YTP), bugün sadece, bir “DSP artığı” parti durumuna gelirken, üçlünün birinci adamı Derviş, kendisini CHP’ye atarak “kurtarmış”, iki ortağını ise siyaset arenasının acımasız dişlileri arasına bırakmıştır.
Düzen partilerinin alt tabakasındaki partiler ise; sadece programlarıyla ve girdikleri ilişkilerle değil siyasi ahlak bakımından da “yukarıdakileri” aratmayacak kadar kokuşmuş olduklarını gösterme gayreti içindedirler. Tekeller, parası olan karanlık amaçlı kişiler parti alıp satmaktadır. Sözün gerçek anlamıyla alınıp satılan partiler; trilyonlarca liraya “patent hakkı” satar gibi “seçime katılma hakkını” satmaktadırlar. Burjuva siyaset arenasındaki kokuşmuşluk; Türkiye’nin o iğrenç siyasi partiler tarihinde bile görülmemiş bir boyuta sıçramıştır.
Meclis’e girmenin bir yolunu bulmak, her tür ilke ve siyaset ahlakının önüne geçmiş; en olmayacak partilerin birbiriyle ittifaklar kurmaya çalıştığı görülmektedir.
Ağustos ayının sonunda; barajı aşma konusunda nispeten rahat (önümüzdeki iki ay boyunca bu partilerde de nelerin olup biteceğini kimse kestiremez) olan iki parti vardır; AKP ve CHP!
Bu iki partinin de neden rahat olduğu çok anlaşılır değildir. Çünkü her iki parti de, olup bitene yeni bir yorum getirmemektedir; halkın ve ülkenin içine sürüklendiği kaostan çıkış için bir yeni çıkış yoluna sahip değildir. Tersine her ikisi de IMF programına, AB’ye, Amerika’ya, bugüne kadar, ülkeyi içinde bulunduğu bataklığa sürükleyen bütün temel yönelimlere, politikalara sahip çıkmaktadırlar. Ve üstelik: son üç yılın uygulamalarına karşı da; halkın karsısına çıktıklarında, “Bunlar ülkeyi yoksulluğa, halkı açlığa mahkûm etti” yollu açıklamalar yapsalar da, gerçekte bütün uygulamayı desteklemiş, hatta hükümeti yeterince radikal olamamakla suçlamışlardır.
Kuşkusuz ki: sermaye güçlerinin siyaset arenasındaki kargaşa ve ahlaki çöküntünün temelinde: bu partilerin bağlı olduğu egemen sınıfların, çıkar gruplarının politikaları arasında; sağcı-solcu, sosyal demokrat-liberal, ilerici-muhafazakâr, dinci-milliyetçi gibi ayırımların yaşamasını, bu “geleneksel” değerler üstünden partilerin birbiriyle yarışmasını gerektirecek temelin çökmüş olması yatmaktadır. Çünkü neoliberal politikalar sermayenin ve onun partilerinin tek yönelişi haline gelmiştir. Şimdi ise: bütün düzen partileri IMF programı etrafında birleşerek seçime gitmektedir ve her birinin ötekine karşı, “bu programı ben daha iyi uygularım” demesinin ötesinde aralarında bir ayrım kalmamıştır. Aslında bütün partiler, sözcüğün gerçek anlamıyla “tek parti” haline gelmiştir, ama “demokrasi” ve geleneksel burjuva siyasi kastın bölünmüşlüğü, çok partiyi, aslında daha da çoğaltıcı bir tepki olarak gelişmekte; bu çelişki ise, sermaye güçlerinin siyasi platformunu bir çözümsüzlüğe sürüklemiş bulunmaktadır.
Bu gelişme elbette Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Avrupa’nın en ileri demokrasi ülkelerinde de aynı açmaz hızla kendisini duyurmaktadır. Örneğin, Fransa’da iki turlu seçim bile düzeni kurtarmıyor diye, yeni önlemler alınmaktadır. Ancak, Türkiye’deki antidemokratik politik gelenekler ile krizin birleşmesi; siyasi alandaki çöküşü de gürültülü bir sürece dönüştürmüştür.
Burjuva siyaset arenasındaki bütün yenilenme çabalarına karşın; halkın yüzde 30-40’ı henüz hangi partiye oy vereceği kararını vermediği gibi, “hiçbir partiye oy yok” diyenlerin oranı da en düşük gösterildiği anketlerde bile yüzde 20’ler düzeyini korumaktadır. Düzen partileri ise; sermaye güçlerine, IMF’ye verdikleri sözler nedeniyle; sözde de olsa emekçilere vaatlerde bulunup onları ikna etmeye yönelmemektedir. Halkın sermaye partilerine tepkisi, burjuva siyaset arenasındaki sorunlara panik boyutunu da eklemekle: “kıyamet senaryoları” şimdiden yazılmaktadır. “4 Kasım’da yeni bir erken seçim” için start verme ihtiyacı tartışılmaya başlamıştır bile.

SEÇİMİN TEK AMACI MECLİS’E GİRMEK Mİ?
Böyle bir tablodan iki sonuç çıkarılabilir.
Çıkarılabilecek birinci sonuç; bu kargaşadan yararlanarak, Meclis’e kapağı atacak girişimleri yoğunlaştırmak. İkinci sonuç ise; emekçilerin sistem partilerinden kopmasını hızlandırıp, kendi bağımsız taleplerini savunabilecekleri bir pozisyonda birleşmeleri ve parlamenter mücadeleye kendi cephelerinden katılabilecekleri bir girişimi gerçekleştirecek bir taktik çizgiyi ortaya koymaktır.
Kuşkusuz ki, düzen partileri, bu tablodan Meclis’e kapağı atmayı, siyasi iktidar mücadelesinde kendi savundukları kesimlerin daha etkin olması için şeytanla bile birleşmekten çekinmemeyi çıkarmışlardır.
“Kâbus senaryolarından Dervişli operasyonlara, AB, IMF ve Amerika’nın işe karıştırılmasından parti alıp satmaya her yolu mubah görmelerinin arkasında bu “kapkaççı” politika tarzı vardır. Ve bu partilerin hem sahip oldukları siyaset felsefesi, hem de temsil etme iddiasındaki kesimlerin politika tarzı bu tutumla uyuşmaktadır. Tersine bu partilerden başka türlü hareketler, kimi ahlaki ve halk lehine tutumlar almalarını beklemek aşırı saflık olur. Çünkü onlar için ahlak, fazilet, vefa, dürüstlük, halkın çıkarlarını savunmak, halkın iradesi filan gibi şeyler, tümüyle halkı aldatmak için kullanılan propaganda malzemesidir.
Ne yazık ki; “kazanmak için her yol mubah” tarzı, sadece düzen partilerine has bir tarz da değil.   .
Örneğin HADEP; “Meclis’e milletvekili sokmak için MHP ve AKP dışında bütün partilerle ittifak yapmayı caiz” görmektedir. MHP ve AKP ile ittifaka karşı çıkmanın nedeni de, onların ideolojik-siyasi çizgileriyle filan değil, “idama hayır demedikleri için”dir! Bunun ötesinde: Türk ve Kürt emekçilerinin bu siyasi girişimlerden ne anlayıp, nasıl bir politik bilinç kavrayışı edineceği, HADEP’in Türk ve Kürt tüm milliyetlerden işçiler ve emekçiler için oynayacağı rolün olup olmadığı gibi sorunlar görmezden gelinmekte; “Meclis’e girmek” tek amaca indirgenmiş bulunmaktadır. Oysa HADEP’in, Kürtler ve Türk emekçilerin gözünde kazandığı pozisyon, özellikle Türk kökenli işçi ve emekçilerin ileri kesimlerinin ondan beklentisi, elindeki imkânları sermaye güçleri ve gericilik karşısında emekçilerin birleşmesi ve bağımsız bir güç odağı olarak rol oynayabilme imkânı için kullanmasıdır. Bu yönelişle hem Türk kökenli emekçilerle Kürt emekçiler açısından pratik bir birlik imkânı ortaya çıkacak; hem HADEP şer güçler karşısında kendisi Türk kökenli emekçilerin ve emek örgütlerinin şemsiyesi altına alma imkânı elde edecek, hem de “Kürt partisi” nitelemelerinin boşa çıkması için önemli bir dayanak elde edebilecekti.
Dahası; EMEP’in önerdiği biçimde; emek örgütleri, demokrasi yanlısı çevrelerle emek ve demokrasi yanlısı partilerin seçimlere ortak adaylarla gitmesi ve buradan parlamentoya girme çağrısı; bugün HADEP’in ısrarla üstünde durduğu HADEP-SP (HADEP-YTP, HADEP-ANAP…) seçeneklerinden daha az gerçekçi değildir.
Tersine, ortak adaylar etrafında bir ittifakın bu tarzda seçime girmesi, parlamentoya girmeyi garanti etmenin de tek biçimidir. Çünkü ideolojik doğrultuları ve tabanları farklı eğilimdeki partiler arasındaki ittifaklarda, ittifaka giren partilerin oyu her zaman ittifaka girenlerin oyunun toplamına yaramayabiliyor. Hatta çoğu zaman öyle oluyor. Hele SP’nin şovenist, ırkçı kesimlerdeki seçmenlerinin ya da HADEP’in alevi ve demokrat kesimlerdeki seçmenlerini bu ittifaka oy vermesi çok zordur.
Aslına bakılırsa ÖDP için de aynı faydacı, pragmatist yaklaşım geçerlidir. “Meclis’e gidilmedikten sonra, bir ittifaka gerek yoktur”’ diye düşünüyor ÖDP. Yaklaşım böyle olunca da; ÖDP için seçime katılırken ittifaklar oluşturma, kimi düzen partileriyle bir araya gelmek, onların listesinden ÖDP’lileri Meclis’e sokmak olarak anlaşılıyor. Bu yüzdendir ki; ÖDP’nin seçim taktiği içinde, işçilerin, emekçilerin parlamenter mücadeleye kendi tarzlarında katılması, bütün düzen partilerine karşı bir mücadele odağı oluşturulması ve bu odak etrafında emekçileri düzen partilerinden kopararak kendi politikalarını yapmaya çağırma gibi kaygıların olduğunu gösteren bir şey yoktur. Bu yüzden de ÖDP, “Mademki ‘sosyalistlerden sosyal demokratlara kadar bir sol birlik’ gerçekleşmiyor, mademki Meclis’e girecek bir oy potansiyeli bir araya gelmiyor, öyleyse herkes kendi partisiyle girip, adının propagandasını yapsın” tutumunu temel seçim tutumu haline getirmiştir.
TKP ise; seçimi; kendi bulunduğu konumu, “Bakalım halk TKP adına ne kadar yakınlık duymaktadır” sorusunun yanıtı üzerinden “sınayacak” bir seçim olarak değerlendireceğini söylemektedir. Sanki halk bir “deney yaratığı”, TKP de parti değil “meraklı bir bilimci”!
Tıpkı ÖDP gibi, TKP’nin de, halkın ne istediğiyle ilgisi, seçimlerin işçilerin siyasi bilinç düzeyinin yükseltilmesinin ve sermaye güçlerine karşı mücadelenin bir vesilesi olarak kullanılması gibi bir düşüncesi yoktur.
Oysa halk yığınlarının böyle “deney yapma” gibi lüksleri ya da “mademki baraj aşılamıyor öyleyse kalsın” deme kaprisleri de yok. Onlar “makûs talihlerini yenmek, üstlerine gelen işsizlik, yoksulluk, ülkenin felakete sürüklenmesi gibi belalara karşı bir arayış içindedirler. Sermaye partilerinin aldatmasına, IMF sultasından kurtulunması için tepki gösteren yığınların önüne birleşebilecekleri bir platform koymak; emek, hak, ülke çıkarı kaygısı duyan partiler için baş kaygı olmak durumundadır.
Bu arayışa yanıt vermeyen, “emekten yana”, “sol”, “demokrat”, “yurtsever” vb. partilerin kendileri ve kendi yandaşlarını tatmin etmekle sınırlı “ittifak arayışları”; elbette halkın bu kurtuluş isteği ve IMF’ci partilere tepkisiyle olduğu kadar, bu partilerin misyonları, kendilerine biçtikleri rolle de çelişir.
Bu bakımdan EMEP’in Evrensel’de ve Özgürlük Dünyası’nın bu sayısında yayımlanan GYK ve İl Başkanları Toplantısından bu kaygıları güden bir çağrı çıkmıştır. Bu çağrı; tüm emekten ve demokrasiden yana parti ve çevreler ile tüm emek örgütlerinin birleşebileceği bir seçim platformu ve gerçekleşebilir bir seçim ittifakını kapsamaktadır. Kısaca, çağrı; emek örgütleri, emek ve demokrasiden yana partilerin belirleyeceği ortak adaylarla seçime girmeyi önermektedir. Ne var ki; bu çağrıya; HADEP, “gerçekleştirilmesi zor, oylarımızı kontrol edemeyiz” gerekçesiyle karşı çıkarken ÖDP; prensip olarak da ortak adaylar etrafında seçime gitmeye karşı çıkmış, “bu çağda seçime partilerle girilir” gerekçesiyle olumlu yanıt vermemiştir.
Bu karşı çıkışların yersiz olduğu besbellidir. Ve bu karşı çıkış, arkasında başka gerekçeler yoksa ülkede olup bitenleri; emekçilerin arayışı ve siyasi gelişmelerin emekten yana partilere, siyasetçilere nasıl bir görev yüklediğini anlamamaktır.

SÜRECİN EMEKÇİLERE SUNDUĞU DEVASA OLANAKLAR
Bir seçimde, çok oy almanın, Meclis’e milletvekili sokmanın sınıflar mücadelesine sunacağı imkânlar elbette tartışılmaz. Emekçilerin kendi temsilcilerinin parlamentoya girmesi, oylarının sayısının artması; başka bir şey olmasa bile moral bakımdan yığınları etkileyeceği gibi, aynı zamanda sınıfın partisinin kendi çalışmasının etkinliğini, olumlu ve olumsuz yönlerinin ayrıştırılmasını, mücadeleyi yürütme yeteneklerini göstermesi bakımından önemli bir ölçüttür. Ama bu imkânlar bile kendi başına seçime katılmanın en temel amacı ve kriteri değildir. Tersine burada temel kriter; seçim sürecinin yarattığı duyarlılıkların emekçi sınıfların mücadelesinin gelişmesinin hizmetine ne derece koşulabildiği; sürecin imkânlarının emeklilerin örgütlenme ve siyasal bilinçlerinin ilerlemesinde ne ölçüde kullanılabildiğidir. Yoksa herhangi bir biçimde Oy yükseltilmiş ya da ortaya çıkan kimi fırsatlardan yararlanarak Meclis’e milletvekili de sokulmuş olabilir. Örneğin, günümüz koşullarında CHP ya da SP listelerinden emekten yana bazı kişilerin milletvekili olması ya da “hile” ile başka partilerin listelerinden bazı kişilerin seçilmesi sağlansa bile, bunun, emekçilerin mücadelesine, sürecin sunduğu imkânlar ölçüsünde bir yarar sağlaması elbette ki beklenemez. Çünkü bu gelişmeler mücadelenin diğer alanlarındaki gelişmelerle paralel ilerlememişse, bunlar emekçilerin siyasi bilincinin yükselmesine, örgütlenme düzeyinin ilerlemesine bir katkı sağlamamışsa, sonuçta kendilerinden beklenen yarar da elde edilemez. Bu yüzden de; bir işçi sınıfı partisinin, bir mücadeleci partinin seçimlerde dikkat edeceği asıl kriter; seçimin imkânlarının emekçilerin mücadelesinin gelişmesine, onların örgütlenme düzeyinin, siyasal bilinçlerinin ilerlemesine ne ölçüde katkı yaptığı; kendi bağımsız talepleri etrafında birleşip sermaye partilerinden bağımsız olarak ne ölçüde hareket edebildikleridir. Oy sayısı, kazanılacak milletvekili sayısı, seçime hangi ittifaklarla girilip girilmeyeceği bu kriterle birlikte önem kazanır.
İçinde bulunduğumuz seçim süreci, sermaye güçlerinin ekonomik, siyasi, ideolojik bakımdan sayısız açmazlar içinde bulunduğu bir dönem olması itibariyle, emek mücadelesinin ve sınıfın partisinin mücadele hattının hayata geçmesi bakımından sayısız fırsatları da birlikte getirmektedir.
Her şeyden önce, düzen partilerinin aşırı itibar yitimi, onların yığınları bölmek için kullandıkları milliyetçilik, dincilik, gelenek görenekçilik temelinden kalkan motiflerin etkisini yitirmesine paralel olarak emekçilerin yeni arayışlar içinde olması; sınıf partisinin önüne, daha önce olmadığı, dolayısıyla yararlanamayacağı ölçüde büyük imkânlar sunmaktadır. Bunun anlamı ise; daha önce düzen partileriyle hareket eden çeşitli emekçi sınıf kesimlerinin çok önemli bir bölümünün şimdi emek güçleri cephesine katılma imkânının artmış olmasıdır. (Bu, işçi ve emekçilerin, halkın her seçim döneminde dile gelen birlik isteğinin içeriğinin değişmesinde de görülmektedir. Sömürülen, ezilen yığınların derinliklerinden gelen birlik özlemi; düzen partilerinin itibar yitimine bağlı olarak, giderek, önceki dönemlerde olduğu gibi seçimlerde herhangi bir düzen partisinin -daha çok CHP gibi “emekten yana” vaatlerde bulunanların- desteklenmesinden emekçilerin kendi bağımsız platformlarında birleşmesine doğru farklılaşmaktadır. Emekçilerin geniş kesimlerinin etrafında birleşebilecekleri bir seçim platformu, ezilen yığınların küçümsenemeyecek bir bölümünün bu arayışı ve birlik özlemine tamamen uygun olacaktır.)
EMEP’in seçim taktiğinin ana dayanak noktası da budur: Sermaye partilerinden kopma sürecine giren değişik emekçi sınıf kesimlerine; etrafında birleşebilecekleri bir seçim platformu sunmak! Bu platform; hem siyasi olarak emekçilerin en geniş kesimlerini birleştiren bir seçim programına (başlıca yönleriyle, IMF programı üstünden geliştirilen sermaye saldırısını püskürtmek, demokrasinin geliştirilmesi ve savaşa karşı mücadele) dayalıdır; hem de, emek örgütlerinin ve emekten yana partilerin ortak adaylar etrafında seçime katılması imkânı sunmaktadır. Üstelik bu çevrelerin, üzerinde, “senin listen, benim partim” tartışmasına fırsat vermeden anlaşabileceği bir platformdur. Ve üstelik bu öneri; emekçilerin tüm düzen partilerine karşı bir cephe oluşturarak kendi taleplerini savunmalarına tamamen uygundur. Dahası seçimlerden sonra da gerçek bir emek cephesinin oluşturulması (Emek Platformu’nun canlandırılması ve üstüne düşen rolü oynaması, sendikaların birer işçi örgütü olarak yeniden inşası, meslek örgütlerinin etkinliğinin artması, Kürtlerin eşitlik ve özgürlük mücadelesi için daha ileri bir mevzi yaratılması) için son derece önemli bir temeli oluşturmaya hizmet edecek özellikler taşımaktadır.
Üstelik böyle bir platform; sadece merkezi değil; bir kez merkezi olarak adım atıldıktan sonra, asıl olarak da iller, ilçeler, işletmeler, hizmet birimlerine, köylere kadar inen; sermaye partileri ve sermaye düzeni karşıtı bir saflaşmanın oluşmasının imkânlarını açarak; dağınık emek güçlerinin, sermaye partilerine karşı şurada burada ortaya çıkan tepkilerin birikip yenilmez bir güce dönüşeceği imkânları sunması bakımından önemlidir.
Şimdi soruyu şöyle soralım: 3 Kasım 2002 seçimleri; böyle yurt sathında sermaye güçlerinin, IMF’ci, savaş yanlısı, demokrasi düşmanı güçlerin karşısındaki cephenin oluşması konusunda somut adımlarda bir ilerleme sağlarsa mı seçim süreci emekçi sınıflar için daha yararlı değerlendirilmiş olur; yoksa bir biçimde, bir grup milletvekili, bir düzen partisinin listesinden Meclis’e giderse mi?
Kaldı ki, bu taktik, pek çok ilde ortak adayların milletvekili seçilebileceği kadar oy da sağlayabilecek bir taktiktir. Emek örgütlerinin, emekten yana partilerin, tüm ilerici ve demokratların da adayı olarak çıkacak kişilerin; tahmin edilenden çok daha fazla oy alabileceğini kim inkâr edebilir? Ve böyle bir saflaşmanın seçilen milletvekili ağırlığı ile onun bunun listesinden çıkacak milletvekilinin “ağırlığı” bile çok farklı olacaktır. Birisi; yasaya karşı “hile”yle, öteki ise; yasayı, geleneği, göreneği, en önemlisi de her tür sermaye engelini açıkça ve herkesin önünde ilan ederek “aşma”nın milletvekili, emekçilerin dolaysız temsilcisi olarak meclise girecektir.
Kasım ayında yapılacak seçim, elbette emekten yana güçler, partiler ve emek örgütleri için çeşitli zorluklar (zaman kısalığı, emek örgütlerinin dağınıklığı, emek mücadelesinin temposunun düşüklüğü gibi) getirmektedir; ama yukarıda belirlendiği gibi, emekçilerin sermaye ile ayrışmasında, bundan önceki herhangi bir seçim döneminde olduğundan çok daha büyük imkânlar sunmaktadır. Sadece yukarıda ifade edilenler bile; bu seçimin sunduğu imkânların devasa boyutunu göstermeye yeter. Yeter ki; sermaye güçleri karşısında yer alan siyasi mihraklar, emek örgütlerinin yöneticileri, bu dönemin kendilerine yüklediği görevleri yeterince açık anlamış ve sermaye ve saldırılarına karşı çıkmaya cesaret ediyor olsun.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑