Uluslararası durumu, ülkelerin ilişkilerini ve bugün ve gelecekte karşı karşıya gelecekleri sorunları etkileyecek önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemde bulunuyoruz. Dünyanın bugünkü durumu ve çeşitli bölgelerin patlamaya hazır hali bir kargaşa ve çatışmalar dönemine doğru gidişe işaret ediyor. Bugün karşı karşıya bulunulan bunalım, kargaşa ve daha kapsamlı çatışmalara yol almanın başlıca nedeni, elbette 11 Eylül saldırısı değildir. Bir terör eylemi olması ve halklara karşı yeni saldırıların gerekçesi yapılmış olması bir yana; 11 Eylül 2001 “eylemi” emperyalist-kapitalist dünya sisteminin birikmiş sorunlarının; halklara yönelik sömürü ve baskı politikalarının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu saldırı ve sonrası gelişmeler önceki gelişmelerin sıçramalı bir duruma gelmesinin önemli ve güncel etkeni olmuşlar; politik-askeri gerginliklerin daha fazla tırmanmasına yol açıp dünyanın çeşitli bölgelerinde savaş rüzgârlarının daha güçlü esmesini sağlamışlardır. Ancak bugünkü durum daha kapsamlı ve köklü nedenlere ve sosyal, politik, askeri gelişmelere dayanmaktadır. Dünya ekonomisi, son yirmi otuz yıllık süre bakımından denebilir ki ilk kez genel bir durgunluk ve düşüş durumu yaşamaktadır. Bağımlı ülkelerin bir bölümündeki daha ağır ekonomik krizin, emperyalist ülkelerin “yardımları”yla aşılmasının koşulları daha da daralmıştır. Ortaya çıkan “savaş ortamı” nedeniyle gündeme gelebilecek satın alma operasyonları kapsamında aktarılacak kaynaklarla bu ülkelerin krizini aşmak olanaklı olmadığı gibi, Batılı büyük emperyalistlerin kendi ülkelerinde karşı karşıya bulundukları sorunlar, bağımlı ülkelere “yardım yağdırma” olanaklarını da sınırlamış bulunmaktadır. Dünya ekonomisinin genel bir durgunluk ve düşüş eğilimi içinde olması; büyüme hızının düşmesi, işsizliğin büyümesi, fazla üretim stoklan nedeniyle üretim kapasitelerinin düşürülmesi vb. nedenlerle, 11 Eylül saldırısının fırsat bilinip savaş naraları atılması arasında; emperyalist askeri stratejistlerin de gizleme gereği görmedikleri bir bağ bulunmaktadır. Savaş naralarının üzerinde yükseldiği kapitalist emperyalist ekonomik temel ciddi sorunlar içindedir ve emperyalizmin genel bunalımının yeni bir yoğunlaşmasının yaşandığı günümüzde, pazar paylaşımı kavgalarının daha sert biçimlerde ve silah aracıyla sürdürülmesinin koşullan giderek olgunlaşmaktadır. Emperyalist kapitalist ekonominin içinde bulunduğu ve giderek ağırlaşan durgunluk durumu, emperyalistler arası hâkimiyet kavgalarını alevlendirirken, bu, bütün dünyada işçi sınıfı ve tüm ezilen halklar üzerindeki baskının yoğunlaşmasına yol açmaktadır.
Dünya kapitalizminin bunalımı kargaşa, kaos ve çatışmalara sürüklenmeyi kaçınılmaz kılacak biçimde derinleşirken, yaşanacak gerginlik, çatışma, savaş vb. den kimin, hangi sınıfların ve ülkelerin nasıl etkileneceği, neyi kaybedip neyi kazanacakları, güçler mevzilenmesinin değişen durumunca belirlenecektir.
EMPERYALİST DÜNYA JANDARMASI NE İSTİYOR?
Burjuvazinin yirminci yüzyıldaki en önemli stratejistleri arasında adı geçen Brzezinski, 1997’de yayımlanan “Büyük Satranç Tahtaları” (Sabah yayınları) adlı kitabında “rakibin çöküşü, ABD’yi eşsiz bir konuma soktu. Birbiri ardına hem ilk, hem de tek küresel güç haline geldi. Amerika’nın küresel üstünlüğü bazı bakımlardan daha sınırlı bölgesel etkinlik alanlarına rağmen eski imparatorlukları andırmaktadır. Bu imparatorluklar güçlerini vasallar, tâbiler, protektoralar ve sömürgeler hiyerarşisine dayandırmışlardı; bunların dışında kalanlara da genellikle barbar gözüyle bakılırdı.” diye yazıyordu.
Amerikan emperyalizminin sahip olduğu muazzam askeri-ekonomik ve teknik güç, dünya pazarlarına hâkim olma “isteği”nin dayanağını oluşturuyor. 5 trilyon dolarlık GSMH’si ve dünyanın tüm önemli stratejik bölgelerindeki kara, deniz ve hava gücüyle ABD, kapitalist emperyalizmin bugünkü en büyük gücüdür ve o, modern emperyalist imparatorluğunu herkesin kabullenmesini istemektedir. Dayattığı koşullara itirazların geldiği yerlere derhal büyük askeri kuvvetlerini yığmakta ve ekonomik-mali ve diplomatik ambargolarla “küçük”leri ezmeye çalışmaktadır. Onun dünya politikasına yön veren ilke, ilan edildiği üzere insan hakları, özgürlükler, barış ve refah içinde yaşama değil; kesin hâkimiyetinin tanınması ve çıkarlarına boyun eğilmesidir. ABD, bugünün emperyalist imparatorluğu olarak herkesten “biat” istemektedir.
Ama imparatorluk dayatmasının rakiplerce itirazsız kabulü ve bu durumun “ebedi devamı” üzerine propaganda emperyalist kapitalizmin “doğası”yla bağdaşmazdır. Amerikan emperyalizminin -ki o, son elli yıldır İngiliz emperyalizmini de yedeklemiş bulunuyor- dünya jandarmalığı politikası ekonomik-askeri güce dayanmakla birlikte, kapitalist emperyalizm koşullarında uluslararası ilişkileri belirleyen temel unsur ve etken güç ilişkileridir ve bu ilişkilerin değişmesi yine kapitalist gelişmenin eşitsiz olması nedeniyle kaçınılmazdır. Bugün bu değişme ve gelişme, herhangi diğer bir emperyalistin, ABD’yle kesin bir hesaplaşmaya girişebileceği bir düzeye gelmemiş olmakla birlikte, bu yönde gelişmeler de yok değildir. Bu da kapitalist emperyalizmin çelişkilerinin yeni kapışmaları -ivmesi artmış olarak- gündeme getirecek yönde keskinleşmekte olduğunu göstermektedir.
Dünya kapitalizminin “devi”, kendisi açısından da önemli riskler taşıyan yeni bir dünya macerasının “köşe taşları”nı döşemeye başlayalı epey bir zaman oldu. Emperyalist dünya sisteminin jandarmalığını elli yıldan fazla bir zaman sürdürmenin “nimetleri”nin yanı sıra risklerinin de olması kaçınılmazdır. 11 Eylül intihar saldırılarının tesadüfî bir cinnet eylemi olarak gerçekleşmediği, en azından ABD ve diğer Batılı emperyalist devletlerinin dünya politikalarında oynadıkları uğursuz rol kadar gerçektir. Saldırıların ardından doğal olarak yükselen insani duyarlılığı sömürme ve emperyalist-gerici kazanca dönüştürme politikaları, emperyalist gericiliğin ve uluslararası tekellerin yirminci yüzyıl boyunca dünya halklarına karşı geliştirdikleri politikalardan özü itibariyle farklı değildir.
11 Eylül öncesinde, bütün bir yüzyıl boyunca eski ve yeni biçimleriyle uygulanan sömürgeci politika, Pentagon ve Dünya Ticaret Merkezi binalarına saldırı sonrasında da, pazar kavgasında çatışma öğelerini artıran yeni hamleleri gündeme getirmesinin ötesinde, özsel bir değişim göstermemiştir. 11 Eylül saldırısıyla gündeme gelen, Amerikan emperyalistleri başta olmak üzere emperyalistlerin dünyayı yeniden şekillendirmek için ekonomik-politik-askeri tüm güçlerini seferber ederek, kendi aralarındaki ilişkileri ve dünya halklarıyla ilişkilerini, bir tür yeniden biçimlendirmeye hız vermeleridir. Hammadde kaynakları ve ucuz işgücü alanları üzerine kavga, yeni saflaşmaları, bloklaşmaları, müttefik ve hasım güçler oluşmasını gündeme getirecektir. Gerici “koro”nun “teröristler ve onlara destek olan devletler” vaazı, emperyalistler arası “birlik”in izafi, rekabet ve çıkar çatışmasının mutlak olduğunu gizleyememektedir. “Terörizme karşı uluslararası birlik” propagandası; kapitalist çelişkileri gizleme işleviyle yükümlüdür, ancak emperyalist kapitalizmin sosyal-ekonomik ve askeri bakımdan karşı karşıya olduğu sorunlar, çelişki ve çatışmaları gizleyemeyecek kadar yoğun ve ağırdır. Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu’da yaşananlar, bu ilişki yenilenmeleri ve değişmelerinin hızla seyrettiğini gösteriyor. Emperyalizmin genel bunalımının yeni bir dönemine; ya da çelişkilerin daha fazla keskinleşip yoğunlaşmasına doğru yol alınmakta ve bu, emperyalistler arası rekabeti kızıştırıp dünyayı büyük çatışmalara doğru sürüklemektedir. Bu gelişmeler, 11 Eylül olayları ve sonrasında yoğunlaştırılan burjuva emperyalist propagandanın, dünya kapitalizminin karşı karşıya bulunduğu ekonomik-politik ve askeri sorunların yoğunluğundan bağımsız olmadığını gösteriyor.
EMPERYALİST BURJUVAZİ, DÜNYAYI KAOS VE KARGAŞAYA SÜRÜKLEMEKTEDİR
Emperyalist kapitalizmin, dünyanın toprak bakımından paylaşılmasının tamamlanmış olduğu, kapitalizmin gelişmesinin en son aşamasına ulaştığı bir yeni dönemi olması ve bunun halkların ve proletaryanın azgın sömürü ve baskı altında tutulması pahasına gerçekleşmesi; toplumsal çelişkilerin, yeni çatışma ve savaşları kaçınılmaz kılma yönünde olgunlaşmaya devam etmesi de demektir. Burjuva propaganda çevrelerinin, Pentagon ve Beyaz Saray karargâhlarında planlanan saldırı senaryolarının uygulamaya geçirilmesi çığırtkanlığı yaptıkları bir dönemde, dünyanın çeşitli bölgelerindeki “patlama öğeleri”nin salt devletlerarası ilişki alanına girenleri bile, içinde bulunduğumuz dönemin yeni bir büyük kapışmaya da götürebilecek çatışmalar ve kargaşa dönemi olduğunu göstermektedir.
ABD-İngiliz emperyalizminin başını çektiği Afganistan’a emperyalist saldırının başlıca hedefinin; bölgenin güçler ilişkisine bağlı yeniden düzenlenmesi, petrol ve doğalgaz kaynaklarının ve bunların Batıya nakil yollarının denetim altına alınması olduğunu, 11 Eylül sonrasında gelişen tüm uluslararası olaylar ortaya koymaktadır. Anglosakson emperyalistleri, Bin Ladin ve örgütü El Kaide’nin gerçekleştirdiği belirtilen uçaklı intihar saldırısını, başlattıkları emperyalist saldırıya gerekçe gösterseler de, bu, yalnızca çıbanı deşen iğne başı örneğidir. Başından beri açıklamaya çalıştığımız gibi, bölgedeki ve uluslararası alandaki diplomatik, askeri ve politik gelişmeler, olayların açıklanan “gerekçeleri”nin değil; bizzat gelişmelerin kendisi tarafından açığa çıkarılan nedenlerinin bulunduğunu ve belirleyici olanın da ekonomik, mali, politik çıkarlarca yönlendirilen anlaşmalar, kurulan ittifaklar ve oluşturulan askeri cephe birliği gibi somut “olgular” olduğunu ortaya koymuştur.
Afganistan önemli bir geçiş bölgesinde yer almaktadır. Ortadoğu petrolleri ve bölgenin doğalgaz kaynaklarının Batı’ya transferi, Batı emperyalizminin stratejik çıkarları bakımından büyük önem taşımaktadır. ABD-İngiliz kuvvetlerinin başlattığı ve AB’nin diğer “ağır topları” Almanya ve Fransa’nın ağır aksak da olsa destek verdiği Afganistan bombardımanı, etkisi bir ülkeyle sınırlı kalmayan yeni bir “düzenleme” çatışmasını, askeri-diplomatik ve mali cepheleriyle yeniden gündeme getirmiştir. Afganistan, tüm yoksulluğuna ve geri kalmışlığına karşın, dünyanın hemen tüm büyük emperyalist ülkelerinin yakından ilgilendikleri Orta ve Güneydoğu Asya’nın ve Ortadoğu’nun hâkimiyeti bakımından “stratejik önemde” bir bölge ülkesidir. Bu bölgedeki herhangi bir ülkenin şu ya da bu emperyalist ülkenin egemenliği altında bulunması, bölgenin tümünü kapsayan bir etki genişlemesini olanaklı kılarken, çıkar kavgasındaki rakip emperyalistlerin kapışmalarını da kızıştırıcı bir rol oynamaktadır ve giderek daha da çok oynayacaktır.
Yalnızca ABD emperyalizmi ihtiyacı olan ham petrolün %51’ini (günde 19,5 milyon varil) ithal etmektedir ve bu ihtiyaç daha uzun yıllar devam edecektir. Petrolün ABD, Japonya ve AB üyesi emperyalist ülkeler açısından vazgeçilmezliği; bölgenin gerektiğinde ateşe atılmasının yeterli nedenidir. Batı emperyalist ülkelerinin petrole gereksinmesi önümüzdeki on yıllarda daha da artacaktır. Körfez Bölgesi petrollerinin yanı sıra Hazar petrolleriyle Türkmen doğal gazının denetim altında tutulması, emperyalist hegemonya mücadelesinin temel unsurlarından birini oluşturmaktadır. Amerikan petrol tekelleri için Afganistan gibi, petrolün Batı’ya nakil yollarının geçişi ve denetimin kolaylaştırılmasında oynayacağı rol bakımından önem taşıyan bir bölgenin kontrolde tutulması, savaş nedeni olabilecek kadar önemlidir. Afganistan üzerinden geçecek petrol ve doğalgaz nakil yollarının “güvenliğe alınması”, emperyalist haydutlara Hazar havzasına ve Kafkasya bölgesine “güvenle” uzanmanın yollarını açacaktır.
ABD emperyalizminin, Sovyetler Birliği’ni çökertmek için sürdürdüğü uluslararası saldırı kampanyası döneminde ve sonrasında Rusya ile giriştiği dünya hegemonya mücadelesi sırasında, aralarında Afganistan’ın da bulunduğu bölgenin “İslam ülkelerinden “anti-Sovyet” ve “anti-Rus” bir “yeşil hat” oluşturmaya verdiği büyük önemin başlıca nedeni, zengin hammadde kaynaklarına sahip olan bölgede Rusya’nın etkisini kırmak ve kendi etkisini geliştirip güçlendirmekti. Bugünkü saldırı ve oluşturmaya çalıştığı sözde anti-terör cephesinin amacı da aynıdır ve söylemek gerekir ki, Anglosakson emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ilk kez bu bölgeye doğrudan asker çıkararak önemli bir adım atmıştır. Kuşkusuz, bu dolaysız işgal ve bombardımandan önce de, Rusya’ya karşı Afganistan’daki kabile ordularını silah, teknik, eğitim vb. bakımından desteklemiş, CIA ve Pentagon işbirlikçisi silahlı gruplar oluşturmuş, Pakistan cuntası ve Türkiye gericiliğinin desteğiyle Taliban’ı örgütlemiş; ardından Taliban çeteleriyle ilişkileri bozulmaya yüz tuttuğunda da yine Türkiye gericiliği üzerinden Kuzey ittifakı olarak adlandırılan gerici grupları kullanmaya yönelmiştir. ABD-İngiliz sömürgecilerinin hedefi bölgeye yerleşmek, işbirlikçi rejimler üzerinden bölgenin kaynaklarına el koymak, Hazar petrolü ve Kafkas doğal gazını işbirlikçi yönetici çetelerle birlikte denetlemektir. Bu, emperyalistler arası çelişkinin yeni çatışmaları gündeme getirecek düzeyde keskinleştiğini, büyük askeri çatışmalara dönüşmese de -ki bugün böylesi bir çatışmanın koşulları giderek olgunlaşmaktadır- göstermektedir. ABD başta olmak üzere Batı emperyalizmi, bu amaçla bölge ülkelerinin geri yapısından ve işbirlikçi gerici hâkim sınıflardan yararlanma çabasını yoğunlaştırmıştır.
Ancak bu bölge siyasal-askeri ittifaklar ve “dengeler”in en hızlı değişiklik göstermeye aday olduğu bölgelerden birisidir ve öteden beri Japonya, Rusya ve Çin’in etkinlik için rekabetine sahne olmaktadır. Bölgenin en güçlü ülkelerinden biri, Uzakdoğu Asya’nın en önemli ve dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olan Japonya’dır. Son on yıldan beri devam eden ekonomik sorunların boğucu etkisi altındaki Japonya’nın bu durumu, bugün izlediği politikaları da etkilemektedir. Onun Amerikan-İngiliz saldırısına destek ilanı, ABD’yle ekonomik ilişkileri, askeri olarak uluslararası alandaki ‘kısıtlı’ durumu ve bölgede Rusya ve Çin’le rekabetiyle ilişkilidir. Ancak diğerleri gibi, ABD-Japon ilişkilerinin, Çin ve Rusya ile ilişkileri ve özellikle bu iki devletin süreç içinde alacakları tutumun bölge üzerinde kaçınılmaz etkileri nedeniyle değişmesi de kaçınılmazdır. Bölgenin en önemli güçlerinden biri olan Rusya, daha baştan bölgedeki gücünü artırma, mevzilerini güçlendirme ve bu konum üzerinden ABD ve Batı emperyalizmiyle ilişkilerini -rekabet ve hâkimiyet kavgasını- sürdürme politikasını benimsemiştir. Attığı adımlar buna uygundur ve Afganistan’da görülecek hesabı bulunan bir dünya gücü olarak, yeniden Afgan topraklarına asker çıkarma çabasındadır. ABD ile “anlaşmasının nedenlerinden biri Taliban karşıtı güçlerden bir kesiminin kendi işbirlikçileri olmasıdır. Bunların Afganistan’da yeniden işbaşına getirilmesiyle, bu ülkedeki etkisini yeniden artıracaktır. Üstelik Rusya, cepheden karşı karşıya gelmeden ve hatta “teröre karşı” bir koalisyon görüntüsü altında yalnızca Afganistan’ın değil bölgenin yeniden paylaşılmasına katılmakta, kendi “payı”nı artırmanın adımlarını atmaktadır. Rusya ve bugün odağında Afganistan’ın yer aldığı kaos ve güç gösterileriyle karakterize olan gelişmeler karşısındaki tutumunun ihmal edilemeyecek bir yönünün, özel yakınlıklar geliştirmeye yönelmiş olsa da, hızla yükselen ve tarihsel sürtüşmeleri de hesaba katıldığında, kendisini ve etki alanlarını tehdit etmesi pek muhtemel -ve hatta kaçınılmaz olan Çin’i, kurduğu geçici koalisyon aracılığıyla “Amerika ile terbiye etmeyi” içerdiği söylenmelidir.
KIZIŞAN EMPERYALİST REKABET VE ABD’NİN AÇMAZLARI
ABD, Ortadoğu ve Körfez bölgesinde en büyük hegemonyacı güç olarak Orta Asya ve Kafkas bölgesinde de etkisini geliştirmeye çalışmaktadır. Ancak ABD’nin Ortadoğu hâkimiyeti bölgesel, yerel ve uluslararası gelişmeler nedeniyle önemli açmazlarla karşı karşıyadır. Bu bölgede “yeni dünya düzeni”, bütün zorlamalara karşın, bir türlü kurulamamıştır. Sorunlar yalnızca rekabet içindeki rakiplerinin karşı atakları ve çeşitli türden ittifakların ortaya çıkma ihtimalinden kaynaklanmıyor.
İran, Irak, Libya, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerin yanı sıra, iç sorunlarının ve bölgede izlenen emperyalist politikalarla ilişkilerinin yol açtığı halk öfkesinin de etkisiyle Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkeler, özellikle “İslam ülkeleri”ne yönelik emperyalist saldırılara karşı halkın öfkesi nedeniyle daha temkinli davranmakta, hatta -çoğu durumda görünüşte de olsa- karşı tutum almak zorunda kalmaktadırlar. ABD emperyalizminin bölgedeki dayanaklarından biri olan Suudi gericiliğinin son gelişmeler karşısındaki tutumu bu açıdan dikkat çekicidir. Suudi gericiliği, topraklarının Afganistan’a karşı saldırı üssü olarak kullanılmasına “izin vermemiş”tir. Mısır yönetimi de yaptığı açıklamalarla saldırının genişletilmemesini ve bölgenin durumunun dikkate alınmasını istemiştir. Iran, Almanya ve Rusya ile geliştirdiği ilişkileriyle ve ABD’yle sorunlarını “çözme”ye yönelik girişimleriyle bölgedeki ve “İslam dünyasındaki etkisini geliştirmeye, ABD tarafından “sıkıştırıldığı köşe”den çıkarak daha aktif bir politika izleme olanağını elde etmeye çalışıyor. Son olaylarla birlikte bu yönde daha ileri adımlar attığı söylenebilir. İran hâkim sınıflarının bu tutumu, Orta Asya ve Hazar bölgesindeki çıkar çatışmalarında, Azerbaycan, Pakistan ve diğer ülkelerle ilişkilerinde daha etkin bir konuma gelme hedefine bağlıdır. Emperyalist saldırının “ikinci aşama”daki en önemli hedefinin Irak olduğu ilan edilmiştir. Libya ve Suriye tehditle işbirliğine zorlanmaktadır. Filistin halkına karşı Siyonist baskı ve saldırı devam ediyor ve bunun en azılı destekçisi ABD emperyalizmidir. Bu ülkelerin halkları bu nedenle Amerikan emperyalizmine öfke duymaktadırlar.
Rusya başta olmak üzere Fransa, Almanya gibi ülkeler İran, Suriye ve diğer ülkelerle ilişkilerini yenileme girişimlerini artırırlarken, her biri kendi çıkarları yönünde daha ileri mevziler edinmeyi hedeflemektedir ve bu Amerikan emperyalizmiyle bir biçimde karşı karşıya gelme demektir.
Bölgenin biriken sorunları ve artan gerginlikler ABD emperyalizminin bölgedeki varlığı açısından pürüz oluşturmaktadır ve bu pürüzler bundan sonra daha fazla sıkıntı verici olacaktır. Ortadoğu’nun stratejik önemi ve en önemli çatışma ve istikrarsızlık bölgelerinden biri olma konumunu sürdürmesi, bu bölgedeki rekabeti daha da sertleştiriyor. SSCB’nin tasfiye edilmesiyle Batı emperyalizminin, özellikle de ABD’nin etkisi bölgede daha da artmış, ancak bölge istikrar kazanmamış; istikrarsızlığın arttığı ve bunalımların daha da ağırlaştığı bir duruma gelmiştir. Ortadoğu, İran-Irak savaşı ve Şah faşizminin yıkılması sonrasında da; gerek İran-ABD çatışması gerekse Amerikan emperyalizminin Türkiye ve bölgedeki en sadık uşağı İsrail ile birlikte geliştirdiği, Filistin halkına ve bütün bir “Arap ulusu”na karşı sürdürdüğü politikalar nedeniyle barut fıçısı olma durumunu sürdürmekle kalmamış; petrol ve doğalgaz gibi kaynakların denetimi kavgasının kızışmasıyla çatışmanın eşiğine daha fazla gelmiştir. ABD’nin Irak’a saldırısı, işgal ve uygulanan ambargo sonucu yüz binlerce insanın ölümü, ABD başta olmak üzere, Batı emperyalizmine karşı Müslüman halkların öfkesinin yükselmesine yol açmış; ABD-İsrail-Türkiye stratejik işbirliğiyle bölgede uygulanan emperyalist sömürgecilik, Rusya’nın yeniden güçlerini toparlayıp bölgeye yönelmesi ve eski ilişkilerinin ‘mirası’ üzerinden bazı anlaşmaları yenilemesiyle birlikte bölgedeki gerginlik artmış, çelişkiler daha da keskinleşmiştir.
Diğer yandan yalnızca Ortadoğu’da değil, Afganistan’ın geçiş yerini teşkil ettiği bölgede de, herhangi bir büyük emperyalistin kesin hâkimiyeti, diğerlerinin mevzi kaybı ve hammadde kaynaklan üzerine süren rekabette geri itilmelerine yol açacağı için, buralarda rekabetin acımasız kuralları işlemektedir. Bu nedenledir ki güç ve olanaklarını kapıştırmaya hazır olup olmadıkları yönünden gözden geçiren Rusya ve Çin gibi ülkelerin ABD-İngiliz cephesinin bugünkü ilerleyişini sürdürmelerine seyirci kalmaları beklenemez. Gelişmeler de bu yöndedir. Bölgede rakip güçlerden herhangi birinin bir ileri hamlesi karşı hamleyi birlikte getirmekte; emperyalistler ilişki ve işbirlikçilerinin konumunu buna göre düzenlemektedirler. ABD-İngiliz kuvvetleri fiili saldırıyı sürdürürlerken, Rusya da kuvvetlerini sınırlara kaydırıyor, ‘Kuzey ittifakı’ üzerinden “geleceğin Afganistan’ı” projesini belirleyecek etkin güç olmaya çalışıyor. Rusya bu amaçla ve Çeçen ” çetelerinin üslenmelerini gerekçe göstererek Gürcistan sınırına asker yığarken, ABD ve işbirlikçisi Türkiye gericiliğinin karşı atağa geçerek ve önceki ilişkilerini de kullanarak ABD-Türkiye-Gürcistan ve ABD-Türkiye-Azerbaycan işbirliğini güçlendirmeye çalışmaları, Amerikan-Rus rekabetinin, Bakû petrollerinin Batı’ya ulaştırılacağı hattın belirlenmesi ve Rus-Amerikan petrol tekellerinin bu alandaki rekabetinin sertleştiğini gösteriyor.
Rusya, ABD’nin “burnunun dibine kadar girmesi”ne, Çeçenistan ve Gürcistan “kartı”yla onay verip operasyonu desteklerken, ABD’nin bölgede kalmasına izin veremeyeceğini de her fırsatta yineledi ve “eğer NATO politik bir örgüt haline dönüştürülürse ona katılmayı düşündüğünü” ilan etti. Rusya, on yıl kadar sürdürdüğü askeri saldırıyla hedeflediği yönetimi oluşturamadan geri çekildiği topraklarda, daha düne kadar ABD işbirlikçisi olarak hareket eden Taliban kuvvetlerinin şimdi ABD tarafından yok edilmeye çalışılmasını, bir ölçüde kazanım olarak da görmektedir. Rusya, edilgen ve hareketsiz kalmamakta, Kuzey ittifakı içindeki işbirlikçileri üzerinden Afganistan’da mevzilerini yeniden oluşturmaya çalışmaktadır. Taliban’ın “yok edilmesi”ne karşılık olmak üzere, Çeçen teröristlerin “yok edilmesi hakkı” üzerine de Batı emperyalizmi şefleriyle anlaştı ve hemen bu yöndeki saldırılarını yoğunlaştırdı. Bununla da kalmadı; Çeçen teröristlerin üs olarak kullandıklarını ileri sürdüğü Gürcistan sınırına asker yığdı ve bu tutumunu, Gürcistan’ın Abhazlara yönelik baskılarıyla gerekçelendirdi.
Rusya, bugün ABD emperyalizminin topraklarını Afganistan’a saldırı üssü olarak kullandığı Özbekistan ve Tacikistan ile stratejik askeri işbirliği anlaşması imzalamıştır ve onun izni alınmadan bu ülkelerin topraklarını başka askeri kuvvetlere kullandırtmaları baştan engellenmiş; bu ülkelerin Afganistan saldırısına desteği Rusya’nın geri püskürtülmesiyle değil; onun izniyle gerçekleşmiştir.
Anglosakson emperyalizmi, Sovyetler Birliği’ni çökertmek ve sonrasındaki dönemde bağlı cumhuriyetlerin her birini kapitalist pazarın yeni bir alanı olarak kullanmak için Rusya’ya karşı sürdürdüğü kavgada, Türkiye gibi işbirlikçilerinin bu bölgeyle “tarihten gelme bağları”nı da kullanarak sağladığı mevzilerini güçlendirme çabasındadır ve bölgede yerleşmek ve kukla hükümetler oluşturmak için özellikle Özbekistan, Gürcistan, Tacikistan gibi eski Sovyet Cumhuriyetleri’ni kullanmaya çalışmaktadır. Amerikan emperyalizmi, bütün bu nedenler ve gelişmeler dolayısıyla güce daha fazla başvurma ihtiyacı duymaktadır. Ama bu, emperyalistler arası çelişkilerin daha fazla keskinleşmesine yol açmaktadır.
RUSYA’NIN TOPARLANMASI VE “KOZ PAYLAŞIMI”NA DOĞRU
Rusya, Batı emperyalistlerinin “eski etkinlik alanına” sızmasını önlemenin yöntemlerinden biri olarak, Batı emperyalizminin “yeşil kuvvetler”i kendisine karşı kullanmasının önünü kesmeye çalışmaktadır. Batılı emperyalistler, düne kadar besleyip teçhizatlandırdıkları Taliban’ı şimdi “başı ezilmesi gereken terörist” ilan etmişken, Rusya’nın bunu kendi çıkarları için değerlendirmekten geri durması, fırsatı kaçırmak olurdu. Oysa Putin yönetiminin daha atak politikalar için olanakları bugün daha fazladır. ’90’lı yıllarda ekonomik çöküşün politik yıkımla sonuçlanmasının eşiğine gelen Rusya’nın, Putin yönetiminde güçlerini ve olanaklarını yeniden derlemeye giriştiği ve bu yönde küçümsenemez adımlar attığı bir gerçektir. Rusya’nın son iki yılda uluslararası alandaki girişimleri, güçlerini derleme ve daha atak uluslararası politikalar izlemesine de hizmet etmekteydi. Rus yöneticileri, kapitalist emperyalizmin bir gücüne dönüştükten sonra sosyalizmin tüm birikimini tüketmekle kalmamış, geniş Rusya pazarını Batılı emperyalist tekellere açarak, yüz milyonlarca dolarlık transferin onlar tarafından gerçekleştirilmesine olanak sağlamışlardı. Ancak kapitalizmin yasaları, Rusya’nın Batı emperyalizmi ve tekelleriyle rekabetini kaçınılmaz kılıyordu. Bölgede yaşanan bugünkü gelişmeler aynı zamanda bu rekabetin ürünüdür.
11 Eylül sonrası gelişmelerin uluslararası alanda gündeme getirdiği “yeniliklerden biri, “herkesin kendi teröristini ezme olanağı bulması”dır. Rusya yıllardan beri Çeçenlerin ayaklanmalarını bastırmaya çalışıyordu. Ancak Çeçenleri ayaklanmaya ve “bağımsızlık” istemeye kışkırtan başlıca güç olan dünyanın en büyük “şeytanı” ABD emperyalizminin ve onun en önemli işbirlikçilerinden Türkiye gericiliğinin fiili destekleri nedeniyle “Çeçen direnişi”ni ezmeyi başaramıyordu. Rusya’nın Batılı tüm rakipleri, Çeçenlerin “özgürlük mücadelesi yürüttüklerini” ileri sürerek, ona baskı yapıyor ve geri adım atmasını istiyorlardı. Bugün ise, “özgürlük savaşçısı Çeçenler” artık -emperyalistlerin, güç ilişkileri ve çıkarları gerektirdiğinde işbirlikçilerini pek kolay “feda” ettiklerini kanıtlamak üzere- “hür dünyayı istikrarsızlığa sürükleyen teröristler” listesine alınmışlardır ve onların kafasının ezilmesi için Rusya’nın geliştireceği daha kapsamlı saldırı, pazarlıklarla elde ettiği bir “hak” haline gelmiştir. ABD-İngiliz ‘bloğu’nun ikiyüzlü antiterör kampanyasının Rusya tarafından benimsenen yönü, “kendi teröristi”ne karşı elde ettiği uluslararası onaydır. Herkesin kendi teröristini vurma hakkı fetvasını çıkaran Beyaz Saray ve Pentagon, böylece, kapitalist talan sofrasında karşı karşıya geldiği rakiplerinin ve işbirlikçisi ülkelerdeki uşaklarının “ellerinin bağı”nı da çözmüş oldu. Onun tek ilkesi kendi çıkarları olan ve dünya hâkimiyeti için her yolu mubah gören politikasının rahatsız edici sonuçlarını “nötrleştirme” yolu da böylece açılmış oluyordu. Artık Ruslar Çeçenleri, İngiliz emperyalizmi İrlandalıları, Türkiye gericiliği Kürtleri, Çin Tayvan’ı; Fransızlar Katalanları; İspanyollar Basklıları, … “terörist ve bölücü kimlikleri” nedeniyle “haklayabilir”lerdi!
Putin’in Alman Bundestag’ında yaptığı konuşmadan sonra, Schröder’in Çeçen sorununun “artık farklı ele alınması gerekir” yönündeki sözleri bu değişime işaret ediyor. Çeçenlerin emperyalist pazarlıkların malzemelerinden biri olması, Taliban yönetimiyle ilişkileri bakımından da Rusya yararına bir durum oluşturuyor. Taliban’ın “yok edilmesi”, başka sonuçlarının yanı sıra, ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerinin doğrudan ve Taliban aracılığıyla Çeçenlere verdikleri desteğin darbe yemesi ya da sona ermesinin yolunu açmaktadır. Rusya, bu adımı atarken, BDT (Birleşik Devletler Topluluğu) üyesi olan, ancak kendi “İslamcı teröristleri”nin oluşturduğu dert nedeniyle “terörizme karşı koalisyon” içinde yer alarak topraklarını ABD ve Batı emperyalizmine açan Tacikistan ve Özbekistan gibi ülkelerin büsbütün kendi etkisinden kurtulmalarının yolunu da kapatmış olmaktadır. Bu ülkelerin sahip oldukları doğalgaz ve diğer hammadde kaynaklarının ABD’nin çıkarları yönünde kullanımı ve naklinin önüne Rus takozu konmuştur. Putin’in, bu hamleleriyle ABD’ye verilen destek, gerçekte Rusya’nın kendi egemenliğini güçlendirme girişiminin ifadesidir ve emperyalistler arası rekabette, ABD’nin bölgeye yerleşip, burada daha güçlü bir konum kazanmasını önlemenin taktik yöntemlerinden biri olarak gündeme gelmiştir. ABD’nin, Rusya’nın bu “desteği” sonrasında, eğer süreç içinde çıkar çatışması kendilerini daha açıktan karşı karşıya getirmezse, enerji nakil hatları vb. konusunda onu sıkıştırması, artık eskisi kadar kolay olamayacaktır.
Bölgenin durumuyla ilgili bir diğer olgu, bölge ülkelerinin politikalarının ABD-Rusya rekabeti ve ilişkilerinin seyrine bağlanmış olmasıdır. Özbekistan, Tacikistan gibi devletlerin topraklarını ABD emperyalizminin emrine vermelerinde bu ülkelerin Rusya ile sorunları rol oynamakta ve bunlar ABD-İngiliz emperyalistlerinin politikalarına uyum sağlamaya yönelebilmektedirler. Bu etki, Azerbaycan-Ermenistan ve Gürcistan-Abhazya ilişkileri bakımından da geçerlidir. Bu ülkelerin bugün kapitalist devletler olarak var olmalarının en önemli destek gücü, Batı emperyalizminin jandarması ABD olmuştur. Buralarda hala CIA ve Türk istihbarat örgütlerinin milisleri faaliyet içindedir ve Türkiye gericiliği üzerinden kapitalist ilişkiler sürdürülmektedir. Bu ülkeler bir biçimde emperyalistlere diyet borçlarını ödemekte ve “bağımsızlıklarını” bu ilişkileri üzerinden sürdürebilmektedirler. Diğer yandan Afganistan’ın mevcut yönetimi durumundaki Taliban güçleriyle çelişkileri vardır ve bu çıkar çatışması onların ABD ve müttefiklerinden yana tavır almalarını sağlamaktadır.
Diğer tarafta onlarca yıldan bu yana aralarında sınır çatışmaları ve Keşmir eyaletinin “mülkiyeti” kavgası süren Hindistan ve Pakistan, şimdi, ABD’nin fitillerini tutuşturduğu savaş nedeniyle yeniden bir çatışmanın eşiğine gelmişlerdir. İngiliz sömürgeci ordularının Hint hammaddelerine ulaşmak için işgal ettikleri Afgan topraklarının, onlarca yıl sonra yeniden Batı emperyalizminin “koçbaşı” Amerikan haydudu tarafından işgal edilmeye çalışılması ve buralarda işbirlikçi yönetimlerin işbaşına getirilmesi, Hindistan yönetimini rahatsız etmektedir. Birbirlerine karşı tehdidi de içermek üzere, Hindistan ve Pakistan’ın iki yıl önce gerçekleştirdikleri nükleer silah denemeleri, bu ülkelerin Çin ve Japonya ile birlikte Güneydoğu Asya’nın göz ardı edilmemesi gereken silah yığmağına sahip olduklarını göstermişti. Pakistan’ın ABD yönlendirmesinde ve CIA’nın dolaysız katılmasıyla Taliban gericiliğini örgütleyip Afganistan’da Rusya’ya karşı savaşa süren devlet olması, Taliban kuvvetlerinin bu ülkede hala önemli sosyal desteğe sahip olmaları, Hindistan, Pakistan, Bangladeş sınır sorunları, bu iki devleti yeniden çatışmaya sürükleyebilecek nedenler arasındadır.
ABD emperyalizminin 11 Eylül saldırısını bölgedeki hegemonyasını güçlendirmenin bir aracı olarak kullanması, bu amaçla bölgeye güç yığması ve bölge ülkeleriyle ilişkilerini kendi çıkarları temelinde yeniden düzenleme operasyonu, Rusya’nın yanı sıra bölgenin en önemli güçlerinden bir diğeri olan Çin’in bölge politikalarına da aykırı düşmektedir. Çin, dünyanın bugünkü en büyük emperyalist gücü olan ABD’nin hemen yanı başında mevzi kazanmasını istemeyecek olması gayet doğaldır. Bir süre önce Rusya ile imzaladığı stratejik işbirliği anlaşması da dikkate alındığında, Çin’in, Amerikan askeri saldırısına karşı BM onayı şartını ileri sürmesinin gerisinde yatan “niyet” daha iyi anlaşılacaktır. Çin’in, emperyalist “anti-terör” konsept ve pratiğinin uluslararası ilişkilerin bugününe damga vurmasından yararlanarak, Orta Asya’ya açılan kapıları durumundaki bölgelerde başına dert olan Türki ulusların ve Tibetlilerin muhalefetini ve hatta Tayvan’ı ezmek üzere elinin serbestleşmesi, kuşkusuz işine gelmektedir. Ancak henüz yeterince güçlenip yeni bir paylaşım talep ederek hesaplaşmak üzere Amerikan emperyalizminin karşısına dikilebilecek noktaya gelmeden, bu dev gücün “burnunun dibine kadar” sokularak doğal etki alanı olarak öngördüğü ve görece kısa sürede üzerlerinde hegemonyasını ilan etme hesapları kurduğu bölge ve ülkeler kapsamında köklü düzenlemelere girişerek bu hesapların önünü kesmesi, kuşkusuz Çin’in tepkisini çekecektir. Üstelik Rusya ile geliştirdiği ilişkiler ve ilan ettikleri ittifaka, yeni yeni bir araya gelen “Şanghay Beşlisi” oluşumuna rağmen, Rusya’nın, geçici ve şarta bağlı da olsa, Amerikan emperyalistleriyle işbirliği yapması nedeniyle içine sürüklenebileceği yalnızlaşma tehlikesi, bu tepkiyi büyütmenin yanı sıra, onu bir dizi önlem almaya da itecektir. Bu durumun Çin’in, ABD ile olduğu kadar, Rusya, Hindistan ve Japonya ile ilişkilerini etkilememesi düşünülemez.
ATAĞA GEÇEN ALMAN EMPERYALİZMİ VE BÜYÜYEN TEHDİT
11 Eylül “terörist eylemi”, uluslararası alanda sürmekte olan ve gelişen emperyalistler arası rekabet ve gerginliklerin daha dolaysız ifadelerle açığa vurulmasının vesilesi oldu. Müttefiklerin birbirlerini boğma fırsatı kolladıkları, birlik görüntülerine karşın, aynı ittifak gücü içinde yer alan ve askeri eylemi desteklerken bile pazarların ve ilişkilerin yeniden düzenlenmesinde “ben de varım” politikası izledikleri, bu vesileyle bir kez daha görüldü. Bu güçlerden biri de, son yıllarda dünya politikasında daha fazla söz sahibi olmaya başlayan Alman emperyalizmidir.
Almanya’nın politikalarının anlaşılması bakımından, Afganistan saldırısından önce Balkanlara ve Balkan ülkelerine yönelik emperyalist politikalarda Almanya’nın rolüne bakmakta yarar var.
Balkanlar önemli istikrarsızlık bölgelerinden bir diğeridir ve hemen tüm emperyalist büyük ülkeler bu bölgede söz sahibi olmaya çalışmaktadırlar.
Balkanlarda, emperyalistler tarafından başlatılan parçalama ve birbirine kırdırma operasyonu, Batılı emperyalistlerin “blok halinde”ki askeri eylemleri ve bölgeye NATO kuvvetlerinin yığılmasıyla üst düzeye çıkarken; AB üyesi emperyalistler ile ABD arasındaki rekabet daha da artmıştır. Afganistan’a yönelik saldırı Balkanlardaki çıkar kavgasını örten bir işlev görmekle birlikte, bu kavgaya yol açan nedenler geçerliliğini korumaya devam etmektedir. Yugoslavya’nın parçalanmasında dolaysız rol oynayan Almanya’nın Makedonya’daki NATO ordularının yönetimini alması, Almanya’nın büyüyen ekonomik gücü ve son zamanlarda Alman emperyalizminin ekonomik-askeri ataklarıyla ilişkili bir gelişmedir.
Alman emperyalist burjuvazisinin Doğu Almanya’yı yeniden yutması ve Doğu Avrupa ülkelerini “arka bahçe” olarak “Lebensraum”a katmaya çalışması; sermaye ihracındaki artışla birlikte politik ilişkilerini de geliştirmesi; yalnızca bu bölgede değil, dünya çapında da etkinliğini artırmaya yönelik politikalarının göstergesidir. Almanya’nın, ABD’nin ekonomik-askeri “sembol”lerine yapılan saldırı sonrasında daha atak bir politika izlemesi, önceki gelişmelerin devamı olmakla birlikte, AB’nin hâkimi olmak isteyen bu emperyalist gücün hegemonya mücadelesinde daha etkin bir konuma geldiğini de göstermektedir. Alman kapitalist yöneticilerinin açıklamaları bu gelişmelere uygun düşmektedir. Alman emperyalizminin soyunduğu rolü, Başbakan Gerhard Schröder’in şu sözleri açığa vurmaktadır. “Almanya’nın tali bir oyuncu olmaktan ibaret olan 2. Dünya Savaşı sonrası rolü kesin olarak sona ermiştir.” Bundestag’da yaptığı konuşmada, Schröder, “Soğuk savaşın, Alman birliğinin sağlanmasının ve tam egemenliğimizin tesis edilmesinin ardından, Almanya, yeni bir uluslararası sorumluluk göstermelidir.” “Her doğrudan riskten sakınmak, Almanya güvenlik ve dış politikasının kılavuzu olmamalıdır” diyen Alman Başbakanı, “Şimdi yeni sorumluluklarımızı yerine getirme zorunluluğumuz var” diyerek şöyle sürdürüyor açıklamalarını: “Bu sorumluluklar arasında, özgürlük ve insan haklarını savunmak için askeri operasyonlara katılmak da yer alıyor.” Schröder ile aynı zamana denk gelecek biçimde Almanya Dış İlişkiler Konseyi Şefi Kari Kaiser de, “Bu, Almanya ve onun hazırlandığı rol için belirleyici bir an. Bush, ABD etrafındaki koalisyondan söz ederken İngiltere, Fransa, Avusturya ve Almanya’yı saydı. Bunun anlamı çok büyük” demektedir.
Schröder’in “sona erdiği”ni haber verdiği 2. Dünya Savaşı sonrası rolün Almanya ve Japonya gibi savaş mağlupları için “iyi” olmadığı ve bunların Batı emperyalizminin galip ülkeleri olan ABD-İngiltere ve Fransa tarafından birçok yaptırıma tabi tutuldukları, savaş sonrası ekonomik yeniden yapılanmalarında özellikle ABD sermayesinin rol oynadığı, bu rol oynamanın Alman kaynaklarının transferine de yol açtığı; Almanya ve Japonya’nın militarist örgütlenmesinin sınırlandırıldığı ve dışarıya asker göndermelerinin uluslararası alanda yasaklandığı bilinmektedir. Alman emperyalizminin hızla yeniden ekonomik büyük güç haline gelmesi, uluslararası alanda pazar kavgalarının güce bağlı oluşunun mantığına uygun olarak, askeri alanda da atak yapma ihtiyacını birlikte getirmiştir. Almanya’nın önce yasalarını değiştirerek dışarıya asker gönderme yasağını kaldırması ve sonra da Balkanların yeniden paylaşılması kavgasının başlıca aktörlerinden biri olarak atak bir biçimde devreye girmesi, onun yeni rollere soyunduğunun önemli bir göstergesiydi. Şimdi Schröder, bu rolün daha ileri düzeyde, daha atak biçimde yerine getirilmesi zamanının geldiğini haber vermekte ve Ortadoğu, Doğu-Güneydoğu Asya bölgesine yönelik daha aktif politika izleyeceklerini ilan etmektedir.
Schröder’in açıklamaları ve Almanya’nın tutumu, diğer emperyalistlerle ilişkilerde bir meydan okumaya da denk düşmektedir. Fransa’yla birlikte Avrupa ordusu için gösterilen çabalar devam ededursun, Almanya, AB’nin patronluğu için sürdürdüğü iddiasını yeniden seslendirmekte; İngiliz emperyalizminin ABD’ye yedeklenmiş politikalarını AB içindeki rekabette dayanaklardan biri olarak kullanmaktadır.
Almanya, Rusya ve İran üzerinden Ortadoğu ve Orta Asya’daki ilişkilerini yenilemekte, böylece Ortadoğu ve Hazar bölgesi petrollerinin ve Kafkas doğalgazının ulaşım yollarının geleceği konusunda da söz söyleme konumuna gelmiş olduğunu ilan etmektedir, izlediği politika, dünya politikalarında diğer belli başlı sömürgeci emperyalist ülkelerle yeniden askeri-politik alanda da “masaya oturma” durumuna geldiğini göstermektedir.
SİNSİ VE İKİYÜZLÜ FRANSIZ POLİTİKASI
Fransız emperyalistleri daha belirsiz ve geriden gelen bir politika izlediler. ABD ile rekabet ve anti-Amerikan politika bunda rol oynayan etkenlerden biriydi; ancak onun kendi başka hesaplarının olduğu da kuşkusuzdur. Chirac ve Jospin destek açıklamalarına karşın pratikte “yavaş davranarak” hem bölge ülkeleriyle ilişkilerini daha ileri düzeyden yenilemek için kendi olanaklarını genişletmeye çalışıyorlardı ve hem de Anglosakson emperyalistlerinin “anti-terör savaşı”na katılmış bulunuyorlardı. Bunun bir nedeni, Fransa’nın Afrika ve Ortadoğu’daki eski günlerinin özlemiyle hareket etmesidir. Ancak o, etki alanları mücadelesinde daha “bağımsız” bir Fransız tutumuyla hareket etmektedir ve ABD’nin gölgesine düşmek istememektedir. Petrol ve doğalgaz kaynaklarına ilgisiz değildir; aksine Rusya, İran ve Irak ile ilişkilerini bu amaçla da yenilemek istemekte; sinsi ve ikiyüzlü bir politika izlemektedir.
TÜRKİYE VE PAKİSTAN; İKİ İŞBİRLİKÇİNİN ÜSTLENDİĞİ ROL
Amerikan-İngiliz saldırısının gelişme seyri ve sonuçları bakımından ABD işbirlikçisi/kuklası iki ülke yönetiminin tutumu önem taşıyor. Bulundukları bölgedeki konumları ve ABD başta olmak üzere Batı emperyalizmiyle ilişkileri açısından izleyecekleri tutum, sonraki süreç itibariyle de önem taşıyan bu iki ülke, Türkiye ve Pakistan’dır. Her iki ülke de, emperyalizme yedeklenmiş bölgesel politikalarla “bölge gücü olma” çabasındadır. Bölgenin gerici rejimleriyle ilişkilerinde bu hedefleri rol oynamakta; onları emperyalist gericiliğin çıkar ve politikalarına daha fazla bağlamaktadır.
Türkiye ve Pakistan ABD-İngiliz operasyonunun iki üssü olarak kullanılıyor. Bölgenin diğer halklarıyla ilişkileri, coğrafi-stratejik konumları ve uşak yönetimleriyle taşeron rolüne uygun durumdalar. Ancak iki ülkenin de ciddi sorunları var. Müşerref yönetimi darbeyle işbaşına gelmiştir, ülkesinde önemli bir güç olan Peştun nüfusun Afgan halkıyla dolaysız bağı bulunması, Taliban’ın örgütlenmesine fiilen katılan devlet olması zorlukları arasındadır. Halkın cunta yönetimine güveni yoktur ve cunta sallantıdadır. Cuntacı general bu nedenle ülkesinin sıkıntılı durumunu gözetmek ve iktidarını sürdürmek için halkı kontrol altında tutmasına hizmet eden bir politika izlemek zorundadır. Amerikan-İngiliz saldırısının “kısa sürmesi”ni bunun için istemektedir, iktidarı ve desteğinin geleceği tehlikededir.
Türkiye ise bölge ülkeleriyle ilişkilerini emperyalizm yararına kullanan, aynı zamanda “Türkî Cumhuriyetler” demagojisi ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” hayaliyle yaşayan gerici burjuva kliklerinin yönetiminde yer aldığı bir ülkedir. Bölge ülkeleriyle ilişkilerini istismar etmesi ve emperyalizme uşaklıktaki pervasızlığı, bölge halklarıyla ilişkilerini olumsuz etkilemekle birlikte; Orta Asya ve Kafkasya bölgesindeki ülkelerle ilişkilerinden Amerikan emperyalizminin en fazla yararlandığı ülkelerden biridir. ABD, Orta Asya, Kafkasya ve Hazar Denizi bölgesindeki çıkar dalaşında Türkiye’nin bölge ülkeleriyle kültürel vb. ilişkilerinden, oralardaki casus-milis faaliyetinden yararlanmakta;” bölgede çok önemli bir ortak olduğu” pohpohlamasıyla, onu etkinlik mücadelesinin taşeron bir gücü olarak kullanmaktadır.
ABD emperyalizminin ve Batı koalisyon ordularının Körfez Bölgesi’ne girerek Irak’a saldırıya geçtiği ’90’lı yıllarda, Irak’a saldırı üssü olan Türkiye’nin, şimdi yeniden aynı rolü daha ileriden oynaması istenmekte; içinde bulunduğu kriz ve istikrarsızlık durumu kullanılarak ve IMF kredisi satmalına fiyatına dönüştürülerek, uşak burjuvazi ve hükümetin Ortadoğu ve Kafkasya bölgesinde askeri operasyonlara fiili katılımı sağlanmaya çalışılmaktadır. Türkiye’nin “sağlam ve sadık müttefik” ve “bölgenin parlayan mücevheri” olduğu yönündeki ayartıcı propaganda yoğunlaştırılarak ve satın alma fiyatı olarak, yıllar önce verilmiş, ancak Amerikan savaş araçları alımına karşılık olması şart koşulmuş 5 milyar dolar borcun “silinmesi” gündeme getirilerek, komşu halklara karşı saldırı ordularının gücü olarak askeri operasyonlarda yer almasıyla, daha ileri noktalara taşınmak istenmektedir. Ancak Türkiye’nin ekonomik kriz içinde olması, siyasal istikrarsızlığı, halkın hükümete ve parlamentoya güvensizliği ve savaşa karşı oluşu, Arap halkları tarafından Amerikan uşağı ve güvenilmez bir ülke olarak görülmesi vb, işbirlikçi egemen sınıflan ve politik-askeri temsilcilerini zor durumda bırakmaktadır. Bu ise, Amerikan uşaklığı politikasını ve saldırı savaşı cephesindeki taşeron rolün layıkıyla yerine getirilmesini tehdit edici bir durumdur. ABD’nin en sadık iki uşağının durumu kötüdür ve bu, emperyalist efendinin bölgedeki hedeflerini gerçekleştirmesi bakımından risk oluşturmaktadır.
EMPERYALİST KAPİTALİZM VE HALKLARA DAYATILAN POLİTİKALAR
Emperyalistlerle işbirlikçilerinin, her biri ve bir arada hepsinin işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı politikalarını sertleştirmeleri ve siyasal-ekonomik saldırıları yoğunlaştırmaları, sömürgeci saldırgan politikalarını “terörizmle mücadele” yaftasıyla örtmeleri, yeni bir durum değildir.
Kapitalizmin, sömürü sistemlerinin sonuncusu ve en moderni olarak, insana ve ezilen halklara verdiğinin, refah, mutluluk, özgürlük ve eşitlik olmadığı; aksine, sömürünün ve kapitalist kârın, ilişkilerinin temelinde durduğu bu sistemde, üretim araçları mülkiyetine sahip olmayanların payına düşenin, sömürü, baskı, özgürlüksüzlük ve mutsuzluk olduğu, tüm kapitalizm tarihi boyunca görüldü. Kapitalizmin tarihi, burjuvazinin tüm aksi propagandasına karşın, sömürü, baskı ve eşitsizliğin ortadan kaldırılmasının ve insanın insanca yaşamasının temel koşulunun, kapitalizmin tasfiye edilmesi ve sınıf sömürüsünün maddi toplumsal temelinin ortadan kaldırılması olduğunu kanıtladı. Bu mümkündür, gerçekleştiği ve gerçekleştirilebilir olduğu görüldü. Ama insanın ve insanlığın tarih denen süreçteki yürüyüşü içinde, kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak ilan ederek, insanın sömürülmesi ve emek-gücünün yarattığı değerlerin gaspı üzerinden sınıf egemenliğini sürdüren kapitalist burjuvazinin, bu sürecin “doğal olarak yaşanması” karşısında edilgen durmadığı; aksine tüm gücüyle ve insanlığın bugüne kadar geliştirdiği uygarlığın ürünlerini halklara karşı silaha dönüştürüp, sınıf egemenliğini sürdürmeye çalıştığı ve çalışacağı ve bütün “musibetlerin de buradan doğduğu da kesindir. Bu da her geçen gün yeniden ve yeniden yaşanıyor ve kanıtlanıyor.
21. yüzyılın başında burjuvazi ve tekellerin üretim süreci ve toplumdaki konumu, ortaçağ karanlığının, yaşayabildiği kadarıyla koruyucu ve kollayıcısının emperyalist burjuvazi olduğunu ortaya koymaktadır. Bugün yaşanan ne kadar “kötülük” varsa, tümünün sorumlusu, kapitalist sömürü ve emperyalist kapitalizmdir.
Emperyalist burjuvazinin yollar, köprüler, tesisler yapmasına, üsler kurup okullar açmasına üretim tekniklerini geliştirip makineleri teknik olarak yenilemesine ve bilim ve teknikte yeni adımlar atılmasını olanaklı kılmasına karşın, bu böyledir. O, üretim bandını devreye sokup verimi artırırken daha fazla sömürüyü gerçekleştirmiş, fabrika alanlarını genişletip sermayeyi yeterince değerlendirmek üzere ihtiyaç duyduğu alanlara çoğu kez güç kullanarak, ekonomik ve mali oyunlara başvurarak girmiş, ucuz işgücünü kullanmış, toprakları işgal edip ilişkiler dayatmış; bağımlılık ilişkilerini güçlendiren anlaşmalar imzalayarak halkları köleleştirmeye çalışmıştır.
Kapitalist burjuvazi ve tekeller bunları gerçekleştirirken hedefleri daha fazla kâr ve tekel kârının gerçekleştirilmesiydi, hâlâ da öyledir. Bunun için yapmayacakları iş; başvurmayacakları araç ve yol olmadığını gösterdiler. Üretimi genişleterek gerçekleştirirken, daha fazla kâr için, işgücünün daha ucuza kapatılmasını, toprakların, pazarların ve hammadde kaynaklarının ucuza getirilmesini “bir gereklilik” saydılar ve bunu, gerektiğinde zor kullanarak, yasalarda gerekli değişiklikleri yaparak, polis ve askeri kuvvetleri devreye sokarak, siyasal gericiliği yoğunlaştırıp faşist kliklerin işbaşına gelmesini sağlayarak ve faşist diktatörlüklere kol kanat gererek gerçekleştirdiler.
Üretim ve sermaye genişleyerek uluslararası alana yayılırken, emperyalist tekeller, hâkimiyet mücadelelerini yalnızca başlıca emperyalist ülkelerin sınırları içinde kalarak yürütmekle yetinemezlerdi. Ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarının bol olduğu topraklar, genellikle “uzak diyarlar”da; Asya, Afrika kıtalarında; Ortadoğu, Orta Asya bölgelerinde; Hindistan’da, Arabistan’da, Çinhindi’ndeydi.
Halklar ya bağımsız yaşama yoluna girecek, kapitalist-emperyalist uygarlığın hâkimiyeti ve köleliği dayatan hâkim yönünü reddederek özgür gelişme yolunda ilerleyecek ve kapitalizmi tasfiye ederek sömürü ve baskının olmadığı sosyalizmi kuracaklardı; ya da uygar emperyalistlerin, insan emeğinin insafsız sömürüsüyle elde ettikleri kaynak ve güçleri kullanarak dayattıkları sömürgeci boyunduruğa boyun eğeceklerdi.
Batı emperyalizmi, halklara kesintisiz biçimde ikincisini dayattı. Bağımsız gelişme ve özgür yaşama, ulusal bağımsızlığı ekonomik bağımsızlığa ve sömürüşüz sisteme genişletme çabası, ortaya çıktığı her yerde, büyük bir baskıyla ezildi, ezilmeye çalışıldı. Direnmenin görüldüğü yerlerde, faşist sürüleri ve CIA beslemesi kontra çeteleri harekete geçirilerek, kanla bastırılma yoluna gidildi. Uygarlıktan, insani değerlerden söz eden emperyalist akbabalarla, onların kanlı operasyonlarının çakal takipçilerinin, halklara karşı terörü bir mücadele ve bastırma yöntemi olarak benimsedikleri; insanın insanca yaşama umudu ve çabasını ezmek için, baskı ve saldırı güçlerini sürekli devrede tuttukları, halkların mücadeleyle elde ettikleri siyasal-sosyal ve ekonomik kazanımları silah gücü ve şiddetle, saldırıları yoğunlaştırarak gasp etmeye çalıştıkları, geçmiş “unutulsa” bile, günümüzün somut gerçeği olarak göz önünde, halklara dayatılan yaşamın bir yönü biçiminde varlığını sürdürmektedir.
Uluslararası önemde örnekler henüz unutulmayacak kadar taze durmaktadır.
Pentagon ve Beyaz Saray şefleri Vietnam’ı unutturabilirler mi? Yüz binlerce Vietnamlı emekçinin, Pentagon’un napalm bombalarının altında yanarak, kimyasal gazların yol açtığı işkenceyle can vererek, Vietnam’ın yeşil vadilerini ve sazlıklarını kanlarıyla sulamalarının nedeni, Amerikan, Japon ve Fransız emperyalistlerinin sömürgeci politikası ve emperyalist işgal değil miydi? ABD emperyalizmi ve ondan da önce Fransız ve Japon haydutları Vietnam’da ne arıyorlardı? Laos’ta, Kamboçya’da, Nikaragua’da, Gine Bissau’da, Küba ve Kolombiya’da özgürlük isteyen, bağımsız yaşamak ve ülkelerini kendi güçleri ve kaynaklarıyla geliştirip uygarlık yolunda ilerlemek isteyen halkların karşısına emperyalist ordular niçin dikiliyorlardı? Pentagon’un savaş generalleri, CIA şefleri niçin bu ülkelerde işbirlikçi kontra çeteleri örgütleyip, mali-parasal ve askeri destek sağlayarak ve gerekli gördüklerinde dolaysız işgallere girişerek, işbirlikçi yönetimler oluşturuyor ve onları ikili anlaşmalarla kendilerine bağlı kılıyorlardı? Eğer kapitalizm ve kapitalist emperyalizm, ileri sürüldüğü gibi, özgürlük, eşitlik ve uygarlığın paylaşıldığı ve bütün ulusların eşit ilişkiler içinde bağımsız yaşama hakkına sahip oldukları bir mutluluk ve refah sistemiyse; Amerikan emperyalizminin dünyanın tüm kara ve denizlerine askeri kuvvetlerini yerleştirmesi ve bütün halklara kendi çıkarlarının ifadesi olan yaptırımları dayatması neyi ifade ediyor?
Batı emperyalizminin İsrail’de zorla oluşturduğu devleti, Arap halkları ve devletlerinin başı üzerindeki bir ‘keskin kılıç’ gibi kullanmaları; Filistin kasabı katil Şaron’u başbakan ve uygarlığın temsilcisi olarak selamlamaları neyin nesidir? İspanyol halkının ve uluslararası özgürlük kuvvetlerinin bir bölümünün katili Franko’yu işbaşında tutan, İran halkını ateşte “test eden” diktatör Şah Pehlevi’yi yıkımına kadar destekleyen, Şili halkının özgür iradesine emperyalist çeteleriyle “el koyup”, Pinotche adlı halk katilini işbaşına getiren, Somoza ve Salazar’ı sonuna kadar destekleyip besleyen onlar değiller midir?
Bunlar, kapitalist barbarlığın kanıtları değil de nedir?
Daha yakın döneme gelelim!
Tony Blair, İşçi Partisi konferansında Batılı emperyalistlerin “Afrika’da sürmekte olan savaşta polis rolü üstlenmelerini gündeme getirdi ve “barışın sağlanması için İngiliz askerlerini göndermeye hazır oldukları”nı ilan etti. Bu, İngiliz sömürgecilerinin Afrika’daki eski etkinlik alanlarında yeniden güçlü bir konum kazanma isteklerini açığa vurmalarıydı, ama aynı zamanda halklara karşı sürdürülen emperyalist baskı ve sömürgeci dayatmaların da itirafı özelliği taşıyordu. Blair, “insani” gerekçeler öne sürerek, emperyalist politikalara kılıf uydururken, “İngiliz politikasının yeni sayfalarını açıyordu. “Ruanda soykırımı gibi bir şey bugün yaşansaydı” diyordu, “bu ülkede de harekete geçmek gerekecekti.”
İngiliz sömürgeciliğinin yeni sözcüsü, Ruanda katliamının ABD ve Fransız emperyalistlerinin göz yumma ve bir biçimde zemin hazırlamalarıyla gerçekleştiğinin sözünü dahi etmiyor ve Fransız sömürgeciliğine karşı verdiği kurtuluş mücadelesiyle yakın geçmişte adından söz ettiren Cezayir’le, Robert Mugabe’nin İngiliz-Amerikan emperyalist bloğunun tutumunu gözetmeyen bazı uygulamaları ve topraklarının bir bölümünün köylülere verilmesiyle dikkat çeken Zimbabve’yi hedefe koyuyor. Blair, “Zimbabve”deki Mugabe rejimi gibi kötü yönetimlere hoşgörü gösterilmemesini istiyor.
Blair’in daha pervasız dile getirdiği bu emperyalist gerici politika dünyanın her tarafında gerginlik ve çatışma öğelerinin birikmesine yol açmakla kalmıyor; aynı zamanda halklara karşı saldırgan sömürgeci politikanın emperyalist kapitalizm var oldukça devam edeceğini de kanıtlıyor. Örnekleri sürdürelim:
Balkanlar patlamaya hazır barut açısıdır. Bölgeyi patlamanın ve halkların daha kanlı olaylarda boğazlaşmalarının eşiğine getiren, emperyalistlerin hâkimiyet kavgaları ve çıkar çatışmalarıdır. ABD emperyalizminin bölgeye yerleşme çabalarını yoğunlaştırdığı dönemde, Alman burjuvazisinin, “arka bahçe” hayallerini gerçekleştirmek üzere, eski ilişkilerini harekete geçirerek ilk adımları atmış olması; İngiliz, Fransız, İtalyan emperyalistlerinin bölgede yer kapma politikaları, Balkanları ateş hattı haline getirmiştir. Batı emperyalizmi, Balkanları, dünya hâkimiyeti mücadelesinin önemli stratejik bölgelerinden biri olarak, gerginlik içinde tutmayı politik bir tutum olarak çıkarlarına uygun görmüştür. Bunun sonucu, bir dönemler Batı emperyalizminin hakimiyet alanından uzaklaşmış olan ve tüm oportünist politikalarına karşın emperyalistleri rahatsız eden “özerk” politikalarıyla da dikkat çeken Yugoslavya’nın etnik kavgalarla kana bulanması olmuştur. Şimdi Makedonya’ya yerleşmiş olan NATO kuvvetleri, uygarlığın, barışın, özgürlüğün, refahın dağıtıcısı olarak değil; emperyalist çıkarların, hâkimiyetin ve baskının gücü olarak orada bulunmaktadırlar. Kosova’da UÇK çetelerine “bağımsızlık savaşçıları” maskesi giydirerek silahlandıran, Balkanlardaki konumunu güçlendirme ihtiyacındaki ABD emperyalizmidir. Bugün “uluslararası mahkeme”de yargılamaya aldığı Milosoviç gibilerini, Doğu Avrupa halk demokrasilerini yıkma eyleminin öncüleri olarak yetiştirenler de, Batılı emperyalist haydutlardan başkaları değildir. Polonya, Çekoslovakya ve Arnavutluk’ta gerici ayaklanmalar örgütleyip bu ülkelerin kapitalizme yeniden ve tam entegrasyonunu gerçekleştirmek için kanlı operasyonlar düzenleyenler, ABD emperyalizminin başını çektiği Batının sömürgeci güçleridir. Yugoslavya’yı bölerek yağmalayanlar, Cezayir’i kana bulayanlar, Ruanda’da bir milyona yakın insanın kasaplığını yapanlar, Falkland Adaları’na asker çıkarıp sömürgeciliğin tescilli temsilciliğini kimseye bırakmamaya kararlı olduklarını gösterenler, Filistin’de sömürgeci politikalarda ısrar edenler, Fransız, İngiliz, Amerikan ve Alman emperyalistlerinden başkaları değildir.
Kolombiya’da CIA tarafından örgütlenen işbirlikçi kontra çeteleri yoksul köylüleri kalabalık gruplar halinde katletmeye devam ediyorlar. Kolombiya gericiliğinin ve Latin ülkelerindeki bütün gerici hükümetlerin hamisi, ABD emperyalizmidir.
Irak, son örneklerden biri olarak, bugün de gündemdedir. Batı koalisyon ordularının 40 gün boyunca bombalayarak teslim almaya çalıştığı bu ülkede, birinci ve ikinci Körfez saldırılarıyla sağlanamayan kesin ve engelsiz boyunduruk, bugünün gelişmeleri fırsat sayılarak, gerçekleştirilmek istenmektedir. Irak’a uygulanan ve ABD’nin haydut şeflerinin başını çektikleri ambargo, bir milyona yakın Iraklı çocuk, kadın ve gencin, ilaçsızlık ve gıdasızlıktan kırımına yol açmışken; Batı başkentlerinin modern şatolarında oturanlar ve onların borazanlığını üstlenmiş besleme gazeteciler ordusu, “Saddam”ın terörü” ve “Batı uygarlığı”yla demokrasilerinden söz edebilmektedirler.
Burjuvazinin halklara saldırı için fırsat kolladığı ve burjuva demokrasisi üzerine vaazların kapitalist egemenliği korumaya hizmet ettiği, şimdi bir kez daha açıklık kazanıyor. 11 Eylül “terörist eylemi”nin bütün ülkelerde halklara karşı yeni saldırı dalgasının gerekçesi yapılması, bunu gösteriyor. Emperyalistler başı çektiler. ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, İspanya, İsviçre, Belçika, Danimarka gibi ülkelerde “iç güvenlik” gerekçesiyle yasalarda gerici kısıtlamalara gidilir ve polis-ordu birliklerinin birleşik operasyonlarına yasal dayanak sağlanırken; birçok ülkede generaller ve polis şefleri “teröre karşı mücadele” adına, “terörün tanımı”nı gündeme getirdiler ve sisteme karşı mücadele eden ve hak isteyen herkesin bu tanım içine alınması için çabalarını yoğunlaştırdılar. Alman Otto Schily’nin, Blair’in, Türk Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun açıklamaları; Türkiye gericiliğinin, NATO’nun 5. Maddesi’nin Avrupa’daki “Türk örgütlerine karşı uygulanması” isteği, Batı’da “Arap ve Müslüman” olanlarla “terör” arasında bağ kurulması ve İslam ülkelerinden gelenlerin potansiyel tehlike unsuru sayılmaları, bu yönlü gerici anlayışların ve politikaların göstergesi oldu. Hemen bütün Avrupa ülkelerinde, İngiltere ve ABD’de, Türkiye ve diğer birçok kapitalist ülkede, cephe gerisini sağlama alma anlayışıyla iç gericiliğin güçlendirilmesine hizmet eden birçok yasal değişiklik gündeme getirildi. Hemen her ülkede hükümetler, bu yeni durumu fırsat sayarak emekçilere karşı daha önce yapmak isteyip de belli ölçüde gerçekleştirmenin ötesine gidemedikleri daha azgın saldırı paketlerini açarak, siyasal ve sosyal hakların gaspına giriştiler. ABD, İngiltere ve AB üyesi ülkeler, vize başvurularına yeni engeller çıkarmayı, pasaportlara parmak izi eklemeyi; ordunun iç güvenlik görevlerinde kullanılması için yasal değişiklikler yapmayı; ev baskını, telefon ve diğer iletişim araçlarının kontrolü için polis yetkilerini genişletmeyi; istihbarat örgütlerinin herkesi fişlemelerini kolaylaştırmayı ve kişilere ait bilgilerin arşivlenmesini, basın-yayın organlarının sansür edilmesini, kitle eylemlerine saldırıyı kolaylaştırıp ekonominin askerileştirilmesi yönünde adımlar atmayı; bütçelerden savaş tekelleri yararına aktarmalar yapmayı vb. gündeme getirdiler. Birçok ülkede “şüpheli” yolcu uçaklarının vurulması için savunma bakanlarıyla genelkurmay başkanlarına yetki tanındı.
Bugün daha da kızışmış ve bir ölçüde silahlı çatışmalar düzeyine yükselmiş bulunan emperyalistler arası rekabet ve güç gösterilerinin nasıl gelişeceği ve kimin daha fazla hamle üstünlüğü sağlayacağı henüz açıklık kazanmış olmaktan uzaktır. Bu bakımdan bir belirsizlikten söz etmek mümkündür. Ancak dünya hâkimiyeti için yürütülen kavgada, askeri güçlerin hareketlenmesi de dâhil, daha tehlikeli araç ve yöntemler devreye girmeye başlamıştır. Halkların aleyhine olan bu gelişmeler, dünyanın yeniden kana bulanmasına yol açabilecek niteliktedir. Bu yönlü gelişmelerin önünün kesilmesi talebi, bizzat emekçiler tarafından hemen bütün ülkelerde sokaklara ve alanlara taşınmıştır. Kuşkusuz bu ön kesme ve engelleme ve dünyanın emperyalist kasaplarını durdurma, ancak emekçiler tarafından gerçekleştirilebilir.
Kasım 2001