Yaklaşan 2002 yılının Nâzım Hikmet yılı olarak ilan edilmesinin, sevindiren ve endişe yaratan özellikleri var. Her şeyden önce, “küreselleşme” propagandalarıyla bilimsel sosyalizmin bütün düşünsel mirasına, bir zamanlar dünyanın altıda biri üzerinde sürdürdüğü büyük ve başarılı egemenliğine, sosyalist inşa mücadelesi içinde yaratılan insani ve toplumsal değerlere karşı ağır bir saldırının gündemde olduğu bir zamanda Nâzım Hikmet’in anılması; işçi sınıfının mücadelesinin ve tarihi başarılarının anılması için de bir önemli fırsattır. Özetle söylenecek olursa, Nâzım’ın anılması, sosyalizmin ve komünizm ideallerinin kitlesel çapta yeniden konuşulur hale gelmesinin önemli bir bileşeni olacaktır; anmaların da hiç olmazsa bir bölümü buna hizmet edecek biçimde düzenlenecektir.
Hemen bu noktada, Nâzım anmalarının değişik çevre ve kurumlar tarafından gündeme alınmasının yarattığı endişe de boy gösteriyor. Nâzım’ın ideallerinin ve düşüncelerinin, komünizm uğruna sürdürdüğü mücadelenin, bir “oto-sansür” mekanizmasıyla örtülmesi tehlikesi vardır. Çeşitli vakıflar ve bankaların, bazı bakanlıkların, sanayicilerin “kültür hizmetleri” şubelerinin Nâzım etkinlikleri düzenlemeye hazırlanması, herkesin kendi meşrebine göre bir Nâzım tanımlamaya çalışmasıyla birlikte gelişecektir. Bu kaçınılmazdır. Ama çoğu kez bizzat Nâzım’ın kendisinin, bu sınırlamaları, çarpıtma girişimlerini, kasıtlı eksik bırakmaları yırtabilecek gücü de taşıdığını düşünerek, yapılacak her etkinliğin kendi amaçlarını aşan sonuçlar doğuracağını umabiliriz.
Bu noktada, Nâzım’ın idealleri ve mücadele gelenekleriyle günümüz sınıf mücadelesinin gerekleri arasında dolaysız bir bağ kuran çalışmalar, diğerlerinden köklü bir biçimde ayrılacaktır.
Her şeyden önce, böyle bir perspektif, Nâzım’ın “yaşayan bir Nâzım” halinde anılabilmesinin ve onu kitlelerle kucaklaştırabilmenin önkoşuludur. Bundan yoksun bütün girişimler, Nâzım’ı parçalar halinde anlatabilecek, öne çıkarılan özelliğe göre çarpıtılmış, yanlış, “yaşamayan” bir Nâzım portresi çıkaracaktır.
YURTSEVERLİK VE KOMÜNİSTLİK
Nâzım Hikmet’i, Sovyet Devrimi’ne çeken, onun bir taraftarı ve militanı haline getiren koşullar, bir yandan işgal altındaki kendi ülkesinin durumudur, diğer taraftan da, “ezilen halkların” mücadelesine özel bir önem veren Komünist Enternasyonal’in program ve taktikleridir. Sovyet Devrimi’nin zaferinden sonra, “Dünya Devrimi” kavramı üzerine Komintern içinde başlayan çok yönlü ve zengin tartışma içinde, Doğu halklarının ve emperyalizmin baskı ve sömürüsü altındaki bütün dünya halklarının mücadelesinin, proletarya devrimiyle olan bağı sorunu önemli bir yer tutuyordu. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin yurtsever aydınları arasında, Komintern’in geliştirdiği programlar ve özel olarak Sovyetler Birliği’nin sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin devrimi konusundaki tutumu, sosyalizme ve Sovyetler Birliği’ne karşı derin bir ilgi ve sempati duyguları yaratmıştı. Hindi-Çini’nden, Hindistan’a, Afganistan’a, İran ve Türkiye’ye kadar uzanan bütün bir Asya çapında, başta İngiliz emperyalizmine karşı olmak üzere, Fransız, Amerikan emperyalizmlerine ve sömürgeciliğine karşı savaşan ya da savaşmayı isteyen herkes için, sosyalizm ve Sovyetler Birliği rakipsiz kılavuzlar olarak görünüyordu.
İngiliz, Fransız, İtalyan emperyalizmleri ve onların bir eklentisi olarak harekete çekilen Yunan ordusunun işgali altındaki Türkiye’de, ulusal kurtuluş için bir yol arayanların başvurduğu ilk güç, Anadolu halkıydı. Özellikle Kurtuluş Savaşı’nın ilk kıvılcımları parlamaya başladığında, Anadolu’da olmak, imparatorluğun ve emperyalist işgalin merkezi olan İstanbul’dan uzaklaşmak, aydınlar için bir ahlak sorunu olarak biçimleniyordu. Nâzım Hikmet de aynı yolu seçti; Anadolu’ya geçti. Anadolu’da, Kurtuluş Savaşı sürecinde etkisi oldukça güçlü bir biçimde hissedilen Sovyet Devrimi’nin çekimine kapıldı. “Daha iyi bir eğitim almak için” önünde Berlin, Paris gibi seçenekler de varken, Bolu Ağır Ceza Mahkemesi Reisi Ziya Hilmi’nin etkisiyle, “sosyalist devrimden öğrenmek” için Moskova’ya gitmeye karar verdi. 1921 yazında Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesinden yaklaşık yedi ay sonra, “özgürlük kokan Batum’a” ulaştı. Moskova’da, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne (KUTV) kaydoldu.
Bu yol, emperyalizme ve yabancı kapitalizme karşı duyulan tepkilerin gittikçe yükselen bir bilinç eşliğinde, komünizme kadar uzanışının yoludur. Diğer bir deyişle, ulusal kurtuluş mücadelelerinin proleter devrimiyle kesiştiği tarihsel dönemeçte, birincisinden kaynaklanan duyguların ikincisinde bilinç bulmasının yoludur. Hiç kuşkusuz, bu özellik, emperyalizme karşı mücadelenin aynı zamanda bir bütün olarak kapitalizme karşı mücadeleye kadar yükseltilmesi gerektiği gerçeğinin günümüz dünyasında da geçerli olduğunu hatırlamak için bir vesiledir. Bu yüzden Nâzım, yalnızca bir “milli kurtuluşçu, yalnızca bir “yurtsever” değil, bütün bunların en yüksek bir bilinç içinde tanımlanması anlamına gelen komünistliği ile anılmalıdır. Çünkü onun yurtseverliği, yalnızca komünizm için geçici bir basamak değil, aynı zamanda enternasyonalist komünist kimliğinin sürekli ve ayrılmaz bir parçasıdır.
COŞKU, HEYECAN VE BİLİNÇ
Nâzım, özellikle son zamanlarda aşırı duygusallığı ve heyecanlı kişiliği dolayısıyla komünizme “romantik olarak bağlanmış” birisi olarak tanıtılmaya çalışılmaktadır. “Yirmisinde komünist, kırkından sonra demokrat” kalıbına uygun bu yorumlar, büyük ölçüde yorum sahiplerinin durumunu anlatmaktadır. Nâzım’ı evcilleştirmek, egemen kültürün bir parçası halinde “kabul edilebilir” şekle sokmak için uydurulmuş olan bu öykünün gerçekle ilişkisi yoktur. Nâzım Hikmet, dönemindeki pek çok komünist gibi, zaman zaman SSCB’nin uygulamalarıyla, TKP’nin taktikleriyle çelişen tutumlar göstermiş, görüş ayrılıklarına düşmüştür. Yine o dönemde TKP içindeki çekişmelerin, yozlaşmış ilişkilerin bir sonucu olarak, “Troçkist, polis ajanı” gibi karalamalara da hedef olmuştur. Siyasal mücadele hayatının kaçınılmaz zikzakları, sıçramaları, farklılaşmaları ve kavgaları, Nâzım’ın hayatında da görülmüştür. Ancak bunlar, Nâzım Hikmet’in, bilimsel sosyalizme, proleter devrimi mücadelesine bağlılığını zedelememiş, önüne açılan bütün “düzenle uzlaşma, iktidarın adamı olma” olanaklarını, kesin bir tavırla reddetmiştir. Önünde, Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör gibi “parlak” örnekler vardı ve pek çok “hevesli, romantik komünist” gibi o da, “boş hayaller bunlar” diyerek dönebilirdi. Ne var ki, Nâzım Hikmet, Marx’ın, Lenin’in bilimsel ve siyasal mirasını köklü bir biçimde benimsemiş, dünya devrimine inanmış, sosyalist inşanın büyük güçlükleri içindeki SSCB’nin kimileri için döneklik nedeni olan eksiklik ve zaaflarını esası örtecek ölçüde abartmamıştır. Eleştirilerinde de, muhalefetinde de daima “proletarya açısından” mevzilenmeye çalışmış, büyük bir içtenlikle, art niyetsiz davranmıştır. Bunu o zamanın koşulları, olanakları içinde başarıp başaramadığı, kendisinin de hatalar ve zaaflar taşıyıp taşımadığı ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ancak eleştirileri ve muhalefeti, asla burjuvazinin açısından, ya da burjuvazinin değirmenine su taşıyacak içerikte olmamıştır. SSCB-KP’de, Komintern’de ve TKP’de büyük iç tartışmaların, yurtta ve dünyada yaşanan hızlı değişimlerin de etkisiyle büyük kopuşların, ihanetlerin yaşandığı uzun dönem boyunca, Nâzım Hikmet, komünizme en saf haliyle bağlı kalmış, “büyük kurtuluş gününe” olan inancını kaybetmeden ölmüştür.
Onun saf bir romantik, duygusal bir ütopyacı, iyi niyetinin kurbanı olmuş bir enayi olarak anılması ve tanıtılması, hayatının temel özelliklerinin tümüyle yok edilmesi anlamına gelecektir.
YALNIZCA BÜYÜK BİR ŞAİR, BAŞKA? …
Nâzım Hikmet’in çok yönlü bir sanatçı, büyük bir şair olduğunu kimse inkâr edemiyor. Kimi zaman, bir komünistin bu kadar yüksek sanatsal özellikleri nasıl olup da kendisinde taşıdığına hayret edenler, hatta “ah bir de komünist olmasaydı, kim bilir daha neler yapardı” diyebilenler bile çıkıyor!
Nâzım Hikmet, çağdaşı pek çok komünist şair, sanatçı, yazar gibi, dünyanın büyük karmaşasının, devrimci değişim döneminin ürünüdür. Zekâ, yetenek, duygu derinliği gibi, her zaman ve herkeste olabilecek kişisel özelliklerin, hangi atmosferde hareket ettiği ve ne yapmak için kullanıldığı, önemli bir ayrım noktası doğurur. Nâzım Hikmet’in sanatsal özelliklerinin, yeteneklerinin, duygu derinliğinin olağanüstü bir biçimde görünebilmesini olanaklı kılan şey, doğrudan doğruya dünya görüşüdür, ister aşktan söz etsin, ister doğadan, bireysel özlemlerden, her şiirini dünya görüşüne bağlayan, örtük-açık bağlantılar vardır; şiirine gücünü veren de budur. Komünizm, yalnızca diyalektik ve tarihsel materyalizm ve sınıfsız toplum teorisi olarak ya da bir tez veya özlem olarak değil, bir hayat biçimi olarak eserine sinmiştir.
Komünistler, bir çift sözüm var size: ister devlet başında olun, ister zindanda, ister sıra neferi, ister parti kâtibi, Lenin girebilmeli, her zaman, her mekânda işinize, evinize, bütün ömrünüze kendi işi, öz evi, kendi ömrüymüş gibi.
Bu görüşü, siyasal mücadelesine, parti hayatına uygulamaya çalışmakla kalmamış, sanatında da egemen kılmıştır.
SOSYALİST REALİZM
Nâzım Hikmet’in sanata ilişkin görüşleri, günümüzde çokça karalanan, uzak durulması gereken bir “geçici hastalık” gibi üzerinde konuşulan “sosyalist gerçekçilik” akımı içinde kalmıştır. Militan-partizan bir sanata inanıyordu ve sanatının bütün açılımlarını bunun içinde gerçekleştirmiştir. Bu temel görüş içinde, değişik sanat akımlarının olanaklarını (sürrealizm, dadacılık, fütürizm vs.) kullanmış, sosyalist gerçekçiliğin günümüzdeki muarızlarının iddia ettiklerinin aksine, bunun bir kalıp, cendere, reçetecilik vs. olmadığını da göstermiştir.
Devrimci bir “romantizm”, olumlu kahramanlara verilen önem, tarihsel iyimserlik, sınıfa ve partiye, sosyalizme bağlılık, halk sevgisi gibi “sosyalist gerçekçiliğin” özellikleri olarak sayılan unsurlar, onun bütün eserinin vazgeçilmez özellikleridir.
İŞÇİLER, EMEKÇİLER, GENÇLER…
Nâzım Hikmet, bir “kitle” şairidir.
Bu üç anlamda da doğrudur.
Birincisi, daima dünyayı değiştirecek gerçek güç olarak gördüğü emek yığınları için yazmış, mutlak biçimde onların safını tutmuş, kavgalarında taraf olmuş, onları sosyalizm yoluna seferber etmenin bir aracı olarak sanatını kullanmıştır. Yine muarızların ileri sürdüklerinin aksine, bu yönelim, sanatsal niteliklerinde herhangi bir eksikliğe, geriliğe yol açmamıştır.
İkincisi, geniş kitleler tarafından, her sınıftan insan tarafından açıkça anlaşabilecek tarzda yazmıştır. Bunun karşılığını da, kahve köşelerinden, evlere, okullardan, kışlalara kadar her yerde, işçi, emekçi, küçük burjuva-burjuva herkes tarafından üstelik gizli gizli okunarak, almıştır.
Üçüncüsü, Nâzım Hikmet şiiri, büyük çoğunlukla bağıra bağıra, kitle gösterilerinde, meydanlarda okunacak bir şiirdir.
Hem kitleler için, hem de kitleler tarafından okunabilecek bu şiirin gücü, yine onun dayandığı dünya görüşünden gelmektedir. Kitleleri aydınlatmak, uyandırmak, kendi kurtuluşları için seferber etmek için yazılan şiirlerin, kitlelere inanmadan, onların gücüne güvenmeden ve geleceğe umut beslemeden yazılabilmesi olanaksızdır. Bu şiirler, yapmacık, güdülenmiş, öyle gerektiği için yazılmış şiirler değillerdir. İnanç, güven ve umut soyut-ahlaki kavramlar olarak değil, sosyalizm mücadelesinin somut pratiği içinde edinilmiş deneylere dayanan bilinç unsurları olarak Nâzım Hikmet şiirinde yerini almıştır.
YAŞAYAN BİR NÂZIM İÇİN
Nâzım Hikmet anmalarının “yaşayan bir Nâzım” temel kavramına dayanabilmesi için, gözetilmesi gereken asgari özellikler bunlardır. Önemli olan, Nâzım’ı, günümüzün işçi-emekçi mücadelesi içinde “yaşayan bir Nâzım” haline getirebilmektir. Öyleyse yalnızca bu özelliklerle donanmış olmak da yetmeyecektir. Nâzım Hikmet’i yeniden “kitlelerin kendileri için ve kitleler tarafından” sevilen-okunan bir şair haline getirebilmek, onu günümüz mücadelesine bağlamakla, mücadele eden kitleler içinde ona gereken yeri açmakla mümkün olabilecektir.
Emperyalizme ve savaşa karşı mücadele, Nâzım Hikmet şiiri için en uygun iklimi sunmaktadır. Bildirilerde, pankartlarda, söylevlerde onun mısralarına yer vermek, her toplantıda “uyarma getirip” bir şiirini okumak, hem Nâzım’la kitleleri buluşturmak için, hem de propagandanın ve ajitasyonun gücünü arttırmak için gereklidir.
Aynı biçimde, sosyal ve ekonomik hakları için mücadele eden işçi ve emekçilerin bir araya geldikleri her yerde, grevlerde, sendika-parti toplantılarında, sohbetlerde, Nâzım Hikmet şiirleri okunabilir, okunmalıdır.
Yurtseverlik, işçi ve emekçi kitlelerine sevgi ve güven, sosyalizm uğruna mücadele, partili olmak, gericiliğin bütün biçimlerine karşı savaş, aşk, doğa sevgisi, tarih, insan sevgisi, emek ve sermaye arasındaki mücadele, emperyalizm… Emek mücadelesinin, hayatın bütün alanlarını ve biçimlerini kapsadığını unutmadan yürütülecek bir çalışmanın, Nâzım Hikmet olmadan yapılmasının, eksik ve renksiz, heyecansız olacağını unutmamak gerekiyor.
Her konuda, sağlam bilimsel temellere dayanan, duygu ve heyecan yüklü şiirleriyle Nâzım Hikmet’i, emek mücadelesinin esaslı bir desteği halinde, yanımıza çağırabiliriz. O gelmeye hazır, bekliyor.
Kasım 2001