Arnavutluk halkının ayaklanması üzerinde dururken, bu küçük ülkeye dair bir olgunun altı kalın bir çizgiyle çizilmelidir. Zira bu ayırt edici olgu dikkate alınmadan Arnavutluk’un yakın geçmişiyle bugünü tam anlaşılamaz. Bu olgu kısaca şöyle ifade edilebilir:
Sosyalist Arnavutluk, uluslararası muzaffer proletaryanın yitirdiği son kaledir. Bu özgün durumunun da bir sonucu olarak, 40 yıl boyunca emperyalizme ve sosyal-emperyalizme, hemen hemen tek başına ve öz gücüne dayanarak boyun eğmeyen Arnavutluk halkı ve proletaryası, son kale olarak düşmenin bedelini de çok ağır ödedi. Düştüğü koşullar itibarıyla bu küçük sosyalist ülke, azgın ve pervasız anti-komünist saldırganlığı tüm yönleri ve yoğunluğuyla yaşadı. Arnavutluk’un bu durumu, dolayısıyla, saldırganlığın bu türünün tüm dünyada kaçınılmaz olarak doğurmakta olduğu bütün sonuçlarının da yoğun bir şekilde ortaya çıkmasını beraberinde getirdi.
Neydi bu sonuçlar?
Sözüm ona sosyalist Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin çöküşünde rastlanılmayan bir saldırganlığı yaşayan Arnavutluk, kelimenin tam anlamıyla, bir harabeye dönüştürüldü. Karşıdevrimci güçlerce, bir yandan azgınca yağmalandı, diğer yandan “sosyalizmden kalma” denilerek her şey yıkıldı, tahrip edildi. Tarihe ideolojik Vandalizm olarak geçecek bu saldırganlık sonucunda; asfalt ve demiryolları söküldü; okullar, yuva ve kreşler masa ve camlarıyla birlikte paramparça edildi; fabrikaların kapısına kilit vuruldu ya da iş makineleri tahrip edildi; yüz binlerce işçi ve devlet görevlisi işsiz-güçsüz bırakıldı; bu gelişmelere doğrudan ya da dolaylı karşı koyan tüm devrimci ve komünistler, başta ordu olmak üzere devlet kurumlarından ve toplumsal yaşantının tüm alanlarından tasfiye edildiler. Kısacası, Arnavutluk’ta; toplumsal güçler ve örgütlenmeler çözüldü. İşçi sınıfı üretimden koparılıp sokağa itildi. Köylerde, toprağın yeniden paylaşılmasını gizlemek amacıyla, yeniden kan davaları kışkırtıldı. Birçok köylü, hasattan çok can derdine düştü. Başta İtalyan ve Yunan televizyonları olmak üzere, emperyalist propaganda odaklarının yıllarca kustukları zehirin etkisinde kalan gençlik, büyük umutlarla yurtdışına göç etti. Gidip gerçekleri yerinde gören gençler, zengin olmak bir yana, ülkede bıraktıkları yakınlarının tek gelir kaynağı oldular. Arnavutluk, hem devlet olarak, hem de halk olarak, dışarıdan beslenir hale getirildi.
Bu arada Berişa ve şürekâsı, dışta emperyalist devletlerin, içte ise palazlanma fırsatı bulmuş bir avuç üst düzey bürokratla, tüccar ve bankerin politik desteğine dayanan gerici bir rejim kurdu. Bir önceki yıl yapılan (ve SP’nin kazandığından şüphe duyulmayan) seçimlerde de görüldüğü gibi, bu rejim, göz göre göre seçim sonuçlarını hileyle değiştirmekten de sakınmadan, baskı ve terörle her türlü muhalefeti ezdi. Berişa iktidarı, esasında Kosovalı milliyetçiler ile sosyalist düzende halk düşmanı olarak yargılanan unsurlardan oluşturduğu gizli polis örgütü SKlH aracılığıyla koyu bir terör estirdi. Keyfi gözaltılar, göstermelik yargılamalar, yargısız infazlar, adam kaçırmalar, işkence ve baskılar, asgari burjuva özgürlük haklarının sistematik bir şekilde çiğnenmesi vb.; tüm bunlar ülkedeki politik yaşantıyı karakterize eden olgular durumuna geldi.
İşte tarihinde boyun eğmektense aç kalmayı göze almayı öğrenen bu onurlu halk, şubat ayında, bu yıkıcı ve aşağılayıcı koşullara karşı ayaklandı.
AYAKLANMANIN ANLAMI
Arnavutluk’taki halk ayaklanmasının gerçek nedeni “Piramit soygunu” değildi. Bu, olsa olsa bardağı taşıran son damlaydı. Ayaklanma boyunca kesintisiz faaliyet yürüten emperyalist propaganda odakları, asıl temellerine yukarıda dikkat çektiğimiz halk ayaklanmasını, “Piramit dolandırıcılığına silahla tepki gösteren “asiler”in başıboş eylemi derekesine indirgedi. Bu odaklara göre, dolandırıcılığın bu basit ve kaba türü kapitalizme geçen eski sosyalist ülkeler için tipikti. Yıllarca birçok şeyden mahrum bırakılan insanlar, gerek bastırılan bu özlemleri, gerekse vaat edildiği üzere kısa yoldan zengin olma ümitleri dolayısıyla, istismarcı mali düzenbazlara kolay yem olmaktaydılar. Rusya, Romanya, Bulgaristan, eski Yugoslavya ve Çekoslovakya’da görülen “piramit şirketleri iflasları”, bu olayın tek başına Arnavutluk’a has olmadığını, tersine bunun “eski sosyalist ülkelere özgü” olduğunu göstermekteydi.
Şüphesiz, kapitalizmle ilgili (özellikle de bu emperyalist propaganda odaklarınca) yaratılan yanılsamalar nedeniyle, eski sosyalist ülke ya da sosyalist biçimleri muhafaza eden ülkelerin insanlarının daha kolay aldatılabildiği bir gerçektir. Ancak, asıl uğraşları gerçekleri çarpıtmak olan bu odakların üzerinde durmadığı, daha doğrusu duramadığı, Arnavutluk’taki halk tepkisinin neden diğer “sosyalist” ülkelerde ortaya çıkan tepkilerden farklı geliştiğidir. Oysa Arnavutluk’u diğer ülkelerden ayırt eden tam da bu nokta değil midir? Ekonomisi, temelleri itibarıyla tahrip edilen, ciddi bir sanayi üretimi olmayan, toplumsal bakımdan çözülmüş bulunan ve her türlü toplumsal örgütlenmenin tasfiye edildiği bir ülkede, böylesi bir ayaklanmanın ortaya çıkması ve nesnel olarak iktidar sorununu gündeme getirmesi nasıl mümkün olabilmiştir? Başta eski Yugoslavya olmak üzere, Balkanlar’da halkları birbirlerine boğazlatan, anlamsız savaşlara sürükleyen emperyalistler, bu iğrenç ve insanlık düşmanı politikalarıyla Arnavutluk’ta neden başarılı olamamışlardır? Arnavutluk’ta; Katolik-Müslüman, Güney-Kuzey, azınlık sorunları, monarşistler-cumhuriyetçiler vb. sahte ve yanıltıcı ayrım ve gerginlikler yaratma girişimleri neden sonuç vermemiştir? Kuşkusuz, asıl yanıtlanması gereken, ancak gündeme getirilmesinden bile özenle kaçınılan sorular bunlardı. Gerçek şuydu ki, 40 yıl Balkanlarda “aykırı bir ses” olagelen Arnavutluk, bir kez daha, emperyalizmin ve bölge gericiliğinin plan ve amaçları karşısında “aykırı” bir tutum sergilemişti.
Bu küçük, fakat onurlu ülkeyi, dünya işçi ve emekçilerine onlarca yıl boyunca “sosyalist” olarak yutturulan diğer ülkelerden ayıran pek çok özellik vardı. Her şeyden önce, Ramiz Alia önderliğindeki AEP, emperyalizm karşısında diz çökerken, bu ülkede gerçek bir sosyalist sistem söz konusuydu. Sömürücü bir sınıf henüz oluşmamıştı. Berişa bile, revizyonist ülkelerdeki gibi sömürücü bir sınıfı hazır bulamadığından, iktidarına toplumsal bir dayanağı doğru dürüst yaratamadan halkın hedefi haline geldi.
Arnavutluk’taki halk ayaklanması esasında kendiliğinden bir ayaklanmaydı. Ayaklanmanın gerisinde bilinçli ve yöntemli bir hazırlık yoktu. Oysa kendiliğinden, hazırlıksız ve iyi örgütlenmiş bir politik önderlikten yoksun olan ayaklanmaların yazgısı, genellikle, karşı-devrimin güçlerince şiddetle ezilmektir. Arnavutluk’taki silahlı ayaklanmanın ise böyle bir kaderi paylaşmamasının ana nedeni, ordunun ayaklanma esnasında aldığı tutumdu. Ayaklanmanın patlak verdiği yerlerde, asker ve subaylar, silahlanmak için kışlalara yönelen halka ateş açmadı. Çoğu yerde subay, asker ve polisler silahlarıyla birlikte halkın saflarına geçtiler ve generallerin, emniyet müdürlerinin ve Tiran’ın emirlerini tanımadıklarını açıkladılar. (Örneğin 19 MIG savaş uçağının bulunduğu ikinci büyük hava üssünün direnişçilerin eline geçmesinden önce, üssün pilot ve komutanları, OHAL Komutanına üsse iniş izni vermediler. Cirokastra yakınlarındaki sivil araçlara ateş açma emri alan iki askeri pilot ise, bu emri yerine getirmemek için uçaklarıyla birlikte İtalya’ya kaçtı.) Ordunun (ve sonradan kısmen de polisin) bu tutumu genel bir tutum halini aldığı için, iktidar, OHAL ilanında, itaat etmeyen askeri güçleri askeri mahkemelerde yargılamakla tehdit etti, ancak bu tehdidiyle de bir sonuç alamadı. Cirokastra ve Saranda’da olduğu gibi, oluşturulan Halk Komitelerinde bazı emekli generaller de yer aldı. Zamanında orduda üst düzeyde görev yapmış bazı subaylar, ayaklanmaya askeri yönden önderlik etmeye yöneldiler. Kısacası, bir üst düzey, subayın ifadesiyle, “ordu halkın yanında”ydı. Ordunun söz konusu tutumunda, sosyalist Arnavutluk’un halk ordusuna verdiği eğitim ve saflarında kök saldığı halkın ordusu olma anlayışının esasta belirleyici olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.
Öte yandan ayaklanmanın, tüm zaaflarına karşın bilinen konumu ve mevzileri yakalayabilmesinin bir diğer nedeni de, Arnavutluk halkının yakın tarihinden, özellikle de halk devrimi ve Enver Hoca döneminden devraldığı devrimci erdem ve gelenekleri yitirmemesi, bunları yeniden anımsaması ve bu ruhla hareket etmesiydi. Tek tek insanlar için her ne kadar, “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” denilebilinse de, bu, halk ve sınıflar için geçerli değildir. Günümüzün pek çok olayı, halkın ve sınıfların, salt o anki bilinçleriyle hareket etmediklerini, tayin edici anlarda “tarihi bilinçleri”ne göre de davrandıklarını ortaya koymaktadır. Arnavutluk halkı da böyle davrandı.
Arnavutluk’ta sosyalizm yıkılmıştı ama hiçbir şey boşuna gitmemişti! Halkın bilincinde ve duygularında hâlâ sosyalizmin kalıntıları ve izleri vardı ve bunlar halkın kendiliğinden ayaklanmasına yön vermekteydi!
Derinlemesine kavranması gereken bu olgu ve diğer faktörlerin ayaklanmaya kazandırdığı özellikler, bilindiği gibi, emperyalizmin ve bölge gericiliğinin yüreğine büyük bir korku saldı. Emperyalistlerin sadece nevrini döndürmekle kalmayıp eteklerinin de tutuşmasına yol açan bu silahlı ayaklanmadan duyulan korkunun gerisinde, burjuva basınında ifade edildiği gibi, anlamsız herhangi bir “Balkan savaşı”nın patlaması durmuyordu. Korkulan, öncelikle emperyalist devletlerin yaslandığı iç gericiliklere yönelen anti-emperyalist bir dalganın Balkanları kaplamasıydı. Zira Arnavutluk halkının tepkisi tam da bu özelliğiyle bölge ülkelerinde meydana gelen gelişmelerden ayrışmaktaydı. Kısacası, bu küçük ülke, bir kez daha, çok kötü bir örnek teşkil ediyordu! Bu küçük ülke tezgâhlanmakta olan birçok emperyalist planı altüst edebilirdi!
Ayaklanma karşısında yekpare harekete geçen emperyalistlerin, yanlış bir durum tahlilinden yola çıkmadıkları hemen görüldü. Ayaklanma, kısa sürede, bölge ve çevre halklarının sempati ve saygısını kazanmaya başladı. Örneğin ayaklanma sürerken, komşu Makedonya’daki bankerzedeler de sokaklara döküldü. Rusya’da İzvestiya gazetesi, ayaklanmanın Rusya’ya sıçrayıp sıçramayacağı sorusunu kaygıyla gündeme getirdi. Ayaklanma Tiran sokaklarına sıçradığı sırada ise, “Rus yetkililerin Arnavutluk’taki ayaklanmanın “Rusya’da da meydana gelebileceği korkusu üzerine önlem aldıkları” haberleri yayıldı. Alınan ‘önlemler’in başında, Rus subaylarının ekonomik ve sosyal koşullarının düzeltilmesi geldiği bildirildi. Yunanistan’da ayaklanmayı desteklemek amacıyla yapılan mitinglerde anti-emperyalist sloganlar öne çıktı. Bu koşullarda, Yunan hükümeti, Arnavutluk’taki gelişmelerin “tüm bölge için tehlike oluşturduğunu” ileri sürerek NATO’nun askeri müdahalede bulunmasını istedi.
Arnavutluk’taki karşı-devrimin yardımına; politik, diplomatik, ekonomik ve askeri bütün olanak ve deneyimiyle, dünya karşıdevrimi yetişti. Yiğit ama örgütsüz halkın, kahraman ama pratik politik önderlikten mahrum ayaklanmacıların karşısında, dünya karşı-devrimi mevzilendi. Emperyalizm etkinliğini fiilen geliştirebilmek için, içerden yeni bir işbirlikçi güce dayanmak zorundaydı. Bu işbirlikçi gücü, bu onurlu halkın böylesi ağır koşullara sürüklenmesinde baş sorumluluğu taşıyanlarda buldu: Sosyalist Parti (SP) ikinci kez Arnavutluk halkını arkadan hançerledi. SP’yi temsilen Berişa başkanlığında başbakanlık görevini yürüten Başkim Fino(!), adının hakkını verdi!
AYAKLANMACILARIN İKİRCİKLİ TUTUMU
Ayaklanma dönemlerinde, mücadelenin belirli bir anında alınması gerekli olup da alınmayan bir tutum, gösterilmesi gerekli olup da gösterilmeyen bir girişkenlik, çoğu kez ayaklanmanın bütün kaderini değiştirecek gelişmelerin önünü açabilmektedir. Arnavutluk’taki ayaklanma, uluslararası proletaryanın bu tarihsel deneyiminin önemini bir kez daha ortaya koydu.
Belirtmek gerekir ki, Arnavutluk’taki halk ayaklanması nesnel olarak iktidar sorununu gündeme getirdi, ancak öznel olarak böyle bir perspektife ayaklanma boyunca tam sahip olamadı. Silahlı halk güçleri başkent Tiran’a yürümedi, yürümekle tehdit ettiler sadece. Ayrıca “Tiran’a yürüyüş”ün hedefini iktidarı ele geçirmek olarak da belirlemediler, tersine amaçları, gitmekte direten Berişa ve kliğini kendi elleriyle alaşağı etmekti. (Tiran’ın ele geçirilmesi durumunda, devrimci ve komünistlerin bu mevziiyi doğrudan halkın iktidarına dönüştürme olanaklarını yakalayabilecekleri gerçeği, sorunun başka bir yönüdür.)
Öte yandan sorun sadece Tiran’a yürünmemesiyle de sınırlı değildi. Örneğin Ayaklanma ya da Halk Komiteleri, ‘kuruldukları yerlerde, nesnel olarak iktidar organları olmalarına karşın, kendilerini gerçekte iktidar organları olarak görmediler. (Vlora Halk Komitesi’nin kent yaşamının çeşitli sorunlarına ilişkin iktidarını icra etmede sergilediği çekingenlik ve pasiflik bunun somut bir belirtisiydi.) Komiteler kendilerini neyin organları olarak gördüler? Berişa’yı iktidardan uzaklaştırmanın kuvvetleri olarak. Peki, Berişa’nın yerine kim gelecekti? Bunu seçimler belirleyecekti! Ya seçimleri kim düzenleyecekti, hangi politik otorite bunu sağlayacaktı? Yanıtı, bir soru işaretidir!
Ayaklanmanın sürükleyici önder güçlerinin; ayaklanmanın gerektirdiği görevleri tam ve zamanında anladıkları, açık siyasal bir kimlikle ayaklanmanın tümüne önderlik etmenin ertelenemez bir zorunluluk olduğunu gördükleri, devrimci taktik sloganları hızla değişen koşullara göre yenileyip geliştirmeyi bildikleri, ayaklanmanın politik ve ideolojik platformunda beliren zaafları doğru ve zamanında saptadıkları, ayaklanmaya katılan emekçi sınıf ve katmanların sınıfsal özellikleri ve taleplerini yeterince dikkate aldıkları söylenemez. Silahlı ayaklanma, sürükleyici güçlerinin bu ciddi zaaflarını hiçbir şekilde affetmedi.
Silahlı halkın; Berişa iktidarına ültimatom verdiği, ültimatomun dikkate alınmaması durumunda “Tiran’a silahlı yürüyüş” yapacağını ilan ettiği günden yaklaşık 10 gün öncesinin koşulları göz önüne getirildiğinde, ortaya çıkan tablo şudur: SP, ayaklanmanın sistemin bizzat varlığını tehdit eder boyutlara geldiğini görerek, emperyalistlerin direktifleri doğrultusunda Berişa ile sistemin bekası için diyalog ve uzlaşma görüşmeleri başlatıyor. Tiran’daki uzlaşma görüşmelerine rağmen, ayaklanma yayılmaya devam ediyor. Berişa, silahların bırakılması şartıyla, seçimlere gitmeyi kabul etmesine ve halka tanıdığı 48 saatlik sürenin uzatılması talebinin SP tarafından (!) ileri sürülmesine karşın, ayaklanma yayılma hızını yitirmeden ilerliyor. Ve nihayet Berişa ile uzlaşarak başbakan olan SP’li Fino’nun ilk açıklaması, silahların bırakılması çağrısı olmasına rağmen, ayaklanma durmadığı gibi doğrultusunu kuzeye, Tiran’a yöneltiyor.
Görüldüğü üzere, SP, emperyalistlerin direktifleri ve çıkarları doğrultusunda silahlı halk ayaklanmasını devrimci mecrasından çıkartabilmek için tüm karşı-devrimci hünerini ortaya koymakta. Ve o anın kritik özellikleri nedeniyle, bunu bizzat açıktan yapmak zorunda kalmış bulunmakta. Ayaklanma sürecinin, politik taktikler bakımından en kritik olan bu anın özelliği neydi? Bu anın özelliği; SP’den beklentileri olan komite üyelerinin de ciddi tereddütler geçirdiği; Berişa’ya karşı SP’yi tercih eden kitlelerin kuşkuya düştüğü; savaşım halindeki kitlelerin psikolojisinde, iki seçenekten birisi üzerinde artık karara varma aşamasına gelindiği, yani; ya bu ayaklanmayı kendi öz gücünden başka hiçbir kimseye dayanmadan sonuna kadar götürme kararını verme gerekliliğini pratik bir dürtü olarak algılayacağı, ya da halkın bu iddiasını, saflarında gördüğü bir gücün (SP) yol açtığı tereddüt ve kuşkuların da etkisiyle, yitirme duygusunun gelişme olanağını bulacağı bir an olmasıydı. Ayaklanmanın önder güçleri, bu anın özelliğini doğru değerlendiremediklerinden; aradan geçen on gün zarfında, söz konusu ikinci ihtimal halk güçleri saflarında gelişme olanağı bulabildi. Politik bakımdan net bir tutumun ortaya koyulamaması, gerekli devrimci girişkenlik ve kararlılığın gösterilememesi sonucu, “Tiran’a yürüme” ültimatomu boş çıktı. Beklenildi. Komiteler, Tiran’daki görüşmelere taraf olarak katılıp katılmama üzerine tartıştılar.
“Ayaklanma ile asla oynanılmaz, ama bir kere başlatıldı mı da sonuna kadar götürülür. Belirleyici yer ve zamanda güçlerin ezici çoğunluğu toplanmalıdır, yoksa daha iyi bir eğitime ve örgütlenmeye sahip olan düşman, isyancıları imha eder. Ayaklanma bir kere başlatıldı mı, büyük bir kararlılık içinde hareket etmek ve her şart altında ve mutlaka saldırıya geçmek gerekir. Savunma, her silahlı ayaklanma için ölüm demektir. Düşmanı gafil avlamaya ve birliklerinin henüz dağınık olduğu anı kollamaya gayret edilmelidir.
Önemli olan her gün (söz konusu bir şehirse ‘her saat’ diyebiliriz) küçük de olsa yeni başarılar elde etmek ve her ne pahasına olursa olsun ‘moral üstünlüğü’ korumaktır.” (Lenin)
Tiran’a saldırmayan devrimci güçler, böylelikle “moral üstünlüğü”nü de karşıdevrime kaptırdılar. “Sahte bir yemle bir hakikat balığı tutan ” emperyalistler, derin bir nefes alabilirdi artık! Son tahlilde hep kuvvetin çözdüğü temel toplumsal sorunlar, artık yeniden, emperyalistlerin ve karşıdevrimin kendisini emin ve üstün hissettiği düzen sınırlarına hapsedilebilirdi!
Halk ayaklanması bizzat bu sınırları yararak, Fatos Nano’yu cezaevinden kurtarmıştı. Nano ise, emperyalistleri hayal kırıklığına uğratmayarak, silahlı halkın devrimci hareketini burjuva parlamentosunun pis gübre kokan o daracık salonuna sıkıştırdı! Nano, muhtemeldir ki, bu salonun kapısına sırtını dayayarak, şu İspanyol atasözünü mırıldanmıştır: “Pelerinimin altında, Kralı bile öldürebilirim!”
Oysa Tiran’a yürüme kararlılığı gösterilebilseydi, o ana kadar yapılan bütün hatalara rağmen, başarı elde etme ve SP’nin etkinliğini alabildiğince sınırlama olanakları vardı. Berişa kaçmak üzereydi. Korumaları ‘bir yere gitmeyeceksin’ diye alnına silahı dayadığı için kaçamamıştı! Ayaklanmanın en kararlı ve dinamik kesimini teşkil eden Arnavut gençleri, Deniz Kuvvetleri’nin hücumbotlarını ele geçirmelerine rağmen, ülkeyi terk etmemişlerdi! Savaşmaya hazır olan gençler, ültimatomun arkası gelmeyince denize açıldılar…
Bugün varılan nokta nedir? İşgal etmekten çok yukarıda belirtilen “çözümü” güvenceye almak için emperyalistlerce konuşlandırılan yabancı askeri birlikler ülkeyi terk etmiş; SP’nin zaferiyle sonuçlanan parlamento ve başkanlık seçimleri gerçekleştirilmiş ve halkın zamanında reddettiği “Berişa Anayasası”nın yerini alacak, nispeten “liberal bir anayasa” için çalışmalar başlatılmıştır. Geriye, karşı-devrim açısından böylesi koşullarda her zaman temel sorun olan (“ezilen sınıfın elinde silah var mı?’) sorunun çözülmesi kalmıştır. Politik silahsızlandırmayı askeri silahsızlandırma izlemektedir. Halkın silahsızlandırılması gündemdeyken, emperyalist devletlerin de yardımıyla yeni bir düzenli ordu kurulmaktadır.
Arnavutluk’ta artık “yeni” bir dönem başlamış bulunmaktadır. “Yeni” dönem, yeni mücadele biçimlerini beraberinde getirecektir. Kuşkusuz, Arnavutluk halkı, her şeye karşın, son sözünü söylememiştir.
ÇIKARILMASI GEREKEN SONUÇLAR
Buraya kadar belirtilenlerden şu özet sonuçlar çıkarılabilir:
— Toplumsal bakımdan çözülmesine ve herhangi bir ciddi örgütlenmeden yoksun olmasına karşın, Arnavutluk halkının; emperyalizmin ve dünya gericiliğinin, kesin zaferini üstüne basa basa tekrarlayıp durduğu ve mağrur bir edayla proleter ve halk devrimlerinin tarihten bir sapma olduğunu ilan ettiği koşullarda gerçekleştirdiği ayaklanma, uluslararası devrimci proletarya açısından bugün özellikle öne çıkarılması gereken farklı bir tepkidir. Ayaklanmanın sonucu, bu tepkinin anlamını değiştirmemektedir. Bu tepki; başta Balkan halkları olmak üzere dünyanın ezilen halklarına, emperyalizmin yerli işbirlikçilerine yaslanarak dayattığı; sömürgeleşmeye, soygun ve talana, mutlak yoksullaşmaya, etnik kışkırtma ve gerici savaşlara karşı alınması gereken tutumun nasıl olması gerektiğini göstermektedir. Uluslararası proletaryanın bugünkü kuşağının bu tepkiden ayrıca öğreneceği şey, revizyonizmin değil, gerçek proletarya sosyalizminin hiçbir kazanımının boşuna gitmediği, gitmeyeceği ve bugün vermekte olduğu mücadelesinde bu şanlı ve zengin tarihinin bilgisi ve tecrübesine dayanabileceği, dayanması gerektiği ve ilk muharebeleri veren proletarya ordularından bu açıdan daha avantajlı ve şanslı olduğudur.
— Ortaya çıktığı süreç itibarıyla, Arnavutluk halkının silahlı ayaklanması; dünya çapında işçi direnişlerinin, genel grev ve kitle mücadelelerinin geliştiği; Ekvador’da genel grev ve çatışmaların yaşandığı; Brezilya’da köylülerin silahlı toprak işgallerini gerçekleştirdiği; Kara Afrika’da rejimler yıkan silahlı halk ayaklanmalarının gündeme geldiği koşullarda patlak verdi. Bütün bunlar, birbirini doğrudan geliştiren, etkileyen ya da koşullandıran gelişmeler olmamakla birlikte, dünyanın genel olarak yeni bir altüst oluş ve devrimler dönemine yol alışının somut belirtileridir. Bunlar henüz, sesten hızlı olan şimşeğin çakışlarıdır. Ancak, kulağı kirişte olan sınıf bilinçli önder işçiler açısından; fırtınanın çok uzak olmadığını; işçi sınıfı ve partiyi çok yönlü hazırlama görevlerine çok daha sıkı sarılmak gerektiğini; Arnavutluk’taki pratik deneyin de, sınıf mücadelesinin gafil avlanmayı kaldırmadığını; hemen hemen objektif tüm elverişli koşulların oluşmasına rağmen, kurmaysız, hazırlıksız ve eğitimsiz orduların yenik düştüğünü bir kez daha kanıtladı.
— Yiğit halkın karşısında, gerçekte Berişa bozuntusu değil, dünya karşı-devrimi durdu. Peki, yanında? Arnavutluk halkına ve komünistlerine uluslararası destek, geldiği kadarıyla, esas olarak bölge halklarının emekçileri ve devrimcilerinden geldi. (Burada özellikle Yunan işçileri ve devrimcilerini anmak gerekir.) Bu pratik deneyim, gerek uluslararası proletarya hareketinin, gerekse uluslararası komünist hareketinin saflarındaki, sembolik değil, içten ve pratik dayanışma ve yardımlaşma bilinci ve duygusunun hâlâ yeterince gelişmemiş olduğunu gözler önüne serdi, işçi sınıfının bu konuda eğitilmesi ve uluslararası komünist hareketin mevcut eksikliklerini aşmasının bugünün yakıcı görevlerinden birisi olmaya devam ettiği görüldü.
— Halk ayaklanmasının ideolojik-politik zaaflarının kaynaklık ettiği gelişmelerden ise ancak şu sonuç çıkartılabilir: Proleter sosyalizmin, bağımsızlığını koruyarak, kendisiyle diğer “sosyalist” akımlar arasındaki ayrım çizgisini kalın bir şekilde çekmesi, bu çizginin bulanıklaştırılmasına dönük tüm girişim ve eğilimler karşısında her zaman ilkeli ve kararlı bir tutum alması ve işçi sınıfını ye onun ileri unsurlarını bu konuda ısrarlı bir şekilde aydınlatıp eğitmesi sorunu; dar görüşlülük, kibirlilik, sekterlik ya da grupçuluk değil, tersine, en özlü ifadeyle, Arnavutluk’taki deneyin de ortaya koyduğu gibi, iktidara hangi sınıfın kendi damgasını vuracağı sorunudur.
Arnavutluk’taki halk ayaklanmasının anlamı ve çıkarılması gereken belli başlı sonuçların, esas olarak bunlar olduğu söylenebilir.
Ekim 1997