Günlük basın ve sınıf mücadelesi

Günlük bir basınla ortaya çıkışımızdan bu yana iki yılı aşkın bir süre geçti. Birçok zorluğu ve saldırıyı göğüsleyerek yolumuza devam ediyoruz. Kendine güvensizliğin yerini, giderek artan bir şekilde kendine güven ve kararlılık alıyor. Henüz işin başında sorumsuz bir ukalalıkla, işçi sınıfı davasına karşı özgürlük talep eden burjuva liberallerin hevesleri ve beklentileri kursaklarında kaldı. Davasına inanmış ve kendisini bilen hiçbir aydın ve sınıf bilinçli işçi, onların yaygaralarına kulak asmadı. İşçi sınıfı hareketi kendi günlük basınını sahipleneceği daha ileri bir örgütlenme düzeyine ulaştı. Moral dayanaklarımız daha da güçlendi.
Ama açıkça kabul etmeliyiz ki, Marksizm’in ve işçi hareketinin tarihsel birikimine yaraşır günlük bir basın düzeyine ulaşabilmek için; bütün bir parti olarak, hem burjuva basının hem de burjuva liberalizminin her fırsatta davaya inançsızlığı ve kendine güvensizliği körükleyen saldırılarına karşı kesintisiz bir mücadele sürdürmek zorundayız. Çünkü burjuvazinin ve onun her türden temsilcisinin hayâsız saldırıları karşısında, kendi basınını “partizanca” bir kararlılıkla savunmak ve geliştirmek, irade ve eylem birliğine sahip bir parti olmanın temel koşullarından biri olduğu gibi; sınıfın her gün mücadeleye atılan yeni kesimlerini, ortak bir sınıf bilincine kazanmanın da temel araçlarından biridir. Ve bir emekçi gazetesi de temel dayanağını; sınıf partisinin ideolojik, politik ve örgütsel varlığı ve mücadelesinin vazgeçilmez bir unsuru olmasında bulur.
Bu mücadelenin diğer yanı ise; bizzat kendi tecrübe ve birikimimizin daha çok farkına varmak ve işçi hareketinin ve Marksizm’in tarihsel tecrübeleri ışığında bilincimizi yenileyip kökleştirmektir. Bu konuda kendimize ve amaçlarımıza güvenmek için yeterince dayanağa sahip bulunuyoruz. Ve biliyoruz ki; günlük basın için mücadele burjuvaziyle proletarya arasındaki uzlaşmaz mücadelenin, diğer mücadele alanlarıyla da ilişki içinde ve onları da etkileyen en önemli alanlarından biri oldu ve olmaya devam ediyor. Bugün, bu mücadelenin neresinde olduğumuzun daha somut olarak kavranmasına yardımcı olmak açısından, yazımıza, bu süreci bazı temel noktalardan özetleyerek devam edeceğiz.

BURJUVA SINIF EGEMENLİĞİ VE İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİNİN GELİŞİMİ SÜRECİNDE GÜNLÜK BASININ YERİ
Feodal aristokrasiye karşı, “ulusal egemenlik” şiarı altında, “parlamenter demokrasiye dayanarak sınıf egemenliğini gerçekleştirme sürecinde, burjuvazi, diğer halk kesimlerinin desteğini almaya özel önem verdi. Buna hizmet etmek üzere günlük basın da, burjuvazi için politik bir mücadele aracı olarak önem kazandı. Bu sınırlar içinde, halkın politik bilincinin gelişiminde önemli bir rol oynamaya başladı. Bu süreç aynı zamanda yeni toplumun temel çelişkisi olan proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelenin açık bir karakter kazanması ve Marksizm’in bilimsel bir sınıf ideolojisi olarak ortaya çıkması sürecidir.
Marx ve Engels, politik mücadeleye yönelir yönelmez, günlük basını proletaryanın bağımsız politik bilincinin ve eyleminin gelişimine yardım etmede bir kürsü olarak ele aldı. Onlar, en başta, burjuvaziye karşı, cepheden ve kesin bir ideolojik mücadele içinde oldular. Özel olarak sınıfların açıktan karşı karşıya geldiği dönemlerde bağımsız bir basınla mücadeleye katılarak, proletarya hareketinin her ileri atılımında, yenilgiyle sonuçlansa bile; kapitalizme karşı meydan okuyan en devrimci sınıfın politik gelişimini, mücadele ve örgütlenme yeteneğini, eşsiz sınıf sezgilerini görüp, bunun coşku ve heyecanını hissettiler ve ifade ettiler. Bu dönemin ürünleri, bugün de işçi sınıfının politik cephaneliğinin canlı ve tarihsel önemde belgeleridir. Marx ve Engels’in günlük basında, sınıfın amaçlarına güvenle bağlanmış, açık ve net bir ideolojik tutumla birlikte, temel aldıkları diğer temel özellik ise; sınıfın günlük pratik eylemiyle, bunun bir ifadesi olarak sınıfın ileri temsilcileriyle birleşmek oldu. Onlar, sınıfın ileri temsilcilerinde, işçi sınıfının geleceğini, sınıfsal niteliklerini ve devrimci özelliklerini fark ettiler ve bunları geliştirmeye özel önem verdiler.
Başından itibaren Marksizm’in, günlük basın konusunda temel aldığı ve geliştirdiği ilkeler; bugün de, günlük işçi basınının karakteristik özellikleri olarak, sınıfın bağımsız politik ve örgütsel gelişiminin temel koşulları olarak önemini korumaktadır.
“Gelişen her devrimin, güçlü bir karşı-devrimi de doğurarak ilerlediği” gerçeği, basın alanında da, en çarpıcı biçimde ifadesini buldu. Gazetelere, gazetelerde yayınlanan yazılara açılan davalara, burjuva basının Marx ve Engels’e sayfalarını kapatmasıyla sınırlı kalmadı. Günümüzde belli başlı ülkelerde ekonomi, tarih, politika, felsefe ve sosyal bilimlerde, resmi üniversitelerin çığır açıcı derecede bilimsel değer verdikleri Marksizm’in temel klasikleri; yıllarca burjuva basının “suskunluk” sansürüyle karşı karşıya kaldı.
Giderek devrimci işçi basını, birçok ülkede, amaçlarını eksiksiz bir şekilde ifade edebilme özgürlüğünü, illegal olanaklar yardımıyla ve-veya “Ezop” diliyle kamufle ederek korumak zorunda kaldı.
İşçi sınıfı da, parlamenter mücadele alanında hızla önemli başarılar elde ederek, burjuva parlamentosunun gerçek yüzünü ortaya çıkarmayı başardığı gibi; kendi basınının önemini anlayarak, her koşul altında kendi basınını yaşatma konusunda yetenekli olduğunu gösterdi. Lenin’in övgüyle söz ettiği Alman işçilerinin yasaklama dönemlerinde kendi basınlarını yasadışı yollarla devam ettirmeyi başarmaları, bunun tipik bir örneğidir.
II. Enternasyonal oportünizmi, işçi hareketinin ideolojik, politik ve örgütsel gelişiminde yeni bir ayrışma ve dönemeci ifade eder. İşçi sınıfı, 50 yılı aşan ve ‘Paris Komünü’yle doruğuna ulaşan mücadelelerin ve Marksizm’in işçi hareketinde kazandığı başarıların birikimi üzerinde daha ileri bir aşamaya doğru mu yol alacak, yoksa burjuvazinin, sınıfı yedeklemek için açtığı alanda, burjuva egemenliğin “muhalif” bir eklentisi mi olacak?
Ayrışmanın konumuz açısından da önem taşıyan en önemli yönü; burjuva parlamentarizminin batağına gömülerek yozlaşan, II. Enternasyonal partileri yanında ve onlara karşı, onlarla ve onların Rusya’daki uzantılarıyla mücadele içinde, esas olarak Lenin’in temsil ettiği ve mücadelenin ve örgütlenmenin her biçiminden yararlanma yeteneğine sahip, yeni tipte sınıf partilerinin gelişimini başlatmış olmasıdır. Giderek “Leninist” sıfatıyla anılmaya başlayacak olan, devrimci sınıf partilerinin ayırt edici özelliğini oluşturan merkezi disiplin ve örgütsel sorumluluk sınırının, tam bir irade ve eylem birliği temeline oturması, yeni icat edilmiş bir şey değil; tersine Marksizm ve proletarya hareketindeki gelişimin doğal ve mantıki bir sonucu olduğu gibi; aynı zamanda Marksizm’in ideolojik ilkelerinin de, en ileri derecede savunulması ve geliştirilmesi anlamını taşımaktadır. Yani, Leninist parti; Marksizm’in, ideolojik ilkelere, sınıfın tarihsel görev ve sorumluluklarına ve bunları yerine getirme yeteneklerine sahip devrimci sınıf partisine verdiği önemin, mevcut koşullarda kazandığı somut ve pratik bir ifadesi olarak ortaya çıktı.
İşçi sınıfının bağımsız sınıf olarak örgütlenmesi ve buna hizmet eden işçi basını, burjuvazinin proletarya hareketine yönelen saldırılarının iki temel hedefini oluşturdu. İkinci Enternasyonal partileri, giderek reformcu burjuva partilerine dönüşürken, onların denetiminde bulunan basın da, ideolojik ve politik olarak proletaryanın bağımsız çıkarlarını savunma görevini terk etti. Böylece, devrimci sınıf partisinin inşası için mücadeleyle, bağımsız işçi basını için mücadele birleşik bir karakter kazandı ve sadece burjuvaziye karşı mücadeleyi değil; aynı zamanda, burjuvazinin işçi sınıfı içindeki dayanağını oluşturan, küçük burjuva sınıfsal eğilimlere karşı mücadeleyi de kapsadı. “Kolektif bir propagandacı ve ajitatör” olduğu kadar, “kolektif bir örgütleyici” olarak da, devrimci sınıf partisinin şekillenmesine hizmet eden temel bir araç oldu.
“Bir adım ileri, iki adım geri… Bireylerin yaşamında, ulusların tarihinde ve partilerin gelişmesinde böyle şeyler olur. Ama bir an için bile olsun, devrimci sosyal-demokrasinin ilkelerinin, proletarya örgütünün ve parti disiplininin kaçınılmaz ve tam zaferinden kuşkulanmak en canice korkaklık olacaktır. Daha şimdiden çok şey kazanmış bulunuyoruz ve tersliklerden umutsuzluğa kapılmayarak savaşı sürdürmeliyiz, sebatla ve yaygaracı çevrenin dar kafalı yöntemlerini görerek; bütün Rus sosyal demokratlarını birbirine bağlayan, güçlükle elde edilmiş tek parti bayrağını korumak için elimizden gelen her şeyi yaparak; bütün parti üyelerinin ve özellikle işçilerin, parti üyelerinin görevlerini, ikinci parti kongresindeki mücadeleyi, ayrılığımızın bütün nedenlerini ve bütün aşamalarını, program ve taktik alanlarda olduğu gibi, örgütlenme alanında da, burjuva psikolojisine çaresizce teslim olan, burjuva demokrasisinin görüşlerini eleştirisiz kabullenen ve proletaryanın sınıf mücadelesi silahını körelten oportünizmin kesinlikle felaket getireceğini, tam ve bilinçli bir biçimde anlamalarını ısrarlı ve sistemli bir çalışma ile sağlamaya çalışarak savaşı sürdürmeliyiz.
“İktidar mücadelesinde proletaryanın örgütten başka bir silahı yoktur. Burjuva dünyasındaki anarşik rekabet kuralı ile birbirinden ayrı düşmüş, sermaye için gerekli emekle beli bükülmüş, sürekli olarak yoksulluğun, vahşetin ve bozulmuşluğun ‘derin çukurlarına’, gerilere itilmiş olan proletarya, ancak çalışan milyonlarca insanı bir işçi sınıfı ordusu halinde kaynaştıran maddi örgüt birliğinden kuvvet alan Marksizm ilkeleri üzerindeki ideolojik birliği ile kaçınılmaz biçimde yenilmez bir güç haline gelebilir ve gelecektir.” (Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri.)
Ve işçi sının basını, proletaryanın maddi örgüt birliğinin bir unsuru ve güçlü bir mücadele olma özelliği kazandığında, kendisine yönelen açık saldırıların da hedefi oldu. Proletarya partisinde, örgütsel disipline karşı eleştiri özgürlüğü isteyenler, işçi basınında da “özgürlük” savunucusu oldular. Bunun anlamı; proletarya hareketinin sadece genel bir amaç birliği düzeyinde kalarak, günlük mücadele birliğinin baltalanması, günlük mücadelede burjuvaziyle araya bir sınır koymayarak, bağımsız sınıf çıkarlarından vazgeçilmesidir. Dolayısıyla da genel amaçların bir süs olarak kalmasıdır. Lenin bu eğilimlere karşı da mücadele ederek işçi basınının devrimci özelliklerini geliştirdi.
“Bizler hür, sadece polis karşısında değil; sermaye karşısında da hür, fırsatçılar ve ar tvistler karşısında hür ve daha önemlisi, anarşik, düzen bilmez burjuva bireyciliği karşısında hür bir basın yaratmak istiyoruz, yaratacağız da.
… Herkes istediğini yazmakta ve söylemekte, hiçbir kısıntıya uğramaksızın yazıp söylemekte hürdür. Ama her türlü dernek, bu arada parti de, Parti’ye aykırı fikirleri yaymak için Parti’nin adını ve araçlarını kullananları kovmak hürriyetine sahiptir. Söz ve basın hürriyeti tam olacaktır, kabul Ama dernek hürriyeti de tam olacaktır. Sana, söz hürriyeti adına, hoşuna giden her şeyi yazmak, uydurmak, haykırmak hakkını tanıyorum. Ama sen de bana, dernek hürriyeti adına, şunu ya da bunu yazıp söyleyen insanlarla birlik olma ya da olmama hakkını tanıyacaksın. Parti hür iradeyle kurulmuş bir dernektir ve prensiplerine aykırı görüşler yayan üyelerinden arınmazsa, önce ideolojik bakımdan, sonra da maddi bakımdan soysuzlaşır ve kaçınılmaz bir şekilde çöker. Parti’nin görüşlerine uygun olanla aykırı olanın sınırı da Parti’nin programında, statülerinde ve taktik kararlarında, uluslararası sosyal-demokrasinin ve uluslararası hür proletarya derneklerinin geçmiş deneylerinde çizilidir. Proletarya partilerine de durmadan çeşitli kimseler girer. Pek de tutarlı, pek de doğru olmayan akımlar bu partilerde de görülmüş ama proletarya da zamanı gelince partisini “temizlemekken kaçınmamıştır. Bizde de Parti içinde aynı şey olacaktır, eleştiri “hürriyetinin sayın burjuva partizanları: Partimiz işte bir hamlede bir kitle partisi haline gelmektedir, gizli kapaklısı olmayan bir şekilde ve hızla örgütlenmekteyiz, tutarsız birçok kimse, hatta belki Hıristiyanlar, mistikler, kaçınılmaz biçimde gelecekler bize. Biz feleğin çarkından geçmiş kimseleriz, midemiz sağlamdır. O tutarsız elemanları da benimseyeceğiz. Parti içinde eleştiri ve düşünce hürriyeti, insanların parti adı verilen hür derneklerde toplanma ve birleşme hürriyetini bize hiçbir zaman unutturmayacaktır.
… Paranın iktidarı üzerine oturtulmuş bir toplumda, gerçek, ama gerçek “hürriyet” diye bir şey olamaz. Siz sayın bay yazar, siz hür müsünüz burjuva editörünüze karşı? Hür müsünüz, tablolarınızda baldır-bacak, “kutsal” dram sanatınızda fuhuş gösterisi isteyen burjuva halkınıza karşı? Sizin o mutlak hürriyetiniz, gerçekte, burjuva ya da anarşist bir cümleden başka bir şey değildir (Dünya görüşü olarak anarşizm de, tersine dönmüş bir burjuva felsefesidir çünkü). Bir toplumda yaşamak ve o toplumdan bağımsız olmak, yok böyle şey. Burjuva yazarın, burjuva sanatçının, burjuva oyuncunun hürriyeti, aslında maskelenmiş, ya da kendini ikiyüzlüce maskeleyen bir bağımlılıktan başka bir şey değildir…” (Lenin, Seçme Yazılar.)
Lenin, günümüzde de, her soydan temsilcisi bulunan, bir dönemler Marksizm’e bulaşmış burjuva liberallerin, sınıflar mücadelesinden soyutlanmış bir basın ve düşünce özgürlüğü yaygarasının; burjuvazinin basın üzerindeki tekelini gizlemenin bir aracı olduğunu hiçbir tereddüde meydan vermeyecek biçimde ortaya koydu.
“Pür demokrasinin belli başlı parolalarından biri de ‘basın hürriyeti’dir. İşçiler bilirler ve bütün dünya sosyalistleri defalarca ortaya sermişlerdir ki, en iyi basımevleri ve en önemli kâğıt depoları kapitalistlerin elinde bulundukça ve sermayenin basın üzerindeki hâkimiyeti devam ettikçe, bu hürriyet bir yalandır. Demokrasi ve cumhuriyet rejimi ne kadar gelişmişse (bugün Amerika’da olduğu gibi), sermayenin basın üzerindeki hâkimiyeti de bir o kadar kaba ve ikiyüzlü biçimde artar. Emekçiler, köylüler ve işçiler için gerçek demokrasiyi ve gerçek eşitliği kurup sağlamak istiyorsak sermayenin yazarları, basımevlerini ve gazeteleri satın almasını önlemek gerekir. Kapitalistlerin hürriyet dedikleri, zenginlerin daha da zenginleşme hürriyetidir ve işçilerin de açlıktan ölme hürriyeti. Kapitalistlerin basın hürriyeti dedikleri de, basının zenginler tarafından satın alınması ve kamuoyunu işlerine geldiği gibi hazırlamak ve aldatıp uyutmak yolunda kullanma hürriyetidir. ‘Pür demokrasi’nin savunurları, aslında, kitlelerin haberleşme ve bilgilenme araçlarına zenginler tarafından el konması demek olan en aşağılık bir sistemin savunurlarıdır. Halkı aldatmaktadır bunlar ve baştanbaşa yalan dolu güzel cümlelerle halkın, basını sermayenin hâkimiyetinden kurtarmak olan gerçek, somut tarihsel görevini yerine getirmesini geciktirmektedirler…” (Lenin, Seçme Yazılar.)
Bu değerlendirmelerin yapıldığı, 1919 yılından bu yana. ne burjuva basının amaçlan değişti ne de “pür demokrasi”nin savunucularının rolü. Ama özellikle işçi hareketinin yarattığı tehlike, sosyalizm tehdidi ve emperyalistler arası amansız rekabetin gözünü döndürdüğü tekelci burjuvazi, Almanya ve İtalya gibi ülkelerde baştan sona zorbalık ve teröre dayanan faşist egemenlik biçimine yönelirken, basını en gelişmiş yöntemlerle emekçi halk kitleleri üzerinde estirilen faşist terörün ve saldırgan savaşın bir unsuru haline getirdi.
Elbette ki, basının böylesi bir kullanılışı sadece Göbbels’le sınırlı kalmadı. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD önderliğinde, sosyalizme ve proletarya hareketine yönelen ve “soğuk savaş” adı verilen karşı-devrimci saldırı sürecinde, burjuva basın, özel bir rol oynadı. Burjuva basının temel hedefi; işçi basını ve ilerici bütün kesimler üzerinde estirilen terör ve demagoji dalgasıyla birlikte, işçi hareketinde ideolojik bulanıklıklar, örgütsel güvensizlikler ve davaya inançsızlık yaratarak, kitlelerin örgüt fikrine yabancılaşmasına yol açarak, emekçi hareketinin bilinç ve örgütsel dayanaklarını tahrip etmekti. Bütün güçler bunun için seferber edildi. Politikadan tarihe, sosyal psikolojiden ekonomiye, sanat ve edebiyattan sosyal bilimlere kadar, her alandan uzmanların çalışmalarıyla, uluslararası düzeyde burjuva basının sürdürdüğü kampanyalarla bombardıman edilen politikalar oluşturdular. “Hür dünya” basını, ufak tefek farklılıklarla birkaç uluslararası basın ajansının verdiği “haberler”le yetinmeye zorlandı. Emperyalist basın; CIA başta olmak üzere istihbarat örgütleri, çeşitli kılıflar altında örgütlenmiş “kontrgerilla ve sabotaj” örgütleri ve askeri kurmayların yönlendiriciliğinde sürdürülen karşı devrimci saldırının vazgeçilmez bir unsuru oldu.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra burjuva basını karakterize eden, onun açıktan anti-komünist ve saldırgan niteliğidir. Sadece düşünce alanında bir mücadele değil; doğrudan kitlelerin günlük bilinç ve algılama yeteneğine yönelen çok yönlü bir saldın olmasıdır. Her türden insani ve toplumsal duygunun, kaygı ve endişenin, umut ve özlemin istismar edilmesi ve insan bilincine karşı kışkırtılmasıdır. Toplumsal güven ve gelecek kaygılarının istismar edilmesi ve basit bir meta haline getirilmesidir.
Hizmet ettiği uluslararası politik amaçları göz önüne aldığımızda, bütün bunları yapmakla, yaşanan reel dünyanın aslını, tamamını değil, gazetenin uygun gördüğü görünümü ile uygun gördüğü kadarıyla ve gazetenin meslek etiğine (eğer ortada bir meslek etiği kalmışsa) göre işlenmiş haliyle bize sunulan dünyayı yaşarız. Dünyanın kendisini yaşamamız artık çok sınırlıdır. (UPS grevi, her şeye rağmen işçi ve emekçi sınıfların dünyanın kendisini yaşamayı tercih ettiklerini gösterdi). Yaşadığımız, bu “ürüne dönüştürülmüş” dünyadır…
“Okuduğunuz her haber, onlarca kişinin belirli bir işbölümü içinde oluşturduğu bir üründür. Endüstriyel bir üründür. Bilinç endüstrisinin endüstriyel bir ürünüdür.” (Ünsal Özkay, İletişimin ABC’si.) şeklinde yapılan ‘akademik’ bir değerlendirme, sorunun, sadece teknik sayılabilecek bir yanını ifade etmekle sınırlanmış olduğu gibi, “etkinlik derecesi” açısından karamsar bir sonuca yol açan ve halkın günlük yaşam ve kendi öz tecrübesinin önemini dışta tutan bir abartıyı içermektedir. Kitabın, emperyalist basının belki de son ve en şaşaalı birleşik kampanyası olan Körfez krizi ve revizyonizmin çöküşü döneminde yazılmış olmasının bu değerlendirmede payı olsa gerek. Oysa ABD’de Körfez Savaşı sonrası yapılan kamuoyu anketleri, basına duyulan güvende önemli oranda bir düşüşün meydana geldiğini gösterdi. Yani insan iradesi, hangi araçlarla olursa olsun bilinci yaratmıyor, belki, uygun koşullarda, sınıf ve güç ilişkilerinde meydana gelen konjonktürel dezavantajlar, onun gelişimini geciktirebilir veya geçici yanılsamalara yol açabilecek bulanıklıklar yaratabilir. Eninde sonunda insan pratiği, bunun bir biçimi olarak sınıfların nesnel eylemi, tayin edici önemini korumaktadır. Sınıflar mücadelesinin açık biçimleriyle çıktığı koşullarda ise; yürütülen demagoji kampanyalarının ters tepen bir silaha dönüşmesi de kaçınılmaz bir sonuçtur.
Günümüz burjuva basınının da ilham kaynaklarından biri olan Göbbels’in vardığı sonuçlar, burjuva basının temel zayıflığını ortaya koymaktadır. “Bir süre sonra cephelerden peş peşe başarısızlık haberleri gelmeye başladığında, cephedeki oğullar, kocalar bir bacağı kesik olarak çıkıp geldiğinde, ya da kentlerdeki ulaşım şebekeleri bozulduğunda, yiyecek bulmak zorlaştığında” burjuva basının inandırıcılığı kalmaz. Yani, “… halkın yaşadığı realiteyi yanılsama içinde algılaması sonuna kadar sürmemektedir, mutlak bir yanılsama hiçbir zaman sağlanamamaktadır.” (Ünsal Özkay, İletişimin ABC’si.)  “Takke düşmekte” ve “kel görünmekte”dir. Sorun bu “realite”yi savunanların ve temsil edenlerin, kendi bağımsız basınlarına sahip olmasında, bu konuda
bilinçli ve inandırıcı bir mücadelenin veriliyor olmasındadır. Halkın yeniden ve yeniden “takkenin düşmesini” bekleyen seyirci olmaktan çıkıp, kendi “realite”sinin bilinçli bir unsuru olmasındadır.
Dolayısıyla da, burjuva basının son elli yıllık ‘başarısı’ da, kendisine vehmedilen ‘karşı konulamaz’ gücünden değil; tam tersine, kapitalizmin mezar kazıcısı proletaryanın, son elli yılda, tarihinin en ağır ihanetine uğramış olmasından ve kapitalizmin ana merkezlerinde işçi sınıfı hareketin tarihinin en durgun son 50 yılını yaşamış olmasından, II. Dünya Savaşı sonrası teşekkül eden konjonktürün buna izin vermesinden ileri geliyordu. Devrimci Marksizm’in proletarya hareketine kazandırdığı en değerli silahların, ideolojik ilkelerin, ideolojik ilkelere somut ve maddi bir temel sağlayan devrimci sınıf partilerinin; tarihinin en ağır tahribatına uğramış olmasından ileri geliyordu. Proletaryanın ana kitlesinin kendi devrimci partisinden ve basınından mahrum bırakılmasından ileri geliyordu. Devrimci sınıf basını yerine; devrimci sınıf bilincini ve sınıf egemenliği için mücadele bilincini körelterek, sadece burjuva egemenliğin eksik ve aksaklıklarını eleştirmekle yetinen burjuva liberal basının ikame edilmiş olmasından ileri geliyordu.
’90’lı yıllarda, modern revizyonizmin çöküşü, belli bir dönemde oluşan ideolojik yanılsamaların maddi dayanaklarını çökerttiği gibi, burjuva liberalizminin gerçek yüzünü de ortaya çıkardı. Bu durumda emperyalizmin bütün araçlarla sürdürdüğü demagoji ve yaygaraların ömrü fazla uzun sürmedi. “… Halkın yaşadığı realiteyi yanılsama içinde algılaması” sona erdi.
’93 ve ’94’lerden itibaren, eski sosyalist ülkelerde, yeniden örgütlenmeye yönelen eski revizyonist partilerin (onların ideolojik ve örgütsel temellerinin ve izledikleri çizginin bütünüyle sınıfa yabancı olmasına rağmen) oy oranlarındaki yükselme ve yer yer iktidara gelişleri bunun kanıtıdır.
ABD de dâhil olmak üzere kapitalizmin belli başlı merkezlerinde işçi sınıfı hareketinde meydana gelen gelişmeler ve bunların kısa bir sürede yol açtığı siyasal “sürpriz”ler bunun kanıtıdır.
Bütün bunlar da gösteriyor ki, burjuva basın, sihirli bir nedenden veya ideolojik bir “yenilenmeden” değil; “meydanı boş buldu”ğu için başarı kazanabilmiştir. Bu koşullarda ise; “pür demokrasinin “hür” yazarlarının ‘endüstriyel haber üretimi’nin “ağırbaşlı konu mankenleri” olduğu gerçeği de, giderek daha çok işçi ve emekçi tarafından anlaşılır hale geldi.
Elbette ki, somut koşullardaki değişme ve gelişmeler, işçi sınıfı basınının kendine daha çok güvenmesine olanak sağlamaktadır. Ama bu durum, burjuva basına karşı, onun tahribatlarına karşı mücadelenin önemini ortadan kaldırmaz. Çünkü burjuva basın bugün de, işçi ve emekçilerin bilincinde yanılsamalar yaratarak, onların örgütlenme bilincini köreltmeye, bağımsız bir politik çizgi etrafında birleşmelerini önlemeye hizmet edecek saldırılarını sürdürmektedir. Bu durum ise; devrimci sınıf partisinin ve sınıfın bilinçli temsilcilerinin sorumluluklarını daha da artırmaktadır.

BUGÜNKÜ BURJUVA BASINDAN KISA BİR KESİT
II. Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte, faşizmin basın alanındaki tecrübelerini de geliştirerek, sosyalizme ve işçi hareketine saldırının temel silahlarından biri haline getirmede, ABD basını birinci derecede rol oynadı. Ve Amerikan gazeteciliği, televizyon da dâhil -olmak üzere, burjuva basında en saldırgan ve pervasız bir anti-komünizmi temsil etti. Faşist demagojiden esinlenen ve esas olarak; her türlü insani duygunun insan bilincinin çarpıtılmasına hizmet edecek şekilde istismar edilmesine ve kışkırtılmasına dayanan “8 sütuna manşet” sansasyonel habercilik ve skandallar, Amerikan basınının en gözde yöntemleri olarak geliştirildi. Para dışında her türlü ilke ve değerden yoksun olan Amerikan burjuvazisinin özelliklerine denk gelen bu yöntemlerle, tekelci basın, “halkın yaşadığı realiteyi yanılsama ile algılaması”nın sağlanabileceği iddiasına ulaşan kaba bir idealizme vardı. Burjuva devlet karşısındaki yeri açısından ise; “… temel konularda homojen bir ideolojik odak oluşturup sürdürebilmek için, diğer ideoloji alanlarında çelişkiler içinde işleyebilen ‘yeni’ bir yapılanmaya” giderek, orduyu, polisi ve burjuvazinin sınıfsal egemenliğini tereddütsüz savunmada, zaman zaman burjuva partileri gölgede bırakan bir rol oynamaya soyundu. Ama son olarak ortaya çıkan UPS grevi, Amerikan tekelleri için de, bir dönemin geride kaldığını, “meydanların artık boş” olmadığını açıkça ortaya koydu.
Amerikan basınının en yakın izleyicilerinden olan ülkemizde de, burjuva basın; 12 Eylül sonrasında, bir yandan; kendi aralarındaki kıyasıya rekabetle birlikte daha geniş boyutlarda tekelleşirken, öte yandan; faşist diktatörlüğün tahkim edilmesine paralel olarak ve bunun da bir unsuru olmak üzere; işçi ve emekçilere yönelen karşı devrimci saldırıların en önemli araçlarından biri oldu.
Bugün, özellikle, tekelci basının en gelişmiş özelliklerini gösteren ve aynı zamanda tekelci burjuvazinin Amerikan emperyalizmiyle en köklü bağlara sahip olan iki tipik temsilcisi Hürriyet’i de tekeline alan Milliyet ve Sabah’tır. Her iki basın grubu da TV kanallarına sahip olduğu gibi; Türkiye’nin en köklü sermaye gruplarıyla da ilişki halindedir. Burjuva sınıf egemenliğini ilgilendiren temel ideolojik konularda tam bir homojenlik içindedirler. Bazı günlerde aynı manşetleri atmaları bunun bir göstergesidir. Onlar temsil ettikleri sınıfın en bilinçli savunucuları iddiasında oldukları için, siyasal etkileri giderek daha da zayıflayan partilerden herhangi birine yakın olmak yerine, özellikle, devletin en istikrarlı ve güçlü organlarının, yani generallerin ağırbaşlı uyarı ve politikalarını toz kondurmadan savunurlar. Eğer, kendi aralarındaki rekabetin yol açtığı “kirli çamaşırlar” gündemde yoksa attıkları her manşette devletin temel organlarının verdikleri mesajları gözetirler. “Temel konular” dışındaki “diğer ideoloji alanlarında çelişkiler içinde işleyebilen yeni” yapılanmanın bir gereği olarak her biri, dönme Marksistlerden, “tatlı su liberalleri”ne kadar, burjuva ideolojisinin zengin “çeşitlerini” bulundurmaya özen gösterir ve bunlar için verdikleri “transfer” paralarını reklâmdan sayarlar. Bu özellik, onların, burjuva egemenliğin “güç odaklarıyla tam bir irade birliği içinde olmalarını sağlarken, hitap ettikleri kesimlerin net bir değerlendirme ve sonuca ulaşmalarını zorlaştıran “pelte” bir ideolojik bulanıklık yaratılmasına da hizmet eder. Dün methiyeler düzdükleri bir partiyi, ertesi gün yerin dibine batırmaktan çekinmezler ve bunun için de herhangi bir gerekçe gösterme ihtiyacı duymazlar. Çünkü;, onlar, ülkenin en köklü sermaye gruplarının ve devletin en güçlü organlarının “koruması” altındadır ve söylediklerinden ve yazdıklarından sorumlu tutulmazlar.
Basın tekelleri, “İtalyan faşizminin söyleminin halk tarafından niçin çabuk kabul edildiğini araştıran Amerikalı ‘siyaset bilimci’lerin” vardıkları; “faşizmin söyleminin sokağın söylemi ile aynı oluşundan ileri geldiği” (Ünsal Özkay, İletişimin ABC’si) sonucunu manşetlerinde dikkate aldıkları gibi; liberalleri ve sokağı hesap eden bir basın yelpazesi geliştirdiler. Milliyet ve Sabah’ın yanında her iki tekel de, orta sınıf aydınlarına hitap eden Radikal ve Yeni Yüzyıl gibi birer liberal yayına sahip oldukları gibi, “sokağı” esas alan, Meydan, Posta, Fanatik gibi gazeteleriyle de geniş kesimlere seslenmeye önem vermektedir.
Bilinçli amaçlarla seçilmiş rezalet edebiyatına, ulu orta suçlama ve ithamlara dayanan skandal haberler ve her türlü insan duygusunun tahrik edilmesine ve olayın veriş tarzı karşısında dehşete kapılarak bilinçsiz-kör bir tepki gösterilmesine hizmet eden sansasyonel yöntemler; her iki basın tekelinin izledikleri belirlenmiş çizginin temel özelliğidir ve en gözde kadroları ise; rezalet edebiyatı uzmanları ve tahrikçilerdir.
Bir örnek vermek gerekirse; generallere yaslanan geleneksel sermaye gruplarıyla RP’ye yaslanan yeni tekel grupları arasındaki mücadelenin kızıştığı dönemde ortaya atılan Müslüm Gündüz skandalı; rezalet edebiyatının ve bunun politik amaçlar için hayâsızca ve hiçbir ahlak ve hukuk kuralı olmaksızın kullanılmasının tipik bir örneğidir. Bir yandan polisle işbirliği halinde gerçekleştirilen operasyona katılan basın, temel hukuk kurallarını ayaklar altına alırken, aynı zamanda gizli olması gereken ön soruşturma da dâhil olmak üzere yargının bütünü üzerinde açık ve kuralsız bir baskı oluşturulmasına hizmet etti. Bu arada, generaller tarafından TBMM iradesi hiçe sayılarak yürütülen ve açık darbe tehditleriyle de desteklenen kampanyaya, hiçbir “hukuki” dayanağı olmayan destek sağlanmış oldu. Susurluk tartışmasıyla başlayan ve generallere uzanan “çete soruşturmasının hız ve etkinliğinin kesintiye uğraması kolaylaştırıldı. Böylece, “temel konularda sağlanan ideolojik homojenlik” sağlama alınarak diğer birçok sorunda eleştirel pozisyon elde edilmiş oldu. Aynı zamanda rakip tekel gruplarının mevzi kazanması, devletin temel kurumlarının desteği ve onların savunusu altında önlenmiş oldu. Bu arada “sokağın söylemi” bolca kullanıldı. Her rezalet (skandal) haberin arkasında, insan duygularının tahrik edildiğini, her sansasyonel haberin içeriğinde, halka yönelen saldırıların gizlendiğini, olayların gerçek sınıfsal karakteriyle kavranmasını zayıflatacak çarpıtmaların bulunduğunu anlamak zor değildir.
Amerikan basınının en provokatif özelliklerinin en hevesli taklitçisi olarak ortaya çıkan Star TV’den holdinglere uzanan sermaye grubu; dini inançların istismarını motif olarak kullanan Türkiye gazetesi, TGRT ve holdingleriyle 12 Eylül sonrası palazlanan sermaye grubu; Show TV’den Akşam gazetesine doğru uzanan yayın grubu, özel olarak, politika alanında dini inançların en güçlü biçimde istismarını temsil eden ve kendine özgü olarak şekillenen tekelleşmesiyle, geleneksel sermaye gruplarıyla açık bir çatışmaya zorlanan Kanal 7, Zaman vb. yayınlarla temsil edilen sermaye grubu da, özellikle ideolojik ve politik avantajlarıyla belli bir etkinliğe sahip bulunuyor. Her ne kadar, ‘laiklik’ konusunda farklı bir tutumu temsil etmiş olsa da, “temel kurumların” savunulmasında egemen sınıfların genel eğilimlerine açık bir tutum içine girmediği de, bir gerçektir. Bu tablo, sermaye grupları arasındaki henüz belli bir istikrara kavuşmamış bulunan ilişki ve çelişkilerin göstergesini oluşturduğu gibi; belli bir iddiaya sahip sermaye gruplarının ekonomik ve politik çıkarlarını savunmada, kendi basın tekellerini oluşturmaya önem verdiklerini de ortaya koymaktadır.
Burjuvazinin ve burjuva basının işçi sınıfına ve sosyalizme karşı mücadelede, en önemli yedeklerinden biri, en gelişmiş örneğini Cumhuriyet’te gördüğümüz reformcu-liberal burjuva basınıdır. Özellikle, ilerici güçler ve sınıfın ileri kesimlerinde yarattığı ideolojik bulanıklıklar ve özendirdiği eğilimler nedeniyle, işçi sınıfı basını açısından en önemli ideolojik ayak bağını oluşturduğu bir gerçektir. Revizyonizm ve işçi hareketine yabancı küçük burjuva akımlar açısından, her dönemde dikkate alınması gereken bir mihrak olarak kabul edilmesi nedeniyle de, özellikle ağır baskı dönemlerinde, genel olarak ‘sol’ hareket üzerinde çapından çok bir etkinliğe sahip oldu. ‘Sol’ akımlar karşısında ‘tarafsız’ kalmaya gösterdiği özen, onu burjuvazinin bir eklentisi olmaktan alıkoymadığı gibi; işçi hareketi ve Marksizm karşısında sorumsuz bir ‘eleştirel’ pozisyon kazanmasının dayanağı oldu. Her dönemde, “temel konularda ideolojik homojenliğin” bir parçası olması nedeniyle de, eleştirileri hiçbir dönemde “sistem içi” sınırları taşmadı. Sözde “sol”u temsil eder görünmesi nedeniyle de birçok namuslu aydın tarafından “zorunlu” olarak desteklenmesi gereken bir yayın olma avantajını değerlendirdi. Kemalizm, onun için varlığını borçlu olduğu bir dayanak olmakla birlikte, Kemalizm karşısında da samimi olmadı.
Kemalizm’in övgüsü, mevcut koşullarda açık bir tutum ve somut bir sorumluluk almamanın, günü kurtarmanın gerekçesi oldu. Bir örnekle anlatmak gerekirse; Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı içtenlikle savunmanın en tipik örneklerinden biri olan Y. Kadri kadar, Cumhuriyetin sonraki yıllarının samimi ve halkçı bir eleştiri çizgisine sahip olmadı. (Elbette biz, Cumhuriyet gazetesinin resmi yayın çizgisini esas alıyoruz. Yoksa Cumhuriyet gazetesinde Marksizm’e karşı açık sorumlulukları olmadığı halde, sosyalizme ve Marksizm’e yönelen saldırıların en doruk noktasında, M. C. Anday gibi saldırılara karşı açık ve net bir tutum alan aydınlar da yazıyor.) Hiçbir zaman tutarlı bir anti-emperyalizmi savunmadığı gibi, Kemalizm’in argümanları, askeri cuntalar karşısındaki dalkavukluğunun zorlama örtüleri oldular. İzlediği çizgi itibariyle, halka yabancı üst tabaka aydınların gururunu okşamaya özel önem gösterdi. Ülkemizde Kemalizm maddi dayanaklarını yitirdikçe, Cumhuriyet de egemen sınıflara ve emperyalizme daha da yakınlaştı ve işçi sınıfı ve Marksizm karşısında daha gerici bir çizgiye kaydı. İlerici düşünce ve politikayla “devrimcilik”in halka yabancılaşmasında önemli bir kürsü görevi gördü. Kısaca özetlemek gerekirse; Cumhuriyet, her şeyi tepeden eleştiren, ama hiçbir sınıf ve hiçbir parti karşısında somut ve pratik bir sorumluluk almayan, halka yabancı ukala ve liberal bir ‘sol’cu tipini özendirdi. Oysa Türkiye, ilerici aydın birikimi açısından en ileri Avrupa ülkelerinden bile çok geride olmayan bir potansiyele sahip olduğu gibi, işçi ve emekçi hareketi açısından da; en azından bölgesinin en dinamik ülkesi olmasına rağmen; Cumhuriyet, aydınların halk hareketine yakınlaşmasının ve halk hareketinden güç ve moral destek sağlamasının aracı değil; tersine, yabancılaşmayı körükleyen, aydınların önemli bir bölümünün politika-dışı kalmasına hizmet eden mihraklardan biri oldu. Böylece egemen sınıfların tekelci basın aracılığıyla sürdürdüğü saldırıların etkili olmasına yardım etti.

İŞÇİ SINIFI HAREKETİNDE MEYDANA GELEN GELİŞMELER VE İŞÇİ BASINI
İşçi sınıfı basını açısından varılabilecek en genel sonuç; uluslararası planda işçi hareketinin ve Marksizm’in karşı karşıya kaldığı saldırıların yol açtığı tahribatların bertaraf edilmesi ve kendi ideolojik, örgütsel ve sınıfsal temellerine oturtulmasıdır.
Bunun açık ve pratik anlamı nedir?
1950’li yıllardan itibaren sosyalizm ve halk demokrasisi ülkelerinde ve giderek proletarya hareketinin en gelişmiş olduğu ülkelerde, devrimci sınıf partilerine revizyonizmin egemen olması ve giderek daha da derinleşen bir ideolojik ve örgütsel yozlaşma ve çürüme sürecine girmesidir. Böylece işçi sınıfı, emperyalizmin saldırıları karşısında en temel silahlarından mahrum bırakılarak, ön cephesinde sağlam bir mevzi tutma olanağını kaybetmiş oldu. İşçi sınıfının en ileri müfrezeleri, burjuva ideolojik saldırılara açık hale gelerek, tarihinin en ileri kazanımlarının ardından, uluslararası düzeyde açık sınıf çatışmalarına girmeden, en ağır yenilgi ve mevzilerini ve olanaklarını kaybetme sürecine girmiş oldu. Bu durum, bütün ülkelerde işçi hareketinin gelişimini baltalayan en önemli etkenlerden biridir. Bu olgunun diğer yüzü ise; Marksizm’in, başlıca hayat kaynağı olan sınıfın günlük yaşam ve mücadelesinden (en azından proletarya hareketinin ana kitlesinden) kopmasıdır. Böylece de, Marksizm’in, mücadelede bir eylem kılavuzu olarak, mücadelenin canlı deneyleriyle sınanıp zenginleşerek, burjuvaziye karşı her cepheden barikat oluşturabilme olanaklarını, uzunca sayılabilecek bir süre boyunca, kaybetmesidir.
Bunun bir sonucu olarak; işçi sınıfının ana kitlesinin revizyonizmin etkinliğine girmesi, Marksizm’in devrimci bayrağını elden bırakmayan devrimci sınıf partilerinin gelişimini ve proletarya hareketi içinde kök salmasını ve istikrarlı örgütsel temeller kazanmasını yavaşlattı. Uzunca bir süreci kapsayan bu durum, ideolojik açıdan zayıflıklar yarattığı gibi, örgütlenme ve çalışma tarzında sınıf-dışı alışkanlık ve eğilimlerin gelişmesine de zemin hazırladı.
Revizyonizmin çöküşü, genel olarak küçük burjuvazinin, özel olarak da, sınıf partilerindeki küçük burjuva öğelerin, sosyalizm ve proletarya hareketiyle olan ilişkisinde köklü bir sarsıntı yaratarak, önemli bir bölümünün açıktan Marksizm’e ve işçi sınıfı hareketine karşı inançsızlık ve güvensizlik içine düşmesine, revizyonist partilerde ve küçük burjuva akımlarda ideolojik bir çöküntüye yol açtı. Proletarya hareketinde ileri ülkelerde meydana gelen gelişmeler, elli yılın yarattığı bulanıklık ve yanılsamaların dağılma sürecini de başlatırken, işçi sınıfı hareketinin nesnel gelişimiyle, ideolojik çöküntü ve bulanıklıklar arasındaki çelişki de, özellikle ’90’lı yıllardan itibaren daha açık bir karakter kazandı. Revizyonizmin tahribatının en yoğun olduğu ülkelerde bile işçi sınıfı hareketinin kazandığı devrimci gelişme eğilimi, revizyonist partilerin sınıfın günlük yaşamından ve eyleminden zaten kopmuş olduklarının bir göstergesi olduğu gibi, hiçbir ihanetin ve hiçbir saldırı ve demagojinin nesnel sınıf çelişkilerini yatıştıramayacağının da açık bir kanıtıdır. Marksizm’in ve devrimci sınıf partilerinin gücü de, buna dayanmaktadır.
Bu süreç, ülkemizde kendine özgü özelliklerle, kendine özgü koşullarda ve kendine özgü çelişkilerle yaşandı. 12 Eylül yenilgi ve gericilik yıllarının yarattığı ve her ülke için olağan sayılabilecek sarsıntılara, uluslararası planda revizyonizmin çöküş sürecinin de eklenmesi ve bunun yol açtığı çelişkili sonuçlar; devrimci hareketimizin esas özgün yanını oluşturmaktadır. Bu, bir yandan, yenilgi ve gericilik yıllarının körüklediği ideolojik ve örgütsel tasfiye sürecinin daha da ağırlaşmasına yol açan unsurların eklenmesi anlamına gelmekle birlikte; aynı zamanda 12 Eylül tasfiyeciliğine karşı gelişen mücadele, revizyonizmin çöküşünün yol açtığı saldırılar karşısında tutulan bir mevzi özelliği kazanarak; saldırıları püskürtme olanaklarını genişletti. Ayrıca, işçi hareketindeki gelişmelerin ’89’dan itibaren kitlesel boyutlar kazanması, devrimci sınıf hareketinin mevzilerini daha da güçlendirdi
Sınıfının karşısına çıkan bir parti militanının, “Bu benim gazetemdir, ben bu çizgiyi savunuyorum, benim partim hata ve eksiklerini hiçbir önyargıya ve hiçbir kaygıya kapılmaksızın düzeltme cesaretini her zaman gösterdi. Ben de bu sorumluluğu taşıyorum” diyememesi, burjuvazi karşısında da, kendine güven ve cesaretle, “Ben çıkarları bağımsız bir sınıfım ve her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırmadan sınıfsal özgürlüğümü elde edemem. Bu nedenle de sonuna kadar işçi sınıfının egemenliği için mücadele edeceğim” diyememekle eşanlamlıdır. Bu konuda ortaya çıkan aşınmaların, giderek sınıf partisi sorumluluk ve disiplininin biçimsel bir süs haline dönüşmesine yol açacak bir tehdit unsuru olduğu da bir gerçektir. Bir işçinin, kendi sınıfına ve kendi sınıf ideolojisine güvenmeyen bir partiliye güvenmek yerine “kendi işini kendi eline alma”yı tercih edeceği ve elbette ki, tercih etmesi gerektiği açık değil midir?
Yani, işçi sınıfının birbirini tamamlayan ve güçlendiren iki temel silahında aşınmalara yol açan tahribatlar ve bunların giderek azalan oranda da olsa bir alışkanlık oluşturma eğilimi, önümüzdeki süreçte sınıf partisinin aşması gereken temel bir zaafı oluşturmaktadır.
Bu sorunun bir diğer yanı, günlük basının içeriğinin, her gün daha ileri düzeyde, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına cevap verebilmesi, burjuva basının dizginsiz saldırıları karşısında sınıfın mücadeleye atlan kesimlerini silahlandıracak özellikler kazanması sorunudur.
Bu konuda, daha önce de sözü edilen, Marksizm’in işçi hareketi dışında kalışının yol açtığı zayıflıkların ve yarattığı alışkanlıkların başında, günlük basının sınıfa hitap etme yeteneklerinin körelmesi gelmektedir. Tipik bir örnek olması açısından; ’80 öncesinde, TKP desteğinde yayınlanan Politika gazetesinde Asım Bezirci tarafından yazılan bir yazıdan örnek vereceğiz: “Evet, öteden beri biliyordum ki, ‘devrimci kuram (teori) olmadan devrimci hareket olmaz.’ Ve kuram (geniş anlamda bilgi ve sanat) ancak ‘kitlelere mal olunca maddi bir güç haline gelir.’ Öyleyse, devrimci kuramın bir türü olan devrimci edebiyat da kitlelere ulaşmalı, kitlelerce anlaşılıp sevilmeli, özümsenip benimsenmeliydi. Yoksa kitlelerin düşünce, duygu ve beğeni düzeyini yükseltemez, onların eğitimine, gelişimine, savaşımına (ve dolayısıyla dünyanın değişimine) katkıda bulunamazdı. Daha doğrusu, daracık bir çevrede azıcık bir katkıda bulunurdu.
Açık konuşayım: Kendi payıma, bu sınırlı katkının bile sonucundan biraz kuşkuluyum! Nitekim son zamanlara değin yazdıklarımı gözden geçirince üzülerek, şaşırarak şunu gördüm:
Yıllarca ben kitlelerden çok aydınlar için yazmışım! 1955’lerden beri dergilerde, kitaplarda çoğunlukla sayılı kitapsever aydınları ilgilendiren konuları genellikle onların anlayabileceği biçimde ele almışım. Gerçi sözü geçen konuları bilimsel sosyalizm ışığında aydınlatmaya; edebiyat alanındaki biçimci, bireyci, gerici davranışlar ile sapmaları, yanılgıları eleştirmeye; elimden geldiğince açık, yalın, duru bir anlatım kurmaya çalışmışım. Fakat yazdıklarımı işçiler de yeterince anlar mı, sever mi, önemser mi diye kaygılanmamışım…
Şimdi kaygılanıyorum. Artık kendimi değiştirmek, aşmak istiyorum…” (Asım Bezirci, Halk ve Sosyalizm İçin Kültür ve Edebiyat – Asım Bezirci’nin halka ve sosyalizme yakın özelliklerinin, revizyonizmin çöküşü döneminde, onu, ‘eski yoldaşlarına’ değil sosyalizme ve halka en yakın mevzide ve açık saf tutmaya sevk eden temel bir faktör olduğunu ve bu yöndeki kararını adı geçen yazıda vererek, özeleştiri yaptığını söylemek, sanıyoruz ki abartılı bir yorum sayılmaz.)
Asım Bezirci’nin ‘kendi payına’ yaptığı bu değerlendirme ve bir anlamda içten özeleştiri, revizyonizmin, Marksizm’i ve devrimci teoriyi ‘daracık bir çevrede azıcık bir katkıda’ bulunamayacak kadar sınıftan ve halktan, onun günlük mücadelesinden koparılmış olmasına yöneltilmelidir. İşin önemli bir yanı da böyle bir durumun, özellikle günlük bir basınla işçi sınıfının karşısına çıkılmasıyla birlikte fark edilmesidir. 12 Eylül yenilgi ve gericilik yıllarının, bu yabancılaşmanın etki alanını daha da genişlettiği düşünülürse, günlük basının içeriği açısından temel sorunumuz daha da anlaşılır hale gelecektir.
Marksizm, sınıflar mücadelesinin bilimiyse; günlük bir işçi basınının temel işlevi; sınıflar-arası ilişki ve çelişkilerin, gerçeğe en uygun bir şekilde, karşılıklı ilişki ve çelişkileri içerisinde, sınıfların karşı karşıya gelişinin en can alıcı göstergelerinin, toplumsal gelişim süreciyle bağlantıları içinde gözler önüne serilmesidir. İşçi ve emekçi sınıfların, kendi sınıfsal çıkarlarının, politik amaçlarının bilincine varmasına, dostlarını ve düşmanlarını ayırt etmesine, her somut durumun gereğini anlamasına yardımcı olmaktır. Olayların canlı bilgisiyle, işçi sınıfının, toplumu değiştirebilecek, değiştirilme mücadelesinin başına geçebilecek ve bu mücadelede, diğer emekçi sınıfları da birleştirme yeteneğine sahip tek sınıf olduğunu fark etmesini sağlamak ve bunun sorumluluklarını üstlenmesine yardımcı olmaktır. Geniş halk yığınları, işçi basını için; “kendilerine haber üretilen, duyguları okşanan bir pazar” değil, işçi sınıfıyla birlikte, kendi sınıf çıkarlarını elde etme olanaklarına sahip olacak “müttefik sınıflar”dır. Bunu gerçekleştirmenin temel koşulu ve olanağı ise; sınıfın ve emekçi sınıfların, günlük yaşam ve mücadelesinin bir parçası olarak mevzilenmek, her somut olayda sınıfların karşı karşıya gelişinin canlı tanığı ve tarafı olmak, onu içinde hissetmektir. Haberin “üreticisi” değil; onun bir unsuru olarak, somut gerçeğin ifade edilmesine olanak sağlamak ve buna yardımcı olmaktır. Açıktır ki; bu, sınıf partisinin günlük faaliyetinin de omurgasıdır.
Eğer, işçi sınıfının “iktidar mücadelesinde örgütten başka bir silahı yok” ise ve eğer işçi sınıfı, “ancak çalışan milyonlarca insanı bir işçi sınıfı ordusu halinde kaynaştıran maddi örgüt birliğinden kuvvet alan Marksizm ilkeleri üzerindeki ideolojik birliği ile kaçınılmaz biçimde yenilmez bir güç haline gelebilecek” ise; bunun en temel aracı da, günlük işçi basınıdır. Ve bir sınıf partisinin genel olarak parti basını, özel olarak da, günlük işçi basını karşısındaki tutumu, işçi sınıfı karşısındaki tutumunun ve sınıf içindeki faaliyetinin aynasıdır.

Ekim 1997

“Dış düşman” propagandası ve işçilerin tutumu

Emperyalist burjuvazi ve bağımlı ve geri ülkelerdeki işbirlikçileri, iletişim teknolojisini de kullanarak yürüttükleri propagandayla işçi sının ve ezilen halkların dikkatini sürekli olarak “ulusal çıkarlar”a ve “dış düşmanlar”a çekmektedirler. Ulusal çıkarlar ve dış tehdit üzerine burjuva propagandanın sürekli gündemde tutulması kaçınılmaz olarak işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini etkilemekte; emperyalistlerin ve gerici işbirlikçilerinin, halkın ve ülkenin çıkarlarının aleyhine faaliyetleri, haklı olarak ulusal çıkarların korunması kaygılarına yol açmaktadır. Ancak işçi sınıfı ve emekçiler için “ulusal çıkarlar” sorununda bir karmaşa da devam etmektedir. Korunması, sahip çıkılması gereken ile reddedilmesi zorunlu olan arasında net bir ayrımın yapılamaması, burjuvazinin işine yaramakta ve burjuvazi (günümüzde tekelci burjuvazi) bütün ülkelerde sınıf egemenliğini korumak ve sağlamlaştırmak amacıyla; işçi sınıfı ve bütün emekçilerin yurtsever, ulusal duygu ve değerlerinden yararlanmakta, bu değerleri kendi gerici amaçları doğrultusunda kullanmaktadır.
Uluslararası mali sermayenin dünyanın hemen bütün topraklarını sömürü ağına dâhil ettiği günümüz koşullarında, ulusal çıkarların ve ulusal sınırların, (gene bir burjuva propagandası olan ulusal sınırların ve çıkarların bütünleşmeye doğru yol aldığı iddiasının aksine) varlığını sürdürmesi gerçeği, burjuvazinin bu propagandasının temel dayanağını oluşturmakta; emekçi kitleler ve işçi sınıfı bakımından da yanıltıcı tutumlara yol açabilmektedir. Bütün burjuva devletlerin yöneticilerinin emekçi halk kitlelerini “dış düşman” ve “dış tehdit” umacısıyla yanlarına çekip kendilerine tabi kılma gerici çabalarının sonuçsuz kalmamasının nedenlerinden biri, bu propagandanın maddi temele kavuştuğu bir alanın var olmasıdır. Kapitalizmin dengesiz gelişmesi ve büyük emperyalist ülkelerle uluslararası dev tekellerin dünya hâkimiyeti mücadelesi, kaçınılmaz olarak ulusal düşmanlık üretmektedir. Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyeti özelliğiyle öncesi toplumsal sistemlere bağlanmasına ve benzemesine karşın; modern üretim araçlarının üretim sürecine girişi, sermaye ve emek hareketinin ulusal sınırları aşması ve başlıca iki modern sınıf olarak proletarya ve burjuvazinin üretim araçları karşısındaki konumlarının kapitalizm öncesi toplumsal sınıfların durumundan farklılaşan yanlarıyla bu toplumsal sistemlerden ayrılır. İşçinin yarattığı artı-değere kapitalist tarafından karşılıksız el konması ve ücretli emek sömürüsünün sermaye birikiminin ve genişleyen yeniden üretimin temelini oluşturması, ucuz işgücü alanlarına yönelik kapitalist rekabet ve çatışmaları kaçınılmaz kılmaktadır. Özellikle büyük emperyalist devletlerin küçük ülkelere yönelik baskı ve sömürüsü, burjuva ulusçuluk politikasının emekçiler içinde de etkili olmasını sağlamaktadır. Kapitalizmin burjuvazi ve işçi sınıfını oluşturarak gelişmesi, emekçileri toprağa ve onun sahibine bağımlı kılarak her yönden sınırlayan feodal kapalı ekonomi sisteminin parçalanmasına ve emeğin özgürleşmesine yol açması, emek-gücünün “özgür”ce pazarlanması olanağı ve işçinin yaşayabilmek ve soyunu sürdürebilmek için gerekli olan asgariyi elde etmesi, kapitalizmin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik toplumu olduğu yönündeki burjuva düşüncesinin kitleler içinde etkili olmasında rol oynamaktadır. Burjuvazinin (günümüzde tekelci burjuvazi), ürünü olduğu toplumsal sistemi, insan doğasına en uygun özgürlükler ve olanaklar sistemi olarak gösterip hemen her ülkede, iç ve dış düşmanlar üzerine propaganda yürüterek, herkesi sisteme ve burjuva devletine sahip çıkmaya çağırması, gücünü, başka etkenlerle birlikte bu etkilerden almaktadır. Ulusal çıkarlar üzerine burjuva propagandasının kitleler üzerindeki etkisi, diğer yandan kapitalist toplumsal sistemin, halkları birbirlerinden ayrı ulusal birimler (ve ayrı sınıflar) halinde bölmesinden güç almaktadır. Ulusal ya da çokuluslu devletlerin kapitalizm ile birlikte şekillenmesi, meta ve sermaye hareketinin genişlemesi, toprakların ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi mücadelesini kızıştırırken; her bir devletin egemen sınıf (ya da sınıflarının diğerlerine karşı rekabetini de körüklemekte; mali sermayenin yutma ve hâkim olma mücadelesi, burjuvazinin dostluk ve müttefiklik üzerine bütün propagandasını boşa çıkaracak biçimde açık silahlı çatışmalara ve savaşlara kadar genişleyebilmektedir.
“Ulusal düşmanlıkların temelindeki esas etken bu bölünmüşlük ve rekabet durumudur. Güçsüz, küçük ve geri halkların, gelişmiş, askeri, ekonomik ve politik güce sahip büyük devletler tarafından bağımlı hale getirilmesi, sömürülmesi ve sömürgeleştirilmesi kapitalist bölünmüşlük ve rekabetin -günümüzde tekelci rekabet ve egemenlik- kaçınılmaz kıldığı gelişmeler olarak ortaya çıkmakta; kapitalizmin ülkeler ve sektörler bazında eşit olmayan gelişmesi, dünya pazarları ve hammadde kaynakları üzerindeki rekabetin kızışmasına, çatışma ve savaşlara yol açmaktadır.
Kapitalizm koşullarında birbirleriyle müttefik ve “dost” olan ülkelerin egemen sınıfları arasında gizli ya da güce bağlı açık rekabetin, çekişme ve çatışmanın devam etmesinin temel nedeni budur. İç ve dış düşmanlar söylemi uluslararası duruma ve her bir ülkedeki gelişmelere göre artan ya da eksilen bir dozda, ancak kesintisiz sürdürülürken, düşman olarak belirlenenler iç ve dış koşullara bağlı olarak değişkenlik gösterebilmektedir. Gerici egemen sınıflar özellikle geri ve bağımlı ülke halklarının emperyalist çıkarlara bağlanan politikalarla birbirleri aleyhine kışkırtılması çabalarında bu halkların baskı altında tutulmasından kaynaklanan duyarlılıktan yararlanmaya çalışıyorlar. Bir örnek olsun: Türkiye-Yunanistan egemen sınıflarının kendi ülkelerinin halklarını birbirlerine karşı “dış düşman” tehdidi ile kışkırtması, bu iki ülke arasında geçmişte ve bugün var olan çelişkiler nedeniyle emekçileri etkilemekte ve bu ülkelerin egemen sınıflan bundan yararlanmaktadırlar. Burjuvazi bütün ülkelerin işçi ve emekçilerini, bir yanı “barış ve dostluk”, diğer yanı “ulusal çıkarlar ve iç ve dış düşmanlar” söylemi üzerine oturtulan ikiyüzlü propagandayla emperyalist talan ve savaş sistemine bağlamaya ve açlık, vahşet, işsizlik ve savaşların temel kaynağı kapitalizmi kutsamaya çalışıyor.
Emperyalist dünya sistemi parçalanma, rekabet ve çatışmaları kaçınılmaz kılarak, burjuvazinin “ulusal çıkarlar” propagandasına maddi bir temel oluştururken ve kapitalizmin temel gerçeği bu iken, tekellerin çıkarlarının emrindeki politikacı ve yazarlar, dünyanın, ulusların, sınıfların ve ideolojilerin tüm farklılığını ortadan kaldıracak bir yeni aşamaya; küreselleşme aşamasına gelmiş bulunduğunu söylemekten de geri durmuyorlar. Kapitalist dünyanın nesnel parçalanmışlık durumunu bile bile göz ardı eden bu propagandaya inanılacak olunursa, Yeni Dünya Düzeni ya da küreselleşme bütün ulusların ve halkların kavgasız, savaşsız bir biçimde ve kapitalizmin “ebedi geleceği” önünde secde ederek endişeye kapılmadan yaşamalarının bütün olanaklarını yaratmış bulunuyor. Emperyalist kapitalizmin, rekabetin ve çatışmanın zeminini yok ederek, her türden sınıf ve ideoloji ayrımcılığına son verdiği yeni bir gelişme aşamasına ulaştığını vaaz eden burjuva ideologları, böylece insanın refah ve barış içinde yaşamasının olanaklarının yaratıldığını ve savaşsız ve sınıfsız bir dünyanın daha bugünden var edildiğini de söylemiş bulunuyorlar. Bunun için dünya proletaryası ve ezilen halklar mücadeleden geri durmalı ve refah içinde yaşamak için daha fazla fedakarlık yapmalı, burjuva egemen sınıfların dayattığı sömürü ve baskıya ses çıkarmamalıdırlar!
Küreselleşme ve yeni düzen yalanıyla proletarya ve halkların kapitalizme ve emperyalist sömürgeciliğe karşı mücadelesinin önünü kesmeye çalışanlar, emperyalistlerin savaş sanayisini ve yeni silah teknolojisini neden geliştirdiklerini ve sürekli olarak dünyanın çeşitli bölgelerinde çatışma ve savaşlar kışkırttıklarını açıklamaktan kaçınıyorlar. Savaşlara, silahlanmaya ve sınıf mücadelesine gerek kalmadığını propaganda edenler; tekelci burjuvazi ve uşağı tüm burjuva yalancılar çetesi, emperyalistlerin kimyasal ve biyolojik silahlar geliştirdiklerini, ABD’nin İkinci Savaş’tan bu yana insanları nükleer silahların etkilerini ölçme deneylerinde kobay olarak kullandığını, dünya savaş sanayisi ve silah satışında en büyük payı elinde tuttuğunu (61.879 milyar dolarlık satışla baş sırada bulunuyor.) ve bunu bütün halklara karşı tehdit edici bir güç olarak kullandığını; her yıl 40 milyar dolar civarında silahın çeşitli devletler tarafından satın alındığını, yeni silah teknolojisinin uzay boşluğunu da kapsayacak biçimde geliştirildiğini gizlemeye özen gösteriyorlar. Bunu yaparlarken, büyük emperyalist devletler başta olmak üzere, birçok ülkede gerici egemen sınıfların halk kitlelerinin açlığı, yoksulluğu ve ölümü pahasına silah sanayisine yatırım yaptıklarını; yeni bloklar ve ittifaklar kurduklarını; birbirlerinin etki alanlarına sızma ve karşı tarafın etkisini zayıflatma çabalarını artırdıklarını ve birbirlerine gözdağı vermek amacıyla çeşitli nükleer denemeler ve tatbikatlar yaptıklarını göz ardı ediyorlar. (ABD, Ukrayna, Romanya, Bulgaristan ve Gürcistan’ın katıldığı ve 25 Ağustos ’97’de Karadeniz kıyılarında Deniz Meltemi–97 adıyla gerçekleştirilen askeri güç gösterisi de Rusya’ya karşı bir tehdit özelliği taşıyordu). Emperyalistler ve işbirlikçi gerici sınıflar, askeri saldırı ve güç gösterilerini ve yeni silahların geliştirilmesini büyük bir utanmazlıkla “barışın güçlenmesi” ve “dünya barışına hizmet” olarak gösteriyorlar. Burjuva propagandaya göre bütün nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar “barış için” geliştiriliyor!
ABD propagandası bu yağmacı dünya jandarmasının geçmişteki ve bugünkü suçlarını örtbas etmeye yöneltilmiştir. Vietnam halkına kanlı soykırım savaşını ve sömürgeciliği dayatan ABD emperyalistleri değilmiş gibi, bu ülkenin yöneticileri dünyayı kendi çıkartan doğrultusunda yönlendirme politikasını “yeni ve barışçıl dünya düzeni” olarak ilan etmeye devam ediyorlar. Oysa Şili’de halk kitlelerinin desteğiyle iktidara gelen Salvador Allende’yi bir darbe ile devirerek Pinochet faşizmini halkın başına bela eden ABD, hiçbir zaman barış, demokrasi ve ulusal bağımsızlıktan yana olmadı. İspanya’da milyonların kırılmasıyla sonuçlanan karşı devrimi destekleyerek Frankoculuğu işbaşına getiren ve sonrasında da on yıllarca destekleyenler yalnızca Hitler ve Mussolini kuvvetleri ve onların faşist artıkları değildi. İkinci Savaş’tan en fazla kârlı çıkan, dünyanın Avrupa dâhil önemli bir kesiminde egemenlik kurmanın olanaklarına kavuşan ABD, işçi sınıfı, sosyalizm ve halktan yana gelişmeleri kana boğarak dünya jandarmalığını tesis ettirmeye çalışıyordu. ABD ve İngiltere, savaş sona erdiğinde, daha önce dünya politikaları gereği “karşı tutum aldıkları” Franko faşizmine, en büyük desteği veren ülkeler oldular. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, meydana geldikleri koşulların özellikleri ve özgül nedenleri saklı tutulduğunda, esas olarak emperyalist (tekelci kapitalist) dünya sistemi koşullarında, dünya pazarları ve ucuz işgücü alanlarının ele geçirilmesi için yürütülen kapitalist rekabetin ürünü olarak ortaya çıktılar ve toplam olarak 70 milyon insanın ölümüne, yüz milyonlarcasının sakatlanması ve hastalanmasına; yenilmiş olanları başta gelmek üzere hemen tüm savaşan ülkelerin tahrip olmasına yol açtılar. Değişen kapsamda çatışmalar, işgaller ve bölgesel savaşlar sonraki yıllarda da devam edip geldi.
“Bütünleşme” üzerine propagandanın aksine, kapitalist çıkar çatışması, düne kadar birbirleriyle büyük bir dayanışma ve birlik içinde yaşayan halkları, eski SB topraklan ve Yugoslavya gibi ülkelerde birbirleriyle boğazlaşmaya sürükledi. Dev şirketlerin uluslararası özelliği, onların ortaya çıkıp geliştikleri ülkenin damgasını taşımalarına ve bu ülkelerin hükümetleriyle işbirliği içinde diğer ülkelerin tekelci işletmeleriyle çatışmaya girmelerine engel olmamaktadır. Ulusal sınırların sermaye bakımından aşılması, sermaye sistemi ve gerici sınıf iktidarlarının varlığı koşullarında ulusal çatışmaları yok etmemekte; kapitalist rekabet çatışmaları ve paylaşım savaşlarını kaçınılmaz hale getirmektedir.
Clinton, Chirac, Blair, Yeltsin, Kohl, Netanyahu ve Demirel “barış” söylevlerini sürdüredursunlar, onların elbirliğiyle ya da bloklar halinde saflaşarak sürdürdükleri rekabet ve çatışmalarla, her birinin kendi ülkelerinde işçi ve emekçilere karşı uyguladıkları vahşi sömürü ve saldırganlığın yol açtığı ölüm ve gözyaşı dünyanın her tarafında halklara yaşamı çekilmez kılıyor. Hırvatlarla Sırp ve Boşnakların birbirlerine kırdırılarak Yugoslavya’nın etki alanlarına bölünmesinde; Abhaz-Gürcü, Ermeni-Azeri, Çeçen-Rus çatışmalarında, Tutsi-Hutu katliamlarında, Somali ve Etiyopya’daki açlık ve ölümde, Irak Kürdistan’ı ve Türkiye’de Kürtlere karşı sürdürülen kan ve ateş politikasında başlıca sorumlu, başta ABD olmak üzere emperyalist büyük devletlerdir. Açlık, yoksulluk, işsizlik, sömürü ve savaş üreten kapitalist özel mülkiyet sistemi ve emperyalist “dünya düzeni”dir.
Emperyalist burjuvazi geri ülke halklarına köleliği dayatmakta ve bunu askeri-politik gücüyle uygulamaya sokmaktadır. ABD ve batılı büyük devletler, Latin Amerika’dan Asya’ya; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan Balkanlar ve Doğu Avrupa’ya, yerel burjuva diktatörlükleri arasındaki çelişkileri kullanmakta, bölgesel politik-ekonomik anlaşmazlıkları kışkırtarak çatışmaları körüklemekte ve bölgesel savaşlar çıkararak, etki alanlarını genişletme ve pekiştirme politikası izlemektedirler. Kuşkusuz ne emperyalistler, ne de işbirlikçi gericilik, ulusun çıkarlarını düşünmekte; ancak burjuva ulusallığını sınıf çıkarları ve sistem yararına kullanmaktan da geri durmamaktadırlar. Geri ülkelerin egemen sınıfları emperyalistlerin aleti olmalarına ve ülkenin ve ulusun çıkarlarını emperyalistlere peşkeş çekmelerine karşın, ulusal çıkarlar üzerine propaganda yürütmekten ve bölgelerindeki diğer devletlerin yöneticileriyle çıkar çatışmalarına girmekten kaçınmamaktadırlar.
Gerçek durum bu iken, her bir ülkenin egemenleri tarafından bitip tükenmez biçimde sürdürülen ve bir yanı, “ulusal çıkarlar”, diğer yanı “dostluk” ve “bütünleşme” olan burjuva propagandası dünya işçileri ve emekçilerinin dayanışması ve enternasyonal mücadele birliğini engellemeyi ve halkların birbirlerine kırdırtmasının koşullarını diri tutmayı hedeflemiş bulunuyor. Ulusal çıkarlar ve iç ve dış düşman propagandası, her bir ülkenin egemen sınıfları açısından, işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin sömürü ve baskıya karşı mücadelesini etkisizleştirme hedefi gütmekte; emekçilerin bütün dikkatleri “ortak çıkarlar” yalanına çekilerek, onların yurtseverlik duygu ve düşüncelerinden burjuva çıkarlar doğrultusunda yararlanılmaktadır. Bütün bu savaşlar ve düşmanlıklar emperyalist kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkmalarına karşın, sistemin gerici ve liberal savunucuları kapitalizmin özgürlük, dostluk ve refah toplumu olduğu propagandasından vazgeçmiyorlar ve her bir ülkede, dış düşman korkuluğu sallayarak işçi ve emekçilere sömürü ve baskı sistemine sahip çıkma çağrısı yapıyorlar.

TÜRKİYE GERİCİLİĞİNİN IRKÇI PROPAGANDASI, YA DA DÜŞMANA DUYULAN İHTİYAÇ
Türkiye egemen sınıfları, “ulusal çıkarlar” ve “dış ve iç tehdit” üzerine gerici propagandayı son birkaç aydır giderek yoğunlaşırdılar. İşbirlikçi egemen sınıfların politik ve askeri temsilcileri, 30–31 Ağustos “Zafer Bayramı” ve 1 Eylül Dünya Barış Günü nedeniyle, Kıbrıs ve adalar sorununu da gündemde tutarak, ulusal çıkarlara ve dış tehditlere bir kez daha dikkat çekerek, işçi ve emekçi kitleleri burjuvazinin yanında yer almaya çağırdılar. “Barış Günü” nedeniyle yapılan açıklamalarda ise burjuva ikiyüzlülüğü bütün çıplaklığıyla açığa çıktı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülkenin iç ve dış düşmanlarını dize getirecek güçte olduğuna yapılan özel vurgu; bölge ülkelerine karşı sürdürülen tehditler ve Türkiye’nin son aylarda düzenlenen birden fazla askeri tatbikata katılarak komşularına karşı gövde gösterisine girişmesi “barış ve dostluk” üzerine propagandanın sahteliğini göstermesine karşın, onlar, dünyada ve bölgede barışın gerekliliği üzerine demagojik açıklamalar yapmaktan ve M. Kemal’in “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözüne göndermede bulunarak, Türkiye’nin “barışseverliği”ni propaganda etmekten kaçınmadılar. 30 Ağustos kutlamaları Türk’ün gücünü dünyaya göstermeyi hedefliyordu ve zaten Türk’ün vatanseverliğini kanıtlayan bir anti-emperyalist savaşın “zafer günü”ne denk geliyordu. Mustafa Kemal önderliğindeki Türk ulusu (Kürtler bir ulus olarak kabul edilmedikleri için Kürt emekçilerinin Türk ulusundan emekçilerle birlikte bu savaşta üstlendikleri ülke savunmasından söz etme ihtiyacı duyulmuyor) yabancı işgalcileri kovarak “Türk’ün üstün vasıflarını bütün dünyaya kanıtlamış” ve zaferi elde etmişti.
“Barış” üzerine açıklamaları ise, uluslararası burjuvazinin bütün temsilcilerinin yürüttükleri propagandayla aynı özelliği taşıyordu. Onlar “barışsever”di ama “barış” tan söz eden ülke aydınlarına ve emekçi kesimlere karşı derhal savaşçı kesiliyorlardı. 1 Eylül Dünya Barış Günü etkinlikleri kapsamında çeşitli gösteriler yaparak, diktatörlüğün Kürt emekçi kitlelerine karşı sürdürdüğü faşist saldırı ve imha harekâtının son bulmasını isteyen işçi, emekçi, aydın ve sendikacılara karşı gerçekleştirilen saldırı ve gözaltı ve “barış” gösterilerine karşı uygulanan polis ve asker kuşatması bunu bir kez daha kanıtladı.
Türkiye’yi yönetenler yetmiş yıldır Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın dünyanın bütün ezilen milletlerine, kurtuluş mücadelelerinde yol gösterdiğini propaganda ediyor; emperyalistler hesabına üstlendikleri taşeronluk rolünü gizlemek için Türk ulusal kurtuluş savaşından ve M. Kemal dönemindeki bazı uygulamalardan yararlanmaya çalışıyorlar. Kendileri, Türkiye’yi emperyalist sömürü ve yağmaya sonuna dek açtıkları halde, M. Kemal’in anti-emperyalist eylemini sömürmeye ve bağımlı-yeni sömürge Türkiye’yi bağımsız göstermeye devam ediyorlar.
İşbirlikçi egemen sınıflar ve onların devlet asalakları çetesinin anti-emperyalizmden, bağımsızlıktan, ulusal kurtuluştan, halkların barış içinde bir arada yaşamasından söz etmeleri ikiyüzlü bir tutumun ifadesidir. Onların bütün pratiği bu sözcüklerin içeriğinde anlam bulan değerlerle zıtlık içindedir. Anti-emperyalist değildirler, çünkü ülkeyi emperyalistlerin çıkarlarına bağlamışlardır. Yüzyılın başında padişah Vahdettin’in o dönemin güçlü devleti İngiliz emperyalizminin himayesine girmesi ve Damat Ferit ile birlikte İngiliz işgalini ve vesayetini kabullenmesi Türkiye’nin sömürgeleşmesini hızlandırdı. Ardından gelen yabancı işgale karşı milli Türk ticaret burjuvazisinin önderliğinde ve halk kitlelerinin büyük fedakârlıklarıyla başlatılan anti-emperyalist mücadele, işgal kuvvetlerinin kovulması ve siyasal bakımdan bağımsız bir devletin kurulmasıyla sonuçlandı. Ancak mili burjuvazinin uzlaşmacı sınıf karakteri nedeniyle, Ulusal Kurtuluş Savaşı Türkiye’nin emperyalizmin hâkimiyetinden tam olarak kurtulmasına yetmedi. M. Kemal’in başında bulunduğu burjuva-feodal önderlik, emperyalistlerle imzalanan Lozan Antlaşması’yla “bağımsız” devlet statüsüne uluslararası kabul sağladı, ekonomide kısmi ulusallaştırmaya gitti, devlet eliyle ekonomik kalkınma politikası izledi ve padişahlığı ve halifeliği kaldırarak, daha modern bir yaşam yönünde uygulamalara geçti. Ulusal Türk ticaret burjuvazisinin ikili ve uzlaşmacı sınıf karakteri, işçi ve emekçi hareketinden ve Sovyetler Birliği’nde sosyalist devrimin zaferi nedeniyle sosyalizmin bölgede diğer halklarla birlikte Türkiye halkını etkilemesinden duyulan korku vb. nedenler, anti-emperyalist ve ulusal politikanın daha ileri düzeyde sürdürülmesini engelledi. Ekonomik ve mali bağımlılık temeli üzerinde ülkenin yarı-sömürge statüsü devam etti. Türkiye’yi yönetenler, her zaman dönemin güçlü emperyalistleriyle, dünya hegemonya mücadelesinde öne çıkmış ekonomik ve askeri güç sahibi ülke (ya da ülkeler) ile efendi-uşak ilişkisini sürdürdüler. Birinci Dünya Savaşı’na Almanların yanında katılmalarında rol oynayan etkenlerden biri de buydu. İkinci Dünya Savaşı’na öngelen yıllarda yeniden atak yapan Alman emperyalizmiyle ilişkilerini geliştirdiler ve Türkiye faşizmi Nazilerden güç aldı. İkinci Dünya Savaşı dünya dengelerini altüst edip Amerika Birleşik Devletleri dünyanın yeni jandarması olarak sahneye çıkınca, işbirlikçi sınıflar efendi değiştirmekte gecikmediler. 50 yılı aşkın bir zamandır Türkiye, ABD emperyalizminin dünya ve bölge planları doğrultusunda ezilen halklara karşı kullanılmakta ve ülkenin bütün kaynakları bu emperyalist haydut başta olmak üzere emperyalistlere peşkeş çekilmektedir. 1945’ten itibaren ve yıllar ilerledikçe artan bir biçimde, işbirlikçi egemen sınıflar ve onların politik ve askeri temsilcileri eliyle ülke ABD’nin ekonomik, askeri ve politik çıkarlarına bağlanmış ve onun çıkarlarının yön verdiği bir çizgiye çekilmiştir. Türkiye egemen sınıfları, kendileriyle doğrudan hiçbir ilişkisi olmayan Kore’ye, emperyalistlere karşı ülkesini savunmaya çalışan Kuzey Korelileri imha etmek ve ABD’nin emrinde savaşmak üzere asker göndermekten ve bağımsızlık mücadelesi yürüten Cezayir halkına karşı Fransız emperyalistlerinin yanında saf tutmaktan geri durmadılar; Ortadoğu Arap ve İran halklarına karşı ABD’nin vurucu gücü olan İsrail ile işbirliği yaparak, “mazlum halklar”a karşı emperyalistlerin safında yer aldılar. Anti-emperyalizm üzerine demagojik açıklamaların örtemediği gerçek budur. Türkiye’nin işbirlikçi egemenleri Ortadoğu’da, Balkanlar ve Kafkasya’da halkların yaşamına, ABD emperyalizminin bir ileri kıtası olarak müdahalede bulunmaktan, buralarda ulusal boğazlaşmaların gerçekleşmesi için rol almaktan geri kalmıyorlar. Bosna, Çeçenistan ve Azerbaycan’da giriştikleri komplo, kışkırtıcılık ve çatışmalarda taraf olarak yer alma gibi olaylar bugün de çeşitli biçimlerde devam ediyor. Türkiye, ABD’nin Irak’ta giriştiği işgal ve sürdürdüğü baskıdan yararlanarak Irak topraklarında kısa aralıklarla askeri harekâtlar düzenlemektedir. Kürtlerin ezilen ulus statüsünü sürdürmek için emperyalistlerin desteğinde Irak Kürt burjuva feodal gericiliği ile ilişkilerini geliştirmekte; onu kendine tabi kılarak bölgedeki etkisini Kürt sorunu üzerinden de artırmaya çalışmaktadır. Türkiye egemen sınıflarının ulusal bağımsızlık, ulusal kurtuluş ve “barış” üzerine propagandaları tam bir ikiyüzlülüğün ifadesidir.
Türkiye egemen sınıfları, ülke emekçi kitlelerini komşu halklara karşı sürekli olarak şoven ve ırkçı ideolojiyle eğitmeye; Türkiye’nin dış düşmanları propagandasıyla komşu ülkelere karşı bir güvensizliği diri tutmaya ve bunu içerde emekçi kitlelerin sömürü ve baskıya karşı mücadelesinin bir dalgakıranı olarak ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.
Yürütülen propagandaya bakılırsa “Türk’ün düşmanı” hiç eksik olmaz! Dahası “Türk’e Türk’ten başka dost yoktur”. Bu demagojik propaganda; faşist, ırkçı ve şoven ideolojiye kan taşıyan bir kaynaktır ve içerde Kürt emekçilerine ve dışarıda bütün komşu halklara karşı düşmanlık güdülerini ayakta tutmak için yeni unsurlarla desteklenerek sürdürülmektedir. Uzun süre düşman “Moskova’dan gelecek” komünizm idi. Truman ve Churcill’in Sovyetler Birliği’ni kuşatmak ve yıkmak için sürdürdükleri emperyalist yağmacı politikaya bağlanan Türkiye gericiliği, ABD’nin “yeşil kuşak” politikasının başaktörlerinden biri oldu. ABD, dünya hâkimiyeti mücadelesinde diğer emperyalist büyük devletlerle çatışmasına karşın; sosyalist Sovyetler Birliği’ni yok etmeyi baş görev sayıyor; SB’yi, aralarında Türkiye, İran, Körfez ülkeleri, Mısır ve Pakistan’ın da bulunduğu gerici İslam ülkeleriyle kuşatarak, bu devletleri Sovyetler Birliği’ne karşı saldırıda kullanmayı hedefliyordu. Türkiye’nin işbirlikçi egemen sınıfları “komünizme karşı savaş” adına ABD planlarının uygulanması için büyük çaba gösterdiler. Ülke toprakları ABD’nin askeri üsleri ve nükleer silah depolarıyla dolduruldu. İkili askeri ve stratejik işbirliği anlaşmalarıyla Türkiye emperyalistlerin tam bir yeni-sömürgesine dönüştürüldü. Türkiye gericiliğinin sosyalizme karşı emperyalist gerici savaşta ve sosyalizmin tasfiyesi eyleminde özel bir görevi ve rolü oldu.
“Dış tehdit” ve “ulusal çıkarlar” söylemi ekonomik kriz ve politik istikrarsızlık dönemlerinde yoğunluk kazanmakla birlikte, burjuva propagandasının kesintisiz bir unsuru olageldi. Komşu ülkelerin Türkiye üzerindeki emellerinden ve düşmanlarla çevrili olduğumuzdan söz edilerek yeni nesillere gerici ve şoven önyargıların aktarılması için özel bir çaba gösterildi. Egemen propagandaya göre Yunanistan “ezeli bir düşman”dı, Rusya’dan komünizm gelirdi ve Suriye Hatay’ı istiyordu! Rusya ile Boğazlar sorunu, Suriye ile Hatay, Yunanistan ile Kıbrıs ve adalar ve Bulgaristan ile Batı Trakya’daki Türk nüfus sorunu bu propagandanın güçlendirici unsurları olarak işlendi. İşbirlikçi egemen sınıflar propagandalarının etkili olması için, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Yunan ordularının İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin maşaları olarak Türkiye’ye karşı saldırı ve işgale girişmesini referans olarak alırken, Yunanistan’la sınır ilişkileri, Ege Denizi, adalar ve Kıbrıs’taki anlaşmazlıkları, (iki devletin yöneticileri de bunu kendi çıkarları doğrultusunda ve emekçi kitleleri yedeklemek amacıyla kullanmaktadırlar.) ulusal düşmanlığı körüklemenin ve şoven bir milliyetçiliği ayakta tutmanın gerekçesi olarak kullanılmaktadır. Bulgaristan’la, Türk azınlık; Suriye ile Hatay sorunu (sonrasında PKK desteği gerekçesi de eklendi) nedeniyle yaşanan gerginlikler “Türk’ün düşmanı” propagandasının zenginleştirici unsurları haline getirilmiş bulunuyor. Türkiye egemen sınıfları, bütün diğer burjuva devlet yöneticilerinin yürütmekten geri durmadıkları bu tür bir propagandayla, ülke işçi ve emekçilerinin işbirlikçi kapitalistler ve büyük toprak sahipleriyle “ortak çıkarlar”da birleşmelerini sağlamaya çalışmaktadırlar.
Ülkelerini seven işçi ve emekçilerin yurtseverlik duyguları gerici, emperyalist ve sömürücü çıkar ve amaçlara alet edilmek istenmektedir, işçi sınıfı kitleleri ve emekçiler, burjuvazinin bu ikiyüzlü, emperyalist ve gerici propagandasına aldandıkları oranda, sermaye egemenliği sisteminin güvencede olacağı düşünülmektedir. Düşmanlarla kuşatıldığımız propagandasının temel amacı budur. Yoksa işbirlikçi egemen sınıflar ne yurtsever, ne emperyalizme karşı, ne de barışseverdirler. Emperyalist orduların Irak işgalini protesto ederek savaşa ve Türkiye’nin savaşa katılmasına karşı çıkanların hain olarak damgalanıp gözaltına alınması, bunun kanıtlarından yalnızca bir tanesidir. Türkiye egemenleri, Irak’ın işgali savaşını içerde işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin baskı ve sömürüye karşı mücadelesini kırmanın aracı olarak kullandılar. Zonguldak grev ve direnişinin Mengen’deki barikatlara takılıp kalmasında ve sonra da etkisinin kırılmasında bu savaş borazanlığı küçümsenemez bir rol oynadı. Burjuvazi, işçilerin ve onları destekleyen şehir emekçilerinin yurtseverlik duygularından sonuna kadar yararlandı.
Bu durum, sınıf bilincine ulaşmış işçilerin ve işçi sınıfının devrimci partisinin, burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelenin başarısı için, burjuva propagandanın ikiyüzlü, aldatıcı ve karşı devrimci içeriğini teşhir etmesi ve burjuva gericiliğinin işçi ve emekçileri yedekleme çabasını boşa çıkarmak için günlük ve kesintisiz bir biçimde emekçiler içinde ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti yürütmesinin ne denli önem taşıdığını da ortaya koymaktadır. Bu görevin ihmal edilmesi koşullarında işçi sınıfının bilincinin bağımsız politik sınıf bilincine yükselmesi gerçekleşemez.

* * *
Bütün ülkelerin işçi ve emekçileri, uluslararası burjuvazinin “ulusal çıkarlar” üzerine propagandasının sahte ve ikiyüzlü olduğunu bilmek zorundadırlar. Burjuva yurtseverliği genel olarak ömrünü tamamlamış bulunuyor. Emperyalist burjuvazi bütün ezilen halkların olduğu kadar, emperyalist ülke halklarının da düşmanıdır ve bütün dünyada halkları birbirine kırdırmaya hizmet eden bir politika yürütmektedir. Emperyalist büyük devletlerin ve dev uluslararası tekellerin çıkarları halkların özgürlüğü ve eşitliğe dayalı ilişkilerini değil; yağma, hâkimiyet ve baskıyı gerektirmektedir. Dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan bölgesel çatışmalar emperyalistler tarafından kışkırtılmakta; halkların imhası ve yoksulluğu pahasına onlar bu savaşlardan büyük kârlar elde etmekte ve silah sanayisini geliştirmek üzere kaynak sağlamaktadırlar.
Uluslararası gericiliğin bu politikası, proletarya ve ezilen halkların uluslararası dayanışmasıyla karşılanmak zorundadır. Herhangi bir ülkenin işçi sınıfı ve emekçilerinin kendi ülkelerinin egemen sınıflarına karşı verdikleri mücadelenin, gerçekte tüm ülkeler emekçilerinin uluslararası gericiliğe karşı mücadelesi demek olduğunun anlaşılması, işçi hareketi ve ezilen halkların kurtuluş mücadelesi bakımından önemli bir ilerleme olacağı gibi, burjuvazinin ulusal çıkarlar yalanıyla emekçileri yedekleme politikasının başarısızlığa uğratılması bakımından da büyük bir gelişme olacaktır. Emperyalizme bağımlı geri ülkelerde ulusal çıkarların savunulması işçi sınıfı ve emekçilerin en önemli görevlerinden biridir. İşbirlikçi burjuvazinin ikiyüzlülüğünü açığa çıkarmak, ancak emperyalizme karşı ülkenin ve halkın çıkarlarının korunması ve ülkenin kaynaklan ve haklarına sahip çıkmakla mümkündür. Sınıf bilincine ulaşmış işçiler buna azami dikkat gösterirlerken, burjuvazinin gerici emellerinin de farkında olmak ve başka halklara düşmanlığı içeren bu gerici emellere alet olmamak zorundadırlar. Sınıf bilincine ulaşmış işçilerin ve bütün ülkelerde var olabildiği kadarıyla işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci partilerinin önündeki en önemli görevlerden biri, iletişim teknolojisiyle etkisi artan burjuva propagandanın etkisiz kılınması ve uluslararası dayanışmanın geliştirilmesidir.
Türkiye’nin bütün milliyetlerden işçi ve emekçilerinin, uluslararası düzeyde yürütülen küreselleşme ve dostluk propagandasının ve içerde süreklilik kazanan ulusal çıkarlar ve iç ve dış düşmanlar propagandasının gerici özünü kavramaları; her şeyden önce sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin ilerletilmesi için bir zorunluluktur. Sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin devrimci partisi, emekçi kitleler içinde kesintisiz bir çalışma ile işbirlikçi burjuvazinin ulusal çıkarlar üzerine ikiyüzlülüğünü teşhir etmeli; halkın ve ulusun haklarını, büyük emperyalist devletlere ve uluslararası tekellere peşkeş çeken ve ülkeyi bağımlı duruma düşüren ulusal ihanetçi burjuvaziye karşı daha etkili bir faaliyet yürütmeli ve devrimci ajitasyon ve siyasal teşhir çalışmasını güçlendirmelidirler. Türkiye ikili ve çok taraflı askeri-politik ve ekonomik işbirliği anlaşmaları ile başta ABD olmak üzere emperyalist büyük devletlerin etki alanına çekilen bir ülkedir ve gerek dış politika alanında, gerekse içerde izlenen politikalar bütünüyle halkın çıkarlarına aykırıdır. İşbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin “ulusal çıkarlar” ve “iç ve dış düşmanlar” üzerine propagandası içerde emekçileri aldatmaya, Türk işçi ve emekçilerini Kürt halkına karşı şoven önyargılarla kışkırtmaya; Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin mücadele birliğini engellemeye yönelmiştir. Bu gerici çabanın teşhir edilerek boşa çıkarılması devrimci sınıfın ve partisinin başlıca görevlerinden biridir. Türkiye işçi ve emekçileri burjuvazinin propagandasına alet olmayı reddetmelidirler. Türk ve Kürt halkının bölge ülkeleri halklarıyla herhangi bir sorunu yoktur ve bütün sorun gerici egemen sınıf kliklerinin çıkar çatışmalarına emekçileri de alet etmek istemelerinden kaynaklanmaktadır. Emperyalistler ise bu çatışmaların baş kışkırtıcılarıdır. Türk ve Kürt işçi ve emekçileri emperyalist kışkırtmaya, emperyalistlerin bölgeye ve ülkeye müdahalesine karşı mücadele etmeli; içişlerine karışmama ilkesinin benimsenmesi için çaba göstermelidirler. Emperyalizme karşı mücadele demokratik bir devletin kurulması mücadelesi olarak gelişmeden, Kürt sorunu, emperyalistlerin ve bölge gerici rejimlerinin müdahalesi olmadan ve kaderini tayin hakkına saygı gösterilerek demokratik biçimde çözülmeden, emperyalistlerin bölgeye müdahalesine ve emperyalist hâkimiyete son vermek mümkün olmamaktadır. Türk ve Kürt işçi ve emekçileri bilmelidirler ki, düşmanları komşu ülkelerin emekçileri değil; Türkiye’nin işbirlikçi egemen sınıflarıdır.

Ekim 1997

ÖDP-Yeniden çizgisi ya da uslanmış solculuk

Uluslararası burjuvazinin, proletaryanın devrimci davasına ve ezilen halkların kurtuluş mücadelesine karşı sürdürdüğü çok boyutlu saldırının, kendilerine devrimci ve “sosyalist” diyen çeşitli grup ve çevreler üzerindeki etkisi, bu grup ve çevreleri liberal reformist ve anti-Marksist bir konuma savurmuş bulunuyor. Yeni Dünya Düzeni ya da küreselleşme üzerine geliştirilen ve adına “gerçekçi politika” denilen burjuva propagandası proletarya ve emekçilere teslimiyeti öneriyor. Sosyalizmin önce Sovyetler Birliği’nde ve sonra 1990 başlarında Arnavutluk’ta tasfiye edilmesinin tahrip edici etkileriyle de birleşen bu propaganda, devrimci ve “sosyalist” örgüt ve partilerin saflarında yalnızca dağılmalara ve kargaşaya değil; giderek açıklık kazanan bir biçimde devrim ve sosyalizm davasının reddedilmesi eğilimlerinin güç kazanmasına da yol açıyor. Modern revizyonist, Avrupa komünisti ve Troçkist grup, çevre ve yazarların elbirliğiyle Marksist devrim teorisine, proletaryanın burjuvaziden bağımsız bir parti olarak örgütlenmesi çabasına ve iktidar mücadelesine karşı savaşı, bugünkü ardıllarınca ideolojik, politik ve örgütsel planda devam ettiriliyor. Bu çevreler elbirliğiyle Marksist-Leninist teoriye, sosyalist inşa pratiğine ve proletaryanın bağımsız politik örgütlenmesine karşı, ideolojik unsurları burjuvazinin uluslararası cephaneliğinden alınmış bir savaş sürdürüyorlar. Sosyalizmin bilimsel teorisinden ikiyüzlüce söz eden bu çevreler, Marksist devrim teorisinde ısrarı dogmacılık; reformizme karşı mücadeleyi sekterlik; tek ülkede sosyalizm mücadelesini “sonuçsuz kalmaya mahkûm gereksiz bir gayret”; işçi sınıfı ve devrimci partilerin enternasyonal dayanışmasını zamansız ve sekter bir girişim olarak görmekte; proletaryanın devrimci partisinin yönlendirici konumuna çokseslilik adına karşı çıkmaktadırlar.
Globalizm ve Gorbaçovculuk rüzgârı bu grup ve çevrelerin saflarında reformizm ve burjuva liberalizmi eğilimini güçlendirirken, bu gibilerinin “devrim mi, reform mu?” sorusuna cevapları dolaysız bir biçimde “Rus devriminin akıbeti”ne bağlanmış bulunuyor. Söz konusu grupların çoğu “düzen karşıtlığı” çizgisinden düzenle uyuşma çizgisine gerilemiş durumdadırlar. Gorbaçovculuk ve globalizm rüzgârı, TKP (TBKP)’nin burjuvaziyle “ortak çıkarlarda buluşma”sını sağlamış; eski Kurtuluş ve Dev-Yol gibi grupları, temel teorik tezlerinin Kruşçevcilikten esinlenmiş içeriklerinin de etkisiyle TKP’den boşalan platforma sürüklemiş ve bu iki gruptan gelme insanların kuruluşunda aktif rol oynadıkları ÖDP, burjuva reformist ve uzlaşmacı çizgide bu grupların vardığı yerin son adı olmuştur. (Gorbaçovcu yeni dünya solculuğu hemen tüm küçük burjuva grupları sağ ya da görünürde sol ancak gerçekte sağ reformist bir çizgiye çekti. Burada bu gruplara değinmiyoruz. Ancak yeri geldiğince, bu grupların işçi sınıfı ve emekçi halk hareketine zarar veren anlayışlarını ve mücadele biçim ve yöntemlerini de ele alacağız.)
Yakın geçmişte, ara tabakalara dayanarak politik mücadeleye katılan “orta-yolcular”, 12 Eylül faşist yıldırıcılığının da etkisiyle, Carillo ve Berlinguer’in tezlerini benimsemekte birleştiler. Bu çizginin en “parlak” temsilcisi ÖDP ve Yeniden dergisi çevresidir. Bir dönem sıkıyönetim mahkemelerinde ısrarla “örgüt değil dergi çevresi olduklarını” kanıtlamaya çalışanlarla, “artık örgütsel politik faaliyet yürütmenin koşulları kalmamıştır” diyerek devrimci politik faaliyeti tatil edenlerin, değişen “koşullara uygun” ve burjuvazi ve kapitalizm yararına izledikleri “reel politika”yla ÖDP gibi bir reformcu-liberal partide buluşmaları bir bakıma kaçınılmazdı. ÖDP’nin kuruluşunda yer alan eski Dev-Yol çevresi ve Yeniden dergisi yazarları, emperyalist kapitalizmin özellikleri, emperyalist bunalım ve emperyalistler arası çelişkiler; devrim ve savaş ilişkisi; tek ülkede devrim ve sosyalizmi inşa olanakları; proletaryanın sınıf niteliği, örgütlenmesi ve mücadelesi; proletarya partisi ve proletarya diktatörlüğü konularında on yedi yıldır sürdürdükleri “tartışma”dan, Marksizm-Leninizm’in “eski” tezlerinin ve sorunları çözüm yöntemlerinin değiştiği sonucunu çıkardıklarını açıkladılar.
Onlara göre, Marx ve Engels’in Avrupa devrimi beklentileri gerçekleşmediğine ve tek ülkede sosyalizmi inşa pratiği başarısızlıkla sonuçlandığına göre, Marksist-Leninist teori ile sosyalizm pratiği ve proletaryanın uluslararası diğer kazanımlarından devralıp savunulacak fazla bir şey yoktur; geçmişin esas yanını yanılgılar oluşturmaktadır ve bu yanılgı ve yanlışlarda Marx ve Lenin’le birlikte Stalin ve III. Enternasyonalin önemli rolü vardır vb.

KOŞULLARA SIĞINMA VE DEVRİMİN YADSINMASI
“Çok seslilik” adına içerdiği tüm karmaşaya karşın, Dev-Yol/ÖDP çizgisinin savunuculuğunu üstlenmiş bulunan Yeniden dergisi, Aralık ’96 sayısını Marx, Engels ve Lenin’in, devrim, proletarya partisi ve proletarya diktatörlüğü üzerine düşünceleriyle Lenin ve Stalin’in tek ülkede sosyalizmin başarıya ulaşmasının olanaklarına ilişkin düşüncelerinin reddine ayırdı. Yeniden yazarları kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşı sonrası gösterdiği nicel değişiklikleri gerekçe edinerek, Marksist-Leninist devrim teorisini ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizm pratiğini reddediyor, Titocu ve Kruşçevci tezlere sarılıyor ve burjuva-liberal çizgilerini buna bağlı olarak temellendirmeye çalışıyorlar. Yeniden sayfaları baştan sona bu reformist liberal düşüncelerle dolu. Bunu yaparken Marksizm’in diğer tüm reformist ve revizyonist muhalifleri gibi, koşullara ve kapitalizmin niteliklerinin değişmesi gerekçesine sığmıyorlar. Kapitalizmin temel özelliklerinin “değiştiği”ni ileri süren Yenidenciler, bunu şöyle izah ediyorlar:
“Bu sürecin (bolüm başlığı sermayenin yeniden yapılanma süreci ve ele alınan dönem 1970’li yıllardır-y.a.) ikinci vs belki de daha belirleyici boyutunu kapitalist dünya sisteminin, kapitalist ilişkilerin temelinde yaşanan değişmelere uygun yeniden yapılanma arayışı olarak gündeme gelen entegrasyon, serbestleşme ve liberalizasyon politikaları oluşturmaktadır.
Radikal teknolojik gelişmelerin üretimin teknik temelinde yarattığı köklü atılımlar sonucunda sermayenin akış hızı önceki tarihsel dönemlere göre niteliksel olarak sıçrama göstermiştir.
Öte yandan sermayenin yoğunlaşma düzeyi ise, yerel (ulusal) tekellerin iç pazarda, uluslararası tekellerin ise dünya pazarındaki gücünü köklü olarak sıçratmış, bu bakımdan devlete duyulan ihtiyaç önemli oranda azalmıştır.
Sermayenin akış hızında ve yoğunlaşma düzeyinde yaşanan bu iki belirleyici gelişme, ulusal pazara yönelik üretimin giderek dünya pazarına yönelmesine, ekonomik ve siyasal bakımdan uluslar-üstüleşme sürecinin derinleşmesine yol açmıştır.” (Yeniden Devrim s.2, sf.4) (abç)
Günümüz oportünizminin en önemli iddialarından biri “uluslar-üstü” bir ekonomik sistemin, emperyalizmden farklı özellikleriyle gerçekleşmiş olduğudur. Yeniden Devrim yazarı da aynı demagojik varsayıma sarılıyor. O, kapitalist ilişkilerin temelinde yaşandığını ileri sürdüğü ”değişmelerin nitel ya da nicel mi olduğunu belirtmemekle birlikte, bir temel değişikliğin olduğundan kuşku duymuyor. Sermayenin yoğunlaşması ve uluslararasılaşmasını ve tekellerin etki alanlarının geçmişe göre daha fazla büyümesini yeni bir olgu gibi göstererek, kapitalist ekonomik sistemde gerçekleştiğini ileri sürdüğü “temel değişiklikleri bununla izah etmeye çalışıyor.
Yeniden yazarı iddialarını güçlendirmek için globalizm ve “uluslar-üstüleşme”ye sarılmaktadır. Kapitalist ekonomik sistemde ve tekeller çağında kaçınılmaz olarak gerçekleşen uluslararasılaşma, Yeniden çevresi tarafından burjuva liberal görüşlerin dayanağı haline getirilmekte, bu olgu devrim için mücadelenin olanakları yönünde değil; emperyalist burjuvazi ve uluslararası sermayenin ekonomik ve politik engeller oluşturma olanakları bakımından yorumlanmaktadır. Yeniden çevresi ve ÖDP yöneticileri ideolojik-politik görüşlerini globalist ve Gorbaçovcu görüşlere uyarlamakta, uzun süreden beri burjuvazi, burjuva liberalleri ve reformist liberal “sol” grup ve partiler tarafından sürdürülen “uluslar-üstüleşme” propagandasına dayandırmaktadırlar. “Globalist” anlayışın temel dayanağı yapılan “yeni” gelişme şudur: Mali sermayenin uluslararası dolaşımının büyük boyutlar kazanması, sermayenin spekülatif hareketinin geçmiş dönemlere göre daha fazla genişlemesi, iletişim ve haberleşme araçlarıyla genel olarak teknolojide kaydedilen gelişme ve bu gelişmenin üretim ve ürün dolaşımı sürecinde yol açtığı değişiklikler; sermayenin kapitalizmin ana ülkelerinden işgücü, nakliye ve kaynakların ucuz olduğu geri ülkelere doğru hareketinin yoğunluk ve yaygınlık kazanması sayılmaktadır. NAFTA, AT, ASEAN gibi bölgesel oluşumlar ve bilimsel teknolojik alandaki gelişmeler, bu “yeni aşama”nın göstergeleridir. Bu propagandaya göre, “global” bütünleşme ve yeni değişim koşullan yalnızca ulusal devlet sınırlarını yıkmak ve ulusal politikaları boşa çıkarmakla kalmamış; kapitalizmin temel çelişkisini (emek-sermaye çelişkisini ve bunun sınıfsal plandaki yansıması olan proletarya-burjuvazi çatışmasını) de “yumuşatarak” geri plana atmış, üretici sermayenin rolünü tali duruma düşürmüş ve yeni ve farklı özellikleri olan bilgi toplumuna geçişi sağlamıştır. Bilgisayarlar aracılığıyla bütün dünyada her yöne akıp duran spekülatif sermaye bütün toplumsal yaşamı yönlendirdiği gibi, sınıf ilişkilerinin eski uzlaşmaz özelliklerine de son vermiştir. O halde bu yeni koşullarda bütün toplumsal kesimler, daha iyi yaşamak için işbirliği yapmalı ve işbirliği içinde çalışmalıdırlar.
Her türlü reformcu ve uzlaşmacı anlayışın dayanağı haline getirilen bu değişmede, bilgisayar ve iletişim teknolojisi alanında kaydedilen gelişmeler dışında yeni sayılabilecek fazla bir şey yoktur. “Küreselleşme” ya da “yeni aşama” tezi esasen ultra-emperyalizmin bir tür yeni savunusundan ibarettir. Küreselleşme ya da aynı anlama gelmek üzere emperyalizmin “yeni bir aşaması” tezi reformist liberal çevreler tarafından, işçi sınıfı ve emekçilere tam bir teslimiyeti dayatmak ve reformist siyasal görüşlere dayanak yapılmak üzere gündeme getirilmekte ve proletarya devrimleri ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerine karşı bu çevrelerce kullanılmaktadır. Bunlara göre, uluslararası mali sermaye bütün toplumları ve toplumsal tüm hareketi çekip çevirecek ana etken haline gelmekle kalmamış; bu değişimin ulaştığı boyutlar, sınıf bileşimleri ve sınıfların üretim içindeki konumlarını da değişime uğratmış ve bu nedenle proletaryanın tarihsel rolü niteliksel bir değişime uğramıştır. Bu yeni sınıf şekillenmesi ve yeni ilişkiler ‘eski’ devrimci teorik düşünceleri geçersiz hale getirmiş ve bu yeni duruma ve yeni ilişkilere uygun yeni teorilerin geliştirilmesini kaçınılmaz kılmıştır. Sağcı liberal görüşlerin yeniden öne çıkarılmasının nedeni de budur.

AYNILAŞTIRILMIŞ SÜREÇLER VE DEVRİMİN YASALARININ REDDİ
Bir toplumsal formasyonun (üretim biçimi) son bulması, ya da bir devrim için, (ekonomiyle politika, felsefe, siyaset, din vb. arasındaki ilişkileri de belirlemek üzere) Marx, genel geçer bir ilişkiye dikkat çekmektedir. “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileriyle ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle çelişkiye düşerler. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişme biçimleri olmaktan çıkıp, onların zincirine dönüşürler. O zaman bir sosyal devrim çağı başlar. Ekonomik temelin değişmesiyle birlikte koskoca üstyapı yavaş veya hızlı bir şekilde altüst olur. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, ekonomik üretim koşullarındaki maddi, doğal bilim kesinliğiyle saptanabilir altüst oluşla, hukuki, siyasi, dini, sanatsal ya da felsefî biçimleri, kısaca insanların bu çatışmaların bilincine vardıkları ve kesin sonuç alıncaya kadar kavgasını verdikleri ideolojik biçimleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş çağı hakkında da, onun kendi bilinciyle hüküm verilemez, tam tersine, bu bilinç maddi yaşamın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki mevcut çatışmayla açıklamak gerekir. Bir toplumsal formasyon, kendisinin onlar için yeterince geniş olduğu bütün üretici güçler gelişmeden asla batmaz ve yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bunların maddi varlık koşulları bizzat eski toplumun bağrında yumurtasından çıkmadan (olgunlaşmadan ç.n) asla (eskilerinin-ç.n) yerine geçmezler.” (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’dan aktaran Proleter Devrimin Teorisi – ikinci Defter s. 10)
Marx, bu özlü sözleriyle, toplumsal gelişme süreçlerini, bir alt toplumsal biçimden üst biçime geçişin yasasını; devrimin olabilmesi için zorunlu olan üretici güçlerin üretim ilişkileriyle çatışmasını; bu çatışma tarafından belirlenen devrimle üstyapının “yavaş ya da hızlı” değişmesi ve yıkılmasını ve ekonomi ile politika arasındaki ilişkiyi özetlemektedir.
Bir toplumsal devrimin olabilmesi için öncelikle, içinde bulunulan toplumsal ekonomik sistemin üretici güçlerinin, içinde hareket ettikleri üretim ilişkileriyle -gelişmeleri engellendiği için- çatışmaya girmeleri gerekir. Böyle bir çatışmanın yaşanması için, üretici güçlerin belli bir düzeyde gelişmiş olmalarını gerektirmektedir. Yeni ve daha yüksek üretim ilişkilerini mümkün kılacak maddi koşullar önceki toplumun bağrında ortaya çıkıp gelişmeden ve eski toplumun üretici güçlerin gelişmesine katkısı tümüyle son sınırına gelmeden eski toplum son bulmaz.
Sınıflı toplumların tarihinin analizinden çıkarılan bu yasa, tüm toplumsal gelişme ve değişmelerin temel yasasıdır. Kapitalizme gelince, o, gelişmesi içinde kaçınılmaz olarak fabrika işçileri kitlesini yaratarak, işçilerin burjuvaziye karşı mücadelesini doğurur ve geliştirir. Kapitalizmin ana ve temel ürünü olan işçi sınıfı, ücretli emek sömürüsünün farkına vardıkça, kapitalist özel mülkiyet sistemine son vermek amacıyla eyleme geçer ve siyasal ve sosyal bir devrimle kapitalist topluma son vererek, onun yerine, emek sömürüsünün olmadığı, üretim araçlarının tüm toplumun kolektif mülkiyetine geçirildiği yeni -sosyalist- toplumu kurar.
Kapitalizm, kaçınılmaz biçimde sermayenin merkezileşmesi ve üretimin yoğunlaşması yönünde gelişir. Kapitalizmin uluslararası karakter kazanmasıyla birlikte, pazarları ve üretim araçlarını ellerine geçirip, küçük işletmeleri saf dışı bırakan sermaye kodamanlarının sayısı giderek azalır. Üretim araçlarını ellerinde toplayan kapitalistler ile sayıları sürekli artan ve “kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması tarafından eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen” işçi sınıfı arasındaki mücadele keskinlesin Sanayinin gelişmesiyle işçiler yalnızca sayı olarak büyümekle kalmazlar, daha büyük yığınlar halinde birleşmeleriyle güçleri de büyür. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, kapitalist üretim ilişkilerinin oluşturduğu “kabuk” ile bağdaşmaz hale gelerek bu kabuğun paramparça olmasını kaçınılmaz hale getirir. “Kapitalist özel mülkiyetin ölüm saati gelmiştir. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.”
Marx, kapitalist ekonomik sistemi tahlil ederken, kapitalist gelişmenin işçi sınıfını kaçınılmaz biçimde, onu sömüren ve sınıfsal baskı ve egemenlik altında tutan kapitalistler sınıfına -burjuvazi- karşı mücadeleye sürüklediğini ortaya koymakta ve üretici güçlerin ileri düzeyde gelişmiş olmasını daha ileri bir toplumsal sistemin -sosyalizm-devrimle kurulması için gerekli saymaktadır.
Marx’ın, temel önemdeki bu belirlemesi, Marx sonrasında, iki bakımdan saptırıldı ve çeşitli revizyonist tezlerin dayanağı yapılmaya çalışıldı. Birinci olarak, üretici güçlerin belli bir düzeyde gelişmediği ülkelerde devrimin olanaksız olduğu savıyla ve ikincisi, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin kendiliğinden bir devrime yol açacağı varsayımıyla.
Marx’ın devrimci teorisinin bu biçimde revizyonu, başka şeylerin yanı sıra geri ülkelerde devrim için mücadeleyi baltaladı, geri ülkelerin köleliğinin kaçınılmazlığına “inancı” güçlendirdi ve devrimin kendiliğindenliği üzerine hayallerin beslenmesine yol açtı.
Marx’a göre, üretici güçlerin en ileri düzeyde geliştiği ve sınıfın hazırlık düzeyinin yüksek olduğu yerde, devrimin başarıya ulaşma olanağı daha genişti. Bu tür ülkeler devrimin gerçekleşmesi için gereken koşullara sahip olmaları nedeniyle, devrim öncelikle bu gibi ülkelerde gerçekleşecekti. 1830, 1848 Avrupa devrimleri ve Paris Komünü deneyi de bunu doğrular nitelikteydi. 1789, 1830, 1848 ve 1871 devrimleri yalnızca Fransa’da değil, bütün Avrupa’da etkili oldular. Bu durum, devrimin üretim araçlarının en yüksek derecede geliştiği İngiltere gibi ülkelerde başlayarak tüm Avrupa’ya yayılacağı fikrinin gelişmesine yol açtı.
Marx ve Engels, tezlerinde bu nesnel durumu gözetmelerinin yanı sıra, henüz burjuva demokratik devrimlerin yükseliş döneminde ve serbest rekabetçi kapitalizmin gelişmesini sürdürdüğü koşullarda, bir tek ülkede devrimin burjuvazi tarafından boğulacağı kaygısını da taşımaktaydılar ve kıta Avrupa’sında peş peşe gelişen üç devrim dalgası tarafından kanıtlanan sonuçlardan hareketle -bir ülkede başlayan devrim tüm gelişmiş batı ülkelerini etkilemişti- Avrupa çapında bir devrimi öngörüyorlardı. Marx ve Engels, Paris proletaryasının ayaklanmasını ve Komün deneyini gördükten sonra burjuvaziyle proletarya arasındaki hesaplaşmanın amansız bir iktidar kapışmasını zorunlu kıldığını bir kez daha vurguladılar ve kapitalizmin dengesiz gelişme yasası gereğince, üretici güçlerin bütün ülkelerde aynı zamanda ve aynı düzeyde gelişmesinin olanaksızlığı yönünde ön düşünceleri de oluşmaya başladı. (Marks ve Engels, 1882’de Komünist Manifesto’nun Rusça baskısının önsözünde “Rusya Avrupa’da devrimci hareketin öncülüğünü oluşturuyor” diye yazdılar. Engels, daha sonra da (yaşasaydı Marx’ın da katılacağından kuşku duymamız için herhangi bir neden bulunmayan), devrimin doğuya doğru kaydığını yazdı.)
Serbest rekabetçi kapitalizm bir dünya pazarına doğru gelişirken geri ülkeler de bu pazara çekildi. Daha önce proletaryanın ya olmadığı, ya da yok denecek kadar az olduğu bu ülkelerde böylece kapitalizmin ve proletaryanın gelişmesinin koşulları oluştu. Kapitalist gelişme ve sermaye ihracının öne geçmesi sistemin çelişkilerini keskinleştirici bir rol oynadı. 19. yüzyılın sonunda dünya esas olarak gelişmiş birkaç emperyalist ülke tarafından paylaşılmıştı. Dengesiz gelişme sıçramak bir özellik kazandı, ileri kapitalist ülkelerde kapitalist gelişmeyi bir ölçüde yavaşlatma pahasına, ihraç olunan sermaye geri ülkelerde kapitalist gelişmeyi hızlandırırken, proletaryayı da geliştirdi. Geri ülkeler emperyalist ekonomi zincirinin birer halkası haline geldiler. Artık söz konusu olan yeni bir paylaşımdı ve bunu belirleyecek olan da güç ilişkileriydi. Daha önce geride bulunan bir ülke, üretici güçlerin gösterdiği gelişmeyle, önde giden ülkeyi geride bırakarak, pazarlara egemen olmaya çalışıyor ve bu durum çelişkilerin bir savaşa doğru keskinleşmesine yol açıyordu. I. ve II. Dünya Savaşları güç ilişkilerindeki değişmeye bağlı olarak gündeme gelen yeniden paylaşım taleplerinin silah zoruyla çözümlenmesi çabasından başka bir şey değildi.
Kapitalist gelişmenin ulusların ve sınıfların yaşamında büyük bir değişime işaret eden yeni bir evreye, mali sermaye ve tekeller evresine; emperyalizm evresine ulaşması tek tek ülkelerin ekonomilerinin, sermaye ihracı yoluyla emperyalist ekonomi zincirine bağlanmasını ve sermaye ve emek hareketinin uluslararası niteliğinin daha fazla gelişmesini sağlamakla kalmadı; aynı zamanda üretimin toplumsal karakterinin evrensel ölçekte büyümesine; sermaye ve üretimin başlıca büyük emperyalist ülkeler ve tekellerin ellerinde merkezileşip yoğunlaşmasına ve kapitalizmin dengesiz -eşit olmayan- gelişmesi sonucu, dünya toprakları, pazarları ve hammadde kaynaklarıyla ucuz işgücü alanlarının paylaşımı için güçlerin karşı karşıya gelmesinin zorunlu hale gelmesine yol açtı. Bu, başka şeylerin yanı sıra, proletaryanın uluslararası hareketinin yeni olanaklara kavuşması demekti. Tek tek ülkelerde ve genel olarak dünya ölçeğinde proletaryanın safları büyüdü ve onun toplumsal kurtuluş devrimini başarıya ulaştırma olanağına sahip sınıf olarak rolü daha fazla belirginleşti. Kapitalizmin yeni (emperyalist) aşamasında, meta ve sermayenin uluslararası hareketinin ulaştığı düzey ve kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin sıçramak olarak gerçekleşmesiyle yol açtığı değişme ve bunun neden olduğu çelişkiler, devrimin, üretici güçlerin daha ileri düzeyde geliştiği ülkelerde başarı şansını ortadan kaldırmıyordu kuşkusuz. Ancak ortada yeni bir durum vardı. Kapitalizmin dengesiz ve sıçramak gelişmesi ve tekellerin ortaya çıkmasıyla, mali sermayenin dünyayı yeniden paylaşım kavgalarının gündeme gelmesi, emperyalist kapitalizmi yeni çelişkilerle yüz yüze getirdi ve devrimin, emperyalist zincirin en zayıf halkasını oluşturan ülke ya da ülkelerde gerçekleşmesi olanaklı hale geldi. Devrimin olanakları, hareketin uluslararası niteliği nedeniyle genişlerken; eşitsiz ve sıçramalı gelişme, devrim için koşulların en uygun olduğu, en zayıf halkada -ya da halkalarda- emperyalist zincirin parçalanması için koşulları olgunlaştırdı. Artık devrim, üretici güçlerin görece geri olduğu ülkelerde de gerçekleşebilirdi ve geri Rusya’nın, ileri Almanya’yı beklemesine gerek yoktu. (Marks ve özellikle de Engels, daha yaşıyorlarken, İngiltere’de kapitalizmin ulaştığı düzey ve uluslararasılaşma yönündeki gelişmeleri dikkate alarak, kapitalist tekellerin doğmakta olduğuna, devrimci bir öngörüyle işaret etmişlerdi. Onlar aynı zamanda, devrimin merkezinin “Slavlara doğru”; Doğu’ya doğru kaydığını da -bu, on üç yıl Marx’tan daha fazla yaşamış olan Engels tarafından oldukça açık bir biçimde belirtilmiştir-, yazılarında belirtmekteydiler.)
Birinci Dünya Savaşı devrimci bir duruma yol açtı. Ancak oldukça hazırlıksız yakalanan Avrupa partileri, bu durumu devrim yönünde değerlendirme gücü gösteremediler. Üçüncü Enternasyonal’in en etkin partisinin Bolşevik Partisi olmasının başlıca nedenlerinden biri de bu partinin Marksist devrimci çizgisi ve devrim için canla başla çalışması, koşullan doğru tahlil ederek on milyonlarca Rus emekçisinin istekleri doğrultusunda devrimci bir tutum almasıydı.
Sermaye ve meta dolaşımının uluslararası özellik kazanması, emperyalist büyük devletlerarasında keskinleşen rekabet ve pazarların paylaşımı için sürdürülen kıyasıya mücadele, proletarya ve burjuvazinin uluslararası sınıflar olarak güçlerinin büyümesi vb. gibi gelişmeler daha önce ortaya çıkmış ve yaşanmış olmalarına karşın, işçi sınıfı ve partilerinin devrimci stratejisini devrimden vazgeçme yönünde değiştiren yeni ve temel gelişmeler olarak gösterildi. Oportünistler, görünür değişmelerden nitel değişmelere denk düşen sonuçlar çıkararak, idealist-mekanik bir anlayışı hakim kılmak için çabalarını artırdılar ve toplumsal hareketin ve toplumların yaşamının değişme zorunluluğunu, oportünist politikalarına dayanak yapmaya soyundular. Oysa sorun bir değişme ve gelişmenin olup olmadığı değil; bu gelişme ve değişmenin sınıflar-arası mücadeleye ne tür etkide bulunduğuydu. Koşullardaki değişmeyi gözetmeyen mekanik bir devrim stratejisinin başarıya ulaşması elbette olanaklı değildi.
Marx’ın devrimci teorisini yeni koşulları da gözeterek geliştiren Lenin, emperyalist kapitalizmin çelişkilerine dikkat çekerek, devrimin, zincirin en zayıf halkasında gerçekleşmesinin olanaklarını gözler önüne serdi. (Lenin’in başında bulunduğu Bolşevik Partisi yönetimindeki proletaryanın, çarlık rejimini ve emperyalist Rus gericiliğini alaşağı etme mücadelesi, dünya proleter devrimine hizmet ediyordu. Lenin tarafından uluslar arası toplumsal ve politik sorunların somut tahliliyle geliştirilen enternasyonal devrimci teori, bütün ülkelerin işçi ve ezilen halklarına, sermayeye karşı mücadelelerinde gerçek bir hizmetti.) Lenin, Avrupa proletaryasını, emperyalist burjuvaziyle işbirliğine ikna etmeye çalışan ikinci Enternasyonal partilerine karşı ve onların en gelişkin teorisyeni Kari Kautsky ile giriştiği bütün polemiklerinde, bu ülkelerin işçi ve emekçilerinin, sermaye egemenliğinden kurtulması amacını güttü ve Rus devriminin deneylerini, uluslararası işçi sınıfının anti-kapitalist mücadelesinin başarısı için yorumladı, sonuçlar çıkardı; bununla da yetinmedi, işçi hareketinin saptırılmasına karşı, sol ve sağ sapmaların ortaya çıktığı Avrupa partilerinde, devrimci Marksist çizginin hâkim olması için çaba gösterdi.
Lenin, emperyalizmin, sosyalist devrimin önkoşullarını olgunlaştırdığına dikkat çekerek, sınıf bilinçli işçilerin bir partide örgütlenerek, “iktidarı ele geçirmeyi ve sosyalist dünya devriminin zaferine kadar korumayı bildikleri takdirde…” yenilmez olduklarına dikkat çekti.
Emperyalizmin ekonomik özelliklerini tahlil ederken, Lenin, “Artık” diyordu, “dünyanın tipik ‘hükümdarı’, özellikle güçlü bir biçimde iç içe geçmiş olan, özellikle isimsiz ve doğrudan üretimden kopuk olan, müthiş bir kolaylıkla yoğunlaşan ve hâlihazırda olağanüstü ölçüde yoğunlaşmış bulunan mali sermayedir, öyle ki kelimenin gerçek anlamında birkaç yüz milyarder ve milyoner (bugün bunların bir kısmı trilyoner ve katrilyoner haline gelmişlerdir- y.a.), tüm dünyanın kaderini ellerinde tutmaktadırlar.”
Dünyanın, az sayıda büyük tekelci birlik, ya da tröst tarafından paylaşılmasından hareketle, bunun giderek “ultra-emperyalist” bir birlik haline geleceği ve emperyalistler arasındaki çelişkilerin son bulacağı yönündeki düşünce, tekelci rekabet olgusunu ve özel mülkiyet çatışmasını göz ardı etmektedir. Lenin, bu tür bir “vargıya”, soyut ve teorik olarak ulaşmanın mümkün olduğunu belirterek şöyle diyordu: “… Bu sermaye kodamanlarının yekpare bir dünya tröstü halinde, rekabetin ve devletsel olarak ayrılmış mali sermayelerin mücadelesinin yerine uluslararası birleşmiş bir mali sermayeyi geçirerek bir dünya tröstü halinde uluslararası birleşmesi hâlihazırda artık uzak değildir. Bu vargı, tıpkı geçen yüzyılın doksanlı yıllarındaki ‘Struvist’ ve ‘Ekonomistlerimizin, kapitalizmin ilerici karakterinden, bunun kaçınılmazlığından, Rusya’daki nihai zaferinden kâh savunucu sonuçlar (sermayeye tapma, onunla uzlaşma, sermayeyle mücadele etmek yerine onu yüceleştiren), kâh apolitik sonuçlar (yani ‘Ekonomistlerin özgül hatası olarak politikanın yadsınması ya da politikanın öneminin, genel siyasi sarsıntılar ihtimalinin yadsınması vs.), kâh grev hareketinin ilahlaştırılması olarak doğrudan ‘grevci’ (‘genel grev’) sonuçlar çıkarırkenki benzer vargısı gibi soyut, basitleştirilmiş ve yanlıştır…” (aktaran C.Hill. agb sf. 25)
Karl Kautsky, 1916’da “Emperyalizmin şimdiki aşaması kapitalizmin en son görüngü biçimi olmayabilir” diyordu. Kautsky, kapitalizmin “yeni bir çağı”ndan söz ederek, çürüyen ve çelişkilerinin had safhaya vardığı emperyalizmin, “kapitalizmin en son ve yüksek aşaması”, sonrasında sosyalizmin başlamasının kaçınılmaz olduğu aşamasını reddediyordu. Kautsky, emperyalizmin yeni bir “ultra-emperyalist” aşamasının düşünülebilir olduğunu söylerken Lenin, bunu şöyle değerlendiriyordu.
“Ama kapitalizmin emperyalizmden sonra yeni bir aşamasının, ultra-emperyalizm aşamasının soyut olarak ‘düşünülebilirliği’ yadsınabilir mi? Hayır. Soyut olarak böyle bir aşama düşünülebilir. Ne var ki, pratikte, gelecekte acil olmayan görevler üzerine böyle hayaller kurma adına bugünün acil görevlerini bir yana iten bir oportünist olmak anlamına gelir. Teoride bu, gerçeklikte cereyan etmekte olan gelişmeye dayanmayıp, bu hayal uğruna ona peşinen sırt çevirmek demektir. Gelişmenin istisnasız tüm işletmeleri, tüm devletleri kapsayan bir dünya tröstü yönünde olduğuna kuşku yoktur. Ama gelişme oraya doğru öylesi koşullarda, öylesi bir tempoyla, öylesi çelişkilerle çatışmalarla ve sarsıntılarla -bunlar asla yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasi, ulusal niteliktedir vb.- olmaktadır ki, mesele ulusal mali sermayelerin bir tek dünya tröstü, ‘ultra-emperyalist’ bir dünya birliğine varmadan önce, emperyalizm kaçınılmaz olarak çökmek, kapitalizm karşıtına dönüşmek zorundadır.” (Buharin’in ‘Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm broşürüne önsöz’den ak. agb sf. 28)
Lenin, ‘ultra-emperyalizm’ saçmalığını eleştirirken, şöyle yazıyordu: ” Çünkü kapitalist ilişkiler altında çıkar ve nüfus alanlarının, sömürgelerin vb. dağıtımının temeli olarak, buna katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir temel düşünülemez. Ama buna katılanların güçler dengesi eşitsiz bir biçimde değişir; çünkü kapitalizmde tek tek girişimlerin, tröstlerin, sanayi kollarının ve ülkelerin eşit bir gelişmesi olamaz… On yirmi yıl sonra emperyalist güçler arasındaki güç dengesinin değişmeden kalacağı varsayımı ‘düşünülebilir’ mi? Kesinlikle düşünülemez.
‘Inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist ittifaklar bu nedenle, bu ittifaklar hangi nedenle olursa olsun, ister bir emperyalist koalisyona karşı başka bir emperyalist koalisyon biçiminde, isterse bütün emperyalist güçlerin genel bir ittifakı biçiminde olsun kaçınılmaz olarak savaşlar arasında yalnızca bir ‘nefes molası’dır. Barışçıl ittifaklar savaşları hazırlar ve kendileri de savaşlardan doğarlar; birbirlerini karşılıklı olarak koşullandırırlar, bir ve aynı zemin üzerinde, dünya siyasetinin ve dünya ekonomisinin emperyalist bağlantı ve karşılıklı ilişkileri zemini üzerinde, barışçıl ve barışçıl olmayan mücadele biçimlerinin değişmesini getirirler.” (Emperyalizm broşürü)

TEK (YA DA BİRDEN FAZLA) ÜLKEDE SOSYALİZMİN ZAFERİ OLANAĞININ REDDİ
Devrim ile ilgili tartışmanın can alıcı sorusu şudur: Devrimin saatinin gelip çattığı, burjuvazi ile proletarya ve sömürenlerle sömürülenler arasındaki çelişkinin iç ve dış etkenlerle de birleşerek keskinleştiği, emperyalist zincirin, çelişkinin bu en keskin ve bu nedenle de en zayıf halkasında yarılmasının somut bir sorun olarak proletaryaya gelip dayandığı noktada, devrim partisi olma iddiasındaki bir parti, iktidarın alınması için bütün ezilenlerin gücünü proletaryanın öncülüğünde burjuvaziye karşı ayağa kaldırmalı mıdır?
Yeniden yazarlarının bu soruya olumsuz cevap verdikleri görülüyor. Onlar kendilerinden önce kapitalizmin (ve üretici güçlerin) gelişme düzeyine bağlanarak izah edilmeye çalışılan geri ülkelerde sosyalizmin kurulamayacağı tezini ve buradan çıkarılan Rusya gibi nispeten geri bir ülkede devrimin yenilgisinin kaçınılmaz olduğu sonucunu şimdi daha da ileri götürüyor ve “Tek bir ülkede sosyalizm kurulamaz” biçimindeki Troçkist tezi yeniden piyasaya çıkarmaya çalışıyorlar. Ali Öztürk, yazısını tümüyle bu “retçi” liberal görüşün savunulmasına ayırmış.
“… Bolşevikler Rusya’da iktidarı ele geçirmeyi başardılar ama sosyalizmi inşa etme konusunda aynı başarıyı gösteremediler. Yani sosyalizm siyasal iktidarı ele geçirip, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması anlamında geri bir ülkede gerçekleşebilir ama yine de sosyalizm insanın ve toplumun dönüştürülmesi, toplumun katılımcı ve özgürlükçü olarak örgütlenmesi anlamında geri kapitalist ülkede veya gelişmiş kapitalist tek bir ülkede gerçekleşemez.” (s.89) (abç)
“Toplumun katılımcı ve özgürlükçü olarak örgütlenmesi…”yle Yeniden yazarı neyi anlatmaya çalışıyor? Yeniden sayfalarında sergilenen anti-Marksist anlayış, ‘özgürlükçü’ denen sosyalizmin, proletaryanın devrimci iktidarı altında ve kitlesel katılımıyla gerçekleştirilen sosyalizm olmadığına işaret etmektedir. Gerçekte yazar bu sözleriyle burjuva demokratizmine benzer bir yapıya özlemini dile getirmektedir. Sosyalizmin burjuvaziye, eski cennetini geri getirmek üzere serbestçe faaliyet gösterme olanağı tanımaması, Yeniden yazarlarını endişelendiriyor. Onlar, burjuva kesimleri de kapsayan bir “katılımcı”lığı, “otoriter sosyalizme” tercih etmektedirler.
Yeniden yazarının sosyalist inşadan ne anladığı gerçekte belirsizdir. İktidarı alan proletaryanın, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermesinin ve onları toplumsallaştırmasının sosyalizm olup olmadığını yazar bilmemektedir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesi ve üretim araçlarının proletarya devletinin denetimi altında tüm toplumun malına dönüştürülerek kolektifleştirilmesinin başlı başına sosyalist bir uygulama olduğu; üstyapıyla sınırlı kalmayan ve tüm toplumsal yaşamı kapsayan bir uygulama olduğu; ekonomiyle siyaset arasında doğru bir ilişki kurma yeteneği ve bilinci gösteren herkes için açıktır. “İnsanın ve toplumun dönüştürülmesi” tam da bu uygulama başlar başlamaz, başlatılmış demektir. Ama bunun hemen sonuca ulaşması da olanaksız değildir. İnsanın ve toplumun tümüyle dönüşümü, yalnızca üretimdeki büyük özel mülkiyetin son bulması ve karşıt sınıfların kaldırılmasıyla gerçekleşmez, aksine bunun için kapitalizmden gelen bütün kalıntıların, yaşamda ve düşüncedeki burjuva etkilerin ve kafa emeğiyle kol emeği arasındaki farkın ortadan kalkması gerekir. Bu ise oldukça uzun bir süreci gereksinen kapsamlı bir hedeftir.
Yazarın da aralarında yer aldığı Marksizm’in muhalifleri, tek ülkede devrimin zaferinin “olanaksızlığı” fikrine, Marx’ta dayanak bulduklarını sanırlar. Bu tümüyle bir küçük burjuva riyakârlığıdır. Yeniden Devrim yazarı Ali Öztürk’ün diğerlerinden farkı, bu “olanaksızlığın” yalnızca Rusya gibi nispeten geri bir ülke için değil, ama tek tek hemen bütün kapitalist ülkeler için geçerli olduğunu ileri sürmüş olmasıdır. Geriye bir tek yol kalıyor. “Dünya devrimi!”
O gün gelene kadar, iktidarın alınması görevi şu ya da bu ülkede proletaryaya gelip dayansa bile, onun burjuvaziden koparılıp alınması ve burjuva egemenliğine son verilmesinin bir kıymeti-harbiyesi olmayacaktır. Yazarın düşüncesinin ve iddialarına yol gösteren mantığının vardığı yer burasıdır.
Lenin 1915 yılında bir makalesinde, “Ekonomik ve siyasi gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Bundan şu sonuç çıkar ki, sosyalizmin zaferi ilk başta birkaç kapitalist ülkede, ya da hata tek başına alınmış bir ülkede mümkündür.” diyordu.
“Biliyorum, kendilerini çok akıllı sanan ve hatta sosyalist geçinen ve devrim bütün ülkelerde patlak vermedikçe iktidarın ele geçirilmemesi gerektiğini iddia eden aklıevvel kişiler vardır. Bunlar bu laflarla devrime sırt çevirdiklerini ve burjuvazinin tarafına geçtiklerini fark etmiyorlar. Emekçi sınıfların uluslararası ölçekte devrim yapmasını beklemek, herkesin bekleyiş içinde donakalması demektir. Bu saçmadır.” (C.15. s.287 aktaran agb sf78)
A. Öztürk, (ve kuşkusuz düşünce birliği içinde olduğu Yenidenci Dev-Yol çevresi) Lenin’in, tek ülkede sosyalizmin zaferinin mümkün olacağına “inanmadığını Lenin’i tahrif ederek ileri sürerken, tarihi de bir kez daha tersten okuyor. Yeniden Devrim yazarları, Lenin’in “kendilerini çok akıllı sayan” dediği türden kişilerdir. Rus proletaryasının büyük Ekim Devrimi’ne öncülük eden Bolşevik Partisi’nin lideri olarak Lenin’in, devrimden sonra da bütün çabasını yeni toplumun -sosyalist toplum- örgütlenmesine ayırdığını, bırakalım Marksistleri, sosyalizmin azılı düşmanı kapitalist politikacılar ve olayları bir burjuva tarihçinin objektif gözlemiyle aktaran burjuva tarihçileri de söylemişlerdir. Bu yargı, yazarın kaynak olarak gösterdiği Troçkist yazarların eserlerinde de vardır. İngiliz siyaset tarihçisi Chistopher Hill, “Lenin ve Rus Devrimi” adlı çalışmasında, Yeniden yazarlarını yalanlayan bir dizi canlı olayı sergileyerek, Lenin’in Sovyet ülkesinde sosyalizmi inşa çalışmalarına önderlik ettiğini anlatmaktadır. O, (burada zorunlu olarak sık sık aktaracağımız tanıklıkların yanı sıra), Lenin’den, Rusya’da ne yapıldığına ilişkin bir soru sorulsaydı, nasıl bir cevap vereceklerini anlatan şu sözleri aktarır, kitabının 162. sayfasında. “Sosyalizmin temelinin büyük ölçekli üretim olduğunu, eski kapitalist ekonomik sistemi yeniden kalıba döktüğümüzü… söylerdik. Bir bütün olarak devletin gereksinmelerini karşılamak üzere, ülkenin her tarafında, örgütlü ücretsiz emek biçiminde bir gelenek, tüm eski kapitalist kuralları çiğneyen tamamıyla yeni bir gelenek, kapitalizm üzerinde zafer kazanan sosyalist topluma yaraşır bir gelenek yaratıldı.” Küçük üretimin yaygın ve küçük üreticilerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu bir ülkede, gelişmiş kapitalist ülkelerde belki de -ya da büyük oranda- gerekmeyen bir dizi özel geçiş önleminin alınması sonucu sosyalist devrimi tamamlamanın “mümkün” olduğunu söyleyen Lenin’dir. Bu amaç doğrultusunda 1917 Ekimi’nden sonra önce “savaş komünizmi”, ardından, ekonomiyi canlandırmak ve işçi kitlelerinin açlıktan kırılmalarını önlemek üzere küçük üreticilerin ve orta köylülüğün serbest ticaretinin yanı sıra, devlet kapitalizmini geliştirmeyi ve dış sermayeye yatırım kolaylıkları sağlama vb. ‘nefes alma’ya yönelik geri adımların atılmasını isteyen ve bunun gerçekleşmesi için partide ve Sovyetlerin yönetimleri içinde ciddi mücadeleler yürüten Lenin’dir. O, komünizm için “Sovyet iktidarı artı tüm ülkenin elektrifikasyonu” gerekir derken de ne söylediğinin bilincindeydi. Yeni Ekonomi Politika (NEP) Sovyet iktidarı altında ekonominin, sosyalizmin inşası için uygun hale getirilmesini hedefleyen bir geri adımdı, ancak bilinçlice atılan bu adım sosyalizmin maddi temelinin güçlendirilmesine hizmet etti. Parça başı ücret ve Taylor sistemi diye bilinen kapitalist üretim yöntemleri bilinçli ve kontrollü uygulamaya sokuldu. Burjuva teknik adamlardan yararlanmanın kaçınılmazlığına dikkat çekildi ve onların sabotaj vb. eylemlerinin proleterlerin kuşatmasına alınarak engellenmesi kaydıyla daha fazla çalıştırılmaları ve bunun karşılığında işçilerin aldıklarıyla kıyaslandığında oldukça fazla olan özel ücret ödemeleriyle mükâfatlandırılmaları kabul edildi.
İç savaşın ve Alman, İngiliz, Fransız, Japon ve Amerikan emperyalistlerinin fiili müdahaleleriyle desteklenen çarcı generallerin isyanları, bugün, Sovyet devrimi üzerinde çok kolay söz söyleyenlerin çoğunun aklının alamayacağı büyük bir tahribat yaratmıştı ve ek olarak yaşanan kıtlıktan dolayı açlık kol geziyordu. Nitekim bu gelişmelerin etkisi sonucu, daha önce Bolşeviklerin büyük destek gördükleri Kronştad’da 1921 Martı’nda “genç köylülerden oluşan garnizon askerleri arasında” bir ayaklanma baş göstermişti (Yeniden yazarları Kronştad’ın hesabını da devrimcilerden ve Lenin’in izleyenlerinden sormaktadırlar).
1921’de, daha önce -çarlık döneminde- sahip olunan toprakların % 40’ında askeri denetim kaybedilmiş, toprakların yitirilmesiyle elde edilen gelir düzeyi gerilemişti. Ağır sanayi savaş öncesinin % 13’ü ve hafif sanayinin % 44’ü kadar bir verimlilik içindeydi. Ulaşım harap olmuş, açlık ve savaş nedeniyle milyonlarca insan kaybedilmişti. Dahası bu aynı dönemde dış saldırganlara ve ayaklanmacı beyaz ordulara karşı savaşan halkın içinde yer alan 280 bin parti üyesi zorunlu olarak üretim dışı kalmıştı. Bütün bunların yarattığı baskı, sosyalist ekonominin inşası çalışmalarını baltalamaktaydı.
Bir proleter devrimin, yalnızca siyasal iktidarın alınmasıyla sonuçlanmayacağı, aksine, bunun bir başlangıç ve daha da sertleşen sınıf mücadelesinin yeni keskin biçimlerinin yaşanacağı bir sürecin ilk basamağı olduğu bilinmektedir. Lenin bu konuda şöyle yazıyordu: “Sosyalist devrimi başlatmak zorunda olan ülke, ne kadar geri kalmış ise, eski kapitalist ilişkileri aşmak o kadar güçtür. İç düşman karşısında zafer kazanma görevi kolay bir görevdi. Politik iktidarı inşa etme görevi de kolaydı, çünkü halk yığınları bize yapının iskeletini, bu yeni iktidarın (Sovyetler) temelini verdi… ancak şimdi karşı karşıya olduğumuz görevler çok daha zordur… Sadece sanayinin önemsiz bir üst katmanını gerçek anlamda etkileyebilmiş, tarıma hiç ulaşamamış gelişkin kapitalist biçimleri dışarıda tutarsak, Sovyet iktidarı -proletarya iktidarı- hiçbir hazır ilişkiyi miras almamıştır. Büyük ölçekli girişimlerde hesaplama ve denetimi örgütlemek; ülkenin ekonomik mekanizmasının bütününü, büyük tek bir örgüt içinde, yüz milyonlarca insana tek bir planın rehberlik etmesiyle işleyecek bir ekonomik örgütleme içinde dönüştürmek, omuzlarımıza yüklenmiş büyük örgütleme görevi budur.” (Aktaran C. Hill s. 143)
Devamında Lenin, Rusya’da devrimin başarısını belirleyenin işçilerin nüfus içindeki çoğunluğu değil ama yoksul köylü kitlelerinden aldıkları destek olduğunu belirtmektedir. Lenin, “Biz” diyordu, “politik yapımız bakımından, işçilerin politik iktidarının gücü bakımından İngiltere ya da Almanya’nın önündeyiz; bununla birlikte, etkili bir devlet kapitalizminin örgütlenmesi konusunda, kültürel düzeyimiz ve sosyalizmin kurulması için materyal ve üretken hazırlıklarımız konusunda Batı Avrupa ülkelerinin çok gerisindeyiz.” (age sf. 143)
Ekonomide girişilen seferberliğin, sosyalist cumartesilerin, NEP’in vb. diğer uygulamaların hedefi sosyalizmin ekonomik altyapısını güçlendirmekti. Lenin, “ne pahasına olursa olsun ilk olarak ekonomiyi geliştirmeliyiz” diyordu. Çünkü sosyalist ekonominin inşası büyük oranda ülkenin elektrifikasyonu, ağır sanayinin planlı gelişmesi ve tarımın kolektifleştirilmesine bağlıydı. İlk aşamada kapitalizmin belli bir anlamda yeniden geliştirilmesi bu hedefe ulaşmanın yolunu açmak içindi ve sosyalizmin bu “geri ülkede” inşası için, Lenin, devlet iktidarının ve üretim araçlarının proletaryanın elinde olduğu yeni dönemde, halkı (üretici köylülüğü) kooperatif işletmeler içinde örgütlenmesinin büyük önemine işaret ediyordu.
Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği yıllar, özelikle Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkım ve çelişkiler, Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde de devrim için proletarya ve halkların mücadelesinin geliştiği yıllardı. Avrupa’da proletarya partileri, yığınlar içinde açık çalışmanın olanaklarından yararlanmaları sonucu önemli bir güce de sahip bulunuyorlardı. Ancak savaş, bu partilerin saflarında oportünist akımın güçlü etkisini açığa çıkardı ve Kautsky’nin baş temsilciliğini yaptığı sosyal yurtseverler, “anavatan savunusu” adı altında emperyalist burjuvazilerine yardıma koşarak proletaryaya ihanet etmekten kaçınmadılar. Söylediklerine bakılırsa, bu, koşullardaki değişmeye uygun gerçekçi bir davranış ve politikaydı! Sosyal-Şovenizm bu partilerin saflarında önemli bir tahribata yol açtı. İkircikli tutum içindeki bu ülkelerin partileri, kapitalizme karşı yeterince kararlı bir mücadele sürdüremediler ve Ekim Devrimi’nin deneyleriyle, Sovyet proletaryasının sosyalizmi inşa pratiğinden devrimci tarzda öğrenmek için yeterli bir çaba göstermediler. Avrupa partilerinin bu tutumu, Almanya, İtalya, Macaristan, Avusturya başta olmak üzere, proletaryanın devrimci iktidar için ayaklandığı ve birçok bölgede burjuva militarist aygıtı işlevsiz kıldığı koşullarda güç ilişkilerinin proletarya ve emekçiler aleyhine dönmesini ve devrimin başarısızlığa uğramasını etkileyen nedenlerden biri oldu. Burjuvazi iktidarını yeniden sağlamlaştırdı ve sermayenin yeni saldırı dalgası başladı. Bu başarısızlık ve yeni saldırı dalgası yeni bir eğilim doğurdu. Avrupa devriminin yenilgisi, Rusya’da ve Avrupa’nın merkez ülkelerinde; tek ülkede devrimin ve Sovyet Devrimi’nin başarısı ve sosyalizmin inşası olanağının yadsınması yönündeki inançsız görüşlerin yeniden güç bulmasına yol açtı. Marksist devrim teorisine kuşkuyla bakanlar yeniden kolları sıvadılar. Oportünist teorisyenler, kapitalizmin çelişkilerinin onu yıkıma mahkûm ettiğine ve proletaryanın devrimci girişkenlikle iktidarı almasının mümkün ve kaçınılmaz olduğuna dikkat çeken; kapitalist toplumun yol açtığı sınıf çatışmasının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götüreceği ve proletaryanın, sınıf diktatörlüğünü; toplumu, sömürü ilişkilerinden, sınıflardan ve sınıf ayrıcalıklarından arındırıp kurtarmanın devrimci aracı olarak kullanarak, sınıfsız sömürüşüz topluma ulaşacağı biçimindeki Marksist-Leninist tezi reddettiler. “Öngörülerin” gerçekleşmediği ve kapitalizmin kendini yeniden üretme olanaklarını yarattığı burjuva düşüncesi giderek güç kazandı.
Avrupa devriminin başarısızlığı ve ardından Sovyetler Birliği’nde; emperyalist burjuvaziyle bürokrat ihanet çetesinin sosyalizme karşı giriştiği saldırganlığın başarıyla sonuçlanması, kökleri Troçkizme ve yüzyılın başına uzanan “tek ülkede devrim ve sosyalizmin olanaksızlığı” oportünist teorisinin sonraki yıllarda yeniden ve yenilgiden alınan güçle savunulmasına yol açtı. Avrupa Komünist Partileri’nin saflarında ortaya çıkan bu eğilim, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonraki süreçte burjuva işbirlikçi politikaların belirginleşmesiyle sonuçlandı. “Euro-komünizm” olarak reklam edilen işbirlikçi burjuva reformist ve revizyonist akım, başlıca Avrupa ülkelerinde, tarihsel bağlantılarından da güç alarak tüm komünist partilere egemen oldu. Fransa’da Marchais, İtalya’da Togliatti ve Berlinguer, İspanya’da Carillo’nun başını çektiği “Euro-komünistler, içine girilen yeni dönemin, proletaryanın devrimci ayaklanmalarını ve devrimci sınıf iktidarı için mücadelesini gereksiz hale getirdiğini yazıp, propaganda etmeye başladılar. Onlara göre, kapitalist sistem içinde, burjuva devlet kurumlarını ideolojik propaganda yoluyla etkileyerek dönüştürme ve reformlar yoluyla kapitalizmi sosyalizme dönüştürme artık mümkündü. Kapitalist-emperyalist gelişme düzeyi toplumun, bir avuç tekelci dışındaki tüm kesimlerinin proletarya ile birlikte davranmasını olanaklı kılmaktaydı. “Euro-komünistler”, kapitalist çürümenin işçi hareketi içindeki tortusu ve onların teorisi de emperyalist burjuvaziye teslimiyetin teorisi olmasına karşın; bu ihanet çizgisi, Avrupa koşullarına ve yeni döneme en uygun “en gelişkin ve en gerçekçi” Marksizm olarak sunuldu. Yeniden Devrim yazarları bu anti-Marksist geleneği izleyerek görüşlerine da: yanak oluşturmaya çalışırlarken, Lenin ve Marx’ın görüşlerini çarpıtmaktan da kaçınmıyorlar. Ekim Devrimi ve ‘tek ülkede sosyalizm’ üzerine yazdıkları bunu açıklıkla ortaya koyuyor. Yeniden yazarı Ali Öztürk, Lenin’in görüşlerini liberal anlayışları doğrultusunda kullanmaya çalışırken şunları yazıyor:
“Lenin, ‘sosyalizm’den söz ederken iki farklı anlam yükler. Birincisi siyasal iktidarın burjuvaziden alınması, üretim araçları ve bankalar üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması (dar anlamda böyle bir üst yapının ”sosyalist’ olarak nitelendirilebilmesi mümkündür). İkincisi ise sosyalizmin ekonomik, politik, kültürel ve sosyal olarak yaşama geçirildiği ve sosyalist insan tipinin yaratıldığı, yani sosyalizmin toplumsal hayatın bütün ilişkilerini belirleyen olduğu bir dönemdir sözü edilen. Bu anlamda da Lenin, Rusya’da proletarya diktatörlüğünden ve sosyalizmden siyasal iktidardaki ve ekonomideki değişiklik anlamında söz ederken haklıdır…” (s.88)
“Lenin, sosyalizmin (iktidarın ele geçirilmesi anlamında değil!) (ünlemli parantez yazara aittir- y.a), tek ülkede gerçekleşebileceğine inanmamaktadır. Bu nedenle sosyalizmin Rusya’da kurulabilmesi için Avrupa ‘da gerçekleşecek devrimlerin ne kadar önemli olduğunu her dönemde dile getirmiştir.” (s.88)
Yazar trajikomik bir görüntü sunuyor. Ona göre Lenin, iktidarın alınması, proletarya diktatörlüğünün kurulması, üretim araçları ve bankalar üzerindeki özel mülkiyete son verilmesi anlamında sosyalizmin kurulmasından söz ederken “haklıdır” ama gene de o, hiçbir biçimde tek ülkede sosyalizmin kurulabileceğine “inanmamaktadır.”! Yazar Lenin ve Sovyet proletaryasını “iktidar oyunu oynayan tiyatrocular” konumuna düşürüyor. İktidarı alacaksın fakat sosyalizmi kurmayacaksın! Çünkü tek ülkede sosyalizm zaten kurulamaz! Bu ünlü Troçkist tez, Troçkistleri bile utandıracak biçimde sulandırılmış olarak karşımıza çıkarılıyor.
Sovyet Partisi ve Lenin’in çabası, devrimin bir dünya devrimine doğru yol almasına hizmet ediyordu. Avrupa partilerini desteklemek, onların maddi ve moral güç bulmalarına yardımcı olmak ve proletarya ve emekçilere, kendisiyle birlikte mücadele edebilecekleri devrimci bir örgütün bulunduğunu göstermek için “acele edildi.”
Gerek Lenin’in düşüncelerinin daha iyi anlaşılması, gerekse de Yeniden yazarının suçlamalarının temelsizliğinin görülebilmesi için, yazarın da kullandığı alıntıları kullanmakta yarar var. Evet, Lenin, gelişen devrimci olaylardan hareketle ve büyük devrimci iyimserlikle “Bütün dünyada proletarya devriminin zaferi kesindir. Dünya Sovyetleri Cumhuriyeti’nin kurulma saati yakındır.” (Ekim Devrimi Üzerine s.92) diyebiliyordu. Avrupa emperyalizminin proletaryanın eylemiyle yıkılacağını ve devrimin bir dünya devrimine doğru genişleyerek gelişeceğini düşünüyordu Lenin. “Bugün değilse yarın; tüm Avrupa emperyalizminin çökmesi her an beklenebilir” derken, tümüyle o günün somut verilerine dayanıyordu.
Lenin gelişmelerin yönüne işaret ediyordu kuşkusuz. Dünya devriminin uzun olmayacak bir zaman içinde gerçekleşebileceğini; bunun için koşulların uygun olduğunu ve ancak, Avrupa ülkelerinde proletarya ve emekçilerin devrimci eylemini bir devrimci ayaklanma biçiminde örgütleme başarısı gösterecek partilerin bulunmaması nedeniyle, bu beklentisinin gerçekleşmeyebileceği ve bu nedenle dünya devriminin “tehlikeye girebileceği”ni de belirtmekten geri durmuyordu.
Yazar diyor ki; “Bütün bu alıntılardan da anlaşılabileceği gibi Lenin, devrimlerin Avrupa ülkelerinde kaçınılmaz bir şekilde yayılacağına inanmaktadır. Çünkü o, sosyalist devrimin tek bir ülkede yaşayamayacağının farkındadır.” (s.88)
Birinci cümle doğruyu, ikincisi ise Lenin’e yapılmış bir iftirayı dile getirmektedir. Evet, Lenin devrimin Avrupa ülkelerinde yayılacağını düşünmektedir ve nitekim onun bu beklentisi, kesin sonuç alınmamasına ve devrimci ayaklanmalar zaferle sonuçlanmamalarına karşın gerçekleşti. Başta Almanya olmak üzere, birçok Avrupa ülkesinde devrimci ayaklanmalar baş gösterdi ve yenilgiye uğradı.
İkinci cümlede ifade edilen yargının Lenin’le bir ilişkisi yok. Lenin konuşma ve yazılarının hiçbir yerinde sosyalist devrimin bir tek ülkede -burada SSCB- “yaşayamayacağını ileri sürmedi. Aksi iddialar, Lenin’i bir “kaderci” düzeyine düşürür. Eğer “nasılsa yenilecek ve tarih sahnesinden silineceğiz” diye bir düşünceye sahip olsalardı Bolşeviklerin ve Sovyet proletaryasıyla emekçi köylülüğünün devrim yaparak burjuva iktidarına son vermesinin bir anlamı olmazdı. Aradan geçen onca süre sonunda, sosyalizmi inşa sürecinin bir döneminde, burjuvazi yeniden zafer kazandı diye, Lenin’in “tek ülkede zafer kazanılacağına inanmadığı”nı söylemek, aslında koşullardan kopuk spekülasyon yapmaktan başka bir şeyi ifade etmez.
Bugünden geçmişe dönerek devrim ve sosyalizm sorunlarını yeniden tartışmaya açanlar -bunu yapmalarının önünde elbette bir engel yoktur-, Marx’ın ve Lenin’in o günün koşullarının tahlili temelinde söylenmiş sözlerini işine geldiği gibi yorumlayıp çarpıtarak, sözde Marx ve Lenin’in nasıl da yanıldıklarını ispatlamaya çalışıyorlar. Tarihin akışını, sınıf mücadelesinin ve toplumsal yaşamın sürekli değişikliklerle zenginleştiğini bir an olsun anımsamak istemeyen bu çevreler, bir devrim beklentisinin, beklentiye uygun olarak devrime dönüşmemiş olmasını da büyük bir “yanlış” olarak “tespit etmektedirler.”
Lenin, Rus Devrimi’nin geleceğini, her şeyiyle Batı Avrupa’daki ve özellikle de Almanya’daki devrime bağlamaya yeltenen Troçki ve diğer Rus Troçkistlerine karşı mücadele ederken, Sovyet Cumhuriyeti’ni korumanın parti ve proletaryanın birinci görevi olduğunu söylüyordu. Lenin, sosyalist dış politikanın “dünya devrimi” hakkındaki spekülasyonlara bağlanamayacağını belirtmekteydi.
“Bunu hoşuma gittiği için değil, başka yolumuz olmadığı için; tarih devrimi her yerde aynı anda olgunlaştıracak kadar hoş olmadığı için öneriyorum.” diyerek, devrimci ayaklanma kararına katılma çağrısı yapıyordu. Yani Lenin, tek ülkede sosyalizmin kazanacağına inanıyordu.
Sovyet halkları ve proletaryasının onca fedakârlığı da hep devrimin ve sosyalizmin zaferi için idi. Aynı amaçla, İngiliz-Alman ve Japon saldırılarının bir anda Rusya’ya karşı birleşmesini engellemek için, üstelik büyük tavizler verilerek Almanlarla Brest-Litovsk barışı imzalandı ve bir nefes molası kazanıldı. Brest-Litovsk ile Sovyet Cumhuriyeti, kömür ve demir madenlerinin dörtte üçünü, toprakların dörtte birini, nüfusun üçte birini kaybetti. Devrime İngiliz, Fransız, Alman, Japon ve Amerikan orduları müdahale ettiler, askeri müdahale uluslararası sermayenin ileri kıtalarının devrimin boğulması ve Orta Avrupa’da yayılmasının engellenmesi hedefini güdüyordu. Sovyet Devrimi’ni o gün için boğmayı başaramadılar ama Avrupa’da yeni devrimci ayaklanmaların başarıyla gelişmesini engellemeyi başardılar. 1919’da Macaristan’da Sovyetler iktidarı varlığını koruma mücadelesindeydi. Bela Kun hükümetinin yıkılması gerçekte Sovyet Devrimi’nin büyük bir yara alması ve önemli bir müttefikini kaybetmesiydi.
Sovyet Devrimi umuttu, güç kaynağıydı, kapitalizme karşı proletaryanın zaferinin mümkün olabilirliğinin kanıtıydı.
Sosyalizmin inşasının Rusya gibi geri ülkelerde, ekonomik altyapının ve bununla birlikte devrimi inşa edecek maddi güçlerin zayıflığı nedeniyle daha da zor olduğu ya da olacağı bir gerçektir. Ancak bundan devrimin ve sosyalizmin zaferinin bir tek ülkede ya da geri ülkelerde mümkün olmadığı sonucu çıkarılamaz. Hele hele, nedenleri ayrıca tartışılması gereken daha sonraki yenilgi gerekçe gösterilerek böyle saçma bir teze kanıt aranması daha da saçmadır. Bu konuda örneğin bir burjuva demokratı olan İngiliz tarih araştırmacısı C. Hill’in şu sözleri, sözde devrimci bir yığın gevezenin laf cambazlığından çok daha objektif bir değer taşımaktadır. “Sovyet yönetiminin başarılarını ya da başarısızlıklarını, ideal sosyalist devlet gibi soyut mutlak ölçütlerle değil; her yönüyle olağanüstü güç koşullarda, çaresiz bir biçimde yetersiz kaynak, malzeme ve insan gücü ile ve uygar dünyanın hemen bütün hükümetlerinin açıkça söylenmiş düşmanlığı karşısında, umulmadık bir biçimde getirmiş bir deneyimin parçası olarak değerlendirmeliyiz.” (age sf.134)
Batı Avrupa ülkelerinde beklenen devrim olmadı. Bolşevikler ya direnecek ve yeni devrimler gerçekleşene kadar sosyalist inşayı daha ileri düzeyde gerçekleştirerek sosyalist bir örnek ve destek üssü oluşturacak, ya da burjuvaziye iktidarı yeniden kendi elleriyle teslim edeceklerdi. İhanet demek olan ikinci yolu reddederek ve Sovyet proletaryası ve yoksul köylülerini bütün güçlükleri göğüslemeye çağırarak sosyalizm yolunda yürüdüler. Başka bir yol yoktu. Lenin, Rus Devrimi’nin, Rus proletaryasının “diğerlerinden daha ileri oluşu yüzünden” değil; tarihsel gelişmelerin sonucu ve zorlayıcı toplumsal-tarihsel etkenlerle gerçekleştiğini ve Rusya proletaryasının oturup beklemek yerine, dünya proletaryasının öncü kolu olmayı seçtiğini bütün açıklığıyla ve hemen her fırsatta dile getirmekteydi.
Tek ülkede devrimin ve sosyalizmin zaferine olan inançsızlığını Lenin gibi bir Marksist diyalektikçi ve siyasal dehaya yıkmaya çalışan Yeniden yazarı, Lenin’den aktardığı alıntıların ayrımında da değil. Onun aktardığı alıntının bir bölümünü biz de aktararak, açık çelişkisini görmesine yardımcı olalım. Lenin şöyle devam ediyor: “Rusya ‘da durumun farklı olduğunu, yani endüstri işçilerinin azınlıkta ve küçük tarım üreticilerinin çoğunlukta olduğunu bir dizi yazıda, açıklamalarımızda ve basında belirttik. Böyle bir ülkede sosyalizmin zafere ulaşması için iki şartın önceden oluşmuş olması gerekir: Birincisi bunun (böyle bir devrimin -ç.n) bir veya birden fazla kapitalist ülkede gerçekleşen devrimler tarafından desteklenmiş olması gerekir. Önceki durumla karşılaştırılınca bildiğiniz gibi, bu alanda çok şey yaptık, ama yaptıklarımız böyle bir şartın oluşması için yeterli olmaktan çok uzaktır.
İkinci şart ise kendi diktatörlüğünü kuran veya devlet aygıtını elinde bulunduran proletaryanın köylü çoğunluğu ile anlaşmaya varmış olmasıdır… Sadece köylülerle yapılacak böyle bir anlaşmanın sosyalist devrimi (eğer başka ülkelerde devrim olmazsa) kurtaracağını biliyoruz.” (Seçme Eserler s.484)
Yazar daha önce, ısrarla Lenin’in tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağını, ya da yazarın kelimesini kullanırsak, “sosyalizmin zaferinin” mümkün olamayacağını düşündüğü iddiasını ileri sürüyor ve kanıtlamak için ıkınıp duruyordu.
Lenin ve Bolşevikler, bir yandan Rusya’nın geriliğinin oluşturduğu engelleri, uyguladıkları NEP politikasıyla etkisizleştirmeye çalışırken, diğer yandan bu politikanın kapitalizmi canlandırma politikası olduğunun bilinciyle, işçi sınıfı ve yoksul köylülerin iktidarını güçlendiren ve üretim araçlarının kolektif toplumsal mülkiyetini gerçekleştiren uygulamaları pes peşe yürürlüğe sokuyorlardı.
Başta Lenin ve Stalin olmak üzere, Bolşevik Partisi savaş komünizmi uygulaması sırasında “ileri gidildiği”ni, “fazla sert davranıldığı”nı biliyor ve söylüyorlardı. Ama başka çare de yoktu. İlk nefes alma molasında ekonominin on milyonlarca köylünün yükünü hafifleterek yeniden inşasını gerçekleştirmek gerekiyordu. Hem ağır ve hafif sanayi geliştirilerek elektrifikasyon ve tarımda kolektif çiftliklerin oluşturulması teşvik edilecek ve tarımsal ekonomiye tohumluk, makina ve traktör desteği sağlanacaktı, hem de halkın -devrim öncesi % 90’ı okuma/yazma bilmeyen- uygarlaştırılması için çaba gösterilerek, emekçilerin bilinçli katılımı sağlanacaktı. Bu öyle sanıldığı kadar kolay gerçekleşen ve kararnameler yayınlamakla sağlanacak bir gelişme değildi. Genel bir okuma/yazma seferberliği ve halkın uygarlaştırılması, kültürel gelişme ve bununla birlikte kooperatiflerde birleşmenin sağlanması yoluyla köylülerin devrimin sürdürülmesi politikasına kazanılması, sosyalizmin başarıyla inşa edilmesi için zorunluydu.
Lenin, ‘Marksizm’in Bir Karikatürü’nde, bir kez daha kapitalizmin dengesiz gelişmesi ve devrimin öncelikle bir ya da birkaç ülkede başlaması olanağı üzerinde durdu. “Sosyal devrim, bütün ülkelerin proleterlerinin birleşik eylemi olamaz, şu basit nedenden ötürü ki, ülkelerin çoğunluğu ve dünya sakinlerinin çoğunluğu şu ana değin henüz kapitalist gelişme aşamasında bile değil ya da kapitalist gelişme aşamasının ancak başlangıcında henüz… Sosyalizm için yalnızca Batının ve Kuzey Amerika’nın gelişmiş ülkeleri olgunlaşmıştır ve… ” (S.E.Cilt 5 s.311)
Lenin’in sosyal devrimin ‘bütün ülkelerin proleterlerinin birleşik eyleminin ürünü’ olamayacağı yönündeki itirazının, bugün kat edilen gelişme nedeniyle geçersiz hale geldiği düşünülebilir mi? Elbette hayır! Kapitalizm bugün dünyanın hemen tüm ülkelerinde egemenliğini kurmuş ve sermaye ihracının büyük boyutlar kazanması sonucu, bu ülkeler emperyalist ekonomik zincirin birer halkası haline gelmişlerdir. Ancak bu gelişme yine de sosyal devrimin Avrupa kıtasında ya da gelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğunda eşzamanlı ve işçilerin uluslararası bir tek ve birleşik eyleminin sonucu olarak gerçekleşmesini sağlamaktan uzaktır. Devrim, diğer ülkelerin işçilerinin kendi burjuva hükümetleri ve devletlerine karşı sürdürdükleri mücadelenin dolaylı etkisi ve manevi yardımıyla, ancak her ülke proletaryasının kendi eylemiyle gerçekleşecektir ya da esas olarak bu yolu izleyecektir. Diğer yandan devrim için batının büyük ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri daha olgun olmalarına; maddi önkoşulların bu ülkelerde fazlasıyla var olmasına karşın, devrimin bir başka ülkede; ekonomik olarak geri ve proletaryasının örgütlenme düzeyi nispeten düşük bir ülkede gerçekleşmesi, bir başka şeye işaret eder. Devrim, ancak proletarya, geniş halk kitlelerinin desteğini de sağlayacak bir örgütlenme sağlayabilmiş ve devrim için dövüşmeye karar vermişse mümkün olabilmektedir.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde, üretimin büyük oranda merkezileşmesi ve yoğunlaşması, büyük proleter kitlelerinin sosyalizmi kurma girişimi için bir ön dayanak oluşturmaktadır. Bir toplumsal devrimin öncelikle ileri kapitalist ülkelerde başlaması öngörüsü bu nesnel temele dayanır. Ancak, bu ülkeler aynı zamanda dünya pazarlarından büyük kazanç sağlayan, gelişmemiş ülkeleri sömüren ve elde ettikleri artı-değerin bir kısmını işçi hareketini yozlaştırmak ve sisteme bağlamak üzere işçi aristokrasisini beslemeye ayırma olanağına sahip ülkelerdir. Bu durum onlara, işçi hareketini yatıştırma, “uykuya salma” olanağı sağlamaktadır. Devrim, bu bakımdan çelişkilerin en keskin, proletaryanın dövüşmeye en kararlı, parti olarak örgütlenmiş proletaryanın ezilen kitlelerin desteğini almayı en iyi başardığı ülke ya da ülkelerde gerçekleşmektedir. Sovyet
Devrimi’ni olanaklı kılan, uluslararası koşullarla birlikte bu iç koşullar ve proletaryanın hazırlık derecesidir. Lenin, devrim için yalnızca nesnel koşulların yetmediğini, nesnel koşullarla birlikte öznel koşulların da oluşması gerektiğini birçok yazısında dile getirdi ve çeşitli “sol” partileri eleştirerek, partilerin görevlerine dikkat çekti.
Lenin’in başında bulunduğu Bolşevik Partisi, 1919 yılında, uluslararası durumu tahlil ederken, içinde bulunulan anın komünist partiler bakımından durumunu şöyle özetlemekteydi. “Kapitalist ülkelerin çok büyük çoğunluğunda proletaryanın kendi diktatörlüğünü gerçekleştirme hazırlığının henüz tamamlanmamış olması, evet çoğu kez hata, henüz sistematik bir biçimde başlamamış olması ile karakterizedir. Bundan hiç de proleter devrimin çok yakın bir gelecekte olanaksız olduğu sonucu çıkmaz. Bu tamamen olanaklıdır, çünkü tüm ekonomik ve siyasi durum, patlayıcı maddeler ve beklenmedik patlama nedenleri bakımından son derece zengindir. Proletaryanın hazırlığı dışında, devrimin bir başka ön koşulu, yani tüm egemen partilerde ve tüm burjuva partilerde genel bunalım durumu da mevcuttur. Ama bu söylenenlerden, komünist partilerin güncel görevinin devrimi çabuklaştırmak değil, proletaryanın hazırlığını güçlendirmek olduğu sonucu çıkar.” (agb sf.44)
Devrim için maddi önkoşullar olgun olmasına karşın, proletaryanın örgütlenme ve bilinç düzeyi, bir devrimi zafere ulaştırma görevinin altından kalkamayacak kadar geri ise, orada devrimin iradi zorlamayla başlatılması ya da bunun için “devrimi çabuklaştırıcı” eylemlere başvurmak, yenilgi nedeni olacaktır. Bunun yerine komünist partileri proletaryanın hazırlık düzeyini yükseltmek için, geniş işçi kitleleri ve emekçiler içinde bilinçlendirme ve örgütleme faaliyetini artırma yolunu tutmak zorundadırlar. Burnu Kaf Dağına ermiş yazar, Marksizm’in temel ilkelerinin, kapitalizmin tahliline ilişkin önermelerinin, “sermayenin kendini yeniden üretim süreçleri” sonucu değiştiğini düşünmekte ve bunun sonucu olarak; Marx-Engels ve Lenin’in devrimci beklenti ve öngörülerinin geçersizleştiğini ve proletarya partisinin öncülüğünü yaptığı sosyalizm pratiği ve uygulamasının tek parti yönetimi, merkezi planlama vb. “bürokratik” uygulamalar nedeniyle iflas ettiğini düşünmektedirler. Dayanak olarak da “her şeyin değişime tabi olduğu” kuralını öne sürmektedirler. (Her şey değişir, ama nasıl ve hangi anlamda?)
Yeniden yazarı, Lenin’in ölümünden sonra, Stalin önderliğindeki SBKP’nin, “Ya sosyalizm, ya kapitalizm” şiarıyla ‘”tek ülkede sosyalizmi’ inşa etmek için işe koyulması”nı, yapılmış bir yanlış olarak görüyor. SBKP bu kritik soruyu şöyle ifade ediyordu: “Ekonomik yapı hangi yöne çevrilmek zorunda, sosyalizme mi, yoksa başka bir yöne mi? Sosyalist bir yapı kurmalı mıyız, kurabilir miyiz yoksa yeryüzünde başka bir yapının, kapitalist yapının önünü açmaya mahkûm muyuz? Yani genel anlamı ile Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi kurmak mümkün mü, eğer mümkünse, kapitalist devletlerde devrimlerin geciktiği ve kapitalizmin stabilize olduğu bir dönemde bunu yapmak mümkün mü?”(SBKP(B) Tarihi sf. 272)
Bu soruya parti tarafından “Evet” diye cevap verildi ve mücadeleye devanı edildi. A. Öztürk’e göre bu sorunun olumlu olarak cevaplanması ve mücadelenin sürdürülmesi, “ülke içindeki durumu olduğu kadar, uluslararası komünist hareketi de temelden etkilemeye başlıyordu. Bu süreç sosyalistler ve komünistler (aradaki fark ne ola ki?-y.a.) için hem teorik hem pratik olarak onarılması güç yaraların açıldığı bir dönemin başlangıcını ifade ediyordu.” (s.97)
Yazar diyor ki; “Bugün şunu biliyoruz. Lenin’in Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinde olmasını beklediği devrimlerin hiçbiri gerçekleşmedi. Sosyalistler, bu konu ortaya atılınca sorumluluğu “ihanetçi” sosyal demokrasiye yıkma eğilimi göstermekte. Peki, ama sosyal demokrasinin bunu başarabilmesinin arkasındaki gerçekler neler? Sosyalistler, sosyal demokrasinin veya başka reformist liberal akımların kitleler üzerindeki etkisini kırabildikleri oranda sınıf mücadelesinin gerçek rayına oturmasını sağlayabilirler. Bir ikinci nokta, bu yaklaşım (sosyal demokrasinin ihaneti) belli açılardan doğru olsa bile, somut koşulların analizi konusunda Lenin ve Bolşeviklerin o dönemde söylediklerinin pratik tarafından reddedildiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Lenin çok kısa bir süre içinde devrimlerin patlak vereceğine inanıyordu…” (s. 99)
“Lenin’in Dünya Devrimi zaferinin hızla yaklaştığı öngörüsünün arkasında batı proletaryasının devrimci bir partinin ortaya çıkması durumunda oportünist/reformist önderlere sırt çevireceği ve devrimci partiye katılacağı inancı (tıpkı Rusya’da olduğu gibi!), vardır.” (sf.100)
“Bu arada önemli olan konu Lenin ‘in, reformist politika ve önderlerin, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı üzerindeki psikolojik gücünü ne kadar göz ardı etmiş olduğu gerçeğidir.” “Peki, ama işçi sınıfı neden ihanetçi reformist partilerin ve önderlerin arkasından gitmiştir?”
Yeniden yazarı Lenin’e açıkça iftira ediyor. Lenin bu partilerin oportünist kanatlarına ve ihanetçi sosyal demokrasiye karşı sürekli mücadele etti ve Avrupa proletaryasının bu reformist politika nedeniyle burjuvazinin yedeğine düşürüldüğünü yazdı. İşçi sınıfı içinde burjuvazi yararına iş gören işçi aristokrasisine dikkat çekti ve sağ ve sol sapmalara karşı kesintisiz bir mücadele yürüttü. Lenin’in başında bulunduğu devrimci Marksistlerin bu mücadelesi işçi sınıfının ve komünist partilerin uluslar arası sermayeye karşı mücadelesinin ileri mevziler kazanmasına hizmet etti ve önemli kazanımlar sağlandı. Ekim Devrimi’nin önemini küçümseyen küçük burjuva oportünizmi, emperyalizm cephesinde meydana gelen devrimci sarsıntıları da görmezden gelmektedir. Oysa Ekim Devrimi’nin etkisi Avrupa, Asya ve sonraki süreçte Latin Amerika’da bir dizi devrimci girişimin, ayaklanmanın ve bağımlı, sömürge halkların ulusal başkaldırısının başlıca etkenlerinden biri oldu. Ekim Devrimi sonrasındaki gelişmeler bunu açıklıkla ortaya koyuyor. Uluslararası işçi hareketinin belgelerinde bu gelişmeler şöyle özetleniyor: Ocak 1918- Finlandiya’da işçi devrimi; Ağustos 1918- Japonya’da “Pirinç Ayaklanmaları”; Kasım 1918- Avusturya ve Almanya’da yarı-feodal monarşileri yıkan devrimler; Mart
1919- Macaristan’da proleter devrim; Kore’de ayaklanma; Nisan 1919- Bavyera’da Sovyet iktidarı; Ocak 1920 Türkiye’de burjuva ulusal devrim; Eylül 1920- İtalya’da fabrikaların işçilerce işgali; Mart 1921- Almanya’da ayaklanma; Eylül 1923- Bulgaristan’da ayaklanma; Aralık 1924- Estonya’da ayaklanma; Ağustos 1925- Suriye’de ayaklanma; Nisan 1925- Fas’ta ayaklanma; Mayıs 1926- İngiltere’de genel grev; Temmuz 1927- Viyana’da işçi ayaklanması ve bir dizi ülkede, özellikle Uzakdoğu Asya’da; Çin, Endonezya ve Hindistan gibi ülkelerde halkların baskıya başkaldırıları görüldü.
Kapitalizmin bunalımı 1918–1921 yıllarında üst boyutlara çıktı. Bunalım birçok ülkede ayaklanmalara yol açtı; Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğü için yürütülen mücadele zaferle sonuçlanırken, diğer birçok ülkede ayaklanmalar yenilgiyle sonuçlandı. Bu yenilgilerin belli başlı nedenleri arasında, proletaryanın henüz komünist partilerde yeterince örgütlenmemiş olması, sosyal demokrat partilerin işçiler üzerindeki etkilerini burjuvazi yararına ve işçilere karşı kullanmaları ve güçlü komünist partilerin bulunmaması gibi olanlarını saymak mümkündür. Emperyalizmin genel bunalımı, 1921 yılında üst boyutlara tırmanırken, Batı Avrupa proletaryasının bir dizi ayaklanması ve devrim girişimi yenilgiyle sonuçlandı. Bu dönem Alman proletaryasının 1923 yılındaki yenilgisiyle sona ererken, bunalımın yeni dönemleri öncesinde, nispi bir istikrar dönemi yaşandı.
Kapitalizmin ilk evrelerinde koşulların devrim için uygunluğu ya da uygunsuzluğunu ancak, bu gelişmenin düzeyine göre şu ya da bu ülke bakımından tespit etmek mümkündü. Emperyalizm, bütün ülke ekonomilerini bir tek dünya ekonomi zinciri halinde birleştirince bu durum değişti ve artık bütün sistemin koşulları bakımından durumu değerlendirmek gerekmektedir ve emperyalizm yol açtığı çelişkileriyle bu genel olgunluğu sağlamaktadır. Bugün sistem bir bütün olarak devrim için olgunlaşmıştır ve artık devrim için, sanayinin en üst düzeyde gelişmiş olması zorunlu önkoşul olmaktan çıkmıştır. Ancak, bu zorunlu koşul olmaktan çıkış, bu unsurların önemsiz olduğu anlamına da gelmez. Aksine, devrimin zaferi ve sosyalizmin inşasının başarılması için, bu koşulların varlığı gene de büyük bir önem taşır. Devrim, kapitalizmin çelişkilerinin en keskin, proletaryanın en fazla hazırlıklı ve ezilen sınıflarla ittifakının en gelişmiş olduğu ve aynı zamanda egemen sınıfların en güçsüz oldukları yerde gerçekleşebilir ve gerçekleşecektir.
Lenin, Rus Devrimi’ni yadsıma ya da geri ülkelerde devrimi olanaksız görme eğilimine karşı, bu görüş sahiplerini; kapitalist ekonominin gelişme yasalarını ve emperyalizm çağında herhangi bir ülkenin genel kapitalist ekonomi içindeki yeri nedeniyle, “dünyanın genel gelişim çizgisi içinde” yer almasını görmezden gelmekle suçladı.
“Örneğin” diyordu Lenin, “Bu adamların Batı Avrupa sosyal demokrasisinin gelişmesi sırasında ezbere öğrenmiş oldukları ve sosyalizm için henüz gelişmemiş olduğumuz biçimindeki ve içlerinden bazı ‘bilgili’ bayların belirttikleri gibi, bizde sosyalizmin nesnel ekonomik önkoşullarının olmadığı biçimindeki savları da sınırsız şabloncu bir iddiadır. Ve hiç kimsenin aklına da şu soruyu sormak gelmiyor; iyi ama önünde devrimci bir durum, birinci emperyalist savaşta ortaya çıktığı gibi bir durum bulan bir halk, durumunun çaresizliğinin etkisiyle, yine de uygarlığın daha da ilerlemesinin pek de alışılmış olmayan koşullarını mücadeleyle elde etme şansını kendine sunan bir savaşa atılamaz mıydı?
‘Rusya, üretici güçlerin, sosyalizmin mümkün olduğu gelişme aşamasına erişmemiştir. ‘ içlerinde elbette Zuhanov’un da bulunduğu bütün 2. Enternasyonal kahramanları, bu cümleyle resmigeçit yapıyorlar. Bu yadsınmaz cümleyi bin-bir şekilde ağızlarına sakız ediyorlar ve devrimimizin değerlendirilmesinde bunun tayin edici olduğunu söylüyorlar.
Peki, ama ya durumun kendine özgüllüğü, Rusya’yı, birincisi, herhangi bir şekilde nüfuz sahibi tüm Batı Avrupa ülkelerinin karışmış oldukları emperyalist dünya savaşı içine soktuysa, Rusya’nın gelişmesini, Doğu’da başlayan ve kısmen de başlamış olan devrimlerin sınırına, tam da ‘Köylü Savaşları’nın işçi hareketiyle ittifakını -Marx gibi bir ‘Marksist’in 1856 yılında Prusya ile ilgili olarak olanaklı perspektiflerden biri diye yazdığı ittifakı- gerçekleştirebildiğimiz koşullar içine soktuysa ne olacak?
Peki, ya durumun tüm çaresizliği işçilerin ve köylülerin güçlerini on katına çıkardıysa ve uygarlığın temel koşullarını yaratmak için bize, diğer tüm Batı Avrupa ülkelerinden olduğundan daha başka bir geçiş olanağı tanıdıysa ne olacak? Dünya tarihinin genel gidişatına çekilen veya daha önce çekilmiş olan her devlet içindeki ana sınıflar arasındaki temel ilişkiler bununla değişmiş mi oluyor acaba?
Eğer sosyalizmin kurutması için belli bir kültür düzeyi gerekli ise (ki bu belirli “kültür düzeyi”nin ne olduğunu kimse söyleyemez), neden ise ilk önce bu belli düzeyin koşullarını devrimci yoldan elde etmekle başlayıp ve sonra da işçi-köylü iktidarı ve Sovyet sistemi temeli üzerinde, diğer halklara ‘yetişmek için yola koyulmayalım?” (Seçme Eserler Cilt: 6 Devrimimiz Üzerine sf.521)
Rusya, kapitalizmin gelişme düzeyi bakımından İngiltere, Almanya, Fransa ve ABD’den daha geri olmasına karşın, Bolşevik Partisi’nin yığınlar içindeki istikrarlı çalışmayla proletaryanın örgütlenme ve mücadele düzeyinin gelişmiş kapitalist ülkeleri geride bırakacak düzeye ulaşması; büyük toprak sahipleri ve çarlık otokrasisi tarafından ezilen ve baskı altında inletilen on milyonlarca köylü ile proletaryanın ittifakını gerçekleştirerek, savaşın, zincirin en zayıf halkası haline getirdiği Rusya’da, devrim için dövüşme kararlılığı ve cesaretini göstermesi, emperyalist zincirin en zayıf halkasından parçalamasını sağladı.
“Niye bu devrimi yaptık?” diyenler az değildi. Onların gerekçesi de yukarıdan beri belirtildiği gibi, Rusya’nın geriliği idi. Yenilginin “geri ülke gerçeği”ne ya da “tek ülkede sosyalizmin zaten yaşayamayacağı” varsayımına bağlı olduğunun söylenmesi dayanağı olmayan gerici bir anlayışın ürünüdür.
Stalin, emperyalist zincirin zayıflığı için “Bu ülkenin sınaî gelişmesinin ve uygarlığının belli bir asgariye erişmiş olması”nın, sanayi proletaryasının belli bir varlığının ve proletarya ile öncüsünün devrimci ruhunun ve ezilen kitlelerin proletarya ile birleşme olanağının var olmasının gerekli olduğunu” belirtiyordu.
Lenin daha 1908’de şunları söylemişti: “Rus devrimi hem Avrupa’da, hem de Asya’da uluslararası büyük bir müttefike sahiptir; ancak aynı zamanda ve tam da bu yüzden, sadece ulusal ya da sadece Rus değil, uluslararası bir düşmana da sahiptir.” (C. Hill. age s. 107)
Sovyet Partisi’ni ve Lenin’i, diğer partilere dayatmada bulunma gibi bir suçlamaya layık gören günümüzün reformcuları, kendilerinden ne denli Marksist diye söz etseler de, bu tutumlarıyla İkinci Enternasyonal partilerinin çizgisine düşmekten kurtulmuyorlar. Onların “diktatörlük” suçlamalarıyla, bugünkülerin “merkezi bürokratik ve otoriter devlet yapısı”ndan şikâyetleri aynı paydada buluşuyor.
“Tek ülkede sosyalizmin zaferi” diyordu Stalin, “tek başına alınan bir görev değildir. Muzaffer ülkenin devrimi kendini, kendi kendine yeten bir büyüklük olarak değil, tersine tüm ülkelerde proletaryanın zaferinin hızlandırılması için dayanak, araç olarak görmelidir. Çünkü tek ülkede -bu durumda Rusya’da- devrimin zaferi, sadece, emperyalizmin eşitsiz gelişmesinin ve ilerleyen çürümesinin ürünü değildir. O aynı zamanda dünya devriminin başlangıcı ve önkoşuludur.” (Leninizm’in Sorunları)
Devrim, bir dizi yeni ülkenin emperyalist dünya sisteminden ayrılmasıyla gelişecektir. Zafer kazanan ilk ülkenin proletaryasını destekleme görevi bütün diğer ülkelerin işçi ve emekçileri bakımından büyük bir görev oluştururken; zafer kazanmış ülkede sosyalizmin eksiksiz inşası ve bu ülkenin iktidardaki proletaryasının, diğer ülkelerin devrimci gelişmesi için ülkesini bir “üs” olarak kullanmayı başarması, diğer ülkelerin devrim yoluna girmesi üzerinde etkide bulunacaktır.
Kendini kurtaran ilk ülkede, sosyalizmin nihai zaferi, birden fazla ülkenin proleterlerinin ortak çabalarına bağlıdır ve devrim bu ülkelerin proletaryasının desteğine ihtiyaç duyar. Aynı biçimde, ilk sosyalist ülke sosyalizmin daha ileri inşasını başararak ve diğer ülkelerin işçi ve emekçi kitlelerine destek vererek, dünya devriminin hızla gelişmesi üzerinde etkide bulunur.
Lenin, devrimini yapmış ülkenin proletaryasının “kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi ülkesinde sosyalist üretimi örgütledikten sonra, kendisini, diğer, kapitalist dünyanın karşısına koyması ve diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekip, onlarda kapitalistlere karşı ayaklanmayı körüklemesi ve gerektiğinde sömürücü sınıflara ve onların devletine karşı hatta silah zoruyla bile harekete geçmesi” halinde görevini yerine getirmiş sayılacağına dikkat çekiyordu.
Bu ülkenin proletaryasının görevini gerçekten yerine getirmesi, her şeyden önce, kendi ülkesinde sosyalizmin inşasını gerçekleştirmesi ve sosyalizmin nihai zaferini güvenceye almasıyla mümkündür. Bunun için, muzaffer ülkenin sınıf bilinçli proletaryasının, bilimsel sosyalizmin ideolojisinden tüm sapmalara, küçük üretim temelinde ortaya çıkan küçük burjuva kesimlerin bir sınıf halinde davranma ve ayrıcalıklarını sürdürme çabalarına ve zorunlu olarak geçiş sürecinde varlığını sürdürecek devlet örgütlenmesi içinde yer alan görevlilerin bürokratik bir kast haline gelmesine karşı kararlı bir mücadele yürütmesi gerekir.

MERKEZİ OLMAYAN “DEMOKRATİK” SOSYALİZM
Yeniden’in söz konusu sayısında Ali Öztürk imzasıyla yayınlanan “Tek Ülkede Sosyalizm Tezleri ve III. Enternasyonal’in Sonu” başlıklı yazıda ortaya konan görüşler, yüzyılın başından beri Marksizm-Leninizm’e karşı savunula-gelen oportünist düşüncelerin acemice bir özetinden ibarettir. Troçkistlerden ve Euro-komünistlerden çalınma zırvaları bu yazıda bol miktarda sergileyen Yeniden yazarları Sovyetler Birliği ve Arnavutluk’ta uygulanan sosyalizm pratiğini “otoriter ve bürokratik” bulmaktadırlar. Temel gerekçeleri, işçi sınıfının yönetime katılmasında yaşanan problemler ve proletarya diktatörlüğü sisteminde “çok sesliliğin engellenmiş olması”dır. Onlar, ÖDP yöneticileri ile birlikte, Marx, Engels ve Lenin tarafından kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde öngörülen proletarya diktatörlüğü uygulamasını yanlış saymakta ve Lenin ve Stalin tarafından inşasına girişilen sosyalizm pratiğini de, dayatmacı, otoriter, “katılımcı olmayan” bürokratik bir sosyalizm olarak görmektedirler.
Ali Öztürk, ÖDP’nin “özgünlükleri”ni sıralarken şunları yazıyor: “Sadece yeni bir sol dalganın değil, buna önderlik edecek yeni bir politika yapma tarzını ve mücadele anlayışını geliştire geliştire ilerliyorlar. ÖDP, sadece gericilikle, faşizmle, liberalizmle değil aynı zamanda bürokratik ve otoriter bir sosyalizm anlayışıyla da hesaplaşmanın adımlarını atıyor.” (sf 8)
“Bürokratik” bir “sosyalizm anlayışı”! Bunu hiçbir Marksist ne savundu, ne de böyle bir “sosyalizm” için çaba gösterdi. Bürokrat olan Kruşçevciler ve Titoculardı; bürokratik olan da onların uygulayıp, Yeniden yazarlarının da aralarında bulunduğu oportünistlerin her şeyin maskesiz ve açıktan ortaya çıktığı 1990’lı yıllara kadar savunuculuğunu yaptıkları kapitalizm. Otoriterlikle suçlanan ise gerçekte proletarya diktatörlüğü uygulamasıdır. Proletarya diktatörlüğünün ve proletarya partisinin otoritesine duyulan öfke, Yeniden yazarına bunları söyletiyor. Çünkü o ve fikirdaşları Marksizm-Leninizm’in değil, Kruşçevciliğin izinde yürüyorlar.
Otoriter olmayan bir sosyalizm hangi toplumsal koşullarda ve nasıl mümkün olacaktır? Yeniden’in burnu Kaf Dağı’na ermiş sorumsuz yazarını bu ilgilendirmiyor. O, burjuva liberalizminin sahte demokratizm söyleminden hareketle sorunlara bakıyor ve kapitalist kuşatma altındaki bir ülkede -ya da ülkelerde- iktidarı alan proletaryanın sınıf düşmanlarına karşı kendi iktidarını ve sistemini korumak için uygulayacağı merkezi politikayı otoriter ve antidemokratik buluyor, ama sınıf mücadelesinin aracı olan bir devletin işlevinin ne olması gerektiği sorunuyla ilgilenmiyor. Yeniden yazarları ya da ÖDP’nin “çok seslilik hayranı bürokratları, sosyalizmin yıkılmasının nedeni olarak Kruşçevci bürokrat burjuvaziyi değil; Lenin ve Stalin’in uygulanmasında ısrarlı oldukları proletaryanın merkezi devrimci devletini görüyorlar. Yeniden’in sosyalizm anlayışı Titocu “özyönetim sosyalizmi” anlayışıyla aynıdır. Ancak Titocuların ve Kruşçevci revizyonistlerin, kapitalist sınıf egemenliğinin yeniden tesisi için tek tek işletmelerin proletaryanın merkezi denetim aygıtının kontrolü dışında ve pazar ekonomisinin yasaları uyarınca faaliyet göstermelerini; savundukları ve kapitalist üretim yasalarının sosyalizm için de geçerli olabileceğini söyleyen sağcı liberallerin görüşlerini pratiğe geçirerek, proletarya ve emekçi halk kitlelerinin yeniden emperyalist tahakküm altına alınmaları ve kapitalist sömürünün yeniden gerçekleşmesi için ellerinden geleni yaptıkları da bilinen bir gerçektir. Yeniden çevresi Kruşçevciliği ve Titocu özyönetimci kapitalizmin uygulanmasını savunmaktadır ve buna karşı çıktıkları için de Marksistleri eleştiri hedefine koymaktadır.
Sosyalizm, proletaryanın yalnızca üretime değil, gereksinimlerin belirlenmesi ve ülkenin politik yönetimi görevlerine de etkili biçimde katılmasını öngörür ve bunun toplumsal koşullarının yaratılması için proletarya diktatörlüğünün tavizsiz bir biçimde uygulanması zorunludur. Yenidenciler ve ÖDP’liler için onlardan çok önceleri “otoriter sosyalizm” karşıtlığı yapanların bugün emperyalist burjuvazinin kampında açık proletarya ve halk düşmanlığı yapıyor olmaları bile, uyarıcı olmuyor. Yeniden yazarlarına göre Sovyetler Birliği ve Arnavutluk’ta uygulananlar sosyalizm değil, sosyalizm adına yaşama geçirilen yanlışlardı. Bunun için de özgürlük ve kurtuluş davasına olan umut yitirilmiş oldu. “En önemlisi” diyor yazar, “var olan sömürü sistemine karşı alternatif olarak sunulan ve sosyalizm adına yaşama geçirilen uygulamalar, başarısızlığa uğramakla kalmadı; ‘insanlığın özgürlük ve kurtuluş umudu’ düşüncesi siyasal planda prestijini yitirdi, inandırıcı olmaktan uzaklaştı.” (Solun Durumu, ÖDP ve Devrimci Siyaset başlıklı yazı sf.16)
Sosyalizmin nasıl ve hangi gelişmeler sonucu prestij yitirdiği sorununa da yanaşmıyor Kruşçevci ve Titocu yazar. Sosyalizmin prestijinin Stalin döneminde en üst düzeye ulaştığını, dünyanın birçok ülkesinde sosyalizm mücadelesinin ilerlediğini, ezilen halkların sosyalizmin varlığından güç alarak emperyalizme karşı mücadeleye atıldığını ve Doğu Avrupa’da halk demokrasisi devletlerinin kurulduğunu yazar hatırlamak istemiyor ve unutturmaya çalışıyor, Sosyalizmin prestij yitirmesinin sorumluları ise, Kruşçevciler ve Titocular başta olmak üzere bütün oportünistler oldular.
Yeniden yazarı, nispeten uzun sayılabilecek bir tarih kesitinde yaşanan birbirlerinden farklı nitelikleriyle öne çıkmış olaylar ve uygulamalar arasındaki farklılıkları yok sayan toptancı bir yargıyla ortaya çıkıyor. Bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösterilen “reel sosyalizm” söylemi üzerinden 1917–1956 ve 1956, ya da 1960’lardan 1990’lara uzanan iki farklı tarihi dönemin olayları ve uygulamaları aynı kalıba dökülüyor ve sosyalizm ve kapitalizm aynı kaba konarak sunuluyor. Birbirlerinden ayrılmaları kesin bir zorunluluk gösteren iki dönemden ilk dönemin sosyalizmi inşa ve ikinci dönemin sosyalizmi yıkma dönemi olarak yaşandığı böylece bir kalem darbesiyle yok sayılıyor. Bilinçli tarzda farklı nitelikteki iki süreç birbiriyle aynılaştırılıyor. Sovyet bürokrat burjuvazisinin sosyalizme savaş açtığı ve onu içten çökerterek kapitalist entegrasyonu başardığı altmış sonrası süreç ile Lenin ve Stalin öncülüğünde başlatılan ve yaklaşık otuz beş yıl sürdürülen sosyalizmin inşası uygulaması bir ve aynı gösteriliyor. Kuşkusuz buna en fazla sevinenler tekellerin patronları ve burjuvazinin uluslararası kıtalarıdır. Aralarında Yeniden yazarlarının da bulunduğu birçok çevrenin 1980 öncesi revizyonist bürokrat burjuvaziyi savunma ve onun değnekçiliğine soyundukları unutulmuş değil. Bu biliniyor kuşkusuz. Ama bu sorunun bir yanı. “Bürokratik merkezi planlamacılığa dayalı devletçiliği” eleştirdiklerine göre, bu yazarlar çevresinin neyi ya da ne tür bir sosyalizm uygulamasını önerdikleri merak edilir. Ama baştan beri belirttiğimiz nedenlerle cevaplarının Titocu özyönetim olduğu da anlaşılmış olmalı. Sınıf sorununa vurgu yapılmasına karşı çıkan, proletarya partisinin yönetici işlevine gerek görmeyen, sözde katılımcılık adına çoğulculuğu savunan bu yazarların önerdikleri açık piyasa sosyalizmi, yani “toplumsallaşmış” kapitalist demokrasidir. “Sovyet çizgisinin bürokratik merkezi planlamacılığa dayalı devletçiliği” sözleri bu anlayışı bütün açıklığıyla göz önüne seriyor.
ÖDP’nin “farklılığının altını çizen yazar ya da yazarlar grubu, onun nasıl politika yapacağını şöyle anlatıyorlar. “ÖDP bu anlamda da siyasete bir davettir ve emekçilerin, nasıl bir parti istiyorlarsa, öyle inşa edebilecekleri partileşmeye aday bir yapıdır.” (sf 18)
Burada sözde emekçilere birleşme adına yavan bir popülizm ve kuyrukçu politikayla karşı karşıyayız. Kitle kuyrukçuluğunun devrimci politika sayılamayacağı ise işin abc’sidir. “Emekçilerin nasıl isterlerse” öyle inşa edebilecekleri bir partiden söz etmek, her türden küçük mülkiyet sahiplerinden, küçük esnaf ve memur kitlesine, işçilerden küçük işletme sahiplerine, çeşitli kesimlerin kendi çıkarlarını esas alan bir örgütlenmeyi gerçekleştirme olanağına sahip oldukları bir parti anlayışını savunmak demektir ve bu tür bir “örgüt” asla bir işçi sınıfı partisi olamaz.
Söz konusu yazı, ÖDP’nin farklılıklarını sıralayarak şöyle devam ediyor:  ‘”Demokratik’ sözcüğünün içi boş ve zavallı kaldığı, merkezi olanın çizgi haline geldiği, katılımcıların özne değil nesne görüldüğü anlayışların olumsuzluklarım artırarak sıralamaya devam edebiliriz. Asıl üzerinde durduğumuz bu sorunları görmeyen, yok sayan ve kavramayan siyasal hattın ‘gelecek’ vaat edemeyeceğini kaim bir biçimde çizmektir.” (sf.19)
ÖDP ve Yeniden yazarları esas olarak Sovyetler Birliği’nde uygulanan sosyalizmden, proletarya diktatörlüğü ve proletaryanın tek parti uygulamasından rahatsızlıklarını dile getirmektedirler. “Bürokratik ve otoriter” olarak gördükleri bu uygulama ve yönetim tarzıdır. Onlara göre bürokrasiyi engellemenin ilk koşulu “otoriter” olmayan “çoksesli” bir partinin varlığıdır. Bu tür bir partinin yönetim tarzını ise şöyle izah ediyorlar. “Yerel inisiyatiflerin öne çıkması, politikanın aşağıdan yukarı yapılması, yeni bir demokrasi kültürünün oluşturulması, katılımcıların söz ve karar sahibi olması.”
Politikanın aşağıdan yukarıya doğru yapılması; bu öneri yalnızca bugüne ilişkin olarak yapılmıyor. Sosyalizm koşullarında proletarya partisinin yönetici konumuna yönelttikleri eleştiri bu anlayışın sosyalizmin inşası süreci için de savunulduğunu gösteriyor. Yani alttan üste sosyalizm inşası! Sosyalizmin proletaryanın iktidarı almasıyla, doğrudan devlet iktidarına dayanarak ve merkezi yönetimle ve işçilerin katılımıyla kurulup sağlamlaştırılabilecek bir toplumsal sistem olduğunu Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticileri bilmiyor değil, ama burjuva demokratizmi hayranlığı onlara bunları söyletiyor. Partide demokratik bir işleyiş için, üstte ya da altta olsun herkesin tartışmalara katılması, düşüncelerini savunmaları ve bu düşünceler bileşiminin ortaya çıkardığı kararın herkes için bağlayıcı olması, başarılı bir adım atmanın tek koşulu değil mi? Herkesin kendi görüşleri doğrultusunda davranması durumunda, partide yaşam ve karar birliği sağlanamayacağı açık değil midir? Bürokratik yozlaşmaya karşı mücadele asla çoksesli yerel inisiyatiflerin “bağımsız” tutumlarıyla sürdürülemez. Bunun gibi sosyalizmde bürokratik yozlaşmanın alternatifi de “özyönetim”ci şirket sosyalizmi değil; işçi kitlelerinin ekonominin inşasına ve politik yaşama aktif katılımının sağlanmasındadır. Bürokratik yozlaşmaya karşı en etkili panzehir işçilerin yönetime katılmaları ve ücret farklılıklarının bir süreç içinde ortadan kaldırılması, göreve getirilenlerin geri alınması hakkının emekçilerde olması ve parti ve devlet görevlilerinin işçi denetimine tabi tutulmalarıdır. Marx, Engels ve Lenin’in bu konudaki görüşleri ile -Stalin bu görüşlerin ısrarlı bir takipçisi oldu- Yenidencilerin liberal burjuva görüşleri arasında tam bir uzlaşmazlık vardır. Bürokrasiye karşı açılan bu sözde savaşın, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle ilişkilerinin niteliği, bulundukları konum, savundukları anlayış vb. gibi nedenlerle, Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticilerini liberal birer bürokrat olmaktan kurtarmadığı ise bir diğer gerçektir.
“Bürokratik merkeziyetçi yapı” diyerek devrimci parti fikrine saldırıya geçenler, açıkça ifade ettikleri gibi, Lenin’in görüşlerine savaş açmışlardır. Lenin, Yeniden yazarlarının da payına düşecek biçimde konuya ilişkin olarak şöyle yazıyor: “Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin varlığı sürdükçe, basit ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’ savunması, özel mülkiyeti bir anda kaldırabilecek durumda hiçbir zaman olmayacak olan proletarya diktatörlüğü altında, burjuvaziyle işçi sınıfı iktidarını doğrudan baltalayan bir ‘işbirliği’ne dönüşür.”
Yeniden yazarı Üçüncü Enternasyonal’in kurulmasını Lenin’in zamansız bir dayatması sayarken, reformizme karşı mücadeleyi de sosyalistleri tecrit eden gereksiz bir uğraş olarak değerlendirmektedir. Komintern’in Lenin’in baskısıyla ve Sovyet Partisi tarafından “emrivaki” olarak kurulduğunu düşünen yazar düşüncesini şöyle ifade etmektedir: “Lenin, …  Yeni bir enternasyonalin yaratılmasının zorunlu olduğunu 10 Nisan 1917’de söylemişti. ‘Bizim partimiz beklemeden hemen Üçüncü Enternasyonali kurmalı’. Üçüncü Enternasyonal bu sözlerden iki sene sonra, yani 1919’da kuruldu. Rusya’da başlayan devrim dalgasının gelişmiş kapitalist ülkelere de yayılacağından hareket eden Lenin, Avrupa’da Bolşevik Parti’ye benzeyen bir partinin olmamasından endişe ediyor ve böyle bir partinin yaratılmaması durumunda dünya devriminin tehlikeye gireceğini düşünüyordu. Bolşevikler zamanla yarışa girdiler ve 1 Mart 1919’da Alman Spartakistleri’nin farklı yaklaşımlarına aldırmadan Komünist Enternasyonali (Komintern) kurdular. Bu süreç sosyalizmin yenilgisiyle biten birinci dönemin nasıl şekillendiğini göstermesi açısından oldukça önemlidir.” (sf.87) (abç)
Lenin’in acele ettiğini ve bu acelenin sonucunda yenilginin geldiğini üstü örtülü biçimde ifade eden yazar, Lenin’in yönetimindeki Sovyet Partisi’nin “Spartakistlerin farklı yaklaşımlarına aldırmadan” bu örgütü kurduğunu, yani bir dayatmada bulunduğunu belirtmektedir. Bu düşünce yazı boyunca daha açıktan ve sonraki süreçlere ilişkin olarak daha da kesin biçimde dile getiriliyor.
Yeniden yazarı, Üçüncü Komünist Enternasyonal’in kuruluş sürecini, o günkü koşulları ve çeşitli ülkelerdeki gelişmeleri bir kenara bırakarak değerlendirmekte, emperyalist kapitalist sistemin keskinleşen çelişkilerinin bir savaşa yol açması ve savaşın emperyalist cephe zincirinin en zayıf noktasında yarılmasıyla sonuçlanmasını, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkede savaştan yorulmuş ve yoksulluk ve açlıkla boğuşan işçi ve asker kitlelerinin (ve köylülerin) şurada burada başvurdukları isyanları görmezden gelmektedir.
Yeniden yazarları reformist liberal bir çizgiyi benimsemişlerdir ve işçi hareketi içinde reformizmin gücünün kırılması ve işçilerin reformist, önderlerin, işçi aristokrasisi ve sendikal bürokrasinin etkisi altında hareket etmelerinin engellenmesi için yürütülmesi zorunlu olan mücadeleyi “tecrit edici” gereksiz bir uğraş saymaktadırlar. Sergiledikleri mantığa göre Lenin ve Komünist Enternasyonal’in reformist sosyal demokrasiye karşı mücadelesi yarardan çok işçi hareketine zarar vermiştir.
Ali Öztürk bunu şöyle dile getiriyor:”… Fakat Bernstein’in yenilgisi sözde kalan bir yenilgi oldu; zira onun kitabında sessizce anlatılanlar yavaş yavaş partisinin uygulamaları olmaya başlamıştı. Hiç farkına varmadan Bernstein’in düşünceleri süreç içinde sosyal demokrat ideolojinin temel söylemleri olarak karşımıza çıktı. Lenin’in sosyal demokrat hareketin kitleselleşme potansiyelini değerlendirme konusundaki yanılgısı burada ortaya çıkmaya başlamıştır. Çünkü tarihsel örnekler reformist hareketin çok daha kitleselleşebildiğini gösteriyor… Aslında teorik ve ideolojik olarak reformizmin açmaz olduğunu göstermek hiç de zor değil ama komünistler, yetmiş yıllık uğraşları ve bütün argümanlara sahip olmalarına rağmen reformistlerin güçlenmesinin arkasındaki nedenleri mutlaka araştırmalıdır…” (s.90)
İşçi sınıfının bağımsız siyasal sınıf tutumuyla ortaya çıkmasından bu yana ve işçi sınıfının kapitalist özel mülkiyet sistemine karşı, devrimci mücadele stratejisinin ve toplumsal kurtuluşu sağlamanın bilimsel teorisi olarak Marksizm’in işçi sınıfı hareketi içinde maddi bir güce dönüşme olanağına kavuştuğu yüz elli yıl öncesinden başlayarak, işçi hareketinde reformizm ve oportünizm her zaman var oldu. Bernstein, üretici güçlerin gelişmesinin kendiliğinden sosyalizme yol açacağı mantığına dayandırılan bir “devrim teorisi”ni Marksizm’in karşısına çıkararak, Marksizm’in revizyonunu açıkça savunurken reformcu bir çizgide bulunuyordu. Kautsky’nin baş temsilciliğini yaptığı II. Enternasyonal oportünizmi yalnızca reformcu-parlamentarist görüşleri nedeniyle değil, kendi ülkelerinin burjuvazisiyle birleşmemeyi öngören sosyal şoven tutumlarıyla da proletarya davasına ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerine zarar verdiler. Kautskist ultra-emperyalizm teorisini, dünya ekonomisinin bütünleşmesine bağlı olarak, proletaryanın devrimci ihtilaline gerek kalmaksızın, burjuvaziyle demokratik mücadele içinde ve barışçıl yollarla iktidarın alınacağına kadar genişletenler eksik olmadı. Kautsky, Bernstein’in yolunu izleyerek, emperyalist tekellerin ve büyük devletlerin dünyayı yeniden paylaşım savaşının yarattığı koşullardan ve emperyalistler arası çelişkilerden devrim için yararlanma devrimci teorisini reddetti ve ultra-emperyalizm teorisiyle emperyalistlerin çelişkilerinin, kapitalist sistemin yok edilmesi mücadelesine yeni olanaklar açtığını da görmezden geldi.
İkinci Enternasyonal oportünistleri, kapitalizmin tekelci aşamaya varmasıyla ortaya çıkan yeni durumu, işçi sınıfı ve ezilen halkların devrimci kurtuluşu için, sistemin devrim yoluyla aşılması yönünde değil; barışçıl reformlar yoluyla sistem içinde kalarak işçi ve emekçiler yararına kısmi iyileştirmelerin sağlanması yönünde; sınıf işbirliğini güçlendirici bir biçimde yorumlayarak buna uygun bir pratik tutum aldılar. Bunun için Lenin, her zaman reformizme karşı mücadele edilmesini önemsedi. Aynı tutumu kendi dönemlerinde Marx ve Engels de almışlardı. Lenin’in şu sözleri yalnızca reformizme karşı mücadelenin önemine işaret etmiyor; aynı zamanda Yeniden çevresinin liberal sağcı mezhep genişliğini de gözler önüne seriyor: “Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin en kesin ve en devrimci biçimidir. Bu mücadele ancak, proletaryanın ezici çoğunluğu, proletaryanın en devrimci öncüsünün arkasında ise zafer kazanabilir. Bu nedenle, proletarya diktatörlüğünün hazırlanması, yalnızca üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin varlığı sürdükçe her türlü reformizmin ve her türlü demokrasi savunusunun burjuva karakterini aydınlatmayı; gerçekte işçi hareketi içinde burjuvazinin savunulması anlamına gelen eğilimlerin ortaya çıkışının teşhirini gerektirmekle kalmaz, bilakis aynı zamanda, yalnızca siyasal değil, sendikal, kooperatifsel, kültürel vb. tüm proleter örgütlerinde eski önderlerin yerine komünistlerin geçirilmesini de gerektirir.”‘(Komünist Enternasyonal 2. Kongresi’nin Temel Görevleri Üzerine Tezler’den ak. agb sf.46)
İşçi hareketinde reformizm her zaman oportünizmin baş dayanaklarından biri oldu. Reformizm burjuva siyaseti olarak işçi hareketi üzerindeki etkisini, burjuva ideolojinin işçi sınıfı ideolojisinden daha eski oluşu ve güçlü maddi olanaklara ve kurumlaşmış organlara dayanmasına borçludur. Reformizm, özel mülkiyet sisteminin ve burjuva bireyciliğinin ideolojisidir ve işçi sınıfının burjuva hainleri eliyle içeriden bir akım olarak doğup gelişmesi nedeniyle hareket üzerindeki etkisi daha da güçlüdür. Ancak, tarihin şu ya da bu döneminde işçi hareketi üzerinde etkinlik kurmuş herhangi bir burjuva ideolojisi ve siyasal hareketinin gücü de koşullara, sınıf mücadelesinin gelişme ve proletaryanın bağımsız örgütlenme düzeyine bağlı olarak değişmektedir.
Yeniden yazarı, reformizme karşı mücadeleyi yadsıyor ya da önemsiz görüyor. ÖDP ve Yeniden çevresi reformizme karşı mücadeleyi hiçbir dönem bir görev saymadılar; aksine işçi sınıfının devrimci partisine karşı reformist liberal ne kadar çevre, grup ya da parti varsa onlarla işbirliğine girdiler ve en pespaye reformist görüşleri mücadele taktiği adına benimsediler. Yeniden yazarlarının kaleminden bu görüşler şimdi yeniden dile getiriliyor. Devam ediyor Yeniden yazarı: “Ama proletarya gerçekten devrimcileşmiş miydi? İşçi sınıfı hareketi üzerinde egemen olan sendikal ve siyasal reformist bürokrasi gerçekten proletaryanın vücuduna girmiş yabancı bir madde olarak açıklanabilir miydi? Büyük bir ekonomik kriz ve özellikle savaş gibi bir kriz anında proletaryanın reformistlerden kopacağı tezi doğru muydu? Bu soruların yanıtlarını tarih verdi Bu yanıtlar komünistlerin öngörülerini doğrular nitelikte değil!” (sf. 101)
İşçi hareketi içinde, reformizmin her türüne karşı mücadele yürütülmedikçe, ne sınıfın devrimci eğitimi gerçekleşir, ne işçi sınıfı gerçek ve örtülü düşmanlarını tanıma olanağı bulur, ne de devrimin başarıyla sonuçlanması için gereken hazırlık tam olarak yapılmış sayılır. Burjuva demokrasisinin egemen olduğu ve uzun süre yaşadığı gelişmiş kapitalist ülkelerde reformizmin işçi hareketi içindeki etkisi daha da güçlüdür. Yeniden yazarı, işçi hareketi üzerinde reformist etkiyi sürdüren yozlaşmış ve işçi hareketini burjuvazinin buyruğuna sokan hain önderlerin uzaklaştırılmasını “işçi kitlelerini böler” endişesiyle reddetmektedir. Bu sözüm ona iyi niyetli karşı çıkış gerçekte işçi hareketinin burjuvaziye teslim edilmesi anlamına gelmektedir.
Yeniden yazarı, reformist sosyal demokrasiye karşı, Marksistlerin sekterliğini eleştirirken sosyal demokrasiyi aklamaya yöneliyor. Oysa sosyal demokrasi hemen her zaman kapitalizmin emrinde ve Marksizm’in ve işçi hareketinin karşısında yer aldı. Dünya savaşı sırasında “anavatan savunması” adına emperyalist burjuvaziyi desteklerken, emperyalist gericiliğin Sovyetler Birliği’ne saldırısını desteklemekten de geri durmadı. Sosyal demokrasi sürekli emperyalizm ve tekellerle uzlaşma çizgisi izleyerek, burjuvaziye karşı mücadeleyi baltaladı ve kapitalist ekonominin bunalımlarının aşılması amacıyla bunalımın yükünün işçi-emekçi kitlelere aktarılması için çaba gösterdi. Reformist sosyal demokrasiye karşı mücadele, bunun için, işçi hareketinin ilerlemesi ve işçi ve emekçiler yararına sonuçlar elde edilmesi için kaçınılmaz ve zorunludur. Reformizme karşı mücadelenin işçi hareketinde bölünmeye yol açacağı gerekçesine sarılarak, reformizmle araya sınır çekilmesine karşı çıkanlar, reformizm aracılığıyla işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinin sömürü düzenine ve burjuvaziye bağlanmasını savunmaktan kurtulamazlar.
Reformizmi ve revizyonizmi çizgi olarak benimseyen bir siyasal akımın, reformizmden kopuş için yürütülen mücadeleyi sekter ve bölücü bulması kaçınılmazdır. İşçi hareketinde reformizmin ve revizyonizmin etkisine karşı kesintisiz bir mücadele; ideolojik ve politik sınırların belirginleştirilmesi ve bunun, sınıfın çıkarlarınca belirlenen eylem içinde işçi kitlelerini birleştirme çabasıyla birlikte sürdürülmesi zorunludur. Sosyal demokrat-reformist partilerle araya kesin sınır çekerek işçi kitlelerinin onlardan ayrılıp devrimci partiyle birleşmesi için çaba göstermeyenler işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci eyleminin başarıya ulaşması için üzerlerine düşen görevleri yerine getirmiş sayılamazlar. Kapitalizm koşullarında burjuva ideolojisi ve burjuva politikasının etkisi altında olup, çeşitli burjuva partilerinin oy deposu durumunda olan işçi ve emekçilerin esas kitlesini, aralarında reformist partilerin de bulunduğu gerici partilerin etkisinden kurtarmanın yolu, başka şeylerin yanı sıra reformizmle ayrım çizgilerinin netleştirilmesi ve reformizme karşı kararlı mücadeleden geçer. Reformistlerden kopmamayı, kitlelerin onların etkisi altında bulunması gerekçesiyle haklı gösterenlerin, başka koşullarda başka düzen partileriyle işbirliğine gitmeleri de şaşırtıcı olmaz.
Komünistlerin ve Bolşevik Partisi ve Komintern partilerinin “sol sekter çizgileri” üzerine bunca vaazdan sonra yazar, hükmünü verir gibi oluyor ve şu satırları yazıyor: “Sosyalistlerin son on yıllık süreç içinde bile sosyal demokrat ideolojinin etkisini kıramamış olmaları düşündürücüdür. Bu nedenle bugün sosyalizmin yeniden çıkış yapabilmesi için, ittifaklar sorununu ve reformist hareketlere karşı nasıl yaklaşılması gerektiğini, basit reçetelerle açıklamaya çalışmak dışında düşünmek zorundayız.
Geçmişte yapılan en büyük yanlışlardan biri, reformizmden kopuşun, kitlelere ‘reformizmin gerçek yüzünü anlatmakla’ olabileceği yaklaşımından kaynaklanıyordu. Bugüne kadar yaşananlar, bunun bu kadar kolay olmadığını kanıtlamaktadır… Bugün reformizmden kopuş ancak ve ancak kitlelerin bu kopuşu gerçekleştirebileceği bir süreç olarak örgütlenmek zorundadır.” (sf.106)
Reformizme karşı mücadele diye bir sorunun yazar bakımından bulunmaması bir yana; sorun bu kadarla da kalmıyor: Yeniden yazarı, “kopuş”un kendiliğinden olacağına ve bu gerçekleşene kadar, Marksistlerin bölücü ve sekter “olmamak için” “ittifaklar sorununu” eskisi gibi ele almamaları, yani reformistlerle bir arada bulunmaları gerektiğini vaaz ediyor. Yazara göre kitleler nasılsa günün birinde reformistlerin “tu kaka” olduklarını görecek ve “kopuşu gerçekleştireceklerdir.” “Reformizmin gerçek yüzünü anlatmakla” bir şeyin değişmeyeceğini düşünen yazar koyu bir kendiliğindenciliği öneriyor. Kitlelerin sosyalist eğitimi ve aydınlatılması, işçi hareketine etkide bulunan burjuva ideolojisi ve onun bir türü olarak sosyal demokrasiye karşı mücadelenin her sorun vesilesiyle aralıksız sürdürülmesi olmaksızın, ideolojik mücadelenin ve kopuşun gerçekleştirilemeyeceğini yazar “es geçmek”tedir.
Yazar, sosyalizmin kazanacağına duyduğu kuşkuyu dile getirirken, Sovyet Devrimi’nin ve sonraki yıllarda halk demokrasisi ülkelerinde işçi sınıfının önemli devrimci atılımlar içine girerek reformizme ve Marksist yaftalı sosyal devrimci politikalara güçlü şamar attığını, Bolşevizm’in de böyle bir eylem içinde egemen olduğunu düşünmek istemiyor bile.

BİRKAÇ SÖZ DAHA
Adında özgürlük ve dayanışma kelimelerinin yer aldığı ve kendinin, piyasada “aşkın ve devrimin partisi” olarak tanınmasından özel bir zevk duyan ÖDP ve onun çizgisini savunan Yeniden yazarları, özgürlüğün, işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri için ne anlama geldiği ve nasıl elde edileceği sorununu da yeterince açık bir biçimde ortaya koymuş değildirler. ÖDP yöneticileri ve Yeniden yazarları, kapitalizm koşullarında, işçi ve emekçiler için özgürlüğün gerçekte hiçbir zaman var olamayacağı gibi temel bir sorunu muğlâklaştırarak, proletarya ve emekçilerin burjuva diktatörlüğüne karşı mücadelesinin, zorunlu olarak kapitalizmin tasfiyesi mücadelesine genişlemesi gerektiğini göz ardı ederek, ezilenlerin saflarında kapitalizm yönünde iyimser beklentilerin doğmasına yol açan görüşler geliştirmektedirler. Demokrasi ve özgürlük sorununun üretim araçlarının kimin mülkiyetinde bulunduğu sorunundan bağımsız olmadığı; kapitalist özel mülkiyet koşullarında işçi sınıfı ve diğer tüm emekçiler için özgürlüğün göstermelik bir durum olduğu ve bu kesimlerin en “demokratik” ve “özgürlükçü” kapitalist ülkelerde bile burjuva diktatörlüğü altında tutulduğu; kapitalist sömürünün niteliği nedeniyle zaten “kölece” bir bağımlılık ilişkisi içinde bulundukları böylece bu partinin yöneticileri ve Yeniden yazarları tarafından göz ardı edilmektedir. Yeniden yazarlarının savunuculuğunu üstlendikleri ÖDP’nin program ve taktikleri, biri sosyalizm mücadelesi ve diğeri demokratik özgürlükler ve demokrasi mücadelesi bakımından olmak üzere, iki açıdan da tutarsız, muğlâk ve reformist karakterdedir. ÖDP, siyasal özgürlüklerin reformcu yöntemlerle elde edileceği düşüncesindedir ve siyasal özgürlükler için mücadeleyi devrim için mücadeleye bağlamayı önemsememektedir. Oysa işçi sınıfı ve emekçiler için siyasal demokratik ve sendikal hak ve özgürlükler, burjuva diktatörlüğüne karşı tutarlı biçimde yürütülecek bir mücadeleyle elde edilebilirler ancak. İşçi ve emekçilerin demokratik yönetimine dayalı bir demokratik halk iktidarı da ancak böyle bir mücadele sonucu kurulabilir. Seçimler yoluyla ya da parlamenter ittifaklar yaparak bunu gerçekleştirmek bugünün Türkiye koşullarında olanaklı değildir. İşçi sınıfı (ve partisi) önderliğindeki bir proleter devrimi konusunda ise ÖDP büsbütün reformist ve liberal bir konumda bulunmaktadır.
ÖDP yöneticileri ve Yeniden dergisi yazarları, işçi sınıfının üretimdeki yerinden kaynaklanan devrimci sınıf özellikleri konusunda da kuşkular yaymakta ve sözde işçilerin saflarının “onun gibi sömürülen” başka kesimlerin katılmasıyla büyüdüğüne dikkat çekme adına; sosyalizmi kurmaya yetenekli tek sınıf olma niteliğinin, proletarya dışındaki diğer ezilen ve sömürülen kesimler açısından da “geçerli hale geldiğini ileri sürerek; bu yeni durumda yetersiz kaldığını belirtmekte, bu kavramın terk edilerek yerine “çalışanlar sınıfı” kavramının geçirilmesi gerektiğini söylemektedirler. Sözde olgulara dayandırıldığı ileri sürülen bu iddianın gerçekle bağdaşmazlığı bir yana; bu bir kez daha Euro-komünistlerin izinde yüründüğünü de göstermektedir. Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticileri, kaşarlanmış Euro-komünistlerin yolunu izleyerek Marksist sınıf teorisini burjuvazi yararına revizyona tabi tutuyorlar. İşçi sınıfı devrimi ve kapitalizmin tasfiyesi sorunuyla doğrudan ilişkili olan bu devrim işçi sınıfının sosyalizm koşullarındaki görevleriyle de bağlıdır. Sorun bu nedenle bir kavram yerine “daha kapsayıcı” olduğu düşünülen bir başka kavramın kullanılması gibi, nispeten iyi niyetli bir girişim olarak görülemez. Bilindiği gibi, işçi sınıfının kapitalist özel mülkiyet sisteminin tasfiyesi görevini sonuna dek götürebilecek tek sınıf olmasını sağlayan şey, onun üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olmayan tek sınıf olmasıdır. Kapitalizm koşullarında bütün diğer sınıflar güç kaybederken, bu sınıfların saflarından yoksullaşarak gelenlerle birlikte safları sürekli büyüyen sınıf proletaryadır. O, dolaysız olarak artı-değer üretimi yoluyla sermayenin genişleyen yeniden üretimini gerçekleştirirken aynı zamanda kendi yoksulluğunu, mülkiyetsizliğini ve emek ürününe yabancılaşmasını da üretir. Kapitalizmin tekelci aşamasıyla birlikte, sanayi işçilerinin yanı sıra, inşaat, tekstil vb. işkollarında çalışan işçiler kitlesinin büyümesine yol açar, tarım proletaryasını geliştirir ve “hizmet sektörü”nde bir kısmı işçi olan geniş bir emekçiler kitlesinin oluşmasını sağlar. Böylece işçilerin safları giderek büyür ve genişler. Başta eğitim ve sağlık olmak üzere çeşitli kamu işlerini yapan geniş bir emekçiler kitlesi oluşur. Bu kesimlerin burjuvazi tarafından baskı altında tutulması ve sömürülmesi, onları artan bir biçimde proletaryanın yanına sürükler ve proletarya ile birlikte burjuvaziye karşı mücadele etmelerinin koşullarını yaratır. Kamu emekçileri; öğretmenler, sağlıkçılar ve diğerleri, işçilerle birlikte üretim alanında çalışan teknik elemanlar vb. emek harcamalarına, baskı görmelerine ve biçimi değişmek üzere sömürülmelerine karşın, ne bunların yaşam tarzı ve üretim sürecindeki rolleri işçilerinkiyle aynıdır; ne de üretim araçları karşısındaki konumlan. İşçi sınıfının üretim sürecindeki toplumsal konumu ise, bütün ezilenlerin başına geçerek kapitalizmi tasfiye görevini yerine getirmesini olanaklı kılmaktadır. Çünkü sosyalizm üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin lağvedilmesini ve üretim araçlarının toplumsal kolektif mülkiyete dönüştürülmesini öngörür ve üretim sürecindeki yeri nedeniyle bunu yapabilecek tek sınıf proletaryadır. Proletarya bu yolla tüm sınıf ayrıcalıklarının ve sınıfların ortadan kaldırılmasının koşullarını yaratırken, kendisiyle birlikte kafa emeğiyle kol emeği arasındaki farkların ortadan kalkmasının tarihsel ve toplumsal temellerini de oluşturur. Proletaryadan başka bunu gerçekleştirebilecek bir sınıf ya da kesim yoktur. Bu nedenle, proletaryanın sınıf özelliklerini “bütün çalışanları” eşitlemeye çalışanlar, proletaryanın kapitalizmi tasfiye ve sosyalizmi kurma tarihsel görevini geriye atarak bunu burjuvazi yararına reformlar düzeyine çekmiş olurlar. Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticileri, şimdi tamamen sosyal demokrat düzen savunucuları haline gelmiş Avrupa komünistleri gibi, “çalışan emekçilerin” sosyalizmi kurabileceğini söylerken tam da bunu yapmaktadırlar. ÖDP yöneticilerinin açıklama ve söylevlerinin tüm içeriği sistem içi reformlar sınırlarını aşmamaktadır.
Marksizm karşıtı revizyonist akımların hemen tümünün üzerinde birleştiği teoriyi “değiştirme” ya da “düzeltme” gerekçesi, teknolojik buluşların üretimde kullanılmasıyla üretimde sağlanan gelişmedir. II. Enternasyonal oportünizminin üretici güçler teorisi, böylece, yeni liberal bir modern kılıf içine gizlenmekte ve sosyalizme gidişin, üretici güçlerin gelişmesinin doğal sonucu olarak, kendiliğinden gerçekleşeceği vaazına dönüşmektedir. Üretici güçlerin düşük seviyede geliştiği ülkelerde devrim böylece bütünüyle rafa kaldırılır ve bu ülkelerin gericiliğinin şahsında emperyalist burjuvaziye garanti verilirken, sosyalizmin gerçekleştiği ülkelerde geri dönüşün de aynı nedenlere dayalı olduğu kaderci görüşü proletarya ve halklar arasında yaygınlaştırılmaktadır. Bu revizyonist teze inanılacak olunursa, proletarya, kapitalizmin en üst düzeyde gelişmesini beklemeli ve o ana kadar, devrimci girişkenlikten geri durarak, sendikal ekonomik taleplerin reformcu evrilmelerle elde edilmesiyle yetinmelidir. Bu tez bir başka biçimde Rus Narodniklerinin ve Menşeviklerinin, işçi sınıfının mücadelesini ve gücünü küçümseyen halkçı görüşleriyle birleşmektedir.
Bugün “reel sosyalizm uygulamaları” üzerine kılıç keskinliğiyle yargılar oluşturanlar, devrimin hangi koşullarda ve hangi tür zorluklar göğüslenerek, büyük oranda kapitalizmden devralınmış insan malzemesiyle ve bütün gelişmiş -uygar- ülkelerin hükümetlerinin açıktan ilan edilmiş düşmanca davranışları etkisiz kılınarak başarılıp geliştirildiğini hafife alıyorlar.
Yeniden yazarları ve ÖDP yöneticilerinin işçi sınıfı partisi, emperyalist zincirin en zayıf halkasında devrimle yarılması ve proletarya diktatörlüğü vb. konularda ortaya koydukları görüşlerin Marksist-Leninist devrim teorisi ve tutarlı devrimci pratikle ortak herhangi bir yanı yoktur. ÖDP sosyalizm karşısında liberal reformist bir konumda bulunmakla kalmıyor, tutarlı bir demokrasi mücadelesi yürütmekte de ayak sürüyor. Kendileri reformcu liberal bir platformda bulunanların reformizme karşı mücadele yürütmeleri ise zaten oldukça zordur.

Ekim 1997

Bir halk ayaklanmasının ardından

Arnavutluk halkının ayaklanması üzerinde dururken, bu küçük ülkeye dair bir olgunun altı kalın bir çizgiyle çizilmelidir. Zira bu ayırt edici olgu dikkate alınmadan Arnavutluk’un yakın geçmişiyle bugünü tam anlaşılamaz. Bu olgu kısaca şöyle ifade edilebilir:
Sosyalist Arnavutluk, uluslararası muzaffer proletaryanın yitirdiği son kaledir. Bu özgün durumunun da bir sonucu olarak, 40 yıl boyunca emperyalizme ve sosyal-emperyalizme, hemen hemen tek başına ve öz gücüne dayanarak boyun eğmeyen Arnavutluk halkı ve proletaryası, son kale olarak düşmenin bedelini de çok ağır ödedi. Düştüğü koşullar itibarıyla bu küçük sosyalist ülke, azgın ve pervasız anti-komünist saldırganlığı tüm yönleri ve yoğunluğuyla yaşadı. Arnavutluk’un bu durumu, dolayısıyla, saldırganlığın bu türünün tüm dünyada kaçınılmaz olarak doğurmakta olduğu bütün sonuçlarının da yoğun bir şekilde ortaya çıkmasını beraberinde getirdi.
Neydi bu sonuçlar?
Sözüm ona sosyalist Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin çöküşünde rastlanılmayan bir saldırganlığı yaşayan Arnavutluk, kelimenin tam anlamıyla, bir harabeye dönüştürüldü. Karşıdevrimci güçlerce, bir yandan azgınca yağmalandı, diğer yandan “sosyalizmden kalma” denilerek her şey yıkıldı, tahrip edildi. Tarihe ideolojik Vandalizm olarak geçecek bu saldırganlık sonucunda; asfalt ve demiryolları söküldü; okullar, yuva ve kreşler masa ve camlarıyla birlikte paramparça edildi; fabrikaların kapısına kilit vuruldu ya da iş makineleri tahrip edildi; yüz binlerce işçi ve devlet görevlisi işsiz-güçsüz bırakıldı; bu gelişmelere doğrudan ya da dolaylı karşı koyan tüm devrimci ve komünistler, başta ordu olmak üzere devlet kurumlarından ve toplumsal yaşantının tüm alanlarından tasfiye edildiler. Kısacası, Arnavutluk’ta; toplumsal güçler ve örgütlenmeler çözüldü. İşçi sınıfı üretimden koparılıp sokağa itildi. Köylerde, toprağın yeniden paylaşılmasını gizlemek amacıyla, yeniden kan davaları kışkırtıldı. Birçok köylü, hasattan çok can derdine düştü. Başta İtalyan ve Yunan televizyonları olmak üzere, emperyalist propaganda odaklarının yıllarca kustukları zehirin etkisinde kalan gençlik, büyük umutlarla yurtdışına göç etti. Gidip gerçekleri yerinde gören gençler, zengin olmak bir yana, ülkede bıraktıkları yakınlarının tek gelir kaynağı oldular. Arnavutluk, hem devlet olarak, hem de halk olarak, dışarıdan beslenir hale getirildi.
Bu arada Berişa ve şürekâsı, dışta emperyalist devletlerin, içte ise palazlanma fırsatı bulmuş bir avuç üst düzey bürokratla, tüccar ve bankerin politik desteğine dayanan gerici bir rejim kurdu. Bir önceki yıl yapılan (ve SP’nin kazandığından şüphe duyulmayan) seçimlerde de görüldüğü gibi, bu rejim, göz göre göre seçim sonuçlarını hileyle değiştirmekten de sakınmadan, baskı ve terörle her türlü muhalefeti ezdi. Berişa iktidarı, esasında Kosovalı milliyetçiler ile sosyalist düzende halk düşmanı olarak yargılanan unsurlardan oluşturduğu gizli polis örgütü SKlH aracılığıyla koyu bir terör estirdi. Keyfi gözaltılar, göstermelik yargılamalar, yargısız infazlar, adam kaçırmalar, işkence ve baskılar, asgari burjuva özgürlük haklarının sistematik bir şekilde çiğnenmesi vb.; tüm bunlar ülkedeki politik yaşantıyı karakterize eden olgular durumuna geldi.
İşte tarihinde boyun eğmektense aç kalmayı göze almayı öğrenen bu onurlu halk, şubat ayında, bu yıkıcı ve aşağılayıcı koşullara karşı ayaklandı.

AYAKLANMANIN ANLAMI
Arnavutluk’taki halk ayaklanmasının gerçek nedeni “Piramit soygunu” değildi. Bu, olsa olsa bardağı taşıran son damlaydı. Ayaklanma boyunca kesintisiz faaliyet yürüten emperyalist propaganda odakları, asıl temellerine yukarıda dikkat çektiğimiz halk ayaklanmasını, “Piramit dolandırıcılığına silahla tepki gösteren “asiler”in başıboş eylemi derekesine indirgedi. Bu odaklara göre, dolandırıcılığın bu basit ve kaba türü kapitalizme geçen eski sosyalist ülkeler için tipikti. Yıllarca birçok şeyden mahrum bırakılan insanlar, gerek bastırılan bu özlemleri, gerekse vaat edildiği üzere kısa yoldan zengin olma ümitleri dolayısıyla, istismarcı mali düzenbazlara kolay yem olmaktaydılar. Rusya, Romanya, Bulgaristan, eski Yugoslavya ve Çekoslovakya’da görülen “piramit şirketleri iflasları”, bu olayın tek başına Arnavutluk’a has olmadığını, tersine bunun “eski sosyalist ülkelere özgü” olduğunu göstermekteydi.
Şüphesiz, kapitalizmle ilgili (özellikle de bu emperyalist propaganda odaklarınca) yaratılan yanılsamalar nedeniyle, eski sosyalist ülke ya da sosyalist biçimleri muhafaza eden ülkelerin insanlarının daha kolay aldatılabildiği bir gerçektir. Ancak, asıl uğraşları gerçekleri çarpıtmak olan bu odakların üzerinde durmadığı, daha doğrusu duramadığı, Arnavutluk’taki halk tepkisinin neden diğer “sosyalist” ülkelerde ortaya çıkan tepkilerden farklı geliştiğidir. Oysa Arnavutluk’u diğer ülkelerden ayırt eden tam da bu nokta değil midir? Ekonomisi, temelleri itibarıyla tahrip edilen, ciddi bir sanayi üretimi olmayan, toplumsal bakımdan çözülmüş bulunan ve her türlü toplumsal örgütlenmenin tasfiye edildiği bir ülkede, böylesi bir ayaklanmanın ortaya çıkması ve nesnel olarak iktidar sorununu gündeme getirmesi nasıl mümkün olabilmiştir? Başta eski Yugoslavya olmak üzere, Balkanlar’da halkları birbirlerine boğazlatan, anlamsız savaşlara sürükleyen emperyalistler, bu iğrenç ve insanlık düşmanı politikalarıyla Arnavutluk’ta neden başarılı olamamışlardır? Arnavutluk’ta; Katolik-Müslüman, Güney-Kuzey, azınlık sorunları, monarşistler-cumhuriyetçiler vb. sahte ve yanıltıcı ayrım ve gerginlikler yaratma girişimleri neden sonuç vermemiştir? Kuşkusuz, asıl yanıtlanması gereken, ancak gündeme getirilmesinden bile özenle kaçınılan sorular bunlardı. Gerçek şuydu ki, 40 yıl Balkanlarda “aykırı bir ses” olagelen Arnavutluk, bir kez daha, emperyalizmin ve bölge gericiliğinin plan ve amaçları karşısında “aykırı” bir tutum sergilemişti.
Bu küçük, fakat onurlu ülkeyi, dünya işçi ve emekçilerine onlarca yıl boyunca “sosyalist” olarak yutturulan diğer ülkelerden ayıran pek çok özellik vardı. Her şeyden önce, Ramiz Alia önderliğindeki AEP, emperyalizm karşısında diz çökerken, bu ülkede gerçek bir sosyalist sistem söz konusuydu. Sömürücü bir sınıf henüz oluşmamıştı. Berişa bile, revizyonist ülkelerdeki gibi sömürücü bir sınıfı hazır bulamadığından, iktidarına toplumsal bir dayanağı doğru dürüst yaratamadan halkın hedefi haline geldi.
Arnavutluk’taki halk ayaklanması esasında kendiliğinden bir ayaklanmaydı. Ayaklanmanın gerisinde bilinçli ve yöntemli bir hazırlık yoktu. Oysa kendiliğinden, hazırlıksız ve iyi örgütlenmiş bir politik önderlikten yoksun olan ayaklanmaların yazgısı, genellikle, karşı-devrimin güçlerince şiddetle ezilmektir. Arnavutluk’taki silahlı ayaklanmanın ise böyle bir kaderi paylaşmamasının ana nedeni, ordunun ayaklanma esnasında aldığı tutumdu. Ayaklanmanın patlak verdiği yerlerde, asker ve subaylar, silahlanmak için kışlalara yönelen halka ateş açmadı. Çoğu yerde subay, asker ve polisler silahlarıyla birlikte halkın saflarına geçtiler ve generallerin, emniyet müdürlerinin ve Tiran’ın emirlerini tanımadıklarını açıkladılar. (Örneğin 19 MIG savaş uçağının bulunduğu ikinci büyük hava üssünün direnişçilerin eline geçmesinden önce, üssün pilot ve komutanları, OHAL Komutanına üsse iniş izni vermediler. Cirokastra yakınlarındaki sivil araçlara ateş açma emri alan iki askeri pilot ise, bu emri yerine getirmemek için uçaklarıyla birlikte İtalya’ya kaçtı.) Ordunun (ve sonradan kısmen de polisin) bu tutumu genel bir tutum halini aldığı için, iktidar, OHAL ilanında, itaat etmeyen askeri güçleri askeri mahkemelerde yargılamakla tehdit etti, ancak bu tehdidiyle de bir sonuç alamadı. Cirokastra ve Saranda’da olduğu gibi, oluşturulan Halk Komitelerinde bazı emekli generaller de yer aldı. Zamanında orduda üst düzeyde görev yapmış bazı subaylar, ayaklanmaya askeri yönden önderlik etmeye yöneldiler. Kısacası, bir üst düzey, subayın ifadesiyle, “ordu halkın yanında”ydı. Ordunun söz konusu tutumunda, sosyalist Arnavutluk’un halk ordusuna verdiği eğitim ve saflarında kök saldığı halkın ordusu olma anlayışının esasta belirleyici olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.
Öte yandan ayaklanmanın, tüm zaaflarına karşın bilinen konumu ve mevzileri yakalayabilmesinin bir diğer nedeni de, Arnavutluk halkının yakın tarihinden, özellikle de halk devrimi ve Enver Hoca döneminden devraldığı devrimci erdem ve gelenekleri yitirmemesi, bunları yeniden anımsaması ve bu ruhla hareket etmesiydi. Tek tek insanlar için her ne kadar, “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” denilebilinse de, bu, halk ve sınıflar için geçerli değildir. Günümüzün pek çok olayı, halkın ve sınıfların, salt o anki bilinçleriyle hareket etmediklerini, tayin edici anlarda “tarihi bilinçleri”ne göre de davrandıklarını ortaya koymaktadır. Arnavutluk halkı da böyle davrandı.
Arnavutluk’ta sosyalizm yıkılmıştı ama hiçbir şey boşuna gitmemişti! Halkın bilincinde ve duygularında hâlâ sosyalizmin kalıntıları ve izleri vardı ve bunlar halkın kendiliğinden ayaklanmasına yön vermekteydi!
Derinlemesine kavranması gereken bu olgu ve diğer faktörlerin ayaklanmaya kazandırdığı özellikler, bilindiği gibi, emperyalizmin ve bölge gericiliğinin yüreğine büyük bir korku saldı. Emperyalistlerin sadece nevrini döndürmekle kalmayıp eteklerinin de tutuşmasına yol açan bu silahlı ayaklanmadan duyulan korkunun gerisinde, burjuva basınında ifade edildiği gibi, anlamsız herhangi bir “Balkan savaşı”nın patlaması durmuyordu. Korkulan, öncelikle emperyalist devletlerin yaslandığı iç gericiliklere yönelen anti-emperyalist bir dalganın Balkanları kaplamasıydı. Zira Arnavutluk halkının tepkisi tam da bu özelliğiyle bölge ülkelerinde meydana gelen gelişmelerden ayrışmaktaydı. Kısacası, bu küçük ülke, bir kez daha, çok kötü bir örnek teşkil ediyordu! Bu küçük ülke tezgâhlanmakta olan birçok emperyalist planı altüst edebilirdi!
Ayaklanma karşısında yekpare harekete geçen emperyalistlerin, yanlış bir durum tahlilinden yola çıkmadıkları hemen görüldü. Ayaklanma, kısa sürede, bölge ve çevre halklarının sempati ve saygısını kazanmaya başladı. Örneğin ayaklanma sürerken, komşu Makedonya’daki bankerzedeler de sokaklara döküldü. Rusya’da İzvestiya gazetesi, ayaklanmanın Rusya’ya sıçrayıp sıçramayacağı sorusunu kaygıyla gündeme getirdi. Ayaklanma Tiran sokaklarına sıçradığı sırada ise, “Rus yetkililerin Arnavutluk’taki ayaklanmanın “Rusya’da da meydana gelebileceği korkusu üzerine önlem aldıkları” haberleri yayıldı. Alınan ‘önlemler’in başında, Rus subaylarının ekonomik ve sosyal koşullarının düzeltilmesi geldiği bildirildi. Yunanistan’da ayaklanmayı desteklemek amacıyla yapılan mitinglerde anti-emperyalist sloganlar öne çıktı. Bu koşullarda, Yunan hükümeti, Arnavutluk’taki gelişmelerin “tüm bölge için tehlike oluşturduğunu” ileri sürerek NATO’nun askeri müdahalede bulunmasını istedi.
Arnavutluk’taki karşı-devrimin yardımına; politik, diplomatik, ekonomik ve askeri bütün olanak ve deneyimiyle, dünya karşıdevrimi yetişti. Yiğit ama örgütsüz halkın, kahraman ama pratik politik önderlikten mahrum ayaklanmacıların karşısında, dünya karşı-devrimi mevzilendi. Emperyalizm etkinliğini fiilen geliştirebilmek için, içerden yeni bir işbirlikçi güce dayanmak zorundaydı. Bu işbirlikçi gücü, bu onurlu halkın böylesi ağır koşullara sürüklenmesinde baş sorumluluğu taşıyanlarda buldu: Sosyalist Parti (SP) ikinci kez Arnavutluk halkını arkadan hançerledi. SP’yi temsilen Berişa başkanlığında başbakanlık görevini yürüten Başkim Fino(!), adının hakkını verdi!

AYAKLANMACILARIN İKİRCİKLİ TUTUMU
Ayaklanma dönemlerinde, mücadelenin belirli bir anında alınması gerekli olup da alınmayan bir tutum, gösterilmesi gerekli olup da gösterilmeyen bir girişkenlik, çoğu kez ayaklanmanın bütün kaderini değiştirecek gelişmelerin önünü açabilmektedir. Arnavutluk’taki ayaklanma, uluslararası proletaryanın bu tarihsel deneyiminin önemini bir kez daha ortaya koydu.
Belirtmek gerekir ki, Arnavutluk’taki halk ayaklanması nesnel olarak iktidar sorununu gündeme getirdi, ancak öznel olarak böyle bir perspektife ayaklanma boyunca tam sahip olamadı. Silahlı halk güçleri başkent Tiran’a yürümedi, yürümekle tehdit ettiler sadece. Ayrıca “Tiran’a yürüyüş”ün hedefini iktidarı ele geçirmek olarak da belirlemediler, tersine amaçları, gitmekte direten Berişa ve kliğini kendi elleriyle alaşağı etmekti. (Tiran’ın ele geçirilmesi durumunda, devrimci ve komünistlerin bu mevziiyi doğrudan halkın iktidarına dönüştürme olanaklarını yakalayabilecekleri gerçeği, sorunun başka bir yönüdür.)
Öte yandan sorun sadece Tiran’a yürünmemesiyle de sınırlı değildi. Örneğin Ayaklanma ya da Halk Komiteleri, ‘kuruldukları yerlerde, nesnel olarak iktidar organları olmalarına karşın, kendilerini gerçekte iktidar organları olarak görmediler. (Vlora Halk Komitesi’nin kent yaşamının çeşitli sorunlarına ilişkin iktidarını icra etmede sergilediği çekingenlik ve pasiflik bunun somut bir belirtisiydi.) Komiteler kendilerini neyin organları olarak gördüler? Berişa’yı iktidardan uzaklaştırmanın kuvvetleri olarak. Peki, Berişa’nın yerine kim gelecekti? Bunu seçimler belirleyecekti! Ya seçimleri kim düzenleyecekti, hangi politik otorite bunu sağlayacaktı? Yanıtı, bir soru işaretidir!
Ayaklanmanın sürükleyici önder güçlerinin; ayaklanmanın gerektirdiği görevleri tam ve zamanında anladıkları, açık siyasal bir kimlikle ayaklanmanın tümüne önderlik etmenin ertelenemez bir zorunluluk olduğunu gördükleri, devrimci taktik sloganları hızla değişen koşullara göre yenileyip geliştirmeyi bildikleri, ayaklanmanın politik ve ideolojik platformunda beliren zaafları doğru ve zamanında saptadıkları, ayaklanmaya katılan emekçi sınıf ve katmanların sınıfsal özellikleri ve taleplerini yeterince dikkate aldıkları söylenemez. Silahlı ayaklanma, sürükleyici güçlerinin bu ciddi zaaflarını hiçbir şekilde affetmedi.
Silahlı halkın; Berişa iktidarına ültimatom verdiği, ültimatomun dikkate alınmaması durumunda “Tiran’a silahlı yürüyüş” yapacağını ilan ettiği günden yaklaşık 10 gün öncesinin koşulları göz önüne getirildiğinde, ortaya çıkan tablo şudur: SP, ayaklanmanın sistemin bizzat varlığını tehdit eder boyutlara geldiğini görerek, emperyalistlerin direktifleri doğrultusunda Berişa ile sistemin bekası için diyalog ve uzlaşma görüşmeleri başlatıyor. Tiran’daki uzlaşma görüşmelerine rağmen, ayaklanma yayılmaya devam ediyor. Berişa, silahların bırakılması şartıyla, seçimlere gitmeyi kabul etmesine ve halka tanıdığı 48 saatlik sürenin uzatılması talebinin SP tarafından (!) ileri sürülmesine karşın, ayaklanma yayılma hızını yitirmeden ilerliyor. Ve nihayet Berişa ile uzlaşarak başbakan olan SP’li Fino’nun ilk açıklaması, silahların bırakılması çağrısı olmasına rağmen, ayaklanma durmadığı gibi doğrultusunu kuzeye, Tiran’a yöneltiyor.
Görüldüğü üzere, SP, emperyalistlerin direktifleri ve çıkarları doğrultusunda silahlı halk ayaklanmasını devrimci mecrasından çıkartabilmek için tüm karşı-devrimci hünerini ortaya koymakta. Ve o anın kritik özellikleri nedeniyle, bunu bizzat açıktan yapmak zorunda kalmış bulunmakta. Ayaklanma sürecinin, politik taktikler bakımından en kritik olan bu anın özelliği neydi? Bu anın özelliği; SP’den beklentileri olan komite üyelerinin de ciddi tereddütler geçirdiği; Berişa’ya karşı SP’yi tercih eden kitlelerin kuşkuya düştüğü; savaşım halindeki kitlelerin psikolojisinde, iki seçenekten birisi üzerinde artık karara varma aşamasına gelindiği, yani; ya bu ayaklanmayı kendi öz gücünden başka hiçbir kimseye dayanmadan sonuna kadar götürme kararını verme gerekliliğini pratik bir dürtü olarak algılayacağı, ya da halkın bu iddiasını, saflarında gördüğü bir gücün (SP) yol açtığı tereddüt ve kuşkuların da etkisiyle, yitirme duygusunun gelişme olanağını bulacağı bir an olmasıydı. Ayaklanmanın önder güçleri, bu anın özelliğini doğru değerlendiremediklerinden; aradan geçen on gün zarfında, söz konusu ikinci ihtimal halk güçleri saflarında gelişme olanağı bulabildi. Politik bakımdan net bir tutumun ortaya koyulamaması, gerekli devrimci girişkenlik ve kararlılığın gösterilememesi sonucu, “Tiran’a yürüme” ültimatomu boş çıktı. Beklenildi. Komiteler, Tiran’daki görüşmelere taraf olarak katılıp katılmama üzerine tartıştılar.
“Ayaklanma ile asla oynanılmaz, ama bir kere başlatıldı mı da sonuna kadar götürülür. Belirleyici yer ve zamanda güçlerin ezici çoğunluğu toplanmalıdır, yoksa daha iyi bir eğitime ve örgütlenmeye sahip olan düşman, isyancıları imha eder. Ayaklanma bir kere başlatıldı mı, büyük bir kararlılık içinde hareket etmek ve her şart altında ve mutlaka saldırıya geçmek gerekir. Savunma, her silahlı ayaklanma için ölüm demektir. Düşmanı gafil avlamaya ve birliklerinin henüz dağınık olduğu anı kollamaya gayret edilmelidir.
Önemli olan her gün (söz konusu bir şehirse ‘her saat’ diyebiliriz) küçük de olsa yeni başarılar elde etmek ve her ne pahasına olursa olsun ‘moral üstünlüğü’ korumaktır.” (Lenin)
Tiran’a saldırmayan devrimci güçler, böylelikle “moral üstünlüğü”nü de karşıdevrime kaptırdılar. “Sahte bir yemle bir hakikat balığı tutan ” emperyalistler, derin bir nefes alabilirdi artık! Son tahlilde hep kuvvetin çözdüğü temel toplumsal sorunlar, artık yeniden, emperyalistlerin ve karşıdevrimin kendisini emin ve üstün hissettiği düzen sınırlarına hapsedilebilirdi!
Halk ayaklanması bizzat bu sınırları yararak, Fatos Nano’yu cezaevinden kurtarmıştı. Nano ise, emperyalistleri hayal kırıklığına uğratmayarak, silahlı halkın devrimci hareketini burjuva parlamentosunun pis gübre kokan o daracık salonuna sıkıştırdı! Nano, muhtemeldir ki, bu salonun kapısına sırtını dayayarak, şu İspanyol atasözünü mırıldanmıştır: “Pelerinimin altında, Kralı bile öldürebilirim!”
Oysa Tiran’a yürüme kararlılığı gösterilebilseydi, o ana kadar yapılan bütün hatalara rağmen, başarı elde etme ve SP’nin etkinliğini alabildiğince sınırlama olanakları vardı. Berişa kaçmak üzereydi. Korumaları ‘bir yere gitmeyeceksin’ diye alnına silahı dayadığı için kaçamamıştı! Ayaklanmanın en kararlı ve dinamik kesimini teşkil eden Arnavut gençleri, Deniz Kuvvetleri’nin hücumbotlarını ele geçirmelerine rağmen, ülkeyi terk etmemişlerdi! Savaşmaya hazır olan gençler, ültimatomun arkası gelmeyince denize açıldılar…
Bugün varılan nokta nedir? İşgal etmekten çok yukarıda belirtilen “çözümü” güvenceye almak için emperyalistlerce konuşlandırılan yabancı askeri birlikler ülkeyi terk etmiş; SP’nin zaferiyle sonuçlanan parlamento ve başkanlık seçimleri gerçekleştirilmiş ve halkın zamanında reddettiği “Berişa Anayasası”nın yerini alacak, nispeten “liberal bir anayasa” için çalışmalar başlatılmıştır. Geriye, karşı-devrim açısından böylesi koşullarda her zaman temel sorun olan (“ezilen sınıfın elinde silah var mı?’) sorunun çözülmesi kalmıştır. Politik silahsızlandırmayı askeri silahsızlandırma izlemektedir. Halkın silahsızlandırılması gündemdeyken, emperyalist devletlerin de yardımıyla yeni bir düzenli ordu kurulmaktadır.
Arnavutluk’ta artık “yeni” bir dönem başlamış bulunmaktadır. “Yeni” dönem, yeni mücadele biçimlerini beraberinde getirecektir. Kuşkusuz, Arnavutluk halkı, her şeye karşın, son sözünü söylememiştir.

ÇIKARILMASI GEREKEN SONUÇLAR
Buraya kadar belirtilenlerden şu özet sonuçlar çıkarılabilir:
— Toplumsal bakımdan çözülmesine ve herhangi bir ciddi örgütlenmeden yoksun olmasına karşın, Arnavutluk halkının; emperyalizmin ve dünya gericiliğinin, kesin zaferini üstüne basa basa tekrarlayıp durduğu ve mağrur bir edayla proleter ve halk devrimlerinin tarihten bir sapma olduğunu ilan ettiği koşullarda gerçekleştirdiği ayaklanma, uluslararası devrimci proletarya açısından bugün özellikle öne çıkarılması gereken farklı bir tepkidir. Ayaklanmanın sonucu, bu tepkinin anlamını değiştirmemektedir. Bu tepki; başta Balkan halkları olmak üzere dünyanın ezilen halklarına, emperyalizmin yerli işbirlikçilerine yaslanarak dayattığı; sömürgeleşmeye, soygun ve talana, mutlak yoksullaşmaya, etnik kışkırtma ve gerici savaşlara karşı alınması gereken tutumun nasıl olması gerektiğini göstermektedir. Uluslararası proletaryanın bugünkü kuşağının bu tepkiden ayrıca öğreneceği şey, revizyonizmin değil, gerçek proletarya sosyalizminin hiçbir kazanımının boşuna gitmediği, gitmeyeceği ve bugün vermekte olduğu mücadelesinde bu şanlı ve zengin tarihinin bilgisi ve tecrübesine dayanabileceği, dayanması gerektiği ve ilk muharebeleri veren proletarya ordularından bu açıdan daha avantajlı ve şanslı olduğudur.
— Ortaya çıktığı süreç itibarıyla, Arnavutluk halkının silahlı ayaklanması; dünya çapında işçi direnişlerinin, genel grev ve kitle mücadelelerinin geliştiği; Ekvador’da genel grev ve çatışmaların yaşandığı; Brezilya’da köylülerin silahlı toprak işgallerini gerçekleştirdiği; Kara Afrika’da rejimler yıkan silahlı halk ayaklanmalarının gündeme geldiği koşullarda patlak verdi. Bütün bunlar, birbirini doğrudan geliştiren, etkileyen ya da koşullandıran gelişmeler olmamakla birlikte, dünyanın genel olarak yeni bir altüst oluş ve devrimler dönemine yol alışının somut belirtileridir. Bunlar henüz, sesten hızlı olan şimşeğin çakışlarıdır. Ancak, kulağı kirişte olan sınıf bilinçli önder işçiler açısından; fırtınanın çok uzak olmadığını; işçi sınıfı ve partiyi çok yönlü hazırlama görevlerine çok daha sıkı sarılmak gerektiğini; Arnavutluk’taki pratik deneyin de, sınıf mücadelesinin gafil avlanmayı kaldırmadığını; hemen hemen objektif tüm elverişli koşulların oluşmasına rağmen, kurmaysız, hazırlıksız ve eğitimsiz orduların yenik düştüğünü bir kez daha kanıtladı.
— Yiğit halkın karşısında, gerçekte Berişa bozuntusu değil, dünya karşı-devrimi durdu. Peki, yanında? Arnavutluk halkına ve komünistlerine uluslararası destek, geldiği kadarıyla, esas olarak bölge halklarının emekçileri ve devrimcilerinden geldi. (Burada özellikle Yunan işçileri ve devrimcilerini anmak gerekir.) Bu pratik deneyim, gerek uluslararası proletarya hareketinin, gerekse uluslararası komünist hareketinin saflarındaki, sembolik değil, içten ve pratik dayanışma ve yardımlaşma bilinci ve duygusunun hâlâ yeterince gelişmemiş olduğunu gözler önüne serdi, işçi sınıfının bu konuda eğitilmesi ve uluslararası komünist hareketin mevcut eksikliklerini aşmasının bugünün yakıcı görevlerinden birisi olmaya devam ettiği görüldü.
— Halk ayaklanmasının ideolojik-politik zaaflarının kaynaklık ettiği gelişmelerden ise ancak şu sonuç çıkartılabilir: Proleter sosyalizmin, bağımsızlığını koruyarak, kendisiyle diğer “sosyalist” akımlar arasındaki ayrım çizgisini kalın bir şekilde çekmesi, bu çizginin bulanıklaştırılmasına dönük tüm girişim ve eğilimler karşısında her zaman ilkeli ve kararlı bir tutum alması ve işçi sınıfını ye onun ileri unsurlarını bu konuda ısrarlı bir şekilde aydınlatıp eğitmesi sorunu; dar görüşlülük, kibirlilik, sekterlik ya da grupçuluk değil, tersine, en özlü ifadeyle, Arnavutluk’taki deneyin de ortaya koyduğu gibi, iktidara hangi sınıfın kendi damgasını vuracağı sorunudur.
Arnavutluk’taki halk ayaklanmasının anlamı ve çıkarılması gereken belli başlı sonuçların, esas olarak bunlar olduğu söylenebilir.

Ekim 1997

Dünya komünist hareketi tarihinden Stalin – Thorez görüşmesi tutanakları

BELGEYİ SUNARKEN
Özgürlük Dünyası’nın bu sayısında, Josef Stalin ile Fransız Komünist Partisi (FKP) Genel Sekreteri Maurice Thorez arasındaki iki görüşmenin tutanaklarını yayınlıyoruz. Birincisi, savaşın son dönemlerinde 1944 Kasımı’nda, ikincisi de 1947 yılı Kasım ayında, yani iki dünya sistemi arasındaki ‘soğuk savaş’ın hemen öncesinde ve en şiddetli anlarında gerçekleşen bu görüşmelerin tutanakları, yakın zaman öncesine kadar arşivlerin tozlu raflarında kalmıştı. İlk defa 1995 yılında Rus dergisi Istochnik’te yayınlandı. Türkçe olarak ise, bir müddet önce (Şubat ve Mayıs 1997’de) Devrimin Sesi’nde yer aldı. Tarihsel değerdeki bu belgeyi, biz de Özgürlük Dünyası’nda yayınlamayı gerekli gördük.
Dikkatle irdeleyen her okurun görebileceği gibi, belgede, Stalin ve başında bulunduğu SBKP ile kardeş partiler arasındaki ilişkilerle ilgili olarak ileri sürülen pek çok çirkef iddianın tam tersi bir tablo ortaya çıkmaktadır. Başını Troçkistlerin çektiği ve sonradan ihanetçi modern revizyonistlerin de dâhil oldukları dönekler takımı ve CIA’nın soğuk savaş tezgâhlarından geçerek kartlaşmış burjuva entelektüellerin bilinen iddialarının aksine, Stalin ve SBKP’nin kardeş komünist partilere yaklaşımı; dayatmacı, yaptırımcı ve milliyetçi değildir. Belgenin de ortaya koyduğu gibi, bu ilişkiler, uluslararası işçi ve komünist hareketinin çıkarlarına içten bağlanmış olarak, karşılıklı saygı, güven ve birbirinden öğrenme ve enternasyonalist dayanışma ve yardımlaşma ilkelerine dayanmaktadır. Okunduğunda da görülebileceği gibi, Stalin, kardeş partiyi ilgilendiren her konuda, onun iradesini ve bağımsızlığını zedeleyebilecek tutumlardan uzak durmakta ve bazı konularda, kendileri uygun bulduğu halde, kardeş partinin görüşlerine başvurmakta, ona ayrı bir değer vermektedir. Görüşmenin tümüne hâkim olan üslup; karşısındakinin görüşünü sorma, yakın bilgiye sahip olma ve gerekli olduğu her konu ve yerde açık yoldaşça eleştiri ve uyarılardan kaçınmamadır.
Stalin, Fransız proletaryası ve halkının kaderiyle yakından ilgilenmektedir. FKP’nin çizgi ve tutumunu gereken yerde yoldaşça eleştirmektedir. Değeri bugün daha net anlaşılan ciddi uyarılarda bulunmaktadır. Örneğin savaşın sonuna doğru gerçekleşen birinci görüşmede, politik koşulların değişmeye başladığını, partinin buna bağlı olarak da mücadele ve örgütlenme biçimlerini değiştirmesi gerektiğini, anti-komünist propagandaya oturtulacak ‘soğuk savaş’ın hazırlık girişimlerini gördüğü ve bu değişikliği de gözeterek partinin müttefiklerini yenilemek ve genişletmek zorunda olduğunu düşünen Stalin, Thorez’e şunları söylemektedir:
“FKP hâlâ Fransa’da durumun değiştiğini anlamadı. Komünistler, yaşanan değişiklikleri hiç dikkate almadan eski çizgilerini izlemeye devam ediyorlar; hâlbuki durum değişti. Sosyalistler arasında müttefikler bulup bir blok yaratmak gerekirken, onlar, ‘tüm sosyalist alçakların canı cehenneme’ deyip, milislerini korumaya çalışıyorlar. (…) İşbaşında, İngiltere, ABD ve SSCB tarafından tanınan bir hükümet var ve komünistler mekanik bir tarzda davranmaya devam ediyorlar. Bu arada durum değişti; yeni durum De Gaulle’ün lehine. Bu yeni duruma uygun bir manevra yapmak gerekir. FKP, iktidara tayin edici darbeyi vurabilmek için yeterince güçlü değil. Güç biriktirmek ve müttefikler kazanmak zorundadır. Parti, öyle önlemler almalı ki, gericiliğin saldırısı karşısında komünistlerin sağlam bir savunması ve saldırının sadece komünistlere değil, halka yöneldiğini söyleyebilecek konumda olmalıdır. Eğer durum daha iyiye doğru değişirse, parti etrafında kaynaşmış güçler, bu defa saldırıya geçmekte işlev göreceklerdir.”
Bu arada Stalin, parlamenter ahmaklığı da tavsiye etmemekte, aksine, “Düşmanın karşısında kendini silahsız bulmamak için, silah ve örgütünü elde tutmak gerekir. İleride durum şimdikinden farklı olabilir” demektedir. Ancak, bütün bunların da değişen koşulların gerektirdiği biçimler içerisinde yapılmasını tavsiye ederek şöyle söylemektedir: “Silahlı müfrezeleri başka bir politik örgüte dönüştürmeli, silahları da saklamalı.”
Dünyanın ve ülkenin değişmekte olan koşullarını gerçekçi bir şekilde değerlendiren Stalin, Thorez’i şöyle uyarmaktadır: “FKP’nin, müttefiklerce çevrilmesi ve güçlü olması gerekir. Düşmanlar onu izole etmek istiyor. Buna izin vermemek gerekir.” Bunun için partinin müttefiklerinin genişletilmesini zorunlu gören Stalin, kardeş partinin, müttefikleri olabilecekleri arasında zamanında Sovyetler Birliği’ne düşmanlıklarını kusmuş olanların bulunmasını sorun etmemesini de vurgulamaktadır: “Komünistler, sosyalistlerin içinde, zamanında SSCB’ye karşı konuşulanları bahane etmemelidir. Biz sosyalistleri çok iyi tanıyoruz; onlar burjuvazinin sol kanadıdır. Şu an önemli olan, bu sol bloğu yaratmaktır.”
Proletaryanın ve devrimin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan Stalin, bu noktada, Fransız komünistlerine özellikle halkın; düşüncelerini, duygularını ve karşı devrimin propagandasının gerçek yüzünü anlamada bulunduğu hâlihazır düzeyi dikkate alan politik bir üslubu önermektedir. Örneğin şöyle demektedir: “Parti kendini izole etmemelidir. Günün görevi, gençlik ve mesleki birliklerle ilişkileri daha da geliştirmektir. Gençlik, komünist gençlik diye adlandırılmamalıdır. Bizim bayrağımızın, bazı kimseleri çok ürküttüğünü göz önünde bulundurmak gerekir.”
Thorez, ikinci görüşmede, bu uyarıları dikkate aldıklarını ve vardıkları sonucu şöyle özetler: “Bunun sayesinde parti, gençlik hareketinin tabanını genişletti. Şu anda 200 bin genç partinin etkisi altında. Benzer bir taktik sayesinde 6 milyon sendika üyesini muhafaza edebildik, yine bu taktik sayesinde 5–6 bin kadın bizim etkimiz altındaki örgütlerde toplandılar.”
Bu ikinci görüşmede Stalin ayrıca, vatanın bağımsızlığı sloganının sadece komünistlerin sahip çıktıkları bir slogana dönüştüğüne dikkat çekerek, komünistlerin ulusun onur ve gücünü savunan tek unsur olduklarını ilan edebileceklerini söylemektedir.
Kuşkusuz, buraya kadar belirtilenler, Stalin – Thorez görüşmeleri tutanaklarının öğretici ve değerli yönlerinden sadece bazılarıdır.

I. BÖLÜM
19 Kasım 1944, saat 20.00 Çok gizli
Molotov ve Beria yoldaşlar, görüşmeye eşlik ediyorlar.

Karşılıklı selamlaşmadan sonra Stalin, Thorez’den, Fransa’ya ne zaman dönme niyetinde olduğunu sordu.
Thorez, karısı ve FKP’den Ranette Yoldaş’la birlikte yarın, Moskova’dan ayrılmayı düşündüğünü söyledi.
Hangi uçakla gidiyorsunuz, diye sordu Stalin.
Thorez, bir Sovyet uçağı ile Tahran’a, oradan da bir İngiliz, ya da mümkün olursa bir Fransız uçağıyla Fransa’ya, diye cevapladı.
Stalin, Thorez’in dönüşünün belki bir Sovyet uçağı ile düzenlenebileceğini söyleyerek, İngilizlerin ne yapacağı belli olmaz, bir oyun çevirebilirler, diye ekledi.
Molotov da, kendi uçaklarıyla Thorez’i Paris’e kadar götürebileceklerini söyledi.
Stalin, Thorez’e tartışmak istediği sorunların neler olduğunu sordu.
Thorez, Fransız komünistleri için en önemli meselenin, ülkenin yöneticisi olmadıkları halde dost ve düşmanlarla bu zor dönemden nasıl geçecekleri, güçlerini nasıl birleştirip gericiliğin toparlanmasını nasıl önleyebilecekleri sorunu olduğunu söyledi.
Stalin, Bidault’un nasıl bir daha ortaya çıktığını sordu.
Thorez, Bidault’un savaştan önce Halkçı Demokrat Parti (Parti des Demokrates Popularles) üyesi olduğunu ve l’Aube adlı Katolik bir muhalefet gazetesi çıkardığını söyledi.
Bu gazete kime muhalefet ediyordu, diye sordu Stalin.
Katolik kilisesinin resmi yöneticilerine muhalefet ediyordu. Bidault, savaştan önce dış politika meselelerinde Fransız komünistlerine yakın bir pozisyondaydı. Sovyetlerle iyi ilişkiler taraftarıydı. Münih ve Almanya’nın karşısında tutum takındı. Bununla birlikte, savaşın başlangıcından sonra, önceleri komünistlere yakın olan birçok insan gibi o da, diğerlerinden daha hararetli bir komünizm düşmanı kesildi. Savaş başladıktan hemen sonra askere alındı ve orduya hizmet etti. Almanlara tutsak düştü ve kısa bir süre sonra da serbest bırakıldı, dedi Thorez.
Bidault Almanlarca serbest mi bırakıldı; yoksa kamptan mı kaçtı diye sordu Stalin.
Thorez, Bidault’un Almanlarca serbest bırakıldığını; çünkü onun 1. Dünya Savaşı’na katıldığını; Almanların bu tür tutukluları serbest bıraktıklarını, ancak bu kuralı aynı durumdaki herkese de uygulamadıklarını söyledi.
Stalin, eski bir savaş esirinin hükümette yer almasına şaşırdığını söyledi.
Thorez; hükümette Alman kamplarında bulunmuş başka kişiler de var. General Juin bunlardan biri. Almanlar tarafından hapsedildi ve serbest bırakıldıktan sonra Vichy hükümetince Afrika’daki Fransız Kuvvetleri Komutanlığı’na, Almanların çok güvenmediği Weygand’ın yerine atandı. Geçtiğimiz günlerde ölen eski Maliye Bakanı Lepereg de, bir Alman esir kampındaydı dedi.
Stalin, Fransız komünistleriyle sosyalistlerin ilişkilerinin durumunu sordu.
Thorez, komünistler, sosyalist işçi kitleleri içerisinde başarılar elde ettiler. Bununla birlikte, Sosyalist Parti Yönetimi, komünistlerle işbirliğine girmek istemiyor. Geçenlerde yapılan Sosyalist Parti Kongresi’nde, parti sekreteri raporunda, sosyalistlerin, komünistlerle birliğe taraftar olduklarını söyledi; ama aslında komünistlerle birliği reddediyorlar. Sosyalistler diyorlar ki, “Fransa’da her şey yolunda gidiyor; sadece komünistler doğru davranmıyor.” Savaşın başlangıcında Almanlara karşı aldıkları tutumdan dolayı özür dilemediler. Sosyalist Parti Yönetimi, savaşın başlangıcında komünistlerin, vatanın savunulmasından yana olmadıkları; ancak 1943’ten sonra direnişin kahramanı haline geldikleri, iddiasında ısrar ediyorlar dedi.
Komünistleri tecrit etmek için sosyalistler üzerinde bir baskı uygulanıyor olabilir. De Gaulle’ün, Komünist Partisi’ni tecrit etmek doğrultusunda bir girişim içerisinde olabileceğini söyledi Stalin. Ve bu durumda partinin müttefiklerinin olması iyi olacaktır. Parti, henüz örgütsüz olan gruplan da dâhil olmak üzere, radikaller içinde, sosyalistler içinde kendine müttefik aramaya koyulmalıdır. Gericiliğe karşı bir blok yaratmaya girişmek gerekir. Bu bloğa sosyalistleri çekmek, iyi olacaktır. Bu blok içinde, değerlendirebileceğimiz bazı unsurlar bulunabilecektir. Bugün partiyi savunmak için ve durum değiştiğinde saldırıya geçmek üzere, komünist partisi etrafında, belirli örgütlü güçler yaratmak gerekir. Komünistler, sosyalistlerin içinde, zamanında SSCB’ye karşı konuşanları bahane etmemelidir. Biz sosyalistleri çok iyi tanıyoruz; onlar burjuvazinin sol kanadıdır. Şu an önemli olan, bu sol bloğu yaratmaktır. Komünist partisi, bugüne kadar hiç olmadığı kadar güçlüdür ve gericiliğe karşı mücadeleye, başka güçleri de çekmelidir. Parti, kendini izole etmemelidir. Günün görevi, gençlik ve mesleki birliklerle ilişkileri daha da geliştirmektir. Gençlik, komünist gençlik diye adlandırılmamalıdır. Bizim bayrağımızın, bazı kimseleri çok ürküttüğünü göz önünde bulundurmak gerekir.
FKP, kendi gücünü abartmamalıdır. Komünistler, gericiliğe karşı mücadelenin yükünü yalnız başına omuzlayacak kadar da güçlü değil. Düşman eğer partiyi zamanından önce tahrik etmeyi başarırsa, onu boğabilir. Yavaş yavaş ve sabırla, bu sol bloğu yaratmak gerekir. Bu alanda birkaç başarı elde edilirse, gericilik daha ihtiyatlı olacaktır.
Komünistler, De Gaulle’ün, kendi iradesi dışında, her yerde gerici hükümetler kurmak isteyen İngiliz ve Almanlarca komünistlere karşı önlem almaya teşvik edileceğini hesap etmelidirler. İşte bu nedenle, FKP’nin, başlangıçta zayıf bile olsa, müttefikleri olmalıdır. Eğer Sosyalist Parti Yönetimi bildirgesinde, FKP ile birlikten yana olduğunu söylüyorsa, o zaman “Rica ederim, buyurun” demek gerekir. Muhalefetteki politik gruplar ve sendikaları da bu bloğa çekip, cephe gibi bir şeyler yaratmak gerekir, diye devam etti.
Stalin, direniş örgütünün silahlı gücü olup olmadığını sordu.
Thorez işgal dönemi boyunca temel direniş gücünün yurtsever milisler ve silahlı müfrezeleri olduğu ve bunların hâlâ silahlarını koruduğunu söyledi.
Bugün için Fransa’da, müttefiklerce tanınan bir hükümet olduğunun göz önünde bulundurulması gerekir. Bu şartlarda, komünistler için ayrı bir silahlı güce sahip olmak zordur. Zira düzenli bir ordu var. Komünistlere, “Hangi amaçla ayrı silahlı müfrezelere ihtiyaç duyuyorsunuz?”, diye sorulabilir. Arkası sağlam geçici bir hükümet olmadığı müddetçe, bu müfrezelerin varlığının belirli bir anlamı vardı. Ordusu da olan bir hareket varken, şimdi hangi amaçla varlığını koruyor bu müfrezeler? Komünistlerin düşmanları. Bu argümanları kullanabilirler ve bu, Fransızları komünistlere karşı ikna edebilir. İşte bu nedenle, ‘silahlarını muhafaza eden, FKP’nin konumu zayıftır ve zayıf olacaktır. Bu tutumu savunmak güç olacaktır. Bu nedenle, silahlı müfrezeleri başka bir politik örgüte dönüştürmeli; silahları da saklamak, dedi Stalin ve bu meseleyi neden ele aldığını açıkladı.
Ona göre FKP hâlâ, Fransa’nın durumunun değiştiğini anlamamıştı. Komünistler, yaşanan değişiklikleri hiç dikkate almadan eski çizgilerini izlemeye devam ediyorlardı; hâlbuki durum değişti. Sosyalistler arasında müttefikler bulup bir blok yaratmak gerekirken, onlar, ‘Tüm sosyalist alçakların canı cehenneme’, deyip, milislerini korumaya çalışıyorlar. Ama bunu kimse yutmayacaktır.
İşbaşında, İngiltere, ABD ve SSCB tarafından tanınan bir hükümet var ve komünistler mekanik bir tarzda davranmaya devam ediyorlar. Bu arada durum değişti; yeni durum De Gaulle’ün lehine. Bu yeni duruma uygun bir manevra yapmak gerekir. FKP, iktidara tayin edici darbeyi vurabilmek için yeterince güçlü değil. Güç biriktirmek ve müttefikler kazanmak zorundadır. Parti, öyle önlemler almalı ki, gericiliğin saldırısı karşısında komünistlerin sağlam bir savunması ve saldırının sadece komünistlere değil; halka yöneldiğini söyleyebilecek konumda olmalıdır. Eğer durum daha iyiye doğru değişirse, parti etrafında kaynaşmış güçler, bu defa saldırıya geçmekte işlev göreceklerdir.
Politik örgütlenme için, bir platform gereklidir. Bu platform, sanayinin yeniden kuruluşunu, işsizliğe çare bulmayı, demokrasinin müdafaasını; demokrasiyi boğmaya kalkışanların cezalandırılmasını da içermelidir, diye devam etti. Ve direniş örgütünün adı nedir diye sordu.
– Thorez, “Direniş Hareketi” (Mauvement de Resistance) diye cevapladı.
– Şimdi başka bir isim vermek gerekir. “Yeniden İnşa Cephesi,” diye adlandırılabilir. Önceleri ülkenin özgürlüğü mesele idi; şimdi ise yeniden yapılanması. Eğer bu bayrak altında işçiler, aydınlar, sanatçılar, solun güçleri toparlanabilirse, iyi olacak dedi Stalin.
– Köylüleri de bu harekete çekmenin iyi olacağını ekledi, Thorez.
– Köylüleri söylemeyi unuttuğunu söyledi Stalin. Kuşkusuz köylüleri de bu harekete çekmek gerekir. Onlar arasında yararlı olacak kimseler vardır.
FKP’nin, müttefiklerce çevrilmesi ve güçlü olması gerekir. Düşmanlar onu izole etmek istiyor. Buna izin vermemek gerekir.
Stalin, oluşumu ‘cephe,’ diye adlandırmak yararlı olmaz. Bu, burjuvaziye “Halk Cephesi”ni hatırlatacaktır. Başka bir isim bulmak gerekir. “Demokrasi için Mücadele Hareketi” desek o zaman, “Fransa’da demokrasi, cumhuriyet vs. zaten var” diyebilirler. Belki hepsinden daha iyisi, “Güçlü bir Fransa’yı İnşa ve Demokrasiyi Güçlendirme Hareketi.” Bu isim elbette biraz uzun; ama Fransız komünistlerinin bizzat kendileri çok iyi bir isim bulabilirler, diye ekledi. Stalin, bunları bir fikir vermek için anlattığını; ama Fransız komünistlerinin kendi partileri için somut şekiller bulmaları gerektiğini söyledi.
Bu hareketin platformu, her şeyden önce ülke ekonomisinin yeniden inşası ve demokrasinin sağlamlaştırılmasını içermelidir. Platform, bu çerçevede ifade edilmeli diye devam etti ve bu tespitler doğrultusunda Thorez’in sorusu olup olmadığını sordu.
– Thorez, sorusu olmadığını söyledi.
– Stalin, De Gaulle’ün Almanya’nın işgalinde söz sahibi olmak istediğini söyledi. De Gaulle bir konuşmasında, Fransızların güçlerini savaş sonuna kadar kullanmak istediğini belirtti. Böylece De Gaulle, Galyalıların kim olduğunu göstermek istiyor. Almanya’ya karşı savaşçı tutum almaktan çekinmiyor. Ayrıca De Gaulle, bizim adamlara, orduya silah almak istediklerini; ama İngiliz ve Amerikalıların vermediğini söyleyerek şikâyetçi olmuş, dedi ve De Gaulle’ün emrinde kaç tümen bulunduğunu sordu.
– Thorez, De Gaulle’nin, Amerikan silahlarıyla donanmış 5 tümeni var. Bundan başka, sadece tüfekleri olan ve ağır silahları bulunmayan müfrezeleri (milisleri) var. Bu milisler (müfrezeler) özellikle Almanlarca işgal edilen batı kıyılarındaki limanlarda üslenmiş durumdalar dedi.
– Stalin, Churchill’in Fransa’yı ziyareti sırasında Rhein ve Saire bölgesinin geleceği meselesine şöyle bir dokunduğunu söyledi. Churchill, Almanya’nın parçalanmasından yana olduğunu belirtti. Polonya’ya katılacak olan Doğu Prusya’yı saymadan, Almanya’nın şu üç parçaya bölünmesini istiyor Birincisi Prusya; ikincisi, merkezi Viyana olmak üzere Avusturya, Baden ve Würtenberg ile güney taşra eyaletlerini içine alan bölge; üçüncüsü ise, uluslararası kontrol altında ayrı bir bölge olarak Rhein ve Westphalie. Üçüncü bölgenin bu statüsü, Almanya’ya demir ve kömürü kullanma olanağı tanımayacak. Massigli’nin de, bu planı desteklediği söyleniyor. Daha önceleri, Rhein ve Westphalie bölgelerinin ayrılması ve uluslararası denetim altında tutulmalarından yana olduğunu açıklamışta.
Stalin, komünistlerin şu an için Rhein ve Saire bölgelerinin birleştirilmesi talebinde daha fazla ileri gitmelerini tavsiye etmeyeceğini söyledi. Durum çok açık değil, Fransız halkının, bu talepler karşısında tutumunun ne olacağını bilmek gerekir. Şimdilik “birleştirme” kelimesinden sakınmak en iyisi. Eğer durum daha açık hale gelirse, kamuoyu, halk, aydınlar birleşmeden yanaysa, o zaman yapılacak iş değişir. Bu meselede, komünistlerle kara gericiliğin aynı safta görünmesinden sakınmak gerekir. En iyisi, bilgi toplamak, nabız yoklamak; birleştirme kelimesi telaffuz edilinceye kadar belki bir ay, belki iki ay beklemektir.
Stalin, De Gaulle’ün, bir açıklamasında, Almanya’nın birleştirilmesi fikrinden yana olduğunu kaydettiğini; oysa Bidault’un karşı olduğunu söyledi. Bu ne demek? Bir hükümette iki ayrı politik çizgi düşünülebilir mi, dedi ve Alsace ve Lorrain meselelerinde Bidault’un fikrinin ne olduğunu sordu.
– Thorez, Bidaulf un Alsace ve Lorrain’i Fransız topraklarının bir parçası gibi gördüğünü söyledi. Konuşmasında, bu bölgelerin Fransa’yla birleştirilmesini reddederken, üstü kapalı olarak buraların zaten Fransa’ya ait olduğunu söylüyor. Bidault, Alman topraklarının birleştirilmesine karşı olduğunu söylerken, aynı zamanda, bir parça Alman toprağının Polonya’ya verilmesine de karşı olduğunu ima etmek istiyor. İngiliz gericiliği gibi, Fransız gericiliği de, Polonya’yı SSCB’ye karşı kullanmak istediği için, Polonya’nın, mümkün olduğunca SSCB’ne doğru itilmesini destekliyor; batıya ilerlemesini çıkarlarına uygun bulmuyor, diye cevapladı.
Fransız ve İngilizler elbette bunu istiyor ama başaramayacaklar. Polonyalılar Pinsk bataklarını kaybetme karşılığında Almanların zengin ve gelişmiş bölgelerini almak istiyorlar dedi Stalin ve şu anda Fransa’daki askeri sanayi işletmelerinin çalışıp çalışmadığını sordu.
– Thorez, fabrikaların büyük çoğunluğu çalışmıyor. Neden olarak ulaşım sisteminin harap olması, hammadde yokluğu vb. gösteriliyor. İşçilerin kendi inisiyatifleriyle işlemeye başlattıkları fabrikalara merkezi otorite müdahale ederek çalışmasını sekteye uğratıyor. Böylece çok sayıda işsiz var ve Fransız sanayisinde durgunluk yaşanıyor.
– Stalin Fransa’yı yeniden inşa hareketinin temel amaçlarından biri, sanayi kuruluşlarının ve hepsinden önce de askeri sanayinin yeniden çalıştırılması olmasıdır diyerek, SSCB sanayisinin Fransa’dakinden daha fazla tahrip olduğunu, bununla birlikte Almanya’nın işgal ettiği bölgelerde yeterince hızlı bir şekilde endüstrinin yeniden kurulabildiğini, köprüler, demiryollarının dahi yeniden inşa edilebildiğini söyledi.
– Thorez fabrika işçilerinin sanayi işletmelerini yeniden kurmak istediklerini, dosyaların merkezi otoritelere kadar iletildiğini ancak “buradan itibaren her şeyin sumen altı edildiğini, bunun bir sabotaj olduğunu” söyledi.
– Bu konuda tamamen hemfikiriz. Amerika ve İngiltere sanayiye sahip tek ülke olmak ve bütün dünyayı da kendi ürünlerini satın almaya zorlamak istiyorlar. Almanya’nın yeniden yapılanmasını zorlaştırmak için daha fazla sanayi işletmesini tahrip etmek istiyorlar, dedi Stalin ve eğer De Gaulle SSCB’den silah isterse vermek gerekir mi, diye sordu.
– Bu, silahların ne için kullanılacağına bağlı diye cevapladı Thorez.
– Stalin silah satışını önceden onun hangi amaçla kullanılacağı koşuluna bağlamak zordur dedi ve “İngilizler gönderir mi?” diye sordu.
– Churchill bir konuşmasında, Fransızlara silah sözü vermişti, ama ikinci bir konuşmasında ise Fransızların şimdiye kadar sadece Amerikan silahları aldıkları için bu silahların teslimatı meselesi üzerinde yeni bir anlaşmaya ihtiyaç olduğunu söyledi, dedi Thorez.
– Sınır üzerinde Alman ve Fransız kuvvetlerinin karşı karşıya geldikleri bir bölge var mı, diye sordu Stalin.
– Belford karşısında güney ucunda bir bölge var, dedi Thorez.
– Stalin De Gaulle’ün 5. Tümen Fransızlardan mı, yoksa sömürgelerden devşirilenlerden mi oluştuğunu sordu.
Büyük bölümü sömürgelerden oluşuyor dedi, Thorez.
– Stalin eski Fransız şeflerinin, çok uysal oldukları için sömürge halklardan oluşturulan kuvvetleri elde tutmaya çalıştıklarını söyledi. Orduda daha fazla Fransız’ın yer alması için mümkün olduğunca çaba harcamak gerekir. Cezayirliler arasında iyi çocuklar var ama onlar Fransız değil. Sınır bölgelerine Fransızlardan oluşan kuvvetlerin girmesi ve Fransızlarca komuta edilmesi için çaba harcamak gerekir dedi.
– Fransa’nın büyük bir orduya sahip olması gerektiğini düşünüyorum, dedi Thorez.
– Bu konuda hemfikir olduğunu belirttikten sonra Stalin, Fransız komünistleri büyük bir ordunun oluşturulmasından korkmamalıdırlar. Orada kendi adamları olmalıdır dedi.
– Stalin bizim adamlar Sovyet-Alman sınırında çarpışan Normandiya Filosu pilotlarını çok övüyorlar dedi ve Thorez’den bu pilotları tanıyıp tanımadığını sordu.
– Hepsini değil ama birçoğunu tanıdığını söyledi Thorez. Onların arasında büyük soylu ailelerin bireylerinde gerici unsurlar var. Hâlâ tarafsız duruyorlar ve bize kuşkuyla bakıyorlar. Fakat General Petit’in anlattığına göre son zamanlarda alınan ödüller filonun tüm kollarında büyük heyecan uyandırmıştı.
– Almanlara karşı savaşanlara verdiğiniz madalyalarınız var ve bunlar nedensiz değildir. Bazı Fransız pilotlarına Sovyet kahramanlık nişanı vermeyi düşünüyoruz, dedi Stalin. Ve De Gaulle’un SSCB’ye geldiğinde Normandiya filosunun Fransa’ya naklini isteyebileceğim, Fransız pilotlarının silahları ve uçaklarıyla ayrılmalarına izin vermek gerekip gerekmediğini sordu Thorez’e.
– Thorez bu iyi olacaktır, dedi ve Fransız pilotlarının bu mükemmel avcı uçaklarla savaşmaktan gurur duyduklarını ekledi.
– Gerçekten de bu uçaklar kötü değil, dedi ve pilotları silahsız göndermek hoş olmayacak. “Tamam, onları uçaklarıyla gönderiyoruz” dedi Stalin ve Thorez’in kendisine ya da diğer yoldaşlara başka bir sorusu olup olmadığını sordu.
– Thorez sorusu olmadığını söyledi.
– Görüşmeyi sonuçlandırırken Stalin Thorez’e başarılar dileyip Duclos, Marty ve diğer yoldaşlara selamlarını iletmesini istedi. Ayrılmak için el sıkışırlarken Thorez, kendileriyle görüşme nezaketini gösterdiği için Stalin’e teşekkür etti.
– Stalin, yoldaşlar arasında teşekküre gerek yok dedi.
Thorez yine de Stalin’e teşekkürlerini sunarken onun tavsiyelerine her zaman ihtiyaç duyduğunu söyledi.
Görüşme 1 saat 45 dakika sürdü, notları Podtesrob aldı.

II. BÖLÜM
J.V. Stalin ile FKP Merkez Komitesi Genel Sekreteri M. Thorez arasındaki görüşmenin tutanakları
18. Kasım 1947; saat 17.00 (çok gizli)

Görüşmede Molotov, Suslov ve çevirmen Erofeev yoldaşlar da hazır bulunuyorlar.
– Thorez, her şeyden önce Merkez Komitesi üyeleri ve Fransız Komünist Partisi’nin tüm üyeleri adına Stalin’e saygı ve teşekkürlerini sunmak istediğini söyledi.
– Stalin, “Varşova’da eleştirildiniz, bu nedenle mi teşekkür ediyorsunuz” diyerek Thorez’e takıldı.
– Thorez, FKP’nin eleştirilen birçok yetersizliklerini kabul ettiğini, FKP için önemli olan birçok meselede Stalin’in tavsiyelerini dinlemek ve önerilerini almak için görüşmek istediklerini söyleyerek;
“Dokuz komünist partisinin toplantısı sırasında analizi yapılan durum, Fransa’da çok açık bir biçimde teyit ediliyor. Özellikle Amerikalılar içişlerimize karışıyor, ekonomik zorluklar derinleşiyor, sınıf mücadelesi giderek keskinleşiyor. FKP, dokuz partinin toplantısında tespit edilen yönergelere uygun olarak, ülkenin bağımsızlığının korunması için, gerici güçlerin koalisyonuna karşı tek başına mücadele ediyor. Son yerel seçimlerde FKP oylarını muhafaza ettiği gibi bazı yerlerde de artırdı. Şu anda De Gaulle Fransa’nın en gerici güçlerini etrafına toplamış bulunuyor. Bu, sosyalistlerin ve daha çok da MRP’nin aleyhine oldu ve oylarının büyük bir kısmını bu seçimde kaybettiler diye sürdürdü konuşmasını.
– MRP Bidault’un partisi değil mi dedi Stalin.
– Evet, ve son yerel seçimlerde oylarının 3/4’ünü kaybetti dedi Thorez.
– MRP bir geçiş partisi, insanlar önce MRP’ye giriyor, oradan da De Gaulle’un tarafına geçiyorlar, dedi Stalin.
– Thorez, Sosyalist Parti, MRP ve Gaullistler arasında iç politika meselelerinde bazı görüş ayrılıkları olmasına rağmen Amerikan çıkarlarına hizmet konusunda tam bir görüş tetiği içerisinde hareket ediyorlar dedi. Sosyalist parti yönetimi Amerikalılara uşaklıkta, komünistlere kin beslemede ve Sovyetlere düşmanlıkta diğerleriyle yarışıyor. FKP, dokuz komünist partinin toplantısı sırasında belirlenen çizgiyle uygunluk içinde Ramadier hükümetini ve sosyalist yöneticileri kararlılıkla eleştiriyor. FKP, kitlelere sosyalistlerin Amerikan emperyalizminin sadık bir uşağı olduğunu, en gerici gruplarla işbirliği içerisinde olduğunu ve açıkça provokasyonlar yaptığını gösteriyor. Son olarak Bauregard olayında yapılanlar bu düşüncemizi kanıtlıyor. Fransız komünistleri, dokuz partinin toplantısının sonuçlarına tamamen katıldığını belirtmesine rağmen, aramızdan bazılarının tereddütlü yaklaşımları göze çarpıyor. Örneğin bazı yoldaşlar Laski’nin açıklamaları ve sosyalistlerin çığırtkanlıkları karşısında yanlış davrandılar. Laski son konuşmalarının birinde, Lenin’in Kornilov’a karşı Kerensky’yi desteklediğini söyledi.
– Bu doğru değil, Lenin asla Kerensky’yi desteklemedi, dedi Stalin.
– Thorez, FKP Laski’yi yanıtlarken Lenin’in Kornilov’a karşı işçi sınıfını harekete geçirdiğini ve aynı zamanda Kerensky’ye karşı mücadeleyi de bir an olsun kesmediğini gösterdi dedi.
– İşte bu doğru dedi Stalin.
Thorez, Gaullistlerle komünistler arasında giderek kendini gösteren üçüncü bir grubun ortaya çıktığını söyleyerek, bu grubun politik bakımdan değerlendirilmesi konusunda Stalin’in fikrini öğrenmek istediklerini söyledi.
– Stalin, görünen o ki, Fransa’da güçlerin kutuplaşması devam edecek. Elbette komünistler güçlerini sağlamlaştıracaklar, ama aynı şey Gaullistler için de geçerli. Savaş ile barış ve komünistlerle Gaullistler arasında ortada bir yer tutmak isteyenler itibarlarını kaybedecekler. Savaş ya da barış taraftarlığından birini seçmek gerekir, ikisi arasında kararsızlık olmaz, dedikten sonra, sosyalistlerin yöneticisinin kim olduğunu sordu.
– Leon Blum dedi, Thorez.
– Stalin, Sosyalist Parti içinde bir sol kanat var mı, diye sordu.
– Guy Mollet tarafından başı çekilen bir sol kanat var. Sosyalistlerin son kongresine kadar Guy Mollet, Ramadier ve Blum’dan daha soldaymış gibi görünüyordu. Lyon Kongresinden itibaren SSCB’ye karşı düşmanca, ABD’ye karşı dalkavukça bir tutum almaya başladı. Bu temel meselede Mollet, Blum ile hemfikirdi. Mollet ile Blum arasındaki farklılık, Nenni ile Saragat arasındaki farklılıkla aynı değil. FKP, sağcılara ve sahte solcu sosyalistlere karşı mücadelesini artırdı. Şüphesiz Sosyalist Parti içinde muhalif gruplar var. Ama zayıflar. “Sol” sosyalistler, iç politikada, ücretlerde, grevlerde, işçi haklarında komünistlerden daha solda bir pozisyon almaya çalışan “Franc-Tireur” adlı bir gazete çıkarıyorlar. Öte yandan bu gazete Marshall planını övüyor. Gazete, bazı devletlerin varlığını korumasının gerekliliğinden bahseden Atlantik şartını mahkûm ediyor, onlara göre bu; zamanını doldurmuş gerici bir taleptir, dedi Thorez.
– Fransız sosyalistlerinin, İngiliz İşçi Partisi gibi parti içinde sol bir kanadı bizzat kendilerinin oluşturduğunu zannediyorum. Sol kanatta en çok göze çarpanlar aslında sağın ajanlarıdır. Fransa’da Blum, İngiltere’de Bevin ve diğerleri kendi parti tabanlarında önemli bir muhalefetin doğmakta olduğunu anlayınca bu muhalefetin mensuplarının komünist saflara geçmesini önlemek amacıyla parti içinde sol bir akım yaratıyorlar. Tabandan gelen muhalefeti tatmin etmek amacıyla bu kanat demagoji yapıyor. Bu sırada sağcılar parti yönetimini ele geçiriyor ve onu belirledikleri çizgide götürüyorlar. Bu sinsilik ve dolandırıcılık sayesinde halkı aldatırken, muhaliflerin de komünistlerin tarafına geçmeyip parti içerisinde kalmasını sağlıyor. Şüphesiz bu muhalifler içinde samimi ve iyi niyetliler var ama muhalefet bu insanlarca değil, Zilliacus türü kimselerce yönetiliyor dedi Stalin.
– Zilliacus’un bizzat kendisi uzun yıllar gizli servise ajanlık yaptığını itiraf etti diye ekledi Molotov.
– Muhalefet içerisinde onurlu, namuslu insanlar vardır, onları bulmak ve yaklaşmak gerek. Fransız ve İngiliz komünistleri bu “solcu” sosyalistlerin yöneticilerine açıktan saldırmak ve sosyalist partinin tabanına çağrıda bulunmalıdırlar. Bizde de Trotsky partiye soldan saldırırken, Amerikalılara ve İngilizlere imtiyaz verilmesinde ısrar ediyordu, dedi Stalin.
– Partimiz merkez komitesi, taktiğini dokuz partinin toplantısı sırasında alınan kararlar çerçevesinde saptadı. FKP, sosyalist parti tabanına çağrıda bulunduğu zaman, birleşik bir halk cephesi kurma, direniş hareketini yönetme deneyimleri vardı. FKP Merkez Komitesi bu nedenle fabrikalarda Fransa’nın bağımsızlığı için toplantılar düzenleme kararı aldı. CGT Sendikası, komünist partisinin bu düşüncesini hayata geçirme işini üzerine aldı. CGT’nin son konferansında FKP, Amerikan emperyalizmine ve Marshall planına karşı çoğunluğu sağladı. Bu çoğunluk Frachon sayesinde ve Saillant’ın desteğiyle sağlandı. Jauhaux azınlıkta kaldı dedi Thorez.
– Saillant’a güvenilebilir mi, diye sordu Stalin.
– Şüphesiz çok fazla güvenilmez ama, Saillant böylesine çok önemli bir meselede açık bir tutum aldı. Amerikan ve İngiliz gericiliği gibi Fransız gericiliği de umutlarını bu konferansta CGT’nin parçalanmasına bağlamıştı. Ama umutları çöktü ve FKP’nin büyük başarısıyla sonuçlandı, dedi Thorez.
– Jauhaux nihayet maskesini indirdi, dedi Stalin.
FKP sadece işçiler içerisinde faaliyet yürütüyor, köylerde ülkenin bağımsızlığı için birlikler kurmayı diliyoruz, dedi Thorez.
– Stalin, bu fena olmaz dedi.
– Thorez bu yılın aralık ayında ülkenin kırsal bölgelerinde 20 ayrı konferans düzenleneceğini söyledi. Bu konferanslar sırasında köylüleri en fazla etkileyen meselelerin; Marshall planına karşı ve Fransa’nın bağımsızlığı için verilen mücadele ile bağlantı içerisinde ele alınacağını söyledi.
– Marshall planına karşı mücadelede çok ileri gitmemek lazım, yoksa sosyalistler “komünistler Amerikalıların verdiği kredilere karşılar” diyecekler. Onları “Hayır, komünistler krediye karşı değil, ama ülkenin bağımsızlığını zedeleyecek şartlara bağlanmasına karşıdır” diye cevaplamak lazım. İşte komünistler meseleyi böyle koymalı ve bunu özellikle köylülere anlatmalı dedi Stalin.
– FKP ülkenin çeşitli ekonomik alanlarında birlikler yaratmaya başladı. Daha yeni Fransız sinemasını koruma birliğini kurduk. Bu birlik, Fransız sinemasının yıkım ilanı olan Blum ile Amerikalılar arasındaki anlaşmaya karşı çıkan film şirketi yöneticileri, stüdyo işçileri, artistler, müzisyenler ve teknisyenleri bir araya getirecek dedi Thorez.
– Bu çok iyi, dedi Stalin.
– Thorez, partimiz aynı şeyi otomobil ve havacılık endüstrisinde de gerçekleştirmeyi tasarlıyor. Bu birlikler içinde Amerikalıların rekabetinden rahatsız olan şirket sahiplerini bile bulabiliriz dedi.
– Bu temel üzerinde ülkenin sanayi bağımsızlığı için mücadele edecek tüm unsurları toplamak olanaklıdır, dedi Stalin.
– Savaştan önce Fransa, otomotiv endüstrisinde ilk sıralarda bir yer işgal ediyordu. Şimdi otomobil endüstrisinin yeniden kurulması, pazarın amerikan otomobillerince istila edilmesiyle zorlaştı, iyice zayıflayan endüstrinin Amerikan otomobil endüstrisiyle rekabete girmesi imkânsız hale geldi. Eskiden Fransa haklı olarak havacılık endüstrisinin de Kâbe’si sayılıyordu. FKP’den Tillon silahlanma bakanı iken, Fransız havacılık endüstrisini yeniden kurabilmek için mümkün olan her şeyi yaptı. Motor üretimini artırdı. Ancak şu anda bu üretim tasfiye ediliyor. Kısa bir süre önce De Gaulle, uçak fabrikalarını satmaya hazır olduklarını söyledi, dedi Thorez.
– Stalin, sosyalistler vatanlarını satıyorlar dedi.
Dokuz komünist partinin toplantısından sonra, gelecekten çok geçmişi ilgilendiren bir meseleyi ele almak istiyordum, dedi Thorez ve şöyle devam etti: FKP özellikle Amerikan planlarının çabucak ve kararlılıkla açığa çıkarmasındaki yetersizliklerini ve haklı eleştirileri kabul ediyor. Bununla birlikte gerçeği söylemek gerekirse son FKP kongresinde parti, tüm dikkatlerini Amerikan emperyalizminin tehdit edici karakterine çevirdi. Partimiz özeleştirisini yaparak eksikliklerini düzeltmeye çalışıyor. Bununla beraber dokuz partinin toplantısı sırasında bazı kardeş parti temsilcileri FKP’yi ara sıra haksız yere eleştirdiler. Özellikle Yugoslav yoldaşlar partimizi, Fransa’nın kurtuluşu sırasında iktidarı halkın eline alabileceği kesin zamanı bilememek ve direniş hareketine geç katılmakla suçluyorlar. Bize göre bu eleştiri haklı değil. Parti çevremizi doğru bilgilendirmek ve yolunu şaşırtmamak için bu meselede Stalin Yoldaş’ın görüşünü öğrenmek isterdik. Partimiz 1939’dan itibaren Alman işgaline karşı vatan savunması için mücadeleye başlayan ilk partidir, işgal altındayken de Almanlara karşı silahlı mücadelenin başındaydı. Komünist Partisi’nin yeminli bir düşmanı olan De Gaulle bile, Komünist Partisi’nin Alman işgaline karşı silahlı mücadeleyi örgütleyen tek güç olduğunu inkâr etmemişti. Ağustos 1944’te ülkenin özgürlüğüne kavuşması sırasında FKP’nin iktidarı ele geçirememesi, uluslararası karakterli birçok faktörle açıklanabilir. O tarihlerde FKP tüm gücünü ikinci bir cephenin mümkün olduğunca çabuk açılmasına, savaş gücünü artırmaya ve Almanya’ya karşı zaferin hızlandırılmasına harcıyordu. Güçlerimiz Amerikan ve İngiliz silahlı güçlerinin cephe gerisinde bulunuyordu.
– Elbette Kızılordu Fransa’da olsaydı tablo tamamen değişik olacaktı, dedi Stalin.
– Henüz o tarihlerde şimdiki itibarına ulaşmamış olan De Gaulle, FKP’yi silahlı bir harekete kalkışması için kışkırtıyordu. Ama FKP ne zayıflamaya, ne de tecrit edilmeye izin verdi. FKP De Gaulle’ün gerçek yüzünü; gerici-sağcı ve faşist yüzünü halka göstermeyi başardı. Elbette yanlışlar da yaptı. Ancak bu dönemde genel olarak izlenen çizgi doğruydu, dedi Thorez.
– Bu dönemde komünistler iktidarı ele geçiremezlerdi. Eğer ele geçirmiş olsalardı bile, sonuçta kaybederlerdi. Çünkü İngiliz ve Amerikan kuvvetleri ülkedeydi, dedi Stalin.
Thorez FKP’nin başka bazı konularda da eleştirildiğini söyleyerek,
– Özellikle bazı Sovyet yoldaşlar Fransa’da kaldıkları süre boyunca katıldıkları kongre ve konferanslar sırasında gençlik örgütümüzün adının neden Komünist Gençlik olmadığını sordular. Bu yoldaşlar neredeyse bizim gençleri oportünistlikle suçladılar. Bu olaydan sonra gençlik örgütünden birçok genç, parti merkez komitesine başvurarak Sovyet yoldaşların kendilerini eleştirdiğini söylediler, diye devam etti.
– Stalin, Sovyet yoldaşlarınca böyle bir davranışın yapılmasının kendisini şaşırttığını söyledi.
– FKP’ye gençlerine “Komünist Gençlik” demediği için sitem etmemek gerekir. Bunun sayesinde parti, gençlik hareketinin tabanını genişletti. Şu anda 200.000 genç partinin etkisi altında. Benzer bir taktik sayesinde 6 milyon sendika üyesini muhafaza edebildik ki bu taktik sayesinde 5-6 bin civarında kadın, bizim etkimiz altındaki örgütlerde toplandılar, dedi Thorez.
– Partisizleri parti kartı sahibi yapacağız diye korkutmamak lazım. Bununla beraber FKP birleşik bir cephe kurmak için verdiği mücadeleyle güç birliği yaptığı güçler karşısında propaganda özgürlüğünü korumalıdır. Bu zorunludur. Komünistler sosyalistlere hoşgörülü davrandılar ama sosyalistler komünistlere aynı şekilde davranmaz, dedi Stalin.
– Stalin, Thorez’den İtalyan Komünist Partisi yöneticileriyle görüşüp görüşmediğini sorarak İtalyan partisinin bugünkü durumunu nasıl değerlendirdiğini sordu.
– Ercoli ile iki defa görüştük. Her ikisinde de muğlâk kalmış bazı meseleleri tartıştık. Molotov’un Paris’i ziyareti sırasında gerçekleşti bu görüşmeler. Trieste meselesindeki tutumumuzdan dolayı bizi eleştirdiler, bu eleştiri onlara, Yugoslav yoldaşların tebriklerini kazandırdı, İtalyan Komünist Partisi çevresini iyice güçlendirdi ve büyüdü, dedi Thorez ve “Bizi korkutan tek şey üyelerinin sayısını artırma peşinde koşarken, partiyi bazı temel meselelerde çizgisini değiştirmiş olarak görmek” diye ekledi.
– Mussolini onların bir şeyler öğrenmelerine yardımcı olmuştu. Eğer Fransa’da olsaydı size de bir şeyler öğretirdi” dedi şakayla Stalin ve İtalyanlardan, başka tanıdığınız kimse var mı diye sordu.
– Thorez, pek tanımıyoruz illegaliteden yeni çıkan ve partinin yönetimine geçen birçok yeni sima var dedikten sonra, Longo gibi eski ama güvenilir bazı tanıdıklarımız var, Di Vittorio ile de görüştüm diyerek, İtalyan Komünist Partisi temsilcileriyle daha sık görüşmek için çaba sarf ettiklerini belirtti.
– Stalin, bu iyi ve bunu karşılıklı olarak daha sık yapmak gerekir dedikten sonra, İspanya Komünist Partisi’nin ne durumda olduğunu öğrenmek için, bir şeylere ihtiyaçları var mı, içlerinde iyi kimseler var diye sordu.
– Dolores Ibarruri Paris’te ve iyi de çalışıyor, diye cevapladı Thorez.
– İspanya Komünist Partisi’nin esas yöneticisi o mu? Ondan daha üstte kimse var mı diye sordu Stalin.
– İspanya Komünist Partisi yönetiminde eski cumhuriyetçi hükümetin bakanı Carillo da var. Lister de bir köşede duruyor, Mije Madrit’te çalışıyor. Uribe’yi de sayabiliriz ki bu hayran olunacak biri. Partimizin İspanya KP’ne çok büyük yardımları oluyor, diye cevapladı Thorez.
– İspanya KP’nin, bir temsilcisini dokuz komünist partinin enformasyon bürosuna göndermek istediği görülüyor. Bu arzu edilen bir durum değil. Yunanlılar da temsilcilerini göndermek istiyorlar. Oysa yalnızca, geniş işçi kitlelerini etkileyen ve açık mücadele yürüten partilerin enformasyon bürosunda temsil edilebilmeleri gerektiğini düşünüyoruz, dedi Stalin.
– Duclos, dokuz partinin toplantısının sonuçlarına ilişkin olarak İspanyol ve İngiliz yoldaşlara ve Fransa’ya gelen Pollitt’e özet bir rapor hazırladı, Belçikalı yoldaşlar da bilgilendirildi. Merkez Komitemizin toplantılarına İspanyol yoldaşlar da katıldı. Bu ilişkilerden ayrı olarak da iki partinin sekretaryaları arasında direkt görüşmeler yapıldı, dedi Thorez.
– Titizlikle kontrol etmek gerekir, İspanyollar arasında düşman ajanı bulunabilir diye uyardıktan sonra Stalin, Belçika KP’nin durumunu sordu.
– Belçika’da Komünist Partisi zayıf, ama savaşın hemen öncesine göre daha güçlü. Eski parti yönetimi partinin saygınlığını tehlikeye attı ama yerleri şimdi yenilerce dolduruldu. Eskilerden bazı tanıdıklarım var. Örneğin Lahaut, 30 yıldır partinin saflarında. İlginçtir, Belçika KP’nin etkisi ülkenin Fransızca konuşulan kesiminde Flamanca konuşulan kesiminden fazla, diye cevapladı Thorez.
– Stalin, Flamanların ırk olarak Almanlara çok yakın olduğunu zannediyorum, dedi ve İngiliz Komünist Partisi’nin içinde bulunduğu durumu nasıl değerlendirdiğini sorarak, toparlandıklarını düşünüyor musunuz, diye ekledi.
– Büyümekten çok uzaklar, zayıfladılar diye cevapladı Thorez. İngiliz KP hâlâ çizgisini bulamadı. İngiliz komünistlerinin İngiliz İşçi Partisi tabanına hiç güvenleri yok ve onların önünde eski Bolşeviklermiş gibi şişiniyorlar. İngiliz KP’nin geniş işçi kitleleriyle bağlantısı kesildi. Partimiz onlara yardım etmeye çalıştı, diye devam etti.
– İngilizler sekterce davranıyorlar dedi Stalin.
– Thorez, son zamanlarda önlerinde mücadelelerini geliştirme olanağı vardı. Madenciler Sendikası yöneticisi Harner gibi iyi niyetli olanlar var içlerinde. Politik planda çok ileri olmayabilir ama sağlam, dirençli, sadık ve çok fedakâr bir yoldaş, madenciler içinde büyük bir otoritesi var.
– Stalin, Harner Komünist Partisi üyesi mi, diye sordu.
– Merkez Komitesi üyesi, diye cevapladı Thorez.
İngiliz komünistlerinin parlamento temsilcilerinin çok zayıf olduğunu belirtti Molotov.
– Gallacher sıradan bir işçi, diye cevapladı Thorez. Zamanında Lenin onu ‘Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı’, kitabında eleştirmişti. O tarihten bu yana hemen hemen hiçbir şey öğrenmemiş.
– Gerilemiş bile, dedi Stalin.
Thorez Prag üzerinden Moskova’ya gelirken orada Gottwald ile görüştüğünü, eğer mümkünse dönerken Varşova üzerinden geçip Polonyalı yoldaşlarla görüşmek ve oradan da Berlin’e geçmek istediğini söyledi.
– Elbette, dedi Stalin.
– Alman yoldaşlarla görüşmeyi çok istiyorum. Bu aralar Alman komünistler kendilerinin objesi olduğu her konuya çok duyarlılar, Suslov’un da kongrelerinde bulunmasından çok memnun oldular. Pieck ve Grotewohl bana bir kutlama mektubu göndererek, Fransız delegasyonunun Alman KP’nin kongresinde bulunmasından duydukları memnuniyeti dile getirdiler, dedi Thorez.
– Alman komünistleri her yandan darbe alıyorlar, onların gönlünü alan kimse yok. Bu nedenle ufak bir yakınlık memnun ediyor onları. Zavallılar, aslında hepsi onların da; hatası olmayan, şanssız bir konumda bulunuyorlar, dedi Stalin.
– Thorez, Fransa’da “Demokratie Nouvelle” (Yeni Demokrasi) dergisi yayınlanıyor. Enformasyon Bürosu kendi gazetesini yayınlamayı tasarlamıştı dedikten sonra, “Bu gazetenin yayınına devam edip etmemesi hakkında sizin fikrinizi bilmek istiyoruz” diye sordu Stalin’e.
– Resmi olarak kime ait bu dergi dedi Stalin.
– Thorez FKP’ye ait, ancak yönetimde değişik partilerden temsilciler var.
– Stalin, eğer demokrasi güçleri bu gazete sayesinde bir araya toplanacaksa muhafaza etmekte fayda var, dedi ve derginin maliyeti yüksek mi, diye sordu.
– Önemli bir yük teşkil etmiyor.
– Stalin FKP’nin SBKP’den hiçbir zaman yardım istemediğini belirtip, “Ama bu kez talep edileceğinden korkuyorum” diye takıldı. “SBKP gerekli olduğunda yardım edebilecek araçlara sahiptir” diye ekledi.
– Thorez, FKP’nin mali durumu çok iyi. Kasası çok iyi durumda. Savaşın hemen öncesinde 20 milyon frank parası vardı, bugün bu para önemli oranda arttı.
– Dolores Ibarruri de Moskova’dayken herhangi bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sorduğumuzda, İspanyol komünistlerinin hiçbir şeye ihtiyaçları olmadığını söylemişti, dedi Stalin.
– Fransa’da komünistlere ait birçok işletme var, özellikle France-Navigation şirketi, dedi Thorez.
– Bu size para kazandırıyor mu, diye sordu Stalin.
– Milyonlarca frank.
– Gerekli olduğunda SBKP’nin FKP’ye yardıma hazır olduğunu ve bunun karşılığında hiçbir şey beklemediğini belirtti Stalin.
– Teşekkür ederiz, dedi Thorez.
– Yugoslav yoldaşlar çok iyi çalışıyorlar ama ülkelerinin kurtuluşunda Kızılordu’ya çok şey borçlular. Eğer Churchill Fransa’nın kuzeyindeki ikinci cepheyi bir yıl daha geciktirseydi Kızılordu Fransa’ya kadar gidecekti. Paris’e de girmeyi düşünüyorduk, dedi Stalin.
– İngiliz ve Amerikalılar Almanya’yı tahrip etmekten ziyade, Avrupa’ya yerleşmek için Fransa’ya çıkarma yaptılar dedi Thorez.
– Stalin, İngiliz ve Amerikalılar Kızılordu’nun Paris’i kurtarmasına izin veremezlerdi. Bu, onlar için Abika kıyılarında çakılıp kalmak demekti ve büyük bir skandal anlamına gelirdi.
– Fransız halkı Kızılordu’yu büyük bir coşku ve heyecanla karşılardı, dedi Thorez.
– Bu şartlarda tablo da tamamen değişik olacaktı, dedi Stalin.
– Eğer öyle olsaydı, şimdi De Gaulle de olmayacaktı, dedi Thorez.
– Evet o da gidecekti, diye ekledi Stalin.
– Stalin’in zamanını daha fazla almak istemiyoruz, dedi Thorez.
– Zamanımı boşuna almış değilsiniz. Zaten pek sık görüşemiyoruz, dedi Stalin.
– Fransız komünistleri, Stalin’le görüştüğüm için benden gurur duyacaklar dedi Thorez ve her ne kadar Fransız olsam da bir Sovyet vatandaşı ruhu taşıyorum diye ekledi.
– Stalin, hepimiz komünistiz ve bu her şeyi açıklıyor, dedi.
– Stalin, Fransız komünistleri silahlanma meselesinde hangi noktadalar? Silahlara sahip olmayı gerekli görüyorlar mı, diye sordu.
– Thorez, Merkez Komitesi özel olarak bu sorunla ilgilenmesi için biri politbürodan diğeri MK’den iki yoldaşa tam yetki verdi. Bunlar işgal süresince Paris Parti Örgütü’nün Sekreteri Leceour ve Fransa Partizan Hareketi’nin örgütleyicisi Tillon’dur. Eski partizanlar içerisinde askeri karakterde örgütlenmeler yaratma faaliyeti yürütüyorlar. Partimiz silah ve cephane dolu depolarını gizlemeyi başardı.
– Stalin, düşmanın karşısında kendini silahsız bulmamak için silah ve örgütünü elde tutmak gerekir, ileride durum şimdikinden farklı olabilir. Bizde silah yeterince var, gerekli olursa onları verebiliriz, dedi ve FKP ile sürekli bir bağlantı mümkün olmaz mı? Örneğin radyo ile diye ekledi.
– Suslov, FKP ile daha önceden kurulu bazı radyo bağlantılarımız var, Fransızların Moskova’da hazırlanmış bir radyosu da var dedi.
– Fransız komünistlerinin birçok radyo istasyonu var, dedi Thorez.
– Stalin, bu verici radyolar legal mi, yoksa illegal mî?
– Thorez, bu radyolar illegal. Radyo malzemelerini kurtarmayı başarmıştık. Şimdi Sofya İle Dimitrov Yoldaş’la bir bağlantı kurabilmekle uğraşıyoruz. Henüz düzenli olarak kullanamıyoruz, fakat malzemeler şimdiden monte edildi.
– Stalin, eğer bu vericiler ortaya çıkarsa, yedek istasyonunuz var mı? Tek bir radyoya dayanılamaz ve yayınlar şehirden değil, kırdan yapılmalı dedi.
– Radyolarımız banliyölerde bulunuyor. Savaşın sonunda Moskova ile bağlantı için üç tane radyomuz bulunuyordu, dedi Thorez.
– Stalin, bu radyolar alıcı – verici mi?
– Evet, dedi Thorez.
– Bu vericilerin kapasitesi nedir?
– Bu radyolar Moskova ile sürekli bir ilişki kurabilecek güçte, dedi.
Stalin başka bir meseleye geçerek, Fransız komünistlerinin köylüler içinde çalışması gerekir, dedikten sonra, çok önemli bir güç ve bizden yana olmasına büyük bir hassasiyet göstermek lazım. Eskiden Marksistler köylüleri dikkate almazlardı, aynı yanlışa tekrar düşmemek lazım, diye ekledi.
– Thorez Fransız komünistlerinin Güney Loire ve merkezi vilayetlerdeki köylüler arasında çok güçlü bir etkisi olduğunu söyledi.
– Bu iyi, diye cevapladı Stalin.
– Thorez, son seçimlerde partimizin kırlarda topladığı oy miktarı bazı şehirlerdekinden fazlaydı.
– Duclos ikinci adam olarak iyi bir seçim mi? Parlamentodaki bir konuşmasında hiçbir provokasyonun işçi sınıfını silahlı ayaklanmaya itemeyeceğini söylemişti. Bu bir şanssızlıktı, hatırlatmak gerekir ki, silahsız ve zayıf olanlara karşı düşmanın hiçbir acıması yoktur dedi Stalin.
– Duclos iyi bir yoldaş ve çok iyi çalışıyor, fakat bazen yeterince hazırlanmadan söz alıyor ve söylemeyi düşünmediği şeyleri söyleyecek duruma düşüyor, bununla birlikte Duclos çok iyi ve zeki bir komünisttir, dedi Thorez.
– Molotov dokuz komünist partisinin toplantısında alınan kararlardan sonra, FKP Merkez Komitesi’nde bir dalgalanma olup olmadığını sordu
– Evet FKP Merkez Komitesi’nde bazı dalgalanmalar oldu. Özellikle de Andre Marty hatalı bir tutum aldı. Marty’nin bu tutumu beni şaşırtmadı. Devrimci bakış açısına sahip iyi bir sıra neferi olmasına rağmen, biçimsel şeylere gerektiğinden fazla önem veriyor. Önemli dönemeçlerde ve karmaşık durumlarda hemen adapte olamıyor. Bu kez, dokuz komünist partisinin toplantısı üzerine ayrı bir raporla Merkez Komite önüne çıktı ve kendisine göre bir numaralı düşmanın De Gaulle olduğunu iddia etti. Biz Marty’e bir numaralı düşmanın Amerikan emperyalizmi olduğunu ve Fransa’da De Gaulle gibi, MRP ve sosyalistler gibi ajanlara sahip olduğunu anlattık. Marty’nin bu hatalı tutumu politbüro toplantısında ele alındı. Bundan pek memnun olmadı ama ertesi gün Paris Parti Örgütü’nün toplantısında söz alarak dokuzlar toplantısı hakkında doğru değerlendirmeleri içeren iyi bir konuşma yaptı. Marty, çabuk ateşlenen ve ikna edilmesi sabır isteyen, ama disiplinli bir yoldaştır.
Thorez, yaklaşık seksen yaşında olmasına rağmen Marcel Cachin (Cachin, Türkçeye Asım Bezirci tarafından çevrilen ‘Felsefe, Bilim ve Din’ adlı eserin iki yazarından biridir, – çev. notu) Yoldaş’ın da çok nitelikli bir militan olduğunu belirtti. Çok aktif ve enerjik bir komünist, ama meclis dış ilişkiler komisyonunda yer almanın, kendisine bütün dış politikayı belirleme hakkı tanıyacağını düşünüyor. Cachin, SSCB’nin önde gelen dostlarından biridir. Rusların her söylediğini tanrı buyruğu gibi ele alıyor.
– Stalin, Cachin’in bu tutumunun, geçmişindeki bazı gerilemelerden kaynaklanıp kaynaklanmadığını sordu.
– Thorez, geçmişte kayda değer bir gerilemesi olmadığını söyledi.
– Stalin, FKP saflarında bütün Fransız burjuvazisini grevleriyle titreten! Monmousseau gibi yoldaşlar olduğunu, hiç kimse katılmasa da onun genel grev ilan ettiğini söyledi.
– Thorez, Monmousseau’nun kendini partiye adamış Frachon’un bir yakını olduğunu, parti saflarında genç yoldaşlar arasından nitelikli kadroların ortaya çıktığını ve aralarından en yeteneklisinin Fajon olduğunu belirtti. Daha 1940’ta meclis kürsüsünden Liebknechtlerin ruhuna yaraşır bir konuşma yapmıştı. Şu anda ideolojik faaliyetler ve eğitim sorunlarıyla ilgileniyor. Komünist gençlik örgütünün eski sekreteri Raymond Guyot da iyi bir yoldaş. Genç ama oldukça yetenekli ve tecrübeli birisi.
– Stalin, parti yönetiminde kadınların durumunu sordu.
– Parti yönetiminde 7-8 kadın yoldaş var, fakat gerçeği söylemek gerekirse, kendilerini diğerlerinden ayıracak pek aktif bir çalışma içerisinde değiller. Yine de kadınlar içerisinde iyi bir çalışmamız var ve Moskova’daki anti-faşist kadınlar komitesiyle düzenli bir ilişki içerisindeler. Aralarından, çok çalışkan ve başarılı bir yoldaş olan Vaillant Couturier’i belirtmek gerekir.
– Thorez, savaş dönemi boyunca FKP Merkez Komitesi içerisinden pek az hain ve kaçkın çıktığını, savaş öncesinde MK’ya seçilen 50 kişiden 4’ünün hain çıktığını ve bunlardan üçünün parti tarafından ölümle cezalandırıldığını, birinin ise kaçmayı başardığını belirtti.
Partimizin en büyük zayıflığı, orta kademe yöneticilerin eksikliğidir. Aralarından birçoğu Almanlar tarafından kurşuna dizildiler. Savaş boyunca 350 bin komünist, Almanlar tarafından kurşuna dizildi. Halk cephesinin inşasında aktif olarak yer almış ve büyük bir mücadele deneyimine sahip komünistlerin kaybı, üzüntü vericidir. Bu insanların kalbi, sosyal demokratlara karşı kutsal bir kinle doluydu. Yeni kuşak ise savaş nedeniyle, başka koşullarda yetişti ve onları kazanmak, yetiştirmek için çok çaba sarf etmek gerekiyor.
– Stalin, parti üyelerini eğitmek gerektiğini söyledi.
– Frachon iyi bir yoldaş diye ekledi Molotov.
– Thorez, Frachon’un değerli bir komüniat olduğunu, 1926’dan beri parti üyesi olduğunu, politbüroda yer almasına rağmen, CGT’deki görevinden dolayı politbürodan ayrılmak zorunda kaldığını, ama gayri resmi bir tarzda bütün politbüro toplantılarına katıldığını söyledi.
– Thorez, fırsat doğarsa Stalin Yoldaş’ın Frachon’la görüşmesini arzu ettiğini belirtti. Moskova’ya yapmış olduğu son ziyaretten, hiçbir Merkez Komite üyesiyle görüşemediği için biraz kırgın döndü.
– Stalin, Frachon’un kendisinin belki kimseyle görüşmek istememiş olabileceğini söyledi.
– Thorez, Frachon’un sendikadan Kouznetsov ile görüştüğünü, ama MK üyeleriyle görüşme yapamadığını söyledi.
– Nasıl oldu bu, diye sordu Stalin.
– Frachon’un Stalin veya başka bir parti yöneticisiyle görüşme isteğini söylemeye cesaret edememesinden kaynaklanmış olabilir, dedi Thorez.
– Frachon MK’den bir kişiyle görüşmek istediğini belirtmeliydi, dedi Stalin ve “Bir sürü burjuvayı bile kabul ediyoruz, niçin Frachon’la görüşmeyelim” diye takıldı.
– Stalin, Petain’in hâlâ hayatta olup olmadığını sordu.
– De Gaulle sayesinde hâlâ yaşıyor. Şu anda 91 yaşında, dedi Thorez.
– Peki Weygand nerede, diye sordu Stalin.
– Fransa’da yaşıyor.
– Politik hayatta herhangi bir rol oynuyor mu, diye sordu Stalin.
– Hiçbir rolü yok. Weygand ve Petain, geçmişte De Gaulle’ün hizmet verdiği kişilerdir. De Gaulle’ün Moskova ziyareti esnasında Fransız Büyükelçiliği’nde yaptığı bir konuşmada, “Polonyalılara hiçbir şey vermeyeceğini, zira hizmet etme şerefine nail olduğu Weygand yönetimi döneminde, bu Polonyalıları iyi tanıma fırsatı bulduğunu” söylediğini öğrendim dedi Thorez.
– Stalin, De Glaulle’ün danışmanının bir İngiliz ajanı olan Polonya asıllı Palewski olduğunu söyledi. Churchill, De Gaulle’ü yakından izlemek üzere kendi ajanını onun yanına yerleştirmişti.
– Thorez, Fransa’nın şimdiki Londra Büyükelçisi Massigli’nin de bir İngiliz ajanı olduğunu söyledi. Bir keresinde De Gaulle Cezayir’de, İngiliz ve Amerikalıları yoklamak için, Sovyetler Birliği’ne övgü dolu bir konuşma yapmıştı. Massigli hemen bütün Fransız temsilciliklerine bir telgraf çekerek, cumhurbaşkanının sözlerine önem verilmemesini emrediyor ve Fransa’nın politikasını geçmişte olduğu gibi İngiliz ve Amerikalılarla ittifak üzerine oturttuğunu hatırlatıyordu. Thorez, Palewski’nin kendisine, tutuklanmasıyla ilgili olarak Stalin’le nasıl görüştüğünü anlattığını söyledi.
– Evet böyle bir konuşma oldu, dedi Stalin. Palewski ile görüşmemiz esnasında şakayla karışık olarak, Thorez’in Fransa’ya varışında tutuklanıp tutuklanmayacağını sordum. Palewski bu soruya, “Ne münasebet, olur mu öyle şey” diye yanıt verdi.
– Frachon, eğer fırsat olursa Stalin Yoldaş’a şu olayı anlatmamı istemişti. Frachon, ABD ziyareti sırasında şuna tanık olmuş: Amerikan gericileri “kızıllara” karşı hummalı bir kampanya yürütüyorlar. Bir Amerikan vatandaşına komünist olup olmadığını sormuşlar. Komünist olmadığını söylemiş ama inandıramamış. Çünkü oğlunun adı Jossef. Oğluna Stalin’in adini vermek, komünist olduğunun yeterli kanıtıdır diye yanıtlamışlar.
– Dolar, insanın aklını başından alıyor, dedi Stalin. Cepler şişiyor ama kafa da boşalıyor.
– Stalin, Thorez’in ne zaman dönmeyi tasarladığını soruyor.
– Yarın, 20 Kasım’da döneceğim, sadece pasaport formaliteleri kaldı. Moskova ziyaretimden çok memnun ayrılıyorum. Ekim Devrimi’nin 30. yıldönümü törenlerine katılma şansını elde ettim. SSCB’de, Fransızların deyimiyle “tam bir kral gibi”, karşılandım dedi Thorez. “Stalin Otomobil Fabrikası “na çok enteresan bir gezi yaptım. Aynı fabrikayı 22 yıl önce, daha adı AMO iken de ziyaret etmiştim. Bütün bu süreç boyunca kat edilen mesafeyi görebilme imkânım oldu.
– Bizim ülkemizde sanayi gelişiyor, dedi Stalin ve Fransa’da da aynı gelişme yaşanıyor mu, diye sordu.
– Belirli bir gelişme periyodundan sonra, sanayileşme eğrisi yeniden düştü, dedi Thorez.
– Fransa’da işsizlik var mı?
– Hayır işsizlik yok, dedi Thorez.
– Fransa’da ne kadar işçi var?
– Demiryolcular ve taşıma sektöründekiler de dahil olmak üzere toplam 10–11 milyon işçi var dedi Thorez.
– Metalürji dalında bir canlanma var mı, diye sordu Stalin.
– Çok hafif bir canlanma var. Maden sıkıntısı çekiliyor, kok kömürü yok. Otomotiv sanayisinde büyük oranda çelik açığı var ve üstelik bütün yüksek fırınlar da yeniden devreye sokulmuş değil dedi Thorez.
– Fransa’da koka çevrilebilir taş kömürü var mı, diye sordu Stalin.
– Pek az diye yanıtladı Thorez. Bidault, Saarland bölgesinin Fransa’ya bağlanmasıyla bu sorunun çözüleceğini zannederek hata işledi. Zira Saarland bölgesinde pek az taşkömürü yatağı var ve olan da, ya aynı bölgede kullanılıyor, ya da Almanya’nın iç bölgelerine gönderiliyor. Üstelik Saarland’daki kömür, koka çevrilebilir cinsten değil. Saarland’ın kendisi, koku Ruhr havzasından ithal ediyor. Metalürji sanayisinin Lorraine bölgesinde yoğunlaştığını görüyoruz. Fakat Saarland’la birleştirilmesi imkânsızdır, çünkü arada birbirini tamamlayıcılık değil, rekabet var.
– Stalin, Fransa’nın kuzey bölgesinin kömür üretimi bakımından durumu nedir, diye sordu.
– Thorez, Fransa’nın savaş öncesine göre % 20 daha fazla kömür üretmeye başladığını ve bunun da madencilerin üstün çabalarıyla sağlandığını söyledi. FKP, madencilere kömür üretimini artırmaları için çağrıda bulundu. Fakat birçok komünistin maden işletmesi yönetiminden uzaklaştırıldığı bugünlerde, bir hoşnutsuzluk ve kömür üretiminde de düşüş yaşanıyor.
– Ünlü 200 ailenin temsilcileri hâlâ yerlerindeler mi, diye sordu Stalin.
– Evet hâlâ Fransa’dalar. Maden sanayisinin ulusallaştırılması sırasında rant sistemi aynen muhafaza edildi. Bunun da devlet bütçesine oldukça zararı oldu. Fransa’da 4 banka ulusallaştırıldı. Bununla beraber en önemli iki banka hâlâ özel sektörde. Bunlardan Paris’te bulunan müdür yardımcısı, De Gaulle’ün kardeşi. Fransa Gaz ve Elektrik İşletmesi’nin önemli miktarda yatırıma ihtiyacı var. Ama kapitalistler sermayelerini, bu ulusallaştırılmış işletmelere yatırmıyorlar, dedi Thorez.
– Stalin, bunu kesinlikle yapmak istemezler, dedi.
– Thorez, sosyalistler Amerikalıların sermayelerini Fransız endüstrisine yatırmaları için mümkün olan her şeyi yapıyorlar. Ford, Poissonier’e girdi. General Elektrik, Citroen fabrikalarını ele geçirdi. Amerikan grupları Fransız elektrik donanımının sahipleri durumunda. Amerikalıların Fransız ekonomik yaşantısına girmeleri sömürgelerde ve özellikle de Fas, Madagaskar, Fransız Ginesi’nde çok hızlı gerçekleşiyor.
– İngilizler de sermayelerini Fransız endüstrisine yatırıyorlar mı?
– İngilizlerden çok Amerikalılar diye cevapladı Thorez.
– Bizerte sonunda kime kaldı, diye sordu Stalin.
– Fransızlarda.
– Churcill bir konuşmasında İngilizlerin Bizerte uğruna kanlarını döktüklerini söyleyerek Bizerte’nin rüyasını görüyordu, dedi Stalin.
– Thorez, Amerikalılar Fas’a, İngilizler Tunus’a yerleşiyorlar dedi. Cezayir’de de ikisinin çıkarları karşı karşıya geliyor. Fransa’nın denizaşırı topraklarında komünistlere sempati giderek artıyor. Örneğin ulusal mecliste 3 sandalyesi bulunan Karayip Denizi’ndeki Antil Adaları’ndan Martinik ve Cuadeloupe’un 2 sandalyesini komünistler elde bulunduruyor, Kara Afrika’da da partimize sempati giderek arüyor. Mecliste 12 siyah komünist milletvekili var. Reunion Adası’nın 3 milletvekilinden ikisi komünist Cibuti milletvekili de komünist. Komünistler General Petit’i Fransız birliğindeki temsilcileri olarak belirlediler. Bu general, zamanında Moskova’da askeri ataşe idi. Döndükten sonra SSCB’ye sempatisini açıkça belli etti ve komünistlerle ilişkiye girmeye çalışıyordu. Fransa-SSCB dostluk derneğinin üyesi ve komünistlerle çok güçlü ilişkileri var. Bu nedenle görevlerinden alınarak kızağa çekildi. Şimdi komünistler ona, Fransa birliğinde kendilerini temsil görevi verdiler.
– Fransa’nın ordusu var mı, diye sordu Stalin.
– Askerleri var ama ordusu yok dedi Thorez. Almanya, Hindi Çini, Kuzey Afrika ve diğer topraklarda 600.000 askeri var. Fransa kendisi için çok önemli olduğu halde Hindi Çini’ne bir tek tümen bile gönderemedi. Bu bile ordunun ne kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Ordunun tüm silahları İngilizlerden geliyor.
– Fransa hiç silah üretmiyor mu, diye sordu Stalin.
– Komünistler silah üretiminin artırılması için çalışma yaptılar ama sosyalistler bunu frenlemek için her şeyi yapıyorlar, dedi Thorez ve şunları ekledi: Bir defasında bir silah fabrikasına ziyareti sırasında işçilere yaptığı konuşmada “Almanlarla savaşı daha çabuk bitirebilmek, demokrasi ve barış için mücadele etmek amacıyla daha fazla silah üretmek gerektiğini” söylemişti Thorez. Sosyalistler bu konuşmayı Thorez ve komünistlere karşı bir kampanya yürütmek için kullandılar. Sosyalistler “savaşın sonunda hiçbir silah gerekli olmayacak” diye propaganda yaptılar. Bu da Fransa’ya silah satmakta çıkarı olan Amerikan ve İngilizlerin dalaverelerini kolaylaştırdı. Sosyalistler havacılık sanayisinin dağıtılmasından yanalar.
– Ordusuz hangi bağımsızlıktan bahsedebilirler, dedi Stalin ve Fransa’nın bir genelkurmayı olup olmadığını sordu.
– Fransa’da birçok genelkurmay ve askerden çok general var, dedi Thorez.
– Savaş gemileri var mı, diye sordu Stalin.
– Fransa’nın hâlâ büyük bir filosu var ve Richelieu kruvazörünü her an denize indirebilirler, dedi Thorez.
– Stalin bu malzemeleri sosyalistlere karşı kullanmak sosyalistlerin ulusu silahsızlandırmak istediklerini göstermek gerek, dedi.
– Thorez İngilizlerden “Colombus” uçak gemisini “sızdırdılar” dedi.
– Uçaksız bir uçak gemisi dedi Stalin.
– Thorez, İtalyanlar orduyu muhafaza edecekler. Amerikalılar İtalyanlara gemi verdiği zaman filoları, Fransızlarınkinden güçlü olacak.
– Molotov, Amerikalıların İtalyanlara vermek için ayırdıkları gemiler hurdaya ayrılacak durumda, dedi.
– Kısa bir süre önce General Catroux’yu ziyaret edip, ordu üzerine konuştuklarını söyleyen Thorez, 25 yıl önce Almanlar kömür vermeyi reddedince Poincare Ruhr’u işgal etmişti. Acaba Fransa bugün de aynı şeyi yapabilecek güçte mi, diye generale sorar. “Hâlbuki bugün Amerikalı ve İngilizler sadece kömür vermemekle kalmıyor Ruhr’un kontrolünün Fransa’ya verilmesine de izin vermiyorlar. Fransa hiçbir şey yapamıyor” der. Catroux, Thorez’e hak vererek “Fransa’nın ordusu olmadığı için Poincare’nin 25 yıl önce yaptığını yapmaya yetenekli olmadığını” söyler ve bunu her zaman De Gaulle’e hatırlattığını belirtir.
– Bir şeylerin değiştiğini görmek ilginç. 20 yıl önce komünistlere vatan haini denirdi, şimdi sadece komünistler vatanı savunuyor. “Vatanın bağımsızlığı” sloganı sadece komünistlerin sahip çıktıkları bir slogana dönüştü. Komünistler şimdi vatanın bağımsızlığının uzlaşmaz savunucuları. Komünistler ulusun onur ve gücünü savunan tek unsur olduklarını ilan edebilirler, dedi Stalin.
– Thorez, Stalin’in bu konuşması üzerine 20–25 yıl önce sosyalistlerin işçi sınıfı ve komünistlere karşı yürüttüğü mücadeleye dikkat çekmek istediğini söyledi. “O sıralarda sosyalistler vatansever bayrağı taşıyorlardı bugün yine işçi sınıfı ve komünistlere karşı mücadeleye devam ediyorlar ama bu defa Amerikan emperyalizminin sadık hizmetçileri bayrağını taşıyorlar.
– Sosyalistler oldukça alçaldılar. Daha önceleri kendisinden hiç bahsedilmeyen Ramadier pis bir dolandırıcı, dedi Stalin.
– Ramadier küçük bir taşra avukatı ve politikacısıydı. Bir zamanlar sosyalistti. Bölünme sırasında Deat’i destekledi. Sosyalist Parti’ye ancak kurtuluştan sonra geri döndü, dedi Thorez.
– Peki, Doriot’un başına ne geldi, dedi Stalin.
– Almanya’da bir bombayla öldürüldü. Öldüğünde üzerinde bir Alman subay üniforması vardı, diye cevapladı Thorez.
– Ne pislik, Almanlar Moskova’ya hücum ederken Doriot, “Fransız gönüllüleri” denilen bir kuvvetin başında bize saldırıyordu, dedi Stalin.
– Thorez, Doriot bir ödlekti ve her zaman geriden gelmeye özellikle dikkat ederdi, dedi.
– Doriot bir Alman ajanıydı, dedi Molotov.
– Doriot daha 27 yaşındayken ve 1925’ten bu yana bir dönek oldu. Bir kavga esnasında tekmeleyerek bir polisi öldürdü. Tutuklandı ama sadece 8 gün içerde kaldı, dedi Thorez.
– İşte bu sırada “işe alınmış” olmalı dedi Stalin.
– Bu olaydan sonra Doriot her meselede FKP Merkez Komitesi ile ters düştü. 1926’da özel bir komisyonda Stalin Yoldaş onun durumunu incelerken artık tümüyle Merkez Komitesi’nin karşısına geçmişti. 1927’de bütün partinin, 1929’da SSCB’nin ve onunla dostluk politikasının karşısına geçti. 1934’te faşist tehlike dünyayı sarmışken, o bir konuşmasında Hitler’ci Almanya’yı desteklemişti. Faşizmin çok güçlü olduğunu, eğer Almanya’da zafer kazandıysa dünyanın tüm ülkelerinde de kazanabileceğini sanıyordu, dedi Thorez.
– Doriot önce Fransız polisince devşirildi, ardından da Fransız polisince Almanlara verildi, dedi Stalin.
– Herriot ne durumda, diye sordu Stalin.
– Herriot inançlı bir adam, radikallerin şefi ve meclisin başkanlığını yapıyor. İşgal altındayken yapılan bir radikal kongresinde yaptığı konuşmada Fransa’nın Sovyetler Birliği’ne karşı doğru bir politika yürütmeyi bilmemesinden ve silahlanma kaygısı taşımamasından dolayı yenildiğini söyledi. Daladier ise, “SSCB Fransa’nın düşmanı, Almanya ise dostudur” diyerek hemen onun karşısına geçti, dedi Thorez.
– Radikal partinin bugün ağırlığı nedir, diye sordu Stalin.
– Hemen hemen hiçbir etkisi yok, dedi Thorez. Eskiden radikallere oy veren köylüler şimdi hem de MRP’den geçmeksizin doğrudan Komünist Partisi’ne oy veriyorlar. Bu köylüler hem vatansever hem de kilise karşıtı. Fransa’nın kurtuluşu için verilen mücadelede komünistlerin haklı olarak sahip olduğu pozisyonu onlar da kabul ediyorlar dedi Thorez.
– 1940’ta “Dostumuz Daladier” SSCB’ye karşı savaşmak üzere, Finlandiya üzerinden kuvvet gönderme planları yapıyordu, dedi Stalin.
– Aynı anda Massigli de Bakû’nün bombalanması planıyla ilgileniyordu. Sanırım Molotov onunla görüştü dedi Thorez.
– Molotov gülerek, “Birçok dostum var, bunların içinde en iyisi, kitabında benden bolca bahseden Byrnes” dedi.
– Stalin, Fransız yönetici kuşağı devleti ordudan, donanmadan ve silah sanayisinden yoksun bırakarak öldürdü ama, Fransa’da büyük bir yurtseverlik duygusunun doğduğunu görüyoruz dedi.
– Yurtsever hareket, sinemasının ve tüm ulusal aktivitelerinin ve ülkesinin bağımsızlığına içten bağlı aydınlara bağlanmalıdır dedi Molotov.
– Bir zamanlar De Gaulle’ün beni suçladığı gibi, bugün de komünistlerin “vatanseverliklerinin ardında başka şeyler var” diye düşünülüyor, dedi Thorez.
– De Gaulle kendine general payesi veriyor ama, ordusunu kurmuyor, dedi Stalin ve General Juin’i sordu.
– Juin yedeğe çekildi diye cevapladı Thorez. General Juin askeri planda çok usta biriydi. Sadece bir lekesi vardı, o da Hitler’ciler tarafından serbest bırakılıp onlar için çalışması amacıyla Kuzey Afrika’ya gönderilmiş olmasıdır. Askeri açıdan Fransa’nın en iyi generallerinden biridir. Kızılordu’dan öğrendiklerini uygulamayı başardı, Özellikle İtalya’da Monte Cassino’da, Kızılordu deneyimlerini çok iyi kullandı. Küçük bir alana çok sayıda top yerleştirerek müthiş bir ateş gücüyle hemen hemen hiç adam kaybetmeden kaleyi ele geçirdi. Fransa-SSCB Dostluk Derneği’nin bir toplantısında Juin, Fransa’nın Sovyetlerinki gibi bir ordusu olmasını dilediğini söyledi.
– Juin ile De Gaulle arasındaki ilişki nasıl, diye sordu Stalin.
– Juin’in rekabetinden korktuğu için De Gaulle onu kızağa çekti, çünkü De Gaulle bir tek savaş bile kazanmamıştı dedi Thorez.
– Evet ama hiç kayıp da etmedi, diye ekledi Stalin gülerek.
– Doğru ama, hiçbir savaşa katılmadığı için bunu becerebildi diye ekledi Thorez.
Stalin izin isteyip çekilirken Thorez’e ve FKP’ye başarılar diledi.
Görüşme 2 saat 30 dakika sürdü.

Ekim 1997

“Batı Avrupa felsefesi tarihi” kitabı hakkında

-24 temmuz 1947-
(G. F. Alexandrov’un “Batı Avrupa Felsefe Tarihi” adlı ders kitabının yayınlanması Sovyetler Birliği’nde geniş bir tartışmaya yol açtı. 24 Haziran 1947’de bu kitabın eleştirisinin yapıldığı bir konferans toplandı; Jdanov’un konuşması bu konferansta yapılmıştır.)

Yoldaşlar! Aleksandrov yoldaşın kitabı üzerine yürütülen tartışmanın kapsamı, yalnızca kitapla sınırlı kalmamıştır. Tartışma, felsefe cephesindeki genel sorunları da ortaya koyarak, enine boyuna yapılmıştır. Bilimsel ve felsefi çalışmalardaki sorunlar hakkındaki bu tartışma, bir bakımdan çok yönlü bir konferans havasına dönüşmüştür. Bu elbette çok doğaldır. Bu alandaki ilk Marksist ders kitabı olan felsefe tarihinin hazırlanması, bilimsel ve politik anlam taşıyan çok önemli bir görevi yerine getirmiştir. Bundan dolayı Merkez Komitesi’nin şimdiki tartışmayı başlatarak, bu konuyla yakından ilgilenmesi tesadüf değildir.
İyi bir felsefe tarihi ders kitabının hazırlanması; aydınlarımızı, kadrolarımızı ve gençliğimizi yeni güçlü ideolojik silahlarla donatmak ve aynı zamanda Marksist-Leninist felsefenin geliştirilmesi yönünde ileriye doğru büyük bir adım atmak demektir. Burada, ders kitabına neden büyük bir titizlik gösterildiği ve tartışmanın yaygınlaşmasının ne kadar yararlı olduğu, herhalde anlaşılmaktadır. Ders kitabının değerlendirilmesiyle yetinilmeyeceğinden, felsefe çalışmalarının geniş sorunları üzerinde de durulacağından, bu tartışmadan çıkan sonuçlar hiç şüphesiz çok faydalı olacaktır.
İzin verirseniz her iki konuya da değinmek istiyorum. Tartışmayı özetlemek niyetinde değilim -aslında bu, kitabın yazarının görevidir- ben sadece tartışmayı açmak istiyorum.
Baskin yoldaşın bize daha önceden yaptığı uyarılara rağmen, birtakım alıntılar yapacağımdan, sizlerden daha şimdiden özür dilemek istiyorum. Tabii ki onun gibi eski deniz kurdu bir felsefecinin, denizcilerin tabiriyle “dürbünsüz”, göz tahminiyle deniz ve okyanusları yarıp geçmesi oldukça kolay (Gülüşmeler). Ama benim gibi, ilk defa kötü ve fırtınalı bir havada felsefe gemisinin sallanan güvertesine çıkan acemi felsefeci bir tayfaya, yolunu kaybetmemesi için belli başlı yerlerden alıntılar yapmasına izin verilecektir herhalde (Gülüşmeler ve alkış).
Ders kitabı hakkında tuttuğum notlara geçiyorum.

I
ALEKSANDROV YOLDAŞIN KİTABINDAKİ EKSİKLİKLER
Bence, her şeyden önemlisi bir felsefe tarihi ders kitabından önce şu aşağıdaki izlenimleri elde edinmemiz gerekir:
1) Ders kitabında felsefe tarihinin bilimin bir dalı olarak belirtilmesi gerekir.
2) Ders kitabının, diyalektik ve tarihi materyalizmin elde ettiği çağdaş başarıların temelinde bilimsel bir kaynak olması gerekir.
3) Felsefe tarihinin anlatılması skolastik değil, doğrudan doğruya çağdaşlığa yönelik felsefeyi daha da geliştirici, geleceği aydınlatarak tayin edici, yaratıcı ve etkili olması gerekir.
4) İleri sürülen olgusal veriler tamamen denenmiş ve sağlam olmalıdır.
5) Anlatım biçimi açık, net ve ikna edici olmalıdır.
Bence bu ders kitabı yukarıda açıkladığım koşulları yerine getirememektedir.
Önce bilim konusunu ele alalım.
Kivenko yoldaş, Aleksandrov yoldaşın kitabının, ayrıntılı genel tanımlar ve her ayrı tanımın konunun sadece farklı yönlerini aydınlatması ve ayrı ayrı anlam taşıyan oldukça fazla açıklamalar içermesine rağmen, bilimin konusuna yönelik tam ve açık genel bir tanımlama vermediğine işaret etmektedir. Bu yorum tamamen doğru. Bir bilim dalı olarak felsefe tarihinin konusu da tam açık değildir. 14. sayfada yapılan tanım eksiktir. Sanki esas tanım gibi 22. sayfada güzel ifade edilen tanımlama da aslında doğru değil. Yazarın “felsefe tarihi, insan bilgisinin insanı çevreleyen dünya hakkında geleceğe doğru gelişmesidir”, tanımıyla aynı fikirde isek o zaman, felsefe tarihinin konusu genelde bilim tarihi konusuna tamamen uymaktadır. Ama bu durumda felsefenin kendisi de, daha önce Marksizm’in reddettiği gibi bilimler bilimi görünümündedir.
Yazarın, felsefe tarihi aynı zamanda birçok modern düşüncelerin oluşumu ve gelişim tarihidir fikri ise yanlış ve belirsizdir; çünkü bu durumda “çağdaş” anlayış ile “bilimsel” anlayış özdeşleşmektedir, tabii ki bu da hatalıdır. Felsefe tarihini tanımlarken Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in felsefe bilimi tanımlarından yola çıkmak gerekir.
“Marx, Hegel felsefesinin bu devrimci yönünü kavrayarak geliştirdi. Diyalektik materyalizmin ‘diğer bilimlerin üstünde olan bir felsefeye ihtiyacı yoktur’, ilk felsefeden, formel mantık ve diyalektik olan ‘düşünme ve düşünme yasalarının öğretisi’ kalmıştır. Marx’ın, Hegel’le uyuşan diyalektik anlayışı, bilgisizlikten anlamaya geçişi, yani kavramının gelişimi ve doğuşunu inceleyerek, onu genelleştiren, kendi konusunu da tarihsel gören kavrama teorisinin gneseoloji olarak adlandırılmasıdır.” (V. İ. Lenin, Toplu Eserleri, Cilt XVI-II. Sayfa 11)
Demek ki felsefe bilim tarihi, bilimsel materyalist dünya görüşü ile yasalarının ortaya çıkışı ve gelişimi tarihidir. Mademki materyalizm, idealist eğilimlere karşı mücadele ederek serpildi ve gelişti ise, aynı şekilde felsefe tarihi de materyalizmin idealizmle mücadele tarihidir.
Ders kitabının, diyalektik ve tarihi materyalizmin elde ettiği çağdaş başarılarından faydalanması konusundaki bilimselliğine gelince, ders kitabında bu anlamda birçok ciddi hatalar bulunmaktadır.
Yazar, felsefe tarihini, felsefi düşünce ve sistemlerin bir gelişim süreci, yani çok sayıda artan değişimler sırasında meydana gelen gelişmelerin ahenk içindeki evrimi şeklinde betimlemektedir. Marksizm’in daha önceki ilerici öğretilerden, özellikle Fransız materyalistleri, İngiliz ekonomi-politik ve Hegel’in idealist okulunun öğretilerinden gelişen basit bir devamı olduğu izlenimi elde edilmektedir.
Yazar, 475. sayfada, Marx-Engels öncesi felsefe teorilerinin büyük bulguları içermelerine rağmen, hepsinin yine de sonuçta tamamıyla mantıklı ve bilimsel olmadıklarından bahsetmektedir. Böylesine bir tanımla Marksizm’i, bütün hükümlerinde tamamıyla birbirini takip eden ve bilimsel öğretilerden oluşan Marksizm’den önceki felsefi sistemlerden ayırmaktadır. Demek ki Marksizm’in, Marksizm’den önceki felsefe öğretilerinde tek farkı: Bu felsefelerin tamamıyla birbirini takip ettikleri, bilimsel olmadıkları ve yanılmalarıdır.
Gördüğünüz gibi buradaki sorun yalnızca bir nicelik değişmesidir. Ama bu metafizik bir anlayıştır. Marksizm’in doğuşu gerçek bir bulgu ve felsefede devrimdi. Tabii ki her bulgu, her sıçrama, yeni bir duruma her geçiş ve kesitte olduğu gibi, bu bulgu da birçok değişimin ilk birikimleri, yani Marx-Engels’in bulgusundan önceki felsefedeki gelişmelerin sonuçları olmadan gerçekleşemezdi. Yazar, Marx ile Engels’in nitelik olarak daha önceki bütün ilerici felsefe sistemlerinden farklı yeni bir felsefe kurduklarını açıkça anlamazlıktan gelmektedir. Marksizm’in ve Marksist felsefenin geçmişteki tüm felsefelere göre, felsefeyi bilime dönüştürerek, devrim yaptığı herkesçe bilinmektedir. Daha önceki felsefe sistemleriyle karşılaştırıldığında, yazarın, Marksizm’de yeni ve devrimci bulguların ortaya çıktığını dikkate almayarak, Marksizm’i, Marksizm öncesi felsefenin gelişimiyle birleştirmesi doğrusu çok ilginçtir. Marx ile Engels bile bulgularının eski felsefenin sonu olduğunu ifade etmişlerdir.
“Hegel’in sistemi, felsefede son, hatta bir eksiksiz biçim ve bilimler üstü bir bilim olarak düşünüldü. Onunla beraber tüm felsefe yıkıma uğradı. Sadece düşüncenin diyalektik tarzı ile tüm dünyadaki doğuş ve oluşumun sürekli akışında bulunan, sonsuza dek hareket eden, değişimlerin tüm doğal, tarihi ve aydın dünyasının kavrayışı geride kaldı. Farklı her alanda meydana gelen değişimlerin bu sonsuz sürecinde yeni hareket kanunları keşfetmek için yalnız felsefenin değil, bütün bilimlerin yeni talepler ileri sürmesi gerekiyordu. Bu da, Hegel felsefesini devam ettirenlere kalan mirastır.” (F. Engels, Anti-Dühring,1945, s. 23–24)
Yazar, felsefenin gelişimindeki somut ve tarihsel süreçleri herhalde anlamamaktadır.
Kitabın asıl hatası, yalnız tarihsel süreçteki görüşler ile değişik felsefi meseleleri değil, belli bir konuya ait meseleler gerçeğini görmezden gelmesidir, felsefenin kendi konusu sürekli bir değişimde olup, tamamen insan bilgisinin diyalektik doğasına uyarak, her gerçek diyalekte açık olmalıdır.
Aleksandrov yoldaş, kitabının 24. sayfasında Eski Yunan felsefesini anlatırken şunları yazmaktadır: “Felsefe, köleci eski Yunan toplumunda bağımsız bir bilgi olarak doğdu”. Aleksandrov yoldaş sözlerine şöyle devam etmektedir: “Farklı bir bilgi alanı olarak M. Ö. 6. yüzyılda ortaya çıkan felsefe giderek yaygınlık alanını genişletti.”
Eski Yunan felsefesini, ayrışmış bir bilgi dalı olarak görebilir miyiz? Tabii ki hayır. Yunanlıların felsefi görüşleri, doğa bilimleriyle ve politik görüşlerle o derece sık ve birbirine karışmıştı ki, daha sonraları doğan bilimlerin bölüm ve sınıflandırılmasını Yunan felsefesine aktaramayız, buna hakkımız da yok. Aslında, Yunanlılar yalnızca felsefi görüşleri kapsayan bölünmez tek bir bilim bilirlerdi. Demokrit, Epikur ve Aristoteles’i ele alalım, bunların hepsi Engels’in “En eski Yunan filozofları aynı zamanda doğa bilimleri uzmanıydılar” nitelemesine aynı ölçüde uymaktadırlar. (F. Engels, Doğanın Diyalektiği, K. Marx ve F Engels, Toplu Eserleri, XIV. Cilt Sayfa 498)
Felsefenin kendine özgü niteliği, doğa ve toplum hakkında bilimsel bilgilerin gelişmesiyle pozitif bilimlerin birbiri ardına felsefeden ayrılmasından ibarettir. Yani, felsefenin alanı pozitif bilimlerin gelişmesi hesabına sürekli daraldı (bu sürecin bugüne kadar sonuçlanmadığını belirtmek isterim). Doğa ve toplum bilimlerinin felsefenin himayesinden kurtuluşu, hem doğa hem de toplumsal bilimler ve felsefenin kendisi için ilerici bir gelişmedir.
Son düzeyde hakiki bir gerçeği anlama iddiasında olan geçmişteki felsefe sistemlerinin yaratıcılığı, doğa bilimlerinin gelişmesine yardımcı olamadığı gibi, onları kendi şemasına dâhil ederek, bilimler üstü olmaya çalıştı, gerçek yaşamla bağdaşmayan sonuçları ve sistemin isteklerini canlı insan bilincine zorla kabul ettirdi. Böylece felsefe, çeşitli gerçek, sonuç, varsayım ve fantezilerin üst üste yığılıp kaldığı bir müzeye dönüştü. Felsefe, gezme ve seyir işine hizmet edebilseydi, o zaman dünyayı pratik etkileme ve kavramada bir araç durumunda işe yaramazdı.
Hegel’in kurmaya çalıştığı felsefe yapısının sistemi, böyle bir kuşağın son sistemi idi. Hegel’in kurmaya çalıştığı bu yapı, bütün çelişkileri çözeceğini hesap ederek, diğer bilimleri kategorilerinin şemasına sıkıştırıp, hepsini kendine dâhil etti, fakat bunları yaparken anlaşılır ve uygulanabilir yöntemler kullanmadı, bu yüzden de diyalektik ve bilinen diğer metotların bile içinden çıkamayacağı bir çelişkiye düşüldü.
Ama, Engels “Felsefeden bütün çelişkileri çözmesini talep etmenin, bir filozofun tüm insanlığın, ileriye yönelik gelişiminde sadece yerine getirilmesi gerekenleri yapmasını istemek demek olduğunu bir kere anladık, -kelimenin başka anlamıyla felsefenin de sonunun geldiğini anladık” demektedir. “Böyle bir yolla her insan için gerekli olan ve daha ulaşılamayan ‘hakiki gerçeği’ bir kenara bırakıp, pozitif bilimleri ve sonuçlarını diyalektik metotların yardımıyla birleştirerek, bizim için gerekli, erişilebilir ve birbirleriyle bağıntılı gerçekleri izlemeye yönetelim.” (F. Engels, Ludvig Feuerbach. K. Marx ve F. Engels, Toplu Eserler, Cilt XIV. Sayfa 640) Marx ve Engels’in bulguları, dünyanın evrensel açıklaması iddiasındaki daha önceki felsefenin sonunun geldiğini göstermektedir.
Yazarın belirsiz ifadeleri, Marx ve Engels’in felsefedeki dahice bulgularının büyük ve devrimci anlamını bulandırmaktadır; çünkü o, Marx’i daha önceki filozoflarla aynı kategoriye koyarak, bunu vurgulamakta ve Marx’la birlikte, ilk defa bilim olan felsefe tarihinde, gerçekten de yeni bir dönemin başladığını gösteremiyor.
Ders kitabındaki bu hatanın sık sık tekrarlanmasından dolayı, sanki bir felsefe okulunun diğeri tarafından derece derece değiştirilmesi gibi felsefe tarihine yönelik Marksizm dışı bir yorum yapılmaktadır. Proletaryanın bilimsel dünya görüşü olarak ortaya çıkan Marksizm’le, felsefe tarihindeki eski dönem sona ermiştir. Felsefe eskiden, kendi başına yaşayanların bir uğraşısı ve sayıları pek de fazla olmayan filozof ve öğrencilerden oluşan felsefe okullarının malıydı. O zamanki filozoflar yaşamdan ve halktan kopuk, kendi âleminde bir yaşam sürerlerdi.
Marksizm böyle bir felsefe okulu değildir. Tam aksine Marksizm, bir zamanlar seçkin soylu takımının malı olan eski felsefenin kaldırılmasıdır. Marksizm, felsefenin gerçekten de, kapitalizmden kurtuluş mücadelesi veren proletarya kitlelerinin eline geçen ve felsefeyi bilimsel silah durumuna getiren felsefe tarihindeki yeni bir dönemin başlangıcıdır.
Önceki felsefi sistemlerden farklı olan Marksist felsefe, diğer bilimlerin üstünde bir bilim değil, bilimsel bir araştırma aracıdır. Marksist felsefe, bütün doğa ve toplumsal bilimleri işleyen ve bilimlerin gelişim sürecinde elde edilen verilerle zenginleşen bir yöntemdir. Bu anlamda, Marksist felsefe daha önceki bütün felsefelerin tam ve kesin bir şekilde yadsınmasıdır. Ama Engels’in belirttiği gibi yadsımak yalnızca “hayır” demek anlamına gelmemelidir. Yadsıma sürekliliği içererek, insan düşünce tarihindeki bütün öncü ve ilerici fikirlerin yeni ve en yüksek düzeyde sentezi, onların birleştirilmesi, yutulması ve eleştirel düzeltilmesi demektir.
Yani felsefe tarihi, Marksist diyalektik yöntem var oldukça, bu yöntemin doğuşunu hazırlayan gelişmelerin tarihini kendine dâhil ederek, onun doğuşuna neden olan şartları göstermek zorundadır. Aleksandrov’un kitabında mantık ve diyalektiğin tarihi verilmemiş, insan pratiğinin yansıması olan mantık kategorilerinin gelişim süreci de gösterilmemiştir. Kitabın önsözünde belirtilen, Lenin’in, “insan düşün tarihinde diyalektik mantığın her kategorisinin asıl nokta olarak okunması gerekmektedir” sözü havada kalmaktadır.
Ders kitabında felsefe tarihinin, yalnızca Marksist felsefenin doğuş tarihi olan 1848’e kadar gösterilmesi haksızlıktır. Felsefe tarihinde son 100 yıla değinmeyen ders kitabı tabii ki ders kitabı sayılamaz. Yazarın bu dönemi insafsızca ele almayışını anlamak mümkün değildir. Ne önsözde, ne de başka bir yerde bu konuya yönelik bir açıklama yapılmıştır.
Hiçbir gerekçe gösterilmeden, Rus felsefesinin gelişim tarihi bile ders kitabına dâhil edilmemiştir. Bu hatanın ilkesel bir karakter taşıdığını ispat etmeye gerek yok. Yazar, hangi gerekçeye dayanarak Rus felsefesini genel felsefe tarihi dışına itmiştir. Rus felsefesine kayıtsız kalınarak, Rus felsefesinin rolünün göz ardı edilmesi, doğal olarak felsefe tarihinin Bat Avrupa ve Rus felsefe tarihine bölünmesi demektir. Yazar, böyle bir ayrımın niçin yapıldığına dair açıklama bile getirmiyor. Bu, burjuvazinin “Batı” ve “Doğu kültürü” ayrımını belleklerde canlandırarak, Marksizm’i yerel bir Batı akımı gibi görmektir. Yazar, sadece 6. sayfanın başında büyük bir hamaratlıkla tam çelişkili bir tavır takınarak, Rus felsefesindeki klasiklerin eski felsefe sistemleri hakkında sunduğu o etkili eleştirileri dikkatle öğrenmeden ve kullanmadan, Bat Avrupa ülkelerindeki felsefi düşüncelerin gelişim sürecine ilişkin bilimsel görüşe sahip olunamayacağında direnmektedir. Bu doğru ilkeyi, acaba yazar ders kitabında neden uygulamadı? Böylesine bir tavır hiç anlaşılmamakta ve bu, felsefe tarihinin 1848 yılına kadar anlatılmasında keyfi bir başlangıç olarak kalmakta ve kötü bir izlenim bırakmaktadır.
Daha önce konuşan yoldaşlar, haklı olarak Doğu felsefe tarihinin anlatımındaki noksanlığa dikkat çektiler.
Ders kitabında bu konuya ilişkin temelde bir düzeltmenin yapılması gerektiği herhalde anlaşılmaktadır.
Bazı yoldaşlar, yazarın, konunun araştırılmasına yönelik yöntem ve görevlerini belirtmesi için kitabın önsözünde ilkelerini göstermesi gerektiğine, fakat güya yazarın sözlerini doğru şekilde yerine getirmediğine işaret ettiler. Mademki giriş yanlış ve iler tutar bir tarafı yok, bence bu eleştiri yersiz. Ben, felsefe tarihinin konusunun yanlış ve belirsiz tanımlanmasından bahsetmiştim. Fakat yalnız bununla kalınmıyor. Girişte ve diğer bölümlerde teorik hatalar bulunmakta. Bazı yoldaşlar felsefe tarihinin Marksist-Leninist temelde açıklanması sırasında Çernişevski, Dobrolyubov ve Lomonossov’dan yapılan alıntıların süs gibi kaldığını dile getirdiler, tabii ki adı geçen yazarların doğrudan doğruya bu meseleyle bir ilgisi yoktur. Fakat asıl sorun, yalnız bu değil. Adı geçen bu büyük Rus bilim adamları ve filozoflarının yapıtlarından alıntılar başarısız yapılmış. Bu alıntılardan oluşan teorik önermeler Marksist bakışa göre doğru değil, hatta zararlı olduklarını bile ifade etmek isterim. Bununla birlikte bu alıntıların yazarlarını karalamak niyetinde de değilim. Bu alıntılar keyfi olarak seçilmiş ve yazarın işlediği konuyla hiç de ilgisi yoktur. Yazar, değişik felsefe sistemlerinin kurucularının birbirlerine zıt olmalarına rağmen, yine de birbirleriyle ilişkili olduklarını göstermek için Çernişevski’den alıntı yapmıştır.
İzin verirseniz, Çernişevski’den yapılan alıntıyı aktarayım:
“Bilimsel emeği devam ettirenler, kendi eserlerine ilk kaynak olan, öncüllerinin emeğine başkaldırıdan Aristoteles Platon’a düşmanca baktı, Sokrates Sofistlere hiç göz açtırmadı, hepsinin de öncelleri vardı. Günümüzde bile buna benzer birçok örnek bulunmaktadır. Ama bazen da sevindirici olaylarla karşılaşıyoruz; yeni bir sistemin kurucuları, kendi görüşlerinin öncüllerinin düşüncesiyle açık bir ilişkide olduğunu anlayarak, alçak gönüllülükle kendilerini onların öğrencileri olarak görürler. Öncüllerinin düşüncelerindeki eksiklikleri ortaya çıkararak, yine de görüşlerinin gelişiminde bu bilgilerin yardımcı olduklarını ifade ederler. Örneğin, Spinoz’un Dekart’a bu şekilde bir davranışı vardı. Modern bilimlerin kurucularının şerefine şunu ifade etmek gerekir ki; onlar öncellerine saygılı davranarak, onlara sanki bir oğul sevgisi gösterirler, onlar, öncellerinin dâhiliğinde yüceliği ve kendi görüşlerinin başlangıcı olan öğretilerdeki iyi karakteri kabul ederler:” (Aleksander yoldaşın kitabında 6–7. sayfalar).
Yazar bu alıntıyı kayıtsız olarak yapıyorsa, o zaman bu alıntı, onun kendi görüşünü oluşturmaktadır. Şayet durum böyle ise yazar, Marksizm-Leninizm’e özgü olan felsefede particilik ilkesini gerçekten de reddetmektedir. Marksizm-Leninizm’in her zaman büyük bir ihtiras ve uzlaşmazlıkla mücadele verdiği ve bu büyük mücadelesini yine de materyalizmin bütün düşmanlarıyla sürdüreceği bilinmektedir. Marksist-Leninistler bu savaşta, rakiplerini amansızca eleştirirler. Her kelimesi, rakiplerine karşı bir kılıç niteliğinde olan Lenin’in kitabı ‘Materyalizm ve Ampirio-kritisizm’, Bolşevik mücadelede materyalizmin rakiplerine karşı bir örnektir. Lenin şöyle yazmaktadır:
“Marx ve Engelsin dahilikleri şurada yatmaktadır: Aşağı yukarı 50 yıl gibi uzun bir dönemde materyalizmi geliştirip, felsefede temel bir akıma öncülük ettiler, daha önceleri çözülmüş gneseolojik sorunların tekrarından kaçınıp, materyalizmin, toplumsal bilimlerde nasıl uygulanması gerektiğini gösterdiler. Ve sırasıyla da, süprüntü ve saçmalıklardan oluşan cafcaflı ve yüksekten atıp tutan boş sözleri amansızca açığa vurarak, sayısız denemeler sonucu felsefede ‘yeni’ bir çizgi bulunması ve ‘yeni’ bir akım kazanılması gerektiğini gösterdiler…
“Son olarak, Marx’in ‘Kapitalinde ve diğer eserlerindeki çeşitli felsefî notlara bakınız. Temel gerekçelerin değişmediğini göreceksiniz: Materyalizm uğruna direnme ve her gizemcilik, belirsizlik ve aykırılık görünümündeki idealizme karşı yapılan aşağılayıcı alaylar. Marx’tn tüm felsefi görüşleri bu iki temel zıtlıkta kendini sık sık göstermektedir: Bakış açısı ‘dar’ ve tek ‘yönlü’ profesörlük felsefesi bunlardan kaynaklanan eksikliklerden oluşmaktadır. ” (V. İ Lenin, Toplu Eserler, XIII Cilt, Sayfa 275–276)
Bildiğimiz gibi Lenin rakiplerine karşı acımasızdı. Felsefe akımları arasındaki çelişkileri giderme ve uzlaştırma denemelerinde. Lenin her zaman hep gerici profesörlük felsefesinin oyunlarıyla karşı karşıya kalmıştır Tüm bu olanlardan sonra, Aleksander yoldaş nasıl olur da kitabında, felsefedeki rakiplerine karşı, profesörlük nesnelliğine tam minnettarlık duyarmışçasına, dişsiz bir rakip niteliğinde karşı çıkıyor, oysa Marksizm, idealizm akımının tüm temsilcilerine karşı bu amansız mücadelede doğdu, gelişti ve zafer kazandı. (Alkışlar)
Aleksandrov yoldaş yalnız bununla kalmayarak, ders kitabının bütün içeriğiyle kendi nesnel anlayışını iletmektedir. Aleksandrov yoldaşın, burjuva filozoflarını eleştirmeden, onları göklere çıkarıp, onların üstün yararlıklarını mükâfatlandırması gerçeği tesadüf sayılamaz. Fourier’nin insanlığın gelişmesindeki dört aşama öğretisi örneğine bir bakınız.
“Fourier’nin sosyal felsefedeki büyük başarısı insanlığın gelişimi konusundaki teorisidir.” -diye yazmaktadır Aleksandrov yoldaş- Fouriere’ye göre;
“… Bir toplum gelişiminde dört evre geçirmektedir: 1) Yükselen yıkım, 2) Yükselen uyum, 3) Alçalan uyum, 4) Alçalan yıkım, insanın zayıf düştüğü son safhadan sonra yeryüzündeki tüm yaşam sona ermektedir. Toplumun gelişmesi, insan iradesinden bağımsız gerçekleşerek, bir yıldaki dört mevsim değişimi gibi yüksek safhanın gelişme aşaması da aniden doğar. Fourier bu düşünceden, özgür ve kolektif emeğin egemen olacağı burjuva toplumdaki kaçınılmaz o değişimlere ulaşmaktadır. Gerçi Fourier’nin toplumun gelişim teorisi yalnız dört evreden oluşmaktaydı, ama bu teori o dönemde ileriye doğru atılmış büyük bir adımdı.” (G. F. Aleksandrov, Batı Avrupa Felsefesi Tarihi, Sayfa 353–354)
Burada Marksist bir analizden eser yoktur. Fourier’nin teorisi ne ile mukayese edildiğinde ileriye doğru bir adım atmıştır? Şayet, bu teorinin sihiri, insanlığın gelişimindeki dört evreyi kapsasaydı ve bir de yeryüzündeki tüm yaşamın sona erdiği dördüncü evrenin sonunda alçalan yıkım olsa idi, o zaman yazarın, toplumun gelişim teorisinin yalnız dört evre ile sınırlandığı ve aynı zamanda Fourier’ye olan eleştirisini anlamak gerekirdi, bu arada beşinci evre de insanlık için yalnızca ahiretteki bir yaşam olabilirdi.
Aleksandrov yoldaş nedense, her eski filozof hakkında da sık sık söyleyebilecek iyi sözler bulabiliyor. Bir burjuva filozofu ne kadar ünlü ise, o kadar göklere çıkartılıyor. Tüm bunlar, Aleksandrov yoldaşın herhalde şüpheye düşmeden, her filozofun önce bir meslektaş daha sonra da rakip olarak değerlendirildiği burjuva tarih felsefesinin esiri olduğu sonucunu vermektedir. Bizde böyle bir anlayış yaygınlık kazanırsa, bu kaçınılmaz bir nesnelleştirilmeye, burjuva filozoflarına yaltaklık etmeye ve gösterdikleri üstün hizmetlerden dolayı onları abartmaya yol açacağı gibi, aynı zamanda bu durum bizi mücadeleci saldırı ruhuyla dolu olan felsefemizden vazgeçmeye yönlendirirdi. Bu, materyalizmin temel ilkesinden, yani taraflılık ve partizanlıktan sapmak demek olurdu. Ama Lenin, “materyalizmin, belirli toplumsal grupların bakış açılarına göre oluşan olayların doğrudan doğruya ve açık olarak her değerlendirilmesinde zorunlu kılınan partizanlığı da kapsadığını” bize öğretmedi mi? (V. İ. Lenin, Toplu Eserleri, I. G, s. 276)
Ders kitabında felsefi görüşlerin anlatılışı soyut, nesnel ve tarafsız yapılmaktadır. Kitaptaki felsefe okulları, birbirleriyle mücadele halinde değil de, ardışık ya da birbirinin yanı sıra şeklinde gösterilmektedir. Bu tutum akademisyen ve profesörlük “yöne” doğru bir minnettarlıktır. Herhalde bu tesadüf sayılamaz. Yazar, felsefede partizanlık ilkesini anlatmayı beceremiyor. Yazar felsefede partizanlığa örnek olarak Hegel’in felsefesini göstererek, düşman felsefelerin mücadelesini yine Hegel’in içteki gerici ve ilerici kaynakların mücadelesi şeklinde açıklamaktadır. Böylesine bir ispatın kabul edilmesi sadece nesnel bir eklektizm değil, aynı zamanda Hegel’in abartılmasıdır. Böylece onun felsefesinde gericiden çok ilerici kaynaklar olduğu ispat edilmek istenmektedir. Bu meseleyi bitirmek için şunu da eklemek istiyorum: Aleksandrov tarafından tavsiye edilen, farklı felsefe sistemlerinin değerlendirme yönteminde “üstün yararlıklarının yanı sıra eksiklikleri de var” (Aleksandov’un kitabı, s. 7) ya da “şöyle bir teori bile önemli bir anlam taşımaktadır” gibi son derece belirsiz ifadeler göze çarpmaktadır; bu metafizik ve yetenekli bir yöntem, ama meseleyi karıştırmaktadır. Aleksandrov yoldaşın eski burjuva okullarının akademik bilimsel geleneğine minnettarlık göstererek, materyalizmin, rakipleriyle mücadelede ödün vermeyen temel görüşünü unutması bir türlü açıklık kazanmıyor.
Bir açıklama daha yapmak istiyorum, Felsefe sistemlerinin eleştirel çözümü azimle yapılmalıdır. Daha önce yenilgiye uğrayan ve toprağa gömülen felsefi görüş ve fikirler çok dikkat uyandırmamalıdır. Tam aksine, Marksizm’in şimdiki düşmanları tarafından yararlanılan gerici, felsefi sistem ve düşünceler şiddetle eleştirilmelidir. Buna özellikle, Yeni Kantçılık, teoloji ve agnostisizmin yeni ve eski yayınları ile tanrıyı modern doğalcılığa, sanki çürük ve idealist bir malı süsleyip, yamalayarak tüketim pazarına sürme amacı güden, diğer her türlü kabalığa alet eden, tüm kaçakçı denemeler dâhildir. Bu, günümüzdeki emperyalist felsefe uşaklarının korkmuş patronlarını desteklemek için kullanmaya çalıştıkları bir silah deposu gibidir.
Aynı zamanda kitabın girişi, gerici ve ilerici fikirler ile felsefe sistemlerini anlama açısından yanlış bir yorum içermektedir. Yazar, gerçi, gericilik ve ilericilik, ya da farklı felsefi görüşleri, ya da sistemler arasındaki meselelerin somut-tarihsel çözülmesi gerektiği gibi birtakım şartlar ileri sürmektedir. Ancak Marksizm’in, bugün ilerici olan düşüncelerin farklı somut tarihsel koşullarda gerici düşünceler olabileceği önemli görüşünü bütünüyle göz ardı etmektedir. Yazar, bunu hiçe sayarak, fikirlerin tarih üstü idealist anlayışında gizli bir kavramın yayılması için sinsice bir yol bulmaktadır.
Yazar daha sonra toplumsal yaşamdaki maddi koşulların son kertede felsefi düşünceyi belirlediğini ve felsefi düşüncelerin gelişiminin sadece göreli bir bağımsızlığının olduğu gibi doğru ifadelerde bulunmasına rağmen bilimsel materyalizmin bu temel ilkesini defalarca bozmaktadır. Yazar, farklı felsefe sistemlerinin anlatımı sırasında, bu açıklamayı şu ya da bu felsefenin sosyal-sınıfsal kökeni ile somut tarihinden tamamen ayırmaktadır, örneğin mesele şudur: Sokrat, Demokrit, Spinoz, Leibniz, Feuerbach ve diğerlerinin felsefi görüşlerinin anlatımında tabii ki bilimsellik yok, bu da yazarın, idealist felsefedeki ayırt edici özellik olan, felsefi düşüncelerin gelişimindeki özgünlük ve tarih üstü görüşlere kaçmasına sebebiyet vermektedir. Şu, ya da bu felsefe sisteminin tarihi durumu iyice tespit edilmiş olaylarla organik bir bağının bulunmaması gibi durumlarda, yazarın, bunun analizini yapmaya çalışmasıdır. Önemli organik bir bağ değil, tamamen mekanik ve biçimsel bir bağ kurulmaya çalışılmaktadır. Gerekli dönemlere yönelik felsefi görüşleri açıklayan bölüm ve paragraflarla tarihi durumları anlatan bölüm ve paragraflar belirli paralel yüzeylerde dönüp durmaktadırlar; bir de, temel ile üstyapı arasındaki ilişkilere sebebiyet veren tarihsel verilerin anlatımı özensiz ve başarısız yapılmış. Anlatılanı analiz etmek için gerekli kaynak verilmemekte ve bu, işe yaramaz bir bilgi niteliği taşımaktadır. Örneğin, böylesine bir anlaşılmazlığın üst boyutlara ulaştığı, “XVIII. Yüzyıl Fransa’sı” başlıklı VI. bölümün girişi, XVIII. yüzyıl ile XIX. yüzyılın başındaki Fransız felsefesinin düşünce kaynağını hiç de anlatamamaktadır. Bu fikirlerin etkisi altındaki Fransız filozoflar o dönemle ilgili bağlarını kaybederek, sanki bağımsız bir oluşuma öncelik etmeye başlıyorlar. Ders kitabında anlatılan bu yeri, izin verirseniz sizlere hatırlatmak istiyorum.
“100 yıl içinde ekonomik, politik ve ideolojik alanlarda kökten değişimlere uğrayan Fransa, İngiltere’nin izinden giderek, XVI.-XVII. yüzyıldan itibaren sürekli burjuvazinin gelişimi yolunda ilerlemiştir. Fransa, geri kalmış bir ülke olmasına rağmen feodal geleneğinden kurtulmaya başlamıştı. Zamanın diğer Avrupa devletleri gibi Fransa da kapitalizmin ilkel birikim dönemine girmişti. Toplumsal yaşamın bütün alanlarında yeni bir burjuvazi toplum yapısı şekillenerek, yeni bir ideoloji ve yeni bir kültür oluştu. Bu dönemde Fransa’da Paris, Lion, Marsilya ve Le Havre gibi şehirler çok hızlı bir şekilde gelişmeye başlamış, kuvvetli bir ticaret filosu kurulmuştur. Uluslararası ticaret şirketleri birbiri ardına kurulmakta ve bir dizi sömürgeci askeri araştırmalar organize edilmekte. Ticaret hızla gelişmektedir. 1784–1788 yılları arasında dış ticaret hacmi, 1716–1720 yılları arasındaki ticaret hacmini dörde katlayarak, 1 011, 6 milyon livreye ulaşmıştır. Özellikle Aahenski (1748) ve Paris (1763) anlaşmaları ticaretin canlanmasına çok katkıda bulunmuştur. Özellikle fazla kitap ticareti göze çarpmaktadır.’ Örneğin, 1774 yılında Fransa’da 45 milyon franklık kitap ticareti yapılmıştır, aynı yıl İngiltere’de sadece 12–13 milyon franklık. Avrupa’daki altın rezenesinin aşağı yukarı yarısı Fransa’nın elinde bulunmaktaydı. Ama Fransa yine de bir tarım ülkesi olarak kaldı. Nüfusunun büyük bir bölümü çiftçilikle uğraşıyordu.” (sf. 315–316)
Yukarıda anlatılanlar tabii ki bir analiz değil, sadece birbirleriyle az ilişkili olayların yanında, başka olayları da anlatan bazı olguların peş peşe sıralanışı. Bu anlatılanlardan bir temel alınamayacağı gibi, o zamanki Fransa tarihinde farklı gelişmelerin olduğu Fransız felsefesine ait hiçbir özellik de bulunmamaktadır.
Alman idealist felsefesinin doğuşunun Aleksandrov’un kitabında nasıl anlatıldığına bir bakalım. Aleksandrov yoldaş şunları yazmaktadır:
“Almanya, XVIII. yüzyıl ile XIX. yüzyılın ilk yarısında gerici politik yapıya sahip, geri kalmış bir ülkeydi. Feodal-toprak köleliği ile zanaatçılık-atölyecilik hüküm sürüyordu. Şehir nüfusu XVIII. yüzyılın sonunda % 25’i geçmiyordu, nüfusun sadece % 4’ü zanaatçılıkla uğraşıyordu. Angarya, köylü vergisi, toprak köleliği hukuku ve atölyecilik imtiyazları ortaya çıkan kapitalist ilişkilerin gelişmesine engel oluyordu. Bu dönemde ülkede tamamen politik bir dağınıklık egemendi.”
Aleksandrov yoldaşın kitabında gösterilen Almanya’daki şehir nüfusunun yüzdesi, ona göre bu ülkenin geri kalmışlığı ile devletin toplumsal-politik yapısındaki gericiliğin bir göstergesidir. Ama bu dönemde Fransa’daki şehir nüfusu da % 10’dan az değildi. Fransa, Almanya gibi geri kalmış feodal bir ülke değil, Avrupa’da burjuva devrim hareketinin bir merkeziydi. Yani, şehir nüfusunun yüzdesi fazla bir şey ifade etmemektedir, bu sadece somut birtakım tarihi olaylarla açıklanabilir. Bu, aynı zamanda, bir ideolojinin, şu ya da bu şeklinin gelişimi ve doğuşunun açıklanması konusunda tarihi kaynaklardan başarısız bir şekilde yararlanma örneğidir.
Aleksandrov şunları da yazmaktadır; “Kant, sonra da Fichle ve Hegel kurdukları idealist felsefe sistemlerinde, Alman gerçeğinin dar kafalılığına yol açan dönemin Alman burjuva ideolojisini soyut bir şekilde ifade etmeleri o dönemdeki Alman burjuvazisinin önemli ideolojilerdi.”
Alman idealizminin doğuş nedenlerini anlamanın imkânsız olduğu bu olgulardaki soğuk, kayıtsız ve nesnel açıklamaları, Almanya’nın o anki durumuyla ilgili okuyucuyu heyecanlandıran ve okuyucuya inandırıcı gelen, canlı ve savaşımcı bir üslupla anlatılan Marksist analizle mukayese edelim. İşte, Engels Almanya’daki durumu şöyle karakterize etmektedir: “Bozulmaya başlamış ve soysuzlaşmış bir kitle. Kimse kendini iyi hissetmiyor. Zanaatçılık, ticaret, endüstri ve çiftçilik kıt bir ölçüde yapılıyordu. Köylü, tüccar ve zanaatçılar iki kat daha zulüm görüyordu; hükümet gaddardı ve ticaret kötü bir durumdaydı. Asilzade sınıfı ve prensler emrindekileri eziyorlardı, artan masraflara rağmen fazla gelirden vazgeçmeyeceklerini düşünüyorlardı. Her şey berbattı ve bir hoşnutsuzluk hüküm sürüyordu. Eğitim ve kitlelerin bilgilenmesi için hiçbir imkân yoktu, basın ve düşünce özgürlüğü olmadığı gibi diğer ülkelerle yapılan herhangi önemli bir ticaret bile yoktu; her yerde, bütün halkın alçak, dalkavuk, rezil ve çıkarcı bir ruha sahip olduğu çirkeflik ve egoizm hüküm sürüyordu. Her şey çürümüş, sarsılmış ve hazırlıklar boşa çıkmıştı, olumlu değişimleri ümit etmek artık imkânsızdı, çünkü halkın, köhnemiş kurumların, soysuzlaşmış kalıntılarını silip süpürecek gücü yoktu.” (K. Marx, F. Engels, Eserleri, V. Cilt, S. 6–7)
Engels’in bu açık, net, dokunaklı, derin ve bilimsel ifadelerini Aleksandrov’un anlatımıyla karşılaştırdığınızda, Aleksandrov yoldaşın, Marksizm’in kurucularının hazırlayıp bize bıraktığı bitmez tükenmez zenginlikten ne kadar da kötü yararlandığını göreceksiniz.
Yazar böylece, felsefe tarihinin anlatılmasında materyalist yöntemden faydalanmayı bir kenara bırakıp, kitabın bilimsel özelliğini yok ederek, kitabı, önemli ölçüde tarih dışı olaylardan alman felsefi sistemler ve filozofların yaşamlarının tasvirine dönüştürmektedir. Bu tarihi materyalizmin ilkesini bozmaktadır:
“Bütün tarih yeniden incelenmeli, farklı toplum oluşumlarının var olma koşulları, bunlara karşılık düşen, politik, hukuksal, estetik, felsefi, dinsel vb. görüşleri ortaya çıkarmadan önce birer birer gözden geçirilmelidir. ” (Engels’in Schmit’e 5 Mart 1890 Tarihli Mektubundan, K. Marx ve F. Engels, Seçme Mektuplar, 1947, S. 421 – Türkçesi için bkz. Seçme Mektuplar, K. Marks-F. Engels, Evrensel Basım Yayın, Çev: A. Bilgi, sf.99)
Yazar aynı zamanda, felsefe tarihinin incelenmesindeki amaçları, yetersiz ve belirsiz ifade etmektedir. Yazar hiçbir yerde, bir bilim olarak felsefenin daha da geliştirilmesi, kurallara uygun yeni kanunların başlatılması, pratikte uygulanması, eskilerinin yenileri tarafından değiştirilmesinin felsefenin ve felsefe tarihinin temel görevlerinden biri olduğunu vurgulamamaktadır. Yazar genelde felsefe tarihinin pedagojik-eğitici ve kültürel-sanatsal öneminden yola çıkarak, felsefe tarihinin araştırılmasına tamamen pasif ve kendi âleminde akademisyen bir özellik vermektedir. Bu tabii ki diğer her bilim gibi sürekli gelişerek yetkinleşen, eskilerini bir yana iterek yenilerle zenginleşmesi gerekli olan felsefe bilimindeki Marksist-Leninist tanıma ters düşmektedir.
Yazar konunun ders-sanat yanına dikkat göstererek, bilimin gelişmesindeki sınırları çizmeye kalkışmaktadır; sanki Marksizm-Leninizm artık gelişimini tamamlamış ve öğretimizin geliştirilmesi artık önemli bir görevimiz değilmiş gibi göstermektedir. Böylesine bir görüş Marksizm-Leninizm’in ruhuna aykırıdır, Marksizm’i, bitmiş ve gelişmesinin son sınırına varmış bir öğreti olarak gören metafizik değerlendirmeye yönelmektir, böyle bir görüş, canlı ve keskin felsefe düşüncesinden yalnızca soğutmaya sürükleyebilir.
Doğa bilimlerinin gelişmesindeki sorunları kendi başına aydınlatmak başarısız bir iş olduğu gibi, felsefe tarihini de, bilimselliğe açıktan açığa zarar vereceğinden dolayı doğa bilimlerinde elde edilen başarılar dışında tutarak açıklamak imkânsızdır. Aleksandrov yoldaşın ders kitabı, modern doğa bilimlerinde ulaşılan başarıların güçlü temelinde büyüyen, bilimsel materyalizmin oluşumu ve gelişimine yönelik koşulların gücünü açıklamaktan yoksundur.
Aleksandrov felsefe tarihini anlatırken, onu doğa bilimleri tarihinden çıkarma yoluna gitmektedir. Ders kitabının asıl amacının anlatıldığı önsözünde, yazarın felsefe ile doğa bilimleri arasındaki karşılıklı ilişkiye yönelik hiçbir hatırlatma yapmaması doğrusu çok ilginç. O, doğa bilimlerinden söz etmesi gereken yerde bile susmaktadır. Örneğin 9. sayfada yazar şunları yazmaktadır: “Lenin, eserlerinde, özellikle ‘Materyalizm ve Amprio-kritisizm’de çok yönlü çalışarak, Marksizm’in, toplum konusundaki öğretisini ileriye götürdü.” Aleksandrov yoldaş ‘Materyalizm ve Amprio-kritisizm’den bahsederken bile, doğa bilimlerinin sorunları ve doğa bilimlerinin felsefeyle olan ilişkileri hakkında susma yolunu tercih etmektedir.
Şu ya da bu dönemdeki doğa bilimlerinin seviyesi ile ilgili karakteristik özellik olarak zavallılık, boşluk ve soyutçuluk göze çarpmaktadır. Eski Yunanlıların doğa bilimlerine yönelik de; onların dönemi “doğa hakkındaki bilimin başlangıcıdır” (Sayfa 26) ve “o zamanlar birçok icatlar ve teknik ilerlemeler ortaya çıktığı” için bu döneme geç skolâstik dönemi de (XII-XIII. yüzyıl) denmektedir.” (Sayfa 120)
Yazarın belirsiz ifadeleri saklamaya çalıştığı yerlerde, icatlar arasında birbirini tutmayan bir liste verilmektedir. Doğa bilimleri konularında büyük bir beceriksizlikle şaşırtıcı ve insanı hayretler içinde bırakan hatalar yapılmasına izin verilmiş. Örneğin; Rönesans Dönemi’nde bilimin gelişmesi konusu bakın şöyle tasvir edilmektedir:
“Bilim adamı Herike ünlü hava tulumbasını yaptı ve hava boşluğu hakkında düşüncenin yerini alan, atmosfer basıncının var oluşu ilk önce Magdeburg’da yarımkürelerle denenerek pratik bir yolla ispat edildi. Yüzyıllar boyunca insanlar ‘dünyanın merkezinin’ nerede olduğunu ve gezegenimizin buna dâhil edilip edilmediği konusunu tartışıp durdular. Ama işte, ilk önce Kopernik, daha sonra da Galileo Galilei bilime el atıyor. Galileo Galilei güneşin üzerinde lekelerin varlığını ve bu lekelerde değişimler olduğunu gösteriyor. O, bu ve diğer buluşlardan sonra Kopernik’in güneş sistemimizin helyonsantrik yönü hakkındaki öğretisinin ispatını görüyor. Barometre insanlara hava durumu hakkında önceden bilgi edinmeyi öğretti. Mikroskop küçük organizmaların yaşamı hakkındaki tahminlerle ilgili bir sistemin yerini aldı ve biyolojinin gelişmesinde önemli bir rol oynadı; Kompas bir deneyle Kolombo’ya gezegenimizin yuvarlak yapılı olduğunu ispat etmesine yardımcı oldu.” (Sayfa 135)
Burada, hemen hemen her cümle saçma. Atmosfer basıncı boşluk hakkındaki düşünceyi nasıl değiştirebilir: Atmosferin var oluşu, boşluğun varlığını reddetmiyor mu? Güneşteki lekelerin nasıl bir hareketi Kopernik’in öğretisini doğruladı?
Barometrenin hava hakkında önceden bilgi verme düşüncesi, tamamen bilim dışı bir görüş. İnsanların hava hakkında önceden bilgi almada nasıl hareket edeceklerini henüz öğrenmediklerini, maalesef, meteoroloji bürosu pratiğinden hepimiz bilmekteyiz. (Gülüşmeler)
Mikroskop tahmin etme sisteminin yerini alabilir, ama şu ‘gezegenimizin yuvarlak yapılı olması’ da ne oluyor? Şimdiye kadar, yalnızca bir biçimin yuvarlak bir şekilde olduğu zannedilirdi.
Aleksandrov’un kitabında listeler halinde birer birer anlatılan buna benzer inciler çok.
Yazar, çok ciddi ve ilkesel hatalar yapmaktadır. Ona göre (Sayfa 357) doğa bilimlerinin başarılarından sonra ‘daha XVIII. yüzyılın ikinci yarısında’ diyalektik yöntem geliştirilmişti. Bu, temelde, diyalektik yöntemin organizmada hücre yapısının bulunmasından sonra geliştirildiğine yönelik Engels’in ünlü görüşüyle, enerjinin korunumu ve dönüşümü yasası ile Darvin’in öğretisine zıt düşmektedir. Bütün bu buluşlar XIX. yüzyıla aittir. Yazar hepsini yanlış anlayarak XVIII. yüzyıldaki buluşlara fazla yer ayırmaktadır. Halvani, Laplasa ve Layele’den çok fazla bahsetmektedir, ama buna ek olarak Engels tarafından gösterilen üç büyük buluş konusunda yalnızca aşağıda-kilerle sınırlı kalmaktadır: “Örneğin, Feuerbach hayatta iken hücre öğretisi, enerjinin dönüşümü öğretisi ile Darvin’in doğal seleksiyon yoluyla türlerin evrimi öğretileri ortaya çıkmıştı.” (Sayfa 427)
Kitapta böylesine temel eksiklikler bulunmaktadır. Ayrıntılı ve ikinci dereceden olan yetersizliklerden daha fazla bahsetmek istemiyorum, burada söylediğim teorik ve pratik anlamdaki eleştirilerimi tekrarlamak da istemiyorum.
Sonuç olarak, ders kitabı çok kötü hazırlanmış, kökten düzeltilmesi gerekmektedir. Fakat ders kitabının yeniden düzeltilmesi için, her şeyden önce, filozoflarımız ve yöneticilerimiz arasında yaygın olan bütün yanlış ve karışık düşüncelerin üstesinden gelmek gerekmektedir. Şimdi, felsefe cephemizin durumu konusundaki ikinci meseleye geçmek istiyorum.

II
FELSEFE CEPHEMİZDE DURUM
Eğer Aleksandrov yoldaşın kitabı, felsefe alanında yönetici konumunda çalışanların büyük çoğunluğu arasında saygınlık kazanıp, Stalin Ödülü’nü almaya layık görülerek, iyi bir ders kitabı diye tavsiye edildikten sonra sayısızca övgü alsaydı, o zaman bu, Aleksandrov yoldaşın hatalarının felsefe alanında çalışan diğer yöneticiler tarafından da paylaşıldığı ve felsefe cephemizde ciddi bir başarısızlık olduğu anlamına gelirdi.
Kitabın herhangi bir önemli protestoya yol açmamasından sonra Merkez Komitesi ile Stalin yoldaşın, kitaptaki eksikliklerin ortaya çıkarılması için doğrudan müdahale etmek zorunda kalmaları durumu, Bolşevik eleştiri ve özeleştirinin felsefe cephemizde geniş ölçüde yokluğuna işaret etmektedir. Sanat tartışmaları ile eleştiri ve özeleştirinin olması bilimsel felsefe çalışmalarına zararlı bir etki yapmaz. Felsefenin ürettiklerinin sayı olarak yetersiz, nitelik olarak da zayıf oldukları bilinmektedir. Felsefeye yönelik makale ve monografilerin yazılması çok ender olaylardandır.
Burada bir felsefe dergisinin çıkarılmasının gerekliliğinden çok bahsedildi. Fakat aynı zamanda böyle bir derginin çıkarılmasının gerekli olduğu hakkında bazı şüpheler de bulunmaktadır. Geçmişte “Marksizm’in Bayrağı” adı altında çıkan bir dergiden kaynaklanan üzücü deneyimler hafızalardan hâlâ silinmedi. Bence, günümüzdeki orijinal monografi ve makalelerin yayınlanması imkânlarından yeterince yararlanılmamaktadır.
Burada Svetlov yoldaş, “Bolşevik”in okuyucusunun sosyal karakter taşıyan teorik eserleri anlama düzeyinde olmadığından söz etti. Bence bu tamamen yanlış; bu, okuyucularımızın yüksek düzeyini ve ihtiyaçlarını gereği gibi önemsememekten kaynaklanmaktadır. Bence, bizim felsefemiz hiç de profesyonel filozoflardan oluşan küçük bir grubun malı değil, bütün Sovyet aydınımızın malıdır düşüncesini anlamazlıktan gelen fikirler vardır. Devrim öncesi dönemde, edebi-sanatsal ürünlerin yanı sıra, bilimsel ve hatta felsefi ürünlerin de yayınlandığı ilerici, kalın Rus dergileri geleneğinde hiç de öyle kötüleri yoktu. Diğer felsefe dergilerine kıyasla her koşulda daha büyük bir okuyucu kitlesine sahip olan bizim “Bolşevik” dergimiz özel bir felsefe dergisi niteliğinde ve bizim filozofların yaratıcı çalışmalarını kapsamaktadır, şayet bu böyle olmasaydı, bence, bu bizim felsefe çalışmalarının daralmasına neden olurdu. Sakın beni dergi karşıtı olarak algılamayın lütfen, fakat bence kalın dergilerimizde ve “Bolşevik”te yapılan felsefe çalışmalarındaki kıtlığın, her şeyden önce bu kalın dergilerimiz ve “Bolşevik” aracılığıyla bütün bu yetersizliklerin giderilmesine artık başlamanın gerekli olduğunu anlatmaktadır. Özellikle kaim dergilerde zaman zaman da bilimsel ve toplumsal çıkarların anlatıldığı felsefi makaleler ortaya çıkacaktır.
Bilimler Akademisi, Felsefe Enstitüsü, kürsüler ve benzeri yönetici durumundaki felsefi kurumların konuları da zayıf.
Bence, Felsefe Enstitüsü oldukça ümitsiz bir tablo çizmektedir: Enstitü diğer şehirlerde felsefe alanında çalışanları bir araya getirmiyor ve onlarla karşılıklı ilişkide bulunmuyor, bundan dolayı enstitü birlik ve beraberlik içinde olma özelliğine sahip bir kurum değil artık. Taşralarda bulunan filozoflar kendi kaderlerine bırakılmışlardır, ne yazık ki onlardan yeterince yararlanılmamaktadır. Felsefe ya da tez çalışmalarının konuları çoğunlukla geçmişe yönelik, sakin ve az sorumluluk gerektiren tarihsel konulardır. Örneğin; “Geçmişte ve Günümüzde Kopernik’in Saçmalıkları” gibi konular. (Salonda canlanma) Bu Ortaçağ felsefesinin belli ölçüde canlanmasına yol açmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, burada Hegel hakkında yapılan tartışma çok garip doğrusu. Tartışmaya katılanlar açık olan bir kapıyı zorla açmaya çalıştılar adeta. Hegel hakkındaki mesele çoktan çözülmüştü. Hiçbir temele ve yeni bir belgeye dayanmadan, daha önce üzerinde çalışılıp, gerekli değerlendirilme yapılmasına rağmen, bu konuyu tekrar tartışmaya açmak hiçbir şey getirmedi. Tartışmanın kendisi bile ne yazık ki ortaçağ felsefesi kafasında, tartışmanın fazla verimli olmadığı anlaşılmaktadır, sanki bir zamanlar bazı çevrelerde insanın iki parmakla mı, yoksa üç parmakla mı haç çıkarması gerektiği, ya da Tanrının kendi kaldıramayacağı bir taş yaratıp yaratamayacağı, ya da Meryem Ana bakire miydi yoksa değil miydi gibi sorunların açığa çıkarılması gibi verimsiz olmuştur. (Gülüşmeler) Çağdaşlığın güncel sorunları hakkında çalışmalar yapılmalıdır. Bunların hepsi, düşündüğünüzden daha büyük tehlikelerdir. İçinizden bazılarının bu yetersizliklere alışmış olması daha büyük bir tehlikedir.
Felsefe çalışmalarında ne savaşımcı bir ruh, ne de Bolşevik’çe bir hız hissedilmektedir. Yayınlanan bu ders kitabındaki bazı hatalı durumlar, felsefe cephesindeki tüm öteki geri kalmışlıkla çağrışım yapmaktadır, bundan dolayı bu, tek tek, tesadüfî bir olay değil, bir süreçtir. Gerçeği konuşmak gerekirse, nerede bu cephe? Felsefe cephesi bizim düşündüğümüz anlamda bir cephe değildir. Felsefe cephesinden söz edilince, o zaman akla şu düşünce gelir: Marksist teorinin gerçekleştirilmesi uğruna donatılmış, dışarıda düşman ideolojisi ile ülke içinde bizim Sovyet insanının bilincindeki burjuva ideolojisinden kalma izlere karşı açık bir saldırıya geçen, sosyalist toplumdaki emekçilerin, davamızın kesin zafere ulaşmasında bilime dayanan bir güven ve yolumuzun kurallarına uygun bir bilinçle benimsedikleri yorulmak nedir bilmeden bilimimizi ileri götüren savaşımcı filozofların bir araya geldikleri örgütlü ekip.
Ama felsefe cephemiz böyle gerçek bir cepheye benziyor mu? O, daha çok suyu durgun küçük bir dereyi, ya da savaş alanının çok genlerindeki bir konaklama yerini andırıyor. Savaşa daha girilmemiş, düşmanın büyük bir bölümüyle temasa geçilmemiş, keşif yapılamıyor, silahlar karıncalanmış, rizikoya girmeyen askerler ile korkudan mumyalara dönmüş komutanlar ya eskiden kazanılmış zaferlerle övünüyorlar ya da saldırıya geçmek için güçlerinin yetip yetmeyeceğini, yardıma ihtiyaçları olup olmayacağını ve bilincin yaşamdan geri kaldığı sürece geri kalmışlığın kendini fazla belli etmeyeceğini tartışıp duruyorlar. (Gülüşmeler)
Ama diğer taraftan partimizin, felsefe çalışmalarının gelişmesine sürekli ihtiyacı vardır. Her günü bizim sosyalist yaşam tarzına yaklaştıran tüm hızlı değişimler filozoflarımız tarafından değerlendirilmemekte ve Marksist diyalektiğin bakış açısıyla aydınlatılmamaktadır. Böylelikle felsefe bilimimizin daha da geliştirilmesi güçleşiyor ve felsefi düşüncelerin geliştirilmesi büyük ölçüde profesyonel filozoflar dışında yapılıyor. Buna kesinlikle izin verilmez.
Felsefe cephesinde geri kalmışlığın nedeni tabii ki nesnel koşullarla ilintili değildir. Nesnel koşullar nasıl olur da hiçbir zaman elverişli olmaz, bilimsel analiz ve değerlendirme bekleyen malzemelerin sayısı sürekli sınırsızdır. Geri kalmışlığın nedenini soyut alanlarda aramak gerekir. Aslında MK, ideolojik cephenin diğer alanlarındaki geri kalmışlığı analiz ederek, asıl nedenlerini gün ışığına çıkarmıştır.
MK’nin ideolojik meselelerle ilgili ünlü kararlarını hatırlıyorsunuzdur. Bu kararlar edebiyat ve sanattaki ideolojisizliği ve apolitikliği hedef almakta ve çağdaş konulardan kopmaya karşı çıkmaktadır. Geçmişteki konulardan uzaklaşmaya ve yabancı hayranlığına da karşı olan bu kararlar, Bolşevik Partisi’nin edebiyat ve sanatta da savaşımcı olması düşüncesine dayanmaktadır, ideolojik cephemizde çalışanların birçoğunun MK’nin kararlarından gerekli sonuçları çıkarıp, bu yolda büyük başarılar elde ettikleri zaten bilinmektedir.
Ne var ki filozoflarımız biraz geri kalmışlardır. Onların felsefe çalışmalarında ilkesiz ve ideolojisiz oldukları, modern konulara fazla değer vermedikleri ve burjuva felsefesi önünde dalkavuk ve yaltakçı oldukları gerçeği görülmektedir.  Onlar, ideoloji cephesindeki değişikliklerin onları pek ilgilendirmediğini sanmaktadırlar. Oysa şimdi bu değişiklik tekrar gereklidir.
İdeolojik çalışmaların ön sıralarında felsefe cephesinin olamayacağı görüşünde suçun büyüğü Aleksandrov yoldaşındır. O, çalışmalardaki yetersizlikleri eleştirel bir gözle gün ışığına çıkarma yeteneğine sahip değildir. O, filozofların yaygın, topluca bilgi ve deneyimlerine dayanmadan kendi gücünü açıkça abartmaktadır. O, kendi çalışmasında yeteneklerine haddinden fazla tapan, yakın meslektaşlarının dar çevresine oldukça fazla güvenmektedir (Nidalar: Doğru! Alkışlar). Felsefe alanında yapılan tüm etkinlikler sanki filozofların küçük bir grubunun eline geçmiş, özellikle taşradaki filozofların büyük bir kısmının yönetim çalışmalarına katılımı sağlanamamaktadır.
Böylelikle filozoflar arasındaki karşılıklı ilişkiler bozulmaya başlamıştır.
Anlaşılan felsefe tarihi ile ilgili bir ders kitabının, ya da buna benzer çalışmaların hazırlanması sadece Aleksandrov yoldaş gibi bir insanın omzuna bırakılmamalıydı. Daha baştan diyalektik materyalistlerden, tarihi materyalistlerden, tarihçilerden, doğa bilimcileri ve ekonomistlerden oluşan bir grubun böyle bir çalışmaya katılımı sağlanmalıydı. Aleksandrov yoldaş kitabı hazırlarken bilgili insanlardan oluşan böyle geniş bir çevrenin yardımına başvurmamakla büyük bir yanılgıya düşmüştür. Bu hatayı düzeltmek gerekir. Bizde felsefe konusunda ulaşılan bilgiler tabii ki kolektif olarak bütün Sovyet filozoflarının malıdır. Yazarların büyük bir grubunun ders kitabının hazırlatılmasına katılımını sağlama yöntemi, en yakın zamanda hazır olması beklenen ekonomi politik ders kitabının hazırlanmasında uygulanmaktadır; böyle bir kitabın hazırlanmasına tarihçiler ve filozoflar gibi ekonomistler de dâhil edilmiştir. Yapılan bu gibi çalışmalarda böyle bir yöntem her zaman çok daha güvenlidir. Aslında bunda; ideolojik alanda çalışanların kendi aralarında yetersiz ilişkileri olan farklı ekiplerin güçlerini, bilimsel değeri yüksek olan önemli sorunların çözümünde birleştirmek ve ideolojinin değişik branşlarında çalışanları akordu bozuk bir orkestra durumuna düşmemeleri için ortak harekete geçirebilecek şekilde örgütlemek gibi bir düşünce yatmaktadır. Örgütlü ve birlikte olmak başarılı olmanın büyük garantisidir.
Felsefe cephesinde, yönetici durumunda çalışanlar arasındaki nesnel hatalar nereden kaynaklanmaktadır? Buradaki tartışmada eski kuşak filozofların temsilcileri zamanından önce yaşlanıp, güçleri kalmayan ve mücadelelerindeki kavgacılıklarının yetersizliğini bahane ederek, genç filozofları haklı olarak neden kınadılar? Marksizm-Leninizm’in temelinin yeterince anlaşılamaması ve burjuva ideolojisinin etkisinde kalmaları herhalde bu sorunun tek cevabıdır. Bu, bu alanda çalışanların bazılarının; sosyalist inşa uğruna yapılan deneyimler ve modern doğa bilimlerinden elde edilen başarıların temelinde Marksizm-Leninizm’in sürekli gelişen, daima zenginleşen, canlı ve yaratıcı bir öğreti bulunduğunu hâlâ anlayamamaları demektir. Öğretimizin bu yaşayan devrimci yönünün yeterince değerlendirilememesi felsefe ve felsefenin rolünün küçümsenmesine yol açmamalıdır. Özellikle kavgacı ve militan ruhundaki bu yetersizliği bazı filozofların, pratik yaşamda her gün önlerine çıkan ve cevap verme zorunda kaldıkları çağdaşlıkla ilgili meselelerin çözümü gibi yeni meseleler hakkında güçlerini denemeden korktukları nedeninde aramak gerekmektedir. Sovyet toplumu ile Sovyet devleti teorilerini, çağdaş doğa bilimleri teorisini, etiği ve estetiği cesurca ileri götürmenin zamanı gelmiştir. Bolşeviklere özgü olmayan korkaklığa bir son vermek gerekmektedir. Gelişmede durgunluk varsa, bu felsefemizin cansızlaşarak, onun en değerli özelliklerinden biri olan gelişme gücünün yok edilmesi ve onun ölü, kısır bir dogmaya döndürülmesi demektir.
Bolşevik eleştiri ve özeleştiri konusundaki sorun filozoflarımız için yalnız pratik değil, aynı zamanda son derece teorik bir sorundur.
Diyalektiğin bize öğrettiği gibi eski ve yeni, yok olanla doğan, köhneleşen ve gelişmekte olan arasındaki mücadeleler gelişme sürecinin içsel özelliği ise, Sovyet felsefesi, diyalektiğin bu yasasının, sosyalist toplum koşullarında ve uygulanışındaki özgünlüğü nasıl işlediğini göstermek zorundadır. Sınıflara ayrılmış bir toplumda, bu yasanın bizim Sovyet toplumuna göre daha farklı işlediğini bilmekteyiz. Bilimsel araştırma yapmak için çok geniş imkânlar vardır, bu alanı bizim filozoflardan kimse yeterince değerlendirememektedir. Bu durumu daha önceden fark eden Partimiz, sosyalist toplumdaki çelişkilerin (bu çelişkiler vardır, filozoflar, korktuklarından bu çelişkiler hakkında yazmak istememektedirler) üstesinden gelinmesi ve açığa çıkarılması için sosyalizmin uğruna özel bir formül, yani Sovyet toplumumuzdaki eleştiri ve özeleştiri diye adlandırılan, eski ve yeni, yok olanla doğan arasında bir mücadele şekli geliştirmiştir.
Birbirine rakip sınıfların ortadan kaldırıldığı Sovyet toplumumuzda yeni ile eski arasında mücadele, yani alt seviyeden yüksek seviyeye doğru gelişme, kapitalizmdeki gibi kataklizm ve uzlaşmaz sınıfların mücadelesi şeklinde değil de, Partimizin elindeki büyük silah ve gelişmemizin asıl hareket gücü olan eleştiri ve özeleştiri şeklinde yapılmaktadır. Bu hiç şüphesiz, hareketin yeni bir görünüşü, gelişmenin yeni bir şekli ve yeni diyalektik kurallara uygun hareket etmek demektir.
Marx der ki: Daha önceki filozoflar yalnız dünyayı açıkladılar, ama asıl mesele dünyayı değiştirmektir. Biz eski dünyayı değiştirdik ve yenisini kurduk, ama ne yazık ki, filozoflarımız bu yeni dünyayı yeterince anlatamıyorlar, bu yeni dünyadaki değişimlere pek katlamıyorlar. Burada, yani bu geri kalmışlığın nedenini “teorik” olarak açıklamak gibi birkaç denemeye şahit olduk. Örneğin filozofların, yorumlama safhasında oldukça fazla kaldıklarından, kendi araştırmalarına zamanında geçemediklerinden bahsedildi. Açıklama bu ve hem de şükran dolu, ama inandırıcı değil. Bir filozofun yaratıcı çalışması tabii ki her şeyden üstün tutulmalıdır; bu yorumlanan ve daha doğrusu herkesin anlayacağı bir şekilde getirilen çalışmanın daraltılması gerektiği demek değildir. Halkımızın da bu çalışmaya ihtiyacı vardır.
Kaybolan zamanı telafi etmek için acele etmek gerekiyor. Sorunlar yarını beklemez. Komünizmin ve aynı zamanda sosyalizmin Büyük Anayurt Savaşı’nda kazandığı parlak zafer emperyalistlerin gırtlağına dayanmıştır. Marksizm’e karşı mücadelenin merkezi şimdi Amerika ve İngiltere’ye kaymıştır. En koyu gericilerle diğer gericilerin bütün gücü şimdi Marksizm’e karşı mücadelenin hizmetine geçmiştir. Yobaz ve kara koyu gericilerin canını sıkan Atom-Dolar demokrasisinin hizmetçi burjuva felsefesi tekrar gün ışığına çıkartılmış ve donatılmıştır: Vatikan ve ırkçı bir teori. Azgın milliyetçilik ve köhnemiş idealist felsefe. Satılmış sarı basın ve soysuzlaşmış burjuva sanatı. Ama güçlerinin kâfi gelmediği anlaşılıyor. Marksizm’e karşı sürdürülen “ideolojik” savaşın bayrağı altında şimdi daha çok askeri silâhaltına almaktadırlar. Gangsterler, belalılar, casuslar ve cinayet zanlıları bu mücadeleye iştirak etmektedir. Şu yeni örneğe bir bakın; geçenlerde “İzvestiya”daki bir habere göre redaktörlüğünü varoluşçuluğun temsilcisi Sartre’in yaptığı “Tan Modern” dergisinde, yeni bir ilhamla nakledilen cinayet sanığı yazar Jana Jene’nin “Hırsızın Günlüğü” kitabı şu sözlerle başlamaktadır: ‘”İhanet, Hırsızlık ve Homoseksüellik’ işte tüm bunlar benim ana konularımı oluşturacak. İhanet, hırsızlık ve aşk maceraları gibi zevklerim arasında organik bir bağ bulunmaktadır.” Anlaşılan, yazar işini biliyor. Bu Jana Jene’nin piyesleri haddinden fazla abartılıp Paris sahnelerinde gösterilmekte iken, Jana Jene bin-bir rica ile Amerika’ya davet ediliyor. İşte burjuva kültürünün son sözü.
Faşizme karşı kazandığımız zaferden elde edilen deneyimlerden sonra idealist felsefenin, bütün halkı nasıl bir çıkmaz sokağa götürdüğünü bilmekteyiz. Şimdi o, burjuvazinin yıkılışındaki tüm derinliği, alçaklığı ve çirkefliği yansıtarak her şeyi yeni, kirli ve tiksindirici bir şekilde gözler önüne sermektedir. Felsefede belalı ve cinayet zanlılarının bulunması gerçekten de ölüme ve soysuzlaşmaya yakın olmak demektir. Ne yazık ki, bu güçler hayattalar ve kitlelerin bilincini hâlâ zehirlemekteler.
Modern burjuva bilimi, acımadan foyası meydana çıkarılması gereken yeni gerekçeler gösterilen fideizmi (Tanrıya inanmanın zorunluluğu görüşü -çev. notu) ve yobazlığı donatmaktadır. Örneğin; İngiliz gökbilimcisi Eddington’un, hiçbir şeye dayanmadan, sayıların Pitagoras mistiğine varan ve apokaliptik sayı 666 gibi matematik formüllerden dünyanın asıl sabit değerlerinden çıkan dünyanın fiziksel sabit değerler teorisine bir bakın. Einstein sonrası birçok araştırmacı, diyalektik bilgiler ile mutlak ve birbirine bağıntılı gerçekler arasındaki ilişkileri kavrayamadan, sonsuz evren gibi evrendeki son ve sınırlı hareket kanunlarının araştırma sonuçlarına vararak dünyanın sonsuzluğu ve zamanla da dünyanın boşluğundaki sınırlılık konusunda anlaşmaktadırlar, hatta gökbilimci Miln dünyanın 2 milyar yıl önce kurulduğunu hesap etmektedir. Büyük vatandaş filozof Bacon’un onların bilimlerinin acizliğini doğaya karşı iftiraya döndürdükleri konusundaki sözleri, bu İngiliz bilim adamlarına karşı kullanmak gerekir.
Burjuvazi atom fizikçilerinin laf kalabalığı yapan Rantçıları elektronda “özgür irade” sonucunu elde ederek, maddeyi sadece bir dalgalar bileşimi şeklinde ifade eden denemelere ve başka anlaşılmazlıklara varmaktadırlar.
Modern doğa bilimlerinin sonuçlarını analiz etmek ve genel hükümler vermek zorunda olan filozoflarımız için burada pek büyük bir faaliyet alanı bulunmaktadır, onlar Engels’in, “doğa bilimleri çağını oluşturan her yeni bir buluşla materyalizmin yeni bir görünüş kazanacağı” sözünü hafızalarında tutmalıdırlar. (F. Engels, Ludvig Feuerbach, K. Marx ve F. Engels, Eserleri, XIV. Cilt, sf. 647)
Marksizm’in zafere ulaştığı ülkenin filozofları, soysuzlaşmış ve iğrenç burjuva ideolojisine karşı verilen savaşta başı biz değil de kim çekecek, o ideolojiye ölümcül darbeyi, biz değil de kim vuracak!
Savaşın yıkıntılarından sonra, yeni demokratik devletler ile sömürülen halkların ulusal bağımsızlık hareketleri yayılmıştır. Sosyalizm, halkların yaşamını düzene sokmak için ayağa kalkmıştır. Marksizm’in zafere ulaştığı ülkenin filozofları; yurtdışındaki dost ve kardeşlere yardım edip, onların mücadelesini bilimsel ve sosyalist bilincin ışığıyla biz değil de kim aydınlatacak, onları bilgilendirip, Marksizm’in ideolojik silahıyla donatmayı biz değil de kim yapacak?
Ülkemizde sosyalist ekonomi ve kültür güçlü bir şekilde gelişmektedir. Sosyalist bilincin devamlı artması, bizim de ideolojik çalışmalarımızı daha fazla yapmamızı zorunlu kılmaktadır. İnsanların zihninde burjuva ideolojisinden kalma izlere amansız saldırı hâlâ devam etmektedir. Felsefe cephesinde çalışanlar arasında başı çekerek, yine aynı derecede sosyalizmde ortaya çıkan yeni sorunların çözümünde ve sosyalist inşa sırasında kazanılan önemli deneyimlerden sonuçlar çıkarıp, bilincin Marksist teorisini uygulamayı bizim filozoflarımız değil de kim yapacak!
Bu önemli meseleler hakkında sizlere birkaç soru yöneltmek mümkün mü? Filozoflarımız yeni sorunları omzumuzdan kaldıracak yetenekte mi, felsefe cephaneliğimizde yeterince barut var mı, felsefenin gücü zayıflamadı ya. Bilimin yapıldığı felsefe kadrolarımız kendi öz güçleriyle gelişmelerindeki yetersizlikleri giderecek ve çalışmalarını yeniden yönlendirecek yeteneğe sahipler mi? Bu gibi konularda hemfikir olunmalı. Felsefe tartışmaları bu gücün bulunduğunu, hatta hiç de az olmadığını ve bu gücün tüm eksiklikleri giderecek düzeyde olduğunu göstermiştir. İnsanın daha çok kendi gücüne inanarak, önemli çağdaş problemlerin çözümünde etkin bir mücadele verip, gücünü daha çok denemesi gerekmektedir. Çalışmalarda savaşımcı olmayan ruha son vermeliyiz, eskimiş Âdem’den silkinip, bir zamanlar Marx, Engels ve Lenin’in çalıştığı gibi, hatta Stalin’in hâlâ çalıştığı gibi çalışmaya başlamak gerekmektedir. (Alkışlar)
Yoldaşlar, anımsayacağınız gibi, bir zamanlar Engels, “Marksizm” kitabının baskısının 2–3 bin nüshayla yayınlanmasının politik olaylar konusunda önemli bir anlam taşıdığını sevinerek ifade etmişti. Bizim şimdiki ölçülerimize göre bu sayı o kadar önemli değil, ama Engels’in şu sözü doğru: “Marksist felsefe işçi sınıfı arasında derin bir kök saldı.” Marksist felsefenin halkımızın geniş katmanlarına yayılışına ne demek lazım, felsefe eserlerinin bizde, halkımızda on milyonlarca nüsha ile yayıldığını, acaba Marx ile Engels bilselerdi, ne düşünürlerdi? Bu, Marksizm’in gerçek bir yaratıcılığıdır. Bu, dünyada benzeri olmayan Marx-Engels-Lenin-Stalin’in büyük öğretisinin felsefemizi göklere çıkarttığının çok canlı bir kanıtıdır. Çağımıza, Lenin-Stalin’in çağına, halkımızın ve galip-halkımızın çağına layık olsun, (şiddetli, dinmeyen alkışlar).
(“Voprosı Filosofii” Dergisi, No: 1, 1947)

Ekim 1997

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑