Günlük bir basınla ortaya çıkışımızdan bu yana iki yılı aşkın bir süre geçti. Birçok zorluğu ve saldırıyı göğüsleyerek yolumuza devam ediyoruz. Kendine güvensizliğin yerini, giderek artan bir şekilde kendine güven ve kararlılık alıyor. Henüz işin başında sorumsuz bir ukalalıkla, işçi sınıfı davasına karşı özgürlük talep eden burjuva liberallerin hevesleri ve beklentileri kursaklarında kaldı. Davasına inanmış ve kendisini bilen hiçbir aydın ve sınıf bilinçli işçi, onların yaygaralarına kulak asmadı. İşçi sınıfı hareketi kendi günlük basınını sahipleneceği daha ileri bir örgütlenme düzeyine ulaştı. Moral dayanaklarımız daha da güçlendi.
Ama açıkça kabul etmeliyiz ki, Marksizm’in ve işçi hareketinin tarihsel birikimine yaraşır günlük bir basın düzeyine ulaşabilmek için; bütün bir parti olarak, hem burjuva basının hem de burjuva liberalizminin her fırsatta davaya inançsızlığı ve kendine güvensizliği körükleyen saldırılarına karşı kesintisiz bir mücadele sürdürmek zorundayız. Çünkü burjuvazinin ve onun her türden temsilcisinin hayâsız saldırıları karşısında, kendi basınını “partizanca” bir kararlılıkla savunmak ve geliştirmek, irade ve eylem birliğine sahip bir parti olmanın temel koşullarından biri olduğu gibi; sınıfın her gün mücadeleye atılan yeni kesimlerini, ortak bir sınıf bilincine kazanmanın da temel araçlarından biridir. Ve bir emekçi gazetesi de temel dayanağını; sınıf partisinin ideolojik, politik ve örgütsel varlığı ve mücadelesinin vazgeçilmez bir unsuru olmasında bulur.
Bu mücadelenin diğer yanı ise; bizzat kendi tecrübe ve birikimimizin daha çok farkına varmak ve işçi hareketinin ve Marksizm’in tarihsel tecrübeleri ışığında bilincimizi yenileyip kökleştirmektir. Bu konuda kendimize ve amaçlarımıza güvenmek için yeterince dayanağa sahip bulunuyoruz. Ve biliyoruz ki; günlük basın için mücadele burjuvaziyle proletarya arasındaki uzlaşmaz mücadelenin, diğer mücadele alanlarıyla da ilişki içinde ve onları da etkileyen en önemli alanlarından biri oldu ve olmaya devam ediyor. Bugün, bu mücadelenin neresinde olduğumuzun daha somut olarak kavranmasına yardımcı olmak açısından, yazımıza, bu süreci bazı temel noktalardan özetleyerek devam edeceğiz.
BURJUVA SINIF EGEMENLİĞİ VE İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİNİN GELİŞİMİ SÜRECİNDE GÜNLÜK BASININ YERİ
Feodal aristokrasiye karşı, “ulusal egemenlik” şiarı altında, “parlamenter demokrasiye dayanarak sınıf egemenliğini gerçekleştirme sürecinde, burjuvazi, diğer halk kesimlerinin desteğini almaya özel önem verdi. Buna hizmet etmek üzere günlük basın da, burjuvazi için politik bir mücadele aracı olarak önem kazandı. Bu sınırlar içinde, halkın politik bilincinin gelişiminde önemli bir rol oynamaya başladı. Bu süreç aynı zamanda yeni toplumun temel çelişkisi olan proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelenin açık bir karakter kazanması ve Marksizm’in bilimsel bir sınıf ideolojisi olarak ortaya çıkması sürecidir.
Marx ve Engels, politik mücadeleye yönelir yönelmez, günlük basını proletaryanın bağımsız politik bilincinin ve eyleminin gelişimine yardım etmede bir kürsü olarak ele aldı. Onlar, en başta, burjuvaziye karşı, cepheden ve kesin bir ideolojik mücadele içinde oldular. Özel olarak sınıfların açıktan karşı karşıya geldiği dönemlerde bağımsız bir basınla mücadeleye katılarak, proletarya hareketinin her ileri atılımında, yenilgiyle sonuçlansa bile; kapitalizme karşı meydan okuyan en devrimci sınıfın politik gelişimini, mücadele ve örgütlenme yeteneğini, eşsiz sınıf sezgilerini görüp, bunun coşku ve heyecanını hissettiler ve ifade ettiler. Bu dönemin ürünleri, bugün de işçi sınıfının politik cephaneliğinin canlı ve tarihsel önemde belgeleridir. Marx ve Engels’in günlük basında, sınıfın amaçlarına güvenle bağlanmış, açık ve net bir ideolojik tutumla birlikte, temel aldıkları diğer temel özellik ise; sınıfın günlük pratik eylemiyle, bunun bir ifadesi olarak sınıfın ileri temsilcileriyle birleşmek oldu. Onlar, sınıfın ileri temsilcilerinde, işçi sınıfının geleceğini, sınıfsal niteliklerini ve devrimci özelliklerini fark ettiler ve bunları geliştirmeye özel önem verdiler.
Başından itibaren Marksizm’in, günlük basın konusunda temel aldığı ve geliştirdiği ilkeler; bugün de, günlük işçi basınının karakteristik özellikleri olarak, sınıfın bağımsız politik ve örgütsel gelişiminin temel koşulları olarak önemini korumaktadır.
“Gelişen her devrimin, güçlü bir karşı-devrimi de doğurarak ilerlediği” gerçeği, basın alanında da, en çarpıcı biçimde ifadesini buldu. Gazetelere, gazetelerde yayınlanan yazılara açılan davalara, burjuva basının Marx ve Engels’e sayfalarını kapatmasıyla sınırlı kalmadı. Günümüzde belli başlı ülkelerde ekonomi, tarih, politika, felsefe ve sosyal bilimlerde, resmi üniversitelerin çığır açıcı derecede bilimsel değer verdikleri Marksizm’in temel klasikleri; yıllarca burjuva basının “suskunluk” sansürüyle karşı karşıya kaldı.
Giderek devrimci işçi basını, birçok ülkede, amaçlarını eksiksiz bir şekilde ifade edebilme özgürlüğünü, illegal olanaklar yardımıyla ve-veya “Ezop” diliyle kamufle ederek korumak zorunda kaldı.
İşçi sınıfı da, parlamenter mücadele alanında hızla önemli başarılar elde ederek, burjuva parlamentosunun gerçek yüzünü ortaya çıkarmayı başardığı gibi; kendi basınının önemini anlayarak, her koşul altında kendi basınını yaşatma konusunda yetenekli olduğunu gösterdi. Lenin’in övgüyle söz ettiği Alman işçilerinin yasaklama dönemlerinde kendi basınlarını yasadışı yollarla devam ettirmeyi başarmaları, bunun tipik bir örneğidir.
II. Enternasyonal oportünizmi, işçi hareketinin ideolojik, politik ve örgütsel gelişiminde yeni bir ayrışma ve dönemeci ifade eder. İşçi sınıfı, 50 yılı aşan ve ‘Paris Komünü’yle doruğuna ulaşan mücadelelerin ve Marksizm’in işçi hareketinde kazandığı başarıların birikimi üzerinde daha ileri bir aşamaya doğru mu yol alacak, yoksa burjuvazinin, sınıfı yedeklemek için açtığı alanda, burjuva egemenliğin “muhalif” bir eklentisi mi olacak?
Ayrışmanın konumuz açısından da önem taşıyan en önemli yönü; burjuva parlamentarizminin batağına gömülerek yozlaşan, II. Enternasyonal partileri yanında ve onlara karşı, onlarla ve onların Rusya’daki uzantılarıyla mücadele içinde, esas olarak Lenin’in temsil ettiği ve mücadelenin ve örgütlenmenin her biçiminden yararlanma yeteneğine sahip, yeni tipte sınıf partilerinin gelişimini başlatmış olmasıdır. Giderek “Leninist” sıfatıyla anılmaya başlayacak olan, devrimci sınıf partilerinin ayırt edici özelliğini oluşturan merkezi disiplin ve örgütsel sorumluluk sınırının, tam bir irade ve eylem birliği temeline oturması, yeni icat edilmiş bir şey değil; tersine Marksizm ve proletarya hareketindeki gelişimin doğal ve mantıki bir sonucu olduğu gibi; aynı zamanda Marksizm’in ideolojik ilkelerinin de, en ileri derecede savunulması ve geliştirilmesi anlamını taşımaktadır. Yani, Leninist parti; Marksizm’in, ideolojik ilkelere, sınıfın tarihsel görev ve sorumluluklarına ve bunları yerine getirme yeteneklerine sahip devrimci sınıf partisine verdiği önemin, mevcut koşullarda kazandığı somut ve pratik bir ifadesi olarak ortaya çıktı.
İşçi sınıfının bağımsız sınıf olarak örgütlenmesi ve buna hizmet eden işçi basını, burjuvazinin proletarya hareketine yönelen saldırılarının iki temel hedefini oluşturdu. İkinci Enternasyonal partileri, giderek reformcu burjuva partilerine dönüşürken, onların denetiminde bulunan basın da, ideolojik ve politik olarak proletaryanın bağımsız çıkarlarını savunma görevini terk etti. Böylece, devrimci sınıf partisinin inşası için mücadeleyle, bağımsız işçi basını için mücadele birleşik bir karakter kazandı ve sadece burjuvaziye karşı mücadeleyi değil; aynı zamanda, burjuvazinin işçi sınıfı içindeki dayanağını oluşturan, küçük burjuva sınıfsal eğilimlere karşı mücadeleyi de kapsadı. “Kolektif bir propagandacı ve ajitatör” olduğu kadar, “kolektif bir örgütleyici” olarak da, devrimci sınıf partisinin şekillenmesine hizmet eden temel bir araç oldu.
“Bir adım ileri, iki adım geri… Bireylerin yaşamında, ulusların tarihinde ve partilerin gelişmesinde böyle şeyler olur. Ama bir an için bile olsun, devrimci sosyal-demokrasinin ilkelerinin, proletarya örgütünün ve parti disiplininin kaçınılmaz ve tam zaferinden kuşkulanmak en canice korkaklık olacaktır. Daha şimdiden çok şey kazanmış bulunuyoruz ve tersliklerden umutsuzluğa kapılmayarak savaşı sürdürmeliyiz, sebatla ve yaygaracı çevrenin dar kafalı yöntemlerini görerek; bütün Rus sosyal demokratlarını birbirine bağlayan, güçlükle elde edilmiş tek parti bayrağını korumak için elimizden gelen her şeyi yaparak; bütün parti üyelerinin ve özellikle işçilerin, parti üyelerinin görevlerini, ikinci parti kongresindeki mücadeleyi, ayrılığımızın bütün nedenlerini ve bütün aşamalarını, program ve taktik alanlarda olduğu gibi, örgütlenme alanında da, burjuva psikolojisine çaresizce teslim olan, burjuva demokrasisinin görüşlerini eleştirisiz kabullenen ve proletaryanın sınıf mücadelesi silahını körelten oportünizmin kesinlikle felaket getireceğini, tam ve bilinçli bir biçimde anlamalarını ısrarlı ve sistemli bir çalışma ile sağlamaya çalışarak savaşı sürdürmeliyiz.
“İktidar mücadelesinde proletaryanın örgütten başka bir silahı yoktur. Burjuva dünyasındaki anarşik rekabet kuralı ile birbirinden ayrı düşmüş, sermaye için gerekli emekle beli bükülmüş, sürekli olarak yoksulluğun, vahşetin ve bozulmuşluğun ‘derin çukurlarına’, gerilere itilmiş olan proletarya, ancak çalışan milyonlarca insanı bir işçi sınıfı ordusu halinde kaynaştıran maddi örgüt birliğinden kuvvet alan Marksizm ilkeleri üzerindeki ideolojik birliği ile kaçınılmaz biçimde yenilmez bir güç haline gelebilir ve gelecektir.” (Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri.)
Ve işçi sının basını, proletaryanın maddi örgüt birliğinin bir unsuru ve güçlü bir mücadele olma özelliği kazandığında, kendisine yönelen açık saldırıların da hedefi oldu. Proletarya partisinde, örgütsel disipline karşı eleştiri özgürlüğü isteyenler, işçi basınında da “özgürlük” savunucusu oldular. Bunun anlamı; proletarya hareketinin sadece genel bir amaç birliği düzeyinde kalarak, günlük mücadele birliğinin baltalanması, günlük mücadelede burjuvaziyle araya bir sınır koymayarak, bağımsız sınıf çıkarlarından vazgeçilmesidir. Dolayısıyla da genel amaçların bir süs olarak kalmasıdır. Lenin bu eğilimlere karşı da mücadele ederek işçi basınının devrimci özelliklerini geliştirdi.
“Bizler hür, sadece polis karşısında değil; sermaye karşısında da hür, fırsatçılar ve ar tvistler karşısında hür ve daha önemlisi, anarşik, düzen bilmez burjuva bireyciliği karşısında hür bir basın yaratmak istiyoruz, yaratacağız da.
… Herkes istediğini yazmakta ve söylemekte, hiçbir kısıntıya uğramaksızın yazıp söylemekte hürdür. Ama her türlü dernek, bu arada parti de, Parti’ye aykırı fikirleri yaymak için Parti’nin adını ve araçlarını kullananları kovmak hürriyetine sahiptir. Söz ve basın hürriyeti tam olacaktır, kabul Ama dernek hürriyeti de tam olacaktır. Sana, söz hürriyeti adına, hoşuna giden her şeyi yazmak, uydurmak, haykırmak hakkını tanıyorum. Ama sen de bana, dernek hürriyeti adına, şunu ya da bunu yazıp söyleyen insanlarla birlik olma ya da olmama hakkını tanıyacaksın. Parti hür iradeyle kurulmuş bir dernektir ve prensiplerine aykırı görüşler yayan üyelerinden arınmazsa, önce ideolojik bakımdan, sonra da maddi bakımdan soysuzlaşır ve kaçınılmaz bir şekilde çöker. Parti’nin görüşlerine uygun olanla aykırı olanın sınırı da Parti’nin programında, statülerinde ve taktik kararlarında, uluslararası sosyal-demokrasinin ve uluslararası hür proletarya derneklerinin geçmiş deneylerinde çizilidir. Proletarya partilerine de durmadan çeşitli kimseler girer. Pek de tutarlı, pek de doğru olmayan akımlar bu partilerde de görülmüş ama proletarya da zamanı gelince partisini “temizlemekken kaçınmamıştır. Bizde de Parti içinde aynı şey olacaktır, eleştiri “hürriyetinin sayın burjuva partizanları: Partimiz işte bir hamlede bir kitle partisi haline gelmektedir, gizli kapaklısı olmayan bir şekilde ve hızla örgütlenmekteyiz, tutarsız birçok kimse, hatta belki Hıristiyanlar, mistikler, kaçınılmaz biçimde gelecekler bize. Biz feleğin çarkından geçmiş kimseleriz, midemiz sağlamdır. O tutarsız elemanları da benimseyeceğiz. Parti içinde eleştiri ve düşünce hürriyeti, insanların parti adı verilen hür derneklerde toplanma ve birleşme hürriyetini bize hiçbir zaman unutturmayacaktır.
… Paranın iktidarı üzerine oturtulmuş bir toplumda, gerçek, ama gerçek “hürriyet” diye bir şey olamaz. Siz sayın bay yazar, siz hür müsünüz burjuva editörünüze karşı? Hür müsünüz, tablolarınızda baldır-bacak, “kutsal” dram sanatınızda fuhuş gösterisi isteyen burjuva halkınıza karşı? Sizin o mutlak hürriyetiniz, gerçekte, burjuva ya da anarşist bir cümleden başka bir şey değildir (Dünya görüşü olarak anarşizm de, tersine dönmüş bir burjuva felsefesidir çünkü). Bir toplumda yaşamak ve o toplumdan bağımsız olmak, yok böyle şey. Burjuva yazarın, burjuva sanatçının, burjuva oyuncunun hürriyeti, aslında maskelenmiş, ya da kendini ikiyüzlüce maskeleyen bir bağımlılıktan başka bir şey değildir…” (Lenin, Seçme Yazılar.)
Lenin, günümüzde de, her soydan temsilcisi bulunan, bir dönemler Marksizm’e bulaşmış burjuva liberallerin, sınıflar mücadelesinden soyutlanmış bir basın ve düşünce özgürlüğü yaygarasının; burjuvazinin basın üzerindeki tekelini gizlemenin bir aracı olduğunu hiçbir tereddüde meydan vermeyecek biçimde ortaya koydu.
“Pür demokrasinin belli başlı parolalarından biri de ‘basın hürriyeti’dir. İşçiler bilirler ve bütün dünya sosyalistleri defalarca ortaya sermişlerdir ki, en iyi basımevleri ve en önemli kâğıt depoları kapitalistlerin elinde bulundukça ve sermayenin basın üzerindeki hâkimiyeti devam ettikçe, bu hürriyet bir yalandır. Demokrasi ve cumhuriyet rejimi ne kadar gelişmişse (bugün Amerika’da olduğu gibi), sermayenin basın üzerindeki hâkimiyeti de bir o kadar kaba ve ikiyüzlü biçimde artar. Emekçiler, köylüler ve işçiler için gerçek demokrasiyi ve gerçek eşitliği kurup sağlamak istiyorsak sermayenin yazarları, basımevlerini ve gazeteleri satın almasını önlemek gerekir. Kapitalistlerin hürriyet dedikleri, zenginlerin daha da zenginleşme hürriyetidir ve işçilerin de açlıktan ölme hürriyeti. Kapitalistlerin basın hürriyeti dedikleri de, basının zenginler tarafından satın alınması ve kamuoyunu işlerine geldiği gibi hazırlamak ve aldatıp uyutmak yolunda kullanma hürriyetidir. ‘Pür demokrasi’nin savunurları, aslında, kitlelerin haberleşme ve bilgilenme araçlarına zenginler tarafından el konması demek olan en aşağılık bir sistemin savunurlarıdır. Halkı aldatmaktadır bunlar ve baştanbaşa yalan dolu güzel cümlelerle halkın, basını sermayenin hâkimiyetinden kurtarmak olan gerçek, somut tarihsel görevini yerine getirmesini geciktirmektedirler…” (Lenin, Seçme Yazılar.)
Bu değerlendirmelerin yapıldığı, 1919 yılından bu yana. ne burjuva basının amaçlan değişti ne de “pür demokrasi”nin savunucularının rolü. Ama özellikle işçi hareketinin yarattığı tehlike, sosyalizm tehdidi ve emperyalistler arası amansız rekabetin gözünü döndürdüğü tekelci burjuvazi, Almanya ve İtalya gibi ülkelerde baştan sona zorbalık ve teröre dayanan faşist egemenlik biçimine yönelirken, basını en gelişmiş yöntemlerle emekçi halk kitleleri üzerinde estirilen faşist terörün ve saldırgan savaşın bir unsuru haline getirdi.
Elbette ki, basının böylesi bir kullanılışı sadece Göbbels’le sınırlı kalmadı. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD önderliğinde, sosyalizme ve proletarya hareketine yönelen ve “soğuk savaş” adı verilen karşı-devrimci saldırı sürecinde, burjuva basın, özel bir rol oynadı. Burjuva basının temel hedefi; işçi basını ve ilerici bütün kesimler üzerinde estirilen terör ve demagoji dalgasıyla birlikte, işçi hareketinde ideolojik bulanıklıklar, örgütsel güvensizlikler ve davaya inançsızlık yaratarak, kitlelerin örgüt fikrine yabancılaşmasına yol açarak, emekçi hareketinin bilinç ve örgütsel dayanaklarını tahrip etmekti. Bütün güçler bunun için seferber edildi. Politikadan tarihe, sosyal psikolojiden ekonomiye, sanat ve edebiyattan sosyal bilimlere kadar, her alandan uzmanların çalışmalarıyla, uluslararası düzeyde burjuva basının sürdürdüğü kampanyalarla bombardıman edilen politikalar oluşturdular. “Hür dünya” basını, ufak tefek farklılıklarla birkaç uluslararası basın ajansının verdiği “haberler”le yetinmeye zorlandı. Emperyalist basın; CIA başta olmak üzere istihbarat örgütleri, çeşitli kılıflar altında örgütlenmiş “kontrgerilla ve sabotaj” örgütleri ve askeri kurmayların yönlendiriciliğinde sürdürülen karşı devrimci saldırının vazgeçilmez bir unsuru oldu.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra burjuva basını karakterize eden, onun açıktan anti-komünist ve saldırgan niteliğidir. Sadece düşünce alanında bir mücadele değil; doğrudan kitlelerin günlük bilinç ve algılama yeteneğine yönelen çok yönlü bir saldın olmasıdır. Her türden insani ve toplumsal duygunun, kaygı ve endişenin, umut ve özlemin istismar edilmesi ve insan bilincine karşı kışkırtılmasıdır. Toplumsal güven ve gelecek kaygılarının istismar edilmesi ve basit bir meta haline getirilmesidir.
Hizmet ettiği uluslararası politik amaçları göz önüne aldığımızda, bütün bunları yapmakla, yaşanan reel dünyanın aslını, tamamını değil, gazetenin uygun gördüğü görünümü ile uygun gördüğü kadarıyla ve gazetenin meslek etiğine (eğer ortada bir meslek etiği kalmışsa) göre işlenmiş haliyle bize sunulan dünyayı yaşarız. Dünyanın kendisini yaşamamız artık çok sınırlıdır. (UPS grevi, her şeye rağmen işçi ve emekçi sınıfların dünyanın kendisini yaşamayı tercih ettiklerini gösterdi). Yaşadığımız, bu “ürüne dönüştürülmüş” dünyadır…
“Okuduğunuz her haber, onlarca kişinin belirli bir işbölümü içinde oluşturduğu bir üründür. Endüstriyel bir üründür. Bilinç endüstrisinin endüstriyel bir ürünüdür.” (Ünsal Özkay, İletişimin ABC’si.) şeklinde yapılan ‘akademik’ bir değerlendirme, sorunun, sadece teknik sayılabilecek bir yanını ifade etmekle sınırlanmış olduğu gibi, “etkinlik derecesi” açısından karamsar bir sonuca yol açan ve halkın günlük yaşam ve kendi öz tecrübesinin önemini dışta tutan bir abartıyı içermektedir. Kitabın, emperyalist basının belki de son ve en şaşaalı birleşik kampanyası olan Körfez krizi ve revizyonizmin çöküşü döneminde yazılmış olmasının bu değerlendirmede payı olsa gerek. Oysa ABD’de Körfez Savaşı sonrası yapılan kamuoyu anketleri, basına duyulan güvende önemli oranda bir düşüşün meydana geldiğini gösterdi. Yani insan iradesi, hangi araçlarla olursa olsun bilinci yaratmıyor, belki, uygun koşullarda, sınıf ve güç ilişkilerinde meydana gelen konjonktürel dezavantajlar, onun gelişimini geciktirebilir veya geçici yanılsamalara yol açabilecek bulanıklıklar yaratabilir. Eninde sonunda insan pratiği, bunun bir biçimi olarak sınıfların nesnel eylemi, tayin edici önemini korumaktadır. Sınıflar mücadelesinin açık biçimleriyle çıktığı koşullarda ise; yürütülen demagoji kampanyalarının ters tepen bir silaha dönüşmesi de kaçınılmaz bir sonuçtur.
Günümüz burjuva basınının da ilham kaynaklarından biri olan Göbbels’in vardığı sonuçlar, burjuva basının temel zayıflığını ortaya koymaktadır. “Bir süre sonra cephelerden peş peşe başarısızlık haberleri gelmeye başladığında, cephedeki oğullar, kocalar bir bacağı kesik olarak çıkıp geldiğinde, ya da kentlerdeki ulaşım şebekeleri bozulduğunda, yiyecek bulmak zorlaştığında” burjuva basının inandırıcılığı kalmaz. Yani, “… halkın yaşadığı realiteyi yanılsama içinde algılaması sonuna kadar sürmemektedir, mutlak bir yanılsama hiçbir zaman sağlanamamaktadır.” (Ünsal Özkay, İletişimin ABC’si.) “Takke düşmekte” ve “kel görünmekte”dir. Sorun bu “realite”yi savunanların ve temsil edenlerin, kendi bağımsız basınlarına sahip olmasında, bu konuda
bilinçli ve inandırıcı bir mücadelenin veriliyor olmasındadır. Halkın yeniden ve yeniden “takkenin düşmesini” bekleyen seyirci olmaktan çıkıp, kendi “realite”sinin bilinçli bir unsuru olmasındadır.
Dolayısıyla da, burjuva basının son elli yıllık ‘başarısı’ da, kendisine vehmedilen ‘karşı konulamaz’ gücünden değil; tam tersine, kapitalizmin mezar kazıcısı proletaryanın, son elli yılda, tarihinin en ağır ihanetine uğramış olmasından ve kapitalizmin ana merkezlerinde işçi sınıfı hareketin tarihinin en durgun son 50 yılını yaşamış olmasından, II. Dünya Savaşı sonrası teşekkül eden konjonktürün buna izin vermesinden ileri geliyordu. Devrimci Marksizm’in proletarya hareketine kazandırdığı en değerli silahların, ideolojik ilkelerin, ideolojik ilkelere somut ve maddi bir temel sağlayan devrimci sınıf partilerinin; tarihinin en ağır tahribatına uğramış olmasından ileri geliyordu. Proletaryanın ana kitlesinin kendi devrimci partisinden ve basınından mahrum bırakılmasından ileri geliyordu. Devrimci sınıf basını yerine; devrimci sınıf bilincini ve sınıf egemenliği için mücadele bilincini körelterek, sadece burjuva egemenliğin eksik ve aksaklıklarını eleştirmekle yetinen burjuva liberal basının ikame edilmiş olmasından ileri geliyordu.
’90’lı yıllarda, modern revizyonizmin çöküşü, belli bir dönemde oluşan ideolojik yanılsamaların maddi dayanaklarını çökerttiği gibi, burjuva liberalizminin gerçek yüzünü de ortaya çıkardı. Bu durumda emperyalizmin bütün araçlarla sürdürdüğü demagoji ve yaygaraların ömrü fazla uzun sürmedi. “… Halkın yaşadığı realiteyi yanılsama içinde algılaması” sona erdi.
’93 ve ’94’lerden itibaren, eski sosyalist ülkelerde, yeniden örgütlenmeye yönelen eski revizyonist partilerin (onların ideolojik ve örgütsel temellerinin ve izledikleri çizginin bütünüyle sınıfa yabancı olmasına rağmen) oy oranlarındaki yükselme ve yer yer iktidara gelişleri bunun kanıtıdır.
ABD de dâhil olmak üzere kapitalizmin belli başlı merkezlerinde işçi sınıfı hareketinde meydana gelen gelişmeler ve bunların kısa bir sürede yol açtığı siyasal “sürpriz”ler bunun kanıtıdır.
Bütün bunlar da gösteriyor ki, burjuva basın, sihirli bir nedenden veya ideolojik bir “yenilenmeden” değil; “meydanı boş buldu”ğu için başarı kazanabilmiştir. Bu koşullarda ise; “pür demokrasinin “hür” yazarlarının ‘endüstriyel haber üretimi’nin “ağırbaşlı konu mankenleri” olduğu gerçeği de, giderek daha çok işçi ve emekçi tarafından anlaşılır hale geldi.
Elbette ki, somut koşullardaki değişme ve gelişmeler, işçi sınıfı basınının kendine daha çok güvenmesine olanak sağlamaktadır. Ama bu durum, burjuva basına karşı, onun tahribatlarına karşı mücadelenin önemini ortadan kaldırmaz. Çünkü burjuva basın bugün de, işçi ve emekçilerin bilincinde yanılsamalar yaratarak, onların örgütlenme bilincini köreltmeye, bağımsız bir politik çizgi etrafında birleşmelerini önlemeye hizmet edecek saldırılarını sürdürmektedir. Bu durum ise; devrimci sınıf partisinin ve sınıfın bilinçli temsilcilerinin sorumluluklarını daha da artırmaktadır.
BUGÜNKÜ BURJUVA BASINDAN KISA BİR KESİT
II. Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte, faşizmin basın alanındaki tecrübelerini de geliştirerek, sosyalizme ve işçi hareketine saldırının temel silahlarından biri haline getirmede, ABD basını birinci derecede rol oynadı. Ve Amerikan gazeteciliği, televizyon da dâhil -olmak üzere, burjuva basında en saldırgan ve pervasız bir anti-komünizmi temsil etti. Faşist demagojiden esinlenen ve esas olarak; her türlü insani duygunun insan bilincinin çarpıtılmasına hizmet edecek şekilde istismar edilmesine ve kışkırtılmasına dayanan “8 sütuna manşet” sansasyonel habercilik ve skandallar, Amerikan basınının en gözde yöntemleri olarak geliştirildi. Para dışında her türlü ilke ve değerden yoksun olan Amerikan burjuvazisinin özelliklerine denk gelen bu yöntemlerle, tekelci basın, “halkın yaşadığı realiteyi yanılsama ile algılaması”nın sağlanabileceği iddiasına ulaşan kaba bir idealizme vardı. Burjuva devlet karşısındaki yeri açısından ise; “… temel konularda homojen bir ideolojik odak oluşturup sürdürebilmek için, diğer ideoloji alanlarında çelişkiler içinde işleyebilen ‘yeni’ bir yapılanmaya” giderek, orduyu, polisi ve burjuvazinin sınıfsal egemenliğini tereddütsüz savunmada, zaman zaman burjuva partileri gölgede bırakan bir rol oynamaya soyundu. Ama son olarak ortaya çıkan UPS grevi, Amerikan tekelleri için de, bir dönemin geride kaldığını, “meydanların artık boş” olmadığını açıkça ortaya koydu.
Amerikan basınının en yakın izleyicilerinden olan ülkemizde de, burjuva basın; 12 Eylül sonrasında, bir yandan; kendi aralarındaki kıyasıya rekabetle birlikte daha geniş boyutlarda tekelleşirken, öte yandan; faşist diktatörlüğün tahkim edilmesine paralel olarak ve bunun da bir unsuru olmak üzere; işçi ve emekçilere yönelen karşı devrimci saldırıların en önemli araçlarından biri oldu.
Bugün, özellikle, tekelci basının en gelişmiş özelliklerini gösteren ve aynı zamanda tekelci burjuvazinin Amerikan emperyalizmiyle en köklü bağlara sahip olan iki tipik temsilcisi Hürriyet’i de tekeline alan Milliyet ve Sabah’tır. Her iki basın grubu da TV kanallarına sahip olduğu gibi; Türkiye’nin en köklü sermaye gruplarıyla da ilişki halindedir. Burjuva sınıf egemenliğini ilgilendiren temel ideolojik konularda tam bir homojenlik içindedirler. Bazı günlerde aynı manşetleri atmaları bunun bir göstergesidir. Onlar temsil ettikleri sınıfın en bilinçli savunucuları iddiasında oldukları için, siyasal etkileri giderek daha da zayıflayan partilerden herhangi birine yakın olmak yerine, özellikle, devletin en istikrarlı ve güçlü organlarının, yani generallerin ağırbaşlı uyarı ve politikalarını toz kondurmadan savunurlar. Eğer, kendi aralarındaki rekabetin yol açtığı “kirli çamaşırlar” gündemde yoksa attıkları her manşette devletin temel organlarının verdikleri mesajları gözetirler. “Temel konular” dışındaki “diğer ideoloji alanlarında çelişkiler içinde işleyebilen yeni” yapılanmanın bir gereği olarak her biri, dönme Marksistlerden, “tatlı su liberalleri”ne kadar, burjuva ideolojisinin zengin “çeşitlerini” bulundurmaya özen gösterir ve bunlar için verdikleri “transfer” paralarını reklâmdan sayarlar. Bu özellik, onların, burjuva egemenliğin “güç odaklarıyla tam bir irade birliği içinde olmalarını sağlarken, hitap ettikleri kesimlerin net bir değerlendirme ve sonuca ulaşmalarını zorlaştıran “pelte” bir ideolojik bulanıklık yaratılmasına da hizmet eder. Dün methiyeler düzdükleri bir partiyi, ertesi gün yerin dibine batırmaktan çekinmezler ve bunun için de herhangi bir gerekçe gösterme ihtiyacı duymazlar. Çünkü;, onlar, ülkenin en köklü sermaye gruplarının ve devletin en güçlü organlarının “koruması” altındadır ve söylediklerinden ve yazdıklarından sorumlu tutulmazlar.
Basın tekelleri, “İtalyan faşizminin söyleminin halk tarafından niçin çabuk kabul edildiğini araştıran Amerikalı ‘siyaset bilimci’lerin” vardıkları; “faşizmin söyleminin sokağın söylemi ile aynı oluşundan ileri geldiği” (Ünsal Özkay, İletişimin ABC’si) sonucunu manşetlerinde dikkate aldıkları gibi; liberalleri ve sokağı hesap eden bir basın yelpazesi geliştirdiler. Milliyet ve Sabah’ın yanında her iki tekel de, orta sınıf aydınlarına hitap eden Radikal ve Yeni Yüzyıl gibi birer liberal yayına sahip oldukları gibi, “sokağı” esas alan, Meydan, Posta, Fanatik gibi gazeteleriyle de geniş kesimlere seslenmeye önem vermektedir.
Bilinçli amaçlarla seçilmiş rezalet edebiyatına, ulu orta suçlama ve ithamlara dayanan skandal haberler ve her türlü insan duygusunun tahrik edilmesine ve olayın veriş tarzı karşısında dehşete kapılarak bilinçsiz-kör bir tepki gösterilmesine hizmet eden sansasyonel yöntemler; her iki basın tekelinin izledikleri belirlenmiş çizginin temel özelliğidir ve en gözde kadroları ise; rezalet edebiyatı uzmanları ve tahrikçilerdir.
Bir örnek vermek gerekirse; generallere yaslanan geleneksel sermaye gruplarıyla RP’ye yaslanan yeni tekel grupları arasındaki mücadelenin kızıştığı dönemde ortaya atılan Müslüm Gündüz skandalı; rezalet edebiyatının ve bunun politik amaçlar için hayâsızca ve hiçbir ahlak ve hukuk kuralı olmaksızın kullanılmasının tipik bir örneğidir. Bir yandan polisle işbirliği halinde gerçekleştirilen operasyona katılan basın, temel hukuk kurallarını ayaklar altına alırken, aynı zamanda gizli olması gereken ön soruşturma da dâhil olmak üzere yargının bütünü üzerinde açık ve kuralsız bir baskı oluşturulmasına hizmet etti. Bu arada, generaller tarafından TBMM iradesi hiçe sayılarak yürütülen ve açık darbe tehditleriyle de desteklenen kampanyaya, hiçbir “hukuki” dayanağı olmayan destek sağlanmış oldu. Susurluk tartışmasıyla başlayan ve generallere uzanan “çete soruşturmasının hız ve etkinliğinin kesintiye uğraması kolaylaştırıldı. Böylece, “temel konularda sağlanan ideolojik homojenlik” sağlama alınarak diğer birçok sorunda eleştirel pozisyon elde edilmiş oldu. Aynı zamanda rakip tekel gruplarının mevzi kazanması, devletin temel kurumlarının desteği ve onların savunusu altında önlenmiş oldu. Bu arada “sokağın söylemi” bolca kullanıldı. Her rezalet (skandal) haberin arkasında, insan duygularının tahrik edildiğini, her sansasyonel haberin içeriğinde, halka yönelen saldırıların gizlendiğini, olayların gerçek sınıfsal karakteriyle kavranmasını zayıflatacak çarpıtmaların bulunduğunu anlamak zor değildir.
Amerikan basınının en provokatif özelliklerinin en hevesli taklitçisi olarak ortaya çıkan Star TV’den holdinglere uzanan sermaye grubu; dini inançların istismarını motif olarak kullanan Türkiye gazetesi, TGRT ve holdingleriyle 12 Eylül sonrası palazlanan sermaye grubu; Show TV’den Akşam gazetesine doğru uzanan yayın grubu, özel olarak, politika alanında dini inançların en güçlü biçimde istismarını temsil eden ve kendine özgü olarak şekillenen tekelleşmesiyle, geleneksel sermaye gruplarıyla açık bir çatışmaya zorlanan Kanal 7, Zaman vb. yayınlarla temsil edilen sermaye grubu da, özellikle ideolojik ve politik avantajlarıyla belli bir etkinliğe sahip bulunuyor. Her ne kadar, ‘laiklik’ konusunda farklı bir tutumu temsil etmiş olsa da, “temel kurumların” savunulmasında egemen sınıfların genel eğilimlerine açık bir tutum içine girmediği de, bir gerçektir. Bu tablo, sermaye grupları arasındaki henüz belli bir istikrara kavuşmamış bulunan ilişki ve çelişkilerin göstergesini oluşturduğu gibi; belli bir iddiaya sahip sermaye gruplarının ekonomik ve politik çıkarlarını savunmada, kendi basın tekellerini oluşturmaya önem verdiklerini de ortaya koymaktadır.
Burjuvazinin ve burjuva basının işçi sınıfına ve sosyalizme karşı mücadelede, en önemli yedeklerinden biri, en gelişmiş örneğini Cumhuriyet’te gördüğümüz reformcu-liberal burjuva basınıdır. Özellikle, ilerici güçler ve sınıfın ileri kesimlerinde yarattığı ideolojik bulanıklıklar ve özendirdiği eğilimler nedeniyle, işçi sınıfı basını açısından en önemli ideolojik ayak bağını oluşturduğu bir gerçektir. Revizyonizm ve işçi hareketine yabancı küçük burjuva akımlar açısından, her dönemde dikkate alınması gereken bir mihrak olarak kabul edilmesi nedeniyle de, özellikle ağır baskı dönemlerinde, genel olarak ‘sol’ hareket üzerinde çapından çok bir etkinliğe sahip oldu. ‘Sol’ akımlar karşısında ‘tarafsız’ kalmaya gösterdiği özen, onu burjuvazinin bir eklentisi olmaktan alıkoymadığı gibi; işçi hareketi ve Marksizm karşısında sorumsuz bir ‘eleştirel’ pozisyon kazanmasının dayanağı oldu. Her dönemde, “temel konularda ideolojik homojenliğin” bir parçası olması nedeniyle de, eleştirileri hiçbir dönemde “sistem içi” sınırları taşmadı. Sözde “sol”u temsil eder görünmesi nedeniyle de birçok namuslu aydın tarafından “zorunlu” olarak desteklenmesi gereken bir yayın olma avantajını değerlendirdi. Kemalizm, onun için varlığını borçlu olduğu bir dayanak olmakla birlikte, Kemalizm karşısında da samimi olmadı.
Kemalizm’in övgüsü, mevcut koşullarda açık bir tutum ve somut bir sorumluluk almamanın, günü kurtarmanın gerekçesi oldu. Bir örnekle anlatmak gerekirse; Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı içtenlikle savunmanın en tipik örneklerinden biri olan Y. Kadri kadar, Cumhuriyetin sonraki yıllarının samimi ve halkçı bir eleştiri çizgisine sahip olmadı. (Elbette biz, Cumhuriyet gazetesinin resmi yayın çizgisini esas alıyoruz. Yoksa Cumhuriyet gazetesinde Marksizm’e karşı açık sorumlulukları olmadığı halde, sosyalizme ve Marksizm’e yönelen saldırıların en doruk noktasında, M. C. Anday gibi saldırılara karşı açık ve net bir tutum alan aydınlar da yazıyor.) Hiçbir zaman tutarlı bir anti-emperyalizmi savunmadığı gibi, Kemalizm’in argümanları, askeri cuntalar karşısındaki dalkavukluğunun zorlama örtüleri oldular. İzlediği çizgi itibariyle, halka yabancı üst tabaka aydınların gururunu okşamaya özel önem gösterdi. Ülkemizde Kemalizm maddi dayanaklarını yitirdikçe, Cumhuriyet de egemen sınıflara ve emperyalizme daha da yakınlaştı ve işçi sınıfı ve Marksizm karşısında daha gerici bir çizgiye kaydı. İlerici düşünce ve politikayla “devrimcilik”in halka yabancılaşmasında önemli bir kürsü görevi gördü. Kısaca özetlemek gerekirse; Cumhuriyet, her şeyi tepeden eleştiren, ama hiçbir sınıf ve hiçbir parti karşısında somut ve pratik bir sorumluluk almayan, halka yabancı ukala ve liberal bir ‘sol’cu tipini özendirdi. Oysa Türkiye, ilerici aydın birikimi açısından en ileri Avrupa ülkelerinden bile çok geride olmayan bir potansiyele sahip olduğu gibi, işçi ve emekçi hareketi açısından da; en azından bölgesinin en dinamik ülkesi olmasına rağmen; Cumhuriyet, aydınların halk hareketine yakınlaşmasının ve halk hareketinden güç ve moral destek sağlamasının aracı değil; tersine, yabancılaşmayı körükleyen, aydınların önemli bir bölümünün politika-dışı kalmasına hizmet eden mihraklardan biri oldu. Böylece egemen sınıfların tekelci basın aracılığıyla sürdürdüğü saldırıların etkili olmasına yardım etti.
İŞÇİ SINIFI HAREKETİNDE MEYDANA GELEN GELİŞMELER VE İŞÇİ BASINI
İşçi sınıfı basını açısından varılabilecek en genel sonuç; uluslararası planda işçi hareketinin ve Marksizm’in karşı karşıya kaldığı saldırıların yol açtığı tahribatların bertaraf edilmesi ve kendi ideolojik, örgütsel ve sınıfsal temellerine oturtulmasıdır.
Bunun açık ve pratik anlamı nedir?
1950’li yıllardan itibaren sosyalizm ve halk demokrasisi ülkelerinde ve giderek proletarya hareketinin en gelişmiş olduğu ülkelerde, devrimci sınıf partilerine revizyonizmin egemen olması ve giderek daha da derinleşen bir ideolojik ve örgütsel yozlaşma ve çürüme sürecine girmesidir. Böylece işçi sınıfı, emperyalizmin saldırıları karşısında en temel silahlarından mahrum bırakılarak, ön cephesinde sağlam bir mevzi tutma olanağını kaybetmiş oldu. İşçi sınıfının en ileri müfrezeleri, burjuva ideolojik saldırılara açık hale gelerek, tarihinin en ileri kazanımlarının ardından, uluslararası düzeyde açık sınıf çatışmalarına girmeden, en ağır yenilgi ve mevzilerini ve olanaklarını kaybetme sürecine girmiş oldu. Bu durum, bütün ülkelerde işçi hareketinin gelişimini baltalayan en önemli etkenlerden biridir. Bu olgunun diğer yüzü ise; Marksizm’in, başlıca hayat kaynağı olan sınıfın günlük yaşam ve mücadelesinden (en azından proletarya hareketinin ana kitlesinden) kopmasıdır. Böylece de, Marksizm’in, mücadelede bir eylem kılavuzu olarak, mücadelenin canlı deneyleriyle sınanıp zenginleşerek, burjuvaziye karşı her cepheden barikat oluşturabilme olanaklarını, uzunca sayılabilecek bir süre boyunca, kaybetmesidir.
Bunun bir sonucu olarak; işçi sınıfının ana kitlesinin revizyonizmin etkinliğine girmesi, Marksizm’in devrimci bayrağını elden bırakmayan devrimci sınıf partilerinin gelişimini ve proletarya hareketi içinde kök salmasını ve istikrarlı örgütsel temeller kazanmasını yavaşlattı. Uzunca bir süreci kapsayan bu durum, ideolojik açıdan zayıflıklar yarattığı gibi, örgütlenme ve çalışma tarzında sınıf-dışı alışkanlık ve eğilimlerin gelişmesine de zemin hazırladı.
Revizyonizmin çöküşü, genel olarak küçük burjuvazinin, özel olarak da, sınıf partilerindeki küçük burjuva öğelerin, sosyalizm ve proletarya hareketiyle olan ilişkisinde köklü bir sarsıntı yaratarak, önemli bir bölümünün açıktan Marksizm’e ve işçi sınıfı hareketine karşı inançsızlık ve güvensizlik içine düşmesine, revizyonist partilerde ve küçük burjuva akımlarda ideolojik bir çöküntüye yol açtı. Proletarya hareketinde ileri ülkelerde meydana gelen gelişmeler, elli yılın yarattığı bulanıklık ve yanılsamaların dağılma sürecini de başlatırken, işçi sınıfı hareketinin nesnel gelişimiyle, ideolojik çöküntü ve bulanıklıklar arasındaki çelişki de, özellikle ’90’lı yıllardan itibaren daha açık bir karakter kazandı. Revizyonizmin tahribatının en yoğun olduğu ülkelerde bile işçi sınıfı hareketinin kazandığı devrimci gelişme eğilimi, revizyonist partilerin sınıfın günlük yaşamından ve eyleminden zaten kopmuş olduklarının bir göstergesi olduğu gibi, hiçbir ihanetin ve hiçbir saldırı ve demagojinin nesnel sınıf çelişkilerini yatıştıramayacağının da açık bir kanıtıdır. Marksizm’in ve devrimci sınıf partilerinin gücü de, buna dayanmaktadır.
Bu süreç, ülkemizde kendine özgü özelliklerle, kendine özgü koşullarda ve kendine özgü çelişkilerle yaşandı. 12 Eylül yenilgi ve gericilik yıllarının yarattığı ve her ülke için olağan sayılabilecek sarsıntılara, uluslararası planda revizyonizmin çöküş sürecinin de eklenmesi ve bunun yol açtığı çelişkili sonuçlar; devrimci hareketimizin esas özgün yanını oluşturmaktadır. Bu, bir yandan, yenilgi ve gericilik yıllarının körüklediği ideolojik ve örgütsel tasfiye sürecinin daha da ağırlaşmasına yol açan unsurların eklenmesi anlamına gelmekle birlikte; aynı zamanda 12 Eylül tasfiyeciliğine karşı gelişen mücadele, revizyonizmin çöküşünün yol açtığı saldırılar karşısında tutulan bir mevzi özelliği kazanarak; saldırıları püskürtme olanaklarını genişletti. Ayrıca, işçi hareketindeki gelişmelerin ’89’dan itibaren kitlesel boyutlar kazanması, devrimci sınıf hareketinin mevzilerini daha da güçlendirdi
Sınıfının karşısına çıkan bir parti militanının, “Bu benim gazetemdir, ben bu çizgiyi savunuyorum, benim partim hata ve eksiklerini hiçbir önyargıya ve hiçbir kaygıya kapılmaksızın düzeltme cesaretini her zaman gösterdi. Ben de bu sorumluluğu taşıyorum” diyememesi, burjuvazi karşısında da, kendine güven ve cesaretle, “Ben çıkarları bağımsız bir sınıfım ve her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırmadan sınıfsal özgürlüğümü elde edemem. Bu nedenle de sonuna kadar işçi sınıfının egemenliği için mücadele edeceğim” diyememekle eşanlamlıdır. Bu konuda ortaya çıkan aşınmaların, giderek sınıf partisi sorumluluk ve disiplininin biçimsel bir süs haline dönüşmesine yol açacak bir tehdit unsuru olduğu da bir gerçektir. Bir işçinin, kendi sınıfına ve kendi sınıf ideolojisine güvenmeyen bir partiliye güvenmek yerine “kendi işini kendi eline alma”yı tercih edeceği ve elbette ki, tercih etmesi gerektiği açık değil midir?
Yani, işçi sınıfının birbirini tamamlayan ve güçlendiren iki temel silahında aşınmalara yol açan tahribatlar ve bunların giderek azalan oranda da olsa bir alışkanlık oluşturma eğilimi, önümüzdeki süreçte sınıf partisinin aşması gereken temel bir zaafı oluşturmaktadır.
Bu sorunun bir diğer yanı, günlük basının içeriğinin, her gün daha ileri düzeyde, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına cevap verebilmesi, burjuva basının dizginsiz saldırıları karşısında sınıfın mücadeleye atlan kesimlerini silahlandıracak özellikler kazanması sorunudur.
Bu konuda, daha önce de sözü edilen, Marksizm’in işçi hareketi dışında kalışının yol açtığı zayıflıkların ve yarattığı alışkanlıkların başında, günlük basının sınıfa hitap etme yeteneklerinin körelmesi gelmektedir. Tipik bir örnek olması açısından; ’80 öncesinde, TKP desteğinde yayınlanan Politika gazetesinde Asım Bezirci tarafından yazılan bir yazıdan örnek vereceğiz: “Evet, öteden beri biliyordum ki, ‘devrimci kuram (teori) olmadan devrimci hareket olmaz.’ Ve kuram (geniş anlamda bilgi ve sanat) ancak ‘kitlelere mal olunca maddi bir güç haline gelir.’ Öyleyse, devrimci kuramın bir türü olan devrimci edebiyat da kitlelere ulaşmalı, kitlelerce anlaşılıp sevilmeli, özümsenip benimsenmeliydi. Yoksa kitlelerin düşünce, duygu ve beğeni düzeyini yükseltemez, onların eğitimine, gelişimine, savaşımına (ve dolayısıyla dünyanın değişimine) katkıda bulunamazdı. Daha doğrusu, daracık bir çevrede azıcık bir katkıda bulunurdu.
Açık konuşayım: Kendi payıma, bu sınırlı katkının bile sonucundan biraz kuşkuluyum! Nitekim son zamanlara değin yazdıklarımı gözden geçirince üzülerek, şaşırarak şunu gördüm:
Yıllarca ben kitlelerden çok aydınlar için yazmışım! 1955’lerden beri dergilerde, kitaplarda çoğunlukla sayılı kitapsever aydınları ilgilendiren konuları genellikle onların anlayabileceği biçimde ele almışım. Gerçi sözü geçen konuları bilimsel sosyalizm ışığında aydınlatmaya; edebiyat alanındaki biçimci, bireyci, gerici davranışlar ile sapmaları, yanılgıları eleştirmeye; elimden geldiğince açık, yalın, duru bir anlatım kurmaya çalışmışım. Fakat yazdıklarımı işçiler de yeterince anlar mı, sever mi, önemser mi diye kaygılanmamışım…
Şimdi kaygılanıyorum. Artık kendimi değiştirmek, aşmak istiyorum…” (Asım Bezirci, Halk ve Sosyalizm İçin Kültür ve Edebiyat – Asım Bezirci’nin halka ve sosyalizme yakın özelliklerinin, revizyonizmin çöküşü döneminde, onu, ‘eski yoldaşlarına’ değil sosyalizme ve halka en yakın mevzide ve açık saf tutmaya sevk eden temel bir faktör olduğunu ve bu yöndeki kararını adı geçen yazıda vererek, özeleştiri yaptığını söylemek, sanıyoruz ki abartılı bir yorum sayılmaz.)
Asım Bezirci’nin ‘kendi payına’ yaptığı bu değerlendirme ve bir anlamda içten özeleştiri, revizyonizmin, Marksizm’i ve devrimci teoriyi ‘daracık bir çevrede azıcık bir katkıda’ bulunamayacak kadar sınıftan ve halktan, onun günlük mücadelesinden koparılmış olmasına yöneltilmelidir. İşin önemli bir yanı da böyle bir durumun, özellikle günlük bir basınla işçi sınıfının karşısına çıkılmasıyla birlikte fark edilmesidir. 12 Eylül yenilgi ve gericilik yıllarının, bu yabancılaşmanın etki alanını daha da genişlettiği düşünülürse, günlük basının içeriği açısından temel sorunumuz daha da anlaşılır hale gelecektir.
Marksizm, sınıflar mücadelesinin bilimiyse; günlük bir işçi basınının temel işlevi; sınıflar-arası ilişki ve çelişkilerin, gerçeğe en uygun bir şekilde, karşılıklı ilişki ve çelişkileri içerisinde, sınıfların karşı karşıya gelişinin en can alıcı göstergelerinin, toplumsal gelişim süreciyle bağlantıları içinde gözler önüne serilmesidir. İşçi ve emekçi sınıfların, kendi sınıfsal çıkarlarının, politik amaçlarının bilincine varmasına, dostlarını ve düşmanlarını ayırt etmesine, her somut durumun gereğini anlamasına yardımcı olmaktır. Olayların canlı bilgisiyle, işçi sınıfının, toplumu değiştirebilecek, değiştirilme mücadelesinin başına geçebilecek ve bu mücadelede, diğer emekçi sınıfları da birleştirme yeteneğine sahip tek sınıf olduğunu fark etmesini sağlamak ve bunun sorumluluklarını üstlenmesine yardımcı olmaktır. Geniş halk yığınları, işçi basını için; “kendilerine haber üretilen, duyguları okşanan bir pazar” değil, işçi sınıfıyla birlikte, kendi sınıf çıkarlarını elde etme olanaklarına sahip olacak “müttefik sınıflar”dır. Bunu gerçekleştirmenin temel koşulu ve olanağı ise; sınıfın ve emekçi sınıfların, günlük yaşam ve mücadelesinin bir parçası olarak mevzilenmek, her somut olayda sınıfların karşı karşıya gelişinin canlı tanığı ve tarafı olmak, onu içinde hissetmektir. Haberin “üreticisi” değil; onun bir unsuru olarak, somut gerçeğin ifade edilmesine olanak sağlamak ve buna yardımcı olmaktır. Açıktır ki; bu, sınıf partisinin günlük faaliyetinin de omurgasıdır.
Eğer, işçi sınıfının “iktidar mücadelesinde örgütten başka bir silahı yok” ise ve eğer işçi sınıfı, “ancak çalışan milyonlarca insanı bir işçi sınıfı ordusu halinde kaynaştıran maddi örgüt birliğinden kuvvet alan Marksizm ilkeleri üzerindeki ideolojik birliği ile kaçınılmaz biçimde yenilmez bir güç haline gelebilecek” ise; bunun en temel aracı da, günlük işçi basınıdır. Ve bir sınıf partisinin genel olarak parti basını, özel olarak da, günlük işçi basını karşısındaki tutumu, işçi sınıfı karşısındaki tutumunun ve sınıf içindeki faaliyetinin aynasıdır.
Ekim 1997