“Batı Avrupa felsefesi tarihi” kitabı hakkında

-24 temmuz 1947-
(G. F. Alexandrov’un “Batı Avrupa Felsefe Tarihi” adlı ders kitabının yayınlanması Sovyetler Birliği’nde geniş bir tartışmaya yol açtı. 24 Haziran 1947’de bu kitabın eleştirisinin yapıldığı bir konferans toplandı; Jdanov’un konuşması bu konferansta yapılmıştır.)

Yoldaşlar! Aleksandrov yoldaşın kitabı üzerine yürütülen tartışmanın kapsamı, yalnızca kitapla sınırlı kalmamıştır. Tartışma, felsefe cephesindeki genel sorunları da ortaya koyarak, enine boyuna yapılmıştır. Bilimsel ve felsefi çalışmalardaki sorunlar hakkındaki bu tartışma, bir bakımdan çok yönlü bir konferans havasına dönüşmüştür. Bu elbette çok doğaldır. Bu alandaki ilk Marksist ders kitabı olan felsefe tarihinin hazırlanması, bilimsel ve politik anlam taşıyan çok önemli bir görevi yerine getirmiştir. Bundan dolayı Merkez Komitesi’nin şimdiki tartışmayı başlatarak, bu konuyla yakından ilgilenmesi tesadüf değildir.
İyi bir felsefe tarihi ders kitabının hazırlanması; aydınlarımızı, kadrolarımızı ve gençliğimizi yeni güçlü ideolojik silahlarla donatmak ve aynı zamanda Marksist-Leninist felsefenin geliştirilmesi yönünde ileriye doğru büyük bir adım atmak demektir. Burada, ders kitabına neden büyük bir titizlik gösterildiği ve tartışmanın yaygınlaşmasının ne kadar yararlı olduğu, herhalde anlaşılmaktadır. Ders kitabının değerlendirilmesiyle yetinilmeyeceğinden, felsefe çalışmalarının geniş sorunları üzerinde de durulacağından, bu tartışmadan çıkan sonuçlar hiç şüphesiz çok faydalı olacaktır.
İzin verirseniz her iki konuya da değinmek istiyorum. Tartışmayı özetlemek niyetinde değilim -aslında bu, kitabın yazarının görevidir- ben sadece tartışmayı açmak istiyorum.
Baskin yoldaşın bize daha önceden yaptığı uyarılara rağmen, birtakım alıntılar yapacağımdan, sizlerden daha şimdiden özür dilemek istiyorum. Tabii ki onun gibi eski deniz kurdu bir felsefecinin, denizcilerin tabiriyle “dürbünsüz”, göz tahminiyle deniz ve okyanusları yarıp geçmesi oldukça kolay (Gülüşmeler). Ama benim gibi, ilk defa kötü ve fırtınalı bir havada felsefe gemisinin sallanan güvertesine çıkan acemi felsefeci bir tayfaya, yolunu kaybetmemesi için belli başlı yerlerden alıntılar yapmasına izin verilecektir herhalde (Gülüşmeler ve alkış).
Ders kitabı hakkında tuttuğum notlara geçiyorum.

I
ALEKSANDROV YOLDAŞIN KİTABINDAKİ EKSİKLİKLER
Bence, her şeyden önemlisi bir felsefe tarihi ders kitabından önce şu aşağıdaki izlenimleri elde edinmemiz gerekir:
1) Ders kitabında felsefe tarihinin bilimin bir dalı olarak belirtilmesi gerekir.
2) Ders kitabının, diyalektik ve tarihi materyalizmin elde ettiği çağdaş başarıların temelinde bilimsel bir kaynak olması gerekir.
3) Felsefe tarihinin anlatılması skolastik değil, doğrudan doğruya çağdaşlığa yönelik felsefeyi daha da geliştirici, geleceği aydınlatarak tayin edici, yaratıcı ve etkili olması gerekir.
4) İleri sürülen olgusal veriler tamamen denenmiş ve sağlam olmalıdır.
5) Anlatım biçimi açık, net ve ikna edici olmalıdır.
Bence bu ders kitabı yukarıda açıkladığım koşulları yerine getirememektedir.
Önce bilim konusunu ele alalım.
Kivenko yoldaş, Aleksandrov yoldaşın kitabının, ayrıntılı genel tanımlar ve her ayrı tanımın konunun sadece farklı yönlerini aydınlatması ve ayrı ayrı anlam taşıyan oldukça fazla açıklamalar içermesine rağmen, bilimin konusuna yönelik tam ve açık genel bir tanımlama vermediğine işaret etmektedir. Bu yorum tamamen doğru. Bir bilim dalı olarak felsefe tarihinin konusu da tam açık değildir. 14. sayfada yapılan tanım eksiktir. Sanki esas tanım gibi 22. sayfada güzel ifade edilen tanımlama da aslında doğru değil. Yazarın “felsefe tarihi, insan bilgisinin insanı çevreleyen dünya hakkında geleceğe doğru gelişmesidir”, tanımıyla aynı fikirde isek o zaman, felsefe tarihinin konusu genelde bilim tarihi konusuna tamamen uymaktadır. Ama bu durumda felsefenin kendisi de, daha önce Marksizm’in reddettiği gibi bilimler bilimi görünümündedir.
Yazarın, felsefe tarihi aynı zamanda birçok modern düşüncelerin oluşumu ve gelişim tarihidir fikri ise yanlış ve belirsizdir; çünkü bu durumda “çağdaş” anlayış ile “bilimsel” anlayış özdeşleşmektedir, tabii ki bu da hatalıdır. Felsefe tarihini tanımlarken Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in felsefe bilimi tanımlarından yola çıkmak gerekir.
“Marx, Hegel felsefesinin bu devrimci yönünü kavrayarak geliştirdi. Diyalektik materyalizmin ‘diğer bilimlerin üstünde olan bir felsefeye ihtiyacı yoktur’, ilk felsefeden, formel mantık ve diyalektik olan ‘düşünme ve düşünme yasalarının öğretisi’ kalmıştır. Marx’ın, Hegel’le uyuşan diyalektik anlayışı, bilgisizlikten anlamaya geçişi, yani kavramının gelişimi ve doğuşunu inceleyerek, onu genelleştiren, kendi konusunu da tarihsel gören kavrama teorisinin gneseoloji olarak adlandırılmasıdır.” (V. İ. Lenin, Toplu Eserleri, Cilt XVI-II. Sayfa 11)
Demek ki felsefe bilim tarihi, bilimsel materyalist dünya görüşü ile yasalarının ortaya çıkışı ve gelişimi tarihidir. Mademki materyalizm, idealist eğilimlere karşı mücadele ederek serpildi ve gelişti ise, aynı şekilde felsefe tarihi de materyalizmin idealizmle mücadele tarihidir.
Ders kitabının, diyalektik ve tarihi materyalizmin elde ettiği çağdaş başarılarından faydalanması konusundaki bilimselliğine gelince, ders kitabında bu anlamda birçok ciddi hatalar bulunmaktadır.
Yazar, felsefe tarihini, felsefi düşünce ve sistemlerin bir gelişim süreci, yani çok sayıda artan değişimler sırasında meydana gelen gelişmelerin ahenk içindeki evrimi şeklinde betimlemektedir. Marksizm’in daha önceki ilerici öğretilerden, özellikle Fransız materyalistleri, İngiliz ekonomi-politik ve Hegel’in idealist okulunun öğretilerinden gelişen basit bir devamı olduğu izlenimi elde edilmektedir.
Yazar, 475. sayfada, Marx-Engels öncesi felsefe teorilerinin büyük bulguları içermelerine rağmen, hepsinin yine de sonuçta tamamıyla mantıklı ve bilimsel olmadıklarından bahsetmektedir. Böylesine bir tanımla Marksizm’i, bütün hükümlerinde tamamıyla birbirini takip eden ve bilimsel öğretilerden oluşan Marksizm’den önceki felsefi sistemlerden ayırmaktadır. Demek ki Marksizm’in, Marksizm’den önceki felsefe öğretilerinde tek farkı: Bu felsefelerin tamamıyla birbirini takip ettikleri, bilimsel olmadıkları ve yanılmalarıdır.
Gördüğünüz gibi buradaki sorun yalnızca bir nicelik değişmesidir. Ama bu metafizik bir anlayıştır. Marksizm’in doğuşu gerçek bir bulgu ve felsefede devrimdi. Tabii ki her bulgu, her sıçrama, yeni bir duruma her geçiş ve kesitte olduğu gibi, bu bulgu da birçok değişimin ilk birikimleri, yani Marx-Engels’in bulgusundan önceki felsefedeki gelişmelerin sonuçları olmadan gerçekleşemezdi. Yazar, Marx ile Engels’in nitelik olarak daha önceki bütün ilerici felsefe sistemlerinden farklı yeni bir felsefe kurduklarını açıkça anlamazlıktan gelmektedir. Marksizm’in ve Marksist felsefenin geçmişteki tüm felsefelere göre, felsefeyi bilime dönüştürerek, devrim yaptığı herkesçe bilinmektedir. Daha önceki felsefe sistemleriyle karşılaştırıldığında, yazarın, Marksizm’de yeni ve devrimci bulguların ortaya çıktığını dikkate almayarak, Marksizm’i, Marksizm öncesi felsefenin gelişimiyle birleştirmesi doğrusu çok ilginçtir. Marx ile Engels bile bulgularının eski felsefenin sonu olduğunu ifade etmişlerdir.
“Hegel’in sistemi, felsefede son, hatta bir eksiksiz biçim ve bilimler üstü bir bilim olarak düşünüldü. Onunla beraber tüm felsefe yıkıma uğradı. Sadece düşüncenin diyalektik tarzı ile tüm dünyadaki doğuş ve oluşumun sürekli akışında bulunan, sonsuza dek hareket eden, değişimlerin tüm doğal, tarihi ve aydın dünyasının kavrayışı geride kaldı. Farklı her alanda meydana gelen değişimlerin bu sonsuz sürecinde yeni hareket kanunları keşfetmek için yalnız felsefenin değil, bütün bilimlerin yeni talepler ileri sürmesi gerekiyordu. Bu da, Hegel felsefesini devam ettirenlere kalan mirastır.” (F. Engels, Anti-Dühring,1945, s. 23–24)
Yazar, felsefenin gelişimindeki somut ve tarihsel süreçleri herhalde anlamamaktadır.
Kitabın asıl hatası, yalnız tarihsel süreçteki görüşler ile değişik felsefi meseleleri değil, belli bir konuya ait meseleler gerçeğini görmezden gelmesidir, felsefenin kendi konusu sürekli bir değişimde olup, tamamen insan bilgisinin diyalektik doğasına uyarak, her gerçek diyalekte açık olmalıdır.
Aleksandrov yoldaş, kitabının 24. sayfasında Eski Yunan felsefesini anlatırken şunları yazmaktadır: “Felsefe, köleci eski Yunan toplumunda bağımsız bir bilgi olarak doğdu”. Aleksandrov yoldaş sözlerine şöyle devam etmektedir: “Farklı bir bilgi alanı olarak M. Ö. 6. yüzyılda ortaya çıkan felsefe giderek yaygınlık alanını genişletti.”
Eski Yunan felsefesini, ayrışmış bir bilgi dalı olarak görebilir miyiz? Tabii ki hayır. Yunanlıların felsefi görüşleri, doğa bilimleriyle ve politik görüşlerle o derece sık ve birbirine karışmıştı ki, daha sonraları doğan bilimlerin bölüm ve sınıflandırılmasını Yunan felsefesine aktaramayız, buna hakkımız da yok. Aslında, Yunanlılar yalnızca felsefi görüşleri kapsayan bölünmez tek bir bilim bilirlerdi. Demokrit, Epikur ve Aristoteles’i ele alalım, bunların hepsi Engels’in “En eski Yunan filozofları aynı zamanda doğa bilimleri uzmanıydılar” nitelemesine aynı ölçüde uymaktadırlar. (F. Engels, Doğanın Diyalektiği, K. Marx ve F Engels, Toplu Eserleri, XIV. Cilt Sayfa 498)
Felsefenin kendine özgü niteliği, doğa ve toplum hakkında bilimsel bilgilerin gelişmesiyle pozitif bilimlerin birbiri ardına felsefeden ayrılmasından ibarettir. Yani, felsefenin alanı pozitif bilimlerin gelişmesi hesabına sürekli daraldı (bu sürecin bugüne kadar sonuçlanmadığını belirtmek isterim). Doğa ve toplum bilimlerinin felsefenin himayesinden kurtuluşu, hem doğa hem de toplumsal bilimler ve felsefenin kendisi için ilerici bir gelişmedir.
Son düzeyde hakiki bir gerçeği anlama iddiasında olan geçmişteki felsefe sistemlerinin yaratıcılığı, doğa bilimlerinin gelişmesine yardımcı olamadığı gibi, onları kendi şemasına dâhil ederek, bilimler üstü olmaya çalıştı, gerçek yaşamla bağdaşmayan sonuçları ve sistemin isteklerini canlı insan bilincine zorla kabul ettirdi. Böylece felsefe, çeşitli gerçek, sonuç, varsayım ve fantezilerin üst üste yığılıp kaldığı bir müzeye dönüştü. Felsefe, gezme ve seyir işine hizmet edebilseydi, o zaman dünyayı pratik etkileme ve kavramada bir araç durumunda işe yaramazdı.
Hegel’in kurmaya çalıştığı felsefe yapısının sistemi, böyle bir kuşağın son sistemi idi. Hegel’in kurmaya çalıştığı bu yapı, bütün çelişkileri çözeceğini hesap ederek, diğer bilimleri kategorilerinin şemasına sıkıştırıp, hepsini kendine dâhil etti, fakat bunları yaparken anlaşılır ve uygulanabilir yöntemler kullanmadı, bu yüzden de diyalektik ve bilinen diğer metotların bile içinden çıkamayacağı bir çelişkiye düşüldü.
Ama, Engels “Felsefeden bütün çelişkileri çözmesini talep etmenin, bir filozofun tüm insanlığın, ileriye yönelik gelişiminde sadece yerine getirilmesi gerekenleri yapmasını istemek demek olduğunu bir kere anladık, -kelimenin başka anlamıyla felsefenin de sonunun geldiğini anladık” demektedir. “Böyle bir yolla her insan için gerekli olan ve daha ulaşılamayan ‘hakiki gerçeği’ bir kenara bırakıp, pozitif bilimleri ve sonuçlarını diyalektik metotların yardımıyla birleştirerek, bizim için gerekli, erişilebilir ve birbirleriyle bağıntılı gerçekleri izlemeye yönetelim.” (F. Engels, Ludvig Feuerbach. K. Marx ve F. Engels, Toplu Eserler, Cilt XIV. Sayfa 640) Marx ve Engels’in bulguları, dünyanın evrensel açıklaması iddiasındaki daha önceki felsefenin sonunun geldiğini göstermektedir.
Yazarın belirsiz ifadeleri, Marx ve Engels’in felsefedeki dahice bulgularının büyük ve devrimci anlamını bulandırmaktadır; çünkü o, Marx’i daha önceki filozoflarla aynı kategoriye koyarak, bunu vurgulamakta ve Marx’la birlikte, ilk defa bilim olan felsefe tarihinde, gerçekten de yeni bir dönemin başladığını gösteremiyor.
Ders kitabındaki bu hatanın sık sık tekrarlanmasından dolayı, sanki bir felsefe okulunun diğeri tarafından derece derece değiştirilmesi gibi felsefe tarihine yönelik Marksizm dışı bir yorum yapılmaktadır. Proletaryanın bilimsel dünya görüşü olarak ortaya çıkan Marksizm’le, felsefe tarihindeki eski dönem sona ermiştir. Felsefe eskiden, kendi başına yaşayanların bir uğraşısı ve sayıları pek de fazla olmayan filozof ve öğrencilerden oluşan felsefe okullarının malıydı. O zamanki filozoflar yaşamdan ve halktan kopuk, kendi âleminde bir yaşam sürerlerdi.
Marksizm böyle bir felsefe okulu değildir. Tam aksine Marksizm, bir zamanlar seçkin soylu takımının malı olan eski felsefenin kaldırılmasıdır. Marksizm, felsefenin gerçekten de, kapitalizmden kurtuluş mücadelesi veren proletarya kitlelerinin eline geçen ve felsefeyi bilimsel silah durumuna getiren felsefe tarihindeki yeni bir dönemin başlangıcıdır.
Önceki felsefi sistemlerden farklı olan Marksist felsefe, diğer bilimlerin üstünde bir bilim değil, bilimsel bir araştırma aracıdır. Marksist felsefe, bütün doğa ve toplumsal bilimleri işleyen ve bilimlerin gelişim sürecinde elde edilen verilerle zenginleşen bir yöntemdir. Bu anlamda, Marksist felsefe daha önceki bütün felsefelerin tam ve kesin bir şekilde yadsınmasıdır. Ama Engels’in belirttiği gibi yadsımak yalnızca “hayır” demek anlamına gelmemelidir. Yadsıma sürekliliği içererek, insan düşünce tarihindeki bütün öncü ve ilerici fikirlerin yeni ve en yüksek düzeyde sentezi, onların birleştirilmesi, yutulması ve eleştirel düzeltilmesi demektir.
Yani felsefe tarihi, Marksist diyalektik yöntem var oldukça, bu yöntemin doğuşunu hazırlayan gelişmelerin tarihini kendine dâhil ederek, onun doğuşuna neden olan şartları göstermek zorundadır. Aleksandrov’un kitabında mantık ve diyalektiğin tarihi verilmemiş, insan pratiğinin yansıması olan mantık kategorilerinin gelişim süreci de gösterilmemiştir. Kitabın önsözünde belirtilen, Lenin’in, “insan düşün tarihinde diyalektik mantığın her kategorisinin asıl nokta olarak okunması gerekmektedir” sözü havada kalmaktadır.
Ders kitabında felsefe tarihinin, yalnızca Marksist felsefenin doğuş tarihi olan 1848’e kadar gösterilmesi haksızlıktır. Felsefe tarihinde son 100 yıla değinmeyen ders kitabı tabii ki ders kitabı sayılamaz. Yazarın bu dönemi insafsızca ele almayışını anlamak mümkün değildir. Ne önsözde, ne de başka bir yerde bu konuya yönelik bir açıklama yapılmıştır.
Hiçbir gerekçe gösterilmeden, Rus felsefesinin gelişim tarihi bile ders kitabına dâhil edilmemiştir. Bu hatanın ilkesel bir karakter taşıdığını ispat etmeye gerek yok. Yazar, hangi gerekçeye dayanarak Rus felsefesini genel felsefe tarihi dışına itmiştir. Rus felsefesine kayıtsız kalınarak, Rus felsefesinin rolünün göz ardı edilmesi, doğal olarak felsefe tarihinin Bat Avrupa ve Rus felsefe tarihine bölünmesi demektir. Yazar, böyle bir ayrımın niçin yapıldığına dair açıklama bile getirmiyor. Bu, burjuvazinin “Batı” ve “Doğu kültürü” ayrımını belleklerde canlandırarak, Marksizm’i yerel bir Batı akımı gibi görmektir. Yazar, sadece 6. sayfanın başında büyük bir hamaratlıkla tam çelişkili bir tavır takınarak, Rus felsefesindeki klasiklerin eski felsefe sistemleri hakkında sunduğu o etkili eleştirileri dikkatle öğrenmeden ve kullanmadan, Bat Avrupa ülkelerindeki felsefi düşüncelerin gelişim sürecine ilişkin bilimsel görüşe sahip olunamayacağında direnmektedir. Bu doğru ilkeyi, acaba yazar ders kitabında neden uygulamadı? Böylesine bir tavır hiç anlaşılmamakta ve bu, felsefe tarihinin 1848 yılına kadar anlatılmasında keyfi bir başlangıç olarak kalmakta ve kötü bir izlenim bırakmaktadır.
Daha önce konuşan yoldaşlar, haklı olarak Doğu felsefe tarihinin anlatımındaki noksanlığa dikkat çektiler.
Ders kitabında bu konuya ilişkin temelde bir düzeltmenin yapılması gerektiği herhalde anlaşılmaktadır.
Bazı yoldaşlar, yazarın, konunun araştırılmasına yönelik yöntem ve görevlerini belirtmesi için kitabın önsözünde ilkelerini göstermesi gerektiğine, fakat güya yazarın sözlerini doğru şekilde yerine getirmediğine işaret ettiler. Mademki giriş yanlış ve iler tutar bir tarafı yok, bence bu eleştiri yersiz. Ben, felsefe tarihinin konusunun yanlış ve belirsiz tanımlanmasından bahsetmiştim. Fakat yalnız bununla kalınmıyor. Girişte ve diğer bölümlerde teorik hatalar bulunmakta. Bazı yoldaşlar felsefe tarihinin Marksist-Leninist temelde açıklanması sırasında Çernişevski, Dobrolyubov ve Lomonossov’dan yapılan alıntıların süs gibi kaldığını dile getirdiler, tabii ki adı geçen yazarların doğrudan doğruya bu meseleyle bir ilgisi yoktur. Fakat asıl sorun, yalnız bu değil. Adı geçen bu büyük Rus bilim adamları ve filozoflarının yapıtlarından alıntılar başarısız yapılmış. Bu alıntılardan oluşan teorik önermeler Marksist bakışa göre doğru değil, hatta zararlı olduklarını bile ifade etmek isterim. Bununla birlikte bu alıntıların yazarlarını karalamak niyetinde de değilim. Bu alıntılar keyfi olarak seçilmiş ve yazarın işlediği konuyla hiç de ilgisi yoktur. Yazar, değişik felsefe sistemlerinin kurucularının birbirlerine zıt olmalarına rağmen, yine de birbirleriyle ilişkili olduklarını göstermek için Çernişevski’den alıntı yapmıştır.
İzin verirseniz, Çernişevski’den yapılan alıntıyı aktarayım:
“Bilimsel emeği devam ettirenler, kendi eserlerine ilk kaynak olan, öncüllerinin emeğine başkaldırıdan Aristoteles Platon’a düşmanca baktı, Sokrates Sofistlere hiç göz açtırmadı, hepsinin de öncelleri vardı. Günümüzde bile buna benzer birçok örnek bulunmaktadır. Ama bazen da sevindirici olaylarla karşılaşıyoruz; yeni bir sistemin kurucuları, kendi görüşlerinin öncüllerinin düşüncesiyle açık bir ilişkide olduğunu anlayarak, alçak gönüllülükle kendilerini onların öğrencileri olarak görürler. Öncüllerinin düşüncelerindeki eksiklikleri ortaya çıkararak, yine de görüşlerinin gelişiminde bu bilgilerin yardımcı olduklarını ifade ederler. Örneğin, Spinoz’un Dekart’a bu şekilde bir davranışı vardı. Modern bilimlerin kurucularının şerefine şunu ifade etmek gerekir ki; onlar öncellerine saygılı davranarak, onlara sanki bir oğul sevgisi gösterirler, onlar, öncellerinin dâhiliğinde yüceliği ve kendi görüşlerinin başlangıcı olan öğretilerdeki iyi karakteri kabul ederler:” (Aleksander yoldaşın kitabında 6–7. sayfalar).
Yazar bu alıntıyı kayıtsız olarak yapıyorsa, o zaman bu alıntı, onun kendi görüşünü oluşturmaktadır. Şayet durum böyle ise yazar, Marksizm-Leninizm’e özgü olan felsefede particilik ilkesini gerçekten de reddetmektedir. Marksizm-Leninizm’in her zaman büyük bir ihtiras ve uzlaşmazlıkla mücadele verdiği ve bu büyük mücadelesini yine de materyalizmin bütün düşmanlarıyla sürdüreceği bilinmektedir. Marksist-Leninistler bu savaşta, rakiplerini amansızca eleştirirler. Her kelimesi, rakiplerine karşı bir kılıç niteliğinde olan Lenin’in kitabı ‘Materyalizm ve Ampirio-kritisizm’, Bolşevik mücadelede materyalizmin rakiplerine karşı bir örnektir. Lenin şöyle yazmaktadır:
“Marx ve Engelsin dahilikleri şurada yatmaktadır: Aşağı yukarı 50 yıl gibi uzun bir dönemde materyalizmi geliştirip, felsefede temel bir akıma öncülük ettiler, daha önceleri çözülmüş gneseolojik sorunların tekrarından kaçınıp, materyalizmin, toplumsal bilimlerde nasıl uygulanması gerektiğini gösterdiler. Ve sırasıyla da, süprüntü ve saçmalıklardan oluşan cafcaflı ve yüksekten atıp tutan boş sözleri amansızca açığa vurarak, sayısız denemeler sonucu felsefede ‘yeni’ bir çizgi bulunması ve ‘yeni’ bir akım kazanılması gerektiğini gösterdiler…
“Son olarak, Marx’in ‘Kapitalinde ve diğer eserlerindeki çeşitli felsefî notlara bakınız. Temel gerekçelerin değişmediğini göreceksiniz: Materyalizm uğruna direnme ve her gizemcilik, belirsizlik ve aykırılık görünümündeki idealizme karşı yapılan aşağılayıcı alaylar. Marx’tn tüm felsefi görüşleri bu iki temel zıtlıkta kendini sık sık göstermektedir: Bakış açısı ‘dar’ ve tek ‘yönlü’ profesörlük felsefesi bunlardan kaynaklanan eksikliklerden oluşmaktadır. ” (V. İ Lenin, Toplu Eserler, XIII Cilt, Sayfa 275–276)
Bildiğimiz gibi Lenin rakiplerine karşı acımasızdı. Felsefe akımları arasındaki çelişkileri giderme ve uzlaştırma denemelerinde. Lenin her zaman hep gerici profesörlük felsefesinin oyunlarıyla karşı karşıya kalmıştır Tüm bu olanlardan sonra, Aleksander yoldaş nasıl olur da kitabında, felsefedeki rakiplerine karşı, profesörlük nesnelliğine tam minnettarlık duyarmışçasına, dişsiz bir rakip niteliğinde karşı çıkıyor, oysa Marksizm, idealizm akımının tüm temsilcilerine karşı bu amansız mücadelede doğdu, gelişti ve zafer kazandı. (Alkışlar)
Aleksandrov yoldaş yalnız bununla kalmayarak, ders kitabının bütün içeriğiyle kendi nesnel anlayışını iletmektedir. Aleksandrov yoldaşın, burjuva filozoflarını eleştirmeden, onları göklere çıkarıp, onların üstün yararlıklarını mükâfatlandırması gerçeği tesadüf sayılamaz. Fourier’nin insanlığın gelişmesindeki dört aşama öğretisi örneğine bir bakınız.
“Fourier’nin sosyal felsefedeki büyük başarısı insanlığın gelişimi konusundaki teorisidir.” -diye yazmaktadır Aleksandrov yoldaş- Fouriere’ye göre;
“… Bir toplum gelişiminde dört evre geçirmektedir: 1) Yükselen yıkım, 2) Yükselen uyum, 3) Alçalan uyum, 4) Alçalan yıkım, insanın zayıf düştüğü son safhadan sonra yeryüzündeki tüm yaşam sona ermektedir. Toplumun gelişmesi, insan iradesinden bağımsız gerçekleşerek, bir yıldaki dört mevsim değişimi gibi yüksek safhanın gelişme aşaması da aniden doğar. Fourier bu düşünceden, özgür ve kolektif emeğin egemen olacağı burjuva toplumdaki kaçınılmaz o değişimlere ulaşmaktadır. Gerçi Fourier’nin toplumun gelişim teorisi yalnız dört evreden oluşmaktaydı, ama bu teori o dönemde ileriye doğru atılmış büyük bir adımdı.” (G. F. Aleksandrov, Batı Avrupa Felsefesi Tarihi, Sayfa 353–354)
Burada Marksist bir analizden eser yoktur. Fourier’nin teorisi ne ile mukayese edildiğinde ileriye doğru bir adım atmıştır? Şayet, bu teorinin sihiri, insanlığın gelişimindeki dört evreyi kapsasaydı ve bir de yeryüzündeki tüm yaşamın sona erdiği dördüncü evrenin sonunda alçalan yıkım olsa idi, o zaman yazarın, toplumun gelişim teorisinin yalnız dört evre ile sınırlandığı ve aynı zamanda Fourier’ye olan eleştirisini anlamak gerekirdi, bu arada beşinci evre de insanlık için yalnızca ahiretteki bir yaşam olabilirdi.
Aleksandrov yoldaş nedense, her eski filozof hakkında da sık sık söyleyebilecek iyi sözler bulabiliyor. Bir burjuva filozofu ne kadar ünlü ise, o kadar göklere çıkartılıyor. Tüm bunlar, Aleksandrov yoldaşın herhalde şüpheye düşmeden, her filozofun önce bir meslektaş daha sonra da rakip olarak değerlendirildiği burjuva tarih felsefesinin esiri olduğu sonucunu vermektedir. Bizde böyle bir anlayış yaygınlık kazanırsa, bu kaçınılmaz bir nesnelleştirilmeye, burjuva filozoflarına yaltaklık etmeye ve gösterdikleri üstün hizmetlerden dolayı onları abartmaya yol açacağı gibi, aynı zamanda bu durum bizi mücadeleci saldırı ruhuyla dolu olan felsefemizden vazgeçmeye yönlendirirdi. Bu, materyalizmin temel ilkesinden, yani taraflılık ve partizanlıktan sapmak demek olurdu. Ama Lenin, “materyalizmin, belirli toplumsal grupların bakış açılarına göre oluşan olayların doğrudan doğruya ve açık olarak her değerlendirilmesinde zorunlu kılınan partizanlığı da kapsadığını” bize öğretmedi mi? (V. İ. Lenin, Toplu Eserleri, I. G, s. 276)
Ders kitabında felsefi görüşlerin anlatılışı soyut, nesnel ve tarafsız yapılmaktadır. Kitaptaki felsefe okulları, birbirleriyle mücadele halinde değil de, ardışık ya da birbirinin yanı sıra şeklinde gösterilmektedir. Bu tutum akademisyen ve profesörlük “yöne” doğru bir minnettarlıktır. Herhalde bu tesadüf sayılamaz. Yazar, felsefede partizanlık ilkesini anlatmayı beceremiyor. Yazar felsefede partizanlığa örnek olarak Hegel’in felsefesini göstererek, düşman felsefelerin mücadelesini yine Hegel’in içteki gerici ve ilerici kaynakların mücadelesi şeklinde açıklamaktadır. Böylesine bir ispatın kabul edilmesi sadece nesnel bir eklektizm değil, aynı zamanda Hegel’in abartılmasıdır. Böylece onun felsefesinde gericiden çok ilerici kaynaklar olduğu ispat edilmek istenmektedir. Bu meseleyi bitirmek için şunu da eklemek istiyorum: Aleksandrov tarafından tavsiye edilen, farklı felsefe sistemlerinin değerlendirme yönteminde “üstün yararlıklarının yanı sıra eksiklikleri de var” (Aleksandov’un kitabı, s. 7) ya da “şöyle bir teori bile önemli bir anlam taşımaktadır” gibi son derece belirsiz ifadeler göze çarpmaktadır; bu metafizik ve yetenekli bir yöntem, ama meseleyi karıştırmaktadır. Aleksandrov yoldaşın eski burjuva okullarının akademik bilimsel geleneğine minnettarlık göstererek, materyalizmin, rakipleriyle mücadelede ödün vermeyen temel görüşünü unutması bir türlü açıklık kazanmıyor.
Bir açıklama daha yapmak istiyorum, Felsefe sistemlerinin eleştirel çözümü azimle yapılmalıdır. Daha önce yenilgiye uğrayan ve toprağa gömülen felsefi görüş ve fikirler çok dikkat uyandırmamalıdır. Tam aksine, Marksizm’in şimdiki düşmanları tarafından yararlanılan gerici, felsefi sistem ve düşünceler şiddetle eleştirilmelidir. Buna özellikle, Yeni Kantçılık, teoloji ve agnostisizmin yeni ve eski yayınları ile tanrıyı modern doğalcılığa, sanki çürük ve idealist bir malı süsleyip, yamalayarak tüketim pazarına sürme amacı güden, diğer her türlü kabalığa alet eden, tüm kaçakçı denemeler dâhildir. Bu, günümüzdeki emperyalist felsefe uşaklarının korkmuş patronlarını desteklemek için kullanmaya çalıştıkları bir silah deposu gibidir.
Aynı zamanda kitabın girişi, gerici ve ilerici fikirler ile felsefe sistemlerini anlama açısından yanlış bir yorum içermektedir. Yazar, gerçi, gericilik ve ilericilik, ya da farklı felsefi görüşleri, ya da sistemler arasındaki meselelerin somut-tarihsel çözülmesi gerektiği gibi birtakım şartlar ileri sürmektedir. Ancak Marksizm’in, bugün ilerici olan düşüncelerin farklı somut tarihsel koşullarda gerici düşünceler olabileceği önemli görüşünü bütünüyle göz ardı etmektedir. Yazar, bunu hiçe sayarak, fikirlerin tarih üstü idealist anlayışında gizli bir kavramın yayılması için sinsice bir yol bulmaktadır.
Yazar daha sonra toplumsal yaşamdaki maddi koşulların son kertede felsefi düşünceyi belirlediğini ve felsefi düşüncelerin gelişiminin sadece göreli bir bağımsızlığının olduğu gibi doğru ifadelerde bulunmasına rağmen bilimsel materyalizmin bu temel ilkesini defalarca bozmaktadır. Yazar, farklı felsefe sistemlerinin anlatımı sırasında, bu açıklamayı şu ya da bu felsefenin sosyal-sınıfsal kökeni ile somut tarihinden tamamen ayırmaktadır, örneğin mesele şudur: Sokrat, Demokrit, Spinoz, Leibniz, Feuerbach ve diğerlerinin felsefi görüşlerinin anlatımında tabii ki bilimsellik yok, bu da yazarın, idealist felsefedeki ayırt edici özellik olan, felsefi düşüncelerin gelişimindeki özgünlük ve tarih üstü görüşlere kaçmasına sebebiyet vermektedir. Şu, ya da bu felsefe sisteminin tarihi durumu iyice tespit edilmiş olaylarla organik bir bağının bulunmaması gibi durumlarda, yazarın, bunun analizini yapmaya çalışmasıdır. Önemli organik bir bağ değil, tamamen mekanik ve biçimsel bir bağ kurulmaya çalışılmaktadır. Gerekli dönemlere yönelik felsefi görüşleri açıklayan bölüm ve paragraflarla tarihi durumları anlatan bölüm ve paragraflar belirli paralel yüzeylerde dönüp durmaktadırlar; bir de, temel ile üstyapı arasındaki ilişkilere sebebiyet veren tarihsel verilerin anlatımı özensiz ve başarısız yapılmış. Anlatılanı analiz etmek için gerekli kaynak verilmemekte ve bu, işe yaramaz bir bilgi niteliği taşımaktadır. Örneğin, böylesine bir anlaşılmazlığın üst boyutlara ulaştığı, “XVIII. Yüzyıl Fransa’sı” başlıklı VI. bölümün girişi, XVIII. yüzyıl ile XIX. yüzyılın başındaki Fransız felsefesinin düşünce kaynağını hiç de anlatamamaktadır. Bu fikirlerin etkisi altındaki Fransız filozoflar o dönemle ilgili bağlarını kaybederek, sanki bağımsız bir oluşuma öncelik etmeye başlıyorlar. Ders kitabında anlatılan bu yeri, izin verirseniz sizlere hatırlatmak istiyorum.
“100 yıl içinde ekonomik, politik ve ideolojik alanlarda kökten değişimlere uğrayan Fransa, İngiltere’nin izinden giderek, XVI.-XVII. yüzyıldan itibaren sürekli burjuvazinin gelişimi yolunda ilerlemiştir. Fransa, geri kalmış bir ülke olmasına rağmen feodal geleneğinden kurtulmaya başlamıştı. Zamanın diğer Avrupa devletleri gibi Fransa da kapitalizmin ilkel birikim dönemine girmişti. Toplumsal yaşamın bütün alanlarında yeni bir burjuvazi toplum yapısı şekillenerek, yeni bir ideoloji ve yeni bir kültür oluştu. Bu dönemde Fransa’da Paris, Lion, Marsilya ve Le Havre gibi şehirler çok hızlı bir şekilde gelişmeye başlamış, kuvvetli bir ticaret filosu kurulmuştur. Uluslararası ticaret şirketleri birbiri ardına kurulmakta ve bir dizi sömürgeci askeri araştırmalar organize edilmekte. Ticaret hızla gelişmektedir. 1784–1788 yılları arasında dış ticaret hacmi, 1716–1720 yılları arasındaki ticaret hacmini dörde katlayarak, 1 011, 6 milyon livreye ulaşmıştır. Özellikle Aahenski (1748) ve Paris (1763) anlaşmaları ticaretin canlanmasına çok katkıda bulunmuştur. Özellikle fazla kitap ticareti göze çarpmaktadır.’ Örneğin, 1774 yılında Fransa’da 45 milyon franklık kitap ticareti yapılmıştır, aynı yıl İngiltere’de sadece 12–13 milyon franklık. Avrupa’daki altın rezenesinin aşağı yukarı yarısı Fransa’nın elinde bulunmaktaydı. Ama Fransa yine de bir tarım ülkesi olarak kaldı. Nüfusunun büyük bir bölümü çiftçilikle uğraşıyordu.” (sf. 315–316)
Yukarıda anlatılanlar tabii ki bir analiz değil, sadece birbirleriyle az ilişkili olayların yanında, başka olayları da anlatan bazı olguların peş peşe sıralanışı. Bu anlatılanlardan bir temel alınamayacağı gibi, o zamanki Fransa tarihinde farklı gelişmelerin olduğu Fransız felsefesine ait hiçbir özellik de bulunmamaktadır.
Alman idealist felsefesinin doğuşunun Aleksandrov’un kitabında nasıl anlatıldığına bir bakalım. Aleksandrov yoldaş şunları yazmaktadır:
“Almanya, XVIII. yüzyıl ile XIX. yüzyılın ilk yarısında gerici politik yapıya sahip, geri kalmış bir ülkeydi. Feodal-toprak köleliği ile zanaatçılık-atölyecilik hüküm sürüyordu. Şehir nüfusu XVIII. yüzyılın sonunda % 25’i geçmiyordu, nüfusun sadece % 4’ü zanaatçılıkla uğraşıyordu. Angarya, köylü vergisi, toprak köleliği hukuku ve atölyecilik imtiyazları ortaya çıkan kapitalist ilişkilerin gelişmesine engel oluyordu. Bu dönemde ülkede tamamen politik bir dağınıklık egemendi.”
Aleksandrov yoldaşın kitabında gösterilen Almanya’daki şehir nüfusunun yüzdesi, ona göre bu ülkenin geri kalmışlığı ile devletin toplumsal-politik yapısındaki gericiliğin bir göstergesidir. Ama bu dönemde Fransa’daki şehir nüfusu da % 10’dan az değildi. Fransa, Almanya gibi geri kalmış feodal bir ülke değil, Avrupa’da burjuva devrim hareketinin bir merkeziydi. Yani, şehir nüfusunun yüzdesi fazla bir şey ifade etmemektedir, bu sadece somut birtakım tarihi olaylarla açıklanabilir. Bu, aynı zamanda, bir ideolojinin, şu ya da bu şeklinin gelişimi ve doğuşunun açıklanması konusunda tarihi kaynaklardan başarısız bir şekilde yararlanma örneğidir.
Aleksandrov şunları da yazmaktadır; “Kant, sonra da Fichle ve Hegel kurdukları idealist felsefe sistemlerinde, Alman gerçeğinin dar kafalılığına yol açan dönemin Alman burjuva ideolojisini soyut bir şekilde ifade etmeleri o dönemdeki Alman burjuvazisinin önemli ideolojilerdi.”
Alman idealizminin doğuş nedenlerini anlamanın imkânsız olduğu bu olgulardaki soğuk, kayıtsız ve nesnel açıklamaları, Almanya’nın o anki durumuyla ilgili okuyucuyu heyecanlandıran ve okuyucuya inandırıcı gelen, canlı ve savaşımcı bir üslupla anlatılan Marksist analizle mukayese edelim. İşte, Engels Almanya’daki durumu şöyle karakterize etmektedir: “Bozulmaya başlamış ve soysuzlaşmış bir kitle. Kimse kendini iyi hissetmiyor. Zanaatçılık, ticaret, endüstri ve çiftçilik kıt bir ölçüde yapılıyordu. Köylü, tüccar ve zanaatçılar iki kat daha zulüm görüyordu; hükümet gaddardı ve ticaret kötü bir durumdaydı. Asilzade sınıfı ve prensler emrindekileri eziyorlardı, artan masraflara rağmen fazla gelirden vazgeçmeyeceklerini düşünüyorlardı. Her şey berbattı ve bir hoşnutsuzluk hüküm sürüyordu. Eğitim ve kitlelerin bilgilenmesi için hiçbir imkân yoktu, basın ve düşünce özgürlüğü olmadığı gibi diğer ülkelerle yapılan herhangi önemli bir ticaret bile yoktu; her yerde, bütün halkın alçak, dalkavuk, rezil ve çıkarcı bir ruha sahip olduğu çirkeflik ve egoizm hüküm sürüyordu. Her şey çürümüş, sarsılmış ve hazırlıklar boşa çıkmıştı, olumlu değişimleri ümit etmek artık imkânsızdı, çünkü halkın, köhnemiş kurumların, soysuzlaşmış kalıntılarını silip süpürecek gücü yoktu.” (K. Marx, F. Engels, Eserleri, V. Cilt, S. 6–7)
Engels’in bu açık, net, dokunaklı, derin ve bilimsel ifadelerini Aleksandrov’un anlatımıyla karşılaştırdığınızda, Aleksandrov yoldaşın, Marksizm’in kurucularının hazırlayıp bize bıraktığı bitmez tükenmez zenginlikten ne kadar da kötü yararlandığını göreceksiniz.
Yazar böylece, felsefe tarihinin anlatılmasında materyalist yöntemden faydalanmayı bir kenara bırakıp, kitabın bilimsel özelliğini yok ederek, kitabı, önemli ölçüde tarih dışı olaylardan alman felsefi sistemler ve filozofların yaşamlarının tasvirine dönüştürmektedir. Bu tarihi materyalizmin ilkesini bozmaktadır:
“Bütün tarih yeniden incelenmeli, farklı toplum oluşumlarının var olma koşulları, bunlara karşılık düşen, politik, hukuksal, estetik, felsefi, dinsel vb. görüşleri ortaya çıkarmadan önce birer birer gözden geçirilmelidir. ” (Engels’in Schmit’e 5 Mart 1890 Tarihli Mektubundan, K. Marx ve F. Engels, Seçme Mektuplar, 1947, S. 421 – Türkçesi için bkz. Seçme Mektuplar, K. Marks-F. Engels, Evrensel Basım Yayın, Çev: A. Bilgi, sf.99)
Yazar aynı zamanda, felsefe tarihinin incelenmesindeki amaçları, yetersiz ve belirsiz ifade etmektedir. Yazar hiçbir yerde, bir bilim olarak felsefenin daha da geliştirilmesi, kurallara uygun yeni kanunların başlatılması, pratikte uygulanması, eskilerinin yenileri tarafından değiştirilmesinin felsefenin ve felsefe tarihinin temel görevlerinden biri olduğunu vurgulamamaktadır. Yazar genelde felsefe tarihinin pedagojik-eğitici ve kültürel-sanatsal öneminden yola çıkarak, felsefe tarihinin araştırılmasına tamamen pasif ve kendi âleminde akademisyen bir özellik vermektedir. Bu tabii ki diğer her bilim gibi sürekli gelişerek yetkinleşen, eskilerini bir yana iterek yenilerle zenginleşmesi gerekli olan felsefe bilimindeki Marksist-Leninist tanıma ters düşmektedir.
Yazar konunun ders-sanat yanına dikkat göstererek, bilimin gelişmesindeki sınırları çizmeye kalkışmaktadır; sanki Marksizm-Leninizm artık gelişimini tamamlamış ve öğretimizin geliştirilmesi artık önemli bir görevimiz değilmiş gibi göstermektedir. Böylesine bir görüş Marksizm-Leninizm’in ruhuna aykırıdır, Marksizm’i, bitmiş ve gelişmesinin son sınırına varmış bir öğreti olarak gören metafizik değerlendirmeye yönelmektir, böyle bir görüş, canlı ve keskin felsefe düşüncesinden yalnızca soğutmaya sürükleyebilir.
Doğa bilimlerinin gelişmesindeki sorunları kendi başına aydınlatmak başarısız bir iş olduğu gibi, felsefe tarihini de, bilimselliğe açıktan açığa zarar vereceğinden dolayı doğa bilimlerinde elde edilen başarılar dışında tutarak açıklamak imkânsızdır. Aleksandrov yoldaşın ders kitabı, modern doğa bilimlerinde ulaşılan başarıların güçlü temelinde büyüyen, bilimsel materyalizmin oluşumu ve gelişimine yönelik koşulların gücünü açıklamaktan yoksundur.
Aleksandrov felsefe tarihini anlatırken, onu doğa bilimleri tarihinden çıkarma yoluna gitmektedir. Ders kitabının asıl amacının anlatıldığı önsözünde, yazarın felsefe ile doğa bilimleri arasındaki karşılıklı ilişkiye yönelik hiçbir hatırlatma yapmaması doğrusu çok ilginç. O, doğa bilimlerinden söz etmesi gereken yerde bile susmaktadır. Örneğin 9. sayfada yazar şunları yazmaktadır: “Lenin, eserlerinde, özellikle ‘Materyalizm ve Amprio-kritisizm’de çok yönlü çalışarak, Marksizm’in, toplum konusundaki öğretisini ileriye götürdü.” Aleksandrov yoldaş ‘Materyalizm ve Amprio-kritisizm’den bahsederken bile, doğa bilimlerinin sorunları ve doğa bilimlerinin felsefeyle olan ilişkileri hakkında susma yolunu tercih etmektedir.
Şu ya da bu dönemdeki doğa bilimlerinin seviyesi ile ilgili karakteristik özellik olarak zavallılık, boşluk ve soyutçuluk göze çarpmaktadır. Eski Yunanlıların doğa bilimlerine yönelik de; onların dönemi “doğa hakkındaki bilimin başlangıcıdır” (Sayfa 26) ve “o zamanlar birçok icatlar ve teknik ilerlemeler ortaya çıktığı” için bu döneme geç skolâstik dönemi de (XII-XIII. yüzyıl) denmektedir.” (Sayfa 120)
Yazarın belirsiz ifadeleri saklamaya çalıştığı yerlerde, icatlar arasında birbirini tutmayan bir liste verilmektedir. Doğa bilimleri konularında büyük bir beceriksizlikle şaşırtıcı ve insanı hayretler içinde bırakan hatalar yapılmasına izin verilmiş. Örneğin; Rönesans Dönemi’nde bilimin gelişmesi konusu bakın şöyle tasvir edilmektedir:
“Bilim adamı Herike ünlü hava tulumbasını yaptı ve hava boşluğu hakkında düşüncenin yerini alan, atmosfer basıncının var oluşu ilk önce Magdeburg’da yarımkürelerle denenerek pratik bir yolla ispat edildi. Yüzyıllar boyunca insanlar ‘dünyanın merkezinin’ nerede olduğunu ve gezegenimizin buna dâhil edilip edilmediği konusunu tartışıp durdular. Ama işte, ilk önce Kopernik, daha sonra da Galileo Galilei bilime el atıyor. Galileo Galilei güneşin üzerinde lekelerin varlığını ve bu lekelerde değişimler olduğunu gösteriyor. O, bu ve diğer buluşlardan sonra Kopernik’in güneş sistemimizin helyonsantrik yönü hakkındaki öğretisinin ispatını görüyor. Barometre insanlara hava durumu hakkında önceden bilgi edinmeyi öğretti. Mikroskop küçük organizmaların yaşamı hakkındaki tahminlerle ilgili bir sistemin yerini aldı ve biyolojinin gelişmesinde önemli bir rol oynadı; Kompas bir deneyle Kolombo’ya gezegenimizin yuvarlak yapılı olduğunu ispat etmesine yardımcı oldu.” (Sayfa 135)
Burada, hemen hemen her cümle saçma. Atmosfer basıncı boşluk hakkındaki düşünceyi nasıl değiştirebilir: Atmosferin var oluşu, boşluğun varlığını reddetmiyor mu? Güneşteki lekelerin nasıl bir hareketi Kopernik’in öğretisini doğruladı?
Barometrenin hava hakkında önceden bilgi verme düşüncesi, tamamen bilim dışı bir görüş. İnsanların hava hakkında önceden bilgi almada nasıl hareket edeceklerini henüz öğrenmediklerini, maalesef, meteoroloji bürosu pratiğinden hepimiz bilmekteyiz. (Gülüşmeler)
Mikroskop tahmin etme sisteminin yerini alabilir, ama şu ‘gezegenimizin yuvarlak yapılı olması’ da ne oluyor? Şimdiye kadar, yalnızca bir biçimin yuvarlak bir şekilde olduğu zannedilirdi.
Aleksandrov’un kitabında listeler halinde birer birer anlatılan buna benzer inciler çok.
Yazar, çok ciddi ve ilkesel hatalar yapmaktadır. Ona göre (Sayfa 357) doğa bilimlerinin başarılarından sonra ‘daha XVIII. yüzyılın ikinci yarısında’ diyalektik yöntem geliştirilmişti. Bu, temelde, diyalektik yöntemin organizmada hücre yapısının bulunmasından sonra geliştirildiğine yönelik Engels’in ünlü görüşüyle, enerjinin korunumu ve dönüşümü yasası ile Darvin’in öğretisine zıt düşmektedir. Bütün bu buluşlar XIX. yüzyıla aittir. Yazar hepsini yanlış anlayarak XVIII. yüzyıldaki buluşlara fazla yer ayırmaktadır. Halvani, Laplasa ve Layele’den çok fazla bahsetmektedir, ama buna ek olarak Engels tarafından gösterilen üç büyük buluş konusunda yalnızca aşağıda-kilerle sınırlı kalmaktadır: “Örneğin, Feuerbach hayatta iken hücre öğretisi, enerjinin dönüşümü öğretisi ile Darvin’in doğal seleksiyon yoluyla türlerin evrimi öğretileri ortaya çıkmıştı.” (Sayfa 427)
Kitapta böylesine temel eksiklikler bulunmaktadır. Ayrıntılı ve ikinci dereceden olan yetersizliklerden daha fazla bahsetmek istemiyorum, burada söylediğim teorik ve pratik anlamdaki eleştirilerimi tekrarlamak da istemiyorum.
Sonuç olarak, ders kitabı çok kötü hazırlanmış, kökten düzeltilmesi gerekmektedir. Fakat ders kitabının yeniden düzeltilmesi için, her şeyden önce, filozoflarımız ve yöneticilerimiz arasında yaygın olan bütün yanlış ve karışık düşüncelerin üstesinden gelmek gerekmektedir. Şimdi, felsefe cephemizin durumu konusundaki ikinci meseleye geçmek istiyorum.

II
FELSEFE CEPHEMİZDE DURUM
Eğer Aleksandrov yoldaşın kitabı, felsefe alanında yönetici konumunda çalışanların büyük çoğunluğu arasında saygınlık kazanıp, Stalin Ödülü’nü almaya layık görülerek, iyi bir ders kitabı diye tavsiye edildikten sonra sayısızca övgü alsaydı, o zaman bu, Aleksandrov yoldaşın hatalarının felsefe alanında çalışan diğer yöneticiler tarafından da paylaşıldığı ve felsefe cephemizde ciddi bir başarısızlık olduğu anlamına gelirdi.
Kitabın herhangi bir önemli protestoya yol açmamasından sonra Merkez Komitesi ile Stalin yoldaşın, kitaptaki eksikliklerin ortaya çıkarılması için doğrudan müdahale etmek zorunda kalmaları durumu, Bolşevik eleştiri ve özeleştirinin felsefe cephemizde geniş ölçüde yokluğuna işaret etmektedir. Sanat tartışmaları ile eleştiri ve özeleştirinin olması bilimsel felsefe çalışmalarına zararlı bir etki yapmaz. Felsefenin ürettiklerinin sayı olarak yetersiz, nitelik olarak da zayıf oldukları bilinmektedir. Felsefeye yönelik makale ve monografilerin yazılması çok ender olaylardandır.
Burada bir felsefe dergisinin çıkarılmasının gerekliliğinden çok bahsedildi. Fakat aynı zamanda böyle bir derginin çıkarılmasının gerekli olduğu hakkında bazı şüpheler de bulunmaktadır. Geçmişte “Marksizm’in Bayrağı” adı altında çıkan bir dergiden kaynaklanan üzücü deneyimler hafızalardan hâlâ silinmedi. Bence, günümüzdeki orijinal monografi ve makalelerin yayınlanması imkânlarından yeterince yararlanılmamaktadır.
Burada Svetlov yoldaş, “Bolşevik”in okuyucusunun sosyal karakter taşıyan teorik eserleri anlama düzeyinde olmadığından söz etti. Bence bu tamamen yanlış; bu, okuyucularımızın yüksek düzeyini ve ihtiyaçlarını gereği gibi önemsememekten kaynaklanmaktadır. Bence, bizim felsefemiz hiç de profesyonel filozoflardan oluşan küçük bir grubun malı değil, bütün Sovyet aydınımızın malıdır düşüncesini anlamazlıktan gelen fikirler vardır. Devrim öncesi dönemde, edebi-sanatsal ürünlerin yanı sıra, bilimsel ve hatta felsefi ürünlerin de yayınlandığı ilerici, kalın Rus dergileri geleneğinde hiç de öyle kötüleri yoktu. Diğer felsefe dergilerine kıyasla her koşulda daha büyük bir okuyucu kitlesine sahip olan bizim “Bolşevik” dergimiz özel bir felsefe dergisi niteliğinde ve bizim filozofların yaratıcı çalışmalarını kapsamaktadır, şayet bu böyle olmasaydı, bence, bu bizim felsefe çalışmalarının daralmasına neden olurdu. Sakın beni dergi karşıtı olarak algılamayın lütfen, fakat bence kalın dergilerimizde ve “Bolşevik”te yapılan felsefe çalışmalarındaki kıtlığın, her şeyden önce bu kalın dergilerimiz ve “Bolşevik” aracılığıyla bütün bu yetersizliklerin giderilmesine artık başlamanın gerekli olduğunu anlatmaktadır. Özellikle kaim dergilerde zaman zaman da bilimsel ve toplumsal çıkarların anlatıldığı felsefi makaleler ortaya çıkacaktır.
Bilimler Akademisi, Felsefe Enstitüsü, kürsüler ve benzeri yönetici durumundaki felsefi kurumların konuları da zayıf.
Bence, Felsefe Enstitüsü oldukça ümitsiz bir tablo çizmektedir: Enstitü diğer şehirlerde felsefe alanında çalışanları bir araya getirmiyor ve onlarla karşılıklı ilişkide bulunmuyor, bundan dolayı enstitü birlik ve beraberlik içinde olma özelliğine sahip bir kurum değil artık. Taşralarda bulunan filozoflar kendi kaderlerine bırakılmışlardır, ne yazık ki onlardan yeterince yararlanılmamaktadır. Felsefe ya da tez çalışmalarının konuları çoğunlukla geçmişe yönelik, sakin ve az sorumluluk gerektiren tarihsel konulardır. Örneğin; “Geçmişte ve Günümüzde Kopernik’in Saçmalıkları” gibi konular. (Salonda canlanma) Bu Ortaçağ felsefesinin belli ölçüde canlanmasına yol açmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, burada Hegel hakkında yapılan tartışma çok garip doğrusu. Tartışmaya katılanlar açık olan bir kapıyı zorla açmaya çalıştılar adeta. Hegel hakkındaki mesele çoktan çözülmüştü. Hiçbir temele ve yeni bir belgeye dayanmadan, daha önce üzerinde çalışılıp, gerekli değerlendirilme yapılmasına rağmen, bu konuyu tekrar tartışmaya açmak hiçbir şey getirmedi. Tartışmanın kendisi bile ne yazık ki ortaçağ felsefesi kafasında, tartışmanın fazla verimli olmadığı anlaşılmaktadır, sanki bir zamanlar bazı çevrelerde insanın iki parmakla mı, yoksa üç parmakla mı haç çıkarması gerektiği, ya da Tanrının kendi kaldıramayacağı bir taş yaratıp yaratamayacağı, ya da Meryem Ana bakire miydi yoksa değil miydi gibi sorunların açığa çıkarılması gibi verimsiz olmuştur. (Gülüşmeler) Çağdaşlığın güncel sorunları hakkında çalışmalar yapılmalıdır. Bunların hepsi, düşündüğünüzden daha büyük tehlikelerdir. İçinizden bazılarının bu yetersizliklere alışmış olması daha büyük bir tehlikedir.
Felsefe çalışmalarında ne savaşımcı bir ruh, ne de Bolşevik’çe bir hız hissedilmektedir. Yayınlanan bu ders kitabındaki bazı hatalı durumlar, felsefe cephesindeki tüm öteki geri kalmışlıkla çağrışım yapmaktadır, bundan dolayı bu, tek tek, tesadüfî bir olay değil, bir süreçtir. Gerçeği konuşmak gerekirse, nerede bu cephe? Felsefe cephesi bizim düşündüğümüz anlamda bir cephe değildir. Felsefe cephesinden söz edilince, o zaman akla şu düşünce gelir: Marksist teorinin gerçekleştirilmesi uğruna donatılmış, dışarıda düşman ideolojisi ile ülke içinde bizim Sovyet insanının bilincindeki burjuva ideolojisinden kalma izlere karşı açık bir saldırıya geçen, sosyalist toplumdaki emekçilerin, davamızın kesin zafere ulaşmasında bilime dayanan bir güven ve yolumuzun kurallarına uygun bir bilinçle benimsedikleri yorulmak nedir bilmeden bilimimizi ileri götüren savaşımcı filozofların bir araya geldikleri örgütlü ekip.
Ama felsefe cephemiz böyle gerçek bir cepheye benziyor mu? O, daha çok suyu durgun küçük bir dereyi, ya da savaş alanının çok genlerindeki bir konaklama yerini andırıyor. Savaşa daha girilmemiş, düşmanın büyük bir bölümüyle temasa geçilmemiş, keşif yapılamıyor, silahlar karıncalanmış, rizikoya girmeyen askerler ile korkudan mumyalara dönmüş komutanlar ya eskiden kazanılmış zaferlerle övünüyorlar ya da saldırıya geçmek için güçlerinin yetip yetmeyeceğini, yardıma ihtiyaçları olup olmayacağını ve bilincin yaşamdan geri kaldığı sürece geri kalmışlığın kendini fazla belli etmeyeceğini tartışıp duruyorlar. (Gülüşmeler)
Ama diğer taraftan partimizin, felsefe çalışmalarının gelişmesine sürekli ihtiyacı vardır. Her günü bizim sosyalist yaşam tarzına yaklaştıran tüm hızlı değişimler filozoflarımız tarafından değerlendirilmemekte ve Marksist diyalektiğin bakış açısıyla aydınlatılmamaktadır. Böylelikle felsefe bilimimizin daha da geliştirilmesi güçleşiyor ve felsefi düşüncelerin geliştirilmesi büyük ölçüde profesyonel filozoflar dışında yapılıyor. Buna kesinlikle izin verilmez.
Felsefe cephesinde geri kalmışlığın nedeni tabii ki nesnel koşullarla ilintili değildir. Nesnel koşullar nasıl olur da hiçbir zaman elverişli olmaz, bilimsel analiz ve değerlendirme bekleyen malzemelerin sayısı sürekli sınırsızdır. Geri kalmışlığın nedenini soyut alanlarda aramak gerekir. Aslında MK, ideolojik cephenin diğer alanlarındaki geri kalmışlığı analiz ederek, asıl nedenlerini gün ışığına çıkarmıştır.
MK’nin ideolojik meselelerle ilgili ünlü kararlarını hatırlıyorsunuzdur. Bu kararlar edebiyat ve sanattaki ideolojisizliği ve apolitikliği hedef almakta ve çağdaş konulardan kopmaya karşı çıkmaktadır. Geçmişteki konulardan uzaklaşmaya ve yabancı hayranlığına da karşı olan bu kararlar, Bolşevik Partisi’nin edebiyat ve sanatta da savaşımcı olması düşüncesine dayanmaktadır, ideolojik cephemizde çalışanların birçoğunun MK’nin kararlarından gerekli sonuçları çıkarıp, bu yolda büyük başarılar elde ettikleri zaten bilinmektedir.
Ne var ki filozoflarımız biraz geri kalmışlardır. Onların felsefe çalışmalarında ilkesiz ve ideolojisiz oldukları, modern konulara fazla değer vermedikleri ve burjuva felsefesi önünde dalkavuk ve yaltakçı oldukları gerçeği görülmektedir.  Onlar, ideoloji cephesindeki değişikliklerin onları pek ilgilendirmediğini sanmaktadırlar. Oysa şimdi bu değişiklik tekrar gereklidir.
İdeolojik çalışmaların ön sıralarında felsefe cephesinin olamayacağı görüşünde suçun büyüğü Aleksandrov yoldaşındır. O, çalışmalardaki yetersizlikleri eleştirel bir gözle gün ışığına çıkarma yeteneğine sahip değildir. O, filozofların yaygın, topluca bilgi ve deneyimlerine dayanmadan kendi gücünü açıkça abartmaktadır. O, kendi çalışmasında yeteneklerine haddinden fazla tapan, yakın meslektaşlarının dar çevresine oldukça fazla güvenmektedir (Nidalar: Doğru! Alkışlar). Felsefe alanında yapılan tüm etkinlikler sanki filozofların küçük bir grubunun eline geçmiş, özellikle taşradaki filozofların büyük bir kısmının yönetim çalışmalarına katılımı sağlanamamaktadır.
Böylelikle filozoflar arasındaki karşılıklı ilişkiler bozulmaya başlamıştır.
Anlaşılan felsefe tarihi ile ilgili bir ders kitabının, ya da buna benzer çalışmaların hazırlanması sadece Aleksandrov yoldaş gibi bir insanın omzuna bırakılmamalıydı. Daha baştan diyalektik materyalistlerden, tarihi materyalistlerden, tarihçilerden, doğa bilimcileri ve ekonomistlerden oluşan bir grubun böyle bir çalışmaya katılımı sağlanmalıydı. Aleksandrov yoldaş kitabı hazırlarken bilgili insanlardan oluşan böyle geniş bir çevrenin yardımına başvurmamakla büyük bir yanılgıya düşmüştür. Bu hatayı düzeltmek gerekir. Bizde felsefe konusunda ulaşılan bilgiler tabii ki kolektif olarak bütün Sovyet filozoflarının malıdır. Yazarların büyük bir grubunun ders kitabının hazırlatılmasına katılımını sağlama yöntemi, en yakın zamanda hazır olması beklenen ekonomi politik ders kitabının hazırlanmasında uygulanmaktadır; böyle bir kitabın hazırlanmasına tarihçiler ve filozoflar gibi ekonomistler de dâhil edilmiştir. Yapılan bu gibi çalışmalarda böyle bir yöntem her zaman çok daha güvenlidir. Aslında bunda; ideolojik alanda çalışanların kendi aralarında yetersiz ilişkileri olan farklı ekiplerin güçlerini, bilimsel değeri yüksek olan önemli sorunların çözümünde birleştirmek ve ideolojinin değişik branşlarında çalışanları akordu bozuk bir orkestra durumuna düşmemeleri için ortak harekete geçirebilecek şekilde örgütlemek gibi bir düşünce yatmaktadır. Örgütlü ve birlikte olmak başarılı olmanın büyük garantisidir.
Felsefe cephesinde, yönetici durumunda çalışanlar arasındaki nesnel hatalar nereden kaynaklanmaktadır? Buradaki tartışmada eski kuşak filozofların temsilcileri zamanından önce yaşlanıp, güçleri kalmayan ve mücadelelerindeki kavgacılıklarının yetersizliğini bahane ederek, genç filozofları haklı olarak neden kınadılar? Marksizm-Leninizm’in temelinin yeterince anlaşılamaması ve burjuva ideolojisinin etkisinde kalmaları herhalde bu sorunun tek cevabıdır. Bu, bu alanda çalışanların bazılarının; sosyalist inşa uğruna yapılan deneyimler ve modern doğa bilimlerinden elde edilen başarıların temelinde Marksizm-Leninizm’in sürekli gelişen, daima zenginleşen, canlı ve yaratıcı bir öğreti bulunduğunu hâlâ anlayamamaları demektir. Öğretimizin bu yaşayan devrimci yönünün yeterince değerlendirilememesi felsefe ve felsefenin rolünün küçümsenmesine yol açmamalıdır. Özellikle kavgacı ve militan ruhundaki bu yetersizliği bazı filozofların, pratik yaşamda her gün önlerine çıkan ve cevap verme zorunda kaldıkları çağdaşlıkla ilgili meselelerin çözümü gibi yeni meseleler hakkında güçlerini denemeden korktukları nedeninde aramak gerekmektedir. Sovyet toplumu ile Sovyet devleti teorilerini, çağdaş doğa bilimleri teorisini, etiği ve estetiği cesurca ileri götürmenin zamanı gelmiştir. Bolşeviklere özgü olmayan korkaklığa bir son vermek gerekmektedir. Gelişmede durgunluk varsa, bu felsefemizin cansızlaşarak, onun en değerli özelliklerinden biri olan gelişme gücünün yok edilmesi ve onun ölü, kısır bir dogmaya döndürülmesi demektir.
Bolşevik eleştiri ve özeleştiri konusundaki sorun filozoflarımız için yalnız pratik değil, aynı zamanda son derece teorik bir sorundur.
Diyalektiğin bize öğrettiği gibi eski ve yeni, yok olanla doğan, köhneleşen ve gelişmekte olan arasındaki mücadeleler gelişme sürecinin içsel özelliği ise, Sovyet felsefesi, diyalektiğin bu yasasının, sosyalist toplum koşullarında ve uygulanışındaki özgünlüğü nasıl işlediğini göstermek zorundadır. Sınıflara ayrılmış bir toplumda, bu yasanın bizim Sovyet toplumuna göre daha farklı işlediğini bilmekteyiz. Bilimsel araştırma yapmak için çok geniş imkânlar vardır, bu alanı bizim filozoflardan kimse yeterince değerlendirememektedir. Bu durumu daha önceden fark eden Partimiz, sosyalist toplumdaki çelişkilerin (bu çelişkiler vardır, filozoflar, korktuklarından bu çelişkiler hakkında yazmak istememektedirler) üstesinden gelinmesi ve açığa çıkarılması için sosyalizmin uğruna özel bir formül, yani Sovyet toplumumuzdaki eleştiri ve özeleştiri diye adlandırılan, eski ve yeni, yok olanla doğan arasında bir mücadele şekli geliştirmiştir.
Birbirine rakip sınıfların ortadan kaldırıldığı Sovyet toplumumuzda yeni ile eski arasında mücadele, yani alt seviyeden yüksek seviyeye doğru gelişme, kapitalizmdeki gibi kataklizm ve uzlaşmaz sınıfların mücadelesi şeklinde değil de, Partimizin elindeki büyük silah ve gelişmemizin asıl hareket gücü olan eleştiri ve özeleştiri şeklinde yapılmaktadır. Bu hiç şüphesiz, hareketin yeni bir görünüşü, gelişmenin yeni bir şekli ve yeni diyalektik kurallara uygun hareket etmek demektir.
Marx der ki: Daha önceki filozoflar yalnız dünyayı açıkladılar, ama asıl mesele dünyayı değiştirmektir. Biz eski dünyayı değiştirdik ve yenisini kurduk, ama ne yazık ki, filozoflarımız bu yeni dünyayı yeterince anlatamıyorlar, bu yeni dünyadaki değişimlere pek katlamıyorlar. Burada, yani bu geri kalmışlığın nedenini “teorik” olarak açıklamak gibi birkaç denemeye şahit olduk. Örneğin filozofların, yorumlama safhasında oldukça fazla kaldıklarından, kendi araştırmalarına zamanında geçemediklerinden bahsedildi. Açıklama bu ve hem de şükran dolu, ama inandırıcı değil. Bir filozofun yaratıcı çalışması tabii ki her şeyden üstün tutulmalıdır; bu yorumlanan ve daha doğrusu herkesin anlayacağı bir şekilde getirilen çalışmanın daraltılması gerektiği demek değildir. Halkımızın da bu çalışmaya ihtiyacı vardır.
Kaybolan zamanı telafi etmek için acele etmek gerekiyor. Sorunlar yarını beklemez. Komünizmin ve aynı zamanda sosyalizmin Büyük Anayurt Savaşı’nda kazandığı parlak zafer emperyalistlerin gırtlağına dayanmıştır. Marksizm’e karşı mücadelenin merkezi şimdi Amerika ve İngiltere’ye kaymıştır. En koyu gericilerle diğer gericilerin bütün gücü şimdi Marksizm’e karşı mücadelenin hizmetine geçmiştir. Yobaz ve kara koyu gericilerin canını sıkan Atom-Dolar demokrasisinin hizmetçi burjuva felsefesi tekrar gün ışığına çıkartılmış ve donatılmıştır: Vatikan ve ırkçı bir teori. Azgın milliyetçilik ve köhnemiş idealist felsefe. Satılmış sarı basın ve soysuzlaşmış burjuva sanatı. Ama güçlerinin kâfi gelmediği anlaşılıyor. Marksizm’e karşı sürdürülen “ideolojik” savaşın bayrağı altında şimdi daha çok askeri silâhaltına almaktadırlar. Gangsterler, belalılar, casuslar ve cinayet zanlıları bu mücadeleye iştirak etmektedir. Şu yeni örneğe bir bakın; geçenlerde “İzvestiya”daki bir habere göre redaktörlüğünü varoluşçuluğun temsilcisi Sartre’in yaptığı “Tan Modern” dergisinde, yeni bir ilhamla nakledilen cinayet sanığı yazar Jana Jene’nin “Hırsızın Günlüğü” kitabı şu sözlerle başlamaktadır: ‘”İhanet, Hırsızlık ve Homoseksüellik’ işte tüm bunlar benim ana konularımı oluşturacak. İhanet, hırsızlık ve aşk maceraları gibi zevklerim arasında organik bir bağ bulunmaktadır.” Anlaşılan, yazar işini biliyor. Bu Jana Jene’nin piyesleri haddinden fazla abartılıp Paris sahnelerinde gösterilmekte iken, Jana Jene bin-bir rica ile Amerika’ya davet ediliyor. İşte burjuva kültürünün son sözü.
Faşizme karşı kazandığımız zaferden elde edilen deneyimlerden sonra idealist felsefenin, bütün halkı nasıl bir çıkmaz sokağa götürdüğünü bilmekteyiz. Şimdi o, burjuvazinin yıkılışındaki tüm derinliği, alçaklığı ve çirkefliği yansıtarak her şeyi yeni, kirli ve tiksindirici bir şekilde gözler önüne sermektedir. Felsefede belalı ve cinayet zanlılarının bulunması gerçekten de ölüme ve soysuzlaşmaya yakın olmak demektir. Ne yazık ki, bu güçler hayattalar ve kitlelerin bilincini hâlâ zehirlemekteler.
Modern burjuva bilimi, acımadan foyası meydana çıkarılması gereken yeni gerekçeler gösterilen fideizmi (Tanrıya inanmanın zorunluluğu görüşü -çev. notu) ve yobazlığı donatmaktadır. Örneğin; İngiliz gökbilimcisi Eddington’un, hiçbir şeye dayanmadan, sayıların Pitagoras mistiğine varan ve apokaliptik sayı 666 gibi matematik formüllerden dünyanın asıl sabit değerlerinden çıkan dünyanın fiziksel sabit değerler teorisine bir bakın. Einstein sonrası birçok araştırmacı, diyalektik bilgiler ile mutlak ve birbirine bağıntılı gerçekler arasındaki ilişkileri kavrayamadan, sonsuz evren gibi evrendeki son ve sınırlı hareket kanunlarının araştırma sonuçlarına vararak dünyanın sonsuzluğu ve zamanla da dünyanın boşluğundaki sınırlılık konusunda anlaşmaktadırlar, hatta gökbilimci Miln dünyanın 2 milyar yıl önce kurulduğunu hesap etmektedir. Büyük vatandaş filozof Bacon’un onların bilimlerinin acizliğini doğaya karşı iftiraya döndürdükleri konusundaki sözleri, bu İngiliz bilim adamlarına karşı kullanmak gerekir.
Burjuvazi atom fizikçilerinin laf kalabalığı yapan Rantçıları elektronda “özgür irade” sonucunu elde ederek, maddeyi sadece bir dalgalar bileşimi şeklinde ifade eden denemelere ve başka anlaşılmazlıklara varmaktadırlar.
Modern doğa bilimlerinin sonuçlarını analiz etmek ve genel hükümler vermek zorunda olan filozoflarımız için burada pek büyük bir faaliyet alanı bulunmaktadır, onlar Engels’in, “doğa bilimleri çağını oluşturan her yeni bir buluşla materyalizmin yeni bir görünüş kazanacağı” sözünü hafızalarında tutmalıdırlar. (F. Engels, Ludvig Feuerbach, K. Marx ve F. Engels, Eserleri, XIV. Cilt, sf. 647)
Marksizm’in zafere ulaştığı ülkenin filozofları, soysuzlaşmış ve iğrenç burjuva ideolojisine karşı verilen savaşta başı biz değil de kim çekecek, o ideolojiye ölümcül darbeyi, biz değil de kim vuracak!
Savaşın yıkıntılarından sonra, yeni demokratik devletler ile sömürülen halkların ulusal bağımsızlık hareketleri yayılmıştır. Sosyalizm, halkların yaşamını düzene sokmak için ayağa kalkmıştır. Marksizm’in zafere ulaştığı ülkenin filozofları; yurtdışındaki dost ve kardeşlere yardım edip, onların mücadelesini bilimsel ve sosyalist bilincin ışığıyla biz değil de kim aydınlatacak, onları bilgilendirip, Marksizm’in ideolojik silahıyla donatmayı biz değil de kim yapacak?
Ülkemizde sosyalist ekonomi ve kültür güçlü bir şekilde gelişmektedir. Sosyalist bilincin devamlı artması, bizim de ideolojik çalışmalarımızı daha fazla yapmamızı zorunlu kılmaktadır. İnsanların zihninde burjuva ideolojisinden kalma izlere amansız saldırı hâlâ devam etmektedir. Felsefe cephesinde çalışanlar arasında başı çekerek, yine aynı derecede sosyalizmde ortaya çıkan yeni sorunların çözümünde ve sosyalist inşa sırasında kazanılan önemli deneyimlerden sonuçlar çıkarıp, bilincin Marksist teorisini uygulamayı bizim filozoflarımız değil de kim yapacak!
Bu önemli meseleler hakkında sizlere birkaç soru yöneltmek mümkün mü? Filozoflarımız yeni sorunları omzumuzdan kaldıracak yetenekte mi, felsefe cephaneliğimizde yeterince barut var mı, felsefenin gücü zayıflamadı ya. Bilimin yapıldığı felsefe kadrolarımız kendi öz güçleriyle gelişmelerindeki yetersizlikleri giderecek ve çalışmalarını yeniden yönlendirecek yeteneğe sahipler mi? Bu gibi konularda hemfikir olunmalı. Felsefe tartışmaları bu gücün bulunduğunu, hatta hiç de az olmadığını ve bu gücün tüm eksiklikleri giderecek düzeyde olduğunu göstermiştir. İnsanın daha çok kendi gücüne inanarak, önemli çağdaş problemlerin çözümünde etkin bir mücadele verip, gücünü daha çok denemesi gerekmektedir. Çalışmalarda savaşımcı olmayan ruha son vermeliyiz, eskimiş Âdem’den silkinip, bir zamanlar Marx, Engels ve Lenin’in çalıştığı gibi, hatta Stalin’in hâlâ çalıştığı gibi çalışmaya başlamak gerekmektedir. (Alkışlar)
Yoldaşlar, anımsayacağınız gibi, bir zamanlar Engels, “Marksizm” kitabının baskısının 2–3 bin nüshayla yayınlanmasının politik olaylar konusunda önemli bir anlam taşıdığını sevinerek ifade etmişti. Bizim şimdiki ölçülerimize göre bu sayı o kadar önemli değil, ama Engels’in şu sözü doğru: “Marksist felsefe işçi sınıfı arasında derin bir kök saldı.” Marksist felsefenin halkımızın geniş katmanlarına yayılışına ne demek lazım, felsefe eserlerinin bizde, halkımızda on milyonlarca nüsha ile yayıldığını, acaba Marx ile Engels bilselerdi, ne düşünürlerdi? Bu, Marksizm’in gerçek bir yaratıcılığıdır. Bu, dünyada benzeri olmayan Marx-Engels-Lenin-Stalin’in büyük öğretisinin felsefemizi göklere çıkarttığının çok canlı bir kanıtıdır. Çağımıza, Lenin-Stalin’in çağına, halkımızın ve galip-halkımızın çağına layık olsun, (şiddetli, dinmeyen alkışlar).
(“Voprosı Filosofii” Dergisi, No: 1, 1947)

Ekim 1997

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑