Sosyal demokrasinin “şahlanışı”

İngiltere’de Tony Blair önderliğindeki işçi Partisi ile Fransa’da Lionel Jospin’in başkanlığındaki Sosyalist Parti’nin seçimleri kazanmasının ardından, Avrupa ve Türkiye’de birkaç haftadır yazılıp çizilenlere inanılacak olunursa; ‘sol başta Avrupa’da olmak üzere tüm dünyada yeniden yükseliyor’. Dahası, ‘işçilerin, emekçilerin yaşamını zehir eden neo-liberalizm kasırgası etkisini yitirmekle kalmamış, sağcı muhafazakâr politikalar ve hükümetler dönemi nihayet geride kalmıştır’! Kısacası, bir müddet önce İtalya’da Romano Prodi’nin liderliğini yaptığı “zeytin ağacı” ittifakının seçim zaferinin ardından, ‘sol’un kendisini yenilemesi üzerine estirilen rüzgâr henüz sönmeye yüz tutmuşken; “sol yeniden şahlanmıştır”!
Şahlanan ‘sol’un bilumum savunucularının heyecanla açıkladıklarına göre, ‘seçimler öncesine kadar sağdan esen soğuk rüzgâr, Avrupa’yı yine ‘sol’a kaydırmıştır’. Gelinen noktada Avrupa Birliği’nin (AB) 15 ülkesinden 13’ünde ‘sol’, ya tek başına, ya da başka partilerle koalisyon halinde, iktidardadır. “Tekellerin Avrupası’na büyük bir darbe indirilmiştir”! ‘Böylesi bir Avrupa’yı hâlâ hayâsızca savunan bir tek Almanya ve İspanya’nın sağ iktidarları geriye kalmıştır’. Ufuktaysa, ‘Tekellerin Avrupası’ enkazının arasından ‘Sosyal Avrupa’ güneşi doğuyor!
Ve söylenenlere bakılırsa, bu güneş sadece Avrupa’yı değil, tüm dünyayı aydınlığa kavuşturacak. Alman Yeşiller Partisi’nin sözcüsü Jürgen Trittin’e göre, “Neo-liberallerin dönemi sona ermektedir.” Alman Sosyal Demokrat Partisi Başkanı Oskar Lafontaine ise, “dünya ölçeğinde gerçekleşecek bir reform harekâtının başlangıcı”nı görüyor. Seçimlerin ardından İsveç’in Malmö kentinde bir araya gelen Avrupa Sosyalist Partisi’nin (PES) üyelerine SPD Meclis Grubu Başkanı Rudolf Scharping, sosyolog Ralf Dahrendorf’un “sosyal demokrat çağın sona erdiği”ne ilişkin tezinin bizzat hayat tarafından çürütüldüğünü açıklıyor ve geleceğe yine sosyal demokrasinin damgasını vuracağını ilan ediyor…
PES toplantısında moral depolayan CHP lideri Deniz Baykal, Avrupa’nın ‘sol’dan esen rüzgârının Türkiye’de de eseceğinden emin bir edayla ‘sol’un şahlanışına açıklık getiriyor: “1980’li yıllarda, sol bitti deniyordu. Öyle olmadığı görüldü. Solun kendine güveni tam.” “Biz, Avrupa’daki solun yükselme koşullarının Türkiye’dekinden farklı olduğunu biliyoruz. Sadece oradaki gelişmelere bakıp umutlanmıyoruz.” “CHP’nin, darbeye gerek kalmadan şeriatçı yükselişi durdurabileceğini söyledik. Türkiye’de köktendinci iktidarı sandıkta değiştireceğiz.”
Kuşkusuz, Avrupa sosyal demokrasisinin ikinci sınıf kopyalarına rastladığımız Türkiye’de, kraldan kralcı olunması işten değildir. Dolayısıyla çıkarılan sonuçlar da öyle olmak zorundadır. DSP Milletvekili Uluç Gürkan’ın değerlendirmesi de bu gerçeği kanıtlamak istercesinedir: “SB’nin dağılışı ve 1980’li yıllarda İngiltere’de Thatcher, ABD’de de Reagan öncülüğünde gelişen ve yalnız Avrupa’yı değil tüm dünyayı etkisine alan liberalizm kasırgası etkisini yitirdi. … ‘Acı reçete’yi Avrupalı sol seçmen reddetti. Sovyetlerin çözülmesini fırsat bilen kapitalistlerin ‘sol bitti, ideolojiler öldü, artık küreselleşme zamanı’ türünden propagandaları solun Avrupa ve eski Doğu Bloğu’nda yeniden yükselmesiyle geçerliliğini yitirdi. Sol yeniden toparlandı ve ‘önce insan’ sloganını ön plana çıkararak liberalizmi ağır bir yenilgiye uğrattı. Emek ve sermaye var oldukça solun bitmeyeceği de görüldü.”
Gürkan çok açıldığını anlamış olacak ki, “Sol kapitalizmin aletlerini tümüyle reddederek yükselmiyor. Kapitalizmin araçlarını sosyalleştirerek bir noktaya gidiyor.” diyerek; ‘sol heyecanı’ olsa da, mantıklı heyecanın gerçek heyecan olmadığını, ama mantığın bir tarafa atıldığı heyecanın da çok zarar verebileceğini hatırlayabilecek kadar kurt solcu olduğunu kanıtlıyor. Deniz Baykal ise, heyecanla mantık arasındaki ilişkiyi daha öz ve isabetli formüle ediyor: “Hedef değişmiyor, araçlar yenileniyor.”
Endişelenmeye gerek yok demek. Kapitalizmi alaşağı edecek bir sol değil bu. Le Monde diplomatique’nin başyazarı Ignacio Ramonet’in dediği gibi, “eski kartlar yeniden karıştırılıyor.”
‘Sol’ rüzgâr, poyraz olmasına karşın, başlarımızı mutlaka görmemizi istediği yöne çevirtiyor ve şu görüşleri bize telkin ediyor: “Avrupalı seçmenin açık tercihi ile kesinlik kazanmıştır ki, sağcı, muhafazakâr ve neoliberal politikalar dönemi geride kalmıştır. Sosyal demokrasinin; daha çok özgürlük, daha çok sosyal güvenlik ve daha çok sosyal adalet gibi hedefleriyle halkın özlemleri çakışıyor. Solun yeniden şahlanışı, bu nedenle, her alanda işçiler, emekçiler ve yoksullar lehine değişim demektir, refah demektir, mutlu ve güvenceli bir gelecek demektir. Ver elini Sosyal Avrupa”!
Türkiye mi? “Türkiye’nin kendisi zaten sola doğru gidiyor”, “rüzgârın dışarıdan gelmesine hiç gerek yok.” Genelkurmayın ‘sol’cu taşeronu Perinçek’in devamla belirttiği gibi, Türkiye’de; “ordu merkez sağın ordusu iken birdenbire cumhuriyet devrimi mevzilerine sola geçti. Bu güç dengesi değişikliği önemlidir. Önümüzde sağ bir iktidar sıfır ihtimal. Sağın ordusu yok ve sağ iktidar olmayacak. Türkiye sola kayıyor.”
Büyük olayları büyük laflar izler. Ve olaylar büyük olduğu için, sarf edenin kendisi inanmasa dahi, dinleyenleri etkileyeceğini umar. Ve görüldüğü gibi, heyecan ve coşku atmosferinde bu tür lafların ölçüleri gerçekten de kolay saptanamıyor!
Bu ‘sol’ heyecan ve hezeyanları bir tarafa bırakıp, gözümüzün önünde cereyan eden olayları anlamaya çalışalım.

DÖNÜM NOKTASI: BURJUVAZİNİN CEPHESİNDEN
Fransa’nın ünlü ‘sol’cu sosyologlarından Pierre Bourdieu söz konusu seçim sonuçlarıyla birlikte oluşan durumu şöyle tanımlıyor: “1989 tarihi gibi, önemli bir dönüm noktasına gelmiş bulunuyoruz.”
Bir sonuç olarak Bourdieu’nun saptamasının doğru olduğu söylenebilir. Ancak Bourdieu buradaki saptamasını seçim sonuçlarından yola çıkarak yaparken, biz aynı saptamayı; bu seçim sonuçlarına yol açan nedenler ve bu nedenlerin gerisinde başta burjuvazi ve proletarya olmak üzere sınıfların karşılıklı ilişkilerindeki önemli değişikliklerden hareketle yapıyoruz. Bu ayrım önemlidir. Zira ayrı kriter ve verilerden bu bir noktaya gelişimiz, aynı zamanda bu noktanın ötesiyle ilgili çıkaracağımız sonuçların temelden ayrılacağının bir önbelirtisidir. Daha somut bir deyişle, İngiltere’de Blair’in, Fransa’da Jospin’in seçim zaferleri, birbirleriyle çatışma halinde olan sınıfların geleceği açısından ne anlama gelmektedir?
Şunu hemen burada belirtip geçelim ki, burjuvazinin at değiştirdiği yolundaki düşünceler, bir yönüyle, tartışmasız bir doğruyu ifade ederken (Burjuvazi, kitlelerin pervasız saldırıları ancak bir yere kadar sineye çekebileceklerini seçim sonuçlarının açıklandığı gün ayırtına varmadı!), diğer yönüyle nesnel olay ve gelişmelerin gerçek boyutlarını kapsamaktan uzaktır.
Öte yandan, görevi devralan ‘sol’cuların ne menem solcu oldukları bir sır değildir. Şahlanan sosyal demokrasi atının, emperyalist burjuvazinin işçi hareketi içindeki -sağdan soldan çivileri sökülmüş- Truva atı olduğu yeni ifşa edilen bir gerçek değildir kuşkusuz. Bilindiği gibi, bu Truva atı, özellikle ’89 yılı ve sonrasında, burjuvazinin artık gözü dönmüşçesine cepheden saldırdığı koşullarda, çok köklü bir işlevsellik krizine sürüklenmiştir. (Bu yıllarda emperyalist burjuvazi sadece işçi sınıfına cepheden ve topyekûn bir genel saldırıya girişmemiş, aynı zamanda işçi aristokrasisi ve kent küçük burjuvazisiyle ilişkilerini, proletarya ve burjuvazi arasındaki yeni güç dengesine denk düşecek bir şekilde, yeniden belirlemeye başlamıştır. (1) Gelgelelim, öncesi bir yana, ’95 yılına gelindiğinde, yani Fransa’daki işçi direnişleri, nispeten geri bir noktadan başlayan ama genç ve yeni bir işçi hareketinin yükselişinin açık göstergeleri olarak ortaya çıkıp somut sonuçlar vermeye başladığında, bu Truva atının yenilenmesinin ve yeniden mevzilendirilmesinin hem ihtiyacı kendisini açıkça göstermiş hem de koşulları doğmuştur.
Sosyal demokrat partilerin nitelikleri bakımından dünle bugün arasında bir fark yoktur. Ancak, iş görebilirliği bakımından önemli bir fark vardır: Dün; sosyal demokrat partiler, sınıfın içinde sahip oldukları geniş güven ve nüfuza dayanarak o uğursuz rollerini oynayabilirlerken; bugün bu rolü söz konusu özelliklerini büyük oranda yitirdikleri koşullarda yeniden oynamakla karşı karşıyadırlar. Bir yanda bu özelliklerdeki köklü aşınma, diğer yanda burjuvazinin bu özelliklerin yeniden kazanılmasına olanak sağlayacak (ekonomi-politik) koşulları kabul edemeyecek durumda olması; işte sosyal demokrasinin bugünkü açmazı burada yatmaktadır. İleride daha da somutlaştıracağımız gibi, gerek emperyalizmin temel çelişkilerinin dünya ölçeğinde genel olarak keskinleşmesi, gerekse Avrupa ülkelerindeki burjuvazi ve proletarya arası mücadelenin girmiş bulunduğu yön, sosyal demokrat politika ve yönetimlerin, -dünyanın genel seyrini değiştirmek şöyle dursun mevcut seyri daha da hızlandıracak- bir ara aşama özelliğini geçemeyeceğine işaret etmektedir.
Kaynağını birbirleriyle uzlaşmaz bir çelişki içinde olan sınıfların (burjuvazi ve proletarya) arasındaki mücadelede bulan bu dönüm noktasının, politik partiler yelpazesindeki yansımalarına bakıldığında, Avrupa sosyal demokrasisinin bu bakımdan ilginç bir örnek sunduğu görülebilir.
Almanya’nın eski başbakanlarından ve tanınmış sosyal demokratlarından Helmut Schmidt’in ideologluğunu yaptığı haftalık Die Zeit gazetesi son seçim sonuçlarını şöyle değerlendirdi:
“Bugün Avrupa’da zafer kazanan sosyal demokrasi değil, tersine muhalefettir. Çığır açan bir vizyon değil, tersine protestodur.”
Kuşkusuz bu saptamanın bizim sosyal demokratlarımızın saptamalarıyla bir yakınlığı yok, ama bir yönüyle de olsa, nesnel gerçeklikle bir yakınlığı vardır. (Bir yönüyle diyoruz, çünkü İngiltere’deki durum Kara Avrupası’ndan biraz farklı.) Die Zeit’in durum değerlendirmesi günümüz sosyal demokrasisi için öyle karamsar ki, “Avrupa sosyal demokrasisini bir imge” olarak niteleyebilmektedir. Gazete daha ileri gitmektedir: “CDU (Kohl’ün Hıristiyan Demokrat Partisi-A.C.) Avrupa Sosyalist Partisi’ne üye olan bazı partilerden daha sosyal demokrattır. Kohl hükümetinin sözüm ona gaddarlıkları, onun (sosyal) yasalarda ve işçi haklarında yaptığı kısıtlamalar, Hollandalı ya da İsveçli sosyal demokratların kendi vatandaşlarına layık gördüklerinin çok gerisinde kalmaktadır; hele ki Thatcher ve Majör’ın muhafazakâr hükümet döneminin ardından bıraktığı ve Blair’in de özünü değiştirmeyi düşünmediği değişikliklerin çok daha gerisinde kalmaktadır.”
Die Zeit yazarı, Brütüs olarak damgalanmak pahasına yaptığı bu saptamalardan çıkarılması gereken sonucu da yazıyor: “Sağ ve sol etiketleri bugün çok bir şey ifade etmiyorlar.”
“Düşman kampı”na geçelim. 14 Haziran ’97 tarihli The Wall Street Journal’de şu satırlar yer alıyordu: “Fransız sosyalistleri özelleştirmeye karşı olabilir, ancak şu an hükümette olan Portekiz sosyalistleri kamu mallarını satıyorlar. Geçtiğimiz pazartesi gecesi Blair; Avrupa’daki muhafazakârların çoğunun teklif etmeye bile cesaret edemeyeceği kadar sağ görüşlü bir “işsizlikten istihdama” programının taslağını sundu.” En son olarak AB’nin Amsterdam zirvesinde sosyal demokrasinin ‘sosyal demokratlığı’ kendisini açık kimlikle ortaya koydu. Sosyal demokratların çoğunlukta olduğu AB’ye ‘en sosyal demokratik konu’ diye tanımlanan işsizlik konusunda, ciddi hiçbir karar alınmadı. Zirvede istihdam paragrafının eklenmesi ve iş piyasasıyla ilgili AB’ne belirli sorumlulukların yüklenmesine üç ülke karşı çıktı. Muhafazakâr Almanya ve İspanya’nın yanı sıra, ‘Yeni Sol’cu Blair! (2)
Artık şu su götürmez bir gerçektir ki, işçi ve emekçiler nezdinde sağlı-sollu burjuva partileri aralarındaki farkları hızla yitirerek tekleşmişler, adeta bir tek partinin farklı fraksiyonları haline gelmişlerdir. Yerleşik partilerin burjuvazinin farklı görünümlere sahip tek partisi olduğu doğrultusundaki Marksist belirleme işçi ve emekçilerin bilincine işte böyle çıkmaktadır. Die Zeit yazarının acı konuşmasının nedeni de bu olgu. Derdi ise, sosyal demokrasiyi bu aynılaşmaktan kurtarmak!
Özetleyecek olursak, iki yönlü bir süreçle karşı karşıyayız. Bir yandan mevcut sosyal demokrat partiler arasındaki söylem ve vurgu farkları giderek büyüyor; diğer yandan sosyal demokrat partiler ile muhafazakâr partiler arası (yani sağ ile sol arası) farklılıklar görünmez hale, gelmiş bulunuyor.
Belirtmeye gerek yok ki, bu kriz, tek başına sosyal demokrasiye has bir kriz değildir. Yerleşik politik partiler yelpazesinde genel olarak görülen, sağlı-sollu merkez partilerin toplamının büyük bir güven aşımı yaşamaları ve geniş kitleler nezdinde çekim merkezi ve umut olma özelliklerini yitirmeye başlamış olmalarıdır. Klasik sağ-sol ayrımına göre şekillenmiş mevcut politik partiler yelpazesi, iki kutuplu dünyadan çıka-gelmiş emperyalist dünyanın egemen sınıflarının çıkarları ve yaşamın dayattığı ekonomi-politik yeniden yapılanma görevleri karşısında, giderek hantal, dinamizmden yoksun, basireti bağlanmış, toplumu motive edebilecek tüm özelliklerini yitirmiş, vizyonsuz ve geleceksiz örgütlere dönüşmüş durumda ya da böylesi bir konuma sürüklemektedir. Mevcut burjuva partileri, burjuvazinin elinde, yalama yapmış ve yerinden de kolay sökülemeyen vidalara benzemektedirler.
Ama sadece partiler mi? Şüphesiz bu aşınma, işlevsellik krizi vb. tek başına klasik burjuva merkez partileriyle sınırlı bir olay değil. Denilebilir ki, burjuva toplumunun politik-kurumsal örgütlenme ve yapısının bütününde bir aşınma ve bozulma yaşanmaktadır.
Bu sürecin gerisinde yatan olgu nedir?
Bu olgu şöyle ifade edilebilir: ’89-’90 yıllarında yaşanan dönemeç, Batı emperyalizminin uluslararası kurumlarını işlev krizine ve otorite aşınmasına sürükledi. Ülkelere göre değişmekle birlikte, ’80’li yılların başından başlayarak ve ’90’lı yılların “ideolojik moral üstünlüğüyle” pervasızlaştırılarak hızlandırılan ekonomi politikaları sonucunda, emperyalist kapitalist ülkelerin politik-toplumsal örgütlenme, yapı ve kurumları ciddi bir aşınma ve işlev krizine sürüklendi. (3)
Alman sol sosyal demokratların diliyle söylersek; ’80’li yıllardan bu yana devam eden “kapitalist karşıdevrim” sosyalizmi değil (Bu aslında ’50’li yıllarda gerçekleşti), tersine kendisinin kurduğu toplumsal örgütlenme, yapı ve dengeleri bozdu. Emperyalist burjuvazi, savaş sonrasının toplumsal, politik ve kurumsal yapılanmaların temellerini kendi eliyle oymaktadır.

POLİTİK-KURUMSAL YAPIYI YENİLEME ZORUNLULUĞU
Gerek son seçim sonuçları, gerekse emperyalist kapitalist ülkelerin geçirdiği evrimden çıkan sonuçlar birer veri olarak ele alındığında; burjuvazinin bugün ve önümüzdeki dönem için önüne koyduğu hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için belirlediği politikalar açısından İngiltere’yi; böylesi bir süreçle karşı karşıya kalan proletaryanın hangi tehditleri görmesi ve ne tür badireleri atlatması gerektiği bakımından Fransa’yı incelemek en doğru yöntem olacaktır.
Bu iki ülkeyi burada öne çıkarmamızın nedeni, (farklı varyantlarının temsilcileri olsalar da) ‘sol’ partilerin seçimleri kazanması değildir. İki ülkenin, peş peşe yapılan seçimlerinden hareketle bir kıyaslaması yapılması gerekiyorsa, bizce burada altının çizilmesi gereken yön şudur: İngiltere’de Blair, seçimleri kazanması sonucunda başbakan olurken, Jospin, Juppe’nin temsil ettiği saldırı programının reddedilmesi sonucu başbakan olmuştur. Bugünün Avrupası’nda “seçimler kazanılmıyor, tersine kaybediliyor” savı, Fransa için geçerli iken, İngiltere için tam öyle değildir, İngiltere’deki ‘sol’ iktidar; İngiliz burjuvazisinin politik ve ekonomik çizgisinin -işçi hareketinin takatsizliğinin sürdüğü koşullarda- yenilenmesine tekabül etmektedir. Fransa’daki ‘sol’ iktidar; -Fransız burjuvazisinin, çıkarlarını ve önceliklerini topluma dayatmada zorlandığı koşullarda- işçi sınıfı hareketinin geliştiği, sınıfın bir ayağının fabrikada, bir ayağının da sokakta olması olgusunun gerekli kıldığı bir yenilenmeye denk düşmektedir.
İngiltere’deki seçim sonuçlarını biraz daha yakından irdeleyelim. Avrupa’da olsun, Türkiye’de olsun, Tony Blair ve önderlik ettiği “New Labour” (Yeni İşçi Partisi) genellikle “solun sağcılaşması” çerçevesinde ele alına-gelmiştir. Oysa Blair ve “New Labour” konusunda üzerinde durulması gereken başka önemli hususlar var.
Blair’in seçim zaferinde yanıtlanması gereken asıl soru şu: İngiliz ekonomisinin; resmi verilere göre İkinci Dünya Savaşı sonrasının en iyi durumunu yaşadığı, Gayri Safi Milli Hâsıla’nın (GSMH) yüzde 2 ila 3 arasında büyüdüğü, istatistik oyunlarıyla gerçek rakam düşük gösterilse de işsizlik sayısının göreceli olarak azaldığı, enflasyonun yüzde 3’ün altında seyrettiği ve ülkenin hâlâ yabancı yatırımlar açısından baş sıralarda durduğu koşullarda; dünyanın en tecrübeli tekelci burjuvazisi olarak tanımlayabileceğimiz İngiliz burjuvazisi neden açıktan ve tüm gücüyle Blair ve partisini desteklemiştir? (4) (Yoksulların, işsizlerin, çalışan işçi ve emekçi kitlelerin 18 yıllık saldırgan muhafazakâr yönetime tepki duyup Blair ve Labour’u seçtikleri doğrudur. Ancak bu tepki ve tercih bir önceki seçimlerde de söz konusuydu.)
İngiliz burjuvazisinin Blair’i açıktan desteklemesinin iki nedeninden söz edilebilir: Birincisi; Kara Avrupası’ndaki emek-sermaye çelişkisinin geliştiği yön; ekonomik bakımdan çok daha kötü koşullarda olan İngiliz işçi ve emekçilerin sınıf kardeşlerinin yolunu tuttuğunda çok daha sert mücadelelere atılabileceği gibi olguları dikkate alarak; emperyalist planlarını yaşama geçirme temposunu düşürmeye neden olmayacak bir şekilde bu gelişmeyi önleyebilecek ya da en azından atılım açısından kritik sayılan önümüzdeki iki-üç yıl için erteleyebilecek bir taktiği benimsemesidir. Keynesçilik teorisinin İngiltere’de çıkmış olması da göz önünde tutulursa, İngiliz burjuvazisinin işçi sınıfıyla çatışmada en tecrübe sahibi burjuva sınıfı olduğu, işçi sınıfıyla ne zaman çatışmaya gireceğini, ne zaman böylesi bir tutumun yarardan çok zarar vereceğini çok iyi hesap edebildiği söylenebilir.
İkinci nedeni ise; Avrupalı emperyalistler arasında büyük bir atılıma en fazla ihtiyaç duyan bir emperyalist olarak ve üstelik böylesi bir atılım için 18 yıldır bütün ekonomik koşullarını hazırlamış olarak, bu hazırlığın kaçınılmaz yan ürünü olarak beliren genel toplumsal çözülmeyi nispeten durduracak ve yeniden örgütleyecek (Rakipleri karşısında emperyalist bir atılım yapabilmek için toplumsal ve politik yapıyı yeniden örgütlemek bir zorunluluktur.) yeni bir politik vizyona sahip olma gereğidir.
Blair ve şahsıyla özdeşleştirilen Yeni İşçi Partisi, program ve hedeflerinin yanı sıra, toplumda yarattığı beklenti ve umut, İngiliz burjuvazisinin belirtilen ihtiyaç ve hedeflerine her bakımdan tam denk düşmektedir. Blair, şahsıyla ve Yeni işçi Partisi, çizgisiyle -sağ ya da sol olmasından bağımsız olarak- merkez parti olmanın tüm vasıflarını birleştirmektedir. Blair; Katolik’tir, ‘sol’cudur ve neo-liberal/neo-Keynesçi karışımı bir ekonomi politikayı savunmaktadır. Burjuva sosyologların tabiriyle, “toplumun iç birliğinin (izlenen saldırgan ekonomi politikalar sonucunda) çözülmeye başladığı koşullarda, sağ-sol ayrımının üstünde duran bir “Hıristiyan sosyalist”in birleştirici yeteneği görmezden gelinemez. Blair, her pazar düzenli kiliseye giden, toplumun dağılan dokusunu yeni bir komunitarizm (cemaatcılık, toplumculuk) ülküsüyle yeniden güçlendirmeyi görev edinen “yeni tip siyasetçidir. Alman ya da Fransız burjuvazisi olsun, Avrupa’da özellikle sınıfların mücadele ve hareketlerinin giderek radikal uçlarda gelişmeye evrildiği koşullarda, partiler yelpazesinde merkezin aşınma sürecini durduracak böylesi bir siyasetçi tipi ve siyaset kombinezonuna gıpta ile baktığı abartı değildir.
İşçi sınıfına mutlak yoksullaşma dayatılmadan, kapitalist sermaye birikimi hızlandırılıp genişletilemez. Bu, kapitalist sermaye birikiminin kaçınılmaz bir zorunluluğu ve asla değişmeyen tarihsel eğilimidir. İleri kapitalist-emperyalist ülkelerde, sistemin temellerini yıkacak olgu ve çelişkilerin olgunlaşmaya başladığı burjuva sosyologlarınca da kabul edilen bir gerçektir. Alt sınıfların yaşam koşullarında apaçık görülen yoksulluğun yanı sıra, bu sürecin bir diğer özelliği de emperyalist ülkelerdeki orta tabakanın ekonomik-sosyal açıdan giderek zayıflaması, eski konumunu yitirmesidir. Orta tabakanın ekonomik-sosyal açıdan çöküşünün en açık göstergelerine ABD’de rastlanılmaktadır. Ama sadece orada değil. Avrupa’da da İngiltere bu süreci bir süredir yaşamaktadır. 18 yıldır izlenen liberal ekonomi politikalar, gelinen yerde İngiltere’nin orta tabakasını da etkilemeye başlamıştı. Son seçim sonuçlan, orta tabakanın da, neoliberal politikaların neden olduğu ekonomik kötüleşme ve yıkımdan kurtulma umuduyla Blair ve partisini seçtiğini ortaya koyuyor. Örneğin orta tabakanın yoğun olarak oturduğu bölgeler, İngiltere’nin güneydoğusunda kalan; Londra, Kent, Essex, Sussex gibi kentlerdir. Önceki seçimlerde bu kentlerde muhafazakârların ezici bir üstünlüğü söz konusuydu. İşçi Partisi’nin en büyük sürprizi bu bölgelerde de muhafazakârları geride bırakmayı başarmakla yaptığını belirtmeye gerek yok.
Keynesçiliğin yerini Thatcherizmin aldığı İngiltere’de, Blair’in savunduğu ekonomi politika yakından değerlendirildiğinde bunun, Thatcherizm ile neo-Keynesçiliğin bir sentezi olduğu söylenebilir (bazıları gerçi şimdiden Blairizm’den söz ediyor). Fakat ‘sol’un yeni ‘politik reformasyonu’ bundan ibaret değil. Anti-komünist dalganın zirvede olduğu yıllarda -ki bu yıllar aynı zamanda sosyal demokrasinin en güçlü olduğu yıllardı-, Batı Avrupa sosyal demokrasisi, kapitalizm ve sosyalizmin “kötü yönlerini” dıştalayarak “üstünlüklerini”, “olumluluklarını birleştirebilen” bir siyaset olarak kendisini niteliyordu. “Yeni Sol” ya da “New Labour” ise, ekonomik alanda “üstünlüğünü kanıtlamış” neoliberal ekonomi politikanın “pratik rasyonelliğini” herhangi bir tabuya bağlı kalmadan pragmatistçe devralan, ama aynı zamanda onun geniş kitlelerce görülen yıkıcı ve acımasız yönlerini komunitarist, Hıristiyan sosyalist bir çizgiyle bertaraf etmeyi iddia eden bir siyaset olarak nitelenebilir. Nasıl ki, savaş sonrasının sosyal demokrasisi “insancıl bir sosyalizme” “denk düşüyor”duysa, işte en ileri örneğine İngiltere’de rastladığımız “Yeni Sol” da “insancıl bir Thatcherizm”e tekabül etmektedir.
Ünlü “London School of Economics”in müdürü Anthony Giddens’in Blair hükümetiyle ilgili yaptığı değerlendirme dikkate değer. Şöyle diyor Giddens: “Britanya politikası 1945’ten beri dünyayı iki kez temelden etkiledi. Birinci olarak, savaş sonrasında refah devletinin inşası ve ikinci olarak da, 1979’dan itibaren gelişen Thatcher liberalizmi. Her ikisi de başka ülkelere örnek teşkil etti. Umuyorum ki, şimdi (bir Labour hükümetiyle birlikte), Büyük Britanya’nın yine öncü rolü oynayacağı üçüncü bir dönem başlayacaktır. Üstesinden gelinmesi gereken görev, ekonominin ve toplumun globalleşmesinin beraberinde getirdiği talepleri, sosyal adalet, toplumsal birlik ve demokrasiyle bağdaştırmaktır. Bunların tümünün aynı anda mümkün olup olmayacağını henüz bilmiyoruz. Ancak şimdiye kadar olduğu gibi de devam edemeyiz.”
“Şimdiye kadar olduğu gibi devam edememe”, bugün, Avrupa’nın tüm emperyalist devletlerini kemiren bir sorundur. Avrupa’nın emperyalist burjuvazileri, ’89 yıllarının ideolojik-moral üstünlüğüne de yaslanarak, işçi sınıfı ve emekçi halkın boğazını aradan geçen süre içerisinde sıkabildiği kadar sıktı. Azami kâr ve dünya hegemonyası olan hedefe doğru son yıllarda çok önemli adımlar atılmış olsa da, her bir emperyalist ülke burjuvazisi açısından varılan noktayla varılması “olanaklı” görünen nokta arasındaki uçurum hâlâ durmaktadır. Öte yandan işçi sınıfı ve emekçi halka karşı saldırısının bugüne dek yaslandığı platform, tarz ve argümanlar -esas olarak sınıfın karşı koymuş olması ya da karşı koyması olanağının artmış olması nedeniyle- tavsama ve eski etkisini kaybetme belirtilerini göstermektedir. Bu durumda yapılması gereken ve zaten yapılmakta olan da son derece açıktır: Saldırı ve sömürü platformunu; ekonomik, politik, sosyal, kültürel, kısacası her açıdan yenileme ve bu yenilemeye göre yeniden mevzilenme! İngiliz burjuvazisinin yeni bir öncülüğünden söz edilecekse, işte bu anlamda söz edilmelidir.
Burada Alman burjuvazisinin, İngiltere ve Fransa seçimlerinin hemen ardından gündeme getirdiği bir tartışmaya dikkat çekmekte yarar var. Wirtschaftswoche dergisi 26 Haziran ’97 tarihli sayısında şu tespiti yapıyor: “Bonn’daki reform tıkanıklığını ancak politik-kurumsal düzeltmeler açabilir.” Alman mali oligarşisinin temsilcilerinden Hans-Olaf Henkel ise, Almanya’nın “politik bir yeniden örgütlenmeye” gereksinim duyduğunu söylüyor. Henkel’e göre, nasıl ki işletmeler, aldıkları kararların yeni şartlara uymaması durumunda, kendilerini yeniden yapılandırıyorlarsa, aynı şekilde “politik aygıt da kendisini yeniden örgütlemelidir”.
Belirtilen anlam ve çerçevede bugün Almanya’da; Federal Konsey ve hükümet arası ilişkinin yeniden belirlenmesi (“Karma sorumlulukların olması sorumsuzluğun artmasına yol açıyor.”), Federal devlet örgütlenmesi ve yapının etki alanlarının sınırlanarak merkezileştirilmesi (“kurumların sorumluluk alanlarının yeniden belirlenmesi”; “eyalet sayısının yarı yarıya azaltılması”; “anayasa mahkemesinin yetkilerinin sınırlanması”; “seçim sisteminin çoğunluk sistemine göre değiştirilmesi” )vb. “öneri” ve “görüşler” tartışmaya açılmış bulunuyor.
Başka esaslı hedeflerin yanı sıra, başlatılan bu “politik-kurumsal düzeltmeler” süreciyle öncelikle; bir yandan anayasanın değiştirilmesi yoluyla anayasal organların yetkilerinin “güçlü merkezi bir hükümetin çalışmasını kolaylaştıracak” bir şekilde yeniden belirlenmesinin; diğer yandan devlet aygıtının çalışmasını hantallaştıran her tür yapı ve mevzuatın ortadan kaldırılmasının ya da değiştirilmesinin amaçlandığı ortadadır. Yeri gelmişken belirtelim ki, devlet kurumlarının; aşınma belirtileri artan politik temsili organlarının neden olabileceği politik istikrarsızlıklar ya da konjonktürel dalgalanmalardan nispeten bağımsız ve efektif işleyişini gözeten bir dizi önlemler bir süredir alınmakta zaten. (Hemen hemen her Avrupa ülkesinde polisin yetkileri artırılmış, bireyin özgürlük haklarında bir dizi kısıtlamalara gidilmiştir. Yeni kurulan ‘Europol’ -‘Avrupa Polisi’- ise, bazı muhafazakâr demokratların bile tepkisini toplayan yetkilerle donatılmışın) Devlet kurumlarının ve bürokratik aygıtının, temsili organlardan bağımsızlaşmasına dönük tahkim edici adımların arasında, son dönemde en çok göze batan bir diğer tedbir de devlet merkez bankalarına özerklik verilmesidir. İngiliz İşçi Partisi’nin ilk icraatlarından birisinin İngiliz Merkez Bankası’na özerk bir statüyü tanıması bir tesadüf değildi. Aynı şekilde İsveç’teki sosyal demokrat hükümet, mayıs ayında merkez bankasına daha çok bağımsızlık tanıyan bir yasa tasarısını meclise sundu. Almanya’da Kohl hükümetiyle Federal Merkez Bankası arasında geçen “sürtüşme” belleklerdedir. Bu “sürtüşme”de Alman mali sermayesi merkez bankasını desteklemiştir. Nedeni de Maliye Bakanı’nın altın ve döviz rezervlerinin değerlerinin yeniden belirlenmesi talebine karşı çıkmasından çok, bu girişimini merkez bankasının “bağımsızlığına” gölge düşürecek bir tarzda yapmasıydı. Açmazını bir erdem saymasını bile-gelen burjuvazi, işler kritik bir sürece evrilmeye başladığında, devlet aygıtı ve kurumlarını tahkim etme ve temsili organların karşısında bağımsızlaştırma hassasiyetini tarihte her zaman göstermiştir!
Avrupa’nın üç büyük emperyalist devleti arasında bu açıdan bir kıyaslama yapmak gerekiyorsa, İngiltere’nin belirtilen “görev”lerin gündemde olduğu süreci, Almanya ve Fransa’dan daha kolay ve hızlı atlatacağı söylenebilir. (İngiliz emperyalizminin avantajları: zayıf konumunu hâlâ sürdüren bir işçi hareketi; ekonomik “reformlar” konusunda epey yol kat etmişlik; politik-toplumsal çözülmeyi bir süre erteleme potansiyeli taşıyan politik yenilenmeyi gerçekleştirmiş olma.) Pek çok gösterge İngiliz emperyalizminin yeni bir atağın eşiğinde olduğuna işaret etmektedir. Belirtilen konularda nispeten dezavantajlı bir konumda olanlar ise, Almanya ve Fransa’dır. Almanya’nın takatsizlik belirtileri giderek artmaktadır. Çok kısa bir sürede çok hızlı bir gelişme kaydeden Alman emperyalizminin diğerlerinden farklı, özgün sorunu şudur: Bir yandan “Ren kapitalizmini” (ki “sosyal” özelliği en gelişkin olanıdır) ekonomik olarak artık kaldıracak durumda değildir, diğer yandan ise, politik-kurumsal yeniden yapılanma konusunda faşist geçmişi nedeniyken çok “demokratik yükü” sırtında taşımaktadır. Fransız emperyalizminin başına ise esas olarak kendi proletaryası musallat olmuştur.
Herhangi bir yanlış yoruma meydan vermemek için şunun altını çizelim: Blair ve partisi için dikkat çekilen hususlar, İngiliz emperyalizminin (ve hatta tüm Avrupalı emperyalistlerin) plan ve hedefleri açısından ele alınmıştır. Bu plan ve hedeflerde başarı kaydedilip edilmeyeceği ise, başka bir sorundur. İngiltere’deki işçi sınıfını ve emekçi kitleleri yedekleme ve beklenti içinde tutma girişimleri -şu veya bu nedenle- beklenen sonuçları vermediğinde ve işçi hareketi yeniden yükselişe geçtiğinde, “Yeni İşçi Partisinin, İngiltere koşullarında daha sert geçeceği belli olan sınıf çatışma ve mücadelelerinin üstesinden gelme olanaklarının daha zayıf olduğu açıktır. Ancak, verili koşullar itibarıyla değerlendirildiğinde, İngiltere’deki ‘sol’un, kendi burjuvazisine, Fransa’dakinden daha uzun ve etkin hizmet edeceği kuvvetli bir ihtimaldir. Fransa’da şahlanan sosyal demokrasinin Blair’den çok daha önce attan düşeceğinin göstergeleri bugünden belirmiştir.
“New Labour”un Aşil topuğuna gelince. Burjuva sosyalizminin tüm varyantları gibi, “Yeni-Sol” da, somut ve nesnel sınıfların üstünde bir siyaseti vaat ediyor. Ne var ki, adı ne olursa olsun, ister komunitarizm, ister Hıristiyan sosyalizmi olsun; bu burjuva öğretilerin tümü farklı sınıfların nesnel varlığını ortadan kaldırma kudretinden yoksundur. Sınıflar arasındaki bu çelişki de, bu tür öğretilerin tarih boyunca gidip gelip çarptığı -belki ‘ilkel’ ve ‘basit’, ama pek etkin- bir kayadır!

DÖNÜM NOKTASI-PROLETARYANIN CEPHESİNDEN
“Fransa, sınıf savaşımlarının, her seferinde, herhangi başka bir yerde olduğundan daha fazla, kesin karara kadar sürdürüldüğü ve bu bakımdan sınıf savaşımlarının içinde geçtikleri ve bu savaşımların sonuçlarının özetlendikleri değişken siyasal biçimlerin en belirgin sınırlarıyla belirdikleri ülkedir.” (Engels)
Tarihte birçok kez olduğu gibi, Avrupa’da işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının aktüel durumu, özellikleri ve gelişme doğrultusunu anlayabilmek için dikkatler yine Fransa’ya yönelmiş bulunmakta. Sosyal demokrasinin iktidara gelişi dolayısıyla, sermaye sınıfının plan ve taktiklerini açıklamak için İngiltere’yi irdelememiz gerekti. Burjuva ‘sol’un iktidar oluşunun işçi sınıfının mücadelesi ve hareketinin gelişme seyriyle bağlantısını ve doğurabileceği sonuçları anlamak için Fransa’ya bakmamız gerekmektedir…
Buraya kadar belirtilenlerden Fransa’daki burjuva ‘sol’un İngiltere’dekinden “farkı” kendiliğinden açıklık kazanmıştır. Yeniden belirtmek gerekirse: İngiltere’deki, burjuva ‘sol’un yeni varyantı iken, Fransa’daki, eski varyantıdır. Burjuvazinin akıl hocalarının bugünlerde ortaya attıkları soru ise şu: “Avrupa sosyal demokrasisi, hangi modele doğru gelişecektir; Fransız modeline mi, yoksa İngiliz modeline mi?” Birleştikleri nokta, bu gelişmenin yönünün Alman sosyal demokrasisinin gelişmesi tarafından belirleneceğidir.
Sosyal demokrasi aracılığıyla ulaşmayı hedefledikleri açısından bakıldığında, burjuvazinin “İngiliz modelinde tercihleri arasında en uygununu bulduğu söylenebilir. Ama işçi hareketine yönelen tehdit, kısa vadede buradan kaynaklanmamakta. Tehdit, bugün öncelikle “Fransız modelinden gelmektedir. Avrupa burjuvazisinin bu bakımdan -“İngiliz modelini açıktan öne çıkararak- Alman sosyal demokrasisini yakın takibe aldığı nasıl bir gerçekse, aynı şekilde Avrupa işçi sınıfının gözünün de (İngiliz değil) Fransız ‘sol’unda olduğu bir gerçektir. Avrupa’nın burjuvazisi, nasıl ki, Fransız burjuvazisinin, emperyalist planları tehdit etme potansiyelini taşıyan Fransız proletaryasının hakkından nasıl geleceğini merakla izliyorsa, işte Avrupa proletaryası da Fransız işçi sınıfının sermayenin saldırılarının devamı durumunda ne yapıp yapmayacağını o denli ilgiyle takip etmektedir.
Fransa’da etkinlik gösteren uluslararası bir şirketin yöneticisi, Fransa’nın seçimle birlikte girdiği süreci, “belirsizlik dönemi başlamıştır” diye tanımladı. Kuşkusuz, Fransız burjuvazisinin ve işçi sınıfının ne yapmayı planladığı ya da yapması gerektiği açısından bir “Belirsizlik” yok. Ancak bu belirsiz olmayan şeylerin, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, kimin ne kadar ilerleyip ilerlemeyeceği konusu gerçekten de bugünden belirgin değildir.
Somutlaştıralım. Fransız mali sermayesinin ‘sol’ hükümetten beklentisi nedir? Öncelikle, işçinin sokaktaki ayağını fabrikaya geri çekmesidir. Bunu başardığı oranda; “dünya pazarı”, “uluslararası rekabet” ve “Fransa’nın ulusal çıkarlarının” zorunlu kıldığı ekonomik-politik saldırı programını tedricen ama fazla sulandırmadan yaşama geçirmesidir.
Fransız işçi ve emekçilerinin ‘sol’ hükümetten beklentisi nedir? İşsizliğe çare bulması ve iş güvencesi, sosyal hak kısıntılarını durdurması ve kısıtlanan haklan yeniden tanıması, ekonomik ve sosyal yaşam seviyesini yükseltmesidir.
Peki, ‘sol’ hükümet gerçekte ne diyor? Proletaryasız burjuvazi olacak! Yoksulluk artmadan zenginlik büyüyebilecek! Burjuvazi ise, ‘böyle bir şey olamaz, ama sen olabilirmiş gibi hareket edebilirsin’ diyor. Proletarya ise, sezgileri ve sınıf tecrübesiyle böyle bir şeyin olamayacağını hissetse de, gerçek kurmayından yoksun olduğu için, “Bekleyelim belki bir şeyler olabilir” diyor.
Fransa’da proletarya tetikte ama beklenti içinde; burjuvazi ne yapacağını biliyor ama sabırlı ve soğukkanlı davranması gerektiğini gözeterek planlarını yeniliyor. ‘Sol’ hükümetin içinde bulunduğu açmazın karakteristiği ise şu: Beklentileri güçlü tuttuğu ölçüde işlevsel olabilecektir. Ama işlevsel olduğu ölçüde beklentileri zayıflatacaktır. Beklentileri zayıflattığı ölçüde ise işlevsel olamayacaktır, işlevsel olamayacaksa, her türlü varlık hakkını yitirecektir.
Sosyal demokrasinin tarihi, esasta siyasal oportünizmin tarihidir. Ayrıntıların kıvrımlarında dolanarak ilerlemek, sosyal demokratik “realist” siyasetçiliğin ayırt edici özelliğidir. Bu nedenledir ki, ne zaman sınıflar-arası mücadele; safların belirginleştiği, cephelerin somutlaştığı bir aşamaya girmeye başlıyorsa, işte o zaman sosyal demokratik siyasetin saati gelip çatmış demektir. Saflaşmayı dağıtmak, cepheleri bulanıklaştırmak üzere harekete geçen, burjuva siyasetçiliğin bu en iğrenç ve sinsi varyantının taktik hattı genellikle aynıdır: Bir adım ileri, iki adım geri götürerek işçi sınıfı hareketini boğmak!
Jospin hükümetinin dört haftalık icraatı ortadadır. Belirtilen tarz ve taktik gereği, önce; asgari ücret yükseltilmiş, yeni eğitim yılı için eğitim ek yardımları artırılmış, tepkilere yol açan Ren-Ron Kanalı’nın inşaat çalışmaları durdurulmuş ve Superphenix santralinin kapatılacağı ilan edilmiştir. Hemen ardından ise; AB’nin ‘istikrar paktı’na imza atılmış, Belçika Vilvoorde’deki Renault fabrikasının kapatılmasına göz yumulmuş, özelleştirmelerin olabileceği mesajları verilmiştir.
Artan eleştiriler karşısında, Jospin, kamuoyundan ‘sabır’ talep ederek, şu ilginç cümleyi sarf etmiştir: “Sağ sanki yokmuş gibi hareket edilemez ki, ancak dayanışma içinde olursak başarı kaydedebiliriz”. Bu tür sözleri Fransa’daki burjuva ‘sol’un temsilcilerinden daha sık duyacağımızı belirtelim. Buradaki argüman bellidir: Sağ iktidarı istemiyorsan, sıkıştırma, eleştirilerinde ölçülü davran ve muhtemel eylemlerle bizi müşkülata sokma!
Son seçimlerde Le Pen’in ırkçı-faşist partisi aldığı oy bakımından üçüncü parti konumuna yükseldi. Başka bir deyişle, faşistler pusuda bekliyorlar. Bu olgu da, işçi hareketinin nispeten en gelişkin olduğu günümüz Fransa’sının yabana atılamayacak bir gerçeğidir. Bu olgunun Fransa’daki sınıf mücadelesi açısından taşıdığı anlam nedir?
İşçi hareketi saflarındaki oportünizmin ideolojik temellerini yenilemek ve işçi sınıfının, hareketinin kendi diyalektiği içinde kendi devrimci tarihi ve politik kimliğini bulma sürecini deforme etmek – işte bu amaçlara ‘sol’ bir siyaset ve söylemle ulaşmaya çalışma girişiminin başarısızlığı durumunda ve komünistler üzerlerine düşen görevleri layıkıyla yerine getirmediklerinde; aşırı sağcı ve faşizan bir politikayla, orta tabakayla işçi sınıfının geri kesimlerini yedekleme olanaklarının artacağı açıktır. Denilebilir ki, sosyal demokrasi, izlediği politikalarla yeniden faşizmin önünü açmaktadır.
Genel olarak görülen şu ki, emperyalistler arası çelişkiler keskinleşip giderek açık bloklaşmalara doğru meylederken, Avrupa işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki savaşım günden güne karşılıklı bir güç yettirememeye doğru gelişiyor. Büyük oynamak zorunda olan Avrupalı emperyalistlerin, karşılıklı güç yettirememe tarafından karakterize edilen bir dönemi uzun süre sineye çekebilecek bir niyet ve konumda olmadıkları, şimdiden, henüz ilk “aksaklıklarda hızla gündeme getirdikleri politik-kurumsal yapılanma girişimleriyle açıklık kazanmıştır.
Sürecin somutta nasıl gelişebileceği bugünden tam kestirilemezse de, burjuvazinin hazırlıklarını “en kötü koşulları” gözeterek yaptığı ortadadır. Burjuvazi açısından daha “kolay” ve “engelsiz” yol almayı cazip kılabilecek aşırı sağcı ya da faşizan bir yönetim biçiminin pratik bir sorun ve yönelim haline gelip gelmeyeceği ise, esas olarak birbirinden bağımsız olmayan iki faktöre bağlıdır: Birincisi, emperyalist ülkelerdeki emek ve sermaye arasındaki mücadele ve ikincisi, emperyalistler arası rekabet ve hegemonya savaşımının seyri.
Sonuç olarak, klasik sosyal demokrat politikaların yeniden geniş kitlelerce benimsenmesi anlamında, sosyal demokrasinin bir yeniden “şahlanışından söz edilemez. Ancak, ‘sol’ ve ‘insancıl’ maskeli bir siyasetle, gelişen işçi hareketini boğma, yolundan saptırma ve aynı zamanda burjuvaziye kendi plan ve saldırılarını yeniden örgütleme olanağını verme anlamında, burjuva ‘sol’un yeni bir atağından söz edilmelidir. Önemli olan Avrupa’da olsun, Türkiye’de olsun, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin bu girişim ve çabaların gerçek yüzünü görmeleri; umut ve mücadelelerini bunlara bağlamamalarıdır. Sosyal demokrasi bir kez daha bu işçi-emekçi düşmanı rolü oynama olanağını bulamamalıdır.

Ağustos 1997

DİPNOTLAR:

(1) Bugün sosyal demokrat partilerin kitle tabanı da değişmiştir. Sosyal demokrat partiler, bir yandan klasik işçi tabanında güç yitirmişler, diğer yandan ise çıkarlarını savunmayı düne göre çok daha fazla öne çıkarttıkları orta tabakalardaki tabanını genişletmişlerdir. Kısacası, mevcut sosyal demokrat partiler, çoktandır (burjuvaziyi savunsa da) klasik “işçi partisi” olmaktan çıkmışlardır. Sermaye partileri konumundadırlar.

(2) ‘Sol’ Avrupa’da iktidara geldi. Dolayısıyla bu, sosyal bir Avrupa’yı yaratmanın olanaklı hale gelmesi demektir! İşte bu teze dayanılarak, geniş emekçi kitlelerde AB politikalarına ve birleşme sürecine karşı oluşan kuşku ve tepkiler, bu tümüyle dayanaksız umut çerçevesinde yedeklenmeye çalışılmaktadır. Avrupa ‘sol’unun, AB politikasının özü bu! Amaç belli: Saldırılara karşı direnişi kırmak, sosyal Avrupa hayaliyle gündeme getirilecek çeşitli “tedbir” ve fedakârlıkların sineye çekilmesini sağlamak.

(3) Hatta sadece İngiliz mali sermayesi değil, Fransız seçimlerin ardından International Herald Tribune’den Washington Post’a kadar, Wall Street Journal’dan Financial Times’e kadar, tüm uluslararası sermaye odakları, Avrupa’nın ‘sol’ partilerine “Bill Clinton ve Tony Blair’i örnek alınız!” diye yol göstermiştir.

(4) Denilebilir ki, İngiliz emperyalizmi son 18 yıllık dönemi, ‘savaşım için donanma’ süreci olarak değerlendirmiştir. Burada, sanayi temelini yenilemeye dönük atılan adımların yanı sıra, en dikkat çekici olan husus, İngiliz emperyalizminin sermaye birikimini hızla büyütme gayretidir. Öte yandan İngiliz ekonomisinin bir diğer özgün yönü de, sanayinin mevcut kapasite kullanımı oranının çok düşük olmasıdır. Örneğin ’91-’93 kriz yıllarında imalat sanayisindeki kapasite kullanımı yüzde 30 ila 35 arasında seyrederken, kriz öncesinde (yani ’91’de 100 olarak belirlenen sanayi üretimi bugün 108’i bulduğu koşullarda) bu oran ancak yüzde 47’dir! Son 4 yıl idinde bu oran en yüksek seviyesine ’95’in ortalarında yüzde 58’e ulaşmıştır. Görüldüğü üzere, Avrupa’nın rantiyeci özellikleri en çok gelişmiş bir ekonomisiyle karşı karşıyayız. Örneğin Fransa’da bu oranlar şöyledir: 93 ortalarında yüzde 80,5; ’95 ortasında yüzde 84,5 (ki bu en yüksek oranı) ve ’97’de ise yüzde 81. Japonya’da ise, 92 yılı başlarında yüzde 91; ’93 sonlarında yüzde 80; ’97 başında ise yüzde 92,5 dolaylarındadır.
Kısacası veriler, İngiliz emperyalizminin bir yandan -yenilemeye çalıştığı- sanayisinin kapasite kullanımını artırmaya yöneleceğini, diğer yandan ise hızla büyüttüğü sermaye birikimiyle yayılmacılığını finanse edeceğini göstermekte. Önümüzdeki dönemde, İngiltere’nin kredi ve yatırım faaliyetlerini artırması bir sürpriz olmayacaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑