Politik gelişmeler ve devrimci işçi hareketinin görevleri

Genelkurmay’ın yönetiminde, bu yılın başlarında başlatılan ve başında Genelkurmay ve Tansu Çiller kliği destekli Refah Partisi’nin bulunduğu iki gerici kamp arasında, şeriat-laiklik ikilemi çerçevesinde, gericilik içi bir mücadele özelliği de taşıyan politik operasyon; yeni bir hükümetin kurulması ve TBMM’de güvenoyu almasıyla sonuçlandı. Yeni hükümetin kurulması bu operasyonun son değil ilk adımıdır. Genelkurmay’ın yönetiminde, TSK’nın politik yaşama doğrudan müdahalesi ile bu yılın başlarında başlatılan süreç devam etmektedir. Bir yönü de üst yapıdaki çok yönlü çözülmeyi engelleme ve düzenin politik aygıtları ve aralarındaki ilişkiyi yeniden düzenleyerek güçlendirmek olan görev tamamlanmadı! Cumhurbaşkanı Demirel politikada her şeyin en erken bir iki seçimle yerli-yerine oturacağını belirterek; hem öngörülen süreyi hem de bu yılın başlarında başlatılan sürecin kapsamını ve hedeflerini anlayanlar için çarpıcı bir biçimde ifade etmiş oldu. Yeni hükümetin kurulmasıyla birlikte TSK’nın, adım adım “asli görevine” döneceği, bu yılın başlarındaki mevzisine çekileceği yönündeki beklenti boş bir beklentidir.
Refahyol hükümetinin yerine Yılmaz hükümetinin kurularak güvenoyu aldığı süreçte ve sonrasında da burjuva düzen partileri arasındaki güçler ilişkisi ve parlamentoda temsil düzeyi yeni özellikler kazanarak değişmeye devam etti. Tansu Çiller kliğinin egemen olduğu DYP istifalarla zayıflarken, ANAP, özellikle de yeni kurulan ve hükümet ortağı olan DTP katılımlarla güçlendirildi. DYP’deki istifaları, DTP kökenli iki milletvekilinin RP’den istifası izledi. Genel olarak gerici kamp özel olarak da parlamento, partilerin güç ilişkileri açısından durulmuş değil ve milletvekili transferleri, burjuva düzen partilerinin ve aralarındaki ilişkilerin yeniden yapılanması süreci devam ediyor. Bu süreç önümüzdeki dönemde de devam edecektir.
Refahyol hükümetinin yerine Ana-Sol-D hükümetinin kurulması; genel olarak gericilik içi parçalanmanın ve çelişkilerin, özel olarak da, gericiliğin iki ana kampa bölünmesinin ve aralarındaki çelişkilerin temelini ortadan kaldırmadığı gibi; geçici bir süre için de olsa aralarındaki çelişkinin yumuşamasına ya da gerici kamplardan birinin ötekine boyun eğmesini zorunlu kılacak kadar güçsüzleşmesine yol açmadı. Aksine hükümet değişikliği iki gerici kamp arasındaki çelişkileri keskinleştiren, yeni unsurlarla besleyen bir rol oynadı.
Yılmaz hükümetinin kurulmasıyla birlikte, Genelkurmayın dayattığı ancak önceki hükümetin uygulamadığı tüm tedbirler öncelikler sıralamasına göre gündeme alındı. Refah Partisinin başta devlet aygıtı içindeki mevzileri olmak üzere politik gücünü sınırlayan tedbirler; ekonomik ve mali dayanaklarına doğru genişletilerek uygulanmaya başlandı. Üst bürokrasideki RP kadrolarının tasfiyesini, TSK’deki tasfiyeler ve 8 yıllık zorunlu eğitimin gündeme getirilmesi vb. izledi. SPK harekete geçirilerek, Refah Partisinin dayandığı ve günlük basında “İslami sermaye” olarak nitelenen ve yeni, ancak güçlenen tekelci grubun etkinliğini sınırlamaya ve işbirlikçi tekelci sermayenin ana gruplarıyla entegrasyona zorlayan ve denetim altına almaya yönelik tedbirler alındı. Bu tedbirler RP’nin dayandığı sermaye gruplarının başta ordu olmak üzere devlet ihalelerine alınmaması, yapılan anlaşmaların gözden geçirilmesi ve vakıfların denetim altına alınması girişimi ile güçlendirildi.
İstifalar ve yeni iddialarla yıpratılmasına ve zayıflatılmasına karşın, Tansu Çiller kliğinin DYP üzerindeki hâkimiyeti devam ettiği gibi, DYP RP ittifakı ve dayanışması parçalanamadı. Son bir yıl içinde yıpranmasına karşın, RP bugün de; burjuva düzen partileri arasında en geniş ve sağlam örgüte, en militan ve güçlü kitle desteğine sahip partidir. RP, halkın dini inançlarını istismarın yanı sıra, hükümetten uzaklaştırılmasını ve Yılmaz hükümetinin tüm uygulamalarını kitle desteğini güçlendirmek için kullanacaktır. Son günlerdeki gelişmelerin de açıkça gösterdiği gibi RP; her alanda zayıflatılmasına ve etkinliğinin sınırlanmasına yönelik Genelkurmayın ve hükümetinin uygulamalarına sessizce boyun eğmeyecek, halkın dini inançlarını ve dini önyargıları, kitleler arasında gelişen hoşnutsuzluk ve öfkeyi istismar temelinde kitleleri kullanarak püskürtme çizgisi izleyecektir. Sekiz yıllık zorunlu eğitim yasasının gündeme gelmesinden sonraki gelişmeler ve son zamlar karşısında RP’nin geliştirdiği tutum bu çizginin izleneceğini göstermektedir.
Son bir yıl içinde yıpranması ve hükümetten uzaklaştırılmış olması; RP’ye karşı mücadelenin küçümsenmesine yol açmamalıdır. Refah-Yol hükümetinin yıkılmasıyla, RP bir mevziiyi kaybetti. Ancak son bir yıldaki süreç RP’yi yıpratmakla birlikte; kitle temelinde ve örgütünde önemli bir sarsıntı ve zayıflamaya yol açmadığı gibi, hükümetten bilinen yöntemlerle uzaklaştırılması; RP’yi zayıflatan değil güçlendiren, kitleler arasında yürüteceği demagojik propagandanın ve örgüt çalışmasının etkisini ve olanaklarını güçlendiren bir rol oynadı.
RP’nin, halkın dini inançlarının ve kötü yaşam ve çalışma koşullarının, mevcut düzene karşı gelişen tepkilerin istismarına dayanan demagojik propagandasının ve şiarlarının açığa çıkarılması; bugün de, devrimci işçi hareketinin önündeki önemli görevlerden biridir. Din sorununda ve dini inançların kullanılarak gericiliğin örgütlenmesine karşı mücadelede, Jakoben burjuva tutuma, üst tabaka devrimcisinin halkın dini inançlarına karşı saygısız ve halkın acil ekonomik ve politik taleplerini değil, dinin kendisine karşı mücadeleyi ve cepheden saldırıyı temel alan platformuna düşülmemesi; işçi sınıfının sosyal pratikte de doğruluğu kanıtlanmış kendi platformunu, özgül koşulları da gözeterek geliştirmesi; sadece RP’ye karşı mücadele açısından değil, “laik” gerici kampa karşı mücadelenin ilerletilmesi açısından da önem taşır.

* * *
Önceki hükümetten, özellikle son dönemlerinden farklı olarak, Yılmaz hükümeti, devletin temel kurumu olan ordunun, caydırıcı gücünün yanı sıra; egemen sınıfların ana gövdesinin büyük mali ve ekonomik desteğini alarak birleştirdiği ve başında bulunduğu gerici kampın hükümetidir. Başında Genelkurmayın bulunduğu militarist bürokratik aygıt; Refah Partisi, zayıflayan DYP ve BBP dışında geniş bir partiler yelpazesi, belli başlı emperyalist odaklar; TÜSİAD, TİSK, TOBB, TESK gibi sermayenin en etkili kuruluşları; TÜRK-İŞ ve DİSK gibi büyük işçi sendikaları, burjuva-liberal, demokratik eğilimler taşıyan Kemalist aydınlar, sanat, kültür çevreleri vb. yeni hükümeti destekledi. Bunun da ötesinde, Yılmaz hükümetinin kurulması; özellikle kent küçük burjuvazisinin geleneksel sosyal demokrat seçmen kitlesinin, İslami gericiliğin gelişmesinden ve ülkenin ortaçağ karanlığına sürüklenmesinden ürken, RP-Genelkurmay çatışmasının yol açabileceği sonuçlardan kaygılanan, skandalların, çetelerin, yasadışı uygulamaların üzerine gidilmesini talep eden kesimleri arasında da destek buldu. Kuşkusuz bu destek tereddütlü, kötülerin en iyisine sunulan geçici ve pasif bir destek olma özelliği taşıyor.
Yeni hükümetin kurulması ve güvenoyu alması; Türkiye’nin Refahyol hükümetiyle sürüklendiği maceranın ve toplumsal gerginliğin, belirsizlik, istikrarsızlık, yolsuzluklar ve skandallar sürecinin vb. sona ermesi, ekonomik, politik, toplumsal tüm alanlarda yeni bir onarım ve reformlar sürecinin başlaması olarak sunuldu. Kitleler, Tansu Çiller kliği, RP ve yörüngesindeki İslami akımların denetiminde olanlar dışında, başta büyük basın-yayın tekelleri olmak üzere sermayenin ve devletin denetimindeki tüm araçlar ve olanaklar kullanılarak bu doğrultuda yoğun bir propaganda bombardımanına tutuldu. Yürütülen bu propaganda başta küçük burjuva tabakalar olmak üzere kitlelerin belli kesimleri arasında yankı buldu.
İki gerici kamp arasındaki çatışmanın kitleler arasında yol açtığı ülkenin nereye doğru sürükleneceği kaygıları, Yılmaz hükümetinin kurulmasıyla birlikte geçici bir süre için de olsa yatışır gibi oldu. Belli sınırlar içinde de olsa, 1996 Kasım’ından bu yana bütün yalınlığıyla su yüzüne çıkan “çetelerin”, yolsuzlukların, rüşvetin, mevcut anti-demokratik yasaları bile ayaklar altına alan uygulamaların, görevi suiistimallerin, ülkeyi ortaçağ karanlığına doğru sürükleyen sürecin engelleneceği, art arda patlayan skandalların üzerine gidileceği, ülkenin demokratikleşmesi doğrultusunda adımların atılacağı beklentisi zayıflamakla birlikte varlığını sürdürmektedir. Genelkurmay’ın başında olduğu kamp ve hükümeti, bu beklentileri ayakta tutarak, yedeklediği çevrelerin desteğini sürdürme, yeni ekonomik saldırıların kitleler arasında geliştireceği hoşnutsuzluk ve öfkeyi, mücadele eğilimlerini yatıştırma çizgisi izlemektedir.
Özellikle belirtmek gerekir ki; burjuva-liberal çevrelerde ve özellikle de kentlerin küçük burjuva tabakaları arasındaki beklentilerin hiçbiri gerçekleşmeyecek ve bu beklentiler uzun bir süre ayakta tutulamayacaktır. Yılmaz hükümetinin kurulmasından bu yana yaşanan süreç, bir yandan halkın beklentilerinin ve taleplerinin sınırlı da olsa gerçekleşmeyeceğini gösterdiği gibi, bu beklentilerin sarsılmaya başladığını da göstermektedir. Sınıf bilinçli işçi ve örgütü bu durumu göz önüne almalı; kitleler arasında zayıflayarak varlığını sürdüren beklentilerin ve hayallerin yıkılmasını kolaylaştıran bir tutum içinde olmalıdır. Bunun yolu, bu beklentilerin bütünüyle yıkılmasını beklemekten değil, aynı zamanda ağırlıklı olarak, kitlelerin talepleri de olan bu beklentilerin gerçekleşmesi için kitleleri harekete geçmeye ve mücadele etmeye teşvik eden, örgütlenme çalışmasıyla birleşen teşhir ve ajitasyon faaliyeti örgütlemekten geçer.
Çeteler olarak nitelenen ve mafya ve uluslararası uyuşturucu trafiği, istihbarat teşkilatlan, polis ve siyasi partiler, bazı üst rütbeli subaylarla ilişkileri bugün artık saklanamayan, suikastların, provokasyonların, sayısız politik cinayetlerin sorumlusu yeraltı gruplarının, kontrgerilla faaliyetleri çerçevesinde örgütlendiği, bu grupların ve faaliyetlerinin, büyük yolsuzlukların, rüşvetlerin vb.nin, liberal köşe yazarlarının da açıkça belirttiği gibi “derin devlet” olarak niteledikleri militarist-bürokratik aygıtın yönetici çekirdeğiyle doğrudan bağlantılıdır. Bunun da ötesinde, devlet bir avuç asalak tekelci sermayedarın ve büyük toprak sahibinin devleti olarak kaldıkça, ezilen ve sömürülen sınıfların, ezilen ulusların ve halkların mücadelesini ezmek, düzenini ayakta tutabilmek için, yasalar ve insani değerlerle kendini sınırlamayan özel gruplar örgütlemekten vazgeçemez ve gerektiğinde de onların oynadığı rolü bir bütün olarak üstlenmekten bir an geri durmaz. En demokratiğinden en gericisine kadar bütün sömürücü sınıfların devletleri açısından kanıtlanmış bir gerçektir bu.
Yılmaz hükümeti bir yana en demokratiği de dâhil hiçbir burjuva hükümeti, devletin yönetici çekirdeğiyle bağlantılı, “çetelerin” ve onların halk ve ulus düşmanı faaliyetlerinin, patlayan skandalların, büyük yolsuzlukların, rüşvetin, politik cinayetlerin, provokasyonların üzerine gidemez, kökünü kazıyamaz. Bu nedenle, başta “çeteler” ve faaliyetleri olmak üzere kitleler arasında beklentilere yol açan sorunlar, aynı zamanda, Genelkurmay’ın ve Yılmaz hükümetinin yanı sıra, tüm yolsuzlukların, “çetelerin üzerine şal çeken Refah Partisinin ve tüm gericiliğin en zayıf noktalarından birini oluşturmaktadır.
“Çeteler”, Kontrgerilla sorunu ve bu bağlamdaki tüm ilişkiler ve patlayan skandallar; sadece diktatörlüğün tüm kurumlarının ve yönetici çekirdeğinin teşhiri, kitleler arasındaki önyargıların yıkılması açısından değil; diktatörlüğün halka ve devrime fütursuzca saldıran en saldırgan kurumlarının geriletilmesi, bazı özel örgütlenmelerin dağıtılması, mevziler kazanılması açısından da önem taşır. Ancak bu salt bir aydınlatma çalışmasıyla başarılamaz. En uygun anda ve kitlelerin öfkesinin yoğunlaştığı noktada, bütün müttefiklerin de kazanılarak, somut hedefler ve talepler etrafında kitle hareketinin örgütlenmesini gündemine alan bir ajitasyonla birleştirilmesi gerekir. Bu, aynı zamanda, aydınlatma faaliyetinin alanını ve olanaklarını genişletecek ve yeni unsurlarla zenginleştirecek; her devrimin temel sorunu olan devlet sorununda, kitlelerin bilincinin ilerlemesini kendi öz deneyimlerinin yardımıyla hızlandıracaktır.
İşçilerin devrimci partisi; kapitalist-emperyalist sistem içinde devletin tüm faaliyetlerinin ve örgütlerinin temel insan hakları ve yasalarla sınırlanabileceğini, bununla çelişen her şeyin kökünün kazınabileceğim sanan liberal ahmaklığın platformuna düşmeme kaygısıyla, kitlelerin bilinç, örgütlenme, hazırlık ve güçler ilişkisini gözeterek, açık ve net talepler ve şiarlar formüle etmekten kaçınma ahmaklığına da düşmemelidir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta; formüle edilen, ileri sürülen taleplerin ve şiarların kitlelerin bilinç, örgütlenme ve mücadele düzeylerini, öfke ve hoşnutsuzluklarını gerileten değil ilerleten bir özellik taşımasıdır. Bu sorunda önem taşıyan bir nokta da; koşulların değişmesine bağlı olarak eskimediği sürece; ileri sürülen taleplerin ve şiarların ısrarlı bir takipçisi olmak, inatçı ve kararlı bir mücadele örgütlemektir. Koşullardaki değişime bağlı olarak yenileme ve ilerlemeyi içeren inatçı ve kararlı bir mücadele ruhu ve pratiği eksikliği; zayıflıklarımızın en tahrip edici ve çürütücü olanlarından biridir.
Önceki hükümetler gibi Yılmaz hükümeti de emperyalizm, tekelci sermaye ve büyük toprak sahiplerinin bir hükümetidir. Yılmaz hükümeti de, önceki hükümetler gibi emperyalizm yanlısı, ulusal çıkarları ayaklar altına alan halk düşmanı bir politika izleyecektir. Yeni hükümetin kuruluş süreci, bununla bağlantılı kuruluş nedenleri, desteğini aldığı ve dayandığı toplumsal temel, ekonominin durumu vb. faktörler; Yılmaz hükümetinin, önceki hükümetten daha saldırgan bir politika izleyeceğini göstermektedir. Hükümet programı ve hükümet sözcülerinin açıklamalarında; bu saklanmamakta, açıkça belirtilmektedir. Hükümetin ilk uygulamaları da bunun kanıtlarıdır.
Varlığı yokluğu tartışmalı hale gelen Refahyol’un son dönemlerinde tavsayan özelleştirme süreci hızlandırılacak, sosyal harcamalar, tarıma, küçük ve orta işletmelere sağlanan destekler kısıtlanacak, enflasyon üçlü rakamlara doğru tırmanırken, ücretler ve maaşlar en düşük düzeyde tutulmaya çalışılacaktır. IMF ve Dünya Bankası’nın, işbirlikçi tekellerin bir süredir gündeme getirdikleri orta vadeli istikrar programı, açıklanmaksızın uygulanmaya başlandı.
Refahyol’un yaptığı tahribatın onarımı, demokratikleşme adı altında; diktatörlüğün ülke içinde ve uluslararası düzeyde tepkilere yol açan en sivri yanlan ve uygulamaları törpülenerek, devletin en temel kurumlarına doğru yayılmaya başlayan üstyapıdaki çözülme sürecinin önüne geçecek tedbirler alınarak, diktatörlüğün saldırı olanakları genişletilmeye çalışılacaktır. Politik rejimin anti-demokratik temeline ve temel taşlarına dokunulmayacaktır.
Demokrasi ve özgürlük (Kürt sorunu da dâhil) sorunu, önümüzdeki dönemde de ülkenin temel sorunlarından ve halkın temel taleplerinden biri olmaya devam edecektir. Kitlelerin ruh halini, hoşnutsuzluk ve öfkenin düzeyini ve yoğunlaştığı noktalan gözeterek anti-emperyalist demokratik talepleri formüle etme ve aralarındaki ilişkiyi (öncelikler, propaganda, ajitasyon ve eylem) doğru kurma ve koşullardaki değişmelere bağlı olarak yenileme ve ekonomik taleplerle birleştirme önem kazanacaktır. Politik teşhir ve ajitasyonun yanı sıra ekonomik ajitasyonun da alanı ve unsurları genişleyecektir. Sorun ileri işçinin ve örgütünün bunu değerlendirme yeteneği gösterip gösteremeyeceğidir.
Başta iki gerici mihrak olmak üzere gerici kamp içindeki çatışmaların dayandığı temeli, gerçek nedenlerini ve hedeflerini, kitleler açısından sonuçlarını açığa çıkaran bir aydınlatma çalışmasının somut ve canlı örneklere dayanılarak yürütülmesi dün olduğu gibi içinde bulunduğumuz dönemde de önem taşımaktadır. Daha da önemlisi bu çalışmanın ezilen ve sömürülen kitlelerin acil ekonomik ve politik talepleri üzerinde yükselen anti-emperyalist demokratik bir platformun ve bu platformun ışığında politik ve toplumsal örgütlerden, sendikalar, dernekler, kültür ve sanat çevrelerine kadar en geniş çevreleri kucaklayan, kitlesel bir hareketin geliştirilmesi, bir alternatifin oluşturulması çalışmasıyla birleştirilmesidir.

SÜREKLİ YENİLENEN VE KESİNTİSİZ SÜREN BİR FAALİYET
Bütün veriler; önümüzdeki dönemde de, inişler ve çıkışlar olmakla birlikte, gerici kamp içindeki parçalanma ve çatışmaların derinleşerek süreceğini; diktatörlüğün-saldırılarının yoğunlaşacağını; ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının kötüleşeceğini göstermektedir. Hükümetin ve destekleyen çevrelerin yürüttükleri demagojik kampanyaya karşın; Yılmaz hükümetinin kurulmasıyla birlikte ekonomik, politik tüm yönleriyle toplumsal koşullar ve gelişmenin doğrultusu ana özellikleri itibariyle değişmedi ve ileri sürüldüğü gibi yeni bir dönemin başlamasına da yol açmadı. Ancak bu, Yılmaz hükümetinin kurulmasıyla birlikte hiçbir şeyin değişmediği, toplumsal gelişme süreci üzerinde hiç etkide bulunmadığı ve bulunmayacağı anlamına gelmemektedir.
Hükümetle, başta Genelkurmay olmak üzere militarist-bürokratik aygıt arasındaki ilişkinin uyumlu bir ilişki olma özelliği kazanması, hükümet mevzisini kaybeden Tansu Çiller destekli RP’nin, generallerin etkinliğini sınırlayan tedbirlerini engelleyebilmek için kitlesini harekete geçirmek zorunda kalması, kitlelerin belli kesimlerini etkileyen demagojik bir propaganda eşliğinde halka yönelik ekonomik saldırıların yoğunlaşması vb. hükümet değişikliğinin ilk sonuçlarıdır. Devrimci işçi hareketi tüm bunları göz önüne alarak faaliyetini yeniden düzenlemek ve ilerletmek zorundadır.
Toplumsal süreç karmaşıklığının yanı sıra en durağan göründüğü anlar ve dönemlerde bile kesintisiz bir hareketlilik ve değişim içinde olma özelliği taşır. İşçi sınıfının devrimci partisi; sadece stratejik hedeflerinde değişime yol açan köklü dönemeçleri ya da taktik hedeflerinde ve platformunda değişimi kaçınılmaz kılan dönemsel değişimleri ve sonuçlarını değil, toplumsal sürecin en durağan göründüğü anlar ve dönemlerdeki günlük gelişmeleri ve sonuçlarını da her alanda izlemek ve çalışmasını buna uygun olarak geliştirmek ve yenilemek zorundadır. Parti, bunu gerçekleştirebilirse, iradi bir faktör olarak toplumsal sürece en ileri düzeyde etkide bulunma, işçi sınıfına ve tüm emekçilere karşı yükümlülüklerini ve görevlerini yerine getirme olanağını elde edebilir.
Parti “akıntıya kürek çeken” ya da havanda su döven bir duruma düşmek istemiyorsa; toplumsal süreçteki kesintisiz değişim ve hareketliliği yerel, ulusal ve uluslararası alanda, ekonomik, politik tüm yönleriyle bir bütünlük içinde ele almak, doğru sonuçlar çıkarmak ve çalışmasını bu temelde sürekli yenilemek ve ilerletmek zorundadır. Düzenli aralıklarla yayınlanan parti basını özellikle de günlük bir gazete, başka işlevlerinin yanı sıra, bunu gerçekleştirmenin; tüm parti örgütlerinin günlük faaliyetini yenilemenin, merkezileştirerek birleştirmenin en etkin ve vazgeçilmez aracıdır.
Uluslararası bağlantıları içinde ekonomik, politik tüm yönleriyle toplumsal gelişme sürecinin kesintiye uğramayan ve sorunların özüne inen bir yaklaşımla izlenmesi, partinin somut ve canlı örneklere dayanan teşhir, ajitasyon ve propaganda çalışması yürütmesinin, güçler ilişkisindeki değişimi, karşı-devrim cephesinin durumunu, yeni planlarını ve hazırlıklarını, işçi sınıfının ve müttefiklerinin ruh halini, taleplerini ve talepleri arasındaki öncelikler ilişkisini, şiarlar ve mücadele biçimleri arasındaki ilişkinin doğru tespit edilmesinin, günlük çalışmanın doğru bir temelde yenilenmesinin ve geliştirilmesinin önkoşuludur.
Son aylarda olumlu ancak mevzii gelişmeler olmakla birlikte; parti faaliyetinin, kampanyadan kampanyaya canlanan, kampanyalar arasındaki (genellikle kampanyaların son günlerine kadar) dönemde de sönme noktasına yaklaşan bir özellik taşıması; kesintisiz süren ve koşullardaki değişime bağlı olarak sürekli yenilenen ve gelişen bir çalışma düzeyine yükselememesi ve sorunun bu yönüne gereken önemin verilmemesi; devrimci işçi hareketinin en önemli zaaflarından biridir. Bu zaaf, yürütülen kampanyaları da etkilemekte, kampanya faaliyetinin ekonomik, politik her alandaki gelişmelere bağlı olarak sürekli yenilenen ve canlı bir faaliyet özelliği kazanmasını engellemektedir. Kampanyaların, gelişmeler karşısında kayıtsız, koşullar hangi yönde gelişirse gelişsin, başladığı gibi süren ve biten, donuk bir faaliyet olarak gelişmesine yol açmaktadır. Demokratik Türkiye kampanyası bu bakımdan çarpıcı bir örnektir. 700 bin işçiyi kapsayan ancak sonuçları tüm işçileri ve emekçileri ilgilendiren toplu sözleşme görüşmeleri, TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu’nun raporunu açıklaması ve “çeteler” sorununun bu bağlamda tekrar gündemin ön sıralarına geçmesi gibi önemli gelişmelerle yürütülen kampanya arasında gerekli bağ kurulmadığı gibi, yürütülen faaliyet, içeriği, ileri sürülen talepler ve talepler arasındaki ilişki bakımından da yenilenerek geliştirilemedi. Kampanya stratejik hedeflere bağlanan acil ekonomik ve politik talepler etrafında etkilediği ve harekete geçirdiği kitle genişleyen bir faaliyet olarak gelişme özelliği kazanamadı.
Örgütlediği ve harekete geçirdiği kitle ile başta günlük gazete olmak üzere, işçi basınının mevcut tirajı arasındaki ilişki; en önemlisi de bu tirajın, yerinde saymak bir yana dönem dönem gerilemesi, işyerleri, fabrikalar, okullar vb. yerlerde dağıtılan bildirilerin içeriği ve sayısı; parti örgütlerinin kesintiye uğramayan inatçı ve kararlı bir faaliyet içinde olmadıklarının, çalışmalarını bu düzeye yükseltmediklerinin ve ülkedeki ve dünyadaki gelişmeleri yakından izlemediklerinin ve sonuçlar çıkarmadıklarının bir göstergesi ve aynı zamanda kaçınılmaz bir sonucudur.
Kampanyaların son günlerinde canlanan aradaki süreçte de sönme noktasına yaklaşma özelliği taşıyan parti örgütlerinin faaliyetini; kesintiye uğramayan sürekli bir faaliyet düzeyine yükseltmek; bunu, partinin günlük çalışmasını, koşullardaki değişimle bağlantılı olarak yenileme ve ilerletme ile birleştirmek; bu gün artık yeni koşullara uyum, olanaksızlıklar, örgütlenme çalışmasını tamamlayamama vb. nedenlerle açıklanamayacak, işçilerin devrimci partisinin önündeki en önemli ve ivedi görevlerinden biridir. Bu görevin yerine getirilmesi, yorgun savaşçılarla işçi sınıfının öncü savaşçılarının, reformist eğilimler taşıyan unsurlarla militan mücadeleci unsurların, doğru kriterler temelinde birbirinden ayrışması; partinin, işçi sınıfının ve gençliğin yeni ve taze güçleriyle yenilenmesiyle partinin bürolara çöreklenmiş iş yapmayan gevezeler ve bürokratlardan, ayak bağlarından kurtulması açısından da önem taşır.

TÜM EZİLENLERİN BİRLEŞİK MÜCADELESİ VE BİLİNÇLİ İŞÇİNİN GÖREVLERİ
Sınıf bilinçli ileri işçi ve örgütü, sınıfın daha geniş kesimlerini kazanmasını, hareketi ilerleten bir yönde en ileri düzeyde etkide bulunmasını engelleyen zaaflardan arınma, çalışmasını yenileme ve ilerletme çabasını ihmal etmeksizin, ezilen ve sömürülen sınıfların birleşik eylemini ve mücadelesini ilerletmek açısından da görevlerini gündemine almak, pratik adımlar atmak zorundadır.
Gerek ulusal gerek uluslararası alanda, işçi sınıfının, kısa ve uzun vadeli hedeflerini gerçekleştirmesinin koşulu; her tarihsel dönemde ve anda, mücadelenin sivri ucunun yönelmesi gereken hedefin uzlaşmacı güçlerin, tecrit edilmesi ve tarafsızlaştırılması gereken güçlerin, temel ve yedek müttefiklerin doğru saptanması ve işçi hareketinin buna uygun bir stratejik ve taktik çizgide gelişmesidir. Tarih kahramanca mücadele etmesine karşın, temel ve yedek müttefiklerini kazanamadığı, uzlaşmacı güçleri tecrit edemediği, tarafsızlaşabilecek güçleri tarafsızlaştıramadığı, gerici ve sömürücü sınıflar arasındaki çelişmelerden ustaca yararlanma yeteneği göstermediği, ezilen ve sömürülen sınıfların birleşik cephesini gerçekleştiremediği için yenilgiye uğrayan işçi mücadeleleriyle doludur.
İşçi hareketinin izlemesi gereken stratejik ve taktik çizginin doğru saptanması ve en önemlisi de işçi hareketinin doğru bir stratejik ve taktik çizgide gelişen ve ilerleyen bir hareket düzeyine yükselmesi, sınıfın devrimci partisinin temel görevi ya da faaliyetinin temel içeriğidir, işçilerin bilincinin sınıf bilinci, hareketinin bağımsız bir toplumsal hareket düzeyine yükselerek ilerlediği süreç; aynı zamanda işçilerin sınıf olarak her tarihsel dönemde temel ve yedek müttefiklerini, yalpalayan, uzlaşmacı güçleri, kurtuluş mücadelelerinin önündeki temel ve başlıca engelleri tanıdıkları, bunun bilincine vardıkları bir süreçtir, işçiler bu bilince ancak devrimci bir teoriyle toplumsal gelişme sürecinin bilimsel bilgisiyle donanmış devrimci bir partinin somut ve canlı örneklere dayanan kesintiye uğramayan, sistematik teşhir, ajitasyon ve propaganda faaliyetinin yardımıyla kendi öz deneyimleriyle kavuşabilirler. Ancak, sorun işçilerin her tarihsel dönemdeki dostlarını ve düşmanlarını, yalpalayan ara sınıf ve tabakaları tanıması, bunun bilincine varmasıyla sınırlı bir özellik taşımamaktadır. Bunun da ötesinde, işçi sınıfının sadece işçilere yönelik sömürü, baskı ve eşitsizliklere karşı mücadeleyle kendini sınırlamaması, baskının, sömürünün, toplumsal eşitsizlik ve haksızlıkların tüm biçimlerine karşı mücadele etmesi, diğer ezilen ve sömürülen sınıfların haklı ve ilerici mücadelesine azami desteği vermesi, tüm ezilen ve sömürülen sınıfların mücadelesini birleştiren ortak talepler formüle etmesi, platformlar oluşturması ve bunlar için mücadele etmesidir.
İşçi sınıfının devrimci partisi; işçilerin bilinç, örgütlenme ve mücadele düzeylerini geliştirme ve ilerletmenin yanı sıra, bu nedenle de, faaliyetini ve mücadelesini işçi sınıfıyla sınırlamamak; işçilerin dikkatini kendilerine özgü sorunların da ötesinde politik, ekonomik vb. toplumsal yaşamın tüm alanlarına çekmek; işçileri, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin öncüsü ve onların birleşik mücadelesinin geliştirilmesinin başlıca sorumlusu perspektifiyle eğitmek, her tarihsel anda ve somut durumda tüm ezilenlerin mücadelesini birleştirebilecek ortak talepler formüle etmek, platformlar oluşturmak, işçi hareketinin bu bakımdan da ilerlemesine azami düzeyde yardımı yapmak zorundadır.
Partinin bu yardımı yapabilmesi için her şeyden önce; buna uygun bir pratik yöneliş içinde olması gerekir. Sınıf bilinçli ileri işçinin ve örgütünün gündemine alması, irdelemesi ve sonuçlar çıkarması gereken sorunlardan biri de budur.
İşçi sınıfı sadece tüm halkın ortak taleplerini elde etme ve ortak düşmana karşı mücadelenin en tutarlı, en kararlı savaşçısı olması bakımından değil, bunun yanı sıra sürekli büyüyen ve gelişen bir güç olması bakımından da tüm ezilenlerin ortak mücadelesinin örgütlenmesi ve geliştirilmesinde de belirleyici yegâne güçtür. Bu nedenle işçi sınıfının bağımsız hareketinin ve politik bir parti olarak örgütlenmesinin ilerletilmesi; tüm ezilenlerin birleşik eyleminin örgütlenmesi ve doğru bir çizgide gelişmesi açısından da tayin edici bir önem taşır. Ancak tarihsel deneyimin de açıkça gösterdiği gibi, tüm ezilenlerin birleşik eyleminin gerçekleştirilmesi ve ilerletilmesi, işçi sınıfının bağımsız eyleminin ve mücadelesinin gelişmesinin kendiliğinden bir sonucu değildir. Bunlar farklı görevler olmakla birlikte, biri ötekinin alternatifi olmayan, doğrudan birbirine bağlı ve birbirini etkileyen bir özellik taşırlar.
Bugüne kadar işçi sınıfının giderek genişleyen kesimlerinin bağımsız bir toplumsal güç olarak politik partisinde ve etrafında örgütlenmesinin olanakları yeterince değerlendirilemediği gibi, acil politik ve ekonomik talepler etrafında halkın birleşik eylemini örgütleme bir yana bunu geliştirecek ve ilerletecek adımlar da atılamadı. Halkın acil talepleri ve çıkarlarının savunulması, gerici klikler arasındaki dalaşmaların dolaylı ya da dolaysız yedeği olmama ve kitlelerin en geniş kesimlerinin katılabileceği mücadele biçimlerinin geliştirilmesi temelinde, birleştirilebilecek tüm güçlerin mücadele ve eylem birliği gerçekleştirilemedi.
İşçilerin partisi kitleler arasında birim ve işyerleri temelinde yürütülen faaliyetin zaaflarından arındırılarak ilerletilmesini ve geliştirilmesini bir an bile olsun ihmal etmeksizin, birim, bölge ve ülke düzeyinde tüm ezilen ve sömürülen sınıfların acil ekonomik ve politik taleplerinin devrimci bir perspektifle formüle edilmesini merkezine alan, anti-emperyalist demokratik bir alternatifin oluşturulmasını gündemine almalı ve bunun için mücadele etmelidir. Bu alternatifin oluşturulması için başkalarının girişimlerini beklememeli, ya da olumsuz sekter tutumlar karşısında geri adım atmamalıdır.
Demokratik güçler arasındaki ilişkilerde, dağınıklık hatta zaman zaman birbirlerinin mücadelelerini baltalama boyutlarına varan tutumlar egemen oldu. Baltalama boyutlarına varan tutumun en çarpıcı örneklerinden biri; 13 Nisan’da EMEP’in miting yapacağı önceden açıklanmasına ve bilinmesine karşın, ÖDP ve HADEP’in bu mitingi güçlendirmek yerine, KESK’i de yedekleyerek ayrı bir gösteri düzenlemeleridir.
Basın açıklamaları veya düzenlenen gösterilere, sembolik düzeyde, bir ya da iki temsilciyle katılımı aşan; bütün enerjinin ve olanakların seferber edilmesi temelinde demokratik güçlerin ortak mücadelesinin geliştirilmesi ve ilerletilmesi; yalpalayan ve başta generaller olmak üzere özgürlük ve demokrasi düşmanı odakların yedeklediği güçlerin ve çevrelerin kazanılması ya da tarafsızlaştırılması, en önemlisi de kitlelerin harekete geçirilmesi açısından önem taşıyordu. Bütün enerjinin ve olanakların seferber edilerek ciddi bir ön çalışmanın yapılması, başta sendikalar olmak üzere kitle örgütlerinin harekete geçirilmesi durumunda, demokratik, anti-emperyalist güçlerin ve muhalefetin birleştirilmesi ve mücadele ve eylem birliğinin sağlanması sorununu, politik partilerin ve grupların birliği ve ortak mücadelesine indirgeyen, başta sendikalar olmak üzere kitle örgütlerini dışlayan anlayışlar ve bu anlayışın yansıması olan pratik, dün olduğu gibi bugün de varlığını sürdürmekte ve gündeme gelmektedir. Bunu değiştirmek, politik parti ve gruplar arasındaki ilişkiyi; kitlelerin ve örgütlerinin inisiyatifini ve kitle hareketini (talepleri, mücadele biçimleri vb. her bakımdan) gerileten değil ilerleten bir temelde şekillendirmek ve geliştirmek en başta işçilerin devrimci partisinin görevidir.
Birlik ve ortak mücadele sorununu; anti-emperyalist, demokratik mücadelenin tüm sorunlarında birliğe indirgeyen parti, cephe ve somut sorunlar ve talepler etrafındaki eylem ve mücadele birliklerini birbirine karıştıran çocukluk hastalıkları; ya da ortak mücadele ve birlik sorununu, kitle hareketinden ve mücadelesinden koparan, parti bürolarında yapılan masa başı açıklamalara ve çağrılara indirgeyen yaklaşımlar ve tutumlar; gerçekleşebilir olanın da, gerçekleşmesini engellemektedir.

Ağustos 1997

Kürt kentlerinde gelişmenin yönü ve emekçi hareketi

Eğer, son on beş yılda yapıldığı gibi, Kürt yoksul köylülüğü ve genel olarak Kürt emekçileri üzerine tanklı-toplu saldırı politikasıyla gidilmeseydi, kapitalist ekonomik gelişmenin Kürt toplumunun geleneksel yapısında, uzun bir süre öncesinden başlayarak yol açtığı değişiklik nasıl bir yol izler ve örneğin büyük toprak ve aşiret ağalarıyla Kürt köylüsü arasındaki ilişki nasıl olurdu sorusuna, ancak varsayımsal bir cevap verilebilir. Ama herhalde silahın ekonomi ve ekonomik yasaların işlemesi üzerindeki etkisi bugünkü kadar olmazdı.
Kürt emekçileri, günlük yaşamlarında silahın tehdit edici etkisiyle kuşkusuz yeni tanışmadılar. Toplu saldırı ve kırımların en kapsamlı etkide bulunanları, yakın Türkiye tarihini irdeleyen belgelerde yer alıyor. Devlet açısından kırım girişimleri ve toplu katliamların gerekçesi, hemen her zaman ve değişmez bir biçimde “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü parçalama girişimi” olarak izah edildi. Her toplu saldırı ve katliam, salt politik işlev gören bir gelişme olarak kalmadı, Kürt kentleri ve köylerindeki nüfus hareketlerini hızlandırdı; toplumsal ilişkileri şu ya da bu biçimde darbeledi ve değişikliğe uğrattı.
Toplu saldırılar yalnızca devletle uzlaşmayan, ya da tam bir teslimiyet göstermeyen yerel etkili çevreleri (aşiret ve toprak ağalan) değil, onlarla birlikte yoksul, topraksız, orta köylülerin kitlesini de hedefledi; binlerce ve on binlerce insan topluca öldürüldü ve geri kalan nüfusun önemli bir kesimi de “mecburi iskân” politikası çerçevesinde, silah zoruyla ve özel yasalar çıkarılarak, Türkiye’nin batı illerine sürüldü ve asimilasyonu kolaylaştırmak üzere dağınık biçimde buralarda yerleşmeleri sağlandı.
Bu imhacı politikanın Kürt insanı üzerindeki etkileri çok yönlüydü. Yerel toplumsal ilişkileri sarsan zora dayalı gelişmelerden biri hemen her askeri harekâta eşlik eden sürgünlerdi. Sürgün edilenlerin bir kısmı, boşaltılan ve “yasak bölge” ilan edilen topraklarına dönme özlemiyle hareket eder ve kendilerine yapılan zulme karşı öfke beslerken, diğer bölümü sürüldükleri bölgelerde, yeni ilişkiler içinde, çoğu kez büyük acılar ve zorluklar pahasına yeni bir yaşam tarzı sürdürmeye başladılar. Yerel ve geleneksel toplumsal örgütlenmenin ve yaşam biçiminin zor yoluyla sarsılması ve katliamlar, Kürt emekçileri içinde, bir yandan katliamcılara öfkeye; diğer yandan toprak ve aşiret ağalarına bağlılığa yol açtı. Ekonomi yasalarının olağan gelişmesi koşullarında, yoksul ve topraksız köylülerin, kendilerini ezen ve sömüren Kürt toprak ağalarına karşı özgürleşme eylemi, gecikmeli de olsa kaçınılmazdı. Ancak, devletin, ulusal istemli Kürt hareketlerine karşı giriştiği toplu saldırılar, “doğal” toplumsal çözülmeyi de rayından çıkarıyor; aynı tür saldırının hedefindeki toprak ve aşiret ağasıyla yoksul ve topraksız köylüyü ve kent merkezlerindeki küçük zanaatçı ve esnafı “Kürt olarak” birleştiriyordu. Bu ise, sonuçta, toprak ağalığı sisteminin çözülme sürecine zor unsurunun bir “dış etken” olarak katılmasını ifade ediyor ve bir bakıma toprak ağalığının Kürt bölgelerinde güçlenerek sürmesine yol açıyordu.
Kürtlere karşı uygulanan resmi politika, ulusal istemler ileri süren kesimlerin zor yoluyla etkisizleştirilmesi ve asimilasyonla birlikte, işbirlikçi toprak ve aşiret ağaları başta olmak üzere etkili Kürt çevreleriyle çıkar birliği temelinde, devlet örgütlenmesini Kürt bölgelerinde de geliştirmeyi ve sağlamlaştırmayı öngörüyordu. Yani devlet, iddia edildiği ve bazı sözde ilerici çevrelerin de ileri sürdükleri gibi, Kürt toprak ye aşiret ağalarının etkisini kırarak, Kürt emekçileri üzerindeki yerel baskıya son vermiş değil; aksine, merkezi ve yerel baskıyı birleştirerek yerel feodal, feodal-burjuva aile çevrelerinin etkisini güçlendirmiş, işbirlikçilerin en irilerini devlet örgütlenmesi içine alarak, Türk ve Kürt gericiliğini birleştirmişti.
“Bölücü teröre karşı mücadele” gerekçesine bağlanarak sürdürülen ve başka şeylerle birlikte yerel köy ekonomisinin tahribine yol açan politika, bugüne özgü olmamasına ve geçmişte de uygulanmasına karşın (resmi belgeler ve kayıtlar bunu ortaya koyuyor), etkileri, kapsamı ve sonuçlan bakımından bugün farklı bazı özellikler taşımaktadır. Geçmişte (1925–1940), Kürt emekçi kitleleri, yerlerinden alınarak. Türkiye’nin batı kentlerinde Türk nüfus içine dağıtılıyor ve “mecburi iskân”a tabi tutuluyorken, bugün, yıkılan ve imha edilen köyleri terk eden yüz binlerce insan, başlıca büyük Kürt kentleri de dâhil olmak üzere, daha çok sanayinin nispeten gelişkin olduğu merkezlere dağılmıştır. Yalnızca bu “bir tek” farklılık bile, Diyarbakır, Urfa, Antep, Malatya, Batman gibi merkezlerin yanı sıra, Şırnak, Maraş, Adıyaman gibi kent merkezlerinde de büyük bir işgücü fazlasının oluşmasına; işçi sayısının nicel olarak büyümesine; işsizliğe karşı taleplerin önem kazanmasına; Kürt işçilerinin, Kürt toplumu içindeki konumlarının ve toplumsal yaşam üzerindeki etkilerinin değişmesine yol açmıştır. Kürt kentlerinde yeni emekçi semtleri oluşturan bu “göçer” Kürt köylülerinin, köye geri dönüş olanak ve istekleri de geçmişe göre farklılıklar göstermektedir. Kürt kentlerine yerleşenlerin, “şehirli olma tercihleri”, iş ve geçim sorunlarının ‘çözümü’ne bağlı olarak bugün daha güçlü bir özellik taşımaktadır.
Kapitalizmin Türkiye’deki gelişmesi, kaçınılmaz olarak Kürt kentlerindeki ilişkileri de etkiledi. Meta dolaşımı, kır ile şehir ilişkilerinin gelişmesi, başlıca Kürt kentlerinde çimento ve şeker fabrikalarının inşası ve üretime başlaması, devlet örgütlenmesinin yayılması, askeri ve sivil bürokrasinin il, ilçe ve bucak merkezlerine kalıcı biçimde yerleşmesi, asimilasyon amacını da kapsamak üzere okul sayısının giderek artması ve yalnızca kent merkezlerinde değil, nispeten merkezi sayılacak büyük köylerde de okulların açılması vb. gelişmeler, yerel kapalı ilişkilerin artan oranda çözülmesine ve sayıları artan işçi, yarı işçi-yarı köylü kitlelerinin ortaya çıkmasına yol açtı.
Köy toplumundaki çözülme, kuşkusuz bütün Kürt bölgelerinde eşzamanlı ve sancısız gerçekleşmedi. Kendine ait bir toprağı olmamakla birlikte, köylünün, topraktan; köyden ve köy ilişkilerinden kopması tam olarak gerçekleşmedi. Bu, köylülerin bir kesiminin batının büyük kentlerinde ya da Avrupa ülkelerinde işçi olarak çalıştıkları son yirmi-otuz yıllık süreç açısından da geçerli bir olgudur. Yalnızca aile ve aşiret bağlarının sürdürülmesi biçiminde değil; köyden elde edebileceği bir şeyi varsa ondan kopmayarak da bu ilişki sürdü.
Ancak, artık ilişkilerin eski tarz sürmesi mümkün olmaktan çıkmıştı. Yarı köylü işçiler, gittikleri yerlerin toplumsal ilişkilerine ve kültürel etkisine kendilerini ne denli kapalı tutarlarsa tutsunlar, bu ilişki ve kültür tarafından etki altına alındılar; kaçınılmaz olarak eski ilişkileri ve düşünüş tarzları darbe yedi ve değişime uğradı. Diğer yandan, kapitalist üretim ilişkisi, yalnızca devlet tarafından kurulan çimento, şeker, Tekel fabrikaları ve tarım işletme çiftlikleri gibi işletmelerde değil, meta üretimi ve dolaşımı sonucu; Kürt kent merkezlerinde, aralarında Türkiye ve Doğu Avrupa ile Ortadoğu ülkeleri de dâhil, geniş bir pazarda pamuk ve iplik fiyatlarının belirlenmesinde söz sahibi olan SANKO gibi büyük fabrikaların da bulunduğu, çoğu 300–1500 işçi çalıştıran tekstil, gıda ve metal işleme fabrikalarının, önemli sayıda orta büyüklükte işletmelerin ve küçük sanayi de diyebileceğimiz demir ve ağaç doğrama atölyelerinde, terzi, berber gibi zanaatkâr ve lokanta, otel gibi işletmelerin üretim ve hizmet ilişkileri içinde de boy verdi. Antep, Diyarbakır, Erzurum, Malatya gibi kent merkezlerinde, kökleri geçmişe dayanan ticari ve kapitalist ilişkiler, genişleyerek son yıllarda hemen tüm şehir yaşamını etkisi altına alacak biçimde güçlendi. Hemen tüm önemli Kürt kentlerinde kurulan ve kurulmakta olan organize sanayi bölgelerinde, binlerce ve on binlerce genç işçinin kapitalist sömürü içine çekilmesi, Kürt toplumunun yaşamında yol açacağı başka değişikliklerle birlikte, Kürt işçilerinin, Kürt halkının devrimci kurtuluş mücadelesinde oynayacakları rolün arttığına da işaret etmektedir. GAP ise, yalnızca Kürt bölgelerinde değil, Türkiye ve Ortadoğu’da etkileri görülecek yeni bir gelişmenin habercisi oldu. Sanayide kullanılacak tarım ürünlerinin modern tarım teknikleriyle yetiştirileceği Harran Ovası’nda daha bugünden, Sabancı, Koç gibi işbirlikçi yerli tekellerin yanı sıra, Amerikan, Japon ve İsrail tekelleri de rant geliri sağlamak üzere, daha fazla pay kapma dalaşı içindedirler. Bir milyon yedi yüz bin hektar sulanabilir toprağın tümünün kapitalist tekellerle işbirlikçi büyük toprak sahiplerinin ellerinde bulunması nedeniyle bu proje, kapitalist toprak sahipleriyle ücretli yarı-köylüler ve işçiler arasındaki çelişkilerin keskinleşmesini de kaçınılmaz kılmaktadır.
Kapitalizmin ister devlet eliyle yukarıdan, isterse yerel ekonomik ilişkiler içinde ve meta üretimi ve dolaşımı yoluyla olsun, giderek artan ve hızlanan gelişmesi, bütün toplumsal ilişkileri etkiledi. Kent merkezlerinde ticari işlerle uğraşanlar çoğaldı, devlete ait çimento(sonradan özelleştirildi), Tekel ve şeker fabrikalarında, özel ve resmi işletmelerde çalışan işçi ve memurların sayısı arttı, okulların ve okuyanların sayısındaki artışla birlikte, değer yargılarında ve düşünce tarzında değişim giderek hızlandı ve bütün bunlar, Kürt emekçilerinin devletle ilişkilerinde ve geleneksel yerel “otorite”ye karşı tutumlarında değişmeye yol açtı. Küçümsenemeyecek bir küçük burjuva kesim ortaya çıktı ve bu kesimin Kürt toplumunun yaşamı ve örneğin ulusal istemli mücadelesi içindeki rolü giderek arttı.
Büyük toprak sahibi Kürt ailelerinin bir kesimi batıda kurdukları fabrikaları -önemli bir kesimi Kürt kökenli olduklarını da inkâr ederek- büyüttüler ve zamanla işbirlikçi büyük burjuvazinin etkili isimleri arasında yer alacak kadar sermayelerini ve servetlerini artırdılar. Diğer bir kesimi hem toprakları elde tuttular ve bu topraklarda yoksul ve topraksız köylüleri angarya -son yıllarda ücretli çalıştırma da yayıldı- biçiminde çalıştırdılar; hem de devletle girdikleri ekonomik-politik ilişkileri ilerleterek, milletvekili, bakan, genel müdür gibi etkili bürokratik görevlerde bulunarak nüfuzlarını ve sermayelerini artırdılar. Kürt ve Türk gericiliğinin işbirlikçilik ve çıkarlarının sınıfsal ortaklığı temelindeki birliği giderek güçlendi. Kürt köylüsüne zulmeden ve geleneksel feodal ilişkileri köylüyü kul olarak tutmanın aracı olarak kullanan toprak ve aşiret ağaları, devletin “muteber” adamı oldular. Cevheriler, Ensarioğulları, Tatarlar, Zeydan, Babat gibi korucu-başları, Bucak türünden kontrgerillacı korucu ağalan, Kürt emekçilerine karşı yürütülen imhacı ve asimilasyoncu devlet politikasına verdikleri destek oranında palazlandılar.
Kürt bölgelerindeki bu gelişmeler, birbirlerini kaçınılmazlıkla etkileyen başlıca iki sonuç doğurdu.

A) KAPİTALİZMİN GELİŞMESİ VE KÜRT GERİCİLİĞİNİN GÜÇ KAYBI
a) siyasal baskının yığınların öfkesine yol açması ve sonuçları
Resmi Kürt politikasının inkârcı ve imhacı karakteri, insan unsuruna karşı girişilen şiddetin ötesinde, ekonomik ilişkiler üzerinde de dolaysız biçimde etkili oldu. Devletin dize getirme ve teslim alma politikasının bir yanında da köy ekonomisinin tahrip edilmesi, üretim ve tüketimin askeri zor altında tutulması yer aldı. Son on beş yılda daha da pervasızlaşan bu politika, köylülerin büyük çoğunluğunun topraklardan kopmasına yol açmakla kalmadı, tarlaların, orman ve meraların tahrip edilip yakılması ve hayvancılığın yasaklar nedeniyle can çekişmesi nedeniyle de, yerel köy ekonomisinin darbe yemesine yol açtı. Bu, aynı zamanda yerel gericiliğin güç kaybetmesi anlamına da geliyordu. Kürt feodal burjuva gericiliğinin temsilcileri, köylü üzerindeki etkilerini, köyün boşaltılması ve sürgünler sonucu önemli oranda kaybettiler. Bucak gibi, sanayi ilişkilerinden de yararlanan ve topraklarında makineli tarım üretimi gerçekleştirenleri ayrı tutarsak, daha geri Kürt bölgelerindeki Kürt aşiret ağalarının köylüyle ilişkileri, bugün esas olarak, devlete paralı askerlik yapan ve emrindeki katil sürüsüyle kaçakçılık, fidye, faiz ilişkileriyle rant sağlayan savaş ağalarının baskıcı ilişkisi biçimindedir.
Kürtlere karşı izlenen devlet politikasına ortak oldukları oranda Kürt toprak ve aşiret ağalarının, şehir ve kır yoksullarıyla ilişkileri darbe yedi. Gericiliğin Kürt temsilcileri ve işbirlikçileri, korucu orduları oluşturup diktatörlükle birlikte, Kürt emekçilerine saldırdıkça, kaçınılmaz olarak Kürt emekçi köylüsünün, şehir ve kır yoksullarının nefretini kazandılar ve yerel “otorite”lerini kaybettiler. Onların, köylü üzerindeki geleneksel etkisi darbe yedi, giderek yerini devlet hesabına parayla çalışan kelle avcılığına bıraktı ve köylülerin büyük kesimiyle kopmalarına yol açtı.
Kapitalizmin Kürt bölgelerindeki gelişmesi, ucuz işgücü bolluğu ve onun sömürüsüyle sağlanan sermaye birikimi, gericiliğin toplumsal temelinde bir değişimi de zorunlu kıldı. Feodal-yarı feodal dayanaklar zayıflarken, burjuva kapitalist dayanaklar giderek güçlendi. İşçi ve emekçi hareketinde bir değişimi de zorunlu kılan bu gelişme ve bununla birlikte devletin Kürt politikası, Kürt gericiliğinin eski güçlü konumunu sarsmakla kalmadı, aynı zamanda diktatörlüğün ve düzen partilerinin güç kaybı ve güven yitimine de yol açtı. Düzen partileri, ikiyüzlü politikalarının yığınlarca anlaşılması oranında güç kaybettiler.
12 Mart sonrası yıllarda “Ne ezilen, ne ezen, insanca hakça bir düzen” ve “Su kullananın, toprak işleyenin” sloganlarıyla ortaya çıkan CHP ve lideri Ecevit, Kürt kentlerinde önemli bir halk desteğini arkasına alarak, ‘74′ Koalisyon hükümetini kurarken; koalisyon ortağı MSP’nin de Kürt bölgelerinde, özellikle orta ve zengin köylülük ile şehir esnafı arasında küçümsenemez bir seçmen kitlesi vardı. Kitle hareketinin gelişmesi, sendikal ve siyasal hakların savunusu ve iş-toprak ve özgürlük istemi etrafında odaklanan bir muhalefet hareketinin yükselmesi, kaçınılmaz olarak Kürt bölgelerinde de, düzen partilerinin ikiyüzlü politikalarına öfke duyan kesimlerin, bu partilerden uzaklaşmaları ve yeni bir arayış içine girmelerine yol açtı. Bu dönemde bir yandan KDP gibi burjuva-feodal güçlerin ağırlıklı etkisi altındaki Kürt örgütlerinin Kürt emekçilerine yönelik faaliyeti artarken, diğer yandan özellikle Kürt gençliği ve aydınlarının politik aktivitesiyle başlıcaları TKSP, PKK, Şivancılar, Rızgariciler, Kawacılar gibi Kürt grupları; çoğunluğu daha önce TİP ve DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) içinde toplanmış kişilerin yönlendirmesinde, Kürtlere karşı yürütülen saldırgan ayrımcı politikaya karşı mücadele etme iddiasıyla ve süreç içinde belirginleşen ulusal istemlerin ağırlıklı yer tuttuğu programlarıyla ortaya çıktılar.
Kendilerini Kürt partisi, ya da örgütü olarak adlandıran bu grup elemanlarının Kürtler içinde, özellikle genç kesim ve şehirli meslek grupları içindeki faaliyeti, sınırlılığına ve ortaya konan programların bulanıklığına karşın, düzen partilerinin işini belirli oranda zorlaştıran bir gelişmeydi. Örneğin CHP ve lideri “Karaoğlan” Ecevit bu gruplar tarafından mitinglerde atılan “Halklara özgürlük” sloganından duyduğu rahatsızlığı -bu rahatsızlık özünde partiyi destekleyen kitle içinde bir çözülme ihtimali kaynaklıydı-, “Bunlar MHP’li bölücü bozkurtlardır” suçlamasıyla dile getiriyordu.
Bu yıllarda, özellikle güneydoğu illerinde yerel etkili feodal ailelerle ilişki içindeki AP (Adalet Partisi), ve bazı doğu illerinde CHP, henüz önemli bir desteğe sahipti ve yeni örgütlenen faşist ve gerici-dinci partiler de emekçilerin çeşitli talep, duygu ve beklentilerini istismar ederek, Kürt bölgelerinde güç toplamaya çalışıyorlardı. MHP, faşist milliyetçiliği temel alarak, Türk nüfusun bulunduğu bazı doğu illerinde, açık Kürt ve emekçi karşıtlığı çizgisinde örgütlenir ve baskı ve cinayetlerle güç toplamaya çalışırken; MSP, daha ilk yıllardan başlayarak, İslam kardeşliği propagandasıyla geleneksel değer yargılarının Kürtler üzerindeki güçlü etkisinden yararlanma yolunu izledi ve doğrusu bunda da sonraları sıkıyönetim, Olağanüstü Hal ve Çekiç Güç konusunda izlediği ikiyüzlü politikanın da etkisiyle başarılı oldu.
Kürt bölgelerinde ’90’lı yıllara kadar yapılan bütün seçimlerde, düzenli bir biçimde oy potansiyelini ve aldığı oyları artıran, parti önceli MSP olan RP idi. ’80’li sıkıyönetim dönemlerinde izlediği Kürt düşmanı politikayla Kürtler içindeki desteğini kaybeden ise en başta Ecevit oldu. Özal’ın kurduğu ANAP ve Demirel’in AP-DYP’si de Kürt bölgelerinde küçümsenemez bir desteğe sahip oldu.
Ancak özellikle iki olgu; kapitalist gelişmenin sınıf çelişkilerini keskinleştirmesi ve işçi ve emekçilerin diktatörlüğe ve düzen partilerine karşı mücadeleleri ile siyasal şiddet politikası; özellikle sıkıyönetimin süreklileştirilmesi ve Olağanüstü Hal uygulaması; bölge valiliği tesisi ve korucu ordularının oluşturulması, özel tim ve JİTEM gibi kontracı güçlerin Kürt emekçilerin üzerine sürülmesi, köylerin ve kasabaların bombalanması ve yakılıp boşaltılması, işkence ve kurşuna dizmelerin süreklileşerek artması, sürgünlerin sistematik bir hal alması ve şehir ve kır yoksullarının açlık, hastalık ve işsizliğin girdabına sürüklenmesi; Kürt emekçi yığınlarının, şehirli meslek grupları, işçi, memur ve esnafın genel olarak devlete ve kurumlarına, özel olarak düzen partilerine güvenlerinin ciddi biçimde sarsılmasına yol açtı ve bu parti ve kurumlar, eski kitle desteklerini önemli oranda kaybettiler. En az yıpranan ise RP oldu. Çünkü bu parti, yukarıda değinildiği gibi, hem İslam kardeşliği propagandasıyla ayrımsız bir politika izleneceği görüntüsü veriyor; hem de Kürtler bakımından zulmü artıran araçlar olarak görülen Olağanüstü Hal uygulamasına, Çekiç Güç’ün bölgede üslenmesine ve koruculara karşı çıkıyor ve yığınlar nezdinde “daha demokrat” bir görünüm sergiliyordu.
RP’nin, DYP ile kurduğu koalisyon hükümeti, başka şeylerin yanı sıra, RP’nin vaatleri ve uygulamaları arasındaki çelişkiyi de açığa çıkardı. RP’nin ikiyüzlülüğü kitlelerin önemli bir kesimi tarafından daha kolay anlaşılır olmaya başladı. Onun da bütün diğer düzen partileri gibi, emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin ekonomik ve siyasal (Kürt politikası da içinde olmak üzere) plan ve programlarına bağlılık gösterdiği; tekelci sermayenin belli kesimlerinin partisi olarak, tekellerin halk kitleleri ve küçük ve orta üreticiler üzerindeki baskısıyla uyumlu bir hatta yürüdüğü; ABD’nin Türkiye’ye biçtiği bölge jandarmalığı rolünün başarıyla yerine getirilmesi için, İslam dinini ve yığınların duygularını kullanmaktan geri kalmadığı görüldü.
Kürt işçi ve emekçileri, kendi taleplerini ve sürdürülen imha ve zulüm politikasına duydukları öfkeyi seçimlerde oya tahvil etmek isteyen düzen partilerinin ikiyüzlülüğünü, bu partilerin katıldıkları hükümetlerin uygulamalarıyla gördükleri oranda düzen partilerinden uzaklaştılar. ANAP, DYP-CHP ve RP-DYP koalisyon hükümetleri döneminde, seçimlerde vaat edilenin aksine baskı ve terör daha da arttı. Sürgünler devam etti, işsizlik büyüdü, satın alma gücü sürekli olarak düştü, şehirlerin kenar semtlerinde kalabalık gruplar halinde biriken sürgün edilmiş kır emekçileri içinde hastalık ve açlık baş gösterdi, işsizlik, okulsuzluk ve barınaksızlığın umut kırıcı etkisi giderek büyüdü.
b) işbirlikçi gericiliğin, Kürt hareketini yedekleme çabası ve reformist Kürt çevrelerinin uzlaşmacı, işbirlikçi tutumu:
İşbirlikçi Türkiye gericiliği, yetmiş üç yıllık Kürt politikasının çıkmaza girdiğini, son on-on beş yılın gelişmeleri içinde daha net olarak anladı. Generaller ve Demirel gibi resmi politikanın sürdürülmesinin kararlı savunucuları bile, “bölücü teröre karşı mücadelenin başarısı için askeri tedbirlerin yanı sıra sosyal-ekonomik önlemlerin gerekli olduğunu” söylemekten ve bu yönlü uygulamalar için hükümetleri sıkıştırmaktan geri durmadılar.
Diktatörlüğün temsilcileri, uygulanan şiddet politikasının, Kürt toplumundaki geleneksel ilişkileri sarstığını; köy ekonomisinin tahrip edilmesi ve korucu uygulamasının ve işbirlikçi aşiret ağalarının azgın faşist baskıya ortak olmaları nedeniyle teşhir olmalarının, Kürt gericiliğinin devlete sağladığı dayanakları zayıflattığını gördüler. Kürt sorununun “bölücü terör” kaba çığırtkanlığı ve kesintisizleşen vahşi devlet terörüyle çözümlenemeyecek denli kapsamlı oluşu, Kürt kitlelerini “kazanma” çabalarını kaçınılmaz kılarken; işbirlikçi burjuvazinin çeşitli kesimleri ve düzen partileri arasında, “kazanmanın yolları” tartışması da yoğunluk kazandı. Cem Boyner hareketi, Kürt sorununu “militarizmsiz çözme” iddiasıyla ortaya çıktı ve kısa sürede, şiddet politikasının kararlı savunucuları tarafından püskürtüldü, izlenen saldırı politikasının ekonomi üzerindeki olumsuz etkisinden hareketle uygulamaları eleştiren Sabancı’nın, iş bilir bir kapitalist olarak, Kürt bölgelerinde yatırımların bir an önce başlatılmasını istemesi, geleneksel inkârcı politikanın savunucusu çevrelerin ve kontrgerillanın sözcülüğüne soyunan Türkeş’in, “Çizmeyi aşma!” tehdidiyle karşılaştı ve kardeş Sabancı’nın öldürülmesiyle bu tutum arasında bağ kuranlar oldu.
Kürt sorununun bir bölgesel ve uluslararası sorun olması; sorunla dolaysız ilişkili tüm bölge gericiliklerini ve onların emperyalist efendilerini, Kürt emekçilerinin ulusal eşitlik talebinden, kendi gerici çıkarları için yararlanma tutumuna yöneltmektedir. Bölge ülkelerinin gerici egemen sınıfları için, Kürt sorununda sistemici bir “çözüm” bile, birbirlerine üstünlük kurma ve “kendi Kürtleri”ni yedeklemiş olarak, diğer ülkelerdeki Kürtlerden yararlanma amacı taşımaktadır. Emperyalistler ve işbirlikçileri, Kürt sorununu, Ortadoğu’ya ilişkin planları ve politikalarının bir unsuru olarak ele almakta ve bölge halklarının tümüne yönelik bir baskı, şantaj ve egemenlik aracı olarak değerlendirmektedirler. Onlar (özellikle ABD), stratejik bir konuma sahip bulunan ve zengin petrol ve hammadde kaynaklarını barındıran Ortadoğu’ya yönelik pazar kavgalarında, Kürt sorununu, halkları ateşe atacak bir çatışmanın gerekçesi olarak elde tutmaya çalışmalarına karşın, Kürt özgürlük mücadelesine karşı işbirlikçi uşaklarını her yolla desteklemekten de geri durmamaktadırlar. Körfez Savaşı ve Irak’a yapılan saldırı ile ABD ve İngiltere’nin yönlendirdikleri ve Türkiye’nin de “gözlemci” olarak katıldığı Dublin ve Ankara toplantıları, (Kuzey Irak Kürt gericiliğiyle girilen “himaye” ilişkileri), bu politikayı somutlayan saldırı ve girişimlerdi. Kürt halkına karşı uluslararası emperyalist gerici politikanın özü, dünya hâkimiyeti mücadelesinde, bu sorunu da yararlanabilir bir unsur olarak “göz önünde tutma”; harekete sızma ve kendine tabi kılma olarak ifade edilebilir. Türkiye egemen sınıflarının izlediği Kürt politikasında esaslı bir değişiklik ise, ancak ya halk kitlelerinin, eşit ilişkileri temel alan özgürce bir birlik için yürüttüğü mücadelenin başarısı; ya da bütün bölgede ilişkileri yenilemeyi zorunlu kılan, askeri ve politik kapsamlı bir gelişmeyle olanaklıdır.
Ancak egemen sınıflar, sorunu eski tarz ele almanın ve hiçbir değişiklik yokmuş gibi davranmanın olanağına da sahip değildirler. İşbirlikçi büyük burjuvazinin çeşitli kesimleri bakımından işlerin eskisi gibi gitmeyeceği ve kimi “iyileştirme ve değişiklikler için adım atma”nın zorunlu olduğu, en azından tartışma konusudur. Genelkurmay ve generallerin, resmi politikanın sürdürüleceğine dair açıklamalarına ve aralıksız sürdürülen saldırı ve operasyonlara karşın; sistemi yeniden yapılandırma gereksinimi, gericiliğin kitle temelini Kürt bölgelerinde de güçlendirme ve genişletmeyi zorunlu kılmaktadır. Kürt dili üzerindeki yasağın kaldırılması ve Kürtçe yayın yapan radyo, TV’lerin kurulmasının serbest bırakılması vb. değişiklik önerilerinin bir süreden beri tartışılmasının bir nedeni de budur.
İşbirlikçi büyük burjuvazi, Kürt emekçileri üzerindeki egemenliğini sürdürmek için, gerici aşiret çevrelerinin desteğinin yetmediğini görmektedir. Geniş Kürt kitlelerinin düzen partilerine, diktatörlüğün kurumlarına, militarist güçlere ve bir bütün olarak devlete duydukları güvensizliğin, bir kopuşu da içermek üzere giderek büyümesi; Kürt işçi ve emekçi kuleleriyle ilişkileri “onarma” ihtiyacı doğurmaktadır. Halkla ilişkilerin yenilenmesine duyulan bu ihtiyaç, Kürt orta sınıflarıyla, liberal Kürt çevrelerinin yedeklenmesini, diktatörlük bakımından pratik bir sorun olarak gündeme getirmektedir.
Türkiye gericiliği, toplumsal olay ve gelişmeler karşısında ve “kritik zamanlar”da manevra yapma yeteneğinin hayli gelişkin olduğunu kanıtlamıştır. İkna edici ve inandırıcı en son örnek, generallerin, sistemi yeniden yapılandırma programını, “laik-şeriatçı” ikilemiyle örterek, sendikalardan çeşitli kitle örgütlerine, liberal solculardan muhafazakâr düzen savunucularına kadar geniş bir kesimi yedeklemeyi başarmış olmalarıdır. Bu zeminde kurulan yeni hükümetin, ekonomik ve politik saldın programını uygulamaya devam edecek olmasına karşın; yığınların düzen partilerine ve diktatörlüğe duydukları öfke ve güvensizliği gidermek ya da etkisizleştirmek amacıyla “gerginliği giderici” propagandaya hız vermesi ve tüm toplumsal kesimlere “uzlaşma” çağrıları çıkarması da, reorganizasyon çabalarının bir unsurunu oluşturmaktadır.
Kürt burjuva reformculuğu ise bir reorganizasyon için çoktan beri çağrı çıkarmaktaydı. İlişkileri yenileme manevralarının Kürtlere yönelik yönünün cevapsız kalmayacağının en belirgin kanıtı; Kürt burjuva, küçük burjuva reformist çevreleriyle, liberal Kürt aydınlarının uzun süredir sürdürdükleri uzlaşma ve “diyalog” arayışıdır. Bu uzlaşma ve “diyalog” arayışının uluslararası mali sermaye çevreleriyle, emperyalist büyük devletlerin yönetim kademelerine dek uzandığı bilinmektedir. PKK yönetiminin ABD’nin ve AB, AP üyesi ülkelerin yöneticilerine, “sorunun çözümü için güçlerini kullanma” çağrı ve mektupları; Avrupa Parlamentosu’na, “oluşturacakları bir komitenin vereceği karara uyacakları” yönünde yaptıkları başvuru; ABD’nin öngöreceği yönde “hatalarını düzeltebilecekleri” açıklamaları ve bu çizgide girdikleri başka ilişkiler, sorunla ilgili herkesin bilgisi dâhilindedir. PKK’nin “siyasal çözüm” önerisi ve “barış” çağrıları da, işbirlikçi burjuvazinin, Kürt emekçilerini yeniden kazanma politikalarına güç veren ve Kürt kitlelerinin baskı ve saldırılara karşı mücadelesini baltalayan bir işlev gördü. Kaderini tayin hakkı isteminden geriye çark edişi ifade eden bu politika, burjuva diktatörlüğünün devamına ve onun kurumlarının mevcut işleyiş biçimine herhangi bir itirazı değil; en fazla, Kürtlerin de var oldukları ve dillerini kullanma ve kültürlerini geliştirme haklarının bulunduğunun resmen ilanını ve yasal güvenceye alınmasını içeriyordu. ’90’ll yıllardan itibaren daha fazla öne çıkarılan “diplomasi” ve bunun “bir biçimi” olduğu ileri sürülen “Sürgünde Kürt Parlamentosu”nun faaliyetleri, Kürt işçi ve emekçilerinin taleplerini göz ardı eden -ve daha çok orta sınıfların tutumuna denk düşen-, politikaların ifadesi oldu. HEP’in SHP’yle yaptığı seçim ittifakı, Kürt reformcu burjuvazisinin ve küçük burjuva çevrelerinin, Kürt emekçilerinin istem ve özlemleri üzerinden diktatörlükle ilişkileri yenileme arayışı ve politikasının bir unsuruydu; düzen partileri ve devletten kopuş eğilimini sınırlama ve Kürt emekçilerini yeniden devlete bağlama çabalarına verilmiş bir desteği ifade ediyordu. Bu tutum, Kürt kitleleri içinde, düzen ve hükümet yararına beklentilerin güçlenmesine yol açtı. Burkay’ın TKSP’sine ve Şerafettin Elçi’nin kurduğu liberal Kürt partisine, sermayenin ve egemen sınıfların belli bir kesiminin ‘iyimser’ baktığı bilinmektedir.
Kısacası, Kürt burjuva reformcu çevrelerinde hayli gelişkin olan sistemici çözüm beklentisi, işbirlikçi egemen sınıfların, ilişkileri yenileme ihtiyacına karşılık verilmesine uygun bir zemin yaratmaktadır ve taraflar bu ‘uygun zemin’den yararlanmaya çalışacaklardır.

B- KAPİTALİZMİN GELİŞMESİ VE KÜRT İŞÇİLERİNİN TUTUMU
a) Kürt işçilerinin, Kürt toplumunun yaşamında oynayacağı rolün belirginleşmesi
Bütün sınıflı toplumlarda sömüren ve sömürülen sınıflar bakımından olduğu gibi, herhangi kapitalist, ya da kapitalizmin geliştiği bir toplumda da işçi sınıfı ile burjuvazi (ya da kapitalistler) arasındaki ilişki üretim araçları karşısındaki konumları tarafından belirlenir. Ücretli emek sömürüsü, işçi ile kapitalisti, uzlaşmaz biçimde karşı karşıya getirir. Bu temel ilişki biçimi, yarı-feodal ilişkilerin çözüldüğü Kürt bölgeleri için de geçerlidir. Kürt işçilerinin, devletin Kürt politikasına karşı tutumunun, Kürt burjuva, küçük burjuva kesimlerden bazı farklılıklar göstermesinin temel nedeni gerçekte sınıf karşıtlığı ve uzlaşmaz sınıf çıkarlarıdır. Kürt işçisinin Kürtler üzerindeki ırkçı-asimilasyoncu baskıya bütünüyle duyarsız olduğu iddiaları, hem doğru değil, hem de işçilerin devrimci sınıf sorumluluklarını göz ardı etmektedir. Üretim araçları karşısındaki konumu ve üretim faaliyeti içindeki yeri nedeniyle, toplumun en dinamik ve en devrimci sınıfı olan işçi sınıfının, sömürücü egemen sınıflarla ilişkilerini yalnızca ulusal hakların elde edilmesi ve bunun belirlediği ulusal nitelikli bir mücadele hattıyla sınırlaması, yalnızca proletaryaya değil, tüm ezilenlere zarar verir. Aksine ulusal kurtuluş mücadelesini de istikrarlı ve devrimci kılacak olanakları ancak sermaye ve gericiliği hedefleyen demokratik ve anti-kapitalist bir mücadele genişletebilir ve bunu da her şeyden önce işçilerin tutumu belirler.
Kürt işçilerinin, işbirlikçi gericiliğin ve diktatörlüğün ekonomik-politik uygulamalarına ve bunun Kürtlere yönelik özel ulusal baskıcı biçimine karşı, Kürt kentlerinin yanı sıra; batının büyük sanayi merkezlerinde de, Türk milliyetinden işçi ve emekçilerle birleşmeye hizmet eden bir eğilim göstermelerinin başlıca etkenlerinden biri ve en önemlisi işçi ve ezilen konumda olmaktan gelen sınıf içgüdüsüdür. Son on, on beş yılın olay ve gelişmeleri buna tanıklık etmektedir. Kürt kentlerindeki işçilerin ve onların sendikal vb. örgütlerinin, bütün baskılara göğüs gererek, merkezi sendika konfederasyonlarının çağrı ve eylemlerine genellikle olumlu cevap vermelerinin ve burjuva, küçük burjuva Kürt örgütlerinin çağrı ve dayatmalarını çoğunlukla cevapsız bırakmalarının başlıca ve en önemli nedenlerinden biri de budur.
Kürt işçilerinin, onların sendikal vb. örgütlerinin ve onlarla birlikte göçlerle kent merkezlerine sürülmüş kır yoksullarının, PKK gibi örgütlerin çağrı ve politikalarına olumsuz yanıtları, kuşkusuz aynı zamanda, bu örgütlerin, yığınların günlük acil ekonomik ve politik taleplerine yabancı, onları önemsemeyen salt ulusalcı program ve politik pratikleriydi. PKK, 1990’larda Kürt küçük burjuva kitlelerinin önemli bir desteğine sahip olmasına ve ülke dışındaki bazı işçi kesimlerinin maddi desteğini almasına karşın, giderek belirginleşen bir biçimde yığınların taleplerini göz ardı etmesi ve emperyalist dünya diplomasisinde destek arayışına öncelik vererek, emekçilerin istem ve duygularını önemsememesi sonucu, bu desteği süreç içinde büyük oranda kaybetti. Kimi liberal “sol”cu aydınların ve sınıf mücadelesine ve ulusal kurtuluş davasına çığırtkan bir pazarlamacının kâr güdüsüyle yaklaşan küçük burjuva grupların, reformcu Kürt hareketi karşısındaki yaltakçı tutumu da, emekçilerin çıkarlarına karşıt politikaların sürdürülmesine hizmet etti ve harekete zarar verdi. PKK’nin Kürt işçi ve emekçilerini yığın örgütlerinde örgütleme, onları, sınıfsal talep ve çıkarları temelinde ulusal baskıya karşı harekete geçirme diye bir politikası olmadı. Aksine, PKK sözcüleri, Kürt işçi ve emekçilerinin çıkar ve taleplerinden söz edilmesini ve örneğin Kürt Marksistlerinin işçi ve emekçiler içindeki devrimci faaliyetini, “Kürt ulusal mücadelesinin bölünmesi” olarak niteledi ve reddetti.
Gerek Kürt işçi ve emekçilerinin ileri kitlesinin sınıfsal taleplere kaçınılmaz biçimde verdikleri öncelik, gerekse geniş Kürt emekçi kesimlerinin, PKK gibi reformcu burjuva, küçük burjuva Kürt örgütlerinin uzlaşmacı politikalarını süreç içinde giderek daha iyi görmeye başlamaları, güvensizliğe, yorgunluğa ve umutsuzluğa yol açarken -ve elbette bütün bunlarla ilişkisi içinde- baskı ve saldırılara karşı kitlesel mücadelenin düzeyi Kürt kentlerinde de düştü. Bu durum, PKK’nin, askeri saldırılar karşısında güç kaybetmesine ve gerilemesine de yol açtı.
b) Kürt yoksullarının yönetici sınıflara ve devlete duydukları güvensizliğin, sınıf ve emekçi çıkarlarına uygun bağımsız bir politik gelişmeye yol açması, sınıf farklılıklarının kaçınılmaz sonucu olduğu kadar, diktatörlüğün faşist ulusal ayrımcı politikasına tepkinin de bir ifadesidir.
Yarı-feodal ilişkilerin son otuz-otuz beş yılda giderek hızlanan çözülüşü ve kapitalist üretim ilişkilerinin, hem meta üretimi ve hem de ihraç olunan sermayenin bir kısmının devlet ve işbirlikçi tekeller aracılığıyla başlıca ulaşım, iletişim ve hizmetler alanında yatırıma girmesi sonucunda, toplumsal sınıfların konumu ve oynadıkları roller daha fazla belirginlik kazandı. Bu gelişmenin içinde bulunduğumuz dönemde siyasal etkenler nedeniyle kısmi bir gerileme göstermesi, üretici güçlerin tahribine yol açmakla birlikte, gelişmenin doğrultusunu değiştirmek artık olanaklı değildir. Bu ise, daha bugünden önemli bir sayıya ulaşan işçi sınıfının, toplumsal yaşamdaki ve faşizme, ulusal ayrımcı baskıya ve kapitalizme karşı mücadeledeki rolünün, gelişmenin belirleyici öznesi olma yönünde büyümesinin bir kaçınılmazlık olduğunu göstermektedir.
Kürt kentlerinde son yıllarda, tüm engelleme ve baskılara karşın, işçi ve kamu çalışanı emekçilerin; sendikal faaliyetin engellenmesine, düşük ücret politikasına, üyelerine yönelik tutuklama, işkence ve sürgünlere; Kürt emekçilerinin potansiyel suçlu sayılmalarına; gözaltı kayıplarına, köylerin boşaltılması ve zora dayalı göçlere karşı protesto ve tepkilerinde belirgin bir gelişme görüldü. Diyarbakır ve Dersim’de oluşturulan sendika şube platformları, yaptıkları açıklamalarda yalnızca üyelerinin ekonomik haklarıyla değil, ama Kürt halkının ulusal hak eşitliği ve bütün emekçi kesimlerin acil ekonomik ve politik talepleriyle ilgili olduklarını dile getirdiler. Diyarbakırlı sendika temsilcilerinin, baskılara karşı mücadelenin başarısının, “salt ulusal taleplerin aşılmasına bağlı olduğu” yönündeki açıklamaları; devrimci bir yönelişe işaret etmekteydi. Kürt kentlerindeki kitle örgütleri, işçi ve emekçilere karşı sermaye politikalarını ve hükümetlerin uygulamalarını protesto eylemlerine kendi bölgelerinde, polis, asker ve özel tim terörüne göğüs gererek ve sürgün, gözaltı gibi uygulamaları göze alarak katılmakla kalmadılar; merkezi olarak düzenlenen işçi yürüyüş ve mitingleriyle kamu çalışanı emekçilerin eylemlerine de polis barikatlarını aştıkları oranda katıldılar.
Ünaldı işçileri, kitlesel direnişleri ve kararlılıklarıyla Antepli dokuma patronlarına, polise ve il bürokrasisine geri adım attırmakla kalmadılar, ama ondan da önemlisi; bütün Türkiye’deki sendikasız ve sigortasız genç işçi kitlelerini, direnmeleriyle, örgütlü mücadelenin ve onun kazanımlarının önemi üzerinde düşünmeye sevk ettiler. On binlerce genç işçinin, çoğu kez karın tokluğuna, ağır çalışma koşulları içinde, sendikasız ve sigortasız olarak çalıştırıldığı Antep’te gelişen bu direniş, Kürt kentlerinde, işçilerle kapitalistlerin ilişkilerinin bundan sonra, bundan öncekine benzemeyeceğini de göstermiş oldu.
Gerçekte bu tutum ve gelişme, Kürt kentlerinde mücadelenin, ancak, işçi ve emekçilerin, kent ve kır yoksullarının somut siyasal ve ekonomik talepleri üzerinden gelişebileceğini; yığınların çıkarlarını savunmanın, emekçilerin ileri kesimlerinin bu devrimci tutumuyla birleşildiği oranda gerçekleşeceğini göstermektedir. Kürtlere yönelik ulusal ayrımcı baskının, diktatörlüğün ekonomik ve siyasal saldırı politikasından bağımsız olmadığı; Kürt işçi ve emekçilerini, burjuva-feodal Kürt gericiliğiyle “ortak ulusal çıkarlar” temelinde harekete geçirme girişim ve çabalarının başarısızlığa mahkûm olduğu, böylece bir kez daha açıklık kazanmaktadır.
Kürt burjuva, küçük burjuva reformcu çevrelerinin dayattıkları reformist ve uzlaşmacı program, ileri Kürt işçisi ve emekçisinin ilgisini geçmişteki kadar çekmemekte, desteğini görmemektedir. İleri Kürt işçisi ve emekçisi, örneğin polis baskısını, işkence ve tutuklanmayı, sürgünü göze alarak, kendi demokratik kitle örgütünün yönetiminde yer almaktan kaçınmamakta, işsizliğe, işten atmaya, düşük ücret ve maaş dayatmasına, sürekli zamlara, köylerin boşaltılması ve köy ekonomisinin tahrip edilmesine karşı çıkmakta; ancak, burjuva reformcu Kürt gruplarının, işbirlikçi sermaye ve emperyalistlerle uzlaşmayı esas alan “ulusalcı” (!) platformuna katılma çağrıları karşısında isteksiz davranmaktadır.
Diyarbakır’da, Antep’te, Mardin’de, Kızıltepe’de, Dersim’de, Malatya ve Batman’da, Belediye-İş, Petrol-İş, Yol-İş üyesi işçilerin ve KESK’e üye sağlık ve eğitim emekçilerinin çeşitli eylemlerinin, Kürt yoksullarının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin ilerletilmesindeki yerini küçümseyenler, gerçekte, işçi ve emekçilerin mücadelesine değil, kendilerinin kurulmuş-hazırlanmış dayatmalarına önem vermektedirler. Kürt kentlerindeki bu gelişmelerin daha da ilerletilmesi yalnızca Kürt emekçilerinin sermaye ve gericiliğe ve onun ırkçı ve asimilasyoncu baskı politikasına karşı mücadelesinin kitlesel boyutlara ulaşması ve saldırıların püskürtülmesi bakımından değil, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin, birleşmiş gericiliğe ve emperyalizme karşı en sıkı dayanışması ve birliğinin gerçekleştirilmesi ve böylece işçi ve emekçilerin devrimci demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin zafere ulaştırılması bakımından da önemli ve zorunludur.
Kürt kentlerinde, ileri işçi ve emekçilerin aldığı bu devrimci tutum bir başka gelişmeyi de doğurdu. EMEP, bu illerin bir kısmında örgütlenmeye başladı ve Kürt emekçilerinin acil politik ve ekonomik taleplerini içeren mücadele platformunu ilan etti. EMEP, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin dolaysız sınıf çıkarları için mücadele eden, siyasal demokrasinin ve dillerin ve ulusların tam hak eşitliğinin sağlandığı demokratik Türkiye’nin kurulmasını savunan; sömürüşüz bir toplum için mücadele eden bir parti olarak, Kürt işçi ve emekçileri içindeki örgütlenmesiyle, diktatörlüğün faşist baskı politikasına karşı emekçi hareketinin gelişmesine kaçınılmaz olarak hizmet edecektir. İşçi ve emekçilerin kendi bağımsız politik örgütlenmesi ve mücadelesi için bu, önemli bir gelişmedir ve Kürt halkının yararınadır.
Nitekim EMEP’in Tunceli İl Örgütü, Dersim’deki sendika şubeleri platformuyla birlikte, gerçekte tüm bölge halkının acil taleplerine denk düşen, bir acil istemler paketini, bir an önce gerçekleşmesi amacıyla ilan etmiş ve bunun için mücadele edeceğini açıklamıştır.
c) Kürt emekçi kitlelerinin acil talepleri için mücadele edilmeden, Kürt özgürlük mücadelesi ilerletilemez ve Kürt bölgelerinde işçi ve emekçi örgütlenmesi geliştirilip güçlendirilemez.
Kürt işçilerinin ve Kürt kent ve kır yoksullarının, işçi sendikaları ve diğer kitle örgütlerinde ve ileri kesimlerinin proletarya ve emekçilerin devrimci iktidarı için mübadele eden sınıf partisinde örgütlenmeleri; bu örgütlenmenin düzeyi ve yaygınlığı; sermaye ve gericiliğin, Kürtlere yönelik saldırılarının püskürtülmesi ve faşist ırkçı ve asimilasyoncu baskının son bulması için yürütülen mücadelenin geleceğini tayin eden temel etkenlerden biridir. Kim ve hangi nedenle olursa olsun, bu temel koşulu ve temel etkeni göz ardı eder ve buna uygun devrimci bir pratik içinde olmazsa, o yalnızca boş kafalı bir geveze, bir mücadele kaçkınıdır. Çünkü işçi sınıfı ve bütün ezilenlerin, sermaye ve gericilik karşısındaki kölelik durumu ancak, eğer en ileri kesimleri başta olmak üzere, işçi ve emekçiler; birleşik örgütlü mücadeleyle diktatörlük politikalarını etkisiz kılar ve sınıf çıkarları ve temel demokratik talepler için mücadele kararlılığı gösterirlerse değişebilir ve buna hizmet etmeyen tutumların emekçi hareketine, işçilerin devrimci sınıf mücadelesine en küçük bir yaran olmaz.
Kürt kentlerinde işsizlik, açlık ve yoksulluğun, Türkiye ortalamasının oldukça üzerinde olmasının bir nedeni de, Kürtlere karşı sürdürülen “düşük yoğunluklu savaş”tır. Bu faşist vahşetin derhal son bulması, saldırıların ve sürgünlerin durdurulması, köyleri yakılıp-yıkılan köylülerin zararlarının tazmin edilmesi, köylerine dönmek isteyen köylülere koruculuk dayatmasından vazgeçilmesi, köylülere karşılıksız kredi verilmesi, bankalara olan üretici borçlarının iptal edilmesi, büyük toprak sahipleri tarafından gasp edilen toprakların köylüye geri verilmesi acil gerekliliklerdir.
İmha edilen köy yolları ve okullarının yeniden yapılması, yol yasakları ve gıda ambargosunun son bulması, bütün giderleri devletçe karşılanan sekiz yıllık temel eğitime hemen başlanması ve anadilde eğitim hakkının tanınması, faşist imha saldırısı nedeniyle okula gidememiş tüm Kürt çocuklarının eğitimi için ödenek ayrılması ve özel bir plan uygulanması zorunludur.
Emekçilerin en önemli acil taleplerinden bir diğeri, Kürt kentleri ve köylerinde terör estiren, insanları kurşuna dizen, işkence ya da gözaltında kaybeden ve eroin ve silah kaçakçılığından büyük vurgunlar sağlayan asker, polis, korucu ve işbirlikçilerin derhal yargılanması ve cezalandırılmasıdır.
Sağlık ve eğitim başta olmak üzere, doğrudan emekçilerin yaşamıyla ilgili olan alanlara daha fazla yatırım yapılması, işsiz yığınlarına iş bulunması ve yeni iş alanlarının açılması için kaynak sağlanması, işten atmaların durdurulması, sigorta, sendika ve toplu iş sözleşmesi ve grev hakkının tüm işçi ve çalışan emekçiler için genelleştirilmesi, işçi ve emekçilerin yaşamında, ancak kısmi iyileşmeler olmakla birlikte, yığınlar için büyük önem taşımaktadır.
Kürt işçi ve emekçi kitleleri, sekiz saatlik işgünü, ailesiyle birlikte insanca yaşamını sağlayacak biçimde eşit ücret uygulaması ve tüm diğer acil ekonomik ve demokratik talepleri için mücadeleye istekli ve kararlı olduklarını, başta Ünaldı, ambar, belediye, Tekel ve Sümerbank işçileri olmak üzere; çeşitli eylemlerle ortaya koydular. EMEP’in örgütlenme çabaları, reformizmin ve küçük burjuva milliyetçiliğinin etkisi altındaki bir kısım sendika bürokratı dışında, kent ve kırın emekçilerinin yakın ilgisiyle karşılandı, işçiler -özellikle de genç işçiler-, EMEP örgütlerinin yönetimlerinde görev alarak, kendi talepleri için mücadelenin başına geçme isteklerini gösterdiler.
İşçi ve emekçilerin ileri kitlesinin bu tutumu, sermayeye, emperyalizme ve faşizme karşı mücadele eden devrimci partinin ısrarla izleyeceği pratik çizgiye de açıklık kazandırmaktadır. Görev, emekçilerin en acil talepleri başta olmak üzere, temel demokratik ve ekonomik hakları için mücadeleyi kararlılıkla sürdürmek, daha fazla işçi ve emekçinin fabrika, atölye ve sendikalarda kurulan parti örgütlerinde birleşmesini sağlamaktır, işçi sınıfı partisinin ve işçi devrimcinin, başlıca Kürt kentlerinde, önemli tüm fabrika ve atölyelerle bütün sendikalarda yürüteceği çalışma, ısrarla sürdürüldüğü zaman, kaçınılmaz olarak, işçilerin parti olarak örgütlenerek, ezilenlerin hareketinin başına geçmelerini kolaylaştıracaktır.

Ağustos 1997

Teori, taktik ve günlük mücadele

Kendi teorisini, “Gözler önünde’ cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin genel ifadeleri” olarak, bilimsel bir temel üzerine oturtan Marksizm; aynı zamanda, işçi sınıfının; “tarihsel görev ve sorumluluklarının bilincine varma”sı ve “kurtuluşunu kendi eline” alması için doğrudan sınıflar mücadelesine bağlanan ideolojik bir tutum ortaya koydu. Böylece, sadece “dünyayı yorumlamakla yetinen klasik felsefenin, süre-giden “tarihsel hareketten” kopuk ve sözde “sınıflar üstü ve tarafsız”, ama gerçekte, egemen sınıflara hizmet eden özelliğine karşılık; “dünyayı değiştirme”yi esas alan bir bakış açısı ve işçi sınıfını esas alan bir ideolojik tutum, Marksist teorinin ayırt edici özelliği oldu ve onun politik mücadelede bir silah, bir “eylem kılavuzu” olarak anlam kazanmasını sağladı. Feodalizme karşı toplumsal gelişme ve ilerlemeyi savunan burjuvazi; gelişmesinin son sınırına dayandığı emperyalizm çağında, sadece sınıf çıkarları ölçüsünde ve sınıf çıkarları yararına kullanmak üzere “bilimsel” olabilirken; nihai amacı; her türlü sömürüyü ortadan kaldırarak, kendi sınıfsal varlığına da son vermek olan işçi sınıfının ideolojisi olma özelliği, Marksist teorinin bilimsel karakterini zayıflatmak bir yana; onu gerekli kılan, yani ancak, işçi sınıfı temeline oturduğu, onun mücadelesiyle birleştiği ölçüde gelişip güçlenmesini ve zenginleşmesini sağlayan bir koşul durumuna getirir ve işçi hareketinin ve Marksizm’in 150 yılı bulan tarihi de bunu kanıtlar. Marksizm’in ayırt edici yanını, sadece sınıfların varlığının kabul edilmesiyle yetinmeyip, bunu; proletarya diktatörlüğünün zorunluluğu ve bu uğurdaki mücadeleyle birleştirilmesi olarak ortaya konması, bu gerçeğin bir başka biçimde ifade edilmesi ve pratik sonuçlarına götürülmesidir.
19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Marksizm’in, işçi sınıfı hareketi içinde teorinin en genel sorunlarından pratik hareketin günlük sorunlarına doğru gelişen, zenginleşen; dünyada ve özel olarak Avrupa’daki işçi mücadelelerinin deneyleriyle kanıtlanan genel bir etkinlik ve zafer kazanmasıyla birlikte, artık, sapmalar; Marksizm’e karşı cepheden bir mücadele olarak ortaya çıkmadı, tersine; gerek teorik sorunlara yaklaşımda ve gerekse pratik hareketin sorunları karşısında alınan tutumlarda ortaya çıkan farklılıklar ve bunlara yön veren ideolojik-sınıfsal özelliklerle anlaşılır hale geldiler. Genel olarak Marksizm’in teorisini kabul eden Kautsky’nin “ultra emperyalizm” teorisiyle, emperyalist savaşta aldığı ve proleter enternasyonalizmine ve Alman işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarına ihanet eden tutumu, aynı küçük burjuva sınıfsal yaklaşımın teori ve pratikte birbirine bağlanan sonuçlarıdır. Hangisinin bir diğerinin sonucu olduğunun burada bir önemi yoktur. Ama daha sonraki işçi hareketinin deneylerinin de kanıtladığı gibi; -içtenlikle düzeltilmediği sürece- Marksizm’in teorisine yaklaşımdaki küçük burjuva özellik, pratik harekette de aynı sınıfsal karakterde tutumlara kaynaklık edebileceği gibi; pratik harekete yaklaşımdaki sınıf dışı tutum da, er ya da geç, kendi teorik temellerine yönelecektir. Burada kesin olan, Marksist bilincin doğruluğunu kanıtlayan biricik ölçünün sınıf mücadelesinde alman tutumda ifadesini bulacağı gerçeğidir.
En gelişmiş temsilciliğini Kautsky’nin yaptığı II. Enternasyonal oportünizmine karşı uluslararası planda verilen mücadelenin yanı sıra; ülke içinde sağ ve sol sapmalara karşı Marksist teorinin temelleri üzerinde sürdürülen mücadeleler içinde şekillenen ve emperyalizm ve proletarya devrimleri çağının Marksizm’i olarak da adlandırılan Leninizm; kapitalizmin emperyalizm çağına geçişini ve bunun karakteristik özelliklerini ortaya koyan teorik tahlillerin yanı sıra; demokratik devrimde proletaryanın önderliği, köylülükle ittifak ve kesintisiz olarak sosyalizme geçiş, emperyalistler arası çatışmalardan yararlanma, kapitalizmin eşitsiz gelişimi ve tek ülkede devrimin gerçekleşebilirliği, proletarya devrimi ve ulusal kurtuluş hareketleri arasında ittifak gibi, günümüzde de güncelliğini koruyan ve Ekim Devrimi ve sonrasının yaşanan olaylarıyla kanıtlanmış olan tarihi tecrübelerle de Marksizm’in ve proletarya hareketin gelişiminde daha ileri bir aşamayı temsil etti.
Özel olarak; Marksist teorinin bilimsel temelleri üzerinde, devrimci sınıf partisinin karakteristik özelliklerinin şekillenmesinde, politik strateji ve taktiklerde genel ilke ve sonuçlara kavuşmasında, Ekim Devrimi ve 1950’lere kadar uzanan proletarya diktatörlüğü döneminde ve İkinci Dünya Savaşı boyunca kazanılan başarılarla ve dünya ölçeğinde askeri ve diplomatik alanı da kapsayan tecrübelerle proletarya hareketinin cephaneliğine vazgeçilmez nitelikte devrimci silahlar kazandırdı. Ama aynı şekilde Marksizm’in ulaştığı genel sonuç ve formülasyonlardan belli somut durum ve koşullardan nasıl yararlanılacağı sorunu daha da büyük önem kazandı.
Marksizm; ideolojik bir sağlamlığı gerektiren genel teorik ilkeleri ve bunların yön verdiği programıyla; stratejik hedeflerine ulaşmak üzere, “somut koşulların tahlili”nden çıkarılan ve mücadelenin gelişip ilerlemesine hizmet eden taktikleriyle, özel olarak “sınıfın bağrında” ve onun günlük mücadelesi içinde ve onun kadar “canlı bir organizma” olan partisi ve mücadele çizgisiyle, bunu hayata geçirmede kararlı ve disiplinli kadrolarıyla, onların şahsında ve eyleminde temsil edilen ve günlük iniş çıkışları gözeten, ama sınıfın eylemini, belirlenmiş ortak hedeflere yöneltmede gösterilen yetenek ve irade sağlamlığıyla; mücadelenin objektif ve sübjektif yönlerinin kendine özgü, canlı bir bileşkesi olan partinin kesintisiz faaliyetinde somut bir anlam kazanır ve gelişir. Yerinde atılan bir sloganda, alınan somut bir tutumda, yapılan eylem çağrısında, bir fabrikada alınan bir grev kararında, sokak gösterisinde, yani sınıfın eyleminde somut ve maddi bir güce dönüşür. Marksizm, bütün bunların bilincinde olmanın, bütün bunların bilinci olmanın yolunu açar.
Devrimci bir sınıf partisi hedeflenen özellikleri, sadece teorik bir bilgiyle, sadece “sonuçların” bilgisiyle ve bir çırpıda kazanamaz, tersine; ancak, sınıfın günlük yaşamı ve mücadelesi içinde bizzat kendi deneyleriyle edinilen, yenilgi ve başarılarla, ilerleme ve gerilemelerle, bunların sağladığı deneylerle kendi faaliyetinin, aldığı tutumların daha çok bilincine vararak, saflarını arındırıp sağlamlaştırarak, sınıfın daha geniş kesimleriyle birleşerek ulaşır ve yeniden ve yeniden daha gelişmiş bir öngörüyle ve daha ileri hedeflere yönelir ve bütün bunlar, partinin teorik düzeyini geliştirir, teoriyi mücadelede bir silah olarak kullanmada ustalaşmasını sağlar.
Ülkemiz devrimci sınıf hareketi, proletarya hareketinin amaçlarını ifade eden devrimci bir program için verdiği ideolojik-teorik mücadelenin yanı sıra, taktik tutumları ve günlük mücadele çizgisiyle de başından itibaren revizyonist-küçük burjuva akımlara karşı giderek belirginleşen ve sınıf hareketinde kazandığı yer ve meşruiyetle somut bir anlam kazanan bir mücadele sürdürdü. Bugün, Emeğin Partisi olarak örgütlenmekte olan sınıfın ileri kesimleri ve giderek artan sayıda partiye yönelen genç işçilerin en önemli dayanaklarından biri; Marksizm’in bizzat kendi kaynakları, uluslararası işçi hareketinin devrimci birikimini temsil eden önderlerinin bizzat kendi eserleri ise; bir diğeri de; bugünkü koşullarda daha ileri derecede sonuçlar çıkarabileceğimiz devrimci sınıf hareketinin tecrübe ve birikimidir.
“Kendi hareketinin tarihine karşı belli bir inançsızlıkla davranan işçi, sınıf bilincine ulaşmış sayılamaz.” (Lenin, Tasfiyecilik Üzerine) ise; emperyalist burjuvazinin ve onun yardakçısı durumundaki burjuva “sol”un her türlü çarpıtama ve saldırılarına rağmen ortak sınıf duygu ve bilincinde yeni bir canlanmayı körükleyen bir mücadele sürecine girmiş bulunan uluslararası işçi sınıfı hareketinin bir parçası olan Türkiye işçi sınıfı da, işçi sınıfı tarihinin uluslararası deneylerini inanç ve güvenle sahiplenmek, revizyonizmin ve reformizmin kendi tarihinde yol açtığı tahribatların daha çok bilincine varmak, kendi sınıf tecrübelerini daha ileri düzeyde kavrayarak bilincini yenilemek zorundadır. Bu yazının amacı da konuyla ilgili bağı oranında program ve strateji sorununa değinip geçerken, tümü de birbirine bağlı bir bütün oluşturan; taktik tutum, günlük mücadele çizgisi, somut parti faaliyeti ve sloganlar sorununda, Leninist yaklaşımın hatırlanması temelinde ve mücadelenin yaşanmış somut örneklerini irdeleyerek, bizzat kendi faaliyetimizin daha çok bilincine varmamıza yardımcı olmaktır.

PARTİNİN ROLÜ VE ÖNEMİ
İşçi sınıfı; burjuvaziye ve kapitalizme karşı sosyalizm ve sınıfsız toplum için mücadelede bağımsız çıkarları olan bir sınıf olarak ortaya çıkarken; her şeyden önce Marksist teorinin bilimsel temelleri üzerinde gelişen, toplumsal gelişmenin nesnel yasaları ışığında modern toplumdaki sınıf ilişkilerinin ve kendi sınıfsal konumunun genel bir kavranışına ve bunun yön verdiği, amaçlarını ilan eden bir programa ihtiyacı vardır. Bunlar, bir sınıf partisi olmanın önkoşullarını ve “hareketin nesnel yönünü” oluştururlar. Marksizm’in genel teorisi gibi; program da, günlük hareketin dışında ve genellikle kendilerini işçi sınıfı davasına adamış aydınlar tarafından oluşturulur. Ama aynı zamanda, mücadelenin ilerleyen aşamalarında giderek daha somut bir anlam kazanarak göz önünde bulundurulması gereken ve mücadelenin bütün süreci boyunca, bir anlamda sınanıp deneyden geçerek, mücadeleye bağlandığı ve ona yön verdiği oranda maddi güce dönüşecek olan zorunlu başlangıç adımlarıdır.
Marksist teorinin kendi özüne ve ruhuna uygun olarak bir eylem kılavuzu haline gelebilmesinin veya böyle ele alınmasının temel koşulu; her dönemde sınıfın ileri kesimlerine dayanmayı esas alan sınıf partisi ve onun belli bir stratejik plan ve buna hizmet eden taktikler temelinde sürdürdüğü kesintisiz faaliyetidir ve bunlar da hareketin objektif yanına sıkı sıkıya bağlı, onu göz önüne alan, onu hızlandıran veya yavaşlatan, ama hiçbir zaman onu yaratmayan bilinçsiz sürecin bilinçli ifadesi olan sübjektif yanını oluştururlar. Programın hayata geçirilmesinde tayin edici olan da, mücadelenin koşulları tarafından belirlenen ortak bir disiplin ve sorumluluk temelinde örgütlenmiş kadrolar ve onların partinin kesintisiz faaliyetinde sınıfın günlük yaşamı ve mücadelesi içinde bizzat kendi deneyleriyle kazanılan ve tutumlarında somutlaşan nitelik ve özellikleridir. Leninizm’in gelişmesinde parti sorununun Marksizm’i ele alıştaki ayırt edici yanlarından ilkini oluşturması, mücadeledeki bu, tayin edici öneminden ileri gelir. Hareketin sübjektif yanlan, yani; bilinçleri, duyguları, sevinçleri, özlemleri ve toplum içindeki varlıklarıyla işçi sınıfı ve emekçi halk söz konusu olduğunda, onu anlamak; sadece iktidar için mücadelede değil, iktidar dönemi boyunca da olağanüstü bir öneme sahiptir. Çünkü parti; sınıfsız topluma kadar, bilinç farkları nedeniyle, değişen oranda da olsa, sınıfın sadece belli bir bölümünü kapsayacaktır. “Halk kitleleri içinde bizler hâlâ denizde bir damla gibiyiz ve ancak halkın ne hissettiğini doğru olarak ifade edebilirsek iktidarı yürütebiliriz. Yoksa Komünist Partisi proletaryaya, proletarya da kitlelere önderlik edemeyecektir ve bütün makina parçalanacaktır.” (Lenin, 11. Kongre Konuşması)
Varlığını ve geleceğini, işçi ve emekçi yığınların her türlü sömürü ve zulümden kurtuluşu davasıyla birleştirmiş gerçek bir sınıf partisi, ancak ve ancak böylesine içten bir sorumluluk bilinciyle, işçi ve emekçi yığınların güvenini kazanabilir. Burjuva egemenliğin hiçbir biçimi bu temeller üzerinde oluşmuş güvenin yerini dolduramaz. Bunun içindir ki; devrimci bir sınıf partisinin inşası, her ülkenin kendine özgü koşullan içinde gerçekleşen, sınıfın ve partinin, karşılıklı olarak ilişkilerini geliştiren ve birbirlerini güçlendiren, bizzat kendi öz deneylerini gerektiren belli bir süreci kapsar. Lenin gibi, kendi hasımlarının bile, bir deha olarak hakkını teslim ettikleri bir öndere sahip olan Bolşevik Partisi’nin, RSDİP içindeki Bolşevik Grup’tan devrimci bir sınıf partisi haline gelmesi, 1900’lerden, 1912’lere uzanan ayaklanma, yenilgi, ilerleme ve gerilemeleri, bunların deneylerini kapsayan çok yönlü bir mücadele döneminin ürünü olması; sorunun önemini gösterir.
Bu, aynı zamanda sınıfla politik ve örgütsel bağların teşekkül etmesi ve sağlamlaşması, sınıfın ileri kesimlerinin mücadele içinde bir parti olarak ortaya çıkmaları sürecidir ve her ülkenin kendi koşullarına özgü biçimlerde, uluslararası koşulların da şu veya bu yönde etkisi altında gerçekleşir. Partinin strateji ve taktiği, günlük mücadele çizgisi böyle bir süreç içinde giderek daha somut bir anlam ve önem kazanır. Mücadeledeki tutumu; kadrolarının faaliyetinde ve eyleminde, sınıfın daha geniş kesimleri nezdinde ayırt edilir hale gelir.
Ülkemizde devrimci sınıf hareketinin gelişimi de, uluslararası planda işçi hareketinde modern revizyonizmin egemenliğine, küçük burjuva ‘sol’ akımların etkilerine karşı çok yönlü bir mücadeleyi, yenilginin yol açtığı etkilere, tasfiyeci saldırılara karşı mücadelelerle birleştiren ve azımsanmayacak bedellere mal olan bir süreci kapsar. Bu dönem boyunca gerek parti ve örgüt mefhumunun kavranmasında gerekse sınıf hareketi ve sınıfın ileri kesimleriyle bağlar açısından ilan edilmiş amaçlarına bağlılıktaki içtenlik ve sorumluluk bilinci sınıfın ileri kesimleriyle giderek sağlamlaşan bağların gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Bugün Emeğin Partisi olarak örgütlenmekte olan sınıfın ileri kesimleri ve genç işçilerin giderek kendilerine daha da güven kazanan politik gelişimi; devrimci sınıf hareketindeki ayırt edilir hale gelmenin de göstergesidir. Ama gene günlük mücadelede ortaya çıkan zayıflıklar ve yetersizlikler de; ülkemizin kendine özgür koşullarında, diğer etkenlerin yanı sıra, uzunca bir süreci kapsayan ve ağırlıklı olarak sınıf dışında örgütlenmiş bir örgütle sınıfa yönelik faaliyet sürdürmenin yol açtığı alışkanlıkları, yarattığı zayıflıkları hızla aşabilmek için; sınıfın kendi tecrübelerini anlama, onlardan daha ileri sonuçlar çıkarma, bizzat kendi rolümüzün bilincine varma, sınıfın daha geniş yığınlarının örgütlenme ve mücadele yeteneğini geliştirmeye önem veren daha bilinçli bir faaliyet sürdürme ve bilincimizi her günkü hareketin deneyiyle tazeleyip geliştirme konusunda giderek artan sorumluluklar yüklemektedir.

PARTİ FAALİYETİNDE STRATEJİNİN ROLÜ VE ÖNEMİ
“Programın direktifleri tarafından yönlendirilen ve iç (ulusal) ve uluslararası planda mücadele eden güçlerin değerlendirilmesine dayanan strateji, doğan ve gelişen güçler ilişkisinden en iyi sonuçların elde edilebilmesi için proletaryanın devrimci hareketinin yöneltilmesi gereken genel yolu, genel yönü saptar. Buna uygun olarak, proletaryanın ve müttefiklerinin güçlerinin toplumsal cephedeki mevzilenme planını ortaya koyar (genel mevzilenme planı)… Bu, stratejinin, kendini yolun saptanmasıyla ve proletaryanın kampındaki savaş güçlerinin mevzilenmesi planının ortaya konmasıyla sınırlayacağı anlamına gelmez; tersine, strateji savaşı yönetir ve emri altındaki yedeklerden akıllıca yararlanıp, taktiği desteklemek üzere onlarca manevralar yaparak tüm dönüşüm dönemi boyunca mevcut taktikte düzeltmeler yapar.” (Stalin Strateji ve Taktik)
Ülkemiz koşullarında işçi sınıfı partisinin asgari programı; emperyalizme ve işbirlikçi egemen sınıflara karşı, işçi sınıfı öncülüğünde, başta köylülük olmak üzere, kırın ve şehrin emekçi sınıflarıyla ittifak temeline dayanan halkın demokratik egemenliğini hedefler. Dolayısıyla mücadelenin bu aşamadaki hedefleri sadece işçi sınıfının değil, halkın büyük çoğunluğunun çıkar ve özlemlerini kapsar. İşçi sınıfının ancak mücadele içindeki tutumu ve yeriyle elde edebileceği öncülük rolü, ona, koşullarını olgunlaştırarak, emekçi halkın çoğunluğunu ikna edebildiği ölçüde, kesintisiz bir şekilde sosyalizme geçiş olanağı sağlar.
Stratejik plan, işçi sınıfının öncülüğünü güvence altına alacak şekilde, köylülük temel olmak üzere, diğer emekçi sınıflarla ittifakı, orta burjuvaziyi tarafsızlaştırmayı esas alır. Emperyalistler arasında, egemen sınıf klikleri arasında ortaya çıkması muhtemel olan çelişki ve çatışmalar devrimin dolaylı yedeğini oluşturur. Ama sadece, bunun böyle belirlenmiş olması kendi başına bir anlam ifade etmez, stratejik bakış açımız her günkü mücadelede göz önünde bulundurulduğu ve mücadeleye bilinçli katılımın temel koşullarından biri haline getirildiği ölçüde, hedeflenen sınıflar mevzilenmesinin gerçekleşmesini kolaylaştırır ve güvenceye alır. Bu da, işçi sınıfının dostlarını bilmesi, onlarla birlikte mücadelenin yollarını bulması, onlara kendini bağımsız bir sınıf, ama ortak çıkarlarının en tutarlı savunucusu bir müttefik olarak kabul ettirmesini öğrenmesi demektir.
Bir örnek vermek gerekirse; Antep’te dokuma işçilerinin sendika, sigorta, sekiz saatlik işgünü için sürdürdükleri kitlesel grevin ardından, Antep orta ve küçük sanayicileri de dâhil olmak üzere, küçük esnaf, sanatkâr vb. halk kesimlerinin, Irak ambargosu ve Pazar üzerindeki baskıları ve sıkıntıları dile getiren miting çağrıları oldu. Bu konuda alınacak taktik bir tutumun işçi sınıfı açısından stratejik önemi nedir? Günlük çıkarlar açısından bakıldığında; işçilerin, dün kendilerine karşı en acil talepleri için mücadele ettikleri küçük ve orta sanayicilerin de katıldığı bir mitingi desteklemek anlaşılamaz. Ama sınıfın ve emekçi sınıfların uzun vadeli çıkarları, partinin stratejik bakış açısı göz önüne alındığında; sınıf bilinçli işçilerin, orta burjuvazinin de dâhil olduğu halk kesimlerinin kısmi de olsa; anti-emperyalist, anti-tekel taleplerini desteklemesi, program hedefleri açısından; orta burjuvazinin tarafsızlaştırması, bağımsızlık talebini tutarlılıkla savunma, ulusal ve halkçı ekonominin propagandasını yapma konusunda, işçi sınıfına olanak sağlar. En önemlisi, emekçi halk kitleleri göz önünde, işçileri, sadece kendi dar çıkarlarını savunmakla yetinen bir sınıf olmaktan çıkarıp, toplumun ve ülkenin çıkarlarını gözeten, toplumsal mücadelede dikkate alınması gereken bir güç olarak algılanmasını sağlar. Sınıfın öncü rolünün güçlenmesine şu veya bu ölçüde katkıda bulunur. Bu, sendika, sigorta ve sekiz saatlik işgünü mücadelesini zayıflatmaz, tersine, işçilerin taleplerini daha güvenle savunmalarına destek olur. İşçi şunu diyecektir; “Sen ekonomik durumunu benim sırtımdan değil, emperyalizme, işbirlikçi tekellere karşı mücadeleyle düzeltebilirsin ve ben, bunun için de mücadele ediyorum ve bu mücadelenin de en tutarlı savunucusuyum.” Burada, sorunun esas yanını, orta boy sanayicilerin ikna edilmesinden çok; sınıfın, halkın çoğunluğunun çıkarlarını temsil etmekte olduğunun anlaşılması, ülkenin geleceğinde söz sahibi, bağımsız bir sınıf, ama halkın çoğunluğunun çıkarlarını bilinçle temsil eden bir müttefik, giderek öncü sınıf olarak ortaya çıkması ve bunun stratejik önemi oluşturur. Son dönemlerde Eskişehir, Çorum, Akyazı vb. yerlerde düzenlenen köylü eylemleri gerek sınıf özellikleri, gerekse; taleplerinin içeriği açısından işçi sınıfı partisinin aynı stratejik bakış açısıyla ve önemle ele alması gereken eylemlerdir. Dolayısıyla, stratejik bakış açısı günlük mücadelede her zaman bize yön veren bir doğrultu olmalıdır. Bu, sınıfın politik güç ve etkinliğini artırdığı gibi; mücadelenin daha ileri mevziler elde ederek, daha ileri hedeflere yönelmesini kolaylaştırır. Sınıfın daha ileri derecede kendi çıkarlarının bilincine varması, ortak bir sınıf duygusuyla hareket etmesini sağlar. Aksi takdirde, mücadele; günlük hedefler içinde, dar sınırlar içinde boğulur ve bu da, işçi sınıfının zararına olan sonuçlara yol açar.
Bir başka örnek; sendika yönetimlerinin işbirlikçi tutumlarına karşı sınıfın sendikal mücadelesinde giderek önem kazanan sendikal platformlara karşılık, burjuva “sol” parti ve akımların desteğinde, işbirlikçi sendika merkezleri ve memur sendikalarını da yedekleyerek geliştirilmeye çalışıla-an sözde “demokrasi platformları” karşısında sınıf bilinçli işçilerin, başlangıçtaki zayıflıkları aşarak giderek netleşen tutumudur. Yerel sendikal platformlar bir yandan, kendi bağımsız karar alma ve hayata geçirme tutumlarını korurken; aynı zamanda “demokrasi platformlarında somut hedefler için, birlikte hareket edilebilecek güçlerle eylem birlikleri yapmaktan kaçınmadılar. Böylece işçi sınıfı için stratejik önemi olan sendikalarda, sınıfın bilincini köreltecek ittifaklardan kaçınılıp sınıfın bağımsızlığı korunurken, birleştirilebilecek güçlerle birlikte olmaktan kaçınılmamış oldu. Bu tutum, hayata geçirildiği ölçüde, günlük mücadelenin gelişimini güçlendirdiği gibi; sınıfı yedeklemeye çalışan manevraların etkisini kırmaya da hizmet etti. Yani stratejik hedeflerin gözetilmesi, günlük mücadelenin anlamının ve sorunlarını daha ileri derecede kavranmasına ve sınıf dışı akımlara karşı daha doğru bir tutum alınmasına ve sınıfın her günkü mücadelede diğer sınıflarla ilişkilerinin daha çok bilincine varmasına hizmet eder.

PARTİ FAALİYETİNDE TAKTİĞİN ROLÜ VE ÖNEMİ
“Taktik, stratejinin direktifleri ve devrimci hareketin hem kendi ülkesindeki hem de komşu ülkelerdeki deneyleri tarafından yönlendirilir; hem proletaryanın ve müttefiklerinin güçlerinin durumunu (yüksek ya da düşük kültür düzeyi, yüksek ya da düşük örgütlenme ve bilinç derecesi, çeşitli geleneklerin varlığı, hareketin ve örgütlenmenin çeşitli biçimlerinin varlığı, temel ve yardımcı biçimler), hem de düşman kampındaki güçler durumunu her an göz önünde bulundurur ve düşman kampında-. Ki her uyumsuzluktan ve her karışıklıktan yararlanır. Taktik, (stratejik planda ortaya konan güçlerin mevzilenmesini gerçekleştirmek amacıyla) geniş kitleleri devrimci proletaryanın safına kazanmak ve onları toplumsal cephede mücadele mevzilerine çekmek için stratejinin başarılarım en güvenli bir biçimde hazırlamada izlenmesi gereken somut yolları gösterir. Buna uygun olarak partinin sloganları ve direktifleri bunlar tarafından belirlenir ya da değiştirilir.”
Doğru bir taktik çizgi, mücadelenin gelişme seyrinin canlı bilgisini, mücadele eden güçlerin karşılıklı ilişkilerinin, mücadelenin her anında izlenmesini, kendi güçlerini ve olanaklarını bilmeyi ve bunları her somut durumda, stratejik hedeflerle ilişkisi içinde, en iyi şekilde değerlendirmeyi amaç edinir. Sadece durumun ne olduğunu değil; her somut durumda neyi nasıl yapacağını bilmek demektir. Her parti organı hem doğru bir taktik çizginin izlenmesine olanak sağlayacak canlı parti bilgisinin oluşmasının, hem de hayata geçirilmesinin bir unsuru olarak onun sorumluluğunu taşır.
Sorunu somutlaştırmak açısından, devrimci sınıf hareketinin son on yılda izlediği taktik çizginin somut koşullara göre kazandığı özellikleri kısaca özetleyerek irdelemek; içinde bulunduğumuz sürecin daha somut olarak kavranmasına ve özel olarak da, Emeğin Partisi’nin günlük faaliyetinde, sloganların ele alınışında ve taktik tutumlarında yer yer ortaya çıkan ve somut koşulların sağladığı olanaklardan ve araçlardan en iyi şekilde yararlanma konusunda zayıflıklar yaratan gecikme ve belirsizliklerin daha hızlı bir şekilde giderilmesine yardımcı olacaktır. Bugünden geriye baktığımızda; politik koşullarda, sınıf ve güç ilişkilerinde, örgütlenme ve mücadele biçimlerinde, kesin dönemeçler yerine, bazı yönleriyle farklılaşan özellikleriyle iniş ve çıkışlar veya dalgalanmalar gösteren üç dönemden söz edebiliriz.
Birincisi; 12 Eylül sonrası dönemde, ’84’lerden itibaren, bir yandan, işçi hareketinde ilk canlanma belirtilerinin uç vermesi (Derby-Dora, Netaş grevi, en ileri örnekleri olarak gösterilebilir.), yarı yarıya varan ücret kayıpları başta olmak üzere sendikal haklara vurulan darbelerin sonuçlarının daha açık biçimde ortaya çıkması, işçi sınıfının yaşam koşullarındaki ağırlaşma ve mücadele öğelerinde birikim, öte yandan; burjuva cephede, burjuva partilerin kendi varlıklarını savunmakla sınırlı olmak kaydıyla, anayasanın bazı maddelerini gündeme getiren tartışmaların körüklediği, halk kesimlerinde ortaya çıkan politik canlanma eğilimleri. “Sol” partiler ve aydınlar arasında parti kurma tartışmaları; uluslararası planda Gorbaçovculuk ve sahte liberalizm rüzgarlarının etkisi; ülke içinde yenilginin yol açtığı yılgınlık, inanç sarsıntısı ve güvensizliğin etkisi altında, TKP de dahil olmak üzere revizyonist ve küçük burjuva “sol”un belli başlı akımlarını saran ideolojik ve örgütsel tasfiye dalgası. Bütünüyle sınıf hareketinden kopuk bir platformda cereyan eden, sözde “sosyalistler” arası birlik tartışmaları.
Kabaca özetlemeye çalıştığımız bu koşullarda, devrimci sınıf hareketi tasfiyeci saldırılara karşı ideolojik ve örgütsel temellerini sağlam bir mevziden savunmayı, sorunlarını; meşru, örgütsel platformlarında ve sınıf hareketinin pratik sorunlarına bağlayarak tartışma ve çözmeyi esas alan bir çizgi izledi. Güçlerini fabrika ve işletmelerde yoğunlaştırarak, günlük faaliyetini; sınıfın ileri kesimleriyle bağlar kurma, sınıf hareketine ve sorunlarına nüfuz etme gibi, somut görevler üzerinde yoğunlaştırırken, bir yandan merkezi yayınlarıyla, öte yandan; mümkün olan bütün araçlarla günlük ajitasyonu yoğunlaştırmaya yöneldi. ‘Harekette canlanma ve güçlerini toparlama’ diye özetleyebileceğimiz bu süreçte ’89 ‘Baharı’na doğru geldiğimizde, belli başlı merkezlerde günlük faaliyetin organik bir yapıya kavuşturulması, sınıfın ileri kesimleriyle kurulan bağlar, dağınık parti çevrelerinin genel olarak partiyi sahiplenme tutumuna girmesi ve hareketin sorunlarına nüfuz etme açısından asgari adımların atılmış olması gibi gelişmeleri göz önüne aldığımızda, belli bir yolun alınmış olduğunu söyleyebiliriz. Bunu, işçi hareketinde patlak veren ve birçok özellikleriyle, sınıf hareketindeki dinamiklerin önemli boyutlarda ortaya çıkmasına olanak sağlayan “Bahar Eylemleri” izledi.
Bugünden bakıldığında, bazı sorunlarda, daha sonra aşırı bulabileceğimiz vurgulara rağmen; ‘sorunlarını, meşru, örgütsel platformlarında ve sınıf hareketinin pratik sorunlarına bağlayarak çözme’yi, ‘kavranacak esas halka’ olarak almasının devrimci sınıf hareketinin taktik çizgisinde, daha sonraki gelişme süreçlerini de etkileyen belirleyici bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Bu tutum, ‘sol’ hareketin içinde bulunduğu, uluslararası gelişmelerle birlikte yenilginin yol açtığı etkiler altında ve işçi sınıfına, Marksizm’in teorik temellerine ve tarihsel kazanımlarına karşı güvensizliği ve inançsızlığı körükleyen; sınıf hareketinden kopuk oluşu nedeniyle de, bütünüyle spekülatif bir karakter kazanan, ideolojik ve örgütsel tasfiye platformundan kesin bir kopuşu ifade eder. Böylece, devrimci sınıf hareketi, sınıf mücadelesinin ve onun somut sorunlarının nesnel zemini üzerinde, kendi ideolojik tutumunu sağlamlaştırdığı gibi, teorik mücadele alanında da; bunun yeterince ve gerektiği kadar değerlendirilip değerlendirilememesinden bağımsız olarak, daha güçlü mevzilere sahip oldu.
İkincisi; ‘89 ‘Baharı’yla başlayıp, ‘92 başlarına kadar devam eden süreci kapsar. Geri ve dolaylı biçimlerden başlayıp giderek açık kitle eylemlerine doğru gelişen ve bütün emekçi sınıfların sempatiyle karşıladığı, büyük çoğunluğu sendika yönetimlerine rağmen gelişen ve yer yer sendika yönetimlerini de hedef alan eylem dalgası, sınıfın ileri kesimlerindeki mücadele birikim ve inisiyatifinin gelişmesine olanak sağladığı gibi; gelişim seyri içinde, kısmi siyasal özellikler kazanarak eylemlerin açık talebi olarak ilan edilmemiş de olsa, kısmi siyasal sonuçlara yol açtı. Burjuva cephedeki politik çelişkileri daha da açığa çıkardı ve işçi sınıfının politik gelişimine somut olanaklar sağladığı gibi; Kürt emekçi halkının kitlesel mücadelelere yönelişinde de, teşvik edici bir rol oynadı. Bu dönemin egemen sınıflar cephesindeki en belirgin siyasal gelişmesi, daha sonraki süreçte giderek artacak olan generallerin burjuva partilere, hükümetlere ve günlük politikaya açıktan müdahale eğilimini (Sansür Sürgün Kararnamesi) ortaya koymasıdır.
Gerek işçi sınıfı, gerekse devrimci sınıf hareketi açısından önemli bir atılımı temsil eden ’90 1 Mayısı gelişmelere yeni bir ivme kazandırdı. Zonguldak direnişi ve metal grevleriyle hareket daha ileri özellikler kazanmaya başladı.
İşçi hareketinin bu dönemdeki doruk noktasını oluşturan Zonguldak Direnişi’nin yenilgiyle sonuçlanmasının ardından ve uluslararası gelişmelerin seyrinde yeni bir dönemeci temsil eden, Irak saldırısı, emperyalist demagoji kampanyası eşliğinde revizyonizmin çöküşü ve seçimlerle birlikte egemen sınıflar; generaller desteğinde, burjuva reformizmini ve Kürt hareketindeki reformist eğilimleri de yedekleyerek, stratejik bir saldırı kampanyasının temellerini attılar ve yeni bir dönemece yol açan manevralar yaptılar. Kürt ulusal hareketinin ortaya çıkış biçimi tarafından koşullandırılan sınırlılık ve zayıflıkları, ağır taktik hata ve yalpalamaları değerlendirerek başlatılan demagojik saldın kampanyasının ön cephede görünmeyen hedefi sınıf hareketini zayıflatmak ve diğer halk kesimleriyle ve özel olarak Kürt halk hareketiyle birleşme olanaklarına darbe vurmak olarak anlam kazandı.
Hareketteki gelişmeler, burjuva ‘sol’ akımların üzerinde bulunduğu ideolojik platformu fiilen sona erdirdi. Onlar, demokrasi bayrağını egemen sınıflara bırakan, liberal bir muhalefet çizgisinde platformlarını yenileme ve işçi sınıfının rolünü zayıflatmak üzere diğer emekçi sınıflar hareketine tutunma çabası içine girdiler.
Devrimci sınıf hareketinin pratik mücadelenin ihtiyaçlarına ve görevlerine bağlanan taktik çizgisi, sınıf hareketinin sorunlarına nüfuz etmesine, sınıfın belli başlı eylemlerinde fiilen yer almasına, onların gelişimine yardım etmesine ve sınıfın ileri kesimleriyle daha ileri bağlar kurmasına olanak sağladı. ’90 1 Mayısı’nda sınıfın ileri kesimlerince açıkça benimsenen taktik tutumu, devrimci sınıf hareketinin politik ve taktik olarak bütün burjuva ‘sol’ akımlarla arasındaki farklılığın somut olarak anlaşılmasını sağlayan bir gösterge oldu ve daha sonraki gelişimini güçlendirdi. Gene, Irak saldırısı karşısında alman tutum sınıfın politik gelişimini sağlam temellere oturtma amacına hizmet etti. Bu dönem boyunca öne sürülen ve yaygınlaşan ‘iş, ekmek, özgürlük’ sloganı, sınıfın taleplerini özlü olarak ifade ettiği gibi, günlük mücadele hedeflerini de güçlendirdi.
Öte yandan, sınıf hareketinin merkezinde yer alması, onun bütün sorunlarıyla yüz-yüze gelmesi, ağırlıklı olarak sınıf dışında bir örgüt olarak şekillenmenin yarattığı ve ağır tasfiyecilik yıllarının daha da güçlendirdiği sınıfa yabancı yaklaşımların, sınıfın günlük yaşamıyla birleşmede gösterilen zayıflıkların ve bunların beslediği alışkanlık ve eğilimlerin devrimci sınıf hareketi saflarında açıkça su yüzüne çıkmasını sağladı. Bunlar, bir yandan, sınıfın ileri kesimleriyle güçlerini yenilemeyi sekteye uğratırken; öte yandan; mevcut olanakları değerlendiren ve mücadeleyi geliştiren sloganlar öne sürme, her tür örgüt ve mücadele biçiminden yararlanma ve karşı devrimin saldırılarını boşa çıkaracak manevralar yapabilme, taktik çizgiyi somutlaştırma ve güçlendirme gibi, kapsamı genişleyen görevler karşısında yeteneksizlik ve yer yer direnme eğilimlerine yol açtı. Ama aynı zamanda, devrimci sınıf hareketinin kendi sorunlarını da, somut olarak anlamasını ve önüne koymasını sağladı. Sınıf hareketinin içinde bir örgüt olarak, ona karşı sorumluluk ve görevlerini yerine getirebilme temelinde, faaliyetin ve mücadelenin belli başlı alanlarında yenilenme ve daha sonraki dönemin belli başlı gelişmeleri bu sorunun önemini bütün boyutlarıyla ortaya çıkardı.
Üçüncüsü; ’92’lerden itibaren Kürt ulusal hareketinin izlediği çizginin zayıflıklarının ve küçük burjuva grupların anarşizan eylemlerinin malzeme yapıldığı her fırsatta şovenizmin körüklendiği demagoji kampanyaları eşliğinde politik ortamın terörize edilmesi, faşist terör kurumlarının yenilenmesi, işkence ve yargısız infaz diye adlandırılan cinayetlerin yoğunlaştırılması, işten atmalar, özelleştirme ve gerçek ücretlerde düşüşün sürmesi ve ’94 Nisanında olduğu gibi ekonomik açıdan bütün emekçi kesimleri etkileyen saldırı ‘paketleri’nin gündeme getirilmesi. Terör yöntemlerinin ağırlık kazanmasına bağlı olarak burjuva partilerin, parlamentonun ve ‘seçilmiş’ hükümetlerin; generaller, polis şefleri ve diğer terör kurumları karşısındaki yerinin daha zayıflaması, adeta generallerin günlük yönetimi altına girme doğrultusundaki açık eğilim.
Bugüne geldiğimizde, egemen sınıflar cephesinde, burjuva partiler ve diktatörlüğün belli kurumlarını da içine çeken ve özellikle “Susurluk Kazası” olarak bilinen olayın ardından daha da hızlanan çatışma ve yer yer çözülme belirtilerinin ortaya çıkışıyla birlikte; ağırlıklı olarak ABD politikalarına bağlanmış bulunan generaller, burjuva partiler alanı çerçevesinde, RP’yi hedef alıp, diğer büyük çoğunluğunu da yedekleyerek, politik strateji ve taktik dayatma ve hareketin günlük temposunu hızlandırma ve elde tutma yoluna girdi. Böylece, burjuva partiler ve belli başlı devlet kurumları, koalisyon veya muhalefet olarak, generaller tarafından çizilen çerçevede, egemen sınıfların büyük bir bölümünün çıkarlarını da güvenceye alacak şekilde, generaller tarafından belirlenen işbölümüne uygun olarak rollerini üstlenmeye mahkûm edilmiş bulunuyor. Yani, burjuva politik partiler cephesi, ABD ve generaller tarafından belirlenen ve dayatılan politik strateji ve taktikler doğrultusunda ve askeri bir kesinlik ve üslupla yönlendirilen günlük politikanın basit bir eklentisi ve ‘memur’u durumuna düştüler.
Karşı devrimin politik manevralarının alabildiğine yoğunlaştığı, bizzat bu çerçevede yapılan yaygaralarla, işçi ve emekçi hareketinin geriye atılmasının hedeflendiği bu dönemde ortaya çıkan eylemlerin ve mücadelelerin genel karakterine daha yakından bakıldığında; yer yer kısmi siyasal özellikler kazansa da; kimi durumlarda sendika ağalarının ihanetine karşı açık tepkilere dönüşse de; sınıfın kendi sorunları için mücadele, yani dar anlamıyla sendikal mücadele sınırları içinde kaldı. Bir örnek vermek gerekirse; özelleştirmenin sınıfın ortak sorunlarının bir parçası olarak sahiplenilmesi yerine; Yatağan, Soma, Petkim işçilerinin bir sorunu olarak kalması daha ileri mücadelelere doğru gelişmenin önündeki temel engel olarak ve daha somut biçimde ortaya çıktı. Ama aynı zamanda, ortak bir sınıf olarak hareket etme ihtiyacını daha anlaşılır hale getirdi. Bu mücadeleler içinde farklı partilere oy veren, farklı ideolojik etkiler altındaki işçiler, ortak çıkarları için birlikte mücadele etme konusunda, AŞTİ ve Antep örneklerinde olduğu gibi; sınıfın diğer kesimlerini etkileyen örnek tutumlar geliştirdiler. Sınıfın ileri kesimleri, sorunlarını, sadece kendi dar sınırları içinde değil; diğer sınıflarla ilişki alanında, sadece ortak bir sınıf bilinciyle hareket etmek ihtiyacı değil; aynı zamanda bunu yerine getirme bilinç ve sorumluluğu daha da büyük önem kazandı. Çıkar ve özlemleri için mücadeleye atılan diğer emekçi sınıfları ve ülkenin geleceğini, egemen sınıfların ve generallerin manevralarına terk etmenin, kendi somut sınıf çıkarları için taşıdığı tehlikeleri de, yaşanan olaylar içinde daha yakından ortaya çıktı. Sadece sınıf bilinçli işçilerin belli bir kesimini değil, sınıfın mücadeleye atılan daha geniş kesimlerinin güç, enerji ve yeteneklerini birleştirecek, sınıfa kendine olan güvenini daha da geliştirip güçlendirecek siyasal bir parti sorunu, bu koşullarda somut bir gerçek haline geldi. Bunun pratik anlamı; sınıf partisi sorununun, giderek devrimcileşen işçileri kapsamış da olsa; esas itibariyle kendini devrim ve sosyalizm davasına adamış devrimcilerin sorunu olmakla kalmayıp; devrimcilerle birlikte, sınıfın ileri kesimlerine, yani, gerçek sahiplerine mal olmasıdır. Dolayısıyla, bu davaya canı da dâhil olmak üzere her şevini feda eden, mücadelenin sıra neferlerine karşı bir sorumluluğun da yerine getirilmesidir. Sorumluluğunun bilincinde olan devrimci sınıf hareketi; bu dönem boyunca, güçlerinin yetersizliklerine ve zayıflıklarına rağmen; faaliyet ve mücadele koşullarındaki kendine özgü zorluklara ve zorunluluklara rağmen; politik taktiklerini hayata geçirmedeki yetenek eksikliklerine rağmen; egemen sınıflar karşısında işçi ve emekçi halkın çıkarlarının en tutarlı savunucusu, en tutarlı politik çizgi ve tutumun temsilcisi oldu ve bu sürecin başlarında önüne koyduğu “sınıf hareketinin içinde bir örgüt olarak, ona karşı sorumluluk ve görevlerini yerine getirebilme temelinde, faaliyetin ve mücadelenin belli başlı alanlarında yenilenme” görevini yerine getirmede daha ileri bir noktaya geldi, işçi sınıfı, kendi saflarından, giderek daha geniş kesimlerinin güvenini kazanan ve sayılan kadar, kendilerine güveni de artan; kendi hareketinin kararlı temsilcilerini ortaya çıkarmaya başladı. Bu dönemin en önemli kazanımlarından biri budur. Bu kazanımın somut ifadesi ve ürünü olan Emeğin Partisi’nin ve onunla birlikte işçi ve emekçi halk hareketinin en önemli destek ve dayanağı durumundaki günlük gazetenin, kendi platformlarında gelişip güçlenmesinin işçi sınıfının ve emekçi halkın, daha ileri mücadelelere hazırlanması açısından taşıdığı önem; sınıf bilinçli işçilerin giderek daha açık bir şekilde farkına vardığı ve sahiplendiği bir görev olarak önemini korumaktadır. Kendi yolunda ilerlemenin koşulu ise, sınıfın ve emekçi sınıfların mücadelesini ortak hedeflere yöneltmeyi amaç edinen stratejik bir perspektif ve bağımsız sınıf taktikleri ışığında, sınıfın günlük yaşamı ve mücadelesi içinde, sınıfının bilinçli bir neferi olarak sürdürülen günlük parti faaliyetinde somutlaşmaktadır.

GÜNLÜK PARTİ FAALİYETİ
Günlük parti faaliyeti; bilincin, hareket halindeki kendi somut temeli üzerine oturması, sınıfa hizmet eden bir özellik kazanması, aynı zamanda sınıfın ve partinin kendi öz deneyleriyle sınanması, özümsenmesi ve benimsenmesidir. Bu nedenle de, sadece kendi genel amaçlarının ve bunları nasıl gerçekleştireceği konusunda çeşitli ülkelerin deneylerinin bilgisi, partinin genel planda izlediği çizginin bilinmesi; günlük parti faaliyeti sürdürmede gerekli, ama yeterli değildir. Faaliyet alanında veya birimde işçilerin durumu, mücadele, örgütlenme deneyleri, bunlardan çıkardığı sonuçlar ve genel bilinç düzeyi gibi somut durumun canlı bilgisi olmadan, bunları gözetmeden, kabaca kendi kafasındakilerin aktarılması ‘havada kalan’ bir faaliyet olarak anılmaya mahkûm olur. Bunun içindir ki, günlük parti faaliyetinin, ‘sınıfın içinde’, ‘sınıfın bir parçası’, sınıfın bir mensubu olarak veya sınıfın mensuplarına ve onların, kapitalizmin sömürüsüyle her gün yüz yüze geldikleri fabrika ve işletmelere, sosyal yaşamlarının cereyan ettiği işçi semtlerine dayanarak sürdürülmesi, Emeğin Partisi’ni diğer herhangi bir akımdan ayıran en önemli özellik olarak geliştirildiği ölçüde sınıfın daha geniş kesimlerini etkileme, onların partisi olarak benimsenme olanağı artar.
Günlük parti faaliyetinin bir yanı; parti merkezinin somut koşullara ve mücadelenin ihtiyaçlarına göre, ülke çapında, programını esas alan, stratejik ve taktik açıdan mücadelenin çıkarlarını gözeten hedefler ortaya koyması ve bunların anlaşılmasında hayata geçirilmesinde; gelişimini izlemesi, koşullardaki değişmelere ve gelişmelere göre değişiklikler yapması ve somut eylemlere dönüşümünde, yaygınlaşmasında, eylemlerin örgütlenmesinde, amaçlarına ulaşmasında, parti güçlerinin gelişmesinde, görevlendirilmesinde yardımcı olmak ve yön vermek sorumluluğu olarak ortaya çıkar. Parti merkezinin bu görevleri yerine getirebilmesi doğaldır ki; partinin ve sınıf hareketinin bütün bilgisinin sözlü veya yazılı olarak, parti yayınları vb. araçlarla ama mutlaka parti merkezinde yoğunlaşmasını gerektirir. Yani Parti Merkezi; ‘yaprak kımıldasa’ haberi olmalıdır ki, doğru karar verebilsin, kararlarını somutlaştırabilsin, değiştirebilsin veya geliştirsin. Bu bilginin sürekli olarak yenilenmesinden, objektif olmasından (yani hiçbir kişisel duygu, abartı ve yorum katmadan) partinin bütün organları sorumludur ve bu görevin sürekli olarak ve yenilenerek yerine getirilmesi sınıf hareketinin bütününün çıkarlarıyla, mücadelenin geleceğiyle ilgilidir. Emperyalizmin karargâhlarından, uzmanlarından generallere, burjuva partilere, devlet kurumlarına, onların sınıf içindeki dayanağı durumunda olan işbirlikçi sendika yöneticilerine kadar bütün egemen sınıf örgütlerinin yönetim mekanizmaları karşısında, işçi ve emekçi sınıflar; kendi yönetim ve karar mekanizmalarına önem vermeden, onu, hareketin bilgisiyle donatmadan, onların manevralarını boşa çıkaramazlar, mücadelelerini geliştirip güçlendiremezler.
Parti faaliyetinin bunu tamamlayan diğer yanı; parti çizgisinin her mücadele merkezinde, her fabrika, bölge ve işçi semtinde, sendika ve kitle örgütlerinde; bulunduğu yerin özelliklerine göre somutlaştırılması, sınıfa mal edilmesi, bu doğrultuda gelişebilecek eylemlerin örgütlenmesi ve başarısı için mücadele; bütün bu faaliyetler içinde partiye yeni güçlerin kazanılması ve bütün bunların bilgisinin, özelliklerinin parti merkezine, parti yayınlarına ulaşmasının sağlanmasıdır. Bu da, parti çizgisinin yönlendiriciliğinde propaganda-ajitasyon diye adlandırılan kesintisiz bir aydınlatma, mücadeleye teşvik etme ve örgütlenme faaliyetinde ifadesini bulur. Parti çizgisinin hayata geçirilmesi; parti kadrolarının bunu anlama, bulundukları alanın koşullarını gözeterek Sınıfa mal etme konusundaki yetenek ve özellikleri tarafından belirlenir. Öyle durumlar vardır ki, herhangi bir anda, herhangi bir yerde parti çizgisini temsil eden net bir tutumun ortaya çıkması, mücadelenin yaygınlaşmasında, belirleyici önem kazanır. Parti çizgisinin sınıf içinde temsil edilmesini sağlar. Doğal olarak, sınıf partisi her alanda “en iyi”lerle temsil edilmeyi hedefler ve her partili, “en iyi”lerin partiye kazanılmasına önem verir.
Bir bütün olarak parti faaliyeti; sadece belirlenen bir çizgi ve kararlardan ibaret değildir. Aynı zamanda bunları hayata geçirmekle sorumlu olan insanların, sınıfla bağların sağlamlaşması sürecinde; yeteneklerinin, mücadele isteklerinin, partiye, yoldaşlarına ve sınıfa bağlılıklarının, kararlılıklarının, irade sağlamlıklarının, azim ve fedakârlıklarının, yani; belli başlı insani erdemlerinin bir bileşkesi olan ve parti ruhu ve parti tutumu olarak mücadelede somutlaşan belli karakteristik özelliklerin gelişmesidir. Bu özellikler, partinin mücadeledeki güç ve yeteneğini, kendine güven ve cesaretini kat be kat artıran bir rol oynar. Türkiye devrimci hareketinde birçok olumlu örneğini bulabileceğimiz bir revizyonist ve küçük burjuva akımlar tarafından, ya içtenlikten uzak soyut bir gevezeliğe, ya da; alay konusu haline getirilerek yozlaştırılan ve içi boşaltılan özelliklerden farklı olarak ve moral değerler olarak ifade edebileceğimiz bu özellikler ise, ancak ve ancak, sınıfın günlük yaşamı ve mücadeleleri içinde, bazen yıllan alan deneylerle edinilir. Parti ilkelerine bağlılık temeline dayanan; karşılıklı güven, sorumluluk ve disiplin; bütün bunların yaşamasının da, gelişmesinin de her zaman temel koşulunu oluşturur. Emeğin Partisi’nin en temel sorunlarından biri, bizzat kendi üyelerinin şahsında ve eyleminde, Türkiye ve dünya işçi hareketinin tecrübelerinden esinlenen ve onu özümseyen bir parti ruhu ve atmosferinin parti faaliyetinin içeriğinde yeşertilip sağlamlaştırılmasıdır.
Parti faaliyetinin konusu olan sloganlar, propaganda ve ajitasyon sorunu, halen güncelliğini koruyan, “Bağımsız ve Demokratik Türkiye İçin” kampanyasının ele alınışını irdeleyerek bitireceğiz.
Mevcut politik gelişmelerin “Susurluk Kazasıyla” birlikte, burjuva klikler arası mücadeleyi kızıştıran, diktatörlüğün faşist kurumlarını, tartışmaya açan bir özellik kazanması; Emeğin Partisi’nin programındaki temel hedeflerini formüle eden, “Bağımsız ve Demokratik Türkiye” sloganını öne çıkarmak; gerek, bütün emekçi halk kesimleriyle ilişkisini gözeten stratejik hedefler açısından, gerekse; günlük faaliyetin konusu olabilecek ve olması gereken somut sloganlar ve taktik tutumla ilişkisi ve onu güçlendirmesi ve daha ileri hedefe hazırlaması açısından doğru bir adım oldu. Ama temel bir sloganın kampanya hedefi gibi algılanması ise belirsizlik yarattı. Somut bir kampanyanın konusu olarak, bir anlamda temel sloganı açan, onu günlük mücadele hedefleriyle birleştiren, MGK kararlarının açıklanması, yargılamanın halka açık hale getirilmesi, soruşturma generallere dayandığında; tek tek generallerin soruşturmayla ilgilerinin açıklanması vb. somut bir özellik kazanması sağlanamadı. Bu ise; kampanyanın halka mal olmasını ve doğrudan işçi ve emekçilerin saflarında mücadele hedefi haline getirilmesini zayıflattı. Son dönemde, darbecilerin ve çetelerin halka açık yargılanması talebi, ajitasyon sloganı olarak hedefi somutlaştırdı.
Burada önem verilmesi gereken; mevcut sınıf ilişkilerinde köklü bir dönüşümü, yani bir devrimi gerektiren temel sloganlarla; bu sloganlara hizmet edecek, belli bir dönemde öne çıkan sorunlar üzerine oturan, yer yer mücadele hedefi olma özelliği kazanması amaçlanan günlük mücadele sloganlarının karıştırılmamasıdır. Temel sloganın böyle bir dönemde yürütülen ajitasyon sloganlarıyla bağı içinde ve onları da güçlendirecek ve destekleyecek bir şekilde, ama onlarla karıştırılmadan, propagandası yoğunlaştırılmalıdır. Hatta bu özellikle yapılmalı, olayların gelişim sürecinde, generallerin parlamentoyu ve mevcut yasaları da hiçe sayan pervasızlıklarına karşılık, halkın demokratik egemenliği temel talebiyle, İsrail’le yapılan askeri anlaşma gündeme geldiğinde, emperyalizmin teşhiriyle birleştirilerek, yargılama üzerine tespit ettiğimiz somut hedefi güçlendirecek şekilde desteklenmeli ve genişletilmelidir. Ve bunlar günlük faaliyetin konusu olarak ve kesintisiz bir şekilde yapıldığında işçi ve emekçilerin talepleri haline gelir.
İçinden geçtiğimiz dönemin olaylarına göz attığımızda, hemen hemen, parti asgari programının belli başlı talepleri, bazen art arda, bazen birlikte, bazen sık sık yer değiştirerek günlük, somut propagandanın konusu haline geldiler. Ama dikkat edilsin; eylem ve günlük mücadele sloganları olarak değil; tersine, günlük mücadele sloganlarını güçlendirip destekleyerek ve böylece kendilerinin de, daha somut olarak anlaşılmasına hizmet eden propaganda sloganları olarak günlük faaliyetin konusu oldular. Bu, parti faaliyetinin kapsamını genişlettiği gibi; işçi sınıfının diğer sınıflarla ilişkileri, onların taleplerini de kapsayan sloganların öne sürülmesi gibi; partinin stratejik hedeflerinin gözetilmesine daha da önem kazandırdı.
Bir diğer önemli sorun da, yer yer parti çevrelerinde ortaya çıkan ve küçük burjuva grup alışkanlıklarının kışkırttığı, slogan atmadaki başıbozukluktur. Örneğin; iş, ekmek, özgürlük sloganı; ekmek yoksa barış da yok diye; belki bir grevde atılabilir, ama Kürt ulusal hareketinin barış talebine eleştiri amacıyla atıldığında çarpıtılmış olur. Oysa slogan, yürütülen faaliyetin hedeflerine, atıldığı yerin özelliklerine göre ileri sürülür ve yerinde atıldığı zaman anlam kazanır. Yani, her aklına esenin keyfine göre değiştirdiği, rasgele söylenmiş sözler değildir. Bugün, bir sınıf partisinin taraftarı ve militanı slogan atarken hareketin önceki bir aşamasının ürünü olan alışkanlıklarla hareket edemez. O, başka grupları değil; o an, orada bulunan insanların durumunu, onlar için bir anlama sahip olup olmamasını ve her şeyden önce de partinin sürdürdüğü günlük mücadele çizgisini gözetmek zorundadır. Aksi takdirde kendi çevreleriyle düzenlenen bir gecede ‘faşizme ölüm halka hürriyet’ sloganını, aklında kaldığı için atmak gibi, M. Göktepe mahkemesinde, basın özgürlüğüyle ilgili sloganlar yerine başka sloganlar atmak gibi gariplikler kaçınılmaz olur. Ayrıca slogan, işyerinde, birimde sürdürülen aydınlatma ve propagandayla sınıfa mal edilmiyorsa, sadece bir araya gelindiğinde atılan bir özellik kazanıyorsa, bir amaca hizmet etmiyor demektir. Günlük, somut, sloganların, bunlar temelinde sürdürülen faaliyet ve mücadelelerin hedefi kitleleri partinin temel hedeflerine yaklaştıracak taktiklere ve günlük mücadeleye hizmet etmektir. Temel sloganlar, her somut duruma cevap teşkil eden günlük sloganlar olmadığı gibi; günlük, somut bir hedefle ilgili sloganlar da, her zaman kullanılabilir genel geçer sloganlar değildir. Elbette parti, bunların teorik ve siyasal eğitimini yapmakla kalmamalı; konunun önemine uygun bir politik disiplin de yerleştirmelidir. Bu, daha nitelikli faaliyet sürdürmenin temel koşuludur.
Belli bir kampanya döneminde, bazı temel taleplerin öne çıkarılması, onların günlük mücadele hedefi haline geldiğini göstermez ve kampanyadan sonra da değişmez. Temel taleplerin; eylem sloganları, somut eylem hedefleri haline gelmesi; bütün bir mücadelenin konusudur. Oysa kampanyalar, belli bir dönemi kapsar ve o dönemin koşullarının stratejik ve perspektifle ve taktik çizgiye uygun olarak belirlenmiş hedefler üzerinde ve somut sloganlarla, günlük faaliyetin ve enerjinin yoğunlaştırılmasıdır. Kampanya, belirlenen hedefler doğrultusunda bir eylemin veya eylemlerin ortaya çıkabileceğini göz önüne aldığı gibi; bunu da teşvik eder, ama eylemi şart koşmaz veya mutlaka bir eylemle noktalanmalıdır anlayışlar; salt parti çevrelerinin katıldığı, miting, toplantı ve basın açıklaması gibi eylemleri -ki, bunlar kampanyayı güçlendiren, propaganda ve ajitasyonun bir biçimi olarak, kimi durumlarda, kitlelerin eylemini teşvik eden bir adım olarak önem kazanabilirler- alışılagelmiş ve biçimsel bir amaç haline getirmekten kaçınmalıdır. Bir eyleme yol açmaması; kampanyanın başarısızlığı veya tavsatılması gerektiği anlamına gelmemelidir. Tersine, sorunlar canlılığını ve güncelliğini koruduğu sürece; belirlenen hedeflerin kitlelere mal edilmesi olarak, koşullara göre başka hedeflerle de birleşerek, faaliyetin konusu olmaya devam eder ve etmelidir.
3S kampanyası şeklinde ifade edilen kampanya örneğinde olduğu gibi; milyonlarca işçinin somut güncel mücadele hedefi olarak; sınıfın, iş, ekmek, özgürlük temel talebinde dile gelen örgütlenme özgürlüğü temel talebine bağlanan ve partinin uzunca bir döneme yayılan günlük faaliyet alanlarından biridir. Ama konunun, tabiatı gereği; doğrudan sahiplerine mal edilen ve onlarla birlikte yürütülen, her aşamada sorumlulukları ve kararları onlarla paylaşılan bir özellik kazanmadığında, günlük mücadelede somut sonuçlar elde etme olanağını zayıflatır. Bu konuda, TÜMTİS işçilerinin yürüttüğü; her adımı mücadelelerle kazanılan ve savunulan örgütlenme faaliyeti, Antep işçilerinin uzunca bir süreci kapsayan sabırlı ve kararlı çabaları, sadece sonuçlarıyla değil, işçilere mal edilmiş olması -ki, işin aslı da budur- işçilerin kendi talepleri ve kararları olarak ortaya çıkmaları açısından örnek alınmalıdır. Ayrıca, partinin farklı amaçlarla, farklı sloganlarla yürütülen kampanyalarının birbirini güçlendirecek tarzda ele alınmasına önem verilmelidir. Günlük propaganda ve ajitasyon faaliyetinin iskeletini; belirlenmiş çizgiye hizmet edecek şekilde, sloganlarının ve günlük mücadele hedeflerinin somut olarak işlenmesi ve kitlelere mal edilmesi oluşturur. Yani belirlenmiş somut bir çizgiden yoksun olarak sürdürülen propaganda ve ajitasyon faaliyeti, rasgele söylenmiş, belli bir amaca hizmet etmeyen boş sözler yığını olarak kalır.
Propaganda ve ajitasyon; amaçları ve içerikleri açısından, genellikle birlikte yürütülen ve birbirine bağlı ve karşılıklı birbirini güçlendiren faaliyetler olmakla birlikte, birbirinden farklı özelliklere de sahiptir. Aynı amaca hizmet etmeleri açısından ortak veya birbirine bağlı somut sorunlardan hareket ederler. Öz olarak söylemek gerekirse; propaganda aynı sorunu, program hedefleriyle birlikte ve stratejik perspektifi de gözeterek ve yazılı araçlarla veya yazılı araçları da kullanarak, gerektiğinde, diğer parti veya akımlarla polemikler, tartışmalar yaparak işlerken; ajitasyon, mümkün olduğunca yazılı araçları kullansa da, sözlü olarak yapılan ve aynı sorunu, günlük mücadele hedefleriyle bağı içinde sınırlayarak işler ve hitap ettiği kitleye mal etmeyi, onları, partinin yerel veya merkezi düzeyde belirlediği somut bir hedefe yöneltmeyi amaçlar. Bir örnek vermek gerekirse; çeteler, darbeciler konusunda ajitasyon; sorunun, yakın bir dönem için sınıf hareketi taşıdığı tehlikeyi vurgulayarak, bu konuda mümkün olan somut bir tepkinin gösterilmesini hedeflerken veya bununla sınırlarken, propaganda; konunun bağımsızlık ve demokrasi talebiyle, halkın egemenliği talebiyle ilişkisini, diğer partilerin bu konuda saptırmaya çalışmalarını sergilemeyi hedef edinir. Propagandayla faaliyetin sınırlandırılması, günlük mücadeleden kopma ve sadece ileri kesimler arasına kapanma eğilimine yol açacağı gibi; sadece ajitasyonla yetinmek, mücadelenin günlük hedefler içinde boğulması tehlikesine yol açar. Bunun içindir ki, birbirini destekleyen, güçlendiren ve tamamlayan bir ilişki içinde ele alınmaları gerekir.
Merkezi yayınlar, belirlenmiş politik çizgi ve taktikleriyle birlikte, propaganda ajitasyon faaliyetinin de yönlendiricisidir. Her parti organı ve partili faaliyetinde parti yayınlarının yönlendiriciliğini esas almakla birlikte, onların sadece aktarıcısı değildir, tersine, bulunduğu alanın ve birimin özelliklerine göre özgülleştirerek, kendi somut koşullarında geliştirir ve mal eder. Onların parti yayınlarını kendi yayınlan, mücadelelerinin araçları olarak benimsemelerini sağlar, onlar aracılığıyla politik ilişki geliştirip, partiye kazanmayı hedefler. Çünkü orada partiyi, o temsil etmekte, o savunmaktadır. Kendileri için bir ihtiyaç olduğuna inandıklarında, partiyle ilişkisi olmayan işçi ve emekçilerin, bildirileri, parti yayınlarını kendilerinin de dağıtması mümkündür ve bu hedeflenmelidir. Bunu hedeflemeyen bir parti faaliyeti, kendi içine kapanmış demektir. Bu açıdan ele alındığında; partinin gazeteyle ilişkisi mutlaka gözden geçirilmek zorundadır. Parti, gazeteyi ve diğer etkili yayınları ne ölçüde bir propaganda-ajitasyon aracı olarak ele alıyor? Partisiz işçilere mal etmede, onlarla paylaşmada, ne gibi bir çaba gösteriyor? İşçileri haber yazmaya ne ölçüde teşvik ediyor? Onların yaşamını ve sorunlarını ne ölçüde yansıtıyor? Bütün bunlar partinin eğitiminin, sorumluluk ve disiplinin unsurları olduğu ölçüde, sınıfın aklı başında kesimlerinin güven ve desteğini alabiliriz.
Propaganda ajitasyonun dayanağı fabrika ve işletmeler ve işçi semtleri; yani işçi yaşamının cereyan ettiği alanlardır. Bugün sınıfın günlük yaşamına nüfuz etmeyen bir propaganda ve ajitasyon faaliyetinin ikna etme ve benimsenme şansı az olduğu gibi; somut ve kalıcı bir sonuca yol açması, karşılıklı bir sorumluluk ilişkisi geliştirmesi mümkün değildir. Çünkü, propaganda ajitasyon yapan bir partili, sınıf karşısında belli bir politik çizgiyi temsil etme sorumluluğu altına girer. Kendisini, temsil ettiği çizgiye karşı sorumlu davranma konusunda kitlelerin denetimine açar. Bir işçinin güven duyması açısından, kendi fabrikasında, semtinde, kendisiyle aynı yaşam koşullarını paylaşan kendinden biriyle, bir daha ne zaman karşılaşacağı belli olmayan dışarıdan biri farklıdır.
Bütün bu özellikleri göz önüne aldığımızda; bugün artık sınıfa ve halka tümüyle yabancılaşmış “dışarıdan” bilinçli bir devrimci üslubunun yerini, mensup olduğu sınıfın sorunlarını onlarla paylaşan, onlardan biri olan partili işçinin ve devrimcinin; sade, özlü ve net üslubu almalıdır. Propaganda-ajitasyon sadece dışarıdan ‘bildiri dağıtma’ veya akıl verme işi değil; sınıfıyla sorunlarını paylaşmanın günlük ve doğal bir biçimi ve aracı; onlar tarafından kabul edilmiş ve günlük yaşamın ihtiyaç duyulan bir parçası haline geldiğinde; günlük parti faaliyetimiz kendi sağlam temellerine dayanıyor demektir. O zaman, doğru bir mücadele çizgisi izlememiz de, çizgimizin hayata geçirilmesi de, partimizin denetlenmesi de, “her koşul altında faaliyetimizin sürdürülebilmesi” de, sınıfın güvencesi altına girmiş demektir.

Ağustos 1997

Uluslararası işçi hareketi ve sendikal mücadele

GİRİŞ
Bilindiği gibi; ulusal ve uluslararası koşullardaki gelişmelere bağlı olarak, belli dönemlerde “sınıf ve güç” ilişkilerindeki belirgin değişimler, kaçınılmaz olarak günlük mücadele taleplerinde, ittifaklarda yenilenmeyi talep eder. Mücadelenin yeni döneminde izlenecek yol ve alınacak tutum; devrimci sınıf çizgisi ile aynı zamanda kendisi de güçlerini; ittifaklarını ve platformunu yenilemekte olan burjuvazinin baskısıyla beslenen sınıf-dışı reformist ve küçük burjuva ‘sol’ akımlar veya eğilimler arasındaki mücadelenin nesnel zeminini oluşturur ve her akım, aldığı tutumla, sınıf hareketinin geleceğindeki yerini tayin eder. ’90’lı yıllarda Uluslararası Marksist-Leninist Hareket’te meydana gelen dalgalanma ve yer yer tasfiyeye varan eğilimlerin bugünkü durumu, bunun bir örneğidir.
Geçen süre boyunca Marksist-Leninist hareket, temsil ettiği platformun daha çok bilincine varmış ve bunun gerektirdiği sorumlulukları yerine getirme yönünde daha ileri adımlar atmıştır. Gündemini oluşturan tartışmalar bu gelişmenin göstergesidir.

1- SINIF VE GÜÇ İLİŞKİLERİNDEKİ DEĞİŞİM VE YENİ BİR PLATFORM İHTİYACI
11. Dünya Savaşı boyunca, gerek SSCB’de, gerekse; Avrupa başta olmak üzere, gelişmiş ülkeler işçi hareketinde ve emekçi kitleler gözünde Devrimci Sınıf Partilerinin kazandığı güven ve prestij; bir yandan, zafer sarhoşluğu eğilimine yaslanan ve onu kışkırtan, öte yandan da; emperyalizmin saldırıları karşısında teslimiyet ve işbirliği yolunu tutan modern revizyonizmin egemenliğiyle birlikte; tersine doğru işleyen bir rol oynadı. Gerçek komünistler için, devrim ve sosyalizm davasına karşı sorumluluklarını daha da ağırlaştıran bir etken olan bu güven ve prestij; sosyalizm tehdidine karşı; emperyalist sistemin bütün güç ve olanaklarını tek bir merkez etrafında birleştirerek saldırılarını yoğunlaştırdığı koşullarda ve bunun da baskısı altında; SSCB’de, proletarya diktatörlüğünün sınıfa yabancılaşarak bürokratik tekelci bir burjuva diktatörlüğüne dönüşmesi, gelişmiş ülkelerde ise; komünist partilerin, emperyalist burjuva platformun reformcu ve parlamentarist bir “muhalefet unsuru” düzeyine düşmesi sürecinde, partilere egemen olan revizyonizmin elebaşları tarafından sınıfın uyanıklığını körelten bir kalkan olarak kullanıldı.
Böylece, dünyanın en gelişmiş ülkelerinde işçi sınıfı hareketi; en ileri tarihsel zaferlerinin ardından, bilincinde ve eyleminde derin tahribatlar yaratan, tarihinin en uzun süreli durgunluk, gerileme ve dağınıklık sürecine girmiş oldu.
Bu, aynı zamanda, işçi sınıfının bağımsız politik ve sendikal eylemi açısından belki de, tarihinin en ağır darbesi anlamına geldiği gibi; uluslararası güç ve eylem birliğinin de, en uzun süreli kesintiye uğraması demekti. Bizzat bu durumun kendisi, ideolojik tahribatın da derin ve uzun süreli sonuçlar doğurmasının belirleyici etkenlerinden biri oldu.
Revizyonizmin yol açtığı tahribat sadece SSCB ve ileri ülkelerle sınırlı kalmadı; sosyalizmin ve proletarya hareketinin tarihsel başarı ve zaferlerinden güç alan Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın birçok ülkesinde ortaya çıkan ulusal kurtuluş hareketlerine ve anti-emperyalist mücadelelere de, ağır zararlar verdi. Bu ülkelerde sosyalizme ve işçi sınıfına olan güveni sarstı. Aynı zamanda bu gelişme; geri ülkelerde anti-emperyalizm eğilimine yaslanan küçük burjuva akımların yaygınlaşmasında önemli bir rol oynadı. Çin Devrimi’nin Maocu yorumu ve Küba Devrimi’nin Kastrocu yorumu; küçük burjuva akımların önemli bir bölümünün esin kaynağı olurken, aynı zamanda; 70’li yıllarda, bu akımların çeşitli ülkelerde alınan ilk yenilgilerin ardından proletarya hareketi ve sosyalizmden uzaklaşmalarının da gerekçeleri arasında yer alarak; geri ülkeler işçi sınıfının, genel halk hareketi içindeki etkinliğini zayıflatıcı bir rol oynadı. Buna rağmen geri ülkelerde, zaman zaman ileri boyutlar kazanan işçi sınıfı mücadelesi, Marksist-Leninist akımların gelişimi açısından önemli bir temel oluşturmakla birlikte; bir yandan, bu ülkelerdeki işçi hareketini de etkisi altına alan revizyonizmin egemenliği, öte yandan; sosyalizmin ve ileri ülkeler proletaryasının fiili desteğinden yoksun olusu nedeniyle, kendi başına uluslararası ölçekte bir güç olma düzeyine ulaşamadı.
Böylece, tarihsel olarak elde ettiği mevzilerin gerisine düşen işçi sınıfı hareketi, gerek ideolojik olarak, gerekse; mücadele biçimleri, örgütlenme ve çalışma tarzı açısından kendi devrimci geleneklerinden koparak büyük ölçüde revizyonizmin ve reformizmin etki alanına girdi. Bu gelişme, büyük çoğunluğu sendikal bürokrasi veya iktidardaki ülkelerde devlet ve parti bürokrasisi olarak örgütlenerek burjuvalaşmış tabakanın güçlenmesi ve bir bütün olarak harekete egemen olması süreciyle birlikte ve iç içe yaşandı ve boyutlarını bugün daha iyi anlamakta olduğumuz sınıf-dışı gelenekler, norm ve alışkanlıklar yarattı.

2- BUGÜNÜN BAŞLANGICI VE İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ SÜRECİN ÖZELLİKLERİ
Revizyonizmin egemenliği ve proletarya diktatörlüğünün tasfiyesi sürecinde adım adım oluşturulan ve Gorbaçovculuğun nihai darbeye hazırladığı bürokratik tekelci devlet kapitalizminin çöküşü öncesinde, ABD emperyalizmi tarafından kışkırtılan ve önderlik edilen Irak saldırısı; emperyalist ülkeler arasında, savaş sonrası dönemde giderek değişen güç ilişkilerinin yol açtığı çelişkilerin de, açıktan karşı karşıya gelmeden, ama belirgin tutum farklılıkları olarak ortaya çıkışını sağladı. Bir anlamda farklılıkların ortaya çıkması ABD tarafından dayatıldı. Dünya çapında sürdürülen eşi görülmedik bir propaganda ve demagoji kampanyasıyla ‘muhteşem’ bir finale dönüştürülen ve “sosyalizmin yıkılışı” olarak gösterilen bürokratik tekelci kapitalist sistemin çöküşünü, hızla emperyalist sistem içinde ilişkileri düzenleyen belli başlı kurumlarda ortaya çıkan çözülme, rekabet ve çatışma sürecinin başlaması izledi.
Bugün, bütün boyutlarıyla ortaya çıktığı gibi; bir yandan emperyalist ülkeler arasında; dünyanın bütün bölgelerini ve ekonominin bütün sektörlerini kapsayan bir yenilenme ve yeniden mevzilenme sürecine, sermayenin olağanüstü boyutlarda yeniden yoğunlaşması eşlik etti ve buna hız kazandırdı. Globalleşme ve liberalleşme sloganları bu mücadelenin bir aracı olmak üzere, belli başlı ülkeler ve özellikle ABD tarafından dayatılarak, bütün geri ve bağımlı ülkelerde ekonomilerin ulusal dayanaklarının tahrip edilme süreci hızlandırıldı. Belli başlı stratejik bölgelerde, ulusal ve dinsel farklılıklara dayanan iç çatışmalar kışkırtıldı ve geri ülkeler üzerinde ekonomik, siyasi ve askeri dayatma ve şantajlar açıktan ve kural tanımaz bir özellik kazandı.
Bu olgunun diğer yanı ise; ‘sosyal devlet’in tasfiyesi ve sendikaların işlevsizleştirilmesi başta olmak üzere, sınıfın tarihsel kazanımlarına yönelen saldırıların bütün ülkelerde açıktan gündeme sokulması ve burjuva devletin yeni koşullara göre reorganizasyonu, yani; belli başlı sınıflar-arası ilişkilerin yenilenme süreci olarak gelişti.
Elbette ki; meşru temsilcisi ve savunucusu oldukları işçi sınıfı hareketi tarihinin yarattığı ve revizyonizm tarafından 50 yıla yakın süredir üzeri küllenen devrimci tecrübe ve birikimi yenilemek ve geliştirmek, mücadelenin yeni döneminin en önemli dayanaklarından biri haline getirmek; en başta, gerici dalga karşısında en sağlam ideolojik mevzilere sahip yegâne akım durumunda olan Marksist-Leninist partilerin görevi ve varlık nedenidir.

3- EMPERYALİST EGEMENLİK, YAĞMA VE YIKIMA KARŞI DEVRİM VE SOSYALİZM İÇİN MÜCADELE
Modern toplumun iki temel sınıfı proletarya ve burjuvazinin; -durgunluk, gerileme ve sıçramalarla da olsa,- kaçınılmaz olarak bütün cephelerde daha ileri biçimlerde karşı karşıya gelişine yol açacak gelişmelerin uç verdiği bugünkü koşullarda; burjuvazi, görünüşteki bütün avantajlarına rağmen, güçlerini birleştirme ve ara sınıfları kazanma açısından kaçınılmaz olarak son elli yılın sağladığı olanaklarını yitirme sürecine girmiştir. Emperyalist burjuvazi ve işbirlikçi egemen sınıflar; gerek ülkeler olarak, gerekse; tekelci gruplar olarak kıyasıya rekabet ve çatışmalara; işçi ve emekçi sınıflara, ezilen halklara karşı da, dizginsiz bir saldırı ve zorbalığa adeta mahkûm durumdadır ve bu süreç bütün ülkelerde açık belirtileriyle yaşanmaktadır.
— Ekonomik açıdan; bütün ülkelerde özelleştirme, taşeronlaştırma, kalite çemberi, esnek çalışma vb. saldırılarla; işsizliğin ve işten atmaların ileri boyutlar kazanması; reel ücretlerde düşüş; sosyal haklarda kısıtlamalar ve sendikaların işlevsiz hale getirilmesine yönelik saldırılar olarak gündeme geldi. Başta üretici köylülük olmak üzere bütün tekel dışı sınıflar kredi, pazarlama ve sübvansiyonları kapsayan ve tekelci çıkarlara boyun eğdirmeyi amaçlayan ağır saldırılarla karşı karşıya kaldılar. Kamu hizmetlerinde çalışanlara ve memurlara yönelik ücret kısıtlamaları gündeme geldi. Özellikle emperyalizmin yeni bir yağma, talan ve sömürgeleştirme saldırısıyla karşı karşıya olan geri ülkelerde, işçi sınıfı ağır baskı ve sömürü koşullarında gelişimini sürdürürken, köylülük ve küçük burjuva tabakalardan giderek daha fazla insan işsizler yığınına katıldı. Büyük şehirlere göç hızlandı. Düzenli bir iş ve gelirden yoksun ve çürüme tehdidi altında yeni emekçi semtleri, bölgeler oluştu. Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın birçok ülkesinde; emperyalist yağma ve talanın bir sonucu olarak; toplumsal organizma bütünüyle çözülme ve yıkım tehdidiyle karşı karşıya kaldı.
— Siyasi açıdan; belli başlı gelişmiş kapitalist ülkelerde farklı gerekçelerle ve farklı biçimlerde, ama özünde aynı olmak üzere; gerici yasaların gündeme getirilmesi, faşist partilerin teşvik edilmesi ve güçlendirilmesi, polisin yetki ve müdahale alanlarının genişletilmesi, bütün burjuva partiler arasında ortak “ulusal” politik temellerin geliştirilmesi ve tekelci burjuvazinin politik çıkarlarının devlet eliyle güvenceye alınması yönündeki gelişmeler belirgin hale geldi. Geri ülkelerde emperyalist kölelik zincirlerinin daha da ağırlaştırılması, kışkırtılan iç kargaşa ve bölgesel çatışmalar ve emperyalistler arası rekabet ve çatışmaların bir unsuru olarak; işbirlikçi egemen sınıf klikleri arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi, tehdit ve şantajların artışı, giderek artan bir faşist terörün günlük politika haline gelmesi, özel olarak eğitilmiş faşist terör örgütlerinin, polis şefleri ve generallerin devletin bütün kurumlarında artan etkinliği, genel bir eğilim olarak ivme kazandı.
— Askeri açıdan; ABD başta olmak üzere, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya ve Rusya gibi belli başlı emperyalist ülkelerde ordunun modernizasyonu, dış müdahaleler için özel askeri birliklerin eğitimi, Ortadoğu, Balkanlar gibi stratejik bölgelerde askeri mevzilenme ve hareket olanakları yaratma yönünde hızlanan girişimler, geri ülkelere yeni askeri kölelik anlaşmalarının dayatılması, uluslararası hukukun giderek güç ve etkinliğini yitirmesi, buna karşılık; tehdit, şantaj ve zorbalık yöntemlerinin giderek belirginleşen bir eğilim haline gelmesi vb. gelişmeler bu alandaki saldırıların genel karakterini ortaya koymaktadır.
TV başta olmak üzere bütün araçlarla, sınırsız bir çığırtkanlıkla ve sistematik bir propaganda eşliğinde sürdürülen bütün bu saldırılar; giderek daha çok insanın kaygılarını artıracak şekilde, sadece işçi sınıfının değil; bütün insanlığın geleceğini tehdit eden gelişmeler olarak anlam kazanmaktadır.
Bugün iradi bir tercihin ürünü olarak değil, tersine; emperyalist sistemin içine girdiği sürecin zorunlu bir unsuru olarak ve bütün ülkelerde şu veya bu şekilde, ama mutlaka gündeme gelen saldırıların temel sonucu; kaçınılmaz bir şekilde kendi karşıt güçlerini de, harekete geçirmiş olmasıdır.
Anlatım kolaylığı açısından belli kategorileri temsil eden tipik ülkelerde, yakın dönemde ortaya çıkan mücadeleler, işçi sınıfı hareketinin bugünkü durumunu karakterize eden özellikler hakkında somut değerlendirmeler yapmamıza ve sonuçlar çıkarmamıza olanak sağlamaktadır.

A- Gelişmiş Kapitalist Ülkeler:
Tasarruf tedbirleri ve özelleştirmeleri hedef alan grev, gösteri ve genel grevlerin ardından, Fransa’dan yayılan ve aynı işkolunda Belçika, İspanya, Portekiz ve Slovenya’yı içine alan, işten atmalara karşı dayanışma grevi ve buna bağlı olarak Brüksel’de 100 bin kişilik gösteri gerçekleşti. 1 Mayıs’ta bütün sendika merkezlerini birlikte hareket etmeye zorlayan baskının ardından, işçi sınıfı A. Juppe hükümetini istifaya zorlayarak erken seçime ve ‘sol’ partilerin kendilerinin de beklemediği çoğunluğu elde etmelerini sağlayan siyasal sonuçlara yol açtı. Bununla da yetinmeyerek seçimlerin hemen ardından ‘çiçeği burnunda’ ‘sol’ hükümeti uyaran kitlesel eylemler yaptı. Son birkaç yılın olayları, kapitalist burjuvazinin saldırılarına karşı mücadeleye atılan Fransız işçi sınıfının sadece sendika merkezlerini değil ‘sol’ partileri de geride bırakarak yoluna devam etme kararlılığını gözler önüne serdi.
Sendikal hareket üzerinde sosyal demokratlar eliyle burjuva etkinin en güçlü olduğu Almanya’da; tasarruf paketine karşı yer yer DGB yönetimini de mücadeleye zorlayan işçi sınıfı, Fransız sınıf kardeşlerinin yolunu izledi. ’97 başından itibaren, inşaat, maden ve metalürji sektörlerinde ayrı ayrı on binlerce işçi, işten atmalara karşı, yer yer süreklilik kazanan ve polisle çatışmayı da göze alan gösteriler yaptı. Belli sektörlerde, sendika merkezlerini de peşinden sürükleyen veya onlara rağmen mücadeleye atılma ve taleplerinde ısrar eğilimleri ortaya çıktı.
Sendikal hareketin en kaba yöntemlerle baskı altında tutulduğu ABD’de; özellikle otomotiv sektöründe işten atmalara karşı on binlerce işçinin sürdürdüğü sektörel grevler; kapitalizmin bu en gelişmiş ve pervasız merkezinde de, işçi sınıfının kapitalizmin saldırılarına karşı daha kararlılıkla mücadeleye yönelmekte olduğunun açık göstergesidir.
İtalya, İspanya, Yunanistan, İsviçre gibi belli başlı Batı Avrupa ülkelerini de kapsayan bu gelişmeler;
Birinci olarak; burjuvazinin sınıfa yönelen saldırılarıyla, sınıf içinde kendi dayanağı durumundaki işçi aristokrasisinin, sendikal bürokrasinin temellerini de zayıflatarak; kaçınılmaz bir şekilde daha ileri mücadelelere yönelişini kolaylaştırmakta olduğunu;
İkinci olarak da; mücadele taleplerinin ve biçimlerinin genişlemesi ve ilerlemesi oranında ve mücadele seyri içinde, sınıfın, revizyonizmin ve reformizmin etki alanından hızla sıyrılarak kendi tarihsel tecrübe ve birikimini hatırladığını göstermektedir. Bunun anlamı; sendikal hareketteki yenilenmeyle, sosyalizme yönelişin birbirine bağlanarak ve sınıfın bizzat kendi günlük pratik eylemi içinde, -40 yılı aşkın süreden beri modern revizyonizmin yaymaya çalıştığı; işçi sınıfının tarihsel rolünü yitirdiği, proletarya diktatörlüğüne gerek duymadan toplumsal ilerlemenin gerçekleşebileceği vb. şeklindeki burjuva sınıf egemenliğini ebedileştirme amacı taşıyan teorilerin yarattığı,- yanılsama ve bulanıklıkların, hızla dağıtılabilmesini kolaylaştıran etkenler olarak da önem kazanmasıdır.

B- Eski “sosyalist” ülkeler:
Ekim Devrimi ve sosyalizmin tarihsel başarı ve zaferlerinin tecrübe ve birikimini olduğu kadar; 40 yılı aşkın süredir revizyonist ihanetin tahribatlarının da damgasını taşıyan Rus işçi sınıfı; yüz binlerce işçinin katıldığı gösteriler eşliğinde, 20 milyon işçinin gerçekleştirdiği yakın dönemlerin bu en geniş katılımlı genel greviyle, daha ileri mücadelelere yöneleceğinin ilk ciddi işaretini vermiş oldu. Bu, aynı zamanda, revizyonizmin yarattığı yanılsama ve bulanıklıklara karşı önemli bir darbe anlamına geldiği gibi; sosyalizmin bu eski ülkesinde sendikal hareketin uluslararası düzeydeki öneminin de somut bir ifadesidir.
Gene aynı şekilde; Arnavutluk halkının silahlı ayaklanması, Bulgaristan ve Polonya’da gelişen ve doğrudan hükümeti hedef alan genel grev ve gösteriler; günlük acil taleplerle çıkan eylemlerin hızla siyasal hedeflere yönelmesi açısından tipik özellikler göstermektedir.
Bu ülkelerde; iktidarı kaybederek, işçi sınıf ve sendikal hareket içinde, mevcut koşulların yardımıyla “muhalefet” olarak mevzilenmeye çalışan revizyonist parti ve klikler; bugün de, mücadelenin gelişimi önündeki en ciddi engelleri oluşturmaktadır.

C- Geri ülkelerdeki durum:
İspanya ve Yunanistan gibi geçmişte ayaklanma ve iç savaş deneylerine sahip ülkelerdeki genel grev ve gösterilerin yanı sıra; Türkiye, Güney Kore ve Ekvador gibi, işçi sınıfının geçmiş mücadele birikiminin nispeten zayıf olduğu ülkelerde de, işçi hareketi, diğer emekçi sınıfları da teşvik eden bir gelişme seyri izledi. Sendikal bürokrasiyi yer yer önüne katıp sürüklerken, giderek sektörler düzeyinde, yerel platformlar düzeyinde bağımsız eylemlere yöneliş daha da belirgin hale geldi. Sendikal bürokrasideki çöküşe dönüşen çözülme, mevcut sendikal hareketin yeniden örgütlenmesini gündeme getirirken; küçük ve özellikle orta boy işletmelerde çalışan on binlerce işçi, sendikal örgütlenme hedefiyle mücadeleye yöneldi. Tunus, Fas ve Cezayir gibi ülkelerde her türlü gerici saldırıya rağmen, sendikal hareket mücadelenin en önemli dinamiği olma özelliğini geliştirdi. Geri ülkelerde proletarya hareketinde ortaya çıkan gelişmeler ve giderek daha açık bir şekilde uç vermekte olan dinamizmin yanı sıra; Meksika, Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerde ortaya çıkan ve yer yer isyan biçimini alan köylülük ve diğer emekçi sınıfların mücadelelerindeki gelişmeler, daha şimdiden; proletarya ve emekçi halk hareketinin uluslararası temellerini tarihte görülmedik derecede genişleten, emperyalizme karşı mücadelenin sınıfsal içeriğini geliştirip güçlendiren bir özellik kazandığını göstermektedir.
Ana çizgileriyle ortaya çıkan bu gelişmeler; emperyalist burjuvazinin dünyanın bütün ülkelerini ve bölgelerini kapsayan, dizginsiz bir sömürü ve sınırsız bir egemenlik uğruna açık bir yağma ve yıkım olarak ortaya çıkan saldırılarına karşı; işçi sınıfının, henüz dizginlerinden boşanmamış da olsa, özellikle bilinç ve örgütlenme yönünden temel zayıflıklarını giderememiş de olsa -ki; bunları gidermek devrimci sınıf partilerinin temel görevi, varlık nedenidir- bir kez daha ve bütün hatlarıyla, kaçınılmaz olarak devrime ve sosyalizme yönelecek olan bir mücadeleye ilk ciddi adımlarını atmış olduğunu gösteriyor. Bunun ilk sonucu; 40 yılı aşkın süredir burjuvazinin ve egemen sınıfların dayanağı durumundaki sendikal bürokrasinin yer yer çöküntüye dönüşen çözülüşü ve her geçen gün daha geniş yığınların gözünde sendikaların örgütlenme, direnme ve mücadele merkezleri olarak yeniden ve vazgeçilmez bir anlam ve önem kazanmasıdır.

4- SENDİKAL HAREKETE İLİŞKİN ÖNYARGILAR
Proletarya hareketi belli başlı ülkelerde ilk ciddi mücadelelere yöneldiğinde; farklı ülkelerde, değişik gerekçelerle ve değişik biçimlerde oluşmuş bulunan sendikal harekete ilişkin birçok önyargıyı yıktı.
Birincisi; burjuvazinin tahkim ettiği gerici ve revizyonist sendikaların yıkılmazlığına ve ele geçirilmezliğine ilişkin düşünceler, bugün, hareketteki gelişmenin diriğinde kaldı. Maddi temelleri sarsılan sendikal bürokrasi açıkça iki seçenekle karşı karşıya kaldı; ya saldırılardan yana olmak, ya da cepheden mücadeleye katılmak veya ona yol vermek. Çeşitli ülkelerde ortaya çıkan örnekler bunu kanıtlamaktadır.
İkincisi; mevcut sendikalar aracılığıyla ileri mücadeleler örgütlenemeyeceği yönündeki düşünceleri de; gene, sendika yönetimlerine rağmen mücadeleye atılan işçiler; kendi taleplerini ve bunları hedefleyen eylemlerinin yönetimini güvenceye alacak örgütler yaratarak geçersiz hale getirdiler. Fransa’da “eylem komiteleri”, Türkiye’de “sendikal platformlar” ve Almanya’da “işçi temsilcileri”nin geliştirdiği baskı; bunun pratik örneklerini oluşturmaktadır. Aynı şekilde, CGT eliyle gündeme getirilen ve sendikaların sınıfın temel örgütleri olarak işlevlerini ortadan kaldırmaya yönelik açık saldırı; Fransız işçi sınıfının açık ve net tutumuyla çöpe atıldı.
Üçüncüsü; gerici sendikaların tabanında önemli potansiyel oluşturan işçi kitlesiyle, onların günlük mücadelesiyle bağları zayıflatan ve kendileri de giderek umutsuzluğa düşen küçük burjuva sekter anlayışlar, pratik hareketin kendisi tarafından mahkûm edildi. Bugün, birçok örnekte görüldüğü gibi; sınıfın günlük mücadelesini geliştirmeye ve güçlendirmeye hizmet eden her tutum; geniş kesimlerin desteğini almaktadır. Sınıfın mücadeleye atılan yığınları açısından temel ölçü; günlük mücadeleye katılımda içtenlik ve alınan pratik tutumdur. Önce bilinç ve örgüt, sonra mücadele gibi revizyonist anlayışlar yanında; politik mücadeleyi öncüye ve ekonomik mücadeleyi sendikalara bırakan küçük burjuva anlayışlar da mevcut gelişmeler karşısında şimdiden iflas etmiştir.
Devrimci Sınıf Partileri de, bir dönemin yarattığı düşünce alışkanlıklarından ve normlardan kurtularak; hareketin olanaklarını, genişleyen temellerini ve bunun yarattığı ihtiyaç ve sorumlulukları gözeten bir perspektif geliştirmek ve çalışma ve faaliyetlerini hızla yenilemek sorunuyla karşı karşıyadır.
Marksist-Leninist teori ve bunun yön verdiği bir program devrimci bir sınıf partisi olmanın önkoşulu olmakla birlikte, özellikle mücadelenin bugünkü koşullarında, hareketin merkezinde olması gereken partiler için kesinlikle yetersizdir. Marksist-Leninist partiler, bugün, mücadelenin giderek genişleyen ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve onu ilerletecek taktikleriyle ve günlük mücadele çizgileriyle de bir sınavla karşı karşıyadır. Bu aynı zamanda teorik ilkelere ve program hedeflerine bağlılığın da bir göstergesidir. Bu nedenle:
a- Bir dönemin koşullandırdığı, sadece taraftar çevreleriyle sınırlı bir yönetim ve faaliyet tarzı; söylenenler ne kadar doğru olursa olsun, harekete yön verme şansı elde edemez. Çünkü Marksist-Leninist partiler proletaryanın bir bölümünün değil, bütün bir sınıfın partisidir. Her geçen gün daha geniş yığınların mücadeleye atılmakta olduğu bugünkü koşullarda; sınıf partileri yüz binlerin, milyonların eylemini ve bunun ihtiyaç ve sorumluluklarını faaliyetinin merkezine almak zorundadır. Yani faaliyetimizin içeriği, sadece kendi taraftar çevrelerimizi değil; yığınları kendi tecrübe ve deneyleriyle ikna etmeye ve mücadelelerini geliştirmeye hizmet etmek zorundadır.
b- Genel olarak parti faaliyetinin bütün alanlarında olduğu gibi, özellikle sendikal mücadelede de, hareketin yönetimi böylesi dönemlerde, sadece ilgili parti üye ve taraftarlarının sorumluluğuna bırakılamaz, işinin ehli ve en yetenekli parti kadroları sendikal politika ve taktiklerin hayata geçirilmesini güvence altına alacak şekilde, en önemli ve en gerekli yerlerde sendikal mücadelenin yeniden örgütlenmesi ve geliştirilmesi sorumluluğunu yüklenmek durumundadır.
Özel olarak sendikal alandaki mücadele, her ülkenin kendi koşullarına özgü biçim ve gelişim süreçlerini göz önüne alan bir yenilenme hedefine bağlanmak zorundadır.
c- Bugün Devrimci Sınıf Partileri, sadece sınıfa politika ve faaliyet götüren örgütler değil; sınıfın mücadeleye yönelen güçlerinin parti olarak örgütlenmesi ve her düzeyde onların politik gelişimini ve pratik hareketin yönetimini bizzat kendi ellerine almalarını esas alan partiler olmak zorundadırlar. Mücadelenin içinde ve ön cephesinde örgütlenmenin pratik anlamı budur. Ancak bunu gerçekleştirebildiğimiz koşullarda, bir dönemin yarattığı tahribatları bertaraf ederek, sınıfın Marksizm-Leninizm ve sosyalizme olan güvenini tazeleme olanağı elde edebiliriz. Mevcut gelişmeler, bunun koşullarını daha da olgunlaştırmaktadır.
En genel ifadeyle taktiklerinin özü güç toplamak ve daha ileri mücadelelere hazırlanmak olan Devrimci Sınıf Partileri, ancak yeni dönemin ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir tarzda, pratik çalışmanın içeriğini ve buna denk düşen örgütsel dönüşümü hızla gerçekleştirebildikleri oranda, mücadelede yeni ve daha ileri mevziler kazanabilirler.

5- SENDİKAL HAREKET VE GÜNLÜK MÜCADELE TALEPLERİ
Saldırıların genel karakteri; ülkeden ülkeye farklı biçimlerde ve zamanlarda da olsa, mücadelenin benzer nitelikte taleplerle ortaya çıkmasına yol açtı. Özel olarak Avrupa’da, saldırıların AB gibi ortak karar mekanizmalarıyla ortaya konması, kıta düzeyinde mücadelenin temellerini, en azından birbirini etkileme olanaklarını güçlendirdi. Genel olarak ele alındığında;
— Özelleştirmelere, işten atılmalara ve işsizlik tehdidine karşı talepler,
— Ücret kısıtlamaları, tasarruf tedbirleri ve sosyal hakların kısıtlanmasına karşı talepler,
— Sigorta hakkına yönelen saldırılara karşı talepler,
— İşgünü süresi ve tatil hakkına yönelen saldırılara ilişkin talepler,
— Aynı zamanda, bütün bunlara karşı gelişen mücadelelerin önünü kesmek, sınıfın güçlerini bölmek ve işçiler arasında rekabet ve çatışmaları körüklemek amacıyla; taşeronlaştırma, esnek çalışma, kalite çemberi, eşel-mobil vb. adlar alfanda sendikaların tümüyle işlevsiz hale getirilmesi yönündeki saldırılara karşı talepler, son birkaç yılda belli başlı ülkelerde günlük mücadelenin konusu oldular. Saldırılar püskürtülememiş olmasına rağmen, özel olarak Avrupa’da burjuvazinin hızını kesti ve tavsatmaya zorladı. Buna karşılık, egemen sınıfların elde ettikleri başarılar mücadeleyi yatıştırmayacağı gibi; yeni taleplerle temellerinin genişlemesinden başka bir sonuca yol açma şansına sahip değildir.
Öte yandan saldırıların genel sınıfsal karakteri göz önüne alındığında; ekonomik veya kısmi siyasal taleplerle de ortaya çıksa; mücadelenin, hızla egemen sınıflarla, burjuva hükümetlerle karşı karşıya gelen siyasal bir özellik kazanması; Devrimci Sınıf Partilerine daha da büyük sorumluluklar yüklemektedir. Çünkü siyasal taleplerin formüle edilmesi ve diğer günlük mücadele talepleriyle birleştirilmesi Devrimci Sınıf Partilerinin faaliyetinde özel bir öneme sahiptir.
Bilindiği gibi; sınıfa yabancılaşmış sendikal bürokrasinin en önemli özelliklerinden biri; bir yandan sınıfın taleplerini yatıştırıp en geri çizgide tutarken, öte yandan; kendi formüle ettiği şekliyle günlük talepleri ve mücadele biçimlerini sınıfa dayatmasıdır. İşten atmalara ve işyerlerinin tasfiyesine karşı DGB tarafından öne sürülen, ama “kime karşı, kiminle birlikte” olduğu ortada bırakılan, “iş için birlik” sloganı; sınıfın taleplerini istismar ederek yatıştırma ve oyalama aracına dönüştürmenin tipik bir örneğidir. Devrimci Sınıf Partileri ise; günlük mücadele talepleri ve şiarlarını, sınıfın en geniş yığınlarını birleştirmenin ve mücadelelerini güçlendirmenin en önemli koşullarından biri olarak ele alırlar.
Bu açıdan ele alındığında;
— İleri ülkelerde; kazanılmış demokratik hak ve özgürlüklerin budanması anlamına gelen gerici yasalara karşı; diğer emperyalist ülkelerle girilen rekabetin bir ürünü olarak gündeme gelen ve geri ülkeler üzerinde baskı ve sömürünün, tehdit ve şantajların yoğunlaştırılmasına, faşist akımların teşvik edilmesine, yabancı düşmanlığı ve milliyetçi önyargıların körüklenmesine karşı mücadele talepleri özel bir anlam kazanmaya başladı.
— Geri ülkelerde ise; saldırıların emperyalizm ve işbirlikçi egemen sınıflar tarafından dayatılmış olması ve diktatörlük koşullan; günlük mücadele taleplerinin anti-emperyalist ve temel demokratik taleplerle, faşist teröre ve diktatörlüğe karşı taleplerle birleştirilmesi özel bir anlam kazanmaktadır.
Gerek, bu taleplerin ele almışı ve formüle ediliş biçimi, gerekse; bu hedefler doğrultusunda ortaya çıkan ve çıkacak olan mücadelelerin geliştirilmesi; sınıf içinde mevzilerini yenilemeye çalışan burjuva reformcu ve revizyonist akımlarla Devrimci Sınıf Partileri arasındaki mücadelenin en temel konularından biri olmak zorundadır.

6 SENDİKAL HAREKET VE ÖRGÜT BİÇİMLERİ
Revizyonist-burjuva sendikal bürokrasinin 40 yılı aşan egemenliğinin en önemli tahribatlarından biri de, örgüt ve mücadele biçimlerinde izlenen; sınıfı kendi tarihine ve devrimci geleneklerine yabancılaştırarak, örgütlenme ve mücadele geleneğinin köreltilmesine ve kendine güvenin zayıflatılmasına yol açan ve burjuva parlamentarizmine hapsedilmiş, dayatmacı ve bürokrat çizgidir.
En başta, sendikal demokrasi; bütünüyle içi boşaltılmış, gösterişli, ama biçimsel bir içerik kazanarak, sendikal bürokrasinin egemenliğini tahkim etmenin aracına dönüştürüldü.
İkinci olarak; sınıfın örgütlenme ve mücadele yeteneğinin “hayat kaynağı” olan fabrika ve işyerlerindeki inisiyatif köreltilerek; çok yüksek rakamlara varan gelir düzeyi ve yaşam tarzıyla, burjuva devlet mekanizmalarında özel kabul gören sosyal konumlarıyla, sendika yönetim organlarının ve özellikle merkezlerinin “yıkılmaz kaleler” haline getirilmesini esas alan bir çizgi izlendi.
Üçüncü olarak; mücadele biçimlerinde, bir yandan, parlamenter pazarlıkların ve seçim kampanyalarının bir unsuru olarak düzenlenen, öte yandan; yıl dönümlere göre planlanmış ve sendikal bürokrasinin şovlarının sahnelendiği tantanalı ve içi boş resmi gösterilerle sınıfın zapturapt altına alınmasına hizmet eden bir çizgi egemen hale geldi.
Son birkaç yılın mücadeleleri; bir yandan sendikal bürokrasinin “kale”lerini çatlatırken, öte yandan; hızla, sınıfın kendi tarihsel birikim ve tecrübesine ve bunun bir ürünü olan devrimci mücadele geleneklerine yönelmesini sağladı. Bu yönelişin ortaya çıkardığı, meşruiyetini ve gücünü fabrika ve işletmelerden alan grev, genel grev ve bunlara bağlı olarak veya bunlarla birlikte gelişen sokak gösterileri gibi örgüt ve mücadele biçimlerini geliştirmek, en önemli görevlerimiz arasındadır.
Devrimci Sınıf Partilerinin bu konudaki taktiğinin özü; sendikal demokrasiyi de, sendikal örgütlenme ve mücadele çizgisini de, fabrika ve işletmelerde, sınıfın günlük yaşamına ve mücadelesine aktif katılım ve onun inisiyatif ve yeteneğini, kendine güven ve cesaretini geliştirme temeline dayanır. Çünkü sınıf hareketinin devrimci geleneği, fabrika ve işletmelerin “kale”ler haline getirilmesi gerektiğini öğretir. Ama aynı zamanda, böylesi dönemlerde sınıfın en geniş yığınlarına, en azından ana kitlesine yönelen günlük ajitasyonun önemi kat be kat artar. Ancak böyle bir yöneliş; sendikal hareketteki küçük sayılan mevzilerimizle bile, belli bir sendikal tutumu temsil edip geliştirme ve yeni mevziler kazanma olanaklarımızı güçlendirir. Sınıfın taze güçleriyle birleşmenin ve örgütsel temellerimizi yenileme ve tahkim etmenin temel koşulu budur.

7- SENDİKAL HAREKETTE İTTİFAKLAR VE YÖNETİM SORUNU
Bir dönemin en çok bulandırılan konularından biri olan ittifaklar ve yönetim sorunu; bugün de, sendikal hareketin başta gelen kilit sorunları arasında yer alır. Mevcut gelişmeler, taktiğimizi somutlaştırabileceğimiz somut ipuçları ve örnekler vermektedir.
Birinci olarak; bugünkü koşullarda, sendikal mücadelede taktik ittifak politikamızın özünü sınıf hareketinin içine girdiği gelişme sürecini güvence alfana alıp teşvik edecek, bu konuda şu veya bu ölçüde ileri adım atılmasına katkıda bulunacak ve sınıfın en geniş kesimlerini birleştirmeye hizmet edecek belirlenmiş bir platform temelinde, her somut durumun gerektirdiği ittifaklar, güç ve eylem birlikleri yapmak için çaba sarf etmek olarak özetleyebiliriz. Çünkü bugün, Fransa örneğinde görüldüğü gibi, sınıfın ileri kesimlerinde sadece sendikal bürokrasiye karşı değil, aynı zamanda sözde ‘sol’ siyasi partilere olan güvenin de giderek daha fazla sarsıldığı göz önüne alınırsa; mücadele içindeki tutumlarımızla onların güvenini kazanmanın, her zamankinden daha büyük bir öneme sahip olduğu açık bir gerçektir.
İkinci olarak; her ülkede değişik özellikler gösterse de, hangi akım veya partiye mensup olursa olsun, genel olarak temelleri sarsılan ve yer yer çöken sendikal bürokrasi, giderek derinleşen bir bölünme ve ayrışma yaşamaktadır. Bir yandan bunu derinleştirerek sınıfı daha ileri bir çizgide birleştirmeye hizmet edecek ittifaklar yaparken, öte yandan da; mevcut durumun yarattığı olanakları fırsat bilerek platformlarını yenilemeye çalışan sendikal klikler arası manevraları boşa çıkarmak, ittifak politikalarımızın temel yanlarından birini oluşturmak durumundadır.
Üçüncü olarak; doğaldır ki; “sol” grup ve akımlarla yapılacak ittifakların temelini de, onların kendilerine yakıştırdıkları sıfatlar veya bizim onlarla ilgili ideolojik-teorik değerlendirme ve yargılarımız değil; pratik hareketin çıkarlarına ve ihtiyaçlarına cevap verecek somut mücadele platformları ve bu akımların pratik mücadeledeki rolleri ve her somut durumdaki tutumları belirleyecektir.
Yıllar boyu, sendikal bürokrasi tarafından “ele geçirilen” ve yozlaştırılan sendika yönetimleri konusunda sınıfın devrimci geleneği sade ve somuttur: Temel ölçü mücadelede alman tutum ve sınıfın çıkarlarını, inisiyatif ve tecrübesini, içtenlikle temsil edebilme yeteneğidir. Devrimci sınıf partileri açısından da temel sorun “sendika yönetimlerinin ele geçirilmesi” değil; mücadele içinde alınan tutumla, temsil edilen sendikal çizginin bir ürünü olarak sendika yönetimlerine seçilmeyi “hak etmek”, sendika yönetimlerinin oluşturulmasına katılmak, buralarda sınıfın ileri kesimleriyle birleşmek ve daha ileri mücadelelere hazırlanmaktır. Yani, sorun, sınıfa yönetim dayatmak değil; sınıfın güvenine layık olmaktır.

8- SENDİKAL HAREKETİN ULUSLARARASI BİRLİĞİ
Sınıfın uluslararası birliğinin baltalanarak üzerinin küllenmesi; sendikal hareketin tek tek ülkelerde ulusal sınırlar içine hapsedilmesine, devrimci sınıf bilincinin köreltilmesine ve bunlara bağlı olarak; sınıfın kendine güvenini zayıflatıp moral değerlerde aşınma ve zayıflamalara yol açan en önemli etkenler arasında yer aldı.
Son yıllarda, emperyalist sistemin içine girdiği süreç ve bunun bir sonucu olarak ortaya çıkan saldırıların genel karakteri, birçok ülkede mücadelelerin ortaya çıkışına yol açan koşullar ve taleplerdeki benzerlik; burjuva basının bütünüyle görmezden gelme tutumuna rağmen, şimdiden birçok yanılsama ve bulanıklığı dağıtarak, bütün ülkelerde karşılıklı olarak birbirini teşvik eden, uluslararası bir sınıf olma bilincini yeniden tazeleyen ve enternasyonalist dayanışmanın koşullarını güçlendiren sonuçlara yol açtı. Özellikle Avrupa’da kıtasal düzeyde dayanışma ve geleceğini birleştirme konusunda somut örnekler ortaya çıktı.
Açıktır ki; bütün olumlu gelişmelere rağmen, gerek tek tek ülkelerdeki temelleri, gerekse uluslararası bilinç, örgütlenme ve mücadele düzeyi açısından, sınıf hareketi, henüz sendikal bir birliğin bugünden yarına gerçekleşmesine olanak verecek bir seviyede değildir.
Bu koşullarda; gelişmiş ülkeler başta olmak üzere her ülkede, burjuvaziye ve egemen sınıflara karşı mücadele içinde sendikal hareketin yenilenmesi, her bir ülkede uluslararası bir sınıf olma bilincinin geliştirilip güçlendirilmesi; bugünün en başta gelen görevleri arasındadır.
İkinci olarak; son dönemlerde, sınıf hareketindeki gelişmeler karşısında, el çabukluğuyla biçimsel ve göstermelik sözde uluslararası platformlar aracılığıyla, sınıfın ileri kesimlerini yedeklemeye yönelen sosyal demokrat, ‘sosyalist’, Troçkist ve eski revizyonist akımların çabalarını boşa çıkarmak önem kazanmaktadır. Marksist-Leninist partiler, şu veya bu şekilde ileri işçilerin katıldığı uluslararası girişimlerde, koşulların uygun olduğu veya gerektirdiği her durumda, kendi tutumlarını savunmak ve sınıf dışı akımlara karşı bu alanda da sistemli bir mücadele sürdürmek zorundadır.
Üçüncü olarak da; uluslararası düzeydeki gelişmelerin genel özelliklerini göz önüne alan ve sendikal hareketin yeniden örgütlenmesine hizmet edecek, belirlenmiş somut bir taktik çizgiye bağlı olarak kendi ülkelerimizdeki özgül koşulların belirlediği ihtiyaçlara cevap veren günlük taktik ve politikalar geliştirmek ve bunları hayata geçirmek üzere güçlerimizi ve enerjimizi yoğunlaştırmak ve yenilemek; önümüzdeki dönemin en önemli görevleri arasındadır.
Sonuç olarak; sendikal hareketin uluslararası birliğinin temel koşulu; kendi ülkelerimizde burjuvaziye ve egemen sınıflara karşı, sınıfın sendikal eyleminde elde edilecek başarılar, kazanılacak mevzilerdir. Ve bugün, bunun olanakları her zamankinden daha geniştir.
Bütün bunları güçlendirmek üzere; sendikal hareket içinde sürdürülecek ideolojik mücadele ve aydınlatma faaliyetinin temel amacı; mücadeledeki gelişmelerin şimdiden dağıttığı yanılsama ve bulanıklıkların etkisiyle çarpıtılan ve unutturulmaya çalışılan, işçi sınıfı tarihinin bilinç ve tecrübe birikiminin daha ileri düzeyde özümsenmesini ve harekete yön vermesini sağlamak, yeniden ML ve sosyalizme yönelişi hızlandırmak ve bugünkü eyleminin bilincini geliştirip önünü açmaktır.

Ağustos 1997

Sosyal demokrasinin “şahlanışı”

İngiltere’de Tony Blair önderliğindeki işçi Partisi ile Fransa’da Lionel Jospin’in başkanlığındaki Sosyalist Parti’nin seçimleri kazanmasının ardından, Avrupa ve Türkiye’de birkaç haftadır yazılıp çizilenlere inanılacak olunursa; ‘sol başta Avrupa’da olmak üzere tüm dünyada yeniden yükseliyor’. Dahası, ‘işçilerin, emekçilerin yaşamını zehir eden neo-liberalizm kasırgası etkisini yitirmekle kalmamış, sağcı muhafazakâr politikalar ve hükümetler dönemi nihayet geride kalmıştır’! Kısacası, bir müddet önce İtalya’da Romano Prodi’nin liderliğini yaptığı “zeytin ağacı” ittifakının seçim zaferinin ardından, ‘sol’un kendisini yenilemesi üzerine estirilen rüzgâr henüz sönmeye yüz tutmuşken; “sol yeniden şahlanmıştır”!
Şahlanan ‘sol’un bilumum savunucularının heyecanla açıkladıklarına göre, ‘seçimler öncesine kadar sağdan esen soğuk rüzgâr, Avrupa’yı yine ‘sol’a kaydırmıştır’. Gelinen noktada Avrupa Birliği’nin (AB) 15 ülkesinden 13’ünde ‘sol’, ya tek başına, ya da başka partilerle koalisyon halinde, iktidardadır. “Tekellerin Avrupası’na büyük bir darbe indirilmiştir”! ‘Böylesi bir Avrupa’yı hâlâ hayâsızca savunan bir tek Almanya ve İspanya’nın sağ iktidarları geriye kalmıştır’. Ufuktaysa, ‘Tekellerin Avrupası’ enkazının arasından ‘Sosyal Avrupa’ güneşi doğuyor!
Ve söylenenlere bakılırsa, bu güneş sadece Avrupa’yı değil, tüm dünyayı aydınlığa kavuşturacak. Alman Yeşiller Partisi’nin sözcüsü Jürgen Trittin’e göre, “Neo-liberallerin dönemi sona ermektedir.” Alman Sosyal Demokrat Partisi Başkanı Oskar Lafontaine ise, “dünya ölçeğinde gerçekleşecek bir reform harekâtının başlangıcı”nı görüyor. Seçimlerin ardından İsveç’in Malmö kentinde bir araya gelen Avrupa Sosyalist Partisi’nin (PES) üyelerine SPD Meclis Grubu Başkanı Rudolf Scharping, sosyolog Ralf Dahrendorf’un “sosyal demokrat çağın sona erdiği”ne ilişkin tezinin bizzat hayat tarafından çürütüldüğünü açıklıyor ve geleceğe yine sosyal demokrasinin damgasını vuracağını ilan ediyor…
PES toplantısında moral depolayan CHP lideri Deniz Baykal, Avrupa’nın ‘sol’dan esen rüzgârının Türkiye’de de eseceğinden emin bir edayla ‘sol’un şahlanışına açıklık getiriyor: “1980’li yıllarda, sol bitti deniyordu. Öyle olmadığı görüldü. Solun kendine güveni tam.” “Biz, Avrupa’daki solun yükselme koşullarının Türkiye’dekinden farklı olduğunu biliyoruz. Sadece oradaki gelişmelere bakıp umutlanmıyoruz.” “CHP’nin, darbeye gerek kalmadan şeriatçı yükselişi durdurabileceğini söyledik. Türkiye’de köktendinci iktidarı sandıkta değiştireceğiz.”
Kuşkusuz, Avrupa sosyal demokrasisinin ikinci sınıf kopyalarına rastladığımız Türkiye’de, kraldan kralcı olunması işten değildir. Dolayısıyla çıkarılan sonuçlar da öyle olmak zorundadır. DSP Milletvekili Uluç Gürkan’ın değerlendirmesi de bu gerçeği kanıtlamak istercesinedir: “SB’nin dağılışı ve 1980’li yıllarda İngiltere’de Thatcher, ABD’de de Reagan öncülüğünde gelişen ve yalnız Avrupa’yı değil tüm dünyayı etkisine alan liberalizm kasırgası etkisini yitirdi. … ‘Acı reçete’yi Avrupalı sol seçmen reddetti. Sovyetlerin çözülmesini fırsat bilen kapitalistlerin ‘sol bitti, ideolojiler öldü, artık küreselleşme zamanı’ türünden propagandaları solun Avrupa ve eski Doğu Bloğu’nda yeniden yükselmesiyle geçerliliğini yitirdi. Sol yeniden toparlandı ve ‘önce insan’ sloganını ön plana çıkararak liberalizmi ağır bir yenilgiye uğrattı. Emek ve sermaye var oldukça solun bitmeyeceği de görüldü.”
Gürkan çok açıldığını anlamış olacak ki, “Sol kapitalizmin aletlerini tümüyle reddederek yükselmiyor. Kapitalizmin araçlarını sosyalleştirerek bir noktaya gidiyor.” diyerek; ‘sol heyecanı’ olsa da, mantıklı heyecanın gerçek heyecan olmadığını, ama mantığın bir tarafa atıldığı heyecanın da çok zarar verebileceğini hatırlayabilecek kadar kurt solcu olduğunu kanıtlıyor. Deniz Baykal ise, heyecanla mantık arasındaki ilişkiyi daha öz ve isabetli formüle ediyor: “Hedef değişmiyor, araçlar yenileniyor.”
Endişelenmeye gerek yok demek. Kapitalizmi alaşağı edecek bir sol değil bu. Le Monde diplomatique’nin başyazarı Ignacio Ramonet’in dediği gibi, “eski kartlar yeniden karıştırılıyor.”
‘Sol’ rüzgâr, poyraz olmasına karşın, başlarımızı mutlaka görmemizi istediği yöne çevirtiyor ve şu görüşleri bize telkin ediyor: “Avrupalı seçmenin açık tercihi ile kesinlik kazanmıştır ki, sağcı, muhafazakâr ve neoliberal politikalar dönemi geride kalmıştır. Sosyal demokrasinin; daha çok özgürlük, daha çok sosyal güvenlik ve daha çok sosyal adalet gibi hedefleriyle halkın özlemleri çakışıyor. Solun yeniden şahlanışı, bu nedenle, her alanda işçiler, emekçiler ve yoksullar lehine değişim demektir, refah demektir, mutlu ve güvenceli bir gelecek demektir. Ver elini Sosyal Avrupa”!
Türkiye mi? “Türkiye’nin kendisi zaten sola doğru gidiyor”, “rüzgârın dışarıdan gelmesine hiç gerek yok.” Genelkurmayın ‘sol’cu taşeronu Perinçek’in devamla belirttiği gibi, Türkiye’de; “ordu merkez sağın ordusu iken birdenbire cumhuriyet devrimi mevzilerine sola geçti. Bu güç dengesi değişikliği önemlidir. Önümüzde sağ bir iktidar sıfır ihtimal. Sağın ordusu yok ve sağ iktidar olmayacak. Türkiye sola kayıyor.”
Büyük olayları büyük laflar izler. Ve olaylar büyük olduğu için, sarf edenin kendisi inanmasa dahi, dinleyenleri etkileyeceğini umar. Ve görüldüğü gibi, heyecan ve coşku atmosferinde bu tür lafların ölçüleri gerçekten de kolay saptanamıyor!
Bu ‘sol’ heyecan ve hezeyanları bir tarafa bırakıp, gözümüzün önünde cereyan eden olayları anlamaya çalışalım.

DÖNÜM NOKTASI: BURJUVAZİNİN CEPHESİNDEN
Fransa’nın ünlü ‘sol’cu sosyologlarından Pierre Bourdieu söz konusu seçim sonuçlarıyla birlikte oluşan durumu şöyle tanımlıyor: “1989 tarihi gibi, önemli bir dönüm noktasına gelmiş bulunuyoruz.”
Bir sonuç olarak Bourdieu’nun saptamasının doğru olduğu söylenebilir. Ancak Bourdieu buradaki saptamasını seçim sonuçlarından yola çıkarak yaparken, biz aynı saptamayı; bu seçim sonuçlarına yol açan nedenler ve bu nedenlerin gerisinde başta burjuvazi ve proletarya olmak üzere sınıfların karşılıklı ilişkilerindeki önemli değişikliklerden hareketle yapıyoruz. Bu ayrım önemlidir. Zira ayrı kriter ve verilerden bu bir noktaya gelişimiz, aynı zamanda bu noktanın ötesiyle ilgili çıkaracağımız sonuçların temelden ayrılacağının bir önbelirtisidir. Daha somut bir deyişle, İngiltere’de Blair’in, Fransa’da Jospin’in seçim zaferleri, birbirleriyle çatışma halinde olan sınıfların geleceği açısından ne anlama gelmektedir?
Şunu hemen burada belirtip geçelim ki, burjuvazinin at değiştirdiği yolundaki düşünceler, bir yönüyle, tartışmasız bir doğruyu ifade ederken (Burjuvazi, kitlelerin pervasız saldırıları ancak bir yere kadar sineye çekebileceklerini seçim sonuçlarının açıklandığı gün ayırtına varmadı!), diğer yönüyle nesnel olay ve gelişmelerin gerçek boyutlarını kapsamaktan uzaktır.
Öte yandan, görevi devralan ‘sol’cuların ne menem solcu oldukları bir sır değildir. Şahlanan sosyal demokrasi atının, emperyalist burjuvazinin işçi hareketi içindeki -sağdan soldan çivileri sökülmüş- Truva atı olduğu yeni ifşa edilen bir gerçek değildir kuşkusuz. Bilindiği gibi, bu Truva atı, özellikle ’89 yılı ve sonrasında, burjuvazinin artık gözü dönmüşçesine cepheden saldırdığı koşullarda, çok köklü bir işlevsellik krizine sürüklenmiştir. (Bu yıllarda emperyalist burjuvazi sadece işçi sınıfına cepheden ve topyekûn bir genel saldırıya girişmemiş, aynı zamanda işçi aristokrasisi ve kent küçük burjuvazisiyle ilişkilerini, proletarya ve burjuvazi arasındaki yeni güç dengesine denk düşecek bir şekilde, yeniden belirlemeye başlamıştır. (1) Gelgelelim, öncesi bir yana, ’95 yılına gelindiğinde, yani Fransa’daki işçi direnişleri, nispeten geri bir noktadan başlayan ama genç ve yeni bir işçi hareketinin yükselişinin açık göstergeleri olarak ortaya çıkıp somut sonuçlar vermeye başladığında, bu Truva atının yenilenmesinin ve yeniden mevzilendirilmesinin hem ihtiyacı kendisini açıkça göstermiş hem de koşulları doğmuştur.
Sosyal demokrat partilerin nitelikleri bakımından dünle bugün arasında bir fark yoktur. Ancak, iş görebilirliği bakımından önemli bir fark vardır: Dün; sosyal demokrat partiler, sınıfın içinde sahip oldukları geniş güven ve nüfuza dayanarak o uğursuz rollerini oynayabilirlerken; bugün bu rolü söz konusu özelliklerini büyük oranda yitirdikleri koşullarda yeniden oynamakla karşı karşıyadırlar. Bir yanda bu özelliklerdeki köklü aşınma, diğer yanda burjuvazinin bu özelliklerin yeniden kazanılmasına olanak sağlayacak (ekonomi-politik) koşulları kabul edemeyecek durumda olması; işte sosyal demokrasinin bugünkü açmazı burada yatmaktadır. İleride daha da somutlaştıracağımız gibi, gerek emperyalizmin temel çelişkilerinin dünya ölçeğinde genel olarak keskinleşmesi, gerekse Avrupa ülkelerindeki burjuvazi ve proletarya arası mücadelenin girmiş bulunduğu yön, sosyal demokrat politika ve yönetimlerin, -dünyanın genel seyrini değiştirmek şöyle dursun mevcut seyri daha da hızlandıracak- bir ara aşama özelliğini geçemeyeceğine işaret etmektedir.
Kaynağını birbirleriyle uzlaşmaz bir çelişki içinde olan sınıfların (burjuvazi ve proletarya) arasındaki mücadelede bulan bu dönüm noktasının, politik partiler yelpazesindeki yansımalarına bakıldığında, Avrupa sosyal demokrasisinin bu bakımdan ilginç bir örnek sunduğu görülebilir.
Almanya’nın eski başbakanlarından ve tanınmış sosyal demokratlarından Helmut Schmidt’in ideologluğunu yaptığı haftalık Die Zeit gazetesi son seçim sonuçlarını şöyle değerlendirdi:
“Bugün Avrupa’da zafer kazanan sosyal demokrasi değil, tersine muhalefettir. Çığır açan bir vizyon değil, tersine protestodur.”
Kuşkusuz bu saptamanın bizim sosyal demokratlarımızın saptamalarıyla bir yakınlığı yok, ama bir yönüyle de olsa, nesnel gerçeklikle bir yakınlığı vardır. (Bir yönüyle diyoruz, çünkü İngiltere’deki durum Kara Avrupası’ndan biraz farklı.) Die Zeit’in durum değerlendirmesi günümüz sosyal demokrasisi için öyle karamsar ki, “Avrupa sosyal demokrasisini bir imge” olarak niteleyebilmektedir. Gazete daha ileri gitmektedir: “CDU (Kohl’ün Hıristiyan Demokrat Partisi-A.C.) Avrupa Sosyalist Partisi’ne üye olan bazı partilerden daha sosyal demokrattır. Kohl hükümetinin sözüm ona gaddarlıkları, onun (sosyal) yasalarda ve işçi haklarında yaptığı kısıtlamalar, Hollandalı ya da İsveçli sosyal demokratların kendi vatandaşlarına layık gördüklerinin çok gerisinde kalmaktadır; hele ki Thatcher ve Majör’ın muhafazakâr hükümet döneminin ardından bıraktığı ve Blair’in de özünü değiştirmeyi düşünmediği değişikliklerin çok daha gerisinde kalmaktadır.”
Die Zeit yazarı, Brütüs olarak damgalanmak pahasına yaptığı bu saptamalardan çıkarılması gereken sonucu da yazıyor: “Sağ ve sol etiketleri bugün çok bir şey ifade etmiyorlar.”
“Düşman kampı”na geçelim. 14 Haziran ’97 tarihli The Wall Street Journal’de şu satırlar yer alıyordu: “Fransız sosyalistleri özelleştirmeye karşı olabilir, ancak şu an hükümette olan Portekiz sosyalistleri kamu mallarını satıyorlar. Geçtiğimiz pazartesi gecesi Blair; Avrupa’daki muhafazakârların çoğunun teklif etmeye bile cesaret edemeyeceği kadar sağ görüşlü bir “işsizlikten istihdama” programının taslağını sundu.” En son olarak AB’nin Amsterdam zirvesinde sosyal demokrasinin ‘sosyal demokratlığı’ kendisini açık kimlikle ortaya koydu. Sosyal demokratların çoğunlukta olduğu AB’ye ‘en sosyal demokratik konu’ diye tanımlanan işsizlik konusunda, ciddi hiçbir karar alınmadı. Zirvede istihdam paragrafının eklenmesi ve iş piyasasıyla ilgili AB’ne belirli sorumlulukların yüklenmesine üç ülke karşı çıktı. Muhafazakâr Almanya ve İspanya’nın yanı sıra, ‘Yeni Sol’cu Blair! (2)
Artık şu su götürmez bir gerçektir ki, işçi ve emekçiler nezdinde sağlı-sollu burjuva partileri aralarındaki farkları hızla yitirerek tekleşmişler, adeta bir tek partinin farklı fraksiyonları haline gelmişlerdir. Yerleşik partilerin burjuvazinin farklı görünümlere sahip tek partisi olduğu doğrultusundaki Marksist belirleme işçi ve emekçilerin bilincine işte böyle çıkmaktadır. Die Zeit yazarının acı konuşmasının nedeni de bu olgu. Derdi ise, sosyal demokrasiyi bu aynılaşmaktan kurtarmak!
Özetleyecek olursak, iki yönlü bir süreçle karşı karşıyayız. Bir yandan mevcut sosyal demokrat partiler arasındaki söylem ve vurgu farkları giderek büyüyor; diğer yandan sosyal demokrat partiler ile muhafazakâr partiler arası (yani sağ ile sol arası) farklılıklar görünmez hale, gelmiş bulunuyor.
Belirtmeye gerek yok ki, bu kriz, tek başına sosyal demokrasiye has bir kriz değildir. Yerleşik politik partiler yelpazesinde genel olarak görülen, sağlı-sollu merkez partilerin toplamının büyük bir güven aşımı yaşamaları ve geniş kitleler nezdinde çekim merkezi ve umut olma özelliklerini yitirmeye başlamış olmalarıdır. Klasik sağ-sol ayrımına göre şekillenmiş mevcut politik partiler yelpazesi, iki kutuplu dünyadan çıka-gelmiş emperyalist dünyanın egemen sınıflarının çıkarları ve yaşamın dayattığı ekonomi-politik yeniden yapılanma görevleri karşısında, giderek hantal, dinamizmden yoksun, basireti bağlanmış, toplumu motive edebilecek tüm özelliklerini yitirmiş, vizyonsuz ve geleceksiz örgütlere dönüşmüş durumda ya da böylesi bir konuma sürüklemektedir. Mevcut burjuva partileri, burjuvazinin elinde, yalama yapmış ve yerinden de kolay sökülemeyen vidalara benzemektedirler.
Ama sadece partiler mi? Şüphesiz bu aşınma, işlevsellik krizi vb. tek başına klasik burjuva merkez partileriyle sınırlı bir olay değil. Denilebilir ki, burjuva toplumunun politik-kurumsal örgütlenme ve yapısının bütününde bir aşınma ve bozulma yaşanmaktadır.
Bu sürecin gerisinde yatan olgu nedir?
Bu olgu şöyle ifade edilebilir: ’89-’90 yıllarında yaşanan dönemeç, Batı emperyalizminin uluslararası kurumlarını işlev krizine ve otorite aşınmasına sürükledi. Ülkelere göre değişmekle birlikte, ’80’li yılların başından başlayarak ve ’90’lı yılların “ideolojik moral üstünlüğüyle” pervasızlaştırılarak hızlandırılan ekonomi politikaları sonucunda, emperyalist kapitalist ülkelerin politik-toplumsal örgütlenme, yapı ve kurumları ciddi bir aşınma ve işlev krizine sürüklendi. (3)
Alman sol sosyal demokratların diliyle söylersek; ’80’li yıllardan bu yana devam eden “kapitalist karşıdevrim” sosyalizmi değil (Bu aslında ’50’li yıllarda gerçekleşti), tersine kendisinin kurduğu toplumsal örgütlenme, yapı ve dengeleri bozdu. Emperyalist burjuvazi, savaş sonrasının toplumsal, politik ve kurumsal yapılanmaların temellerini kendi eliyle oymaktadır.

POLİTİK-KURUMSAL YAPIYI YENİLEME ZORUNLULUĞU
Gerek son seçim sonuçları, gerekse emperyalist kapitalist ülkelerin geçirdiği evrimden çıkan sonuçlar birer veri olarak ele alındığında; burjuvazinin bugün ve önümüzdeki dönem için önüne koyduğu hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için belirlediği politikalar açısından İngiltere’yi; böylesi bir süreçle karşı karşıya kalan proletaryanın hangi tehditleri görmesi ve ne tür badireleri atlatması gerektiği bakımından Fransa’yı incelemek en doğru yöntem olacaktır.
Bu iki ülkeyi burada öne çıkarmamızın nedeni, (farklı varyantlarının temsilcileri olsalar da) ‘sol’ partilerin seçimleri kazanması değildir. İki ülkenin, peş peşe yapılan seçimlerinden hareketle bir kıyaslaması yapılması gerekiyorsa, bizce burada altının çizilmesi gereken yön şudur: İngiltere’de Blair, seçimleri kazanması sonucunda başbakan olurken, Jospin, Juppe’nin temsil ettiği saldırı programının reddedilmesi sonucu başbakan olmuştur. Bugünün Avrupası’nda “seçimler kazanılmıyor, tersine kaybediliyor” savı, Fransa için geçerli iken, İngiltere için tam öyle değildir, İngiltere’deki ‘sol’ iktidar; İngiliz burjuvazisinin politik ve ekonomik çizgisinin -işçi hareketinin takatsizliğinin sürdüğü koşullarda- yenilenmesine tekabül etmektedir. Fransa’daki ‘sol’ iktidar; -Fransız burjuvazisinin, çıkarlarını ve önceliklerini topluma dayatmada zorlandığı koşullarda- işçi sınıfı hareketinin geliştiği, sınıfın bir ayağının fabrikada, bir ayağının da sokakta olması olgusunun gerekli kıldığı bir yenilenmeye denk düşmektedir.
İngiltere’deki seçim sonuçlarını biraz daha yakından irdeleyelim. Avrupa’da olsun, Türkiye’de olsun, Tony Blair ve önderlik ettiği “New Labour” (Yeni İşçi Partisi) genellikle “solun sağcılaşması” çerçevesinde ele alına-gelmiştir. Oysa Blair ve “New Labour” konusunda üzerinde durulması gereken başka önemli hususlar var.
Blair’in seçim zaferinde yanıtlanması gereken asıl soru şu: İngiliz ekonomisinin; resmi verilere göre İkinci Dünya Savaşı sonrasının en iyi durumunu yaşadığı, Gayri Safi Milli Hâsıla’nın (GSMH) yüzde 2 ila 3 arasında büyüdüğü, istatistik oyunlarıyla gerçek rakam düşük gösterilse de işsizlik sayısının göreceli olarak azaldığı, enflasyonun yüzde 3’ün altında seyrettiği ve ülkenin hâlâ yabancı yatırımlar açısından baş sıralarda durduğu koşullarda; dünyanın en tecrübeli tekelci burjuvazisi olarak tanımlayabileceğimiz İngiliz burjuvazisi neden açıktan ve tüm gücüyle Blair ve partisini desteklemiştir? (4) (Yoksulların, işsizlerin, çalışan işçi ve emekçi kitlelerin 18 yıllık saldırgan muhafazakâr yönetime tepki duyup Blair ve Labour’u seçtikleri doğrudur. Ancak bu tepki ve tercih bir önceki seçimlerde de söz konusuydu.)
İngiliz burjuvazisinin Blair’i açıktan desteklemesinin iki nedeninden söz edilebilir: Birincisi; Kara Avrupası’ndaki emek-sermaye çelişkisinin geliştiği yön; ekonomik bakımdan çok daha kötü koşullarda olan İngiliz işçi ve emekçilerin sınıf kardeşlerinin yolunu tuttuğunda çok daha sert mücadelelere atılabileceği gibi olguları dikkate alarak; emperyalist planlarını yaşama geçirme temposunu düşürmeye neden olmayacak bir şekilde bu gelişmeyi önleyebilecek ya da en azından atılım açısından kritik sayılan önümüzdeki iki-üç yıl için erteleyebilecek bir taktiği benimsemesidir. Keynesçilik teorisinin İngiltere’de çıkmış olması da göz önünde tutulursa, İngiliz burjuvazisinin işçi sınıfıyla çatışmada en tecrübe sahibi burjuva sınıfı olduğu, işçi sınıfıyla ne zaman çatışmaya gireceğini, ne zaman böylesi bir tutumun yarardan çok zarar vereceğini çok iyi hesap edebildiği söylenebilir.
İkinci nedeni ise; Avrupalı emperyalistler arasında büyük bir atılıma en fazla ihtiyaç duyan bir emperyalist olarak ve üstelik böylesi bir atılım için 18 yıldır bütün ekonomik koşullarını hazırlamış olarak, bu hazırlığın kaçınılmaz yan ürünü olarak beliren genel toplumsal çözülmeyi nispeten durduracak ve yeniden örgütleyecek (Rakipleri karşısında emperyalist bir atılım yapabilmek için toplumsal ve politik yapıyı yeniden örgütlemek bir zorunluluktur.) yeni bir politik vizyona sahip olma gereğidir.
Blair ve şahsıyla özdeşleştirilen Yeni İşçi Partisi, program ve hedeflerinin yanı sıra, toplumda yarattığı beklenti ve umut, İngiliz burjuvazisinin belirtilen ihtiyaç ve hedeflerine her bakımdan tam denk düşmektedir. Blair, şahsıyla ve Yeni işçi Partisi, çizgisiyle -sağ ya da sol olmasından bağımsız olarak- merkez parti olmanın tüm vasıflarını birleştirmektedir. Blair; Katolik’tir, ‘sol’cudur ve neo-liberal/neo-Keynesçi karışımı bir ekonomi politikayı savunmaktadır. Burjuva sosyologların tabiriyle, “toplumun iç birliğinin (izlenen saldırgan ekonomi politikalar sonucunda) çözülmeye başladığı koşullarda, sağ-sol ayrımının üstünde duran bir “Hıristiyan sosyalist”in birleştirici yeteneği görmezden gelinemez. Blair, her pazar düzenli kiliseye giden, toplumun dağılan dokusunu yeni bir komunitarizm (cemaatcılık, toplumculuk) ülküsüyle yeniden güçlendirmeyi görev edinen “yeni tip siyasetçidir. Alman ya da Fransız burjuvazisi olsun, Avrupa’da özellikle sınıfların mücadele ve hareketlerinin giderek radikal uçlarda gelişmeye evrildiği koşullarda, partiler yelpazesinde merkezin aşınma sürecini durduracak böylesi bir siyasetçi tipi ve siyaset kombinezonuna gıpta ile baktığı abartı değildir.
İşçi sınıfına mutlak yoksullaşma dayatılmadan, kapitalist sermaye birikimi hızlandırılıp genişletilemez. Bu, kapitalist sermaye birikiminin kaçınılmaz bir zorunluluğu ve asla değişmeyen tarihsel eğilimidir. İleri kapitalist-emperyalist ülkelerde, sistemin temellerini yıkacak olgu ve çelişkilerin olgunlaşmaya başladığı burjuva sosyologlarınca da kabul edilen bir gerçektir. Alt sınıfların yaşam koşullarında apaçık görülen yoksulluğun yanı sıra, bu sürecin bir diğer özelliği de emperyalist ülkelerdeki orta tabakanın ekonomik-sosyal açıdan giderek zayıflaması, eski konumunu yitirmesidir. Orta tabakanın ekonomik-sosyal açıdan çöküşünün en açık göstergelerine ABD’de rastlanılmaktadır. Ama sadece orada değil. Avrupa’da da İngiltere bu süreci bir süredir yaşamaktadır. 18 yıldır izlenen liberal ekonomi politikalar, gelinen yerde İngiltere’nin orta tabakasını da etkilemeye başlamıştı. Son seçim sonuçlan, orta tabakanın da, neoliberal politikaların neden olduğu ekonomik kötüleşme ve yıkımdan kurtulma umuduyla Blair ve partisini seçtiğini ortaya koyuyor. Örneğin orta tabakanın yoğun olarak oturduğu bölgeler, İngiltere’nin güneydoğusunda kalan; Londra, Kent, Essex, Sussex gibi kentlerdir. Önceki seçimlerde bu kentlerde muhafazakârların ezici bir üstünlüğü söz konusuydu. İşçi Partisi’nin en büyük sürprizi bu bölgelerde de muhafazakârları geride bırakmayı başarmakla yaptığını belirtmeye gerek yok.
Keynesçiliğin yerini Thatcherizmin aldığı İngiltere’de, Blair’in savunduğu ekonomi politika yakından değerlendirildiğinde bunun, Thatcherizm ile neo-Keynesçiliğin bir sentezi olduğu söylenebilir (bazıları gerçi şimdiden Blairizm’den söz ediyor). Fakat ‘sol’un yeni ‘politik reformasyonu’ bundan ibaret değil. Anti-komünist dalganın zirvede olduğu yıllarda -ki bu yıllar aynı zamanda sosyal demokrasinin en güçlü olduğu yıllardı-, Batı Avrupa sosyal demokrasisi, kapitalizm ve sosyalizmin “kötü yönlerini” dıştalayarak “üstünlüklerini”, “olumluluklarını birleştirebilen” bir siyaset olarak kendisini niteliyordu. “Yeni Sol” ya da “New Labour” ise, ekonomik alanda “üstünlüğünü kanıtlamış” neoliberal ekonomi politikanın “pratik rasyonelliğini” herhangi bir tabuya bağlı kalmadan pragmatistçe devralan, ama aynı zamanda onun geniş kitlelerce görülen yıkıcı ve acımasız yönlerini komunitarist, Hıristiyan sosyalist bir çizgiyle bertaraf etmeyi iddia eden bir siyaset olarak nitelenebilir. Nasıl ki, savaş sonrasının sosyal demokrasisi “insancıl bir sosyalizme” “denk düşüyor”duysa, işte en ileri örneğine İngiltere’de rastladığımız “Yeni Sol” da “insancıl bir Thatcherizm”e tekabül etmektedir.
Ünlü “London School of Economics”in müdürü Anthony Giddens’in Blair hükümetiyle ilgili yaptığı değerlendirme dikkate değer. Şöyle diyor Giddens: “Britanya politikası 1945’ten beri dünyayı iki kez temelden etkiledi. Birinci olarak, savaş sonrasında refah devletinin inşası ve ikinci olarak da, 1979’dan itibaren gelişen Thatcher liberalizmi. Her ikisi de başka ülkelere örnek teşkil etti. Umuyorum ki, şimdi (bir Labour hükümetiyle birlikte), Büyük Britanya’nın yine öncü rolü oynayacağı üçüncü bir dönem başlayacaktır. Üstesinden gelinmesi gereken görev, ekonominin ve toplumun globalleşmesinin beraberinde getirdiği talepleri, sosyal adalet, toplumsal birlik ve demokrasiyle bağdaştırmaktır. Bunların tümünün aynı anda mümkün olup olmayacağını henüz bilmiyoruz. Ancak şimdiye kadar olduğu gibi de devam edemeyiz.”
“Şimdiye kadar olduğu gibi devam edememe”, bugün, Avrupa’nın tüm emperyalist devletlerini kemiren bir sorundur. Avrupa’nın emperyalist burjuvazileri, ’89 yıllarının ideolojik-moral üstünlüğüne de yaslanarak, işçi sınıfı ve emekçi halkın boğazını aradan geçen süre içerisinde sıkabildiği kadar sıktı. Azami kâr ve dünya hegemonyası olan hedefe doğru son yıllarda çok önemli adımlar atılmış olsa da, her bir emperyalist ülke burjuvazisi açısından varılan noktayla varılması “olanaklı” görünen nokta arasındaki uçurum hâlâ durmaktadır. Öte yandan işçi sınıfı ve emekçi halka karşı saldırısının bugüne dek yaslandığı platform, tarz ve argümanlar -esas olarak sınıfın karşı koymuş olması ya da karşı koyması olanağının artmış olması nedeniyle- tavsama ve eski etkisini kaybetme belirtilerini göstermektedir. Bu durumda yapılması gereken ve zaten yapılmakta olan da son derece açıktır: Saldırı ve sömürü platformunu; ekonomik, politik, sosyal, kültürel, kısacası her açıdan yenileme ve bu yenilemeye göre yeniden mevzilenme! İngiliz burjuvazisinin yeni bir öncülüğünden söz edilecekse, işte bu anlamda söz edilmelidir.
Burada Alman burjuvazisinin, İngiltere ve Fransa seçimlerinin hemen ardından gündeme getirdiği bir tartışmaya dikkat çekmekte yarar var. Wirtschaftswoche dergisi 26 Haziran ’97 tarihli sayısında şu tespiti yapıyor: “Bonn’daki reform tıkanıklığını ancak politik-kurumsal düzeltmeler açabilir.” Alman mali oligarşisinin temsilcilerinden Hans-Olaf Henkel ise, Almanya’nın “politik bir yeniden örgütlenmeye” gereksinim duyduğunu söylüyor. Henkel’e göre, nasıl ki işletmeler, aldıkları kararların yeni şartlara uymaması durumunda, kendilerini yeniden yapılandırıyorlarsa, aynı şekilde “politik aygıt da kendisini yeniden örgütlemelidir”.
Belirtilen anlam ve çerçevede bugün Almanya’da; Federal Konsey ve hükümet arası ilişkinin yeniden belirlenmesi (“Karma sorumlulukların olması sorumsuzluğun artmasına yol açıyor.”), Federal devlet örgütlenmesi ve yapının etki alanlarının sınırlanarak merkezileştirilmesi (“kurumların sorumluluk alanlarının yeniden belirlenmesi”; “eyalet sayısının yarı yarıya azaltılması”; “anayasa mahkemesinin yetkilerinin sınırlanması”; “seçim sisteminin çoğunluk sistemine göre değiştirilmesi” )vb. “öneri” ve “görüşler” tartışmaya açılmış bulunuyor.
Başka esaslı hedeflerin yanı sıra, başlatılan bu “politik-kurumsal düzeltmeler” süreciyle öncelikle; bir yandan anayasanın değiştirilmesi yoluyla anayasal organların yetkilerinin “güçlü merkezi bir hükümetin çalışmasını kolaylaştıracak” bir şekilde yeniden belirlenmesinin; diğer yandan devlet aygıtının çalışmasını hantallaştıran her tür yapı ve mevzuatın ortadan kaldırılmasının ya da değiştirilmesinin amaçlandığı ortadadır. Yeri gelmişken belirtelim ki, devlet kurumlarının; aşınma belirtileri artan politik temsili organlarının neden olabileceği politik istikrarsızlıklar ya da konjonktürel dalgalanmalardan nispeten bağımsız ve efektif işleyişini gözeten bir dizi önlemler bir süredir alınmakta zaten. (Hemen hemen her Avrupa ülkesinde polisin yetkileri artırılmış, bireyin özgürlük haklarında bir dizi kısıtlamalara gidilmiştir. Yeni kurulan ‘Europol’ -‘Avrupa Polisi’- ise, bazı muhafazakâr demokratların bile tepkisini toplayan yetkilerle donatılmışın) Devlet kurumlarının ve bürokratik aygıtının, temsili organlardan bağımsızlaşmasına dönük tahkim edici adımların arasında, son dönemde en çok göze batan bir diğer tedbir de devlet merkez bankalarına özerklik verilmesidir. İngiliz İşçi Partisi’nin ilk icraatlarından birisinin İngiliz Merkez Bankası’na özerk bir statüyü tanıması bir tesadüf değildi. Aynı şekilde İsveç’teki sosyal demokrat hükümet, mayıs ayında merkez bankasına daha çok bağımsızlık tanıyan bir yasa tasarısını meclise sundu. Almanya’da Kohl hükümetiyle Federal Merkez Bankası arasında geçen “sürtüşme” belleklerdedir. Bu “sürtüşme”de Alman mali sermayesi merkez bankasını desteklemiştir. Nedeni de Maliye Bakanı’nın altın ve döviz rezervlerinin değerlerinin yeniden belirlenmesi talebine karşı çıkmasından çok, bu girişimini merkez bankasının “bağımsızlığına” gölge düşürecek bir tarzda yapmasıydı. Açmazını bir erdem saymasını bile-gelen burjuvazi, işler kritik bir sürece evrilmeye başladığında, devlet aygıtı ve kurumlarını tahkim etme ve temsili organların karşısında bağımsızlaştırma hassasiyetini tarihte her zaman göstermiştir!
Avrupa’nın üç büyük emperyalist devleti arasında bu açıdan bir kıyaslama yapmak gerekiyorsa, İngiltere’nin belirtilen “görev”lerin gündemde olduğu süreci, Almanya ve Fransa’dan daha kolay ve hızlı atlatacağı söylenebilir. (İngiliz emperyalizminin avantajları: zayıf konumunu hâlâ sürdüren bir işçi hareketi; ekonomik “reformlar” konusunda epey yol kat etmişlik; politik-toplumsal çözülmeyi bir süre erteleme potansiyeli taşıyan politik yenilenmeyi gerçekleştirmiş olma.) Pek çok gösterge İngiliz emperyalizminin yeni bir atağın eşiğinde olduğuna işaret etmektedir. Belirtilen konularda nispeten dezavantajlı bir konumda olanlar ise, Almanya ve Fransa’dır. Almanya’nın takatsizlik belirtileri giderek artmaktadır. Çok kısa bir sürede çok hızlı bir gelişme kaydeden Alman emperyalizminin diğerlerinden farklı, özgün sorunu şudur: Bir yandan “Ren kapitalizmini” (ki “sosyal” özelliği en gelişkin olanıdır) ekonomik olarak artık kaldıracak durumda değildir, diğer yandan ise, politik-kurumsal yeniden yapılanma konusunda faşist geçmişi nedeniyken çok “demokratik yükü” sırtında taşımaktadır. Fransız emperyalizminin başına ise esas olarak kendi proletaryası musallat olmuştur.
Herhangi bir yanlış yoruma meydan vermemek için şunun altını çizelim: Blair ve partisi için dikkat çekilen hususlar, İngiliz emperyalizminin (ve hatta tüm Avrupalı emperyalistlerin) plan ve hedefleri açısından ele alınmıştır. Bu plan ve hedeflerde başarı kaydedilip edilmeyeceği ise, başka bir sorundur. İngiltere’deki işçi sınıfını ve emekçi kitleleri yedekleme ve beklenti içinde tutma girişimleri -şu veya bu nedenle- beklenen sonuçları vermediğinde ve işçi hareketi yeniden yükselişe geçtiğinde, “Yeni İşçi Partisinin, İngiltere koşullarında daha sert geçeceği belli olan sınıf çatışma ve mücadelelerinin üstesinden gelme olanaklarının daha zayıf olduğu açıktır. Ancak, verili koşullar itibarıyla değerlendirildiğinde, İngiltere’deki ‘sol’un, kendi burjuvazisine, Fransa’dakinden daha uzun ve etkin hizmet edeceği kuvvetli bir ihtimaldir. Fransa’da şahlanan sosyal demokrasinin Blair’den çok daha önce attan düşeceğinin göstergeleri bugünden belirmiştir.
“New Labour”un Aşil topuğuna gelince. Burjuva sosyalizminin tüm varyantları gibi, “Yeni-Sol” da, somut ve nesnel sınıfların üstünde bir siyaseti vaat ediyor. Ne var ki, adı ne olursa olsun, ister komunitarizm, ister Hıristiyan sosyalizmi olsun; bu burjuva öğretilerin tümü farklı sınıfların nesnel varlığını ortadan kaldırma kudretinden yoksundur. Sınıflar arasındaki bu çelişki de, bu tür öğretilerin tarih boyunca gidip gelip çarptığı -belki ‘ilkel’ ve ‘basit’, ama pek etkin- bir kayadır!

DÖNÜM NOKTASI-PROLETARYANIN CEPHESİNDEN
“Fransa, sınıf savaşımlarının, her seferinde, herhangi başka bir yerde olduğundan daha fazla, kesin karara kadar sürdürüldüğü ve bu bakımdan sınıf savaşımlarının içinde geçtikleri ve bu savaşımların sonuçlarının özetlendikleri değişken siyasal biçimlerin en belirgin sınırlarıyla belirdikleri ülkedir.” (Engels)
Tarihte birçok kez olduğu gibi, Avrupa’da işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının aktüel durumu, özellikleri ve gelişme doğrultusunu anlayabilmek için dikkatler yine Fransa’ya yönelmiş bulunmakta. Sosyal demokrasinin iktidara gelişi dolayısıyla, sermaye sınıfının plan ve taktiklerini açıklamak için İngiltere’yi irdelememiz gerekti. Burjuva ‘sol’un iktidar oluşunun işçi sınıfının mücadelesi ve hareketinin gelişme seyriyle bağlantısını ve doğurabileceği sonuçları anlamak için Fransa’ya bakmamız gerekmektedir…
Buraya kadar belirtilenlerden Fransa’daki burjuva ‘sol’un İngiltere’dekinden “farkı” kendiliğinden açıklık kazanmıştır. Yeniden belirtmek gerekirse: İngiltere’deki, burjuva ‘sol’un yeni varyantı iken, Fransa’daki, eski varyantıdır. Burjuvazinin akıl hocalarının bugünlerde ortaya attıkları soru ise şu: “Avrupa sosyal demokrasisi, hangi modele doğru gelişecektir; Fransız modeline mi, yoksa İngiliz modeline mi?” Birleştikleri nokta, bu gelişmenin yönünün Alman sosyal demokrasisinin gelişmesi tarafından belirleneceğidir.
Sosyal demokrasi aracılığıyla ulaşmayı hedefledikleri açısından bakıldığında, burjuvazinin “İngiliz modelinde tercihleri arasında en uygununu bulduğu söylenebilir. Ama işçi hareketine yönelen tehdit, kısa vadede buradan kaynaklanmamakta. Tehdit, bugün öncelikle “Fransız modelinden gelmektedir. Avrupa burjuvazisinin bu bakımdan -“İngiliz modelini açıktan öne çıkararak- Alman sosyal demokrasisini yakın takibe aldığı nasıl bir gerçekse, aynı şekilde Avrupa işçi sınıfının gözünün de (İngiliz değil) Fransız ‘sol’unda olduğu bir gerçektir. Avrupa’nın burjuvazisi, nasıl ki, Fransız burjuvazisinin, emperyalist planları tehdit etme potansiyelini taşıyan Fransız proletaryasının hakkından nasıl geleceğini merakla izliyorsa, işte Avrupa proletaryası da Fransız işçi sınıfının sermayenin saldırılarının devamı durumunda ne yapıp yapmayacağını o denli ilgiyle takip etmektedir.
Fransa’da etkinlik gösteren uluslararası bir şirketin yöneticisi, Fransa’nın seçimle birlikte girdiği süreci, “belirsizlik dönemi başlamıştır” diye tanımladı. Kuşkusuz, Fransız burjuvazisinin ve işçi sınıfının ne yapmayı planladığı ya da yapması gerektiği açısından bir “Belirsizlik” yok. Ancak bu belirsiz olmayan şeylerin, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, kimin ne kadar ilerleyip ilerlemeyeceği konusu gerçekten de bugünden belirgin değildir.
Somutlaştıralım. Fransız mali sermayesinin ‘sol’ hükümetten beklentisi nedir? Öncelikle, işçinin sokaktaki ayağını fabrikaya geri çekmesidir. Bunu başardığı oranda; “dünya pazarı”, “uluslararası rekabet” ve “Fransa’nın ulusal çıkarlarının” zorunlu kıldığı ekonomik-politik saldırı programını tedricen ama fazla sulandırmadan yaşama geçirmesidir.
Fransız işçi ve emekçilerinin ‘sol’ hükümetten beklentisi nedir? İşsizliğe çare bulması ve iş güvencesi, sosyal hak kısıntılarını durdurması ve kısıtlanan haklan yeniden tanıması, ekonomik ve sosyal yaşam seviyesini yükseltmesidir.
Peki, ‘sol’ hükümet gerçekte ne diyor? Proletaryasız burjuvazi olacak! Yoksulluk artmadan zenginlik büyüyebilecek! Burjuvazi ise, ‘böyle bir şey olamaz, ama sen olabilirmiş gibi hareket edebilirsin’ diyor. Proletarya ise, sezgileri ve sınıf tecrübesiyle böyle bir şeyin olamayacağını hissetse de, gerçek kurmayından yoksun olduğu için, “Bekleyelim belki bir şeyler olabilir” diyor.
Fransa’da proletarya tetikte ama beklenti içinde; burjuvazi ne yapacağını biliyor ama sabırlı ve soğukkanlı davranması gerektiğini gözeterek planlarını yeniliyor. ‘Sol’ hükümetin içinde bulunduğu açmazın karakteristiği ise şu: Beklentileri güçlü tuttuğu ölçüde işlevsel olabilecektir. Ama işlevsel olduğu ölçüde beklentileri zayıflatacaktır. Beklentileri zayıflattığı ölçüde ise işlevsel olamayacaktır, işlevsel olamayacaksa, her türlü varlık hakkını yitirecektir.
Sosyal demokrasinin tarihi, esasta siyasal oportünizmin tarihidir. Ayrıntıların kıvrımlarında dolanarak ilerlemek, sosyal demokratik “realist” siyasetçiliğin ayırt edici özelliğidir. Bu nedenledir ki, ne zaman sınıflar-arası mücadele; safların belirginleştiği, cephelerin somutlaştığı bir aşamaya girmeye başlıyorsa, işte o zaman sosyal demokratik siyasetin saati gelip çatmış demektir. Saflaşmayı dağıtmak, cepheleri bulanıklaştırmak üzere harekete geçen, burjuva siyasetçiliğin bu en iğrenç ve sinsi varyantının taktik hattı genellikle aynıdır: Bir adım ileri, iki adım geri götürerek işçi sınıfı hareketini boğmak!
Jospin hükümetinin dört haftalık icraatı ortadadır. Belirtilen tarz ve taktik gereği, önce; asgari ücret yükseltilmiş, yeni eğitim yılı için eğitim ek yardımları artırılmış, tepkilere yol açan Ren-Ron Kanalı’nın inşaat çalışmaları durdurulmuş ve Superphenix santralinin kapatılacağı ilan edilmiştir. Hemen ardından ise; AB’nin ‘istikrar paktı’na imza atılmış, Belçika Vilvoorde’deki Renault fabrikasının kapatılmasına göz yumulmuş, özelleştirmelerin olabileceği mesajları verilmiştir.
Artan eleştiriler karşısında, Jospin, kamuoyundan ‘sabır’ talep ederek, şu ilginç cümleyi sarf etmiştir: “Sağ sanki yokmuş gibi hareket edilemez ki, ancak dayanışma içinde olursak başarı kaydedebiliriz”. Bu tür sözleri Fransa’daki burjuva ‘sol’un temsilcilerinden daha sık duyacağımızı belirtelim. Buradaki argüman bellidir: Sağ iktidarı istemiyorsan, sıkıştırma, eleştirilerinde ölçülü davran ve muhtemel eylemlerle bizi müşkülata sokma!
Son seçimlerde Le Pen’in ırkçı-faşist partisi aldığı oy bakımından üçüncü parti konumuna yükseldi. Başka bir deyişle, faşistler pusuda bekliyorlar. Bu olgu da, işçi hareketinin nispeten en gelişkin olduğu günümüz Fransa’sının yabana atılamayacak bir gerçeğidir. Bu olgunun Fransa’daki sınıf mücadelesi açısından taşıdığı anlam nedir?
İşçi hareketi saflarındaki oportünizmin ideolojik temellerini yenilemek ve işçi sınıfının, hareketinin kendi diyalektiği içinde kendi devrimci tarihi ve politik kimliğini bulma sürecini deforme etmek – işte bu amaçlara ‘sol’ bir siyaset ve söylemle ulaşmaya çalışma girişiminin başarısızlığı durumunda ve komünistler üzerlerine düşen görevleri layıkıyla yerine getirmediklerinde; aşırı sağcı ve faşizan bir politikayla, orta tabakayla işçi sınıfının geri kesimlerini yedekleme olanaklarının artacağı açıktır. Denilebilir ki, sosyal demokrasi, izlediği politikalarla yeniden faşizmin önünü açmaktadır.
Genel olarak görülen şu ki, emperyalistler arası çelişkiler keskinleşip giderek açık bloklaşmalara doğru meylederken, Avrupa işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki savaşım günden güne karşılıklı bir güç yettirememeye doğru gelişiyor. Büyük oynamak zorunda olan Avrupalı emperyalistlerin, karşılıklı güç yettirememe tarafından karakterize edilen bir dönemi uzun süre sineye çekebilecek bir niyet ve konumda olmadıkları, şimdiden, henüz ilk “aksaklıklarda hızla gündeme getirdikleri politik-kurumsal yapılanma girişimleriyle açıklık kazanmıştır.
Sürecin somutta nasıl gelişebileceği bugünden tam kestirilemezse de, burjuvazinin hazırlıklarını “en kötü koşulları” gözeterek yaptığı ortadadır. Burjuvazi açısından daha “kolay” ve “engelsiz” yol almayı cazip kılabilecek aşırı sağcı ya da faşizan bir yönetim biçiminin pratik bir sorun ve yönelim haline gelip gelmeyeceği ise, esas olarak birbirinden bağımsız olmayan iki faktöre bağlıdır: Birincisi, emperyalist ülkelerdeki emek ve sermaye arasındaki mücadele ve ikincisi, emperyalistler arası rekabet ve hegemonya savaşımının seyri.
Sonuç olarak, klasik sosyal demokrat politikaların yeniden geniş kitlelerce benimsenmesi anlamında, sosyal demokrasinin bir yeniden “şahlanışından söz edilemez. Ancak, ‘sol’ ve ‘insancıl’ maskeli bir siyasetle, gelişen işçi hareketini boğma, yolundan saptırma ve aynı zamanda burjuvaziye kendi plan ve saldırılarını yeniden örgütleme olanağını verme anlamında, burjuva ‘sol’un yeni bir atağından söz edilmelidir. Önemli olan Avrupa’da olsun, Türkiye’de olsun, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin bu girişim ve çabaların gerçek yüzünü görmeleri; umut ve mücadelelerini bunlara bağlamamalarıdır. Sosyal demokrasi bir kez daha bu işçi-emekçi düşmanı rolü oynama olanağını bulamamalıdır.

Ağustos 1997

DİPNOTLAR:

(1) Bugün sosyal demokrat partilerin kitle tabanı da değişmiştir. Sosyal demokrat partiler, bir yandan klasik işçi tabanında güç yitirmişler, diğer yandan ise çıkarlarını savunmayı düne göre çok daha fazla öne çıkarttıkları orta tabakalardaki tabanını genişletmişlerdir. Kısacası, mevcut sosyal demokrat partiler, çoktandır (burjuvaziyi savunsa da) klasik “işçi partisi” olmaktan çıkmışlardır. Sermaye partileri konumundadırlar.

(2) ‘Sol’ Avrupa’da iktidara geldi. Dolayısıyla bu, sosyal bir Avrupa’yı yaratmanın olanaklı hale gelmesi demektir! İşte bu teze dayanılarak, geniş emekçi kitlelerde AB politikalarına ve birleşme sürecine karşı oluşan kuşku ve tepkiler, bu tümüyle dayanaksız umut çerçevesinde yedeklenmeye çalışılmaktadır. Avrupa ‘sol’unun, AB politikasının özü bu! Amaç belli: Saldırılara karşı direnişi kırmak, sosyal Avrupa hayaliyle gündeme getirilecek çeşitli “tedbir” ve fedakârlıkların sineye çekilmesini sağlamak.

(3) Hatta sadece İngiliz mali sermayesi değil, Fransız seçimlerin ardından International Herald Tribune’den Washington Post’a kadar, Wall Street Journal’dan Financial Times’e kadar, tüm uluslararası sermaye odakları, Avrupa’nın ‘sol’ partilerine “Bill Clinton ve Tony Blair’i örnek alınız!” diye yol göstermiştir.

(4) Denilebilir ki, İngiliz emperyalizmi son 18 yıllık dönemi, ‘savaşım için donanma’ süreci olarak değerlendirmiştir. Burada, sanayi temelini yenilemeye dönük atılan adımların yanı sıra, en dikkat çekici olan husus, İngiliz emperyalizminin sermaye birikimini hızla büyütme gayretidir. Öte yandan İngiliz ekonomisinin bir diğer özgün yönü de, sanayinin mevcut kapasite kullanımı oranının çok düşük olmasıdır. Örneğin ’91-’93 kriz yıllarında imalat sanayisindeki kapasite kullanımı yüzde 30 ila 35 arasında seyrederken, kriz öncesinde (yani ’91’de 100 olarak belirlenen sanayi üretimi bugün 108’i bulduğu koşullarda) bu oran ancak yüzde 47’dir! Son 4 yıl idinde bu oran en yüksek seviyesine ’95’in ortalarında yüzde 58’e ulaşmıştır. Görüldüğü üzere, Avrupa’nın rantiyeci özellikleri en çok gelişmiş bir ekonomisiyle karşı karşıyayız. Örneğin Fransa’da bu oranlar şöyledir: 93 ortalarında yüzde 80,5; ’95 ortasında yüzde 84,5 (ki bu en yüksek oranı) ve ’97’de ise yüzde 81. Japonya’da ise, 92 yılı başlarında yüzde 91; ’93 sonlarında yüzde 80; ’97 başında ise yüzde 92,5 dolaylarındadır.
Kısacası veriler, İngiliz emperyalizminin bir yandan -yenilemeye çalıştığı- sanayisinin kapasite kullanımını artırmaya yöneleceğini, diğer yandan ise hızla büyüttüğü sermaye birikimiyle yayılmacılığını finanse edeceğini göstermekte. Önümüzdeki dönemde, İngiltere’nin kredi ve yatırım faaliyetlerini artırması bir sürpriz olmayacaktır.

Fransız mali sermayesinin yapısı üzerine notlar

Özgürlük Dünyası’nın bir önceki sayısında “Alman Mali Sermayesinin Yapısı Üzerine Notlar” başlıklı bir inceleme yazısı yayınlandı. Bu yazıda haklı olarak belirtildiği gibi, “Alman mali sermayesinin yapısını ortaya koymakla, bir yerde mali sermayenin bugünkü bazı genel karakteristik özellikleri” de açıklanmış olmaktadır. Ancak bu durum, belli başlı büyük emperyalist ülkelerdeki mali sermaye örgütlenmesinin kendilerine has özgünlükler taşıdıkları gerçeğini de ortadan kaldırmamaktadır. Dünya ölçeğinde ele alındığında her ne kadar Anglo-Amerikan, Alman ve Japon modelleri yörüngesinde bir kutuplaşma ve yapılanmadan söz etmek mümkünse de, örneğin Fransız mali sermayesinin şekillenişinde ayrışan yanların bulunduğu muhakkaktır ve bunlara dikkat çekilmesi gerekmektedir. Fransa, özellikle Avrupa’daki gelişmeleri anlamak bakımından Almanya ve İngiltere ile birlikte özel bir yer tutmaktadır. Tekellerin ‘birliği’ olarak gerçekleşen ve inşasının hayli ileri bir evresine varmış olan Avrupa Birliği (AB)’nin ana omurgasını bu üç ülke teşkil etmektedir. Büyük patronluk Almanya’nın payına düşmekle birlikte, tarihsel, askeri-stratejik ve hatta ekonomik nedenlerden dolayı Almanya-Fransa ekseni -en azından şimdilik- AB’nin yoluna sağ salim devam edebilmesi için olmazsa olmaz bir zorunluluk durumundadır.
Fransız mali sermayesinin yapısı üzerine notlar şeklinde hazırlanmış olan bu yazı, dergimizin geçen sayısında Alman mali sermayesi üzerine yayınlanmış olan araştırmanın bir nevi devamı niteliğinde olduğundan, meselenin teorik çerçevesi ile ilgili yanlarına mümkün olduğunca girilmeyecek ve tekrardan kaçınılacaktır. Esas olarak Fransız mali sermayesinin yapısında son yıllarda yaşanan hızlı değişimler, üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinde varılan boyutlar ile bütün bu süreçte Fransa’ya özgü olan yanlar üzerinde durulacaktır.

GELENEKSEL OLARAK DEVLETİN KORUYUCU HİMAYESİNE DUYULAN İHTİYAÇ
Avrupa’nın diğer önde gelen uluslarına göre kapitalizm çağma nispeten daha erken giren Fransa, 18. yüzyılda Avrupa’nın ve dolayısıyla da dünyanın en güçlü ekonomisine sahip ülkesiydi. 1900’lü yıllarda Sanayi Devrimi hamlesiyle birlikte hızlı bir yükselişe geçen İngiltere’nin gerisinde kalmasına rağmen, 19. yüzyıl boyunca da Avrupa ve dünya ekonomisinin ilk iki ülkesinden biri olmaya devam etti. 1800’lü yılların son çeyreğinde yaşanan büyük bunalımla birlikte ise, önce yeni yükselişe geçen güçlerden ABD, ardından da Almanya tarafından geçildi ve dünya sıralamasında dördüncü sıraya düştü. Geçen yüzyılın birinci yarısından başlayıp İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen uzun bir dönem boyunca Fransız kapitalizmi, rakiplerine göre hep kan kaybederek ve gerileyerek geldi. Ve bu nedenle de diğerlerine göre daha çok ‘devletçi’ bir özellik sergiledi. Ya da daha doğrusu devletin koruyucu himayesinin kanatları altına girmeye daha çok ihtiyaç duydu.
Ekonomistler, Fransa’nın sanayideki gelişmeyi ekonomik önceliklerinin merkezine aldığı asıl dönemin, İkinci Dünya Savaşı’ndan 1980’li yıllara kadar geçen kırk yıllık bir süreç olduğunu belirtiyorlar. Fransız kapitalizminin yapılanması bakımından oldukça hareketli geçen son elli yılı, yaşanan önemli dönemeç noktaları itibarıyla birbirini izleyen ve tamamlayan üç ayrı periyoda bölmek mümkündür:
1- Savaşın hemen sonrasında sağlanan ‘ulusal mutabakat’ ve yoğun üretim seferberliğinin yarattığı birikim üzerinden 1959–74 arası dönemde devletin öncülüğü ve teşvikiyle gerçekleşen merkezileşme ve yeniden yapılanma.
2- ‘80’li yıllarda yaşanan ve ön belirtileri ‘73 petrol kriziyle birlikte ortaya çıkan durgunluk ve resesyon sürecine hazırlık olarak, Mitterrand’ın iktidara gelişiyle birlikte gerçekleştirilen ‘millileştirmeler’ dönemi.
3- İlk adımları 1986–88 yıllarındaki Chirac hükümeti tarafından atılan ve 1993 sonrasında işbaşına gelen sağcı hükümetler tarafından devam ettirilen ve dünya çapındaki eğilimle de birleşen büyük özelleştirme dalgası İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte herkesin üzerinde anlaştığı ortak nokta, hantallaşmış ve eskimiş üretici aygıtın modernleştirilmesi ve ekonomide yeniden yapılanmadır. Savaş dönemindeki Nazi işbirlikçisi çizgisinden dolayı önemli ölçüde itibar ve güven yitirmiş olan geleneksel burjuva sınıfı, tahrip olmuş ekonomiyi yeniden ayakları üzerine dikme görevini direkt olarak üstlenemezdi. Burjuvazinin kendi yetersizlikleri ve zayıflıkları bir yana, bu dönemde işçi ve emekçi kitlelerin, ‘vatanı yeniden inşa etmek’ adına kuvvetli bir üretim seferberliğine motive edilebilmeleri için devletin devreye yeniden daha güçlü olarak girmesi gerekmekteydi. Öte yandan savaş sonrası dönemin uluslararası plandaki bir başka ayırt edici özelliği de bunu zorunlu kılmaktaydı. Bu dönem sadece Fransa’da değil, kapitalist dünya açısından uluslararası planda da sosyalizmin ve işçi hareketinin önünü kesmek üzere Keynes’çi politikaların ve ‘sosyal devlet’ uygulamalarının revaçta olduğu bir süreçtir.
İşe, ‘millileştirmeler’le başlandı. Belirli temel ve stratejik alanlardaki (elektrik işletmesi EDF, gaz işletmesi GDF, devlet demiryolları SNCF, metro işletmesi RATP, ulusal havayolu şirketi Air France, ulusal posta ve telekomünikasyon PTT) devlet tekelinin korunması durumu yeniden teyit edilirken, otomotiv dalında Renault, silah sanayisinde SNECMA, enerji sektörünün hemen hemen tümü, belli başlı mevduat bankaları ile sigorta şirketleri millileştirme kapsamına alındı. Ulusal kaynakların önemli bir bölümü ile savaş sonrasında Avrupa’nın ve özel olarak da Fransa’nın ‘komünizm çemberine düşmesini önlemek’ üzere başlatılmış olan Amerikan yardımları, büyük ölçüde sanayi yatırımlarına ve harap olmuş ekonominin tamiratına ayrıldı. 1947–52 arası süreçteki birinci plan döneminde toplam yatırımların % 40’ı hazine tarafından finanse edildi. Savaşın bitiminden yaklaşık üç yıl sonra (1947 sonlarında), sanayi üretimi bakımından 1938 yılı seviyesine yeniden ulaşılmış bulunuyordu. Girişilen yatırım hamlesi, üretim araçlarının yenilenmesi, işletme metot ve araçlarının modernleştirilmesiyle birlikte, özellikle tüketime yönelik yoğun bir üretim kampanyası başlatılmış oldu. Tekstil-giyim, elektrikli ev aletleri, otomobil (Renault ve Citroen’in orta ve alt gelir gruplarının kullanımına yönelik olarak küçük ve ucuz binek arabalar üretimi bu dönemde başlar), yayıncılık (‘cep kitapları’ ilk olarak 1953’te yayınlanır) alanındaki atılım ve yoğun üretimin yanı sıra demir-çelik, metalürji, uzay ve havacılık, silahlanma vb. sektörlerde de büyük bir canlanma dönemine girilir. Üst düzeyde bir kapasite kullanımı, emek üretkenliği ve yoğun bir üretimle karakterize olan bu yılları, iktisatçılar ‘Fordizm’in egemen olduğu bir dönem olarak nitelendiriyorlar.
Burjuvazinin ve onun yönetim aygıtı olarak burjuva devletin doğal olarak, savaşın ekonomi üzerinde yarattığı tahribatları onarmak ve bir yandan ABD vesayetinden kurtulmak, diğer yandan ise ekonomileri harap olmuş Avrupalı diğer rakiplerine göre üstün bir konum elde etmek üzere girişmiş olduğu bu atılım, toplumun bütün kesimlerinden ‘onay ve destek’ gördü. “Hepimiz aynı geminin yolcularıyız, memleketi elbirliğiyle kalkındırmak gerekir”! yaygarasının, burjuva-kapitalist sistem koşullarında her zaman ve her ülkede olduğu gibi, savaş sonrası Fransa’sında da esas olarak burjuvazinin ve burjuva devlet aygıtının tahkim edilmesi, işçi ve emekçi sınıfların ise ezilmesi ve yoksullaşması anlamına geldiği kesindir. Şu veriler, bu saptamayı bir kez daha doğrulamaktadır: “Bu, öncelikle ücretlilerin aleyhine gerçekleşen bir uzlaşmadır. Kurtuluşun yarattığı zafer sarhoşluğunun hemen ardından gelen dönemde, 1946–50 yılları arasında haftalık çalışma saatleri 45 saate varırken, (Fransa’da 40 saatlik çalışma haftası 1936’daki Halk Cephesi hükümeti döneminde kanunlaştırılmıştı -E.A-) gerçek ücretler % 28 oranında düşüş kaydetti. Ücretlilerin de sağlanan ekonomik gelişmeden pay elde edebilmeleri, ancak 1953’ten itibaren gerçekleşen büyük çaplı toplumsal eylemler neticesinde mümkün olabildi.” (“L’Industrie française”, sf.25, N. Holcblat-M. Husson.) Yani, her şeye karşın işçi ve emekçi sınıfların çalışma ve yaşam koşullarında sağlanan iyileştirme ve düzeltmeler, sınıfın ‘kendi kapitalistine’ karşı verdiği mücadele ile doğru orantılı olmaya devam etmekteydi.

SÖMÜRGECİ BİR GÜÇ OLMANIN SAĞLADIĞI AVANTAJ
General De Gaulle’ün önderliğinde, Amerikan yardımlarının desteğiyle ve reformizmin işbirlikçiliğinin yarattığı uygun zeminde girişilen yeniden yapılanma hamlesinin Fransa’ya özgü önemli bir ayağı da, sahip olunan büyük sömürgeci hâkimiyettir. İngiliz ve Hollanda sömürgelerindeki bağımsızlıkçı hareket, birçok eski sömürge ülkenin siyasal bağımsızlıklarını elde etmeleriyle sonuçlanırken, Fransız sömürgelerinde -Cezayir örneği dışta tutulacak olursa- henüz böyle bir hareketlilik söz konusu değildi. Kuzey ve Orta Afrika’da, Karayipler’de ve Uzak Doğu Asya’da çok geniş bir alana yayılmış olan sömürgeler, askeri ve stratejik plandaki önemlerinin yanı sıra Fransız kapitalizmi için, rakiplerinin nefesini ensesinde hissetmeden rahatça at koşturabileceği pazarlar anlamına da gelmekteydi. Sömürgelerin yağmalanan yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ve ucuz işgücü, Fransız emperyalizmine, yapmaya hazırlandığı yeni hamleler için birikim kaynağı teşkil ederken, aynı zamanda birer tüketici ve transit pazarı olarak da işlev gördükleri unutulmamalıdır. Örneğin 1952 yılında Fransa’nın toplam ihracatının sadece % 16’sı sonradan AET içerisindeki başlıca ortakları durumuna dönüşecek olan beş Avrupa ülkesine yönelik olarak gerçekleşirken, % 42’si kendi sömürgelerine dönüktü.
1950’li yıllar aynı zamanda, ekonomik planda gerçekleştirilen yeniden yapılanma adımları ve varılan aşamaya bağlı olarak politik yapıdaki reform ve değişim tartışmalarının yürütüldüğü ve sonuçlandırıldığı yıllardır. 1958 yılında 5. cumhuriyetin ilanıyla birlikte gerçekleştirilen kurumsal değişiklikler, Fransız emperyalist burjuvazisinin o günkü ekonomik ve politik çıkarlarına denk düşen ve gelecekteki iddialarıyla da örtüşen önemli dönüşümlerdir.
Ülke ekonomisinin yeni temeller üzerindeki yükselişini garantiye almak üzere 1945–59 yılları arasında atılmış olan ilk adımlar, esas olarak bu tarihten itibaren yerli yerine oturmaya başlamıştır. 1959’dan başlayarak ‘70’li yılların ortalarına kadar devam eden süreç, sanayide, bankacılık, sigorta ve ticarette bir önceki dönemin birikimleri üzerinden ve esas olarak da devlet eliyle büyük çaplı bir merkezileşme ve konsantrasyonun yaşandığı bir süreçtir. Ulusal İstatistik ve Araştırmalar Kurumu (İNSEE)’nun 1975 yılında yayınlanan bir raporunda bu döneme ilişkin olarak şunlar söyleniyor: “Fransız ekonomisinin son on yılda yaşadığı değişim, bir önceki yarım yüzyılda gerçekleşenlerden çok daha fazladır.” V. (1965–70) ve VI. (1970–75) kalkınma planlarında, bir taraftan “Concorde” uçaklarının yapımı, askeri ve sivil amaçlı nükleer sektörün güçlendirilmesi ve bilgisayar üretimine ağırlık verilmesi gibi kararlar yer alırken, öte yandan ise Avrupa ve dünya çapında rekabet edebilecek büyüklükte dev işletmelerin kurulmasının teşvik edilmesi hedefi de konmaktadır. Tekel birleşmeleri ve füzyonların gerçekleştirilmesini kolaylaştıracak yasal düzenlemeler ve vergi reformu da yapıldıktan sonra, öncülüğünü yine devletin yaptığı baş döndürücü bir füzyon, yutma ve devralmalar süreci başlar. Bugün Fransa’nın en büyük tekelleri arasında en önde gelenler içinde yer alan uzay ve havacılık sektöründeki Aerospatiale, petrol sektöründeki Elf tekeli böylece doğar. Demir-çelik sektöründeki yaklaşık on beş büyük ve orta çaplı şirket birleştirilerek Usinor ve Wendel-Sedilor adlı iki dev tekel yaratılır. (‘80’li yıllarda bu ikisi de birleşerek Usinor-Sacilor adını alacak ve bu sektörde tek bir tekelin hâkimiyeti tümüyle tesis edilmiş olacaktır) Devlet denetimindeki bankalar ve sigorta şirketlerinde de aynı doğrultuda bir merkezileşme bu yıllarda gerçekleştirildi.
Özel sektörde ise öncelikle orta çaplı işletmelerde başlayan konsantrasyon süreci, bir müddet sonra büyük çaplı işletmeleri de içerisine alarak çeşitli sektörlerde dev tekellerin oluşumuna doğru evrildi. Örneğin otomotiv sektöründe palazlanmakta olan Peugeot’un, Citroen’i önce kısmen daha sonra da (1974’de) tümüyle ele geçirmesi ve Amerikan otomobil tekeli Chrysler’in Avrupa’daki fabrikalarını satın almasıyla dev PSA grubu doğmuş oldu. Gıda sektöründe bira ve taze besin maddeleri üretiminde yoğunlaşan BSN tekelinin başını çektiği BSN-Gervaıs-Danone grubu, bu alandaki tek söz sahibi tekel konumuna geldi. Uzay ve havacılık sektöründe Dassault’un Breguet’i yutması, elektrik ve elektronik aletler üretiminde Thomson’un Brandt ve CSF’i kendine bağlaması, Wıllot kardeşlerin tekstilde tek isim durumuna yükselmeleri vb. yine aynı dönemde gerçekleşti. Bu aynı dönemde kurulan ve bugün hâlâ Fransız sanayisinde söz sahibi büyük işletmeler olarak varlıklarını devam ettiren bazı büyük tekeller şunlardır: Alüminyum dalında Pechiney-Ugine-Kuhlmann (1971), demir-çelk dalında Usinor-Sacilor (1966), metal sektöründe SNIAS (1970), Babcock-Fıves (1970), Creusot-Loıre (1970), Saint Gobaın Ponta-Mousson (1971), Empam-Schneıder (1972), Imetal (1974), besin-gıda sektöründe Begin-Say (1972), Pernod-Ricard (1974), kozmetik ve kimya dalında L’Oreal (1973) vb…
1960-70’li yıllarda Fransız kapitalizminin iki ana direği Suez ve Paribas mali gruplarıdır. Sanayi, ticaret, banka, sigorta, ulaşım, pazarlama ve dağıtım vb. her alana el atmış olan bu iki grup, daha sadece birer banka statüsünde faaliyet yürüttükleri dönemde bile ülke ekonomisinin her alanına el atmış dev tekeller durumundaydı.
1872’de kurulan Paribas daha bu yüzyılın başında sadece kredi işlemleriyle uğraşan mütevazı bir banka olmaktan çıkmış, direkt ya da dolaylı yollardan 120 kadar sanayi işletmesinde pay ve etkinlik sahibi bir mali gruba dönüşmüştü. 1970’lere varıldığında Paribas, onlarca irili ufaklı sanayi kuruluşu ve bankadaki denetiminin yanı sıra Lazard, Worms, Schlumberger gibi büyük bankaları, Schneider (metal), PUK (alüminyum-metal), BSN (gıda-besin), Hachette (medya-turizm), Perrier (içecek-gıda) gibi büyük sanayi tekellerini de denetliyordu.
Suez ise 1869’da kuruldu. Güç ve etkinliğini esas olarak ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra artıran Suez 1970’li yıllara gelindiğinde, aralarında Saint-Gobain (metal-cam-kimya), Ponta-Mousson (demir-çelik), CGE (su dağıtım ve hizmet), Begin-Say (şeker-gıda), Air Liquide (kimya), Bouygues (inşaat-konstrüksiyon), Alsthom (elektrikli aletler) gibi sanayi tekellerinin, Vernes ve Rotschild gibi bankaların ve Abeille, Providence gibi sigorta şirketlerinin de bulunduğu 100’ü aşkın işletmede denetim ve çıkarları bulunan büyük bir mali dev durumuna gelmişti.

SUEZ                    PARİBAS    – Tablo-1
Rothchıld                Crediy Lynnoais
Vernes                    BSN
Beghin                    Perrier
Air Lıquide                Schlumberger
CGE                    Hachette
SGPM                    PUK
Marine Firminy            DNEL
De Wendel                Ciments Lafarge
Bouygues                Worms
Agache Willot                Lazard
Phone Poulenc            Havas
UAP
Societe Generale
BNP

Şema (Tablo 1) genel olarak şöyle: Bir önemli sanayi grubu (Suez için Saınt-Gobaın, Paribas için Schneider), bir sigorta şirketi (Suez için Victoire, Paribas için Axa-midi), bir dağıtım ve pazarlama tekeli (Suez için Lyonnaise des eaux, Paribas için Generale des eaux), bir önemli petrol tekeli (Suez için Elf, Paribas için CFP) ve ayrıca yabancı mali gruplarla, özellikle de İtalyan ve Belçikalı gruplarla ayrıcalıklı ilişkiler. Bu iki gruptan Paribas’nın arkasında Worms, Schlumberger, Lazard aileleri; Suez’in arkasında ise Rotschild, Vernes, Wendel, Fiers aileleri duruyordu. O dönemde devlet denetimindeki Renault, Elf-Aquitaine ve Aerospatiale dışındaki hiçbir büyük firma, Suez ve Paribas kutuplarının etkinlik alanı dışında yer alamıyordu. Her alana el atmış bu iki mali grup, son otuz yılda yaşanan bütün değişimlere ve altüst oluşlara rağmen yine de -diğer rakiplerine göre zayıflayarak da olsa- etkinliklerini bugün hâlâ sürdürmeye devam ediyor.
1970’li yıllara gelindiğinde, artık Avrupa ve dünya çapındaki etkinliklerini de artırmış olan bir avuç uluslararası tekel, ekonominin bütün sektörlerinde kesin egemenliklerini ilan etmişlerdi. Örneğin 1969 yılında on üç temel sanayi sektörü baz alınarak yapılmış bir hesaplamaya göre, 13 sektörde faaliyet yürüten ilk dört tekelin cirolarının toplamı, Fransa’nın toplam brüt ulusal üretiminin (GSMH) % 20,5’unu teşkil edebilir duruma gelmişti. Bu oran 1980’de % 25,1’e, 1987’de ise % 30,8’e yükseldi. Ama Fransız mali sermaye grupları yine de Avrupa’daki diğer rakiplerine nazaran yeterince büyük sayılmazlardı. Aynı dönemde (1969) ve aynı hesaplama yöntemiyle Alman tekellerinin cirosu GSMH’nin % 31,1’ini teşkil ediyordu. Bu durum şu anda da devam etmektedir. Fransa’nın metal dalındaki büyük tekellerinden Schneider’in patronu Didier Pınea-Valencienne konuyla ilgili olarak şunları söylüyor : “Fransız şirketleri büyük, orta ve küçük çaplı bütün klasmanlarda Alman işletmelerine göre üç kat daha küçüktürler.” (Le Nouvel Economiste-Ekim ’96)

1981’DE BAŞLATILAN YENİ ‘MİLLİLEŞTİRME’ KAMPANYASI
1981’de işbaşına gelen F. Mitterrand ve Sosyalist Parti hükümetlerinin, daha sonraki yıllarda da en çok tartışmaya yol açan icraatı, birçok işkolundaki önemli sanayi işletmelerinin ve bir miktar banka ile sigorta şirketinin millileştirilmesi oldu. İddia edilenin aksine, ‘sosyalistler’in ideolojik saplantılarının bir neticesi olarak değil, Fransız kapitalizminin yaklaşan kriz ve gerileme sürecine daha hazırlıklı girebilmesi ve bu dönemi fazla tahribat yaşamadan atlatabilmesi hazırlıklarının bir parçası olarak gerçekleşen ‘millileştirmeler’, beş büyük sanayi işletmesi ile başladı. CGE (enerji-su dağıtım ve hizmetler sektörü-telekomünikasyon), Thomson-Brandt (elektronik), Saint Gobain- Ponta-Mousson (metalürji), Pechiney-Ugine-Kuhlmann (alüminyum-metal) ve Rhone-Poulenc (kimya) işletmeleri yüzde yüz devlet denetimine geçtiler. Eski hissedarlara, sahip oldukları hisseler karşılığında ‘Ulusal Endüstri Kasası’nın çıkardığı hazine tahvilleri verildi. Devlet denetiminde ve ekonominin ana dallarını kontrol etmeye hizmet edecek biçimde gerçekleştirilen “halka yayma”, hisse senetleri aracılığıyla merkezi denetimi güçlendirme ve rakip büyük devletlerle girişilecek paylaşım kavgalarında sağlam dayanaklara sahip olma amacıyla “mililiştirme”lere gidildi ve büyük tekellere de kimi avantajlar tanındı. O dönem henüz iki ayrı tekel olarak faaliyet yürüten çelik sektöründeki Usinor ve Sacilor şirketleri için devlet denetimini garantiye alan özel bir yasa çıkarıldı. Silahlanma sektöründeki Dassault ve Matra tekellerinin hisselerinin % 51’i devlet tarafından satın alındı. Yabancı sermayenin denetimi altındaki Honeywell Bull (bilgisayar), CGCT ve Roussel-Uclaf (ilaç) şirketleri de millileştirme kapsamında yerlerini aldılar. Öte yandan o yıllara kadar Fransız mali sermayesinin temel direkleri olmaya devam eden Suez ve Paribas holdinglerinin yanı sıra 36 tane ticari banka da millileştirildi.
O dönemde ve sonraki yıllarda Fransa’da olduğu kadar, Avrupa ve dünya kamuoyunda da tartışmalara yol açan bu ‘millileştirme kampanyası’ burjuvazi tarafından, sosyalizme ait ve modası geçmiş, köhnemiş bir uygulama olarak gösterildi. Devletin denetim altına alıp, büyük miktarda sermaye enjekte ederek ve yeniden kârlı konuma getirdikten sonra kendilerine tekrar devrettiği işletmelerin meyvelerini sessizce ve keyifle yiyen tekelci kapitalistler, işlerin umulan gibi gitmediği istisnai bazı durumlarda ise devletin müdahaleciliğini yüksek sesle eleştirmekten ve veryansın etmekten de geri kalmadılar. Hâlbuki burada söz konusu olan, devletin işçiler ve emekçi halk yararına tekelci kapitalist işletmelere el koyması değil, aksine tekelci burjuvazinin kolektif idare aygıtı olarak işlev görmekte olan devletin, halktan toplanan vergi ve diğer gelirleri kapitalist işletmelerin emrine daha açık bir tarzda vermesidir. Enver Hoca bu durumu şöyle açıklıyor: “Tekelci devlet kapitalizmi, devlet aygıtının tekellere bağlı olmasını, ülkenin ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamı üzerinde tekellerin tam egemenliğinin kurulmasını ifade eder. Devlet tüm emekçilerin sömürülmesi yoluyla iktidardaki sınıfa azami kâr sağlamak için olduğu kadar, halkların devrim ve kurtuluş mücadelelerini boğmak amacıyla da mali oligarşinin yararına ekonomiye doğrudan müdahale eder. Tekelci devlet kapitalizminin en belirgin temel unsuru olarak tekelci devlet mülkiyeti, tek bir kapitalistin ya da bir grup kapitalistin mülkiyetini değil, kapitalist devletin mülkiyetini, iktidar sahibi burjuva sınıfın mülkiyetini temsil ediyor. Çeşitli emperyalist ülkelerde tekelci kapitalist devlet sektörü tüm üretimin yüzde 20-30’unu oluşturuyor.” (“Emperyalizm ve Devrim”, sf. 53–54, E. Hoca.)
Buradan da anlaşılacağı gibi, ekonomiye devletin müdahalesi ve daha doğrusu tekelci devlet kapitalizmi uygulaması sadece Fransa’ya özgü bir durum değildir. Sadece Fransa’ya özgü değil ama son elli yılda diğer Batılı kapitalist ülkelere nazaran Fransa’ya çok daha özgü bir uygulama da denebilir.

DENETİM BİÇİM VE MEKANİZMALARI
Fransa’da mali sermayenin yapısı üzerine araştırmalarıyla tanınan Toulouse’daki
LEREP enstitüsünün direktörü François Morin, işletmelerin mülkiyet yapısını ve kimler tarafından denetlendiğini incelerken beş ayrı sınıflandırma yapıyor: 1- Devlet denetimi 2- Aileler tarafından denetim 3- Teknokratik denetim (managerler) 4- Yabancı şirketlerin denetimi 5- Kooperatif işleyişi.
Şirketlerdeki kontrol ise esas olarak iki mekanizma vasıtasıyla gerçekleştiriliyor: a) Hissedarlar genel kurulu b) Yönetim ve denetleme kurulları. Hisselerini borsada satılığa çıkarmış bütün kapitalist işletmelerde olduğu gibi burada da söz ve karar hakkı kâğıt üzerinde genel kurulun olmasına rağmen, fiiliyatta yönetim kurulları tarafından kullanılır. Genel kurulu toplantıya çağıran, gündemini belirleyen ve toplantıda hazır bulunmayanların oylarından faydalananlar yönetim kurullarıdır. 1996 yılında Fransız Merkez Bankası’nın yaptırdığı bir araştırmaya göre küçük hissedarların % 95’i, hisse sahibi oldukları şirketlerin genel kurullarına hiç katılmıyorlar. % 82’si ise özelleştirme gibi haller dışında direkt olarak bilgilendirilmediklerini ve ‘ortağı’ oldukları işletmenin hesapları hakkındaki bilgileri sadece basından izleyebildiklerini söylüyorlar. Bütün büyük tekellerin genel kurullarının, binlerce küçük hissedarın katılımı ve hatta haberi bile olmadan gerçekleştirildiği hesaba katılacak olursa, yönetim kurulu üyeliklerinin istisnasız olarak her zaman, söz konusu şirkette pay sahibi büyük tekeller ve ana sermayenin çoğunluğunu elinde tutan hanedanlar tarafından belirlendiği gerçeği de ortaya çıkar. Ezici bir çoğunluğu (en büyük 200 şirketten 194’ü) Anonim Şirketleri (AŞ) şeklinde örgütlenen Fransız tekellerinin denetleme kurulları oluşturma şeklinde yerleşmiş bir gelenekleri pek yoktur. (200 büyük tekelden sadece 8’inin denetleme kurulları var.)
Devletin son yarım yüzyılda ekonomide oynadığı merkezi ve can alıcı rol, yine de geleneksel burjuva ailelerin önemini azaltmadı ve onları, tuttukları subaşlarından uzaklaştırmada Aksine, birkaç düzine ‘büyük ve soylu aile’ milyarlarca franklık ciroya sahip büyük sanayi tekellerinin, bankaların ve sigorta şirketlerinin, yani dev mali holdinglerin başında durmaya, ülkenin iktisadi yaşantısına hükmetmeye devam etti. F. Morin değişik aralarla yaptığı incelemelerde bu gerçeği ortaya koyuyor. Morin’in 1974’te yaptığı bir araştırmada Fransa’daki en büyük 200 şirketin kimler tarafından denetlendiği şöyle açıklanıyor: 100 tanesi büyük aileler tarafından, 56 tanesi yabancı sermaye tarafından, 35 tanesi teknokratlar tarafından, 8 tanesi devlet tarafından kontrol ediliyor ve 1 tanesi de kooperatif şeklinde örgütlenmiştir.
1997 yılında en büyük 100 şirketin kimler tarafından denetlendiğini gösteren rakamlar ise şöyle: 39 tanesi büyük aileler tarafından, 27 tanesi yabancı şirketler tarafından, 18 tanesi teknokratlar tarafından, 16 tanesi devlet tarafından.
Değişik dönemlerde 500 büyük grubun ana sermayelerindeki yüzde pay olarak ise durum şöyledir:

1975     1981     1984
Devlet            %35    %55    %58
Aileler            30    17    17
Teknokratlar        17    14    7
Yabancı sermaye    16    13    15
Kooperatif        1    1    1
Toplam        100    100    100

Bu tablo ve verilerden de anlaşılacağı gibi, geleneksel büyük aileler ülkenin en büyük işletmelerinin önemli bir kısmı üzerindeki hâkimiyetlerini devam ettiriyor ve hızlı değişimlere rağmen etkin konumlarını sürdürüyorlar. Fransa’nın en büyük şirketlerinin % 25’inden fazlası hâlâ Michelin, Boygues, L’Oreal, Matra, Perrier, Les Chargeurs Reunis, Dassault, Peugeot vb. gibi hanedanların denetiminde kalmaya devam ediyor. Küçük ve orta boy işletmelere (PME) doğru gidildikçe ailelerin denetiminin çok daha yaygın olduğu bariz olarak görülüyor: 5–50 arası işçi çalıştıran işletmelerin % 78’i, 51–200 arası işçi çalıştıranların % 79’u, 201–500 arası işçi çalıştıranların ise % 58’i ailelerin denetimi altındadır.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta ise ‘teknokratik denetim’ tanımlamasıdır. Fransız kapitalizmini eleştirel bir yaklaşımla irdeleyen F. Morin gibi ciddi iktisatçılar dahi böyle bir denetim kategorisinden bahsetmekten geri kalmıyorlar. Hâlbuki teknokrat ya da manager diye adlandırılan, belirli bir sınıf kökenine sahip ve baştan itibaren özel okullarda büyük harcamalar yapılarak çekirdekten yetiştirilen bu tabakanın sermaye egemenliğinden bağımsız olarak ayrıca kendi başına bir kudret sahibi olmadığı açıktır. Ama tüm kapitalist ülkelerde ve Fransa’da birçok büyük tekelin, bugün artık teknokratlar tarafından ‘yönetildiği’ de doğrudur. Bu uygulama, ekonominin yönetiminde modernleşmenin ve yeni işletme metotlarına geçişin göstergelerinden birisidir. Onlarca sanayi, ticaret işletmesi, banka ve sigorta şirketinin denetimini ele geçirmiş büyük mali grupların, bütün bu işletmelerin günlük aktivitelerini fiilen yönetmelerinin pratik olarak mümkün olmamasının da ötesinde nedenler vardır. Gelişmenin kaçınılmaz kıldığı bu yöneliş, aynı zamanda, dev tekellerin ardındaki sermaye gruplarına karşı mücadeleyi saptırmaya ve ezilen emekçi yığınların bilincinde yanılsama yaratarak, tepkileri kudret sahibi mali oligarşiye değil, onun çıkarlarına bağlanmış ve değiştirilebilir bürokratlar tabakasına yöneltmeye de hizmet etmektedir. Öte yandan, yüksek ücretlerle ve diğer ayrıcalıklarla ihya edilen ve çoğu durumda kendileri de ufak bir miktar hisse sahibi olan bu iyi eğitimli teknokrat ve managerlerin, yaptıkları işin hakkını verdikleri, ayrıca bu nedenle de tercih edildikleri unutulmamalıdır. Arzulanan yararı sağlayamayan birçok teknokratın, hiç gözlerinin yaşına bakılmadan bulundukları mevzilerden koparılıp atıldıklarının ve kovulduklarının onlarca örneği sadece son yıllarda yaşandı. Dolayısıyla ‘teknokratik denetim’ altında oldukları söylenen tekellerin hepsinin de arkasında, söz konusu şirketlerin yönetim ve denetim kurullarına üslenmiş bir ya da birden çok tekelci sermaye grubu, ya da devlet duruyor.

FRANSIZ EMPERYALİZMİNİN ULUSLARARASI STRATEJİSİ VE YENİ ÖZELLEŞTİRME DALGASI
1990’lı yıllar, bütün kapitalist dünyada olduğu gibi Fransa’da da, ‘globalleşen ekonomi’nin dayattığı zorunluluklar ve açıkça orman kanunlarının egemenlik kurduğu uluslararası rekabette, altta kalmama güdüsünün kamçıladığı -bir kez daha- yeniden yapılanma yıllarıdır. Dünyanın istisnasız bütün kıta ve ülkelerine yayılan eşi görülmemiş kapsamdaki genel emperyalist saldırı dalgasının bir parçası da, kamuya ait ve geriye kalan ne varsa hepsinin özelleştirilmesini amaçlayan kampanya’ idi. Özelleştirmeler sadece devletin elindeki işletmelerin basit bir el değiştirmesi anlamına gelmemektedir. On binlerce işçi ve emekçinin üretimden uzaklaştırılarak sokağa atılmasının yanı sıra, üretimde ve sermayede yeni bir yoğunlaşma ve merkezileşmeye, büyük çaplı devlet işletmelerine el koyan sermaye gruplarının palazlanmasına ve füzyonlar, yutmalar, tehdit ve şantajla devralmalar yoluyla mali sermayenin yapısında ve örgütlenmesinde bir yenilenmeye de yol açmaktadır.
Yakın denebilecek bir süre önce ‘millileştirme’ dalgasını yaşamış olan Fransa, dolayısıyla özelleştirmelerin de çok daha geniş kapsamlı ve sarsıcı bir hızla gündeme girdiği ülke oldu. İlk adımları 1986–88 yıllarında işbaşına gelen Chirac hükümeti döneminde atılan, ama daha sonra kesintiye uğrayan ve yeniden 1993 yılında başlatılan özelleştirme programından önceki dönemde, Fransız ekonomisi esas olarak kamuya ait büyük finans gruplarının her bakımdan (hem para olarak elde tutulan sermaye kütlesi ve hem de toplam zenginlikler bakımından) denetimi altında idi. 19 Temmuz 1993’te yürürlüğe konulan toplu özelleştirme yasasıyla birlikte ‘karma ekonomi’ mantığı tümüyle terk edilerek yeni bir dönem açılmış oldu. Özelleştirilmesine karar verilen sanayi işletmeleri, banka ve sigorta şirketlerinin mali yapıda işgal ettikleri yer öylesine önemliydi ki, bu mali sermayenin yapılanması ve örgütlenmesinde esaslı bir değişiklik ve yenilenmeyi de beraberinde getiriyordu. Özelleştirme kapsamına alınan şirketler sadece 1981’de ‘millileştirilmiş’ olanlardan ibaret değildi. Ülke savunması açısından hayati önem taşıyan bir kısım işletmeler, bürokratik hantallıklardan dolayı özelleştirilmesi gecikenler ve birkaç tane de işçilerinin karşı çıkışları ve mücadeleleri dolayısıyla özelleştirilemeyenler (demiryolları işletmesi SNCF, Telecom, Thomson vb.) dışında kalan hemen bütün işletmelerin özelleştirilmesi tamamlanmış bulunuyor. Bundan on yıl önce Fransa’nın ilk 20 tekelinin 13 tanesi devlete ait iken, şimdi bu sayı 3’e düşmüştür. Şimdi hedefte demiryolları işletmesi, havayolları taşımacılığı, gaz-elektrik işletmesi (EDF-GDF) ve PTT var. Bouygues, Generale des eaux, Suez, Lyonnaise des eaux gibi dev tekeller şimdiden EDF-GDF ve France Telecom’a göz dikmiş durumdalar. Ama bizzat kendileri de uluslararası çapta faaliyet gösteren bu büyük devlet tekellerinin yutulması, herhangi bir kentteki su dağıtım tekelini elinde bulunduran belediye işletmesini ele geçirmeye benzemez. Çünkü “mesela EDF’in kendisi Fransa’nın tümünde tek tekel olduğu gibi İsveç ve özellikle de Brezilya, Filipinler gibi gelecek vaat eden pazarlarda da denetim kurmuş bir konumdadır.
Atıkların temizlenmesi ve arıtma alanındaki projeleriyle dünya pazarında aslan payını kapma hazırlıkları içerisinde bulunuyor. France Telecom ise Alman Deutsche Telecom ve Amerikan Sprint şirketiyle ortaklıklar kurarak iddialı bir pozisyon elde etme şansını devam ettirmek istiyor. Gerçekleştirilen özelleştirmeler, mali sermayenin örgütlenme şemasında şöyle değişikliklere yol açtı: Yukarıda da belirttiğimiz ve şemada da görüldüğü gibi, 70’li yıllarda merkezileşme esas olarak iki büyük mali grup (Suez ve Paribas) etrafında yaşanırken, 1993’ten itibaren özelleştirmeler ve onun teşvik ettiği füzyon ve yutmalar nedeniyle tablo değişmiştir.
Şimdi artık biri hâlâ devlet bankası olan Credit Lyonnais etrafında bir araya gelen üçlü grubun, diğeri de özelleştirilmiş eski devlet bankası BNP etrafında toparlanmış bir başka üçlü grubun oluşturduğu iki büyük kutup var: a) Credit Lyonnais (banka)-AGF (sigorta şirketi)- Paribas b) BNP (banka)- UAP (sigorta şirketi)- Suez.

Credit Lyonnais-AGF-Paribas         BNP-UAP-SUEZ    – Tablo-2
Total                        Aquitaine
Aero Spatiale                    Pechiney
Usinor Sacilor                    Air France
Phone Poulenc                St. Gobain

Bunlardan en kuvvetlisi olan BNP-UAP-Suez ekibi kendi aralarında birbirleriyle tam bir bağımlılık ilişkisi içerisinde bulunuyorlar. Örneğin BNP ve UAP karşılıklı olarak biri diğerinin sermayesinde % 15 pay sahibidirler. UAP’nin Suez’deki payı % 6,15, Suez’in UAP’deki payı ise % 5’tir. BNP’nin Suez’deki payı ise, yine kendisinin kontrolü altında olan petrol tekeli Elf-Aquitaine ve Saint Gobain grubu üzerinden geçerek sağlanmaktadır.
BNP’nin sadece direkt katılım yoluyla önemli etkinlik sahibi olduğu diğer tekeller ve mali kuruluşlardan bazıları şunlardır: Pechiney % 7.54 (alüminyum-metal), Air France % 8,8 (ulaşım), Saint Gobain % 4,4 (metal-kimya-cam), Coface % 9 (dış ticaret sigortası), Accor (otelcilik-turizm), Alcatel (elektrik-elektronik makine), Valeo (metal-otomobil aksamları), Credit National (banka). UAP’deki etkinliği vasıtasıyla ise, Generale des eaux (inşaat ve su dağıtımı gibi kent hizmetleri), SPEP, Havas (medya-turizm vb.), Saint Louıs (gıda), Lagardere (silah-elektronik) vb. gibi onlarca tekelin yönetiminde önemli söz sahibi olarak duruyor. BNP’nin sadece genel müdürü R. Thomas dokuz tane büyük tekelin yönetim kurullarında görev yapıyor. Diğer yönetim kurulu üyelerinin hepsi de birden fazla tekelin yönetim kurullarında yer alıyorlar.
Credit Lyonnais-AGF-Paribas ekibi de sanayi, banka, sigorta, ticaret, nakliyat ve pazarlama gibi bütün alanlara el atmış durumdadır. Credit Lyonnais’nin büyük pay sahibi olduğu önemli bazı tekeller şunlar: Aerospatial % 20 (uzay ve havacılık-Airbus uçaklarının iki ana ortağından biri), Usinor-Sacilor % 20 (demir-çelik), Rhone-Poulenc % 10 (kimya), Coface (dış ticaret sigortası-esas olarak AGF’nin denetiminde), Total (petrol), Bouygues (inşaat-medya-telekomünikasyon), Club Mediterrane (turizm), Arnault vb. Credit Lyonnais (CL)’nin genel müdürü J. Peyrelevade’nin yönetim kurullarında yer aldığı büyük tekel sayısı ise tam on 12’dir. CL’nin diğer ortağı AGF ise, hem Paribas mali grubunun en büyük hissedarı ve hem de Societe Generale bankası ile Pinault pazarlama tekelinin en büyük hissedarlarından birisidir.
Gelişmeler, BNP’nin başını çektiği bloğun, önümüzdeki dönemde Fransız mali sermayesinin tek egemen kutbu durumuna geleceğini gösteriyor. Diğer kutbun ne kadar etkinlik kurabileceği ise Credit Lyonnais ve AGF’in özelleştirilmelerinin tamamlanmasıyla netleşecek. Ancak CL’nin içerisine yuvarlandığı kriz nedeniyle (ki bu kriz, şu andaki bu en büyük devlet bankasının özelleştirilmesinden çıkarı olan ve büyük vurgunu vurmak üzere pusuya yatmış olanlar tarafından kışkırtılıyor) bu kutuptaki egemen konumunu yavaş yavaş yitirdiği ve yerini Societe Generale bankasına terk etmekte olduğu söylenebilir.
Bu arada Fransız tekelci kapitalizminin örgütlenmesinde başından beri yaygın olan bir başka uygulamaya dikkat çekmekte fayda var. Diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi -ve daha yaygın bir uygulama olarak- Fransa’da çapraz iştirakler (participations croisee) tekellerin en çok başvurdukları yöntemdir. Direkt katılım yerine, çapraz ve dolaylı (yatay) katılım, tercih edilen bir gelenek durumuna gelmiştir. Bu şekildeki bir katılım, tekelci sermaye gruplarına, ana sermayenin tümüne ya da çoğunluğuna sahip olmadan da genel kurulda nispi çoğunluğu sağlayarak denetim kurma ve serbest kalan öteki sermaye kütlesini başka alanlara aktarma kolaylığı yaratıyor. Çok sayıda holdingin, çeşitli banka ve sigorta şirketleriyle, değişik sektörlerdeki sanayi işletmelerine el atmış olmasının nedenlerinden biridir bu. Bu arada teknokratlar (manager) denilen ve mutlaka sermaye sahibi olması zorunlu olmayan belirli bir yönetici ekibin işbaşında kalabilmesi (arkalarındaki tekelci sermaye grupları tarafından işbaşında tutulabilmeleri) de bu yolla daha fazla garantiye alınmış oluyor.

FÜZYONLAR, DEVRALMALAR VE YUTMALAR
Fransa’da “füzyon”(birleşme) yönündeki en dikkat çekici gelişmeler 1987–88 yıllarında yaşandı. ABD’de patlak verip oradan dünyaya yayılan ’87’deki borsa krizi ve sonraki dönemde başlatılan özelleştirme dalgası bu süreci ilerletti. Borsada büyük vurgun vuran tekeller düşmanca devralma yoluyla (tehdit ve şantajla kabule zorlayarak) başka şirketleri yuttular. Dünyada 1995 yılında 866 milyar dolarlık, 1996’da ise 1000 milyar (1 trilyon) dolarlık füzyon ve yutma olayı gerçekleşti. Sadece ABD’nin telekomünikasyon sektöründe son bir iki yıl içerisinde 120 milyar dolar tutarında füzyon gerçekleşti. 1995 yılında Avrupa’da yaklaşık 300 milyar dolar tutarında füzyon ve devralma olayı yaşandı. Bu ise, bir önceki yıla göre iki katlık bir artış anlamına geliyordu. Bu tip operasyonların sayısı Fransa’da 1986’da 370 iken borsa krizinin hemen ardından 1987’de 445’e, 1988’de ise 601’e ulaştı. 1980’Ii yıllarda mali piyasalarda oluşan şişme, sanayi yatırımları yerine spekülatif işlemleri ve parayla para kazanma eğilimini de teşvik etti. Paris borsasındaki hisselerin toplam değeri 1983’te 2000 milyar frank iken 1988’de 6600 milyara yükseldi. Büyük tekeller geçmişe oranla, kazandıklarının çok altında bir miktarı yeniden yatırıma yöneltiyorlar. Örneğin 1996’da kazandıklarından 80 milyar daha az tutan bir miktarı yatırıma aktardılar ve bu süreç son beş yıldan beri değişmeden devam ediyor. Borsada revaçta olan şirketlerin 1995’te yatırıma yönelttikleri miktar 93’tekinin yaklaşık yarısı civarındadır. Bu durum, bir taraftan on binlerce işyerinin yok edilmesi ya da iş piyasasına yeni gelen gençlerin işsiz kalmalarına yol açarken, öte yandan ise birçok irili ufaklı işletmenin de el değiştirmesinin nedeni olmaktadır. Son bir iki yıl içerisinde gerçekleşen füzyon ve yutmalardan bazı örnekler şöyledir:
Büyük pazarlama ve dağıtım tekeli olan Auchan 19 milyar frank karşılığında Mammouth ve Ataç mağazalar zincirini oluşturan Dock de France grubunu yuttu. (Böylece Auchan grubunun sahibi Mulliez ailesi, 124 milyarlık serveti ile Fransa’nın en zengin aileleri sıralamasında Liliane Bettencourt’u -L’Oreal grubu- geçerek ilk sıraya yerleşti.) Carrefour Cora mağazalarını, General des eaux Havas’ı, Saint Gobain Poliet’i, Credit Agricole Indosuez bankasını, Credit National BFCE bankasını, Societe Generale CIC’i yuttu. Lyonnaise des eaux ile Suez, Dassault ile Aérospatial füzyona gittiler. Lyonnaise des eaux-Suez birleşmesinden 180 milyar frank cirolu ve 190 bin işçi çalıştıran uluslararası çapta yeni bir dev doğmuş oldu. Lagardere-Matra-Hachette-Thomson mültimedya bölümü ve Alcatel Alsthom-Aerospatial-Dassault-Thomson silah bölümü tek birer grup olarak birleşme sürecini başlattılar. Füzyonların en büyük çaplı olanı ise sigorta tekeli Axa’nın kendinden daha büyük bir başka sigorta tekeli olan UAP’yi yutmasıydı. Axa-UAP ‘birleşmesi’ neticesinde, Japon sigorta tekeli Nippon Life’den sonra dünyanın ikinci büyük sigorta tekeli yaratılmış oldu. 313 milyar franklık bir sermayeye hükmeden Axa, BNP, Paribas ve Suez’in en büyük hissedarı, Credit National, Societe Generale, Lyonnaise des eaux, Havas vb. gibi büyük tekellerde ise önemli oranda hisse ve etkinlik sahibi dev bir mali gruba dönüşmüş bulunuyor. Axa’nin patronu C. Bebear 7 büyük tekelin yönetim kurulunda yer alıyor.
Sermaye artırarak, füzyonlara giderek, başka şirketleri devralarak yeni pazarları fetheden, hem ülke sınırları içerisinde hem de uluslararası planda pençesini atmadık yer bırakmayan uluslararası dev mali gruplar, faaliyet alanlarını başlangıçta kuruldukları dönemdekilerle de sınırlamıyorlar. Örneğin, başlangıçta kentlerdeki su dağıtımını organize etmek üzere devlet tarafından kurulmuş olan Generale des eaux, Lyonnaise des eaux gibi şirketler kendi etkinlik alanlarında iç ve uluslararası pazarda tam bir egemenlik kurmanın ötesinde, başka birçok sektöre de el atmışlardır. Güç ve etkinliklerine dayanarak, rüşvet dağıtarak Fransa’nın hemen tüm kentlerinin ve dünyadaki birçok büyük kentin su şebekelerinin denetimini ele geçirmiş durumdalar. Generale des eaux’nun patronu geçen yıl içerisinde ‘Le point’, ‘L’Express’ adlı dergileri ve özel televizyon kanalı ‘Canal Plus’u satın alarak medya dünyasında önde gelenler arasına dâhil oldu. Savunma sanayisindeki büyük Matra tekelinin patronu Jean Luc Lagardere ise ‘Europei’, ‘Journal du dimanche’, ‘Paris match’ gibi dergi, gazete ve radyo istasyonlarının sahibidir. Lagardere aynı zamanda, haraç mezat satılığa çıkarılan Thomson tekelinin elektronik-mültimedya bölümünün tek ciddi talibi durumunda ve ülkenin en büyük televizyon kanalı TFl’in patronu Bouygues ile birlikte inşaat alanında yeni hamleler yapmaya, inşası başlayacak olan Ren-Ron kanalının ihalesini kapmaya çalışıyor. Fransa’nın bir numaralı sigorta şirketi olan UAP ile birleşerek Avrupa’nın en büyük sigorta tekelini kuran Axa patronu Claude Bebear ise, yatırım fonlarının kurulabilmesi için gerekli müsaadeyi meclisten çıkarttırdıktan sonra, şimdiki birinci hedef olarak sosyal sigorta kurumunun özelleştirilmesini sağlamayı belirlemiştir.
Dikkat çeken bir başka önemli nokta ise, büyük tekelci sermaye gruplarının medyaya yönelik olarak artan ilgileridir. Geçen yıl içerisinde Havas’ın Generale des eaux tarafından ele geçirilmesi ve Lagardere grubunun denetiminde gerçekleşen Hachette-Filipacchi birleşmesi, sektördeki yoğunlaşmanın zirveye ulaşması anlamına geliyordu. Havas ve Hachette tekelleri basın ve dağıtım alanındaki en iri iki gruptur. Havas, aralarında L’Express, Le Point, Expansion gibi tanınmış dergilerin ve magazin dergilerinin çoğunluğunun yer aldığı geniş bir basın ağını ve Canal Plus adlı özel TV şirketini elinde bulunduruyor. Hachette-Filipacchi grubu ise, aralarında Paris Match, Elle, Le journal du dimanche, Le Provençale gibi gazete ve dergilerin, Europe 1 ve 2 adlı radyo istasyonlarının da yer aldığı tam 160 (yüz altmış) ayrı basın kuruluşunu elinde tutuyor. Ülkedeki yayın dağıtımının önemli bir bölümü de bu grubun elindeki Relais H ağı tarafından yapılıyor. Bu iki tekel Presses de la cite, Hachette, Bordas gibi büyük kitap yayınevlerinin de sahipleri durumundalar.
Bu koşullarda, ülkenin en büyük televizyon kuruluşu olan TFl’in, kendi patronu durumundaki Bouygues grubunun inşaat sektöründe ayyuka çıkan yolsuzluklarına, Havas’a ait gazetelerin ise kendi patronu olan Generale des eaux’nun pazar kapmak için yerel yönetimlere dağıttığı rüşvetlere göz yummasında ve bu konularda bir haber değeri bile bulamamasında şaşılacak bir şey yoktur. Thomson’un özelleştirilmesiyle ilgili olarak yürütülen tartışmalarda, Thomson’u yutmaya talip olan Lagardere’in gazetelerinin nasıl bir tutum takınacakları ise kimse için sır değildir. Büyük sermaye gruplarından Seydoux ailesinin eline geçtikten sonra, liberal solcuların gazetesi olan Liberation’un çizgisinde yaşanan değişiklikler bir başka örnektir.
Yoğunlaşma ve merkezileşme, esas olarak Avrupa ve dünya çapında artan rekabette elverişli, iyi bir konum tutarak aşırı sömürü, yağma ve spekülasyonun yaygınlaştırılmasını amaçlıyor. Bulundukları sektörde veya birçok sektörde birden hâkimiyet kuran tekeller, kendi istemlerini hükümetlere zorla kabul ettiriyorlar. Juppé planının en önemli maddesinin sosyal sigorta kurumunun tasfiye edilmesini amaçlaması ve bütün tepkilere rağmen yine de bu hedefe saplanılıp kalınmasının anlamı, Axa patronunun ve aynı sektördeki diğer dev tekellerin amaçları bilindiği zaman daha iyi anlaşılıyor. Hükümetin gitmesi ve Juppé şahsında burjuvazinin iyi bir savunucusunun heba edilmesi pahasına da olsa, plandan vazgeçilmek istenmemiştir.
1993 yılı başında Avrupa’da gümrük duvarlarının kaldırılması ve gerçek anlamda ‘ortak pazara’ (bu herkesin eşit koşullarda değil, gücü oranında dâhil olduğu bir ‘ortaklık’tır) geçilmesiyle birlikte, diğer sektörlerdeki tekellerde olduğu gibi özellikle de banka ve sigorta tekelleri önündeki birçok bariyer kalkmış oldu. Ortak para birimine geçiş ise bu sektördeki büyük uluslararası şirketlerin kanatlanması anlamına gelecektir. Bu iştah kabartan pazardaki hâkimiyet yarışı son yılların en büyük çaplı füzyonlarının (aslında yutmaların) gündeme gelmesine yol açtı. Axa’nın kendinden büyük UAP’yi (büyük hissedarlarını tehditle birleşmeye zorlayarak) yutması, Crédit Agricole’un Indosuez bankasını, Societe Generale’in Credit du Nord bankasını yutmaları bu çerçevede gerçekleşti. Emekçilerin emeklilik ödentilerinin biriktirileceği yatırım fonlarının kurulması önündeki yasal engellerin nihayet kaldırılması ve sosyal sigorta kurumunun ufukta görünen özelleştirilmesi, önümüzdeki dönemde bu sektördeki kapışmaları daha da keskinleştirecek ve daha ileri düzeyde bir merkezileşmeyi dayatacaktır. Geleneksel olarak ‘Avrupa’nın tefecileri’ olan Fransızlar banka, borsa, tahvil, spekülasyon işlerinde bugün çok daha ileri bir noktaya varmışlar ve rakiplerinden pek geri kalmamışlardır. Rantiyecilik ve asalaklık Fransız mali sermayesine de damgasını vuran asıl özellik olmuştur.
Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi bütün emperyalizm çağının temel karakteristiği, mali sermayenin varlık koşuludur. Bugün belli başlı ileri kapitalist ülkelerde ve dünya ölçeğinde bu bakımdan varılan seviye, ne yüzyılın başıyla ve hatta ne de 1970’li yıllarla kıyas kabul etmeyecek denli muazzam büyüklükte bir seviyedir. Enver Hoca ‘Emperyalizm ve Devrim’ adlı kitabında, Lenin’in ‘Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’ eserini yazdığı dönemde Amerika’da sadece bir tane milyarlık şirket bulunduğunu, oysa ’70’li yıllarda bunların sayısının 350 civarına yükseldiğini yazar. Bugün bunların ABD’deki sayısının kaç misli arttığı bir tarafa, Fransa’daki sayıları bile bini aşmış durumdadır. ‘Le Nouvel Economiste’ dergisinin 1996 yılında yayınladığı ‘milyarlık şirketler’ sıralamasında, 208 milyar cirolu petrol tekeli Elf-Aquitaine’den 1 milyar cirolu Laboratoire Houde’ye kadar tam 1143 şirketin adları yer alıyordu. (Bunların 330 tanesi dolar üzerinden hesaplandığı takdirde de milyarlık şirketlerdir.)
Sanayi bakanlığının istatistiklerine göre Fransa’da toplam iki milyon civarında (1 milyon 956 bin) işletme var. Bunlar içerisinde 20’den fazla işçi çalıştıranların sayısı ise 23,071’dir. Bu sayıya, 500’den fazla işçi çalıştıran 895 büyük şirket de dâhildir. Arkasından gelen rakamlar ise çarpıcıdır:
Büyük şirketler 20’den fazla işçi çalıştıran şirketlerin toplamının sadece % 3,9’unu teşkil etmelerine rağmen, sanayide çalışan işçilerin yarısından fazlasını istihdam ediyor, toplam cironun % 60’ını, ihracatın % 74,9’unu gerçekleştiriyor, yatırımların da % 66,8’ini yapıyorlar. Küçük ve orta boy işletmeler (PME) ise, toplam şirket sayısının % 92,5’ini teşkil etmelerine rağmen, işçilerin % 48’ini çalıştırıyor, cironun % 37,9’unu, ihracatın % 22,7’sini, yatırımların da % 32’sini gerçekleştiriyorlar. Hesaba katılması gereken bir başka nokta ise, büyük tekellerin bizzat kendilerinin kurdukları orta boy işletmelerdir.
Örneğin 1985 yılı rakamlarına göre bunların sayısı yaklaşık 2000 civarındadır. Ama bütün orta boy işletmelerin sayısının sadece % 7,5’ini teşkil etmelerine karşın, üretimlerinin ise % 25’ini gerçekleştiriyorlar. Kaldı ki görünürde bağımsız ayrı işletmeler olan küçük ve orta çaplı şirketlerin hemen hepsi de sermaye kaynakları, kredi olanakları, pazara girebilme imkânları vb. her bakımdan, büyük tekellerin insafına razı olmak zorunda bırakılmışlardır. Son yirmi yıldır dünya çapında ve biraz gecikerek Fransa’da uygulanan neoliberal politikalar ve ‘de-regülasyon’, sanıldığı gibi eşit koşullarda rekabetin yaygınlaşmasına değil, artan bir yoğunlaşma ve merkezileşmeye, bütün sektörlerde tekelci egemenliğin sağlamlaştırılmasına yol açmış bulunuyor. En kârlı pazarlar, birkaç büyük dev tekelin dışında kalan tüm ‘hür teşebbüsçülere’ kapıların en fazla kapatıldığı pazarlar ve sektörlerdir. Fransız sanayisinin asıl çekirdeği 25 büyük grup tarafından oluşturuluyor. Bu 25 grup ülkenin toplam sanayi üretiminin yaklaşık yarısını, ihracatın ise % 53’ünü tek başına gerçekleştiriyorlar. Otomobil sektörünü sadece iki tekel (Renault ve Peugeot), kimya sektörünü dört tekel (Rhone-Poulenc, Atochem, Air Liquide ve Orkem), çelik sektörünü tek bir tekel (Usinor-Sacilor), gıda sektörünü dört tekel (Danone, Begin-Say, LVMH ve Besnier), inşaat işkolunu üç tekel (Bouygues, GTM-Entrepose ve SGE), elektronik sektörünü üç tekel (Alcatel-Alsthom, Thomson ve Shneıder) denetliyor vb.
Hangi taşı kaldırsanız altından, ülkenin bütün iktisadi (ve politik) yaşantısına hükmeden bir avuç mali oligarşi ve onların oluşturdukları tekelci sermaye gruplarının çıktığını görürsünüz. Bütün bu anlatılanlardan ve aktarılan verilerden çıkan sonuç şudur: Fransa’nın sanayisine, banka, sigorta, ticaret, pazarlama ve ulaşımına; Elf-Aquitaine, Renault, Peugeot, Generale des eaux, Alcatel-Alsthom, Total, Lyonnaise des eaux, Rhone Poulenc, Bouygues, Thomson, Pechiney, Usinor-Sacilor, Schneider, Saint Gobain, Paribas, Suez, BNP, Credit Lyonnais, Credit Agricole, Societe Generale, Axa, AGF vb. gibi dev uluslararası tekeller hükmediyorlar. Bu dev tekellerin ise arkasında Mulliez, Bettencourt, Bouygues, Lagardere, Seydoux, Worms, Wendel, Empain, Dassault, Michelin, Pinault, Naouri, Lazard, Rotschild, Peugeot, Vernes, Schlumberger, Mallet vb. gibi 200 kadar ‘büyük aile’, yani mali oligarşi duruyor. Hükümetleri kurup yıkan, parlamentodan hangi yasaların çıkacağına karar veren, izlenecek ekonomik programı belirleyen, yüz binlerce işçiyi üretim sürecinden kopararak sokağa atan, milyonlarca insanı işsizlik, eğitimsizlik, tedaviden yoksunluk ve barınaksızlığa daha çok sürükleyen ve gerektiğinde üzerinde saltanat sürdükleri bu tekelci özel mülkiyet sistemi tehlikeye düştüğü anda besledikleri muazzam militarist aygıtı halkın üzerine salmaya yetkili olan da, bu rantiyeci asalaklar sürüsüdür.
Fransız kapitalizminin son elli yıldaki gelişiminin ve yapılanmasının hikâyesi özet olarak böyledir. Burada, dünyanın neresinde olursa olsun aslında tekelci mali sermayeye özgü olan, ama Fransa’daki şekillenişinde daha bariz olarak ortaya çıkan birkaç özellik var: a) Son yıllarda önemli değişikliğe uğramış olmakla birlikte, ekonomiye yoğun devlet müdahalesi, b) Mali oligarşiyi oluşturan birkaç düzine ailenin ülkenin iktisadi yaşantısındaki açık egemenliğinin, isteyen herkes tarafından görülebilir olması. (Örneğin Almanya’da bu bakımdan durum farklıdır. Bir avuç tekelci burjuvanın egemenliğini gizlemek için çok daha etkili mekanizmalar yaratılmıştır.) c) Son elli yılın değişik dönemlerinde girişilen ‘millileştirme’ ve özelleştirme kampanyalarının yarattığı istikrarsızlık, d) Örgütlenme şekli ve birçok sektöre birden nüfuz etme yöntemi olarak çapraz iştirakler yoluna başvurulması vb.
Çoğunlukla devletin desteği ve teşviki koşullarında fillerin kapışması şeklinde geçen bu süreçten işçi ve emekçi kitlelere düşen de ayakaltında ezilmek, mücadeleyle elde ettiği kazanımlarını da adım adım yitirmek oldu. 1960’lardan bu yana Fransız ekonomisi yaklaşık iki buçuk katlık bir büyüme göstermesine (Ülkenin GSMH’si sadece son on yıl içerisinde 1500 milyar artarak 7700 milyar franka ulaştı.) karşın, bu, işçi ve emekçi sınıfların çalışma ve yaşam koşullarındaki bir iyileşmeyi de beraberinde getirmedi. Yüz binlerce işçi üretim sürecinden koparılıp sokağa atılarak toplum dışına itildi. İşsizlerin sayısı 1974’te yarım milyon iken, şimdi resmi rakamlara göre 3,5 milyona ulaşmıştır. Ama işçilerin kitleler halinde sokağa atılması, üretimin de düştüğü anlamına gelmiyor. Çelik sektörü buna en iyi örnektir. Geniş çaplı bir yeniden yapılanma ve en üst düzeyde merkezileşmenin yaşandığı 1980–88 yılları arasında bu sektörde işçilerin sayısı % 43 oranında azaltılırken (107 binden 61 bine düştü) üretilen çelik miktarında kayda değer bir düşüş olmadı (23 milyon tondan 19 milyon tona düştü). Bu, hâlâ çalışmaya devam eden işçilerin daha çok sömürülmeleri ve emek üretkenliklerinin yaklaşık % 50 artırılması sayesinde mümkün oldu. Fransa’da açık işsizlerin sayısı kadar (3,5 milyon kişi) insan da yarım günlük ve güvencesiz işlerde çalışmaktadır. Asgari geçim yardımı (2000 frank) alanların sayısı beş yıl içerisinde iki kat artarak bir milyona ulaştı. Bunların yansından fazlası 35 yaşın altındaki gençlerdir. Dini yardım kuruluşu Secours Catholique’e 1995’te başvuranların sayısı 700 bin kişidir ve bu, 1980’deki sayının tam üç katıdır vb.
Son yıllarda yeniden baş gösteren kıpırdanma ve dünyanın bütün emekçi insanlarına moral kaynağı olan işçi direnişini ise bütün bu gelişmelerin dışında ele almak imkânı yoktur. Ve bu gelişim süreci anlaşılmadan, dipten gelen dalganın kuvvetinin ve öfkesinin anlaşılması da mümkün olmaz. Üretimin ve sermayenin muazzam bir merkezileşmesi, rantiyeci asalaklığın zirveye ulaşması, sömürü oranlarının aşırı artışı üzerinden ve milyonlarca emekçinin üretim ve toplum dışına itilerek onurlarının kırılması pahasına pekiştirilmiş olan tekelci mali sermaye egemenliği, eğer insanlık insanca yaşama özlemini yitirmeyecekse, yıkılmaya mahkûmdur!

Ağustos 1997

EK:
SON 1,5 YIL İÇERİSİNDE GERÇEKLEŞEN BAZI DEĞİŞİKLİKLER, FÜZYONLAR, DEVRALMALAR:
—Chargeurs grubu (Seydoux ailesi) Liberation gazetesinin %60 hissesini satın aldı.
—Euris grubu (Naouri grubu) Moulinex’i satın aldı ve 2600 işçinin sokağa atılmasına karar verdi.
—Saint Gobain grubu (kimya-metal-cam), Paribas’nın denetimindeki inşaat malzemeleri satıcısı Poiet’i satın alarak cirosunu 100 milyar franka ulaştırdı.
—Alman sigorta tekeli Allianz içerisinde önemli oranda hisse sahibi olan navigation mixte, Paribas
Grubunun denetimine geçti.
—EDF (Ulusal Elektrik İşletmesi) İskandinavya ülkelerindeki yayılmasına İvsen Graninge şirketini alarak devam etti. EDF, aynı dönemde 2 milyar karşılığında bir Brezilya şirketini de yuttu.
—Cedit Agricole, Suez grubuna bağlı İndosuez bankasını satın aldı.
—France Telekom kısmen özelleştirme planları çerçevesinde 1 Ocak 1997’den itibaren Anonim şirket statüsüne geçti. Demiryolu işletmecisi SNCF’de aynı nedenle iki ayrı şirkete bölündü.
—Yardımcı işçi pazarlayan Ecco firması, İsviçreli Adia ile füzyona giderek 32 milyar sermayeli Adecco’yu oluşturdu.
—Savunma sanayisindeki Dassault ile Aerospatial arasındaki füzyon netleşti.
—Auchan pazarlama ve dağıtım tekeli, Mammouth ve Atac mağazalar zincirini 19 milyar karşılığında yuttu.
—Devlet Reanault’ta azınlık hissedar durumuna düştü.
—Generale des eaux’nun ulaştırma alanındaki evlat şirketi CGEA, İngiltere’de yeni bir demiryolu hattının işletme hakkını satın aldı. Böylece CGEA İngiltere’deki demiryolu ağının % 20’sini kontrol eder duruma geldi.
—British Airways, TAT’den sonra Air Liberte’yi de satın alarak Fransız hava taşımacılığında önemli bir yer elde etti.
—Bolore Aiesi Rivaud bankasını ele geçirdi.
—Axa sigorta şirketi, kendisinden daha büyük ve Fransa’nın birinci sigorta tekeli olan UAP’yi satın aldı. Böylece 313 milyar cirolu ve 27 bin kişi çalıştıran, dünyanın ikinci büyük sigorta şirketi doğmuş odu.
—İtalya Holdingi Beneditti’ye bağlı Cerus, otomobil aksamları üreten Valeo’nun kontrolünü ele geçirdi. Renault tekeli Valeo’nun Amerikalıların eline geçmemesi için özel bir çaba sarf etti.
—Bouygues grubu su dağıtım alanında 12 milyar cirolu Saur’un ardından, aynı dalda faaliyet gösteren Saint Gobain’e bağlı Cise şirketini de satın aldı.
—Lyonnaise des eaux, Filipinlilerin başkenti Manila’nın su dağıtım şebekesinin kontrolünü ele geçirdi.
—General des eaux grubu, büyük medya tekelerinden Havas’ı ve demiryolu işletmesi, SNCF’nin Telekom bölümünü ele geçirdi.
—Suez ile Lyonnaise des eaux füzyona gittiler. 180 milyar cirolu ve 190 bin kişi çalıştıran bir dev doğmuş oldu. (En büyük hissedar ise Credit Agricole)
—Bull bilgisayar şirketindeki devlet hissesi % 17,5’e düştü.
—Pallas-Stern bankası iflas etti. Bu büyüklükte bir banka Fransa’da ilk kez iflas ediyor.

Jdanov’un “Zvezda” ve “Leningrad” dergileri hakkında raporu

(Yazarlar ve partinin aktif üyelerinin Leningrad’da düzenledikleri çeşitli toplantılarda Jdanov Yoldaşın sunduğu raporların stenografi ile yazılıp kısaltılan metni)
Rusça aslından çeviren HASAN CEMAL

Yoldaşlar!
MK kararları, “Zvezda” dergisinin, sayfalarında Zoşçenko ile Ahmatova’nın sanatına yer vermesinin ne kadar büyük bir hata olduğunu açık bir şekilde ortaya koymuştur. Burada, Zoşçenko’nun eseri “Taklitçiliğin Serüvenleri”nden bazı alıntılar yapmayı gerekli görmüyorum. Sanırım hepiniz bu eseri okudunuz ve onu benden daha iyi tanıyorsunuzdur. Zoşçenko, “eserinde” Sovyet insanını kaba, tembel, aptal ve ilkel özelliklere sahip bir insan şeklinde tasvir etmektedir. Zoşçenko, Sovyet insanının yaptığı işlere, gösterdiği kahramanlığa, gücüne ve yüksek toplumsal manevi niteliklerine gerçekten de ilgi duymamaktadır. Onun bu gibi konuları ele almasını hiçbir zaman göremezsiniz. Dar kafalı ve terbiyesiz Zoşçenko o değişmez konularında, yaşamın en basit ve önemsiz yanlarını bulup çıkarmaktadır. Onun yaşamın bu önemsiz yanlarını irdelemesi bir rastlantı sayılamaz. Böylesine bir tutum, Zoşçenko’nun da dâhil olduğu diğer bütün terbiyesiz yazarlara has bir özelliktir. Zamanında, Gorki bu konuya çok değinmişti. 1934 yılında Sovyet Yazarlar Konferansı’nda Gorki’nin mutfak ve banyoda isten başka bir şey görmeyen sözüm ona “edebiyatçılar”la nasıl alay ettiğini hatırlarsınız.
“Taklitçiliğin Serüvenleri” Zoşçenko’nun alışılmış eserlerinin dışında bir eser değildir. Zoşçenko’nun edebi yaratıcılığına özgü bütün olumsuz özelliklerin en somut biçimde anlatılması bu eserin eleştirilmesine yol açmıştır. Zoşçenko’nun tahliyeden sonra Leningrad’a döndüğünde yine buna benzer birtakım eserler yazdığı bilinmektedir. Bu eserler, onun Sovyet insanının yaşamında ne olumlu bir olay, ne de olumlu bir tip bulma yeteneğinden yoksun olduğunu göstermektedir. Zoşçenko, Sovyet yaşamı, Sovyet düzeni ve Sovyet insanı ile alay etmeye alışıktır. O bu alayı boş bir eğlence ve işe yaramaz bir mizah maskesi altında üstü kapalı yapmaktadır.
“Taklitçiliğin Serüvenleri” öyküsünü daha dikkatli okuyup, üzerinde derin düşünürseniz Zoşçenko’nun toplum sistemimizin yüksek yargıcını taklitçi rolünde anlattığını ve Sovyet insanına sanki ahlak dersi veriyormuş gibi akıl hocalığı yaptığını görürsünüz. Taklitçilik, insanların hareket tarzındaki değerleri tespit eden akıllı bir özellik şeklinde gösterilmektedir. Zoşçenko’nun Sovyet insanlarının yaşamına yönelik tasviri bilerek çirkin, karikatürize ve bayağı yapılmaktadır. Öküz gibi yaşamaktansa hayvanat bahçesinde yaşamanın daha iyi olduğu, kafeste nefes almanın Sovyet insanlarının arasında nefes almaktan daha kolay olduğu gibi anti-Sovyet çirkin nasihatler taklitçinin ağzından söylenmektedir.
Ahlaki ve politik açıdan bundan daha düşük bir düzeye düşmek mümkün müdür? Leningradlılar, dergileri “Zvezda”nın sayfalarında bu rezilliğe ve pisliğe daha ne kadar tahammül edecekler? “Zvezda” dergisi, Sovyet okuyucusuna bu tip “eserleri” sunuyorsa, bu Leningradlılar ve yöneticilerinde uyanıklığın zayıfladığı ve böylece bu dergide, Sovyet düzenine karşı hayvanı bir düşmanlık besleyen eserlerin yer almasının mümkün olduğu anlamına gelmektedir. Yalnızca edebiyatın ayaktakımından olanlar buna benzer eserler yazarlar ve yalnızca kör ve apolitik insanlar böyle eserlerin yayılmasına imkân sağlarlar.
Zoşçenko’nun öyküsünün Leningrad’da bulunan tiyatroların sahnelerinde gösterildiği söyleniyor. Leningrad’daki ideolojik çalışmaları yapan yönetim zayıf kaldığı müddetçe buna benzer olaylar hep olagelmiştir.
İğrenç bir ahlaka sahip olan Zoşçenko, Leningrad’ın büyük dergisinin sayfalarına sızarak, büyük bir rahatlıkla dergiye yerleşmeyi başarmıştır. Ama “Zvezda” dergisi gençlerimizi yetiştirmek zorunda olan bir yayın organı değil midir? Zoşçenko gibi Sovyet olmayan, terbiyesiz yazarları bünyesinde barındıran bir dergi demek ki bu görevini yerine getirmede başarılı olamıyor! Bir de “Zvezda” dergisi Zoşçenko’nun vizyonunu bilmiyor mu?
Sovyet halkının, Alman işgalcilerine karşı sürdürdüğü Anayurt Savaşı’nın en şiddetli günlerinde yazılan Zoşçenko’nun rezil öyküsü “Güneş Doğarken” daha geçtiğimiz yıllarda -1944’ün başında- “Bolşevik” dergisinde şiddetli bir eleştiriye maruz kalmıştı. Zoşçenko bu öyküde, büyük bir zevk ve arzuyla sanki herkese bakın “ben nasıl küstah bir insanım” dercesine terbiyesizliğini ve seviyesiz adi bir insan olduğunu göstermektedir.
Zoşçenko’nun, insanları, ne utancı ne de insafı olan iğrenç, şehvete düşkün gaddarlar olarak anlattığı öykü “Güneş Doğarken”de yaymaya çalıştığı ahlaktan daha iğrencine edebiyatımızda rastlamak oldukça güçtür. O böylesine bir ahlakı, Sovyet okuyucusuna eşsiz zor bir savaşta halkımızın kan ağladığı, Sovyet devletinin yaşamının tam tehlikeye düştüğü ve Sovyet halkının sayısız fedakârlıklarda bulunarak Almanlara karşı zafere ulaştığı bir dönemde sunmaktadır. Alma-Ata gibi cepheden çok uzak bir yerde, adeta emniyetli bir barınakta siper almış olan Zoşçenko, Alman işgalcilerine karşı yürütülen savaş sırasında Sovyet halkına hiçbir şekilde yardımcı olmamıştır. Zoşçenko “Bolşevik”te Sovyet edebiyatına yabancı iftiracı ve terbiyesiz bir kişi şeklinde açıkça, haklı olarak eleştirilmişti. O, toplumun büyük bir bölümünün düşüncesine kulak asmamıştı. “Bolşevik”te çıkan eleştiri yazışınım üzerinden daha 2 yıl geçmemişken ve hatta yazılan kalemin mürekkebi bile daha kurumamışken Zoşçenko büyük bir törenle Leningrad’a giriyor ve Leningrad’daki dergilerin sayfalarında serbestçe cirit atmaya başlıyor. Onun eserlerini sadece “Zvezda”da değil, “Leningrad” dergisinde de seve seve yayınlıyorlar. Memnuniyetle, tiyatroları onun emrine veriyorlar. Hatta Yazarlar Birliği’nin Leningrad şubesinde ona yönetici konumunda iş imkânı sağlıyorlar. O Leningrad’da edebiyatla ilgili konularda etkin bir rol oynamaya başlıyor. Zoşçenko’ya Leningrad’daki edebiyatın park ve bahçelerinde gezinmesine neye dayanarak izin veriyorsunuz? Partinin Leningrad’daki aktif üyeleri ile yazarlar örgütü bu yüz kızartıcı olaylara nasıl izin vermişlerdir?
Zoşçenko’nun tamamıyla bozulmaya yüz tutmuş ve soysuzlaşmış bu toplumsal-politik edebi vizyonu son zamanların bir ürünü değildir. Onun son “eserleri” tesadüf sonucu ortaya çıkmamıştır. Onun eserleri 20’li yılların başından beri varolan Zoşçenko’nun edebi mirasının yalnızca bir devamıdır.
Peki, Zoşçenko eskiden kimdi? O “Sera-piyon Kardeşler” denilen bir edebiyat grubunun kurucularından birisiydi. Peki, “Serapiyon Kardeşler” grubu döneminde Zoşçenko’nun toplumsal-politik edebi vizyonu nasıldı? İzin verirseniz, bu grubun kurucularının kendi ilkelerini açıkladıkları 1922 yılında yayınlanan “Literaturıye Zapiski” (Edebiyat Notları) dergisinin 3. sayısına bir göz atalım. Bu dergide değişik ilhamların yanı sıra Zoşçenko’nun “İnanç Sembolünü” ortaya koyduğu “Kendim ve Bir Şey Hakkında” adında bir de makalesi bulunmaktadır. Zoşçenko bu makalede hiç kimseden ve hiçbir şeyden çekinmeden gerçekten de kendi politik ve edebi görüşlerini alenen ifade etmektedir. Dinleyiniz, bakın ne diyor:
“Genelde yazarın işi çok zordur. Hele ki mesele şu ideoloji olunca… Günümüzde yazarın bir ideolojiye sahip olması isteniyor… Yazardan böyle bir şey beklemek, bence hiç de hoş değil”…
“Şayet bir parti beni yeterince celp etmiyorsa, söyleyiniz, hangi parti benim esas ideolojimi savunabilir.”
“Partilere göre ben ilkesiz bir insanım. Ne yapalım. Aslında ben neyim biliyor musunuz: Ben ne komünist, ne Es-Es-Es-Er (SSCB’nin Rusçada kısaltılarak söylenişi) ne de monarşi yanlısıyım, ben sadece Rus’um ve üstelik siyasi ahlakı olmayan bir Rus’um.”…
“Yemin ederim ki şimdiye kadar bilmezdim. Acaba şu bizim Guçkov hangi partide? Şeytan onun hangi partide olduğunu bilirdi. Ben de biliyorum; o asla Bolşevik değil, Es-Es-Es-Er ya da Kadet Partisi üyesi değil, yo aslında bilmiyorum, doğrusu bilmek de istemem vs. vs.”
Yoldaşlar, böyle bir ideolojiye ne dersiniz? Zoşçenko’nun bu “itirafını” yapmasının üzerinden tam 25 yıl geçti. O zamandan beri değişti mi? Bunu fark etmek pek mümkün değil. O geçen 20–30 yılda hiçbir şey öğrenmedi ve asla değişmedi de; tam aksine o açık bir edepsizlikle küstah, ideolojisiz, ilkesiz ve utanmaz bir edebiyatın propagandacısı olarak kalmaya devam etmektedir. Bu, Sovyet düzeninin hem o zamanlar, hem de şimdi Zoşçenko’nun hoşuna gitmediği anlamına gelmektedir. O geçmişte olduğu gibi şimdi de Sovyet edebiyatına yabancı ve düşmandır. Zoşçenko, Leningrad’da yalnızca edebiyat üstadı olarak kalmamış, Leningrad edebiyat dünyasında da çok övülmüştür, bu durumda Zoşçenko’ya yolu açan ve onu göklere çıkaran böylesine ilkesiz, ciddiyetsiz ve uyanık olmayan insanlara hayret etmekten başka bir şey kalmıyor.
İzin verirseniz, “Serapiyon Kardeşler” diye adlandırılan bu grubun vizyonu hakkında bir örnek daha vereyim. Diğer serapiyonist Lev Lunts, gene 1922 yılında yayımlanan “Literaturniye Zapiski” dergisinin 3. sayısında “Serapiyon Kardeşler” grubunun temsil ettiği ve Sovyet edebiyatının ruhuna zararlı ve yabancı olan bu akımın temelini ideolojik olarak göstermeye çalışıyor. Bakın Lunts ne diyor:
“Devrimde ve aynı zamanda siyasal gerilimli o büyük günlerde bir araya gelmiştik. Sağdan soldan ‘Kim bizimle beraber değilse bize karşı demektir!’ diye bas bas bağırıyorlardı:
‘Serapiyon Kardeşler, siz kimden yanasınız, komünistleri mi tutuyorsunuz, yoksa onlara karşı mısınız, devrimden mi yanasınız, yoksa ona karşı mısınız?’
Gerçekten de biz Serapiyon Kardeşler biz kimden yanayız? Biz Serapiyon dervişinden yanayız…
Rus edebiyatındaki kamuoyunun kuralları oldukça uzun sürer, bu hem de çok ızdırap vericidir. Faydacı olmak istemiyoruz. Propaganda yapmak için de yazmıyoruz. Sanat yaşamın kendisi gibi ve yine yaşamda olduğu gibi gerçekçidir, sanat hedefsiz ve anlamsızdır, yoksa var olamaz.”
“Serapiyon Kardeşler” sanatın ileri fikirliliğini ve toplumsal önemini göz ardı ederek, sanatın ideolojisiz, sanat için sanat, amaçsız ve anlamsız olmasını ilan etmişlerdir. Onlar sanatın sadece böyle bir rolü üzerinde durmaktadırlar. Bu gerici, dar kafalı ve ilgisiz bir tutumla sadece politikaya karşı propaganda yapmak demektir.
Bundan nasıl bir sonuç çıkarmak gerekir? Sovyet düzeni Zoşçenko’nun hoşuna gitmiyorsa Zoşçenko’ya uymayı mı buyurursunuz? Özelliklerimizi değiştirmemize gerek yok. Yaşam tarzımızı ve düzenimizi Zoşçenko istedi diye yeniden değiştirmeye de gerek yok. O değişirse değişsin, şayet kendini değiştirmezse Sovyet edebiyatından çeksin gitsin. Başıbozuk, boş, gerici ve ideolojisiz eserlere Sovyet edebiyatında yer verilemez. (Şiddetli alkışlar).
MK, “Zvezda” ve “Leningrad” dergileri hakkında kararlar alırken işte bunlardan yola çıkmıştır.
Anna Ahmatova’nın edebi “sanatı” hakkındaki diğer konuya geçmek istiyorum. Onun eserleri, son zamanlarda Leningrad’daki dergilerde “sanatsal üretimin genişlemesi” şeklinde boy göstermektedir. Toplumumuzun önemli bir bölümü ile edebiyat, politika ve sanat çevremizin her zaman koyu gerici ve dönek olarak kabul ettiği Merejkovski, Vjaçeslav Ivanov, Mihail Kuzmin, Andrey Belogiy, Zinaida Hippius, Fedör Sologub, Zinovyev-Annibal ve benzeri gibilerinin eserlerini şimdi herhangi biri çıkıp, yeniden yayınlasaydı, bu çok şaşırtıcı ve anormal bir durum olurdu.
Zamanında Gorki, 1907–17 arasındaki 10 yıl, Rus aydınının tarihinde en utanç verici ve en kısır dönem olmuştur demişti. 1905 devriminden sonra aydınların büyük bir bölümü devrime sırt çevirerek, gerici mistik düşüncenin ve pornografinin bataklığına düşmüşlerdir; dönekliklerini şu “güzel” cümle “ve ben taptığım her şeyi yaktım, yaktığım her şeye taptım” ile gizlemeye çalışarak, ideolojisizliği kendi şiarları ilan etmişlerdir. Özellikle bu 10 yılda, Rus toplumunun, önemli ve ilerici bir bölümünün uğrunda mücadele verdiği yüksek idealleri bir an önce gözden düşürmeyi hedefleyen ve devrim kampından gerici kampa firar eden Ropşin’in “Cılız At”ı gibi, Vinniçenko ile başkalarının eserlerine benzer dönek eserler ortaya çıkmıştır. İdeoloji ve ahlak bozucu öğeleri örtbas ederek, içeriksiz, ama biçimsel bir “güzellik” peşinde koşan, edebiyatta ideolojisiz olmayı yayan, sanat için sanat şiarını ilan eden ve halkı yadsıyan her cinsten sembolistler, hayalciler ve dekadanlar (11 yy sonlarında Fransa’da doğalcılığa karşı çıkan simgecilik akımına öncülük eden sanatçılara verilen ad.) bu dönemin ürünüdürler. Gelecekte olası bir proletarya devriminden kaynaklanan canavarca korku, onların hepsini bir araya getirmiştir. Gelecekteki proletarya devrimini “Gelecekteki Küstah” diye adlandıran ve Ekim Devrimi’ni nefretle karşılayan Merejkovski, bu gerici edebiyat akımının ideolojisinin büyük savunucularından biridir.
Anna Ahmatova da bu gerici ve ideolojisiz edebiyat batağının temsilcilerinden biridir. O sembolistlerden ayrılan akmeistler (20. YY başlarında Rus edebiyatında ortaya çıkan dekadan bir akım) adlı edebiyat grubuna dâhildir ve Sovyet edebiyatına tamamen yabancı olan, boş ve ideolojisiz aristokratik-salon şiirinin savunucularındadır. Akmeistler kendilerini sanatta yalnızca bireyci bir akım olarak görürler. Onlar “sanat için sanat” ve “güzellik sayesinde güzellikler” teorilerini yaymaktadırlar. Halk, halkın çıkarları, ihtiyaçları ve toplumsal yaşam konularında bir şey bilmek istememişlerdir.
Sosyolojik olarak, asilzadelik, burjuvazi döneminde edebiyatta bir asilzade-burjuva akımıydı. O dönemde aristokrasi ve burjuvazinin günleri kaleme alınırdı. Egemen sınıfların şairleri ve ideologları hoş olmayan gerçeklerden kaçıp, din mistisizminin gerçek dışı yüksekliğine ve karanlığına, kişisel kıt heyecanlarıyla sığınarak, o küçük ruhlarında bunları kurcalamaya çalışırlardı. Sembolistler, dekadan ve asilzade-burjuva ideolojisinin diğer temsilcileri gibi akmeistler de hayal kırıklığı, karamsarlık ve öbür dünyaya inanmak gibi öğelerin birer propagandacıydılar.
Ahmatova’nın konusu tamamen bireyci olmayı hedef alır. Şiirlerinde bir kısırlık hâkimdir: Küçük odada da yalvarıp duran, hayal kırıklığına uğramış azgın bir hanımefendinin şiiri. Aşk ve erotizmin yol açtığı, keder, hüzün, ölüm, mistik ve ölmeye mahkûm olmak onun şiirlerinin kaynağıdır. Ölüme mahkûm olma duygusu, nesli tükenen bir grubun toplumsal bilincini kavrama, ölüm öncesi ümitsizliğin karanlık tonları, yarısı erotik olan mistik hayaller. İşte tüm bunlar, “Yekaterina döneminin eski güzel günlerindeki” eski asilzade kültürünün ortadan kaybolan ve asla geri dönmeyecek olan kalıntıları gibi Ahmatova’nın ruhsal dünyasını oluşturmaktadır. Ne rahibe ne de günahkâr bir kadın, sadece duayla ahlaksızlığı birbirine karıştıran sadık bir rahibe ve günahkâr bir kadın:
“Ama tapıyorum sana melek bahçe,
Olağanüstü yaratılmış ikona tapıyorum
Ve ateşli gecelerimizdeki o sersemliğe…”
(Anna Ahmatova, “Anno Domini” adlı şiir kitabı)
Ahmatova’nın, önemsiz heyecanlar ile din-mistik-erotizm dolu, küçük, dar ve bireysel hayatı.
Ahmatova’nın şiiri gerçekten de halktan uzaktır. Bu, “eski güzel günleri” hayal etmekten başka bir şey yapmayan, eski asilzade Rusyası’nda on bin kez ölüme mahkûm edilmiş bir şiirdir. Ihlamur ağaçları, çeşmeler, heykeller, taştan yapılmış küçük kemerli köprüler, aşk sohbetlerinin yapıldığı canlı küçük odalar ile kapılarında köhnemiş armaların bulunduğu Yekaterina Dönemi’ndeki büyük toprak ağalarının çiftlikleri. Asilzade yuvası Leningrad; Tsarskoye Selo; Pavlovski’de bir istasyon ve asilzade kültüründen kalma diğer yadigârlar. Her şey bir daha geri dönmemek üzere tarihe karışmış! Halk kültürüne uzak bu kültürün kalıntıları olan o mucizevî eserlerden günümüze bir şey kalmamış, sadece bir köşeye çekilip kendi âleminde ve hayallerle yaşamak kalıyor. Ahmatova, şiirlerinde “Her şey talan edildi, ihanete uğradı ve satıldı” diye yazmaktadır.
Bu grubun önde gelenlerinden biri olan Osip Mandelştam, akmeistlerin toplumsal-politik ve edebi idealleri konusunda devrim öncesi bakın şunları yazmaktadır: “Akmeistler organizma ve örgüte olan sevgilerini Ortaçağ’ın fizyolojik dâhileriyle paylaşmaktadırlar…” “Ortaçağ kendine göre insanın özgül ağırlığını belirleyerek, bunu hissetmiştir. Gerçekten de bunun yararlığından bağımsız olarak; bunun herkes için aynı olduğunu kabul etmiştir”… “Evet, Avrupa ince işlenmiş bir kültür labirentinden geçmiştir, yani soyut hayatın kişisel varoluş şeklinde abartılmayıp, kahramanca değerlendirildiği dönemde. Bütün insanlara özgü olan aristokrasi içtenliği “eşitlik ve kardeşlik” ile büyük devrim ruhuna yabancıdır…”, “Ortaçağ, sınırlama ve ayırma duygusuna sahip olduğundan dolayı bizim için değerlidir…”, “akıl ve mistiğin mertçe karışımı ile dünyayı canlı bir rahatlıkla algılama bizi bu dönemle bütünleştirerek, aşağı yukarı 1200’lerde Romen toprağında meydana çıkan eserlerdeki gücü almaya zorluyor.”
Mantelştam’ın bu açıklamalarında akmeistlerin umut ve emelleri gösterilmektedir. Bu aristokrat-salon grubunun toplumsal ideali Ortaçağ’a geri dönmektir. Zoşçenko’nunki gibi bir taklitçiliğe geri dönmektir. Gerçeği söylemek gerekirse, Akmeistlerle “Serapiyon Kardeşler” ortak atalarının soyunu devam ettirmektedirler. Aristokrat-salon dekadanlığı ile mistisizmin kurucularından biri olan Hofmann hem Akmeistlerin hem de “Serapiyon Kardeşlerin” ortak atasıdır.
Ahmatova’nın şiirini popularize etmek de neden gerekti? O bizim Sovyet insanları hakkında ne düşünüyor acaba? Edebiyatımıza zararlı ve tamamen yabancı olan bu edebiyat akımını anlatmak neden gerekiyor?
Sembolist ve Akmeistlerin dâhil olduğu gerici edebiyat akımlarının, Rus edebiyatının büyük devrimci-demokrat geleneğine ve öncü temsilcilerine karşı defalarca kampanyalar başlatmaya kalkıştıklarını Rus edebiyat tarihinden zaten biliyoruz; onlar bu geleneklerinde edebiyatın yüksek, ideolojik ve toplumsal önemini göz ardı ederek, edebiyatı ideolojisiz ve geri kalmışlığın bataklığına çekmeye gayret etmişlerdir. Bütün bu “moda” akımlar ortada görünmez olmuşlar ve ideolojisini yansıttıkları sınıflarla beraber tarihe karışmışlardır. Onlardan bizim öz Sovyet Rus edebiyatımıza sadece bütün bu sembolistler, akmeistler “Sarı buluzlar”, “karo bacakları” ve “hiçler” mi geriye kalmış? Aslında onların büyük devrimci-demokrat Rus edebiyatının Belinski, Dobrolyubov, Çernişevski, Herzen, Saltıkov-Şçedrin gibi temsilcilerine karşı yaptıkları kampanyalardan başka hiçbir şey geriye kalmamıştır. Onlar büyük bir gürültü ile yüksekten atıp tutmaya niyet etmişler, ama çok etkileyici bir şekilde ortadan kaybolup gitmişlerdir.
Akmeistler ilan etmişlerdir: “Hayatı hiç bir surette değiştirme ve sonrakini de eleştirme”. Onlar, yaşamın bir şekilde değiştirilmesine neden karşıydılar? Çünkü bu eski asilzade-burjuva yaşam tarzı onların hoşuna gidiyordu, devrimci halk onların bu yaşam tarzını altüst etmeye hazırlanıyordu. 1917 Ekimi’nde hem egemen sınıflar, hem de onların ideologları ve borazanları tarihin çöplüğüne atıldılar.
Ve şimdi, sosyalist devrimin 29. yılında gölgede kalmış bazı müzelik olaylar aniden tekrar sahneye çıkıyor ve gençliğimize nasıl yaşanır diye akıl hocalığı yapmaya başlıyor. Leningrad dergisi kapılarını ardına kadar Ahmatova’ya açıyor ve Ahmatova’nın şiirindeki zararlı ruhla gençliğimizin zihinlerini serbestçe zehirlemesi için ona imkân veriliyor.
Ahmatova’nın 1909 ile 1944 yılları arasında yazdığı zararlı eserlerinin antolojisi “Leningrad” dergisinin bir sayısında yayınlanıyor. Bu sayıda diğer kırık dökük şiirlerin yanı sıra Büyük Anayurt Savaşı’nda boşaltma sırasında yazılan bir şiir de var. Ahmatova, bu şiirinde kara erkek kedisiyle paylaşmak zorunda kaldığı yalnızlığından bahsediyor. Kara erkek kedisinin gözlerine bakınca, sanki yüzyılları yansıtıyor. Yeni bir konu değil. Ahmatova kara erkek kedi hakkında 1909 yılında da yazmıştı. Sovyet edebiyatına yabancı olan yalnızlık ve çaresizlik duygusu Ahmatova’nın “sanatının” tüm tarihi çizgisini belirlemektedir.
Bu şiirin, halkımızın ve devletimizin çıkarlarıyla ne ortak noktası vardır? Hiçbir ortak nokta bulunmamaktadır. Uzak geçmişle ilgili meseleler Ahmatova’nın sanatıdır: Onun sanatı modern Sovyet gerçeğine yabancıdır ve dergilerimizin sayfalarında bu sanata daha fazla katlanılamaz. Bizim edebiyatımız, edebiyat pazarında çeşitli kişilerin gönlünü almak niyetinde olan özel bir işletme değildir. Edebiyatımızda Sovyet insanlarının özellikleri ve ahlakıyla hiç de bağdaşmayan zevklere ve değerlere yer vermek zorunda da değiliz. Bu eserlerde tasa, ruhsal zayıflık ve karamsarlığın yanı sıra toplumsal yaşamın önemli sorunları ve geniş değerlerinden kaçıp uzaklaşma eğilimi hâkimdir. Gençlerimizin yetiştirilmesini böyle bir edebiyata nasıl bırakabilirsiniz? Ama Ahmatova’nın eserleri büyük bir istekle hem “Zvezda”, hem de “Leningrad” dergilerinde yayınlanıyor, bu da yetmiyormuş gibi çeşitli şiirleri kitaplar halinde basılıyor. Bu çok büyük politik bir hatadır.
Bütün bunlardan dolayı, Leningrad’daki dergilerde, eserlerinde ideolojisizliğe ve zayıflığa kayan başka yazarların ortaya çıkmaya başlaması bir tesadüf değildir. Ben bununla Sadofyev ile Komissarova’nın eserlerini kastediyorum. Sadofyev ile Komissarova, bazı şiirlerinde Ahmatova’ya dalkavukluk etmeye başlayarak Ahmatova’nın ruhuna hoş gelen tasa, hüzün ve yalnızlık duygularını yaymaya koyulmuşlardır.
Bu gibi duygular ya da buna benzer duyguların yüceltilmesi gençliğimiz üzerinde yalnız olumsuz etki yapmakla kalmaz, bu aynı zamanda apolitik hüzün ve ideolojisizlikteki o çürümüş ruhla gençlerimizin şuurunu zehirleyebilir.
Gençliğimizi tasalı ve davamıza inanmayan bir ruhta yetiştirseydik ne olurdu acaba? Büyük Anayurt Savaşı’nda zafere ulaşabilir miydik? Her şeyden önce Sovyet devleti ve Partimiz, edebiyatımızın yardımıyla gençlerimizi cesaretli ve kendine güven duyan güçlü bir ruhta yetiştirdi ki, özellikle sosyalizmin kurulmasında büyük zorlukları aşarak Alman ve Japonlara karşı zaferler elde ettik.
Tüm bunlar ne anlama gelmektedir? Sayfalarında iyi, ideolojik ve cesaretli eserlerin yanı sıra ideolojisi olmayan, geri kalmış, gerici eserlerin de bulunduğu “Zvezda” dergisi yönü belirsiz ve düşmanlara gençlerimizi soysuzlaştırmada yardım eden bir dergi durumuna düşmüştür. Dergilerimiz her zaman cesaretli ve devrimci yöne güçle bağlıydılar, eklektik, ideolojisiz ve apolitik değillerdi. İdeolojisizlik propagandası “Zvezda” dergisinde yapılmıştır. Zoşçenko’nun böyle bir gücü Leningrad yazarlar örgütünden aldığı, hatta karşıtlarına bağırıp çağırdığı, kendisini eleştirenleri de ilerde yazacağı eserlerde alaya almakla tehdit ettiği anlaşılmaktadır. O sanki bir edebiyat diktatörü olmuştu. Çevresinde onu yüceltip ona tapan bir grup vardı.
İnsanın, bunun hangi akla dayanarak yapıldığını sorası geliyor? Bu anormal ve gerici işe nasıl izin verdiniz?
Leningrad’ın edebiyat dergilerinde Batı’nın seviyesi düşük modern burjuva edebiyatına böylesine gönül verilmesi rastlantı değildir. Bazı edebiyatçılarımız kendilerine, küçük burjuva yazarların öğretmenleri değil, öğrencileri gözüyle bakmaya ve yabancıların küçük burjuva edebiyatı önünde yaltaklık etmeye ve ona boyun eğmeye başlamışlar. Herhangi bir burjuva düzeniyle mukayese edilince, yüz kez daha iyi ve daha yüce olan Sovyet düzenini kurmaya çalışan bizim Sovyet vatanseverlerimiz, size yaltakçılık yakışır mı? Dünyadaki en devrimci edebiyat olan bizim ilerici Sovyet edebiyatının temsilcileri Batı’nın küçük burjuva edebiyatı önünde hayranlıkla boyun eğmek size yakışır mı?
Bir yandan çağdaş Sovyet konularından uzaklaşarak tarihsel konulara tek yanlı merak göstermek, diğer yandan da eğlenceli ve boş konularla uğraşma denemeleri bizim yazarlarımızın çalışmalarındaki diğer büyük bir eksikliği oluşturmaktadır. Bazı yazarlar önemli ve çağdaş Sovyet konularından ayrılarak, geri kalmışlıklarını şöyle savunmaktadırlar: İdeolojik içerikli edebiyatın itibarı kalmamıştır, artık halka anlamsız ve eğlenceli eser verme zamanı gelmiştir. Bu, halkımızın istekleri, ihtiyaçları ve durumu hakkında tamamen yanlış bir görüştür. Halkımız Sovyet yazarlarından, Büyük Anayurt Savaşı’nda kazanılan zengin deneyimlere anlam vererek onlardan birtakım hükümler çıkarmalarını ve hatta yazarların bu kahramanlığı yansıtmalarını beklemektedir. Halkımız düşmanların yurdumuzdan atılmasından sonra, şimdi yine aynı kahramanlıkla halk ekonomisinin kalkınmasında yazarlarımızın katkılarını beklemektedir.
“Leningrad” dergisi hakkında birkaç söz daha ekleyeyim. Zoşçenko’nun bu dergideki pozisyonu, tıpkı Ahmatova’nın “Zvezda”daki pozisyonu gibi daha “başka”. Zoşçenko ile Ahmatova her iki dergide de etkin bir edebi güç haline gelmişlerdir. “Leningrad” dergisi böylece Zoşçenko gibi terbiyesiz yazarlara ve Ahmatova gibi salon şairlerine sayfalarında yer vermekle büyük sorumluluk taşımaktadır.
Ama “Leningrad” dergisinin başka hataları da vardır.
Örneğin, Hazin diye birinin yazdığı “Yevgeni Onegin” (Rus yazım dilinin kurucusu A. S. Puşkin’in manzum eserinin adı. Yevgeni Onegin, eserin başkahramanıdır.) parodisi; eserin adı “Onegin’in Dönüşü”. Bu eserin Leningrad sahnelerinde sık sık gösterildiğini söylüyorlar. Hazin’in Leningrad’ı yermesine Leningradlıların nasıl izin verdikleri anlaşılır gibi değildir. Aslında edebiyat “parodisi” diye adlandırılan bu eserde esas mana, modern Leningrad’da Onegin’in başından geçen maceralara basit ve alaycı bir bakış değil, bunda iftira dolu bir anlam yatmaktadır. Hazin, bizim modern Leningrad ile Puşkin döneminin Petersburg’unu karşılaştırarak, bizim çağımızın Onegin’in yaşadığı çağdan daha kötü olduğunu göstermektedir. “Parodi”nin bazı dizelerine bir göz atmanız yeter. Bizim modern Leningrad’daki hiçbir şey yazarın hoşuna gitmemektedir. O kötü bir niyetle Sovyet insanlarını ve Leningrad’ı lekelemektedir. Hazin’e göre Onegin’in yaşadığı o dönem altın bir çağmış. Ama şimdi öyle değilmiş; yeni yerleşim yerleri, karneler ve izin almalar ortaya çıkmış. Daha önce Onegin’in hayran kaldığı ve yeryüzünde eşi olmayan o güzel yaratıklar şimdi trafik kurallarını denetleyen ve Leningrad’daki evleri vs. vs. onaran kızlar durumuna düşmüşler, izin verirseniz, bu parodiden bir kıta aktarmak istiyorum:
Bizim Yevgeni tramvayda oturuyor,
Ah, zavallı, sevimli insan!
Onun karanlık çağı
Böylesine yolculuk yapmasını hiç bilmezdi
Yevgeni’nin kaderi geriye kalmıştı sadece,
Sanki hayvana dürter gibi,
Ayaklarına basarak geçtiler,
“Budala” diye bağırdılar ona!
Bir an geçmişi aklından geçirerek
Tartışmayı düello ile bitirmeye karar verdi
Elini cebine soktu… Kim ilk önce…
Önceden eldivenleri vardı
Eldivenleri olmadığını anladı
Ses çıkarmadı Onegin, susup kaldı.

İşte Leningrad nasılmış ve şimdi ne hale gelmiş. Leningrad; berbat, kültürsüz, kaba ve acınacak bir halde zavallı ve sevimli, Onegin’in gözlerinin önüne işte böyle seriliyor. Terbiyesiz Hazin Leningradlılara Leningrad’ı işte böyle anlatıyor.
Bu iftira dolu parodinin ardında kötü, zararlı ve çirkin bir niyet yatmaktadır.
“Leningrad’ın redaksiyonu, Leningrad’a ve Leningrad’ın onurlu insanlarına yapılan bu çirkin iftirayı nasıl gözden kaçırdı? Leningrad’daki dergilerin sayfalarında Hazin gibilerinin cirit atmasına nasıl izin verilebilir?
Toplumcu ve büyük şair olan Nekrasov’un anısına doğrudan doğruya hakaret eden diğer parodiye bakınız, bu her akıllı insanı öfkelendiren bir hakaret. Ama “Leningrad’ın redaksiyonu bu çorba gibi karışık esere severek sayfalarında yer vermiştir.
“Leningrad” dergisinde daha başka neler görmekteyiz? Herhalde geçtiğimiz yüzyılın sonlarından kalma o yıpranmış kitaplardan alınmış bayağı ve tatsız yabancı fıkralar. “Leningrad’ın sayfalarını dolduracak başka bir şey yok mu? Dergide yazılacak başka bir şey bulamıyorlar mı? Şehirde muhteşem bir çalışma yürütülmekte; şehir kuşatmadan kaynaklanan yaralarını daha yeni sarmakta ve Leningradlılar savaş sonrası, kalkınmanın ihtirası ve heyecanı içinde. “Leningrad” dergisinde bunun hakkında yazılsa olmaz mıydı? Leningradlılar yaptıkları işlerdeki kahramanlıkların dergilerinin sayfalarında yansıtılmasını daha ne kadar bekleyecekler?
Şimdi de Sovyet kadını konusundaki konulara bir bakın. Savaşın en ağır günlerini omuzlarında taşıyıp, şimdi de ekonominin kalkınmasında zor görevlerin yerine getirilmesinde fedakârca çalışan modern Sovyet kadını, Leningradlı genç kızlar ve özellikle savaş dönemindeki kadın kahramanlar hakkında gerçekleri yansıtmayan Ahmatova’ya özgü kadının rolü ve görevi konusundaki o yüzkarası görüşlerle Sovyet okuyucularını geliştirmek mümkün mü?
Yazarlar Birliği’nin Leningrad’daki şubesinin yaptığı işlerden iki tane edebiyat-sanat dergisinin günümüzdeki kaliteli eserlere açıkça kâfi gelmediği anlaşılmaktadır. MK, bütün edebiyat gücün “Zvezda” dergisinde toplayabilmek için “Leningrad” dergisinin kapatılmasına karar vermiştir. Bu tabii ki, gerekli koşullarda Leningrad’da iki hatta üç derginin olmayacağı anlamına gelmemelidir, bu sorun ancak iyi ve yüksek kaliteli eserlerin olmasıyla çözülebilir. Eğer yeteri derecede kaliteli eserler ortaya çıkarsa ve bu eserlere bir dergide yeterince yer olmazsa, o zaman bir ikinci ya da üçüncü dergi kurulabilir, ancak Leningradlı yazarlarımız ideolojik ve sanatsal yönü yüksek olan iyi ürünler vermelidirler.
SBKP(B) MK’nın, “Leningrad” ve “Zvezda” dergilerinin çalışmaları konusuna yönelik kararlarında belirttiği ve meydana çıkardığı böylesine büyük hata ve yetersizlikler işte bunlardır.
Bu hata ve yetersizliklerin asıl kaynağı nedir? Adı geçen dergilerin redaktörleri, Sovyet edebiyatındaki aktif şahıslar ve aynı zamanda Leningrad’daki ideolojik cephemizin yöneticilerinin, Leninizm’in edebiyat konusundaki temel görüşlerini unutmuş olmaları bu hata ve yetersizliklerin kaynağıdır. Birçok yazar ve sorumlu redaktör görevinde çalışanlar ya da Yazarlar Birliği’nde önemli mevkilerde bulunanlar politikanın sadece hükümetin ve MK’nın işi olduğunu düşünmektedirler. Edebiyatçılara göre politikayla uğraşmak onların işi değil. Adamın biri iyi, güzel ve sanat değeri yüksek bir şey yazdıysa ve bu eserde gençliğimizi yoldan çıkartan ve zehirleyen bozuk bölümler olduğuna bakmadan kullanmaya başlamak mı gerekir? Edebiyatta yönetici olanlar ve yazar çevreleri; Sovyet düzeni olmadan yaşamanın mümkün olmadığı ve bize vurdumduymaz ve ideolojisiz bir ruhta bir gençlik değil de, cesaretli ve devrimci ruha sahip bir gençlik yetiştirebilecek bir politika uygulamalarını istiyoruz.
Leninizm 19. yy. Rus devrimci-demokratlarının bütün olumlu geleneğini canlandırmıştır. Sovyet kültürümüz ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Ve Sovyet kültürümüzün geçmişten kalan kültür mirasının eleştirel yeniden düzenlenmesi temelinde bu gelişmesine ulaştığı da bilinmektedir. Lenin ve Stalin’in defalarca ifade ettikleri gibi, Partimiz edebiyat alanında Belinski, Dobrolyubov, Çernişevski, Saltıkov-Sçedrin ve Plehanov gibi büyük Rus devrimci-demokrat yazarlar ve eleştirmenlerin büyük önemini her zaman kabul etmiştir. Belinski’den beri devrimci-demokrat Rus aydınlarının bütün iyi temsilcileri “temiz bir sanat” ve “sanat için sanat” gibi şiarları kabul etmemişlerdir. Onlar halkın ve halkın yüksek düşünceleri ve toplumsal önemi için yapılacak bir sanatın müjdecisiydiler. Sanat kendini halkın kaderinden soyutlayamaz. Büyük eleştirmen Belinski’nin kendine has üslubu ve coşkusuyla, Gogol’ün halka ihanet edip çarın tarafına geçme denemesini şiddetle eleştirdiği o ünlü “Gogol’e Mektup”u hatırlarsınız. Lenin, bu mektubu o dönemde büyük bir edebi anlam taşıyan ve sansürsüz demokrat yayınların en iyi örneklerinden biri olarak adlandırmıştır.
Edebiyatın toplumsal öneminin büyük bir güçle gösterildiği Dobrolyubov’un politik ve ekonomik konular üzerine yazılmış edebi makalelerini hatırlayınız. Bizim bütün devrimci-demokrat politik ve ekonomik konular üstüne yazılar çarlık düzenine karşı ölümcül kinle dolu olup, bu yazılarda halkın temel çıkarları, halkın aydınlanması, kültürü ve çarlıktan kurtuluşu uğruna mücadelenin verileceği yararlı bir eğilim hâkimdir. Halkın haklı ideallerini gerçekleştirme uğruna mücadelenin verildiği savaşımcı sanat -işte Rus edebiyatının büyük temsilcileri edebiyatı ve sanatı böyle tasavvur etmişlerdir. Bütün ütopik sosyalistlere göre bilimsel sosyalizme daha da yaklaşan Çernişevksi’nin yazılarında, Lenin’in de işaret ettiği gibi “sınıf mücadelesinin ruhu esiyordu.” Çernişevski, sanatın görevinin, yaşamı anlamanın dışında, insanlara şu ya da bu olayların doğru değerlendirilmesini öğretme görevi olduğunu bize göstermiştir. Çernişevski’nin yakın dostu ve silah arkadaşı mücadeleci Dobrolyubov yaşamın edebiyat normlarına göre değil, edebiyatın yaşamdaki akımlara göre değiştiğini işaret ederek, edebiyatta halkçılık ve realizmin ilkelerini şiddetle yaymıştır. Gerçekçilik sanatın temelidir, gerçekçilik yaratıcılığın kaynağıdır. Sanat toplumsal bilinci şekillendirerek, toplumsal yaşamda önemli bir yer alır. Dobrolyubov’a göre; edebiyat topluma hizmet etmeli, çağdaşlıkla ilgili önemli sorunlarda halka yanıt vermeli ve dönemindeki düşüncelerin üst seviyesinde olmalıdır.
Belinski, Çernişevski ve Dobrolyubov’un büyük geleneğini sürdüren Marksist edebiyat eleştirisi sanattaki gerçekçi ve toplumsal akımın sürekli bir savunucusudur. Plehanov sanat ve edebiyat hakkındaki idealist ve bilim karşıtı düşüncelerin meydana çıkarılıp, edebiyatın halka hizmet etmede büyük bir araç olduğunu öğreten büyük Rus devrimci-demokratların temel pozisyonunun savunulması için çok çalışmıştır.
V.I. Lenin, ilerici toplumsal düşüncenin edebiyat ve sanatla olan ilişkisini büyük bir açlıkla ilk kez ifade etmiştir. Edebiyatın partisiz olamayacağı ve bütün proletaryaya yönelik konularda önemli bir yer teşkil etmesi gerektiğini Lenin’in kendine özgü gücüyle gösterdiği ve 1905’lerin sonunda yazdığı “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” adındaki ünlü makaleyi sizlere hatırlatmak istiyorum. Lenin’in bu makalesinde Sovyet edebiyatımızın dayandığı bütün ana noktalar bulunmaktadır. Lenin şunları yazmaktadır:
“Parti edebiyatı da olmak zorundadır. Burjuva törelerine; kazanç sağlayan, ticari burjuva basınına, burjuva edebi kariyerizme ve bireyciliğe, “aristokratik anarşizme” ve kâr peşinde koşmaya karşıt yönde, sosyalist proletarya, parti edebiyatı ilkesini öne sürmeli, bu ilkeyi geliştirmeli ve elden geldiğince onu tam ve eksiksiz olarak pratiğe geçirmelidir.
Bu parti edebiyatı ilkesi nedir? Sosyalist proletarya açısından edebiyat, bireyler ya da toplumlar için bir zenginleşme aracı olmamalıdır diyemeyiz sadece; edebiyat, proletaryanın genel davasından bağımsız, bireysel bir girişim olamaz kesinlikle. Kahrolsun partisiz yazarlar! Kahrolsun edebiyatın üstün insanları! Edebiyat, proletaryanın genel davasının bir parçası haline gelmeli…”
Bakın bu makalede daha neler var:
“İnsan hem toplum içinde yaşayıp, hem de ondan özgür olamaz. Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü, para kesesine, çürümeye, satılık olmaya gizlice (ya da ikiyüzlü biçimde gizlice) bağımlılıktan başka bir şey değildir.”7
Leninizm, edebiyatımızın apolitik olamayacağı ve “sanat için sanat” şiarını yerine getiremeyeceğini, tam aksine edebiyatımızın toplumsal yaşamda önemli ve öncü bir rolü gerçekleştireceğini düşünmektedir. Burada, V.I.Lenin’in edebiyat bilimine yaptığı en önemli katkısı olan Leninist edebiyatta partizanlık ilkesi ortaya çıkmaktadır.
Öyleyse, Sovyet edebiyatının en iyi yönü 19. yüzyıl Rus edebiyatındaki geleneklerin, Belinski, Dobrolyubov, Çernişevski, Saltıkov-Sçedrin gibi büyük devrimci demokratlarımızın kurdukları, Plehonov’un devam ettirdiği, Lenin ve Stalin’in bilimsel olarak işleyip, somutlaştırdıklarının bir devamıdır.
Nekrasov kendi pozisyonunu “mekân ve hüznün ilham perisi” şeklinde değerlendirmiştir. Çernişevski ile Dobrolyubov edebiyatı halka karşı kutsal bir görev gibi görmüşlerdir. Demokrat Rus aydınlarının ilerici temsilcileri yıkılmaya yüz tutmuş çarlık düzeni koşullarında bu yüksek fikirlerinden dolayı ya kürek cezasına çarptırılmışlar ya da sürgüne gönderilmişlerdir. Bu şanlı geleneği unutmak mümkün mü? Onlara saygısızlık gösterip de, Ahmatova ve Zoşçenko gibilerinin gerici şiarı olan “sanat için sanatı” birtakım yollara başvurarak ideolojisizlik maskesi adı alfanda gizleyerek Sovyet halkına yabancı olan bu fikirleri aşılamalarına nasıl izin verilebilir?
Leninizm, edebiyatımızı toplumu değiştirmede çok önemli bir araç olarak kabul etmektedir. Şayet Sovyet edebiyatımız bu büyük eğitici rolünün azaltılmasına izin vermiş olsaydı, bu gerisin geriye “taş devrine” dönmek demek olurdu.
Stalin yoldaş yazarlarımızı, insan ruhunun mimarları şeklinde adlandırmıştır. Bu ifadede derin bir düşünce yatmaktadır. Sovyet yazarları, insanların ve Sovyet gençlerinin eğitilmesinin yanı sıra edebiyatta yapılan hatalarda da büyük sorumluluklar taşımaktadırlar.
MK’nın edebi sorunlar konusunda neden böyle sert önlemler aldığını, bazıları anlayamamaktadır. Bizde henüz böyle şeylere daha alışılmamış. Üretimde hata yapılmasına izin verilirse ya da geniş tüketim mallarının üretiminde programa uyulmazsa, ya da bir ormanı satın alma işi yerine getirilemezse -işte bu durumda azarlama doğal bir olaydır (salonda tasvip edici gülüşmeler), ama insanların, özellikle gençlerin eğitimi ve geliştirilmesi durumunda hata yapılmasına izin verilirse, peki buna tahammül etmek mümkün mü? Oysa bu, bir üretim programının gerçekleştirilememesi ya da üretimde görevin yerine getirilememesinde ortaya çıkan başarısızlıklardan daha önemli değil midir? MK kararlarıyla bütün herkesin politik çalışmalara katılımını kastetmektedir.
Son zamanlarda ideolojik cephede ciddi boşluklar ve yetersizlikler açığa çıkmıştır. “Zvezda” ile “Leningrad” dergileri haricinde, sinema sanatındaki geri kalmışlığı ve tiyatro-dramatik repertuarlarımızın kalitesiz eserlerle tıkanıp kaldığını sizlere hatırlatmak mümkün. MK’nın duruma hemen müdahale edip, bu işleri kararlılıkla düzeltmesi gerekiyordu. MK’nın, halkın ve gençlerin eğitimi konusunda sorumluluklarını yerine getirmeyen şahıslara müdahale etmede yumuşaklık göstermesi beklenemez. Eğer biz, parti saflarında aktif çalışanlarımızın dikkatini ideolojik çalışmalardaki sorunlara çekmek ve bu çalışmalara açık bir yön vermek istiyorsak, o zaman biz Sovyet insanına ve Bolşevizm’e sadık bir şekilde, ideolojik çalışmalarımızdaki hata ve yetersizlikleri kesin bir şekilde ortaya çıkarmak zorundayız. Ancak o takdirde sorunları çözebiliriz.
Bazı edebiyatçılar şöyle düşünmektedirler. Az kitap çıktığı için halkımız savaş döneminde kitaba hasret kalmıştır, kötü olmasına rağmen, okuyucu her kitabı okumuştur. Aslında bu yanlış bir düşüncedir. Biz; yazar, redaktör ve yayıncılar tarafından titizlik gösterilmeden ve nasıl yutturacağız diye düşünülerek yayınlanan her kitaba edebiyatımızda izin veremeyiz. Sovyet halkı Sovyet yazarlardan gerçek ideolojik bir silah, büyük inşanın ve ülkemizdeki halk ekonomisinin kalkınması ve daha gelişimine yönelik planların gerçekleştirilmesine yardımcı olabilecek manevi bir gıda beklemektedir. Sovyet halkı edebiyatçılardan büyük taleplerde bulunmakla birlikte, düşünsel ve kültürel alanlarda tatmin olmak istemektedir. Savaş sırasında bu zorunlu ihtiyaçlara yeterince cevap veremedik. Halk geçmişteki olaylardan anlam çıkarmak istemektedir. Onun düşünsel ve kültürel seviyesi yükselmiştir. Halkımız bizde yayınlanan sanatsal ve edebi eserlerin kalitesinden çoğu zaman tatmin olamamaktadır. Edebiyat alanı ile ideolojik cephede çalışanların bazıları bunu ne yazık ki anlamadılar ve anlamak da istemiyorlar.
Halkımızın istek ve zevkleri çok yüksektir, bunlara cevap verme yeteneğine sahip olmayanlar geride kalacaktır. Edebiyat sadece halkın istekleri doğrultusunda gitmeyi kendine görev edinmekten çok, halkın zevklerini geliştirip, isteklerini daha da artırarak, halkı yeni fikirlerle zenginleştirmek ve ileriye götürmek zorundadır. Halkın ayağına gitmeyen, halkın artan isteklerini karşılamayan ve Sovyet kültürünü geliştirme görevinden yoksun olan hemen gözden düşecektir.
“Zvezda” ile “Leningrad” dergileri yöneticilerinin bu yetersiz çalışmalarında ikinci büyük bir hata daha göze çarpmaktadır. Yönetici konumundaki bazı çalışanlarımız, edebiyatçılarla olan ilişkilerinde Sovyet insanlarının politik eğitimi ile edebiyatçıların politik yönü ve çıkarlarını değil kişisel arkadaşlık ilişkilerini her şeyden daha üstün tutmaktadırlar. İdeolojik ve sanatsal açıdan birçok zararlı ve kalitesiz eserin basımına bazı yazarları gücendirmemek için izin verildiğinden bahsediliyor. Bu çalışanların kimseyi gücendirmemek için halkın ve devletin çıkarlarına göre hareket etmeleri daha iyi olur. Bu gerçekten de doğru olmayan ve çok yanlış bir politik tutumdur. Bu sanki bir köpekle bir milyon rubleyi değiştirmeye benzer.
Merkez Komitesi aldığı kararda, edebiyat alanındaki ilkesel ilişkilerin yerine dostane ilişkilerin tercih edilmesinin büyük zararlar getirdiğine işaret etmektedir. Bazı edebi çevrelerdeki ilkesiz dostane ilişkiler çok olumsuz rol oynayarak, birçok edebi eserin düzeyinin düşmesine yol açmış ve Sovyet edebiyatına ve insanlarına yabancı olan eserlerin edebiyata girmesine neden olmuşlardır. Leningrad ideolojik cephesindeki yöneticiler ile Leningrad dergileri yöneticileri eleştiriden kaçınmışlardır. Bu dostane ilişkilerdeki ilkesizliğin halkın çıkarları aleyhine değiştirilmesi zarar getirmiştir.
Stalin yoldaş, bize kadrolarımızı koruyup, onları bilgilendirmek ve eğitmek istiyorsak, birini gücendireceğiz diye ilkesel, cesur, açık ve objektif eleştiriden korkmamamızı öğretmektedir. Edebiyat örgütünün de dâhil olduğu her örgütte eleştiri yapılmıyorsa bu çürümeye yol açabilir. Eleştiriye tabi tutulmayan bir eser adeta bir hastalık gibi daha derinlere yayılabilir ve onu tedavi etmek sonradan daha da güçleşir. Sadece cesurca ve açıkça yapılan bir eleştiri halkımızı yetkinleştirerek, halkımızın önde gitmesine ve halkımızın çalışmalarındaki yetersizliklerin üstesinden gelmesine yardımcı olur. Eleştirinin olmadığı yerde durgunluk baş gösterir ve ilerleme olmaz.
Stalin yoldaş; her Sovyet insanının her gün kendi çalışmalarının bilânçosunu çıkarmasını; korkmadan kendisini denemesini, çalışmalarını analiz etmesini; eksik ve hatalarını cesurca eleştirmesini; çalışmalarımda daha iyi sonuçlara nasıl ulaşabilirim diye iyice düşünmesini; sürekli yetkinleşmesi konusunda çalışmasını; işte tüm bunların gelişmemizde çok önemli bir koşul olduğunu defalarca dile getirmiştir. Hem edebiyatçıların hem de diğer çalışanların böyle hareket etmeleri gerekmektedir. Çalışmalarının eleştirilmesinden korkup, bundan şüphe duyan halktan saygı da göremez (şiddetli alkışlar).
Çalışmasına eleştirel bir gözle bakmama ve edebiyatçılarla olan dostane ilişkilerde ilkesiz davranma Sovyet Yazarlar Birliği Yönetimi’nde çok yaygın bir hale gelmiştir. Yazarlar Birliği, özellikle de başkan Tihonov yoldaş “Leningrad” ve “Zvezda” dergilerinde ortaya çıkan hem bu kötü durumdan hem de Ahmatova, Zoşçenko ve benzeri Sovyet olmayan yazarların zararlı etkilerinin Sovyet edebiyatına sızmasına engel olamadıklarından suçludurlar. Onlar Sovyet edebiyatına yabancı olan eğilimler ile ahlak kurallarının dergilerimize sızmasına göz yummuşlardır.
Dergiden ve dergideki bölümlerden kimin sorumlu olduğu genellikle bilinmiyor. Tam bir düzenin sağlanamaması Leningrad’daki dergilerin redaksiyonları yönetiminde sorumsuzluğa yol açmıştır. Bu olumsuz durum dergilerdeki eksikliği daha da artırmıştır. Bu eksikliğin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bundan dolayı Merkez Komitesi aldığı kararlarla, derginin yönetiminden ve dergide çıkacak olan eserlerin ideolojik ve sanatsal açıdan kaliteli olması için “Zvezda” dergisine sorumlu bir baş-redaktör atamıştır.
Dergilerde, hiçbir surette düzensizliğe ve anarşi yaratılmasına katlanılamaz. Dergi yönetimi ile yayınlanan eserlerin içeriğinde tam bir sorumluluk gerekmektedir.
Leningrad ideolojik cephesi ile Leningrad edebiyatındaki o şanlı geleneği yeniden kurmak, zorundasınız. Her zaman öncü düşünce ve kültürlerin ocağı olan Leningrad dergilerinin geri kalmışlığın ve ideolojisizliğin sığınağı durumuna gelmesi çok acınacak ve gücenilecek bir durumdur, ideoloji ve kültür merkezi olarak Leningrad’ın haysiyetini kurtarmak gerekmektedir. Leningrad’ın Leninist Bolşevik örgütlerinin beşiği olduğunu hatırlamak gerekir. Lenin ile Stalin burada Bolşevik Partisinin, dünya görüşü ve kültürünün temellerini atmışlardır.
Leningradlı yazarlar ve partinin aktif üyelerinin en onurlu işi Leningrad’ın bu şanlı geleneğini yeniden kurmak ve daha da geliştirmektir. Leningrad’ın ideolojik cephesinde çalışanlar ile yazarlar ve başkanların görevi ideolojisizliği ve geri kalmışlığı Leningrad edebiyatından atmak, Sovyet edebiyatının öncü bayrağını göklere çıkararak, ideolojik ve sanatsal alandaki gelişmelerde imkânları elden kaçırmamaktır. Onlar çağdaş konulardan ve halkın isteklerinden ayrılmayarak eleştirilerde yaltakçılığı, gruplaşmayı ve ahbap-çavuş ilişkilerini değil, her türlü gerçek, cesur, bağımsız ve ideolojik Bolşevik eleştirisini geliştirmek zorundadırlar.
Yoldaşlar, partinin Leningrad Şehir Komitesinin, özellikle de propaganda şubesi ile ideolojik çalışmalardan sorumlu başkanın ve dergilerin bu başarısızlığında asıl sorumlu olan propaganda sekreteri Şirokov yoldaşın büyük bir hataya izin verdiklerini sanırım şimdi daha iyi anlıyorsunuzdur. Leningrad Parti Komitesi, Zoşçenko’nun işe alındığı Haziran ayının sonunda “Zvezda” dergisi redaksiyonuna yeni eleman alma kararı vererek büyük politik bir hata yapılmasına müsaade etmiştir. Partinin Şehir Komitesi Sekreteri Kapustin yoldaş ile Şehir Propaganda Komitesi Sekreteri Şirokov yoldaşın böyle yanlış karar vermeleri ancak politik bir körlük olarak açıklanabilir. Partimizin ideolojik yaşamında, Leningrad’ın eski önemini tekrar kazanması için bütün bu hataların çok çabuk bir şekilde düzeltilmesi gerektiğini tekrarlıyorum.
Partimizin öncü kollarından biri olan Leningrad’daki parti örgütlerini ve Leningrad’ı seviyoruz. Leningrad, Leningrad’ı kendi amaçlarında kullanmak isteyen bazı edebiyat düzenbazlarının sığınağı olmamalıdır. Zoşçenko, Ahmatova ve onlara benzeyenler için Sovyet Leningrad’ının hiçbir değeri yoktur. Onlar ve onlara benzeyenler Leningrad’da başka toplumsal-politik bir düzenin ve başka bir ideolojinin canlandırılmasını görmek istiyorlar. İşte onların gözlerinde görünen Eski Petersburgs özgü olan Eski Petersburg ve bronz at. Ama biz Sovyet Leningrad’ını seviyoruz. Sovyet kültürünün öncü merkezi Leningrad’ı. Leningrad’tan çıkan büyük devrimci ve demokratların o şanlı grubu: Soyunuzu sürdürüyoruz, sizler bizim öncüllerimizsiniz. Modern Leningrad’ın şanlı geleneğini başka bir şeyle asla değiştirmeyeceğiz, bizim yaptığımız her şey bu büyük devrimci demokrat geleneğin gelişiminin bir devamıdır. Haydi, Leningradlı aktif parti üyesi işini daha çabuk ve hızlı yoluna koy! İdeolojik çalışmalarımızı daha ileriye götürmek için uyanık ve cesurca düşünerek hatalarının analizini yap! Leningradlı Bolşevikler, Sovyet toplumunun bilinci ile Sovyet ideolojisinin şekillenmesi meselelerinde ilk adımı atmada ve öncü olmada eski yerlerini tekrar almalıdırlar. (Şiddetli alkışlar)
Leningrad Parti Şehir Komitesi’nin ideolojik cephede böyle bir hataya izin vermesi hâlâ anlaşılır gibi değildir. Şehir Komitesi, şehrin yeniden düzenlenmesi ve endüstrinin kalkındırılması konularında ve şu anda yapılan pratik çalışmalardan heyecanlanarak ideolojik eğitim çalışmalarının önemini belki de unuttu. Bu ihmalkârlık Leningrad’daki örgütlere pahalıya mal olmuştur. İdeolojik çalışmalar unutulmamalıdır! İnsanlarımızın manevi zenginliği maddi zenginlikten daha az önemli değildir. Sadece maddi üretimde değil, ideolojik konularda da yarını düşünmeden körü körüne yaşanmamalıdır. Sovyet insanımız önüne konulacak her eseri okuyacak şekilde yetiştirilmedi. Halkın yüksek ihtiyaçlarını tatmin edemeyip, dünya görüşlerini değiştirmeyen sanat ve kültür alanında etkinlik gösterenler halkın güvenini çok çabuk kaybedebilirler.
Yoldaşlar, Sovyet edebiyatımız halkın ve ülkemizin çıkarları doğrultusunda yaşamalıdır. Edebiyat halkın öz malıdır. Halk sizin her başarınız ve önemli eserinizi kendi başarısı gibi görmektedir. Başarıya ulaşmış her eseri kazanılmış bir savaş ya da ekonomik cephede elde edilmiş büyük bir zaferle karşılaştırmak gerekir. Tam aksine başarısız her eser de halk, devlet ve parti için yüz kızartıcı bir durumdur. Halkın çıkarlarından ve halkın edebi çıkarlarından kaygı duyup, Leningradlı yazarların durumundan rahatsız olan MK kararları bilhassa bu açıdan önemlidir.
İdeolojisiz insanlar Sovyet edebiyatının temelinde çalışanları Leningrad kolundan mahrum etmek, onların düşüncelerini sarsmak ve sanatın değişen toplumsal öneminde Leningradlı yazarların sanatından yoksun bırakmak istiyorlarsa, MK, Leningradlı edebiyatçıların kendi güçlerini bularak Leningrad’daki edebiyat kolunda ve dergilerde bulunan ideolojisizlik, ilkesizlik ve apolitikliği düzene sokmak için bütün denemelerde sınır çizmesini ümit etmektedir, ideolojik cephenin ilerici çizgisini belirleyin, önünüzde uluslararası anlam taşıyan büyük bir görev vardır. Her gerçek Sovyet edebiyatçısının, halkın, devletin ve partinin önünde sorumluluk duygusunu ve yerine getirilmesi gereken görevin önemi konusundaki bilincini artırın.
Başarılarımız, ülke içinde olduğu gibi uluslararası düzeyde burjuva dünyasının hoşuna gitmemektedir. 2. Dünya Savaşı sonrası sosyalizmin pozisyonu güçlenmiştir. Sosyalizm birçok Avrupa ülkesinde günün konusu olmuştur. Bu durum tüm emperyalistleri tedirgin etmektedir. Onlar tüm ilerici insanlığa örnek olan sosyalist ülkemizden korkmaktadırlar. Emperyalistler ve onların düşünsel uşakları, edebiyatçıları, gazetecileri, politikacıları ve tüm diplomatları ülkemizin kötü bir dünya olduğunu yayarak ülkemize ve sosyalizme iftira atmaya çalışmaktadırlar. Bu koşullarda Sovyet edebiyatına düşen görev, Sovyet edebiyatımıza ve sosyalizme yapılan tüm bu iğrenç iftira ve saldırılara karşı sadece darbe ile karşılık vermek değil, çöküntüye uğramış ve soysuzlaşmış burjuva kültürünü cesurca eleştirmek ve ona saldırmaktır.
Batı Avrupa ve Amerikan edebiyatçıları ile aynı zamanda sinema ve tiyatro rejisörlerinin burjuvaziye özgü, moda ve modern sanatı ne kadar göz kamaştırıcı olursa olsun, onların tüm çabaları burjuva kültürünü kurtarmaya ve yükseltmeye yetmemekte, çünkü bu kültürün ahlaki değeri bozuk ve zararlıdır. Bu kültür özel kapitalist mülkiyet ile toplumdaki burjuvazinin egoist çıkarlarının hizmetindedir. Burjuva yazarlar, sinema ve tiyatro rejisörlerinin tümü toplumun ilerici kesimini sosyal ve politik mücadele gibi önemli sorunlardan alıkoyup, düzenbaz ve her türlü macera ve başından geçen olayların anlatıldığı ve müzikhollerindeki kızlar ile gangsterlerin rol aldığı geri kalmış ideolojisiz edebiyat ve sanatla avutmaya çalışmaktadırlar.
Öncü Sovyet kültürünün temsilcileri ile Sovyet yurtseverlere burjuva kültürüne hayran olmak ya da öğrencisi durumuna düşmek bize yakışır mı? Ama her hangi bir burjuva düzenine göre daha yüksek bir düzeni yansıtan ve burjuva kültüründen kat kat yüksek olan edebiyatımızın yeni insan ahlakını başkalarına öğretme hakkı vardır. Bizimkisi gibi bir halkı ve ülkeyi nerede bulacaksınız? Büyük Anayurt Savaşı’nda Sovyet halkımızın gösterdiği ve her günkü çalışmasıyla kültür ve ekonominin barışçıl gelişmesi ve kalkınmasına katkıda bulunan böylesine üstün özelliklere sahip insanları nerede bulacaksınız? Halkımız günden güne daha yükseklere çıkmaktadır. Biz bugün dün olduğumuzdan ilerdeyiz, yarın ise bugün olduğumuzdan daha ilerde olacağız. Biz artık, 1917 öncesi Ruslar değiliz, bizim karakterimiz artık Rus karakteri değil. Biz değiştik. Biz ülkemiz temelinde değişen büyük değişimlerle beraber yetiştik.
Her iyi niyetli Sovyet yazarının görevi şu olmalıdır: Sovyet insanının bu yeni yüksek özelliklerini göstermek, halkımızın yalnız bugününü değil yarınını da görebilmesine öncülük etmek ve halkımızın yolunun aydınlatılmasına yardımcı olmaktır. Yazar olayların gerisinde kalmamalı, halkın gelişmesi için halka yol göstermeli, halkın ön saflarında ilerlemelidir. Sosyalist gerçekçiliğin yöntemlerini kullanarak, gerçekçiliği halkımıza iyi niyetle ve dikkatle anlatmalıdır. Aslında gelişmemizdeki süreci derince yayıp halkı eğiterek, halkımızı ideolojik silahla donatmalıdır. Biz Sovyet insanının iyi duygu ve özelliklerini seçip, yarını açıklayarak aynı zamanda insanlarımızın nasıl olmaları gerektiğini göstermek, geçmişten kalan izleri ve Sovyet insanının ilerlemesine engel olan geçmişin kalıntılarını eleştirmek zorundayız. Sovyet yazarları halka, devlete ve partiye yardım ederek, gençlerimizi hiçbir engelden korkmayan ve gücüne inanan dinç gençler yetiştirmelidir.
Burjuvazinin politikacıları ve yazarları, Sovyet kültürü ile Sovyet düzeninin ulaştığı başarılar konusundaki gerçekleri kendi halklarından gizlemekte, Sovyetler Birliği gerçeğinin kendi sınırlarından sızmaması için demir perde örmekteler ve Sovyet kültürünün gerçek büyümesi ve yayılmasını küçümsemeye çalışmaktalar -işte tüm bu denemeler başarısızlığa uğramıştır. Biz kültürümüzün gücünü ve niteliğini çok iyi bilmekteyiz. Yurtdışındaki kültür elçilerimizin ve sporcularımızın olağanüstü başarılarını hatırlamak gerekir. Yabancılara karşı aşağılayıcı duruma düşmek, ya da onlara karşı savunmada pasif durmak bize yakışır mı?
Feodal düzen ve daha sonra da burjuvazi, gelişmesini ve yeni düzeninin oluşmasını sağlayan bir sanat ve edebiyat kurabildiyse, biz de insanlığın uygarlık ve kültür tarihinde en iyisini gerçekleştirmeye yönelik yeni sosyalist bir düzen ile geçmişin en iyi sanat eserlerini geride bırakan dünyada en ilerici bir edebiyat kurduk.
Yoldaşlar, Merkez Komitesi neyi talep etmektedir? Merkez Komitesi, partinin Leningradlı aktif üyeleri ile Leningradlı yazarlarının zaman geçmeden ideolojik çalışmaların seviyesinin artırılması gerektiğini çok iyi anlamalarını istemektedir. Genç Sovyet neslinin önünde; sosyalist düzenin gücünü ve büyüklüğünü sağlamlaştırma; refah ve kültürümüzü yeni, görülmemiş bir şekilde geliştirmek için Sovyet toplumunun gücünden tam faydalanma görevi bulunmaktadır. Bu büyük görevlerin yerine getirilmesi için engellerden korkmayan, engellere göğüs geren ve her türlü engelin üstesinden gelme yeteneğine sahip başı dik ve sağlam genç nesiller yetiştirilmelidir. İnsanlarımız eğitimli, yüksek düşünceye sahip, kültürlü, ahlaki değerleri yüksek ve şevkli olmalıdırlar. Edebiyatımız ve dergilerimiz çağdaşlığın dışında kalmayıp, Sovyet düzenine bağlı ve halkın çıkarlarını korumada fedakârlık gösterecek gençlerin yetiştirilmesi için partiye ve halka yardımcı olmalıdır.
Sovyet yazarları ile ideolojik mücadeleden sorumlu tüm çalışanlar, şimdi yol gösteren bir hat belirlemelidirler. Dünyanın şimdiki gelişim koşullarında ideolojik cephenin, özellikle de edebiyatın görevleri artmaktadır. Halk, devlet ve parti, edebiyatın çağdaşlıktan ayrılmamasını istemektedir, tüm yönüyle Sovyet yaşam tarzı etkin bir şekilde temsil edilmelidir. Bolşevikler edebiyata çok değer vermektedirler. Onlar edebiyatta büyük politik bir misyon ile halkın manevi ve politik birliğinin güçlendirildiğini ve edebiyatın rolünde halkın birlik ve beraberlik içinde eğitimini açıkça görmektedirler. Parti Merkez Komitesi, manevi kültürün artmasını arzu etmektedir, çünkü MK bu kültür zenginliğinde sosyalizmin en önemli görevlerinden birini görmektedir.
Merkez Komitesi, Sovyet edebiyatının Leningrad kolunun manevi ve politik olarak sağlıklı olduğuna ve en kısa zamanda da hatasını düzelterek Sovyet edebiyatının saflarında gereken yerini tekrar alacağına inanmaktadır.
MK, Leningradlı yazarların çalışmalarındaki yetersizliklerin üstesinden gelinerek, Leningrad’daki parti örgütlerinin ideolojik çalışmalarının en kısa zamanda halkın, devletin ve partinin çıkarları doğrultusunda yükseleceğine inanmaktadır. (Şiddetli alkışlar. Herkes ayağa kalkıyor.)

Ağustos 1997

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑