(Bu yazı, Aydın Çubukçu’nun İstanbul Evrensel Kültür Merkezi’nde 27 Nisan 1996 günü aynı başlıkla yaptığı konuşmadan derlenmiştir.)
Genellikle siyaset adamlarının felsefeyle ilişkisi, ya bir hobi, merak, ilgi düzeyindedir veya kendi eylemlerini düzenlemenin bir yolu olarak felsefeye ilgi duyarlar. Lenin’in felsefeyle ilişkisi ve ilgisi bunlardan oldukça farklıdır. Bir örneğini de Mao Zedung’da görebileceğimiz bir başka türden ilgidir, Lenin’in felsefeyle ilişkisi.
Lenin’in felsefeyle ilişkisinin ilginç bir özelliği vardır. Felsefe üzerine başlıca yapıtı olan “Materyalizm ve Ampriokritisizm” adlı eserini 1908’de yazmıştır. 1908, Rus devrim tarihinde bir yenilgi sonrası dönemdir. 1905 Devrimi yenilgiye uğramıştır. Parti içinde bir gericilik akımı; düzenle uzlaşma eğilimleri baş göstermiştir. Bu arada bazı teorisyenler devrimin yenilgisinin sancılarıyla, teori arasında bir ilişki aramaya başlamışlardır. Bu da felsefeye, daha genel olarak da Marksist felsefeye kuşku biçiminde ortaya çıkmıştır. Diyalektik materyalizmin yeniden yorumlanması, revize edilmesi, Marx’ın Engels’in yazdığı biçimde değil de yeniden yorumlanmış haliyle anlaşılması yolunda eğilim baş göstermiştir. Lenin bu girişime karşı Marksist felsefeyi, Marx ve Engels’te yaratıldığı biçimiyle, savunmaya ve revizyondan geçirilmek istenen bu felsefeyi yeniden kurmaya yönelmiştir. Bu yüzden “Materyalizm ve Ampriokritisizm” adlı eser, materyalizmi savunmak, diyalektiği yeniden ve tahrip edilmemiş biçimiyle partiye anlatmak için yazılan bir eserdir. Ama dikkat çekmek istediğim ilginç nokta şudur: Lenin’in felsefe üzerine çalışmaları asıl olarak 1914, 1916 yıllarında yoğunlaşır. Yani temel felsefi eseri olarak kabul edilen “Materyalizm ve Ampriokritisizm” yazıldıktan aşağı yukarı 7–8 sene sonra Lenin, felsefede kendini yeniden derinleştirme ihtiyacını duymuştur.
“Materyalizm ve Ampriokritisizm”de eleştirdiği insanlar, arasında Lunaçarski vardı, Bogdanov vardı. Çok önemli, sonraları Marksist felsefe üzerine araştırmalarıyla, teorileriyle, eleştirileriyle tanınacak kimselerdir bunlar. Onları eleştirirken Lenin, kendilerinin kullandığı bir sözden hareket eder: “diyorlar ki onlar, yolunuz yanlıştır. Ulaşacağınız sonuçlar da belki yanlış olacaktır. Ama biz bir arayış içindeyiz” diye yazar ve yanıtlar: “ben de bir arayıcıyım. Bitmez tükenmez bir yoldur, Marksist felsefe üzerine çalışmak, kendi payıma ben de felsefede arayanlardan biriyim.”
Lenin, kitapla ilgili notlarında “Marksizm’in kılığı altında bize bilmem hangi tutarsız karmakarışık gerici şeyi sunan kişilerin nerede yollarını şaşırdıklarını araştırmayı kendime görev bildim ” diyor. Dolayısıyla Ampriokritisizmin temel içeriğini oluşturan ilke, Marksist felsefenin savunulması, onun revize edilmesine karşı gerçek temellerinin ortaya konulması ve içeriğinin bozulmadan partiye aktarılmasını sağlamaktır.
Kuşkusuz, Ampriokritisizmi, sahip olduğu felsefi içeriğinin yanı sıra, siyasi bir polemik kitabı olarak da değerlendirmek mümkündür.
Devrimin yenilgiye uğradığı 1908’lerden sonra partide, Gorki’nin de kısmen aralarına katıldığı tanrı arayışçıları, maddenin gerçekliği konusunda kuşkular ileri süren teorisyenler türemişlerdi. Bunlara karşı materyalizmin temel tezlerinin savunulması bir gereklilik haline gelmişti. Şimdi materyalizmin savunulmasının pratik politika açısından önemi nedir diye bir soru sorduğumuzda buna vereceğimiz yanıt, Lenin’in bu kitabı böyle bir dönemde ele almasının nedenlerini daha kolay anlamamızı sağlayacaktır.
Her şeyden önce, işçi sınıfı politikasının; devrimci bir politikanın kalkış noktası, dünyanın değiştirilebilir olduğuna dair materyalist tezdir. İnsanın madde üzerinde eylemli olarak etkili olabileceğini, maddeyi değiştirebileceğini kabul etmedikçe, devrimci politika yapılamaz.
Dünyayı bir nesne olarak kavrayarak bunun üzerinde eylemli insan etkinliğini yani toplumsal bir etkinlik olarak insanın kitlesel etkinliğini örgütleyebilmek her şeyden önce böyle bir ön-kabulü gerektiriyor. Bu dünya değiştirilebilir mi?
Materyalizm ve idealizm arasındaki temel fark, bu sorunun yanıtındadır. İdealizm bu soruyu dünyanın yaratıldığı gibi kalmak zorunda olduğunu iddia ederek yanıtlar; materyalizme göre ise bu dünya, eylemle değiştirilebilir bir nesnedir.
Bütün dinler ve felsefeler kapsamında söylüyorum, idealizm, evrenin ve maddenin yaratıldığı gibi kalacağı, çünkü tanrı iradesiyle oluşmuş bir şeyin, insan iradesiyle değiştirilemeyeceği görüşünden yola çıkar. Varlık üzerinde etkili olunmak, onu değiştirmek, değiştirmeyi istemek tanrıyla bir çatışmaya girmek demektir. Tanrının yaratmış olduğunu, -özellikle siyasi düzlemde ele alındığında- onun kurduğu düzeni değiştirmek insanın harcı değildir. Geçmiş bütün felsefelerin, özellikle Ortaçağ skolastisizminin politikayla çok yakın bir ilişkisi vardır
Tanrı, yukarıdan aşağıya bir kuruluş gerçekleştirmiştir. Dünyanın yaratılışı belli bir sıralamaya, hiyerarşiye göre olmuştur. Ve bu hiyerarşi asla bozulmaz. En üstte tanrı, kral ya da papa (tanrıyla papanın yeri, politik dönemlere göre yer değiştirilebilir) onun altında belli başlı yönetici sınıflar, o noktada halk, toprak köleleri vardır. Bu piramit tersine çevrilemez. Neden çevrilemez? Çünkü bu sıralamanın bozulması, tersine çevrilmesi doğrudan doğruya, piramidin en tepesinde bulunan tanrıyı ortadan kaldırmak anlamına gelecektir.
Skolastik felsefe genel olarak idealizmin bütün türleri, politik örgütlenmeyle, siyasi devlet düzeniyle böylesine sıkı sıkıya bir bağlılık içindedir.
Sonraki dönemlerde de, kapitalizmin gelişmesi, bu felsefenin önemli ölçüde tahribatına yol açmıştır. Burjuvazi, devrimci bir sınıf olarak kendisini tarihe dayattığı andan itibaren feodalizmin bütün ekonomik ve toplumsal sistemini olduğu gibi, düşünce sistemini de eleştiriden geçirip değiştirmeye girişmiştir.
Fransız Devrimi’nin ortaya çıkarttığı ilerici düşünceler genellikle materyalist bir karakter taşır. Aydınlanma döneminin filozofları kralı sorgulayabilmek için, doğrudan doğruya tanrının da yerinin sorgulanması gerektiğini düşünmüşler ve böyle bir sorumluluk altına girmişlerdi. Devrimin yıkıcılığının sınırları dine kadar uzatılmıştı.
Aslında, birçoğu tanrıtanımaz değildi. İçlerinde Spinoza gibi ateist materyalistler olduğu gibi, tanrıtanımazlığını Hıristiyanlık içinde kalarak ifade edenler, Voltaire gibi tanrıya inanan, ve onun kutsallığını korumak için dünyevi olan şeyleri ve en önemlisi de; devleti, tanrının dışında tutanlar vardı. Bunlar aralarındaki bu türden farklılıklara karşın sonuçta devlet ve tanrı ilişkisini devrimci burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda koparmaya yönelmişlerdir. Bu şunu gösteriyor: Herhangi bir siyasi rejimle hesaplaşmak demek, o siyasi rejimin manevi yapısıyla da hesaplaşmayı gerektirir.
Kapitalizm ilerledikçe, burjuvazi reaksiyoner bir tutum takınmaya başlamıştır. İşçi sınıfının ve diğer emekçi sınıfların alttan gelen baskısı, burjuvaziyi, yönetici bir sınıf olarak aynı zamanda gericileştiren bir sınıf haline de getirmiştir. Fransız Devrimi’nin o büyük coşkusu, yıkıcı, tahrip edici, dünyayı dönüştürücü etkisi geçmeye başlayınca, devlet ve din ilişkisi de kapitalizm tarafından yeniden sabitleştirilmiştir. Gerçi din ve devlet, sekülarizm ya da laiklik denilen akımlar doğduktan sonra yönetim bakımından birbirinden ayrılmışlardır. Ancak ideolojik ve politik birlik zemininde, din ve siyaset daima iç içe geçmiştir. Her zaman belirli bir eylemin din açısından ne anlama geldiğini tartışmak, kapitalizm ve burjuvazi açısından önem taşımıştır.
Krallığı, feodalizmi yıkarken, neredeyse aşırı bir din düşmanlığına soyunan burjuvazi, kendisi bir yönetici sınıf olarak örgütlendikten sonra, dini, altındaki sınıflara karşı yeniden bir silah olarak kullanmaya başlamıştır.
Bu noktada, işçi sınıfı ya da diğer ezilen sınıflar için dinle hesaplaşmak sorunu, yeniden gündeme gelmiştir. Ancak bu yeni bir şey değildir ve kapitalizme özgü bir fenomen olarak görmemek gerekir.
Alt sınıfların dinle hesaplaşması, din karşısında bir tutum takınması sorunu, tarihin eski dönemlerinde de gündeme geldi. Tipik bir örnek olarak Thomas Münzer ayaklanmasını gösterebiliriz. Thomas Münzer ayaklanmasında din, açıkça reddedilmez. Ama dinde bir reform isteği vardır.
Papalığa ve onun topraklar üzerindeki egemenliğine karşı toprağın ve insanın özgürleştirilmesi için, tanrının ve İsa’nın yoksul olduğu ve mülkün, ancak onun üzerinde çalışan insana ait olabileceği yolunda bir dinsel sapma ortaya çıkmıştır. Toprak kölelerinin isyanı olarak gelişen Mazdek hareketi de Münzer ayaklanmasına benzer bir içerik taşır. İsyanın ideolojisi doğrudan doğruya ateizme ulaşmıştır.
Anadolu’daki Türkmen ayaklanmalarının pek çoğu da belli başlı Sünni dogmalara karşı, halkın kendisine özgü inançlarını geliştirme çabası ile birlikte olarak ortaya çıktı. İsyancılar tanrıyı farklı anlıyorlar, dini farklı tanımlıyorlardı. Türkmen geleneği dediğimiz, bir biçimde kendisini Alevilikle sürdüren inançlar sistemi aşağıdan gelen sınıfların dinle hesaplaşmasının bir sonucu olarak kendisini gösterir.
İşçi sınıfı ise, yeni bir inanç sistemi yaratmayı değil, birer ideoloji olarak inançların tümünü insan hayatının dışına sürmeyi amaçlar. Çünkü Marx’ın tezine göre, kapitalizm; insanın kendisine yabancılaşmasını en yüksek noktasına çıkarmıştır. Bunun yıkılmasıyla birlikte insan, her türlü yabancılaşmadan kurtulacaktır. Din bir yabancılaşmadır. Çünkü doğrudan doğruya insanın eyleminin sonuçlarını, kendisinden koparmaya yönelik düşünceler sistemi geliştirmiştir.
Üretiyoruz, savaşıyoruz, toplumsal ilişkiler kuruyoruz, bunların hepsi nihayet insanın insanla ilişkisinin sonucunda ortaya çıkıyor. Hiçbir şey bize dışarıdan dayatılmış, dışarıdan verilmiş ve değiştirilemez olarak sabitleştirilmiş değildir. Ama toplumsal ilişkilerin belli bir yerinde, insan, bütün bunların değiştirilemez ve kendisine dışarıdan verilmiş şeyler olduğunu düşünmeye başlar.
Kendi yarattığını başka bir şeyin sonucu olarak görmek; yani insanın, nedenlerle sonuçlar arasında kendisinin denetleyemediği bir sürecin bulunduğunu varsayması, yabancılaşma anlamına gelir. Marx, bunu bu üretim süreci için, “Kapital”de işçinin ürününe yabancılaşması olarak tanımlar. Fabrikada çalışıyorsunuz, bir şeyler üretiyorsunuz, ama üretiminizi ve üretiminizin sonuçlarını denetleyemiyorsunuz. Ürettiğiniz şey size yabancı bir nesne halinde doğuyor. Daha genel bir çerçevede bakarsak, toplumsal ilişkileri biz yaratıyoruz, kendi aramızdaki ilişkiler olarak ürüyor bunlar; siyaset bizim hayatımızın bir parçası olarak doğuyor, din bizim hayatımızın bir parçası olarak doğuyor, ama bunların hiçbiri kendisini hayatımızın bir ürünü olarak göstermiyor, bunların bize dışarıdan dayatılmış olduğunu düşünüyoruz. Bu bir yabancılaşmadır.
Bu, kendi yarattığımız şeylerin, karşımıza birer düşman olarak çıkmasıdır ve bu, yabancılaşmadır. Din gibi, siyaset gibi, gelenekler gibi, kimi kültürel yaşam unsurları gibi pek çok şey, doğrudan doğruya bizim toplumsal hayatımızın bir ürünü olarak çıkmış olmalarına rağmen bizim varlığımızı tehdit eden, bize karşı çalışan, bizi baskı altına alan nesneler olurlar.
Neden ile sonuç arasında, yaratmayla, yaratılan ürünün hareketi arasında bizim denetleyemediğimiz, sonuçlarını belirleyemediğimiz bir yeni ilişkiler sistemi oluşur. O zaman da biz kendimizi etkin özneler olarak kavramak yerine; edilgen, yönetilen ve hep böyle kalacak olan bireyler olarak görmeye başlarız.
İşçi sınıfı politikası yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasına, yöneten yönetilen ikiliğinin son bulmasına yönelik genel bir ilke saptar:
Yönetenler ve yönetilenler biçimindeki bölünmeye son vermek; nihai amaç budur. Komünizm, insanın yabancılaşmadan tümüyle kurtulduğu sömüren sömürülen ilişkisinin ortadan kaldırıldığı, yöneten yönetilen ilişkisinin yok edildiği bir toplumsal hayatı önerir. Bunun gerçekleştirilebilmesi için ise, her şeyden önce gerçekleşebilir olduğunun düşünülmesi gerekiyor. Marksist felsefenin içeriği budur. İşçi sınıfı, çok basit olarak maddeye hâkim olabileceğimizi, dünyayı değiştirebileceğimizi söyler bize; madde bizim dışımızda ve bizim kontrolümüzün ötesinde bir varlık değil, doğrudan doğruya eylemimizle onu denetleyebileceğimiz bir yerde duruyor. Onu değiştirebilir, onun değiştirilmesi süreçlerini denetleyebilir ve nedenlerle sonuçlar arasında doğru bağlantılar kurarak ona egemen hale gelebiliriz. Materyalizmin, idealizmden politik ve toplumsal bakımdan farklılığı, işte dünyanın değiştirilebilir olduğuna dair bu saptamada ortaya çıkar. Tartışma basitçe, maddenin varlığı ya da yokluğu, maddenin insan hayatının içinde mi yoksa dışında mı olduğu sorusu ekseninde dönüyor gibi görünse de; tartışmanın sonunda gelip bağlandığı nokta, toplumsal ve politik bir noktadır.
Lenin’in “Materyalizm ve Ampriokritisizm”i yazma konusunda gösterdiği çabanın anlamını da bu nokta açıklar. Partinin içinden birileri çıkıp da “madde yoktur, madde bizim düşüncemizin ürünüdür dediğinde, Lenin “der, ne olacak desin” demiyor, çünkü o birileri çıkıp da madde bizim düşüncemizin ürünüdür, bizim dışımızda bir varlığı yoktur demeye başladığı andan itibaren bütün siyasal yapıların, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin, partinin görevinin vs. egemen sınıflar açısından düşünülmeye başlandığı bir sürece girilmiş olunuyor. Felsefe bu bakımdan siyasi bir rol üstleniyor. “Materyalizm ve Ampriokritisizm”i, bu bakımdan felsefi bir eser olmaktan çok, parti içindeki polemikleri yönlendirmeye ve onlara çeki düzen vermeye yönelik siyasi bir eser olarak değerlendirmek gerekir.
Lenin’in “Materyalizm ve Ampriokritisizm” dışında tamamlanmış felsefi bir eseri yoktur. 1916’da “Diyalektik Sorunu Üzerine” başlığını taşıyan bir çalışma yapmaya niyetlenmesine karşın bir türlü tamamlama fırsatı bulamaz.
Bunun ötesinde, Lenin’in yayınlanmasını düşünmeden kaleme aldığı defterler dolusu felsefe yazıları vardır. Belki amacı bu defterleri yazarken kendi kafasını açmak, felsefeyi öğrenmekti. Aslında, ben de bir arayıcıyım diyordu. Bu arayışının bir ürünü olarak 1914–1916 yılında, devrime bir yıl kala, yani en karışık, en yoğun politik ve toplumsal olayların yaşandığı dönemde bu defterleri kaleme almıştır. Bu sıralarda Birinci Dünya Savaşı patlamış, emperyalizm, henüz Marksistler tarafından teorik bakımdan çerçevesi tamamlanmamış bir olgu olarak ortaya çıkmış, çetin bir sınıf mücadelesi ortamına girilmiş; Almanya, Fransa, İngiltere hatta Osmanlı İmparatorluğu büyük karışıklıklara düşmüş; bu ülkelerdeki sınıf mücadeleleri ve devletlerin birbirleriyle savaşları tüm dünyayı sarsmaya başlamışken Lenin’in oturup felsefe çalışması son derece ilginçtir. 1914–1916 yılları arasında tutulan bu defterler karıştırıldığında görülecektir ki, Lenin, inanılmaz felsefe ve mantık problemleriyle uğraşmaktadır. Hegel’in, yanına yaklaşmaya bile cesaret isteyecek karmakarışık dilini kavram kavram çözmeye çalışır; başka işi yok herhalde!
Felsefe çalışmaları sürerken, bu 2 yıl içinde çıkarttığı gazete, yazdığı makaleler, parti için kaleme aldığı bildiriler ve kitaplar vardır. “Emperyalizm” adlı kitabı bu dönemde yazar. “Sosyalizm ve Savaş” broşürünü bu dönemde yazar. “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine” çok geniş kapsamlı bir makalesi bu dönemde yazılmıştır. “Sosyalist Devrim” ve “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” broşürünü bu dönemde yazar. Diğer onlarca makalesinin sözünü etmiyorum. Harıl harıl felsefe çalışırken neden bunları yazıyor. Felsefe kitabı yazsa daha iyi olmaz mıydı acaba?
Şimdi sorun şurada; felsefenin ne olduğuna verilen yanıtla bu ürünler arasında çok dolaysız bir ilişki var. “Emperyalizm”, “Savaş Sorunları”, “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” üzerine gibi kitaplar, 1914–1916 yılları arasındaki o yoğun felsefe çalışmaları içinde ortaya çıkmış, katıksız polemik ürünleridir. O dönemde Avrupalı sosyalistler arasında, dünya savaşı karşısında takınılacak tavır konusunda çok çetin bir çatışma var.
Sosyalist teorinin dönemeçlerinden birisini yaşıyor Avrupa sosyalizmi. Özellikle Alman Sosyal Demokrat Partisi içinde, Almanya’nın savaştaki tutumunun ne olması gerektiği konusunda belirsizlik vardır. Savaşta Alman emperyalizmi, Alman işçileri tarafından desteklenecek midir? İşçiler emekçiler yurt savunması için cepheye gidecek midir? Yoksa parti ve işçiler kendi devrimci görevlerini yapmayı, kendi burjuvalarına karşı savaşmayı sürdürecekler midir? Bu tartışma Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin zirvesinde şu biçimde bağlanır: Yurt savunması esastır. Savaş ödenekleri için Alman Parlamentosu’nda olumlu oy verilecektir. Çünkü Alman işçilerinin çıkarıyla Alman burjuvalarının çıkarları özdeştir. Bu savaşta bunlar bir araya gelmiştir. Bunları ayırmak da bizim işimiz değildir diye düşünür parti. Lenin, Almanya partisinin bu tutumunu açıkça sosyal emperyalizm olarak adlandırır. “Bir taraftan sosyalist olduğunuzu söylüyor ama diğer yandan emperyalizmin çıkarlarını savunuyorsunuz. Bu olamaz. Partinin görevi iç savaşı hazırlamaktır. Dışarıdaki savaşa katılmak değildir” der. Bu sırada 2. Enternasyonal de bu yönde bir eğilime doğru kaymaya başlar. 2. Enternasyonal Oportünizmi denilen olgu, I. Dünya Savaşı koşullarında biçimlenmeye başlamıştır. Bu arada Lenin, felsefe okumaya devam eder. Hegel okur. Feuerbach okur. Aristo’yu inceler, dönüp Demokritos’u inceler; notlar alır ve defterler dolmaya devam eder. Ama diğer yandan da emperyalizm ve savaş arasındaki ilişkileri, emperyalizmin doğasını incelemekte, tezler geliştirmektedir.
Demek ki, Rusya, devrime doğru giderken, Lenin yoğun bir felsefe çalışması içinde görünüyor. Böyle bir dönemde felsefeye yönelmesinin nedenini, Marksist felsefeye yaptığı en önemli katkılardan biri olan Bilgi Teorisi ve Mantığın Birliği Tezi’nde bulabiliriz. Lenin’in felsefeye yönelişinin açıklaması “Bilgi Teorisi ve Diyalektik Mantığın Birliği” tezinin içindedir. Nedir Bilgi Teorisi ile Mantığın Birliği?
Bu, diyalektik materyalizm tarafından daha önce fazla işlenmemiş, onda örtük olarak içerilen bir tezdir. Açığa çıkartıp geliştirmek Lenin’in işi olmuştur. Eski felsefi sistemlerde, bilgi süreci, bilginin ortaya çıkışı, insanın dışında bir süreç olarak anlatılır. Bilinebilecek her şey önceden tanrı tarafından bilinmiş ve bildirilmiştir. Kutsal kitap aracılığıyla bildirilen herhangi bir bilgiyi aramak, bunun ötesinde bir bilginin var olabileceğini düşünmek bile günahtır. Bilgi bizim dışımızdadır. Peki, tanrının verdiği bilgiyi anlamak için ne yapmalı? Her şeyden önce inanmalı, ondan sonra da bu bilgiyi diğer durumlara uygulayacak bir mantık geliştirmeli.
Mantık böylece bilginin dışında ama bilgiyi anlamak ve açıklamak için bir yol olarak gelişir. Mesela “bütün insanlar ölümlüdür” diye bir bilgi var elimizde. Bu bilgi içinde tek bir insanın durumunu anlamak için mantık şöyle ilerleyecektir. “Bütün insanlar ölümlüdür. Ahmet bir insandır, öyleyse Ahmet de ölümlüdür.” Aristo mantığı dediğimiz formel mantık, var olan belli tümel gerçeklerden, tümel bilgilerden tekil bilgileri çıkarmaya yönelik bir araçtır. Tümel bilgi tanrı tarafından verilmiştir, sabittir. Tekilin bilgisi buradan kademe kademe çıkarılacaktır. İzlenecek yöntem ise tümdengelimdir. Bu durumda bilgi bir yanda, mantık diğer yanda durur. Mantık, bilgiyi anlamak, anlatmak için bir araçtır.
Diyalektik materyalizmde ise Lenin’in saptamasıyla söyleyelim; bilgi teorisi ve mantık bir ve aynı şeydir, özdeştir. Bilgi teorisinin dışında ayrı bir mantık yoktur. Mantığın dışında da ayrı bir bilgi teorisi yoktur. Alıntı okuyorum: “Nesnel gerçekliğin bilgisinin diyalektik süreci canlı sezgiden soyut düşünceye, soyut düşünceden de pratiğe gider.” Bilmek ve yapmak, teori ve pratik, aynı sürecin unsurlarıdır. Ayrı şeyler değillerdir. Yaparken öğreniriz. Öğrendiğimizi genelleştirir, daha yüksek bir bilgi düzeyine yükseltir ve yerden iş yaparız, insanın dünya üzerindeki eyleminin düşünce ve pratik olarak birbirinden ayrılmaz ve birbirini sürekli tamamlayan iki yönü vardır. Bu ikisi birbirinden ayrı yerlerde durmazlar. Diyalektik materyalizmin tezi budur.
Yani bilmek ve yapmak biri önceden, öteki sonradan gelen ya da öbürü önce diğeri sonra ortaya çıkmak üzere bir sıra izlemezler; birbirinin içinde ve birlikte ilerlerler. Bilgi, iş yaptıkça gelişir; bilgi edinildikçe iş yapılır.
Ama hiç kuşkusuz ilk başlangıçta insanın dünya üzerindeki eylemi vardır. Bir taşı alıp ondan bir balta yapan insandan bilgisayar teknolojisine gelinceye değin süreç, sürekli olarak yapmak, bilgiyi ilerletmek, yeniden yapmak biçiminde eylemle düşüncenin iç içe geçtiği bir seyir izler.
Bunun dışında bir mantık, değiştirme eyleminin ve onun bilgisinin dışında bir mantık yoktur. Doğrudan doğruya diyalektik bilgi süreci dediğimiz şey, aynı zamanda diyalektik düşünme süreci olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla diyalektik materyalizmin bilgi teorisi ile mantığı bir ve özdeş şeyler olarak pratik etkinlik düzleminde gerçekleşir ve tanımlanır. Bunun önemi, devrimci politika açısından açıktır. Pratik, teori, pratik, teori, pratik, şeklindeki dizilişte önce bir işçi sınıfı eylemi, tarihsel olarak bakarsak işçilerle burjuvalar arasındaki ayrışma ve bunun düşüncesinin gelişmesi; ütopik sosyalizmin ortaya çıkması, ondan sonra bilimsel sosyalizmin gündeme gelmesi, bilimsel sosyalizmin kendi içinde ilerlemesi daima işçi sınıfı eylemiyle, onun politik mücadelesiyle bunun teorisi arasındaki ilişkilerin sürekliliği olarak görülür.
Savaş ve devrim koşullarında; sosyalist saftaki görüş ayrılıklarının derinleştiği bir dönemde bilgi teorisiyle, mantığın bir ve aynı şey olduğu tezine vurgu yapmak, bunu öne çıkarmak, böyle bir tezi o dönemde inşa etmek, pratik politika bakımından olduğu kadar, sosyalist düşüncenin de netleşmesi bakımından önem taşımaktaydı. Sosyalizmi, savaş gibi, çok çetin bir sınama ortamında burjuvazinin menfaatleri doğrultusunda yorumlanma tehlikesinin bulunduğu koşullarda yeniden netleştirmek ve onu işçi sınıfının eyleminin, işçi sınıfının kurtuluşunun bir teorisi ve örgütlenmesi olarak inşa etmek önemliydi.
Yani 2. Enternasyonal Oportünizmi olarak tarihe geçen ve her ülkedeki sosyalist partilerin kendi burjuvalarını desteklemesini savunma noktasına ulaşan görüş, bir bakıma nesnel ilişkilerin, işçi sınıfının içinde bulunduğu nesnel koşulların, burjuvazinin lehine yorumlanmasının sonucudur. İşçi sınıfının çıkarlarını burjuvaziye karşı her koşul altında savunmak ve bu doğrultuda politika yapmak gerektiğini düşündüğü için Lenin, pratikle düşüncenin birliğini saptayan tezini önemle öne çıkarmıştır.
Gündelik sözcüklerle ifade edilirse bu tezle “nasıl düşünüyorsan öyle davran. Yaptığın iş kadar konuş, yaptığın iş gibi düşün, yapman gereken şeyi düşündüğün gibi yap” denilmektedir. Düşünceyle pratiğin birliği olarak formüle edebiliriz bunu. Bu kadar karışık bir ortamda, pek çok ciddi sorunun birbirini izleyerek yığılmaya başladığı bir dönemde, Lenin’in felsefeyi neden böyle ciddiyetle okuduğunu yavaş yavaş anlamaya başlıyoruz.
Bu çalışmalar, yani “Emperyalizm”, “Sosyalizm ve Savaş” adlı kitaplar, “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine” başlıklı makale ve “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” üzerine çalışma, felsefede Lenin’in derinleştikçe, ilerledikçe kendisinin de ne kadar geliştiğini gösteren eserlerdir aynı zamanda.
Bu eserler 1914’ten önce yazdığı yapıtlarıyla kıyaslandığında, Lenin’in 1914’ten sonra, yani felsefe çalışmalarını geliştirdikten sonra yazdığı yapıtlarındaki belirli bir düzey farkı mutlaka fark edilecektir. Daha önce Lenin felsefe bilmiyor muydu? Biliyordu, hem de çok iyi biliyordu. Ama 1914–1916 arasındaki yoğun olarak Hegel’le ilgilendiği o dönemden sonra bir sıçrama gerçekleştirilmiştir. Mesela şunun farkına varmıştır; “Diyalektik Sorunu Üzerine” adlı makalesinde, daha önce Marksist felsefenin ustaları olarak gördüğü ve Plehanov ve hatta Engels için yeterince vurgu yapmadıkları sorunlar listesi çıkarmış; “göremedikleri şeyler” ifadesini kullanmıştır. Lenin’in Engels’in göremediğini söylediği mesele nedir peki? Birin ikileşmesi sorunudur bu.
Lenin, kendisinden önceki kimi Marksistlerin göremediği bu meseleye şöyle işaret eder:
“Tek bir bütünün parçalanması ve onun çelişkili parçalarının kavranması, diyalektiğin özüdür. Hegel de sorunu tıpkı böyle koymuştur.
Diyalektiğin içeriğinin bu yönünün doğruluğu, bilim tarihi ile sınanmalıdır. Diyalektiğin bu yönü (örneğin Plehanov’da) çoğu zaman yeterince ilgi görmez: Karşıtların özdeşliği örneklerin toplamı olarak alınır (“örneğin bir tohum”, “örneğin ilkel komünizm”. Aynı şey Engels için de doğrudur. Ama bu, “konunun basitleştirilmesi uğruna…” yapılır), bir kavrama yasası olarak (ve nesnel dünyanın bir yasası olarak) değil.”
Karşıtların varlığını birin içinde ikiliğin olması sorununu bir örnekler toplamı olarak düşünmek; teoriye, diyalektik materyalizm teorisine ilerleme getirmemiştir. Lenin’in buna niyetlendiği ama tamamlayamadan bıraktığı dört sayfalık bir makale vardır. Bu dört sayfalık makale son derece önemlidir ve diyalektik materyalizmin bundan sonraki gelişiminde kalkış noktası olabilecek bir yoğunluk göstermektedir.
Birin ikileşmesinin pratik politika açısından önemi nedir? Pratik bir politikacının başarılı bir eylem, başarılı bir örgütleme yapabilmesi için yöneldiği nesnenin çelişkilerini net olarak ayırt edebilmesi gerekir.
Eğer değiştirmek istenen nesne, çelişkilerden yoksun bir şey olarak görülüyorsa onu değiştirmek mümkün değildir. Değişmenin ve hareketin dinamiği her şeyin kendi içindeki çelişkidir. Kural budur. Öyleyse çelişkiyi görmeden çelişenlerin ne olduğunu anlamadan, herhangi bir şeyin değiştirilmesinin olanağı yoktur.
Lenin, öyle bir dönemde, bir yandan teori ve pratik arasındaki ilişkiye vurgu yaparken diğer yandan da çelişkiler sorununu diyalektiğin özü olarak anlatan makaleyi kaleme almıştır ve “Diyalektik aslında karşıtların birliği ya da özdeşliği yasasına indirgenebilir” demiştir.
Demek ki diyalektiğin bütün özü karşıtların birliği ya da özdeşliği yasasıdır. Devrimci politikacının işini de, karşıtlığı yakalamak, karşıt olan unsurları tespit etmek ve bunlardan hangisinin değişim ve hareket yönünde etkili olacağını görmek ve onun üzerinden iş yapmak diye özetleyebiliriz. Karşıtlık hangi unsurlardan oluşuyor; önümüzdeki bütünün ikili yapısı nedir. Bu birin içindeki iki nelerden oluşmaktadır. Ve bunlardan hangisinin üzerine gidersek, hangisine yön verirsek, geliştirmeye çalışırsak, onu parçalar, hareket ettirir, değiştirebiliriz.
Felsefe demek ki öyle mızmız bir iş değil; çetin bir iş.
İnsan dünyayı değiştirmek istiyorsa; yeni bir dünya, yepyeni bir dünya kurmak istiyorsa önündeki o büyük bütünün hangi çelişenlerden oluştuğunu, sorunun ilerletici bir biçimde çözülmesi için hangi çelişkinin yenilmesi gerektiğini saptamalıdır.
Bu temel soruya basitçe şu cevabı verebiliriz. Birin içindeki ikilik, işçi sınıfıyla ve burjuvaziden oluşuyor. Aynı toplum içinde iki temel kutup var.
Dünyayı nasıl ileriye götürebiliriz, burjuvaziyi destekleyerek mi yoksa işçi sınıfının savaşına omuz vererek mi? Çok basit sorular. Burjuvaziyi desteklersek ne olur? Acaba ilerletebilir miyiz dünyayı? Tarihe bakıyoruz, egemen bir sınıf olarak burjuvazinin tutumuna bakıyoruz bundan bir halt çıkmayacağını anlıyoruz. İşçi sınıfına bakıyoruz ve bu sınıftaki dinamizmi saptıyoruz. İleriye doğru götürecek, toplumu yeniden ve başka bir temelde kuracak güç o. Öyleyse bu çelişenlerden hangisi dünyayı ileriye götürecekse dünyayı değiştirme eylemine onun üzerinden girişeceğiz. Çok basit bir sorudur işçi sınıfını mı burjuvaziyi mi desteklemek gerektiği sorusunu Lenin’e sorarsan, buna güler. Ama Bernstein da güler. Bernstein işçi sınıfının politikasını yaptığını ileri sürer. Alman Sosyal Demokrat Partisi ne partisi: “İşçi Partisi!” Ama pratik bir sorun karşısında işçi sınıfı mı burjuvazi mi sorusu kendisini savaş bütçesinin oylanması biçiminde dayatır dayatmaz Bernstein “Burjuvazi” diyor. Burjuvaziye destek veriyor, savaşan emperyalist burjuvaziye destek veriyor. Demek ki yalnızca çelişkiyi görmek çelişenlerin bütünlüğünü, onlar arasındaki savaşı görmek yetmiyor, aynı zamanda bu çelişenlerden hangisinin, ne biçimde eyleme sevk edileceğini de bilmek gerekiyor. Bu çelişkinin nasıl çözüleceğine dair çok sağlam bir politik duruşa da sahip olmak gerekiyor.
Lenin’in politikayla felsefe arasında bu kadar dolaysız bir ilişki kurmasının, bu kadar iç içe olmasının nedenini o zaman anlıyoruz. Şunu hep merak etmişimdir ama araştırmak pek mümkün olmadı. 1914–1916 arasında Lenin çok yoğun felsefe çalışırken Bernstein ve Kautsky ne okuyorlardı? Onlar da felsefe okuyor muydu, felsefeye bu kadar ilgi duyan başka sosyalist önderler var mıydı?
Lenin bunu neden yaptı? Sorunun biraz daha düşünmemize yol açacak başka bir önemi var. Biz özellikle, son dönemlerde, son on yıl içinde felsefeyi ikinci ve zor bir iş olarak düşünmeye başladık. Pek çok arkadaşımız ekonomiyi, ekonomi politiği veya politikayı devrimci politikanın konularını öğrenmeyi tercih ettiler ama felsefeyi “zaman kalırsa yapmak” gibi bir eğilime girdiler. Felsefe biraz da zor geliyor sanki…
“Öbürlerini öğrendikten sonra felsefeyi yaparız” gibi eğilimi birçok arkadaşta gördüm ben. Ama Lenin’in eylemi içindeki o bütünlükten anlıyoruz ki, felsefe politikanın çok dolaysız bir bileşeni. Daha doğrusu neredeyse felsefe olmaksızın yapılamayacak bir iş, politika; Devrimci Politika…
Neden? Felsefenin başlıca işlevinin çelişkileri bulmak olduğundan söz ettik. Bir önemli konu daha var; bağıntılar kurmak. Ele aldığımız yapıyı bir bütün olarak görmediğimiz zaman, daima ayrıntılar içinde boğulur, günlük olaylar peşinde koşar ama genel bir değiştirme eyleminde de zorlanırız. Nesneyi bir bütün olarak görmeyince, bütünü değiştirmek gibi bir dert de olmaz.
Felsefe, dünyayı bir bütün olarak görmemizi sağlar. Bağıntılı her parçası diğeriyle etkileşim içinde bir bütün; her şeyin birbirine bağlı olduğu bir bütün olarak. O zaman şunu düşünmeye başlarsınız; değiştirmek, çelişkilerden hareket etmeyi gerektiriyor. Ama bir başka yapılması gereken şey de neyin bir diğerine hangi bağıntıyla bağlı olduğunu bulmak.
Şöyle de özetlenebilir: Neye dokunursam neyi hareket ettiririm. Neyi iteklersem başka şey yere düşer gibi basit sorulara yanıt verebilmemiz gerekir. Ne diyordu İskoçyalı bir şair; “Bir yıldızın canını yakmadan, bir çiçeği koparamazsınız. ” Demek ki evreni bir bütün olarak görmek, her şeyin birbirine bağıntılı olduğunu düşünmek, aynı zamanda karşılıklı etkileşmeleri içindeki toplumsal hareket unsurlarını kavramak demektir.
Basit bir soru; “1 Mayıs’ta bir meydanda olacağız, işçilerin büyük bir kısmını o meydana yığmamız için ne yapmalıyız” gibi bir soru, her politik, Devrimci Partinin de Emek Partisi’nin” de sorusu. Ama eğer işçi sınıfıyla meydanda kutlanacak olan 1 Mayıs arasında bir bağıntı, fabrikalarla sendikalar arasında bir bağıntı, doğrudan doğruya çağrıyı yapacak olanlarla sınıf arasında bir bağıntı doğru dürüst kurulmamış ve var olan bağıntılar keşfedilememişse, yapılabilecek bir şey yoktur. Partinin görevi nedir? “Bağıntıları keşfetmek ve yeni bağıntılar kurmaktır; Felsefe yapmaktır.” Çok basit bir şey. Bağıntıları keşfetmeye çalışıyorsanız felsefe yapıyorsunuz demektir. Ama felsefe yaptığını bilmeden felsefe yapmak bir şeye yaramaz. Felsefeyi bilerek yapmak gerekir.
Diyalektik materyalizmde, demin söyledim, bilgi süreciyle mantık özdeştir. Felsefe, genel olarak bakıldığında, kavramlar ve kategoriler arasındaki bağıntıları inceler. Bir yandan yeni kategoriler icat eder, bir yandan da bunlar arasındaki bağıntıları inceler. Örneğin, Öz ve Biçim arasında ne gibi bir ilişki vardır? Olanakla gerçeklik arasındaki ilişki nedir, bağıntı nedir? Herhangi bir olayın hangi kategoriyi meydana getirmesi başka hangi kategorilerin devreye girmesiyle mümkündür? gibi sorular ortaya atar ve sonra, kategoriler; yani nedensellik, öz, vs. gibi, bizim düşünmemizi sağlayan, düşünme araçları olarak yarattığımız kategoriler arasındaki bağıntıyı devreye sokarak bunlar arasında ilişkiler kurar. Sistematik bir düşünme biçimi yaratır felsefe ama bunu hep kavramlar ve kategoriler aracılığıyla ve bunların arasında kurduğu bağıntılar aracılığıyla yapmaya çalışır.
Kavramlar ve Kategoriler; nesnel hayatın yüksek düzeyde soyutlanmış yansımalarıdır. Ör: “Bobi bir köpektir” dediğimizde, biz, Bobi’yi bir kavramla ifade etmiş oluruz. Bobi’nin ne olduğunu anlamak için o tekil varlığı daha genel bir şeye bağlarız. Dünyada köpek diye bir şey yoktur aslında. Var mı? Genel olarak köpek diye bir şey yoktur, köpekler vardır.
Genel olarak köpek bir kavramdır. “Bobi bir köpektir” dediğimiz zaman o özel sahici varlığı bir kavrama bağlayarak tanımlamış oluruz. Böylece özel ve genel arasında bir ilişki kurarak onun ne olduğu hakkında bilgiye ulaşırız. Hegel’in sözüdür: “Asla meyve yiyemeyiz” der. Niye? Çünkü “ya erik, yeriz, ya karpuz yeriz, ya çilek yeriz; meyve yiyemeyiz.” Meyve bütün bunların genel adıdır, olmayan bir şeydir. Bir soyutlamadır, bir kavramdır. Felsefe; karpuzla, armutla uğraşmaz meyveyle uğraşır. Kategori dediğimiz şey budur. Bir soyutlamadır, genellemedir.
Felsefe genelleme yapmaktır, genel ve bütünsel düşünmektir, parçaların, durumların, ayrıntıların hepsini birden bir bütün olarak görebilmenin bilimidir. Bütünü görmek politika açısından çok önemlidir,
Bu, şu anlama tabii ki gelmez; felsefeyi öğrenirsek ekonomi öğrenmeye gerek kalmaz, çünkü bütünü öğreniyorum ben, anlamına gelmez.
Felsefenin, bilgi alanlarının her birini kavramak, ama bilgi alanlarının üzerinde durmak gibi bir işlevi var. Bilgi alanlarının bilgisinin genelleştirilmiş halini ifade eder, Bilgi alanlarının kendisi değildir. Bunun gibi politikanın da kendisi değildir. Politikanın yerine geçmez felsefe… Ama felsefe olmadan politika olmaz, yapamazsınız. Diyalektik materyalizmi kastediyorum, ne diyelim, “varoluşçu” felsefeyi savunuyorsunuzdur ve ben politika yapmak için varoluşçuluğu yeterli görüyorum diyebilirsiniz yahut Aristo mantığıyla da bu işi yürütürüm diyebilirsiniz, suyu mu çıktı binlerce yıl insanlar Aristo mantığını temel gerçeklik olarak kavradılar, kullandılar, diyebilirsiniz. Bunları yapanlar da olabilir. Ama Devrimci Politika, diyalektik materyalizm olmadan yapamaz, bu ikisi birbirine çok bağlıdır; işçi sınıfının eylemiyle diyalektik materyalizm birbirinden ayrılmaz; Lenin’in bütün pratiği içinde de görüyoruz bunu.
Bağıntılar kurmak, bütünü görmek, yeni bağıntılar keşfetmek, aynı zamanda bağıntılı olanlar arasındaki çelişkileri yakalamak; basit iş, üç tane iş yapacaksınız o da o kadar karışık değil. Bunlar; Nesneler, olaylar, ilişkiler arasındaki bağıntıları bulacaksınız, bu bağıntıları denetlemek ve onlar üzerinde etkili olabilmek için içlerindeki çelişkileri bulacaksınız, olayı bir bütün olarak göreceksiniz. Bunları yaptığınız zaman Lenin’in yaptığını yapabilirsiniz.
Üç küçük, basit iş.
Ağustos 1996