Geçtiğimiz aybaşlarında burjuva basın, Yunanistan’ı “baş düşman” olarak hatırlatmayı amaçlayan saman alevi bir kampanyayı hızla başlatıp gene aynı hızla bitirdi. Önceki saldırgan kampanyalara göre, kısa sürede sönüp giden bu propaganda savaşında, tartışma konusu olarak ileri sürülen problemlerin hepsi, eskiden beri ısıtılıp ısıtılıp tekrar gündeme sokulan problemlerdi. Fakat bunlar, yeni ve acil durumlar gibi yansıtılarak, neredeyse bir savaş atmosferinin yaratılmasında kullanıldılar.
Daha önce de, Yunanistan ile Türkiye arasındaki problemlerin, esas olarak her iki ülke burjuvazisi tarafından, kendi kamuoylarına yönelik olarak öne çıkarıldığına ve uluslararası pazarlıklarda karşılıklı birer koz haline getirilmelerinin ötesinde ciddiyetlerinin bulunmadığına değinmiştik. (Bkz. “Gizli Pazarlıkların Legal Görüntüsü: İstanbul’da NATO Toplantısı” başlıklı yazı, ÖD Sayı 70) Bu, Türkiye ile Yunanistan arasında tarihsel bir sorun olarak duran Kıbrıs konusunda, Ege Kıta Sahanlığı sorununda ya da her iki ülkenin birbirlerinin içişlerine karşılıklı müdahaleleri anlamına gelen diğer sorunlarda kendisini açıkça göstermektedir. Öyle ki, neredeyse, Türkiye ve Yunanistan’ın, bu sorunların çözülmesini istemediklerini, daima canlı kalmasına çaba gösterdiklerini ve gerektiğinde karşılıklı olarak kullanmak ve kendi kamuoylarında şoven propagandanın malzemesi haline getirilmek üzere bekletildiğini dahi söyleyebiliriz.
Bununla birlikte, söz konusu problemlerin, güncel olarak kendilerinin değilse bile, kullanıldıkları alanın özelliklerinden kaynaklanan bir önemi vardır ve işçi sınıfının devrimci politikası açısından bu özellikler önemlidir.
GENEL TAKTİKLER: GERİLİM ARTIRMAK VE FIRSAT KOLLAMAK
Türk-Yunan ilişkilerinde, bu yılın ilk sorunu, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Butros Gali’nin Kıbrıs konusunda çözüm öneren bir plan hakkında Türk tarafını suçlayan bir rapor hazırlamasıyla başladı. Birleşmiş Milletler’de, beş alternatifli bir çözüm planı üzerinde çalışmaların yapıldığı sırada, Butros Gali, “Türk tarafında anlaşma yapmak için siyasi irade yoktur” biçiminde bir demeç verdi ve esas olarak Rauf Denktaş yönetiminin Kıbrıs Türk halkını temsil etmekten çok, Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri varlığının sözcülüğünü yapmakta olduğunu, dolayısıyla, sorunun çözümü bakımından doğrudan doğruya muhatap olarak alınmasının olanaksızlığına inandığını gösterdi. Büyük ölçüde gerçekleri dile getiren bu saptama, Türk basınında “Rumların beklentileri doğrultusunda hazırlanmış bir rapor” olarak değerlendirildi ve Gali’ye karşı, daha önce Bosna ve Azerbaycan sorunlarında olduğu gibi, yine geniş kapsamlı bir karalama kampanyası başlatıldı.
Gali’nin iddialarının aksine, Türkiye, bütün uluslararası platformlarda, Kıbrıs sorununun çözümüne, Yunanistan’ın engel çıkardığı görüşünü savunmaktadır. Butros Gali’nin “Güven Artırıcı Önlemler” paketi adını verdiği ve uzun vadede her iki tarafın üzerinde uzlaşabileceği hesap edilen önlemleri içeren önerisindeki bazı maddeleri Türkiye ve Denktaş, değiştirmek üzere tartışmaya yönelmişken, Yunanistan, bu girişimin “Güven Artırıcı Önlemler”i geçersiz kılmaya yönelik olduğunu ileri sürerek, Denktaş’ı suçladı. Yunanistan Dışişleri Bakanı Papulyas, “Denktaş’ın GAÖ’yü öldürdüğünü” ileri sürerek, çözümün başka yollardan aranması gerektiğini bildirdi. Türkiye, bu tutumu, “Yunanistan’ın Kıbrıs’ta çözüm istemediği ve Gali’nin planının engellendiği” biçiminde yorumlayarak, dünya kamuoyunda karşı atağa geçti. Sonuçta, plan üzerindeki anlaşmazlık, bir ABD sözcüsü tarafından, yalnızca “teknik ayrıntılar üzerinde bir anlaşmazlık” olarak değerlendirildi ve sözcü, görüşmelere devam edilmesi çağrısında bulundu. Gerçekten de. “teknik ayrıntılar üzerinde tartışma”, sorunu sürüncemede bırakmanın bir yolu olarak karşılıklı kullanılan bir taktikten başka bir şey değildir. Fakat bu taktiğin gerilimli bir ortamda uygulanması gerekmektedir ve ancak bu takdirde uluslararası platformlarda ciddiye alınabileceği umulmaktadır. Nitekim, Gali raporunun ortada bırakıldığı günlerde Yunanistan ve Türkiye, karşılıklı olarak, birbirlerini “savaşa neden olacak davranışlarda” bulunmakla suçlamaya da başladılar. AA’nın bir haberine göre, Yunanistan gizli haber alma servisi, Yunan hükümetine verdiği bir raporda, önümüzdeki günlerde Ege’de ‘sıcak olay’ yaşanacağı iddiasını ileri sürmüştü. Haberin yayınlandığı Yunan gazetesine göre, Gizli Servis, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni B 12-22 Haziran tarihleri arasında Ege’de yapacağı tatbikat sırasında, “son derece sıcak bir olay yaşanacak” biçiminde bir istihbaratta bulunmuştu. Bu haberde, iki taraflı olarak, kamuoyunda sansasyon yaratacak bütün unsurlar vardır. Gizli servisin devrede gösterilmesi, “son derece sıcak bir olay” deyimindeki belirsizliğe yönelik kuşkuları giderecek ikinci bir giz perdesi oluşturmaktadır. Haberi Türkiye’ye taşıyan kaynak, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi haber ajansı Anadolu Ajansı’dır ve Türk Milli İstihbarat Teşkilatı ile koordinasyon içinde çalışan bir kurumdur. Böylece haziran ortalarından başlayarak tırmandırılan gerilim, her iki tarafın istihbara servislerinin karşılıklı bir oyununa dönüşmüştür. Aynı günlerde, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mensup bir birlik, Bosna’da BM gücü olarak görev yapmaya hazırlanmaktadır ve Yunanistan, Türkiye’nin Balkanlar’da bu biçimde de olsa,.aktif duruma geçmesinden rahatsızdır. Kıbrıs sorununun gündemde olduğu, Bosna’nın Türk dış politikasında bir sıçrama noktası olarak kullanılmak istendiği ve ayrıca Türkiye’nin PKK ile Yunanistan’ arasındaki ilişkileri uluslararası planda gündeme sokmaya çalıştığı bir sırada, tamamen temelsiz bir istihbarat raporunun ortaya çıkması anlamlıdır. Silahlı Kuvvetlerin “Deniz-kurdu” tatbikatı, her yıl yapıldığı olağan koşullarda tamamlandıktan sonra, basın, Yunan istihbarat teşkilatının raporundan bir daha söz etmedi. Bir başka dikkat çekici nokta, Türk basınının böyle bir haberi yorumsuz ve sanki içinde doğruluk payı bulunabileceği tarzda vermiş olmasıydı. Dolayısıyla her iki tarafın, kamuoylarını aldatmakta suç ortaklığı yaptıkları görülüyordu ve bundan dolayı, tatbikat sırasında herhangi bir “sıcak olay” yaşanmamış olması, yeni bir haber değeri taşımamıştı.
Fakat gerilimi yapay yollardan yüksekte tutma girişimleri, bundan sonra başka vesilelerle devam etti. 14 Temmuz’da, Türkiye’nin Atina Büyükelçiliği’nde görevli bir müsteşarın öldürülmesinden sonra, Rodos’ta turistik tesislere yönelik bombalı saldırılar gerçekleşti. Müsteşarın öldürülmesini, Yunan gizli servisiyle ilişkili olduğu yolunda kuşkular bulunan “17 Kasım” örgütü üstlendi ve Türk basınına göre, eylemin nedeni, PKK ile dayanışmaydı. Rodos’taki turistik tesislere yönelik bombalı saldırıları ise, üstlenen olmadı. Bununla birlikte, teknik analizlerin sonuçları, bu operasyonların Türk gizli servisi tarafından yapıldığı yolundaki yorumları güçlendirecek nitelikteydi.
Türk-Yunan ilişkileri, gizli örgütler arasındaki savaş biçimini aldığı bir anda, resmi kanallardan “iyi niyet ve işbirliği” çağrıları yapılıyordu. Öyle ki, Türk Dışişleri Bakanlığı, müsteşarın öldürülmesiyle ilgili olarak alışılmış tepkilerin hiçbirini göstermedi ve suçluların yakalanacağına dair, Yunan hükümetine güven duyduklarını belirtti. Basın da, suikastı olağandışı bir soğukkanlılıkla yansıttı. Buna karşılık, Yunan hükümeti de, resmi olarak Rodos olaylarından Türkiye’nin sorumlu olduğuna dair herhangi bir işaret bulunmadığını açıkladı. Suçlar, karşılıklı olarak örtbas edildi. Ancak, Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki adaları silahlandırma girişimi ve konuyu diplomasinin gündeminde tutması devam etti.
Bu noktada, ilişkilerin sürüp giden sorunlu yapısının iki ayrı boyutu bulunduğu saptanabilir. Birinci olarak, Türkiye ve Yunanistan, tarihsel kökleri bulunan sürekli sorunları beslemek için, karşılıklı olarak siyasi sınırlar içi çelişmeleri, olağan yolların dışında araçlar kullanarak kışkırtıyorlar. Yunanistan’da Makedonya sorunu, Türk-Müslüman azınlıklar sorunu, Türkiye’de Kürt sorunu, Rum ve Ermeni azınlığın sorunları, doğrudan doğruya gizli servislerin faaliyet alanı haline getirilmiştir ve bu faaliyet alanındaki eylemler, gündelik politika ve diplomasinin pazarlıklarını el altından yönlendirmeye hizmet etmektedir. İkinci boyut ise, karşılıklı silahlanma ve uluslararası platformlarda sürekli çatışma gibi sorunların kaynağında bulunan ve esas olarak her iki devletin legal aygıtlarıyla sürdürülen mücadeledir. Ne var ki, ilişkilerin bu iki boyutu daima birbirine girmekte, olağan diplomasi kurallarının dışında, gizli servis eylemleriyle yürütülen mücadele, çoğu zaman vitrindeki yerini korumaktadır. Bu, iki ülke arasındaki ilişkilerin ve çelişkilerin tarihsel oluşum koşullarından kaynaklanmaktadır. Gerçi bütün burjuva devletler ve emperyalistler arasındaki ilişkilerde, Dışişleri Bakanlıklarının yanı sıra, gizli servislerin de önemli rolü bulunmaktadır ama Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde, bu yön neredeyse belirleyici bir hal almıştır. Sonuçta, iki ülke arasındaki diplomatik mücadele, sürekli olarak yapay olarak geliştirilen gerginliklerden medet uman bir savaşa dönüşmüştür. Yapay gerginlikler, bir yandan her iki ülkenin kamuoylarını şoven milliyetçilik ekseninde birleştiren ve bir “dış düşman” tehlikesine karşı hükümetlerin desteklenmesini sağlayan bir rol oynamaktadır; diğer yandan da, uluslararası platformlarda, karşılıklı olarak birbirlerini suçlamak ve bir diğeri aleyhine puan toplamak için fırsatlar yaratmaktadır. Özellikle, her iki ülkenin emperyalist çıkar çatışmaları alanında, emperyalistler tarafından yönlendirilen ve kullanılan birer faktör durumuna gelen dış politikaları, aynı zamanda emperyalistler arasındaki çelişmeleri ve çatışmaları da yansıtmakta, böylece, büyük çapta bir gizli servisler çatışmasının belirlediği ortamda yürümektedir. Zaman zaman, Türk ve Yunan tarafları, oyunu kendi belirledikleri zeminlere kaydırmaya, denetlemeye ve karşılıklı çıkarları gözeten bir platform yaratmaya yönelseler de; bu, uzun vadeli olmamakta, ilişkilerini belirleyici düğüm noktalarında, daima kirli bir oyunlar dizisi rol oynamaktadır. Türkiye ve Yunanistan, bir bakıma, emperyalizmin ihtiyaç duyduğu bir çatışma ve gerginlik ortamının piyonları durumunda birbirlerine karşı mücadele etmektedirler.
İKİ TEMEL SORUNDA BİR ORTAK POLİTİKA
Bu mücadelenin başlıca iki keskin ucu olan Ege ve Kıbrıs, bugün artık tek bir sorun halini alma eğilimindedir. Her iki taraf da Kıbrıs’ta muhtemel bir çatışmanın artık Kıbrıs coğrafyası ile sınırlı kalmayacağını bilmektedir. Kıbrıs’taki bir çatışma, kaçınılmaz i olarak, Ege’de de hesaplaşmanın fırsatını yaratacaktır ve Yunan hükümeti kadar, Adalar üzerinde hayaller besleyen Türk faşistlerinin de böyle bir fırsatı son bir hesaplaşma olarak değerlendirme eğilimi güçlüdür. Türkiye’de faşizm, Lozan Antlaşmasından bu yana, Ege Adaları konusunda, Türkiye’nin aldatıldığı ve kendisine ait olması gereken bu toprak parçalarının Yunanistan’a hediye edildiği propagandasını yapmaktadır. Yunanistan ise, adalar üzerindeki siyasi hâkimiyetini, Ege Denizi’nin bütününe yaymaya çalışan bir plana sahiptir ve zamanı geldiğinde bunu uygulamaya koyacağını, her fırsatta açıklamaktadır. Kuşkusuz böyle bir durum, Balkanlar’ı da kapsayarak, bölgenin tümüne yayılan bir savaş ortamı yaratacaktır. Dolayısıyla, görünüşte Türkiye ve Yunanistan arasındaki bir sorun olarak görünen Ege Kıta Sahanlığı sorunu, aslında emperyalistler-arası çelişmelerin bir unsuru boyutunu kazanmakta ve gelişme seyri de, Türk-Yunan ilişkilerinin gelişmesinden çok, emperyalistlerin bölge üzerindeki hesaplarıyla ilgili bir içerik kazanmaktadır.
Çatışmanın bu boyutlara doğru genişleme ihtimali, ya da daha çok böyle bir ihtimalin bulunduğu yolunda bir havanın esmesi, belli başlı emperyalist silah tekellerini ve hükümetleri de heveslendirmektedir. Türkiye, özellikle Almanya ve ABD’den, Yunanistan ise, Fransa’dan, İngiltere’den ve ABD’den sürekli silah almakta, karşılıklı olarak konuşlandırılan birliklerin sayısı artırılmaktadır. . Yunanistan, geçtiğimiz ay içinde, adalara yerleştirilmek üzere, Fransa’dan Exocet füzeleri satın almıştır ve silah alım gerekçesi olarak. “Boğazlardan ve Ege’deki Türk donanma üslerinden çıkış yapacak savaş gemilerinin kontrol altında tutulması gerektiği” gösterilmiştir. Ayrıca, yine Ege adalarından Rodos, İstanköy, Kilimli, Meis, Leros ve Kasus’ta yeni uçak pistleri yapmak, var olanları da savaş uçaklarının yararlanabileceği ölçüde genişletmek için Avrupa Topluluğu’ndan 1 önemli miktarda kredi almıştır. ABD’nin, Türkiye’ye on adet yeni KC-135 tipi tanker uçağı vermesi de, Atina’nın tepkisine yol açmış ve Yunan Genelkurmay Başkanlığı, bu uçakların Türkiye’ye Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da etkinlik kazandıracağını ileri sürerek, ABD’yi uyarmıştır. Yunanistan’ın asıl sorunu da, burada kendisini ele vermektedir. Esas olarak Arnavutluk, Yugoslavya ve Bulgaristan topraklar üzerindeki Yunan asıllı halkların yerleştiği bölgelerde yayılmacı emeller besleyen Yunanistan, bir yandan da, Makedonya’da “bölücü akımların” gelişmesine engel olmaya çalışmaktadır. Fakat Yunanistan da, Türkiye gibi, “kendi adına ve kendisi için” yayılmacılık ve istilacılık yapabilecek ekonomik ve askeri güce sahip değildir. Örneğin Balkanlar’da, Yunanistan; Almanya’nın planlarına karşı Fransa’nın politikasıyla birleşirken, Türkiye de zaman zaman değişse bile, esas olarak ABD ve Alman politikalarına angaje olmaktadır. Nitekim Yunanistan’ın Avrupa Topluluğu tarafından Arnavutluk’a yapılacak yardımı engellemesi, Almanya ile Yunanistan arasında gerginlik yaratmıştır. Arnavutluk, Sırbistan ve Makedonya üzerinde ciddi hesapları bulunan Almanya, Yunanistan’ın kendi yoluna engel çıkaracak davranışlara girmesinden rahatsız olmuştur.
EGE KITA SAHANLIĞI SORUNU
Yunanistan’ın kasım ayında karasularını 12 mile çıkaracağı yolundaki haberle birlikte artan gerginlik, iki devlet arasında var olan ilişkilerdeki bütün sorunların yeniden ve abartılmış bir biçimde ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Ancak, bu noktada dikkat çeken bir özellik vardır: Yunanistan’ın karasuları ile ilgili talep ve iddiaları ve Ege adalarının silahlandırılması ile ilgili girişimleri yeni değildir. Buna rağmen, Yunanistan, konuya ilişkin resmi bir açıklama yapmamışken ve bu henüz bir söylenti iken, Türkiye’de, büyük bir sansasyon haline getirilmiştir. O kadar ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yüksek kademelerindeki tayin, terfi ve emeklilik işleri, neredeyse sırf bu söylenti yüzünden tümüyle olağandışı biçimler almıştır. Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanlarının emeklilik zamanı geldiği halde görev sürelerinin uzatılmasına gerekçe olarak Yunanistan’ın tutumu gösterilmiştir. Oysa Yunanistan, bu konuya ilişkin olarak yeni bir karar almadığını, karasularını 12 mile çıkarma haklarının bulunduğunu, fakat bunun için bir tarih belirlemenin söz konusu olmadığını açıklamıştı. Gerçekten de, Yunanistan, karasularını 12 mile çıkardığını ya da çıkaracağını, özellikle tarih belirterek söylemiş değildi. Yalnızca, bunun kendilerine ait saklı bir hak olduğunu hatırlatmış, o kadar. Yunanistan’ın, uluslararası hukuka aykırı olarak böyle bir girişimde bulunmak üzere fırsat kolladığı, kendisini yeterince güçlü, Türkiye’yi de yeterince eli kolu bağlı bulduğu bir sırada bunu gerçekleştireceği kuşku götürmez. Fakat şu anda, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk basınının yarattığı havayı dolduracak ciddi bir hareket yoktur. Sorun belli ölçüde soğutulduktan sonra bile, bazı faşist gazeteler, Yunanistan elçisinin, aynı resmi kalıbı tekrarlayan sözlerini, “ağır tahrik” olarak niteleyen manşetler atmaya devam etmektedir. Dışişlerinin resmi açıklamalarına ve karşılıklı yumuşama girişimlerine rağmen, her iki tarafta da bir kısım basın organlarının kışkırtıcı bir tutum izlemesi, ilginç bir perde arkası savaşa işaret etmektedir.
KIBRIS’TA BİTMEYEN DÜELLO
Ege Kıta Sahanlığı konusunda, sonradan esaslı bir dayanağı bulunmadığı anlaşılan bir yaygara koparılmasına, ilginç bir biçimde, Kıbrıs’taki gelişmeler eşlik etti. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Meclisi, Kıbrıs’ta “tek çözüm yolunun federasyon olmadığı” yolunda “tarihi bir karar” verdi. Bu karar, yalnızca Birleşmiş Milletler bünyesinde iki tarafın da federasyonu esas alan bir yol üzerinde anlaşmasını gözeten çalışmaları anlamsız kılmakla kalmıyor, aynı zamanda, Kıbrıs’ın Türk kesiminin doğrudan doğruya Türkiye’ye bağlanabilmesi için de uluslararası görüşmelerden kopması anlamına da gelebiliyordu. KKTC Meclisi’nin kararı, özellikle Türk gericiliği arasında büyük bir heyecan ve propaganda vesilesi oldu. Kıbrıs’ın bir Türk vilayeti haline geleceği propagandasına, gerici ve faşist partiler arasındaki “ben daha önce söylemiştim” biçimindeki şovenist yarış eşlik etti.
Karar, Ege Kıta Sahanlığı tartışmalarının alevlendirilmesinin yanı sıra, Yunanistan’ın Arnavutluk’la olan problemlerinin de son derece gergin bir halde bulunduğu bir ortama denk getirilmişti ve bu bakımdan da, Türk ve Yunan hükümetlerinin birbirlerine karşı kullandıkları taktiklerin genel karakteristiklerine uygundu. Her iki taraf da, bir diğerinin bir başka sorun dolayısıyla sıkışık olduğu zamanlarda, diğerinin aleyhine ileri bir adım atmayı ilke haline getirmişlerdir. Yunan dışişleri bakanı, KKTC Meclisi’nin kararından sonra, “Yunanistan’ın Arnavutluk ile ilişkileri çok ciddi bir konudur. Ancak, Kıbrıs, bir numaralı dış politika meselemizdir” biçiminde bir açıklama yaparak, Türkiye’nin hamlesine karşılık, en azından sanıldığı kadar sıkışık durumda bulunmadıkları mesajım vermeye çalışmıştır.
Şu anda, her iki tarafta da, geçen ay üzerinde büyük gürültüler koparılan iki konunun askıya alındığı gözlenmektedir. Türkiye, karasuları sorununun üzerini örtmüş, Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanması yolundaki tartışmalar gündemden kaldırılmıştır. Yunanistan da, kendine özgü problemlere dönmüş görünmektedir. Ortalıkta, temmuz ve ağustos aylarını toz dumana boğan tartışmaların izi bile görülmemektedir. Her iki ülke, eylül ayı başlarında “sorunların çözümü için ikili görüşmelere devam” kararı almıştır. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Genel Müdürü Pavlos Apostolidis, ülkesinin yakın bir gelecekte Ege’deki karasularını 12 mile çıkaracağı yolundaki haberleri kesin bir dille yalanlamış, toplantıya katılan Türk dışişleri bakanı da, iki ülke heyetlerinin bir araya gelmesinden duyduğu memnuniyeti belirten ve 12 mil sorunuyla ilgili olarak Türk basınında çıkan haberleri “aşırıya kaçmış” olarak niteleyen bir konuşma yapmıştır. Görüşmenin ilginç bir diğer yanı, Ege’deki haklar ve Kıbrıs gibi temel konuların ele alınmamış olmasıydı. Her iki taraf, esas olarak “karşılıklı güven artırıcı önlemler” üzerinde durmuşlardı. Bu diplomatik söylem, gündelik dile çevrilirce, karşılıklı olarak propaganda, kışlanma ve daha ölçülü adım atmak konusunda anlaşmaya varıldığı sonucu çıkacaktır.
Gelinen bu nokta, bir bakıma, karşılıklı olarak herkesin kendi suçluluğunu bilmesi olarak da yorumlanabilir. Türkiye, Kıbrıs’ın bir bölümünü ilhak edebileceği biçiminde bir kılıç sallarken, Yunanistan da, Ege’de savaş açabileceği tehdidini savurmaktadır.
Aslında, Yunanistan’ın, Kıbrıs’ın bir bölümünün Türkiye’ye bağlanmasından duyduğu endişenin kaynağında, adanın tümünü kendisine ilhak planları bulunmaktadır. Öyle ki, eğer, adanın ekonomik ve askeri bakımdan önem taşıyan belli başlı bölümlerini (Maraş, Lefkoşa vb.) kendisine bırakan bir anlaşmayı Türkiye’ye dayatabilirse, Kıbrıs’ın paylaşılmasına da razı olabilecektir. Uzun yıllar, Kıbrıs’ı bütünüyle ilhak etmeyi isteyen ve bunun için adanın Rum ve Türk halkları arasında düşmanlık yaratan bir politikayı izleyen Yunanistan’ın, Kıbrıs’ın bağımsızlığı diye bir sorunu, dün olduğu gibi bugün de yoktur. Türkiye’nin, Kıbrıs’la ilgilenmeye başlamasının ardında ise, kendisini doğrudan ilgilendirmeyen bir dizi gelişme yatmaktadır. Kıbrıs, İngiliz sömürgesi olarak kaldığı sürece, Türkiye’nin Kıbrıs ve Kıbrıslı Türkler diye bir sorunu olmamıştır. Ne zaman ki, Kıbrıs’ta İngiliz sömürgeciliğine karşı silahlı mücadele başlamıştır ve Mısır, Filistin, Ürdün ve Lübnan’daki İngiliz askeri güçleri geri çekilmiş ya da azaltılmıştır, o zaman Türkiye, emperyalizmin teşvikiyle ada üzerinde hak iddia etmeye, soydaşlarının haklarını savunma görüntüsü altında müdahaleci bir tavır takınmaya başlamıştır. İngiliz sömürge yönetiminin Rum halkına karşı Türkleri, üniformalı muhafızları olarak savaşa sokması, sömürge savcısı (Rauf Denktaş) ve polis müdürlerini Türkler arasından seçmesi de, her iki halk arasında barış olanaklarını önemli ölçüde zedelemiştir. Şu anda, her iki taraf da, adadaki İngiliz varlığını tartışma dışı bırakan bir didişme içindedir. Asıl önem taşıyan nokta, bir ilhak kararının alınması durumunda, her iki tarafın da İngiltere başta olmak üzere, bütün emperyalist devletlerin, Ortadoğu’daki uzun vadeli plan ve çıkarlarıyla ne biçimde uyumu sağlayabileceğidir. Bir başka deyişle, Kıbrıs sorunu, bir Türk-Yunan sorunu değil, emperyalizmin uluslararası politikalarının çatıştığı bir alanda sınırlanmış ve bununla belirlenmiş bir Türk-Yunan ilişkisidir.
Esas olarak, hâkim emperyalist çevreler, bugün, her iki halkın aynı ölçüde kontrol altında tutulabildiği bir federatif çözümden yanadır. Bağımsız ve demokratik bir Kıbrıs, bu isterse gene federatif bir cumhuriyet biçiminde olsun, Ortadoğu’da dengeleri esaslı surette sarsacak ve emperyalist kontrolü önemli ölçüde geriletecek bir formüldür. Bununla birlikte, emperyalizm, kendi denetiminin sürdüğü ve Ortadoğu’daki egemenliğini pekiştirdiği koşullarda, adanın bölünmesini de gerçekleştirebilecektir. Fakat bu durumda, kontrol altında tutulması gereken güçler çoğalacak, emperyalizmle çelişen tutum ve politikaların potansiyeli artacaktır. Dolayısıyla, şu anda ve uzun vadede, Kıbrıs için, emperyalizm açısından en iyi çözüm, karşılıklı güvensizlik ve gerilimin, başlıca ilişki biçimi olduğu bir bağımlılık statükosunun sürmesidir. Bu, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların sürekli artması ve eski sorunların çözümsüz kalması demektir. Bunun için, aynı zamanda Kıbrıs’taki her iki halk arasında düşmanca duyguların yaşaması, birbirlerini birer tehdit unsuru olarak görmelerinin sürmesi gerekmektedir. Kıbrıs’ın Türkiye ve Yunanistan arasında paylaşılmasındansa, görünüşte bağımsız, federatif olarak bölünmüş sorunlu bir Kıbrıs, daha elverişlidir. Bu yüzden, şu anda uluslararası platformlarda, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanınan ve aslında fiili olarak Denktaş’ın “cumhuriyetinden” farklı olmayan siyasi yapının desteklenmesi, gerilimin yaşatılmasından başka bir amaca hizmet etmemektedir. Sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti”, aslında Yunanistan’ın askeri ve siyasi bakımdan tam kontrolündeki bir kukla devletten başka bir şey değildir. Bu yapı, aynı zamanda, Yunanistan’da antidemokratik her türden gelişmenin, faşizmin ve hatta kralcılığın köklerinden biri olma potansiyelini de taşımaktadır. Kıbrıs, Türkiye’de de faşizmin önemli köklerinden birisi haline gelmiştir. Bir başka deyişle, Türkiye’de faşizmi besleyen ve demokratik mücadeleyi engelleyip gerileten bir rolü vardır. Kıbrıs sorununun, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün devam etmesi, Türkiye’nin şu andaki genel ekonomik ve siyasal yapısının desteği durumundadır. Kara-para ve uluslararası mafya ilişkilerinin merkezi durumunda bulunan KKTC, aynı zamanda, büyük bir arazi talan alanı ve faşist kadroların beslendikleri bir gübrelik durumuna getirilmiştir. Bir yandan tümüyle bir “faşist damızlık” çiftliği gibi kullanılan bu topraklar, diğer yandan, “Yavru vatan”, “Tarihi miras” vb. gibi sloganlarla yürütülen bir propagandaya, Türkiye içindeki faşist, ırkçı ve yayılmacı propagandanın yerleştirilmesi ve etkili kılınması programlarına da malzeme olmaktadır. Hayali ihracat, banka dolandırıcılıkları, usulsüz kredi yağmacılığı aracılığıyla çalman paralar, KKTC’de yatırım gibi gösterilen yollardan Türkiye’ye geri döndürülmekte, böylece Kıbrıs, bugün Türkiye ekonomisine hakim olan rant ve vurgunun yürütülmesinin araçlarından birisi olarak kullanılmaktadır. Öyleyse, Kıbrıs’ta, demokratik ve bağımsız bir cumhuriyet uğruna mücadele, aynı zamanda, Türkiye ve Yunanistan’da demokrasi mücadelesinin kopmaz bir parçası haline gelmiştir.
Her iki halk arasında yaratılan ve büyük ölçüde etkili olmaya devam eden düşmanlık duygularının giderilmesi ve tam bir güven ve kardeşlik ortamının yaratılması, bugün için neredeyse olanaksız gibi görünmektedir. Her iki halkın komünistleri, böyle bir gelişmenin sağlanması konusunda, en azından verili koşullar devam ettiği sürece, fazlaca umutlu değillerdir. Uzun yıllardır devam eden bölünme ve farklı yaşam koşullarının gelişmesi, her iki tarafın faşist saldırganlığının etkili olmasına, halklar arasında yeni bir birliğin gerçekleşmesinin koşullarının büyük ölçüde geriye itilmesine neden olmuştur. Gerçekte, kültürüyle, ekonomik yaşam biçimi ve siyasi hedefleriyle, geçmişte önemli bir yakınlaşma içine girmiş ve Kıbrıs’a özgü bir halk kimliğinin oluşması yolunda önemli adımlar atmış bulunan iki halkın kardeşçe birlikteliğinin önündeki en önemli engel, Türk ve Yunan devletleri ve bunlara tümüyle bağımlı hale gelen Ada hâkim sınıflarıdır. Geçmişte, EOKA faşizminin Türk halkı üzerinde uyguladığı katliamcı terörün izleri, bugün de silinebilmiş değildir ve bu, Türk halkı tarafından tümüyle Rum halkına mal edilen bir uygulama olarak anılarda durmaktadır. Aynı biçimde, Türk işbirlikçilerin, İngiliz sömürgeciliğinin safında, Rum halkına uygulanan zulme alet olmalarının anılan da canlıdır. Bütün bunların giderilmesi için yapılabilecekler ve esas olarak Kıbrıs’taki devrimci mücadelenin alacağı boyutlar ve çözüm yollan, Kıbrıslı komünistlerin ve demokratların çözeceği sorunlardır. Buna karşın, her iki halkın birlikteliğine dayanan bağımsız ve demokratik bir Kıbrıs cumhuriyetinin savunulması, Türkiye gericiliğinin önemli dayanaklarından birisine karşı mücadele anlamına gelecektir.
Ekim 1994