Geçtiğimiz aylarda, ülkemizde yaşanan tartışmaların en önemlilerinden birisi özelleştirme idi. Bütün tartışma, burjuva kurallara göre yürütülüyor, tartışmada kullanılan kavramların içerikleri egemen sınıfların çıkarlarına göre belirleniyordu. İlk başta, sözde özelleştirme karşıtı olan sözde muhalif politikacılar ve aydınlar ve sendika bürokratları bir biçimde burjuva platforma kazanılmıştı. Ama, giriştiği her eylem ve etkinlikte “özelleştirmeye hayır” şiarını biraz daha yüksek sesle haykırmaya çalışan işçi muhalefetinin önü bir türlü alınamamıştı. Bu koşullarda emperyalist şeflerden alınan bir talimatın uygulanmaya başlaması, özelleştirme tartışmalarına ciddi bir hareketlilik kazandırdı. Buna göre, özelleştirme kapsamına alınan kuruluşlardan bazıları işçilere satılacaktı.
Et-Balık Kurumu’nun bir sendikaya, arazileriyle birlikte satılmaya kalkışılması ve Karabük Demir-Çelik İşletmeleri’nin çalışanlara ve yöre halkına devredilmesi girişimi ülkede olay yarattı. Herkes ayağa kalktı; burjuvalar, köşe yazarları, aydınlar, politikacılar… İşçilere kamu kuruluşu satmak da ne anlama geliyordu? Tartışma öyle bir hal aldı ki, burjuvazinin öldürmekle bitiremediği Marksizm-Leninizm ve sosyalizm yine burjuva sözcüler tarafından yeniden ağızlara alınmaya başlandı. Önce “devrim” kavramı gazete manşetlerini süsledi: Karabük’ün çalışanlara devri bir zihniyet devrimiydi ve sermayenin tabana yayılmasını ifade ediyordu. Ama Et-Balık Kurumu’nun da işçiler adına Hak-lş sendikasına satılmasıyla iş iyice çığırından çıktı. Öyle ki Hak-İş Genel Başkanı Necati Çelik, “Et-Balık Kurumu’nun kendilerine satılmasını eleştirenlerin birkaç Marksist kökenli kişi” olduğunu açıklarken, yeni-liberalizmin en aşağılık savunucularından birisi olan Yeni Yüzyıl gazetesinin köşe yazarları, “işçileri işveren yapmaya çalışan Tansu Çiller’i Leninizm’le birlikte çöken sınıfsız toplum hayalinin baş savunucusu” ilan ettiler. Bu arada sözde sosyalist bir partinin başkanı olan Sadun Aren, “Karabük Demir-Çelik İşletmeleri’nin işçilerle birlikte yöre halkına devredilmesini olumlu bulduğunu” açıkladı. Bu durumda öyle bir görüntü ortaya çıktı ki, kimin Marksist, kimin sosyalist, kimin işçi ve kimin burjuva olduğu birbirine karıştı: Başbakan Leninist, işçiler patron, sendikacılar kapitalist, patronlar ise bu sistemin en amansız düşmanıydı sanki…. Sonra, Başbakan’ın Şubat ayı ortalarında yaptığı açıklama her şeyi yoluna koyuverdi. Yaptığı açıklamada şöyle diyordu Tansu Çiller: “İngiltere’den danıştığımız uzmanlar ve Dünya Bankası uzmanları ilk üç özelleştirmede ‘sosyal mesaj’ vermemizi önerdiler. Biz de bunun üzerine Et-Balık’ı Hak-İş’e vererek özelleştirmede işçilerin haksızlığa uğramayacağı mesajını vermek istedik. Ben ekonomist olarak teknisyen olarak böyle bir özelleştirmeyi destekleyemem, ama uzmanların tavsiyesini göz önüne alarak bu kararı aldık…” Bu sözler oynanın oldukça basit bir oyun olduğunu gösteriyordu. Mesele şuydu: Özelleştirmeye ucundan kıyısından karşı çıkan, ama bu karşı çıkışlarında hiç de samimi ve gerçekçi- olmayan liberal aydınlar ve bürokrat sendikacılar, otel lobilerinde, konferans salonlarında ya da televizyon programlarında burjuva platforma rahatlıkla kazanılabilirdi ve kazanılmıştı da. Ama o üzerine basa basa “kamu mülkiyeti” denilen işletmelerin de sonuçta bir kapitalist mülkiyet biçimi olduğunu bilen ama özelleştirmenin basit bir el değiştirme değil kapsamlı bir burjuva saldırı olduğunu da çok iyi bilen işçiler, bu burjuva platforma öyle kolay kolay kazanılamazdı. O yüzden kimi göstermelik taktiklere ihtiyaç duymuştu burjuvazi. İşçilere sosyal mesaj verilecek ve onlar da mülk sahibi yapılacaktı. Daha birkaç yıl önce televizyon, otomobil, buzdolabı vs. aracılığıyla mülk sahibi edilen ve kaybedilecek zincirlerle sözde kolları bağlanan işçilere bu sefer de bir-iki “kamu kuruluşu” aracılığıyla zincir vurulmak isteniyordu.
Elbette meselenin bununla sınırlı olduğu söylenemez. Burjuvazinin bu hamlesinin ardında yatan başka nedenlerden de söz edilebilir. Bunlar başlıca şöyle özetlenebilir:
• Burjuvazi, bu hamlesiyle, özelleştirme mücadelelerinde düşmanının saflarını dağıtmak istemiştir. Çeşitli yerlerde işçi sınıfının özelleştirme karşıtı mücadelesi etkisizleştirilerek, bunun işçi sınıfının diğer bölüklerini de etkileyeceği hesap edilmiştir. Böylece, işçi sınıfına “yağmadan sen de payını al ve sus!” mesajı verilmek istenmiştir.
• İşçi sendikalarının sözde özelleştirme karşıtlığı da bertaraf edilerek bu kuruluşların işçi adına işçi düşmanlığı yapılmasına yol açılmıştır.
• Karabük gibi 60 yaşını aşmış ve son yıllarda zarar etmesi için devlet tarafından gerekli bütün önlemler alınmış işletmelerin işçilere devredilmesinin ardından gelecek muhtemel başarısızlık hesap edilerek faturanın işçi sınıfının öncü ve yönetici rolüne çıkarılması hesap edilmiştir.
• Sınıfsız toplum hayallerinin çöktüğü, Leninizm’in çoktan ömrünü doldurduğu ve sosyalizmin artık bittiği yolundaki açıklamalar, saldırının aynı zamanda ideolojik bir saldırı olduğu anlamına da gelmektedir.
Bu koşullarda, yalnız Türkiye’de değil, ama dünyanın birçok başka ülkesinde tarihsel kazanımlarına ve devrimci dünya görüşüne yönelik burjuva saldırılarla karşı karşıya kalan işçi sınıfının net bir tutum takınması gerektiği yeterince açıktır.
Özelleştirme mücadelelerinde işçi sınıfının çekilmek istendiği platform nasıl bir platformdur? Burjuva politikacılar, ellerindeki renkli istatistikleri göstererek KİT’lerin zarar ettiğini kanıtlamaya ve böylece de özelleştirmenin haklılığını anlatmaya çalışıyorlar. İşçi sınıfı bu kirli zeminde burjuvaziyle hesaplaşabilir mi? Hayır! Hükümet sözcüleri ve burjuva temsilcileri, devletin genel olarak ekonomik faaliyette başarılı olamadığı ve olamayacağı tezini öne sürerek, devletin küçültülmesini ve gerçek işlevlerine dönmesini, ekonomik faaliyetin ise özel sektör tarafından yürütülmesini öneriyorlar. İşçi sınıfı buna evet diyebilir mi? Hayır! Burjuva kalemler her fırsatta sosyalist sistemin çöktüğünü, işçilerin ise ancak ücretli köleliğe layık olduğunu iddia ederek, işçi sınıfını ve onun devrimci dünya görüşünü toplumun diğer ezilen kesimleri gözü önünde küçük düşürmeye çalışıyorlar. Devrimci proletarya buna kayıtsız kalabilir mi? Kesinlikle hayır! Kendilerine Marksist ya da sosyalist adını yakıştıran kimi küçük burjuva reformist gruplar, yanlış hedefler göstererek işçi sınıfının dikkatini başka yönlere çekmeye, onun saflarında reformist hayaller yaymaya çalışıyorlar. İşçi sınıfı bu oportünist seslere kulak verebilir mi? Asla!
Bütün bunlar, devrimci proletaryanın önüne, burjuva saldırılara karşı çıkış gerekçelerini ve kendi dünya görüşünün soruna nasıl yaklaşılmasını emrettiğini en açık biçimde belirlemek görevini koymaktadır.
Özgürlük Dünyası’nın 75. sayısında yayınlanan “Devlet, Mülkiyet ve Siyaset” başlıklı yazımızda, belli başlı emperyalist kuruluşlar tarafından planlanan ve dünyanın pek çok ülkesinde çeşitli biçimlerde uygulamaya koyulan özelleştirme planlarının nasıl ve ne biçimde gündeme geldiğini ana hatlarıyla açıklamaya çalışmıştık. Bahsedilen yazı hazırlandığı sırada özelleştirme mücadelelerinde burjuva propagandanın öne çıkan yanı daha çok “sosyal devlet” olgusu etrafında şekilleniyordu. Yaşanan ekonomik krizden çıkışın başlıca yolunun, devletin, aşırı zarar ettiği belirtilen kamu kuruluşlarından kurtarılması gerektiği ısrarla belirtiliyor; devletin kendi işlevlerine dönmesinin zorunlu olduğu döne döne vurgulanıyordu. Böylece bu demagojiyle birlikte uluslararası burjuvazinin özelleştirme planlarının gerçek amaçları ve bu amaçlara ulaşılmak üzere alınan kararların gerçek nedenleri gizlenmeye çalışılıyordu. Bu durumda yapmaya çalıştığımız şey, bahsedilen demagojinin gerçek içeriğini açıklamaya çalışmak ve burjuva devletin ekonomideki yerine ilişkin genel değerlendirmeler yaparak “sosyal devlet” kavramının kökenlerini araştırmaya yönelmek olmuştu. Bu yol, dünyada ve Türkiye’deki özelleştirme pratiklerinden çıkarılan sonuçlarla birleştirilmeye çalışılmıştı.
Ama şimdi özelleştirme mücadelelerinin Türkiye’de kazandığı boyut, tartışmada bazı önemli vurgu noktalarını tespit etmemizi ve bunlar üzerinde durmamızı gerektiriyor. Özellikle Karabük Demir-Çelik İşletmeleri’nin ve Et-Balık Kurumu’nun özelleştirilmelerinde izlenen yol mülkiyet kavramını öne itmiş ve bu noktadan sonra tartışma bu kavram ekseninde yürütülmeye başlanmıştır. Kapitalizm koşullarında işçi sınıfı mülk sahibi olabilir mi? Mülkiyet kavramından işçiler ve burjuvalar ne anlarlar? Bu ve benzeri soruların yeniden tartışılır hale gelmesi, Marksizm’in bu konudaki temel tezlerinin yeniden ortaya konulması ve sorunun bu açıdan açıklanması ihtiyacını gündeme getirmiş bulunuyor. Yazımızın bu bölümünde mülkiyet kavramının köken ve içeriğini kısaca özetlemeye, kavramın devlet ve siyasetle bağlantılarını kurmaya ve işçi sınıfının iktidar mücadelesi açısından mülkiyet kavramının nasıl ele alınması gerektiğini ortaya koymaya çalışacağız.
KAVRAMIN İÇERİĞİ
Gündelik dildeki anlamıyla mülkiyet, genel olarak, “mal-mülk sahibi olma” deyiminde kendine özgü bir anlam bulur. Bu açıdan bakıldığında, bir emekçinin yıllarca didinerek yaptığı bir gecekondu da “mülk” kavramıyla ifade edilir, bir kapitalistin sahip olduğu fabrika da. Oysa gündelik hayata bu haliyle yerleşen mülkiyet kavramının toplam toplumsal koşullar ve toplumsal devrimler açısından kazanmış olduğu içerik, bundan tamamen farklıdır. Engels, aile ve devletle birlikte, mülkiyetin de kökenini araştırdığı ünlü çalışmasında şöyle diyor: “Şimdiye kadar, bütün devrimler, belirli bir mülkiyet türünün, bir başka mülkiyet türüne karşı korunması için yapılmışlardır.” (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 119, onuncu baskı, Sol Yayınları Kasım 1992, Ankara) Bundan dolayıdır ki mülkiyet ve özel mülkiyet üzerine konuşan kişi her kim olursa olsun, o, kendi sınıfı ve kendi devrimi adına konuşuyor demektir. Bir bakıma sınıflı toplumun ortaya çıkmasından bu yana, bütün ezen ve ezilen sınıflar ve onların dünya görüşleri arasındaki ilişkiler ve çatışmalar “özel mülkiyet” üzerine yapılan tartışmalar ve çatışmalardır ve kurulan ilişkilerdir.
Marksizm, özel mülkiyeti ve mülkiyet ilişkilerini, üretim tarzı ve üretim ilişkileri kavramları ekseninde ele almasıyla, kendi dışındaki tüm ideolojilerden ayrılır. Bir başka deyişle, Marksizm açısından, mülkiyet ilişkileri sorunu, toplumsal maddi hayatın temellerinden ayrı olarak ele alınmaz. Bu yüzdendir ki, Marx ve Engels’in temel eserlerinde bu konu özel ve önemli bir yer tutar. Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Kapital, Grundrisse gibi eserleri, Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni ve Anti-Dühring gibi eserleri, Marx ve Engels’in birlikte hazırladıkları Alman İdeolojisi ve Komünist Parti Manifestosu gibi eserleri, buna örnek olarak verilebilir. Bütün bu eserlerde, sorunun ortaya konuşu; sınıflar, üretim tarzı, üretim ilişkileri, toplumsal gelişme ve toplumsal devrim kavramlarıyla iç içedir. Öyleyse Marksist açıdan mülkiyet ilişkileri her toplum biçiminde farklı bir nitelik kazanır ve mülkiyet türünün değişimi, aynı zamanda toplumsal bir değişime işaret eder. Bunu Komünist Parti Manifestosu’nda yer alan şu özlü saptamada açıkça görürüz: “Komünizmin ayırt edici özelliği, genel olarak mülkiyete son verilmesi değil, burjuva mülkiyete son verilmesidir. Ama modern burjuva özel mülkiyeti, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarına ve çoğunluğun azınlık tarafından sömürülmesine dayalı üretim ve ürünlere el koyma sisteminin en son ve eksiksiz ifadesidir. ” (Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu, Aydınlık Yayınları) Kapitalist toplumun analizinden elde edilen burjuva mülkiyet ilişkilerinin temelleri, bunun yol açtığı temel çelişkiler ve devrimci proletaryanın hedefleri bakımından kazandığı önemin eksiksiz bir ifadesi vardır burada.
ÖZEL MÜLKİYETİN ORTAYA ÇIKIŞI
Özel mülkiyet, kapitalist toplumla birlikte ortaya çıkmadı. Onun ilk ortaya çıkışı daha eskilere dayanır.
Başlangıcından bugüne kadar, insanlık, beş toplumsal sistem tanıdı: Bunlar, ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve sosyalist toplumdur. Bu toplumsal sistemlerin hepsi, birbirinin ardından gelmiş ve her biri kendinden daha ileri bir üretim tarzı tarafından aşılmıştır. Burada üretim tarzının kilit kavramı olduğu görülmektedir. Öyleyse işe, buradan başlayacağız.
İnsanların yaşayabilmesinin ilk ve zorunlu koşulu üretimdir. İnsan toplumunun başka şeylerle, örneğin siyasetle ya da sanatla, uğraşabilmesi için yemesi, içmesi, barınması gerekir. O halde insanlar barınabilmek, giyinebilmek, yiyip içebilmek için tüm bu ihtiyaçlarını karşılayacak nesneler üreteceklerdir. İşte insanlar, bu nesnelerin üretimi sırasında aralarında belirli ve zorunlu ilişkiler kurarlar. Dolayısıyla bu üretim daima toplumsal bir üretim ve üretim faaliyeti de toplumsal bir faaliyet olacaktır. Bu durumda, üretim biçim ve koşulları, yalnızca toplam toplumsal ilişkileri belirlemekle kalmaz. Aynı zamanda bir toplumu diğerlerinden ayıran özellikleri de gösterir. O yüzden bir toplumu bütün yönleriyle anlayabilmek için, ilk önce o toplumun üretim tarzına bakmamız gerekir. Ayrıca bizim bu yazıdaki konumuz olan mülkiyet türü ve mülkiyet ilişkileri de ancak bu şekilde anlaşılabilir.
Üretim için kullanılan araçların, bunların kullanımı ve üretimi sırasında edinilen bilgilerin ve deneylerin ve üretim sürecinde kurulan ilişkilerin tümüne birden üretim tarzı denir. Üretici güçler ve üretim ilişkileri, bir arada, üretim tarzını oluşturur. Bunlardan üretici güçler, insanın doğa üzerindeki etkinliği sırasında kullandığı bütün araç ve nesneleri, emeğin kendisini, araç ve nesne kullanma bilgisini ve deneyini içerir. Üretim ilişkileri ise, üretim sürecinde kurulan ilişkilerin toplamını ifade eder. Üretim ilişkilerinin, üretici güçlerle uyumu, toplumun ekonomik gelişme yasasıdır. Marx, bunu, ünlü Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz’de şöyle açıklıyor:
“Varlıkların toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder… Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. ” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s.23, beşinci baskı, Sol Yayınları, 1993 Ankara)
Üretici güçlerin, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ters düşmesi… Üretici güçler içinde, üretim araçlarının en hareketli, en değişken ve en devrimci yan olduğunu biliyoruz. Öyleyse üretim araçlarıyla birlikte, üretim ilişkileri, yine Marx’ın deyimiyle “bunun hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileri” arasındaki çelişkinin çözümü toplumsal ilerlemenin yegâne koşuludur diyebiliriz.
İnsanlar ilk toplum biçimi dediğimiz ilkel komünal toplumda, doğa karşısında oldukça zayıf ve güçsüz durumdaydılar. Kullandıkları aletler tümüyle ilkeldi. Bu durumda yaşayabilmek için, ama sırf bunun için, birbirlerine yakın olmak, kolektif olarak hareket etmek, kolektif olarak üretimde bulunmak ve kolektif olarak emek harcamak zorundaydılar. Bu, aynı zamanda, üretim araçları üzerinde kolektif mülkiyeti de doğuruyordu. Dolayısıyla, ilkel komünal toplumda adaletsiz bir dağılımdan ya da sömürüden söz edilemezdi; sınıflar henüz ortaya çıkmamıştı. İnsanlar, birbirlerinden görece yalıtık komünler halinde yaşıyorlardı. Ama bu ilkel insanların kullandıkları ilkel aletlerin giderek iyileşmeye başlaması ve üretimin de buna göre değişimi yaşa ve cinsiyete bağlı işbölümünü ortaya çıkardı. Bununla birlikte ziraat, hayvancılık vb. de gelişmesi, bölüşüm ve dağılım ilişkilerinde de önemli değişikliklere yol açtı. Özel mülkiyetin ilk ortaya çıkışına burada rastlıyoruz. İlk başta komünlere ait olan ve komün temsilcileri tarafından değişime sokulan kolektif mülkiyetin, üretim araçlarındaki ve üretim ilişkilerindeki değişime bağlı olarak, giderek özelleşmesi… Burada, toplumsal biçimin, Marx’ın yukarıdaki temel saptamasına uygun olarak değiştiğini görüyoruz. Büyüyen ve gelişen üretici güçlerin, üretim ilişkileriyle düştüğü çelişkinin çözümü, ilkel komünal toplumun yerini bir başka üretim tarzına bırakmasına yol açıyor: İlkel komünal toplum, kendisinden daha ileri bir üretim tarzı tarafından aşılıyor ve köleci toplum bu biçimde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, mülkiyet türü de, toplumsal değişime bağlı olarak değişiyor.
Yazımızın konusu “toplum biçimleri ve mülkiyet” olmadığından dolayı, bu başlık altında incelenebilecek konuların üzerinden atlamak zorundayız. Ama özel mülkiyetin ilk ortaya çıkış biçimi üzerinde kısaca da olsa durmak bir gereklilikti. Buradan çıkarmamız gereken başlıca sonuç şudur: “Geçmişteki bütün mülkiyet ilişkileri, tarihi koşullardaki değişikliklere bağlı olarak sürekli bir tarihi değişikliğe uğramışlardır. Sözgelimi, Fransız Devrimi feodal mülkiyete son vererek, onun yerine burjuva mülkiyetini geçirmiştir” (Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.65, Aydınlık Yayınları, Mart 1979)
EGEMENLİK VE MÜLKİYET
Hangi sınıflı ve özel mülkiyete dayalı toplum biçimi söz konusu olursa olsun, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin hangi sınıfa ait olduğu, o topluma hangi sınıfın egemen olduğunu da gösterir. Bir başka deyişle üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda toplumun diğer egemenlik araçlarını da elinde bulundurur: Devlet, eğitim kurumlan, iletişim aygıtları vb.
Kapitalist toplumda üretim araçlarının mülkiyeti burjuvalara aittir. Burjuvanın elindeki üretim aracı, işçilerin sömürülmesinin bir aletidir. Oysa üretim araçlarının kullanımı kapitalist toplumda olağanüstü derecede toplumsallaşmış, binlerce ve yüz-binlerce işçiyi bir araya getirmiştir. Üretimin bütün yükü emekçilerdedir; üretim araçlarının sahipliği ise kapitalistlerde. Bu sahiplikle birlikte bütün egemenlik araçlarını ellerinde bulunduran kapitalistler egemen sınıf olarak örgütlenmişler ve sahip oldukları bütün her şeyi egemenliklerini korumak üzere harekete geçirmişlerdir.
Öyleyse, kapitalist toplumda mülkiyetten söz edilirken, ancak ve ancak kapitalist özel mülkiyetten söz edilebilir.
Fakat burjuva söylemde iki tür, mülkiyetten söz edilmektedir: Bunlardan birisi “kamu mülkiyeti”, diğeri ise “bireysel mülkiyet”tir. Ve burjuva hukukunda, “mülkiyet hakkı”nın temel hak ve özgürlükler arasında yer aldığı ve bunun devlet güvencesinde olduğu yazılıdır. Bu görünüşe göre burjuva toplumda, herkes dilediği kadar mülk sahibi olmakta özgürdür. Bu özgürlüğü kullanmanın temel kıstası ise, yine burjuva söylemde “tembellik / çalışkanlık” kavramlarında kendisini bulur. Çalışkan ve tutumlu insanlar çok mülk sahibi olacaklar; tembel, savurgan ve asalak insanlar ise az. Bir bakıma, çalışkanlık, mülkiyet özgürlüğünün temelidir. Ama on yıllardır görülmektedir ki, toplumun çalışan ve çalışkan çoğunluğu, bütün çalışıp didinmesine rağmen, kendinden başka satabilecek hiçbir şeye sahip olamamakta ve sefalet içinde yaşamakta; fakat uzunca bir zamandır çalışmayı da bırakmış olmasına rağmen, küçük bir azınlık hiç durmadan zenginleşebilmekte ve mülküne mülk katabilmektedir. Marx, kapitalist toplumda mülkiyet, “…..kapitalist için, başkalarına ait karşılığı ödenmemiş emeğe ya da emek ürününe el koyma hakkı, emekçi için ise kendi ürününe sahip çıkma olanaksızlığı olarak…” (Marx, Kapital, Cilt 1, s.600, üçüncü baskı, Sol Yayınları, 1986 Ankara) ortaya çıkar diyor. Dolayısıyla burjuva toplumunda özel mülkiyet özgürlüğü emekçileri sömürme, emekçiler için ise, yarattığı hiçbir değere sahip çı-kamama özgürlüğü. Ne büyük ve şehvetli bir hürriyet!
Buna rağmen, işçilerin de “mülkiyetinde olan şeylerden de söz edilebilir. Ama ücretli emeğin fiyatı, onun, ücretli emek olarak her gün kendisini yeniden üretebilmesine yetecek kadardır. Ya da emekçilerin sahip oldukları kimi şeyler onun burjuva toplumuna her gün yeniden bağlanmasına yarayan araçlardır. Yani bunlar da işçilerin, kendilerini ücretli köleler olarak yeniden üretebilmeleri için gerekli olan “geçim araçları” ya da eşyalardır.
Burjuvazinin o çok severek kullandığı ve çeşitli biçimlerde gündelik dile yerleştirdiği “kamu mülkiyeti” kavramı ise, tamamen burjuva bir demagojidir. Yukarıda adını andığımız yazımızda daha ayrıntılı olarak açıklamaya çalıştığımız gibi, burjuvazi, kendi devletinin çeşitli gerekçelerle ve nedenlerle sahip olduğu ekonomik işletmelere kamu mülkiyeti diyor. Burada geçen “kamu”, burjuvazinin dilinde “bütün bir ulus”tur. Sınıfları zümreleri olmayan bütün bir ulus… Elbette ki, bu kavram, bu haliyle egemen sınıfların çıkarına kullanılmaktadır. Oysa devrimci proletarya, sınıfsız bir ulusun olmadığını ve olamayacağını bildiği gibi, “kamu” ya da “kamu mülkiyeti” kavramlarının bu kullanılış biçimiyle burjuvaziye ait olduğunu da bilmektedir. Çünkü devlet de burjuvazinin devletidir, mülkiyet de burjuvazinin mülkiyeti. Öyleyse biz burjuvaziye şunu söyleyeceğiz: Kendi ihtiyaçlarınızdan dolayı kendi devletinizin sahip olduğu ve bizim üzerimizden elde edilen artı-değerle var edilen “kamu kuruluşları”, sizin mülkiyetinizdedir. Biz ise özel mülkiyetin kendisine karşı olduğumuz gibi gerçek kamu mülkiyetinin savunucuları ve savaşçılarıyız.
Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkarmamız gereken sonuç şudur: Kapitalist toplumsal biçimde işçiler asla özel mülkiyet sahibi olamazlar. Çeşitli biçimlerde üretim aracı sahibi olma anlamında, tek tek işçiler özel mülkiyet sahibi olabilir; ama onlar da bu andan itibaren burjuvalaşırlar. Bu olanaksız bir şey değil, ama istisnadır.
Diğer tüm revizyonist, reformist ve ütopik düşüncelerden farklı olarak işçi sınıfının devrimci dünya görüşü olan Marksizm soruna nasıl yaklaşmaktadır? Marksizm’i, işçi sınıfı ya da emekçi halk adına yola çıkan diğer tüm ideolojilerden ayıran temel şey, onun mülkiyet sorununu, toplumsal sistem, toplumsal sınıf ve toplumsal devrim gibi sorun ve çelişkilerle birlikte ele almasındadır. Marksizm-Leninizm, ünlü önermede de söylendiği gibi, kapitalist toplumun temel çelişkisinin üretim araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişki olduğunu tespit eder. Ve bu çelişkinin çözümünü proletarya devriminde, proletarya iktidarında ve onun önderliğinde ulaşılacak olan toplumsal sistemde, komünizmde, görür. Hâlâ, Marksizm-Leninizm’in başyapıtı olma özelliğini taşıyan kitap şu cümlelerle sona ermektedir: “Kişisel emekten doğan dağınık özel mülkiyetin kapitalist özel mülkiyete dönüşmesi, halen toplumsallaşmış üretime fiilen dayanan kapitalist özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmesinden kuşkusuz kıyaslanamayacak kadar daha uzun süreli, daha şiddetli ve çetin bir süreçtir. Birinci durumda, halk yığınlarının birkaç gasp edici tarafından mülksüzleştirilmesi söz konusuydu; ikincisinde ise, birkaç gasp edicinin, halk yığınları tarafından mülksüzleştirilmeleri söz konusudur.” (Marx, Kapital, birinci cilt, s. 783, üçüncü baskı, Sol Yayınları 1986 Ankara)
Oysa, örneğin ütopik sosyalistler sorunu nasıl ele alıyorlardı? Onlar emekçi yığınların kölece çalıştıklarını, ama buna rağmen sefalet içinde yaşadıklarını ve açlığa mahkûm olduklarını, toplumun üst tabakasının sömürücülüğünü görüyor ve buna karşı çıkıyorlardı. Onlar, toplumun önüne üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı kapitalist toplum yerine, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayalı sosyalist toplumu koyuyorlardı. Ama onlar, üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı bir toplumsal sistemin nasıl kurulabileceğini, bunun için hangi çetin, zor ve şiddetli yollardan geçilmesi gerektiğini göremediler. Bu toplumsal sistemin, mülk sahibi sınıfların hukuka, adalete ve ahlaka ikna edilmesiyle kurulabileceğine inandılar. Bu yüzden tarih, onları ütopik olarak adlandırdı ve hayallerindeki sistem, yol ve yöntemler hayatın katı gerçeklerine çarpmadan edemedi.
O hayatın katı gerçekleridir ki tek bir şeyi kanıtlamıştır: Kapitalist toplumun temel çelişkisinin kaynağında duran burjuva özel mülkiyete son verilmesi ancak işçi sınıfı önderliğindeki şiddete dayalı bir devrim ve bu yolla kurulabilecek komünizm tarafından sağlanabilir.
SONUÇ
Burjuvazi, son Karabük Demir-Çelik İşletmeleri ve Et-Balık Kurumu’nun özelleştirilmesinde girmeyi denediği yolla neler yapmak istedi? Bu girişimlerin yarattığı zeminde burjuva propaganda başlıca hangi hedeflere yöneldi? Bütün bu yaşananlardan işçi sınıfı ve diğer emekçiler ne gibi sonuçlar çıkaracaklardır?
Burjuvazi “işçileri de sermaye sahibi yapacak, sermayeyi tabana yayacağız” diyorlar.
Özelleştirme bunun için yapılıyormuş… İşçilerin asgari yaşam koşullarını bile günbegün kötüleştirenler; işini, ekmeğini elinden alanlar; kendilerini çözümsüz kılan her şeyin yükünü işçi sınıfının sırtına yıkanlar, işçi sınıfını sermaye sahibi yapıyorlarmış bazı KİT’leri işçiler adına sendika bürokratlarına devrederek. Politikadaki kurnazlıkları sömürüdeki vahşetlerine ne kadar da benziyor. Ama yaşanan olgu ve olaylar gösteriyor ki, burjuvazi bu tutumuyla, henüz birleşememiş ve açık, net ve somut bir hal alamamış olan özelleştirme karşıtı mücadeleyi, daha da parçalamak, küçük parçalara bölmek istemektedir. Bu pratik-taktik tutum, özelleştirmede borsada satış ve blok halinde satış gibi yöntemlerle birleştirilmekte ve özelleştirme saldırısı burjuva cepheden ağır, parçalı, sonuçları birdenbire ortaya çıkmayan bir saldırı olarak gelişmektedir. Öyleyse işçi sınıfı bu kapsamlı, çok yönlü, geçmiş kazananlarına ve bugünkü haklarına yönelen saldırılara ancak birleşik ve yolundan en küçük bir sapma bile göstermeyen mücadelesiyle karşı koyabilir.
İşçiler, işletme yönetiminde başarılı olamaz diyor satılık burjuva kalemler. “Sendika kötü patron” diye başlık atıyor Milliyet gazetesi. (Milliyet, 10 Şubat 1995) Alman Sendikalar Birliği DGB’nin elindeki dört büyük kuruluşu iflasa sürüklediğini örnek göstererek. Yine Milliyet gazetesi “Patron sendikalar başardı olamadı” başlığı altında “1953 yılından bu tarafa Türkiye’de sendikalar ve işçiler tarafından işletilen kuruluşlar ya iflas etti ya da el değiştirmek zorunda kaldı.” diyor. (Milliyet, 1 Şubat 1995) Bütün bunlar, Et-Balık Kurumu’nun, sendika adına “girişim grubu” adı verilen Hak-İş yöneticilerine satılması girişiminin ardından söyleniyor. Burjuvazi burada, o kadar aşağılık bir tutum takınmaktadır ki, bir başka temsilcisi bu duruma bıyık altından gülmekte ve şöyle demektedir: “Hak-İş artık, işveren kuruluşu TİSK’e üye olsun.” Bu sözler ise, TİSK Genel Başkanı Refik Baydur’a ait. Yazımızın daha önceki bölümlerinde de belirttiğimiz gibi, burjuva kalemler bu söylemle, sendika bürokratlarıyla işçi sınıfını aynılaştırmaya, böylece de işçi sınıfının yönetebilir değil ancak yönetilebilir bir kesim olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Görülmektedir ki, çürüyen sisteme karşı her zaman yegâne alternatif olan sosyalizme ve ölen burjuva ideolojisine karşı tek devrimci eleştiriyi yönelten Marksizm-Leninizm’e karşı saldırıya geçenler, bunları temsil eden sınıfın öncü rolüne karşı da dolaysız bir saldırı yöneltmektedirler. Burada, özelleştirme saldırısının, işçi sınıfının yalnızca tarihsel kazanımlarına, işine ve ekmeğine yönelmediğini, aynı zamanda onun öncü rolüne de yöneldiğini görmekteyiz. Burjuvazi, toplumun gelişiminin önündeki gerici rolünü, köhnemişliğini ve çürümüşlüğünü gizleyebilir mi? Oysa o, attığı her adımda daha da çürümektedir. İşçi sınıfı ise tarihin tanıdığı en devrimci sınıf olma özelliğini her gün biraz daha göstererek, tarihin şimdiye kadar tanıdığı en devrimci dünya görüşü olan Marksizm-Leninizm’le her gün biraz daha bütünleşerek bu saldırılara karşı durmasını bilecektir.
“İşçi Partisi, emekçi halk için çıkış yolunu net olarak saptamıştır. Alternatif çözüm, kamulaştırma programı” diye yazıyor İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek. Yıllardır işçi sınıfının devrimci iktidar perspektifini karartmaya uğraşmakla tanınan oportünistler, bu somut koşullarda, yine reformist hayaller yaymayı meziyet sanıyorlar. İşçi sınıfı ise bu oportünistlerin kirli ağızlarına aldıkları emekçi iktidarı kavramının ve kamulaştırmanın, İP gibilerinin hükümetiyle değil, kendi önderliğindeki halk devrimiyle gerçek içeriğini bilmektedir oysa. Proletarya ve emekçiler hiçbir boş hayale kapılmayacak ve kendi yolunda yürüyeceklerdir.
İşçi sınıfının, burjuvaziden bu biçimlerde alacağı hiçbir mülk yoktur. O, zamanı geldiğinde hepsine birden el koyacaktır.
Nisan-Mayıs 1995