GÜNCEL KEYNES TARTIŞMALARI VE “GENEL TEORİ”NİN TARİHSEL ARKA PLANI

Keynes, 5 Haziran 1883’de İngiltere’de doğdu. Onun ölümünün ardından 47 yıl geçti. Yaşadığı 57 yıl boyunca, sadece ekonomiyle değil bunun yanında daha pek çok şeyle uğraşan, örneğin; dergi editörlüğü, tiyatro kuruculuğu ve yapımcılığı, sigorta şirketi başkanlığı yapan John Maynard Keynes’e asıl ününü kazandıran “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” (Bundan sonra kısaca Genel Teori) adlı çalışması, yayınlanalı da tam 57 yıl oldu.
J.M. Keynes, ekonomik görüşlerini esas olarak, Genel Teori adlı çalışmasında toplamıştır. Genel Teori, yayımlandıktan sonra, burada toplanan görüşler pek çok iktisatçı tarafından tartışıldı, birçoğu onun savunuculuğunu yaptı. Birçok kapitalist hükümet, ülke ekonomisinin içinde bulunduğu krizden kurtulabilmek için onun öne sürdüğü çözüm önerilerini programlarına aldı. Bir dönem, ABD eski Başkanlarından Nixon gibi politikacılar, Keynes’çi olduklarını açıkça ilan ederek, bunun kendilerine getireceği politik yararların hesabını yaptılar. Hemen hemen bütün ülkelerde, üniversitelerin ekonomi bölümlerinde Keynes’in iktisadi görüşleri mutlaka ders programlarında yer aldı.
Bütün şükran duygularını üzerinde toplamış olan Keynes, burjuva iktisat bilimcileri arasına başındaki haleyle bir peygamber olarak yerleştirildi ve burjuvazi onu hiç unutmadı. Öyle ki, son yıllarda kitapları, kütüphanelerin tozlu raflarından çıkarılarak yeniden incelenmeye başlandı. Çünkü dünya, yeni bir ekonomik krizin içine yuvarlanmış Yeni Dünya Düzeni’yle ifade edilen globalleşme, değil emekçi sınıfların kısmi bir refaha ulaşmasını, sermayenin de rahat dolaşımını sağlayamamıştı. Keynes teorisinde, yeni bunalım döneminden çıkış olanakları aranmaya başlandı, Bu, beyhude bir uğraştır; Keynes teorisi özel ve farklı siyasal ve tarihsel koşullarda bir anlam kazanmıştır. Şimdiki koşullar, burjuva’ iktisat açısından Keynes’in teorilerine hayat verecek olanaktan yoksundur.

KEYNES İKTİSADININ TARİHSEL VE ENTELLEKTÜEL ARKA PLANI
Keynes’in ekonomik görüşlerine geçmeden, önce,’ onun iktisadi, görüşlerinin oluşumuna temel sağlayan; iktisada yaklaşımının,, iktisadi görüşlerinin entelektüel arka planını incelemek gerekir.
Keynes’in içinden çıktığı entelektüel çevrenin ortak bir özelliği vardır. İçinde Marshall, Pigou gibi kişilerin de bulunduğu Cambridge Üniversitesi’nde toplanan bu çevre, iktisada hep ahlaki bir bilim olarak bakmışlardır. Örneğin J.M. Keynes 1938’de Roy Harrod’a şunları söylemektedir:
“Bana öyle geliyor ki, iktisat mantığın bir dalı, bir düşünce yöntemidir…
İktisat, çağdaş dünyaya uygun model seçme sanatına bağlı modeller aracılığıyla akıl yürütme bilimidir. Böyle olması da zorunludur; çünkü tipik bir doğal bilimden farklı olarak uygulama alanı, zaman içinde birçok açıdan homojenlik göstermez. Bu modelin amacı, yarı-sürekli ya da görece değişken unsurları geçici ve değişmez olandan ayırmak, böylece de bu sonuncular üstüne mantıksal bir düşünce yöntemi geliştirmektir…
İyi iktisatçılar ender bulunur, çünkü oldukça uzmanlaşmış bir düşünsel teknik gerektirmese de, “dikkatli gözlemler” kullanma yeteneğine pek herkeste rastlanmaz. İkinci olarak… İktisat özünde bir doğal bilim değil, bir ahlak bilimidir. Bu, iktisadın, öznel gözlemler ve değer yargılarından yararlandığını ifade eder.
İktisadın bir ahlak bilimi olduğu noktasını, özellikle vurgulamak isterim. Daha önce onun özne, gözlemler ve değerlerle ilgilendiğine değinmiştim. Buna güdüleri, psikolojik belirsizlikleri ve beklentileri de eklemeliyim. İktisadın malzemesinin değişmez ve homojen kabul edilmesine karşı uyanık olmak gerek… Bir elmanın yere düşüşü, elmanın dürtülerine, yere düşmesine değip değmeyeceğine, yerin elmanın düşmesini isteyip istemediğine ve elmanın yerin merkezinden ne kadar uzak olduğu konusundaki yanlış hesaplara bağlıymış gibi.” (JMK, XIV. Aktaran: D.E. Moggride, Keynes, -s. 26 Afa Yayınları, abç.)
Marksist açıdan bakıldığında ise “ekonomi politik, en geniş anlamda insan toplumunda maddesel yaşama araçlarının üretim ve değişimini yöneten yasaların bilimidir.” (Engels, Anti Dühring s. 249)
İnsanlar, hayatlarını devam ettirebilmek için doğa tarafından sağlanan şeyler dışında, kendilerine gerekli nesneleri üretmek zorundadırlar. Bu nesneleri üretmek, bir insan toplumunun işi haline geldiği durumda bu, toplumsal bir nitelik kazanır. Toplumsal üretim, insanlar arasında ilişkiyi de gerekli kılar, işte ekonomi politik tek tek bireyler üzerinde değil ama insanlar arasındaki ekonomik ilişkiler üzerine konuşur. Bu ekonomik ilişkilerin ayrı ayrı evrelerinde, maddi malların üretim, dağıtım ve değişim yasalarını ve bu yasaları belirleyen koşulları irdeleyen ve tanımlayan bir bilimdir ekonomi politik.
Toplumsal üretim ilişkileri ve bu ilişkileri belirleyen şartlar her koşulda ve her zamanda aynı değildir. Çeşitli zamanlarda ve aynı i zamanda farklı coğrafyalarda birbirinden farklılıklar gösterir. Örneğin “yabanılın ok ve yayından çakmak taşı bıçağıyla ancak ayrıksın olarak işe karışan değişim ilişkilerinden, bin beygirlik buhar makinesine, mekanik dokuma tezgahına, demiryolları ve İngiltere bankasına değin, çok büyük bir uzaklık var… Öyleyse ekonomi politik, özsel olarak tarihsel bir bilimdir. Tarihsel, yani durmadan değişen bir konu ile uğraşır; önce üretim ve değişimdeki evrimin her derecesine özgür yasaları ayrı ayrı irdeler, ve ancak bu irdeleme sonundadır ki, üretim ve değişim için her zaman geçerli bazı yasalar saptayabilir.” (Engels, Anti-Dühring, s. 250)
“Tarihsel bir bilim” olarak ekonomi, politik bu kapsamıyla tanımlandığında, onun yaptığı işin (maddi malların üretim, dağılım ve değişim koşullarını etkileyen yasaları irdeleme ye Saptama) belirli bir mantık çerçevesi içerisinde ele alınacağı sonucu da kendiliğinden ortaya çıkar. Öyleyse ekonomi politiğin, “mantığın bir dalı, bir düşünce yöntemi” ya da “ahlak bilimi” olduğunu söylemekle bu, birbirinden tamamen farklı bir şeydir.
İki ayrı ekonomi politikçi, ekonomi politiği farklı mantık ya da. düşünce sistemleri çerçevesinde ele alarak, birbirinden ayrı sonuçlara ulaşabilirler. Ama üzerinde konuşulan şey ekonomi politikse; her ikisi de, “tarihsel, yani durmadan değişen bir konu ile uğraşır’lar.
J.M. Keynes, “…iktisat, mantığın bir dalı, bir düşünce yöntemidir…” derken onun bu sözleri ilk bakışta (en iyimser olarak ilk bakışta) “tarihsel bir bilim” olarak ekonomi politiğin yaptığı işin, belirli bir mantık sistemi çerçevesinde ele alınması gerektiğini anlatmaya çalışıyor gibi görülebilir. Ama yine Roy Harrod’a söylediği sözlerin devamı dikkatlice incelendiğinde işin böyle olmadığı açıkça görülecektir. Şöyle söylemektedir: “İktisadın bir ahlak bilimi olduğunu özellikle vurgulamak isterim. Daha önce onun öznel gözlemler ve değerlerle ilgilendiğine değinmiştim. Buna güdüleri, psikolojik belirsizlikleri ve beklentileri de eklemeliyim…”
Keynes bu saptamasıyla, ekonomi politiğin “tarihsel bir bilim olduğunu”, onun tek tek insanlar arasındaki değil, ama insanlar arasındaki ekonomik ilişkiler üzerinde konuştuğunu açıkça reddeder: Ekonomi politiğin ya da onun deyimiyle “İktisadın, bireylerin öznel gözlemleri, değerleri, güdüleri, psikolojik belirsizlikleri ve beklentileriyle ilgilendiğini “özellikle vurgular.” Böylece, o, farklı tarihsel dönemlerdeki maddi malların üretim, değişim ve dağıtım koşullarını belirleyenin de” bireylerin gözlem, psikolojik belirsizlik, güdü ve benzeri duyuları olduğu” tezini ortaya sürmüş olur.
J.M,Keynes’in öne sürmüş olduğu bu tezin, “en yalın, kafası idealist ön yargılarla doldurulmamış herhangi bir kimse için apaçık” olabilecek eleştirisi, Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın önsözünde vurguladığı şu ünlü saptamasıyla yapılabilir:
“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini hızlandırır: İnsanların varlıklarını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”
Marx’ın en yalın biçimiyle ortaya koyduğu bu bilimsel tez, Keynes tarafından tam tersine çevrilmiş durumdadır. Gerçi o, “iktisat, çağdaş dünyaya uygun model seçme sanatına bağlı modeller aracılığıyla akıl yürütme bilimidir. Böyle olması da zorunludur, çünkü tipik bir doğal bilimden farklı olarak uygulama alanı zaman içinde birçok açıdan homojenlik göstermez. Bu modelin amacı, yan-sürekli ya da görece değişmez unsurları geçici ve değişken olanlardan ayırmak, böylece de sonuncular üstüne mantıksal bir düşünce yöntemi geliştirmektir…” derken, “model seçme sanatına” uygun olarak seçilmiş modelin “yarı-sürekli ya da görece değişmez” olduğunu kabul etmekte, bunu veri kabul ettikten sonra, geçici ve değişken alanlar üzerinde mantık yürütmektedir. Belki de, Keynes’in bir iktisatçı olarak geçirdiği bütün yaşantısı buna uygun olarak geçmiştir: Önce ekonomiyi belli kategorilere ayırır. Bunlar “yan-sürekli, ya da görece değişmez” olanlar ve “geçici ve değişken” olanlardır. Somut anlamıyla, bunlardan birincisi model seçme sanatına uygun olarak seçilmiş modeldir, ikincisi ise tek tek insanların bilinçleri ve duygulandır. İşte ona göre “iktisat bilimi” ikinciler üzerinde durur ve insanların bilinç ve duygularım yönlendirmeyi amaçlar.
Keynes, “iktisat bilimi”ni bu biçimiyle ortaya koyduktan sonra, bu bilimin uygulanışının pratik rollerini çeşitli kesimlere paylaştırır. Başlıca rolleri, devlet kademelerindeki politikacılar ve kamuoyu arasında paylaştırır. Buna göre, devlet kademelerindeki politikacılar tek tek insanlardan oluşan kamuoyunun bilinç ve duygularını yönlendirir; tek tek insanlardan oluşan kamuoyu ise (bu hiçbir zaman homojen değildir) bu yönlendirmeye bağlı olarak, kendi “öznel gözlemleri, değerleri, güdüleri, psikolojik belirsizlikleri ve beklentileri’yle yönlendirilir. Oha göre, kamuoyu, devlet kademelerindeki politikacılar ve iktisat bilimcileri arasındaki başlıca ilişki biçimi “rasyonel ikna yöntemi”dir. O, bu konuda, 1940’da eski yakın dostu Reginald Mc Kenna’ya şunları söylemektedir;
“Aslında, tehlike bütünüyle kamuoyundan gelmiyor. Kamuoyu her şeye hazırdır ve altın gibidir. Tehlike, aptal kafaları atalarına yabancı hiçbir şeye yeterince açık olmayan o aptal politikacılardan geliyor.”
Aslında kamuoyunun, bilinç ve duygularını yönlendirebilecek devlet kademelerindeki politikacılara zaman zaman kızsa da, onların rasyonel ikna yöntemiyle doğru düşüncelere inanabileceklerine ve bir kez ikna olduktan sonra, kamuoyu açıklamaları, gazeteler ve başka ifade biçimleri aracılığıyla, kamuoyunu da ikna edebileceklerine inanmaktadır. Yeter ki, politikacılar önyargılı olmasınlar, iktisat bilimcilerinin söylediği doğru düşüncelere inansınlar -ki zaten kamuoyu her şeye hazır ve altın gibidir- o zaman çözülemeyecek ekonomik sorun yoktur ona göre.
O halde Keynes’in yaşadığı dönemdeki ekonomik sorunlara; bunalım, kramp, kriz, işsizlik ve benzerlerine karşı getirdiği çözüm önerilerinden bağımsız olarak, bu sorunların çözümünün temel yolunun “rasyonel ikna yöntemi” olduğunu görmüş bulunuyoruz. Ortaya konulan sorunlar temelde birbirinden farklı olmasına rağmen, sorun çözme konusunda Keynes ile ütopik sosyalistler arasında bir paralellik kurmak mümkün ve olanaklıdır. Ütopik sosyalistler, emekçi sınıfların sömürüsüne dayanan, kapitalist toplumun yerine üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini koyuyorlar ve halk kitlelerinin sorunların ancak bu biçimde çözülebileceğine inanıyorlardı. Ancak onlar, sınıf mücadelesinin yasalarını anlayamadıkları gibi, toplumsal gelişme yasalarını da anlayamıyorlardı. Bu yüzden ortaya koydukları çözüme; üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayanan sosyalist topluma ulaşabilmenin biricik yolunun, mülk sahibi sınıfları ikna etmekten geçtiğine inanıyorlardı. Kuşkusuz, Keynes, sömürücü sınıflarla sömürülen sınıflar arasındaki çelişkilerle hiç ilgilenmemiştir. Ama o da, tıpkı ütopik sosyalistler gibi, toplumsal gelişme yasalarını hiçbir zaman kavramamış, bu yüzden de örneğin işsizliğin, politikacıların doğru görüşlere ikna edildiğinde ortadan kalkabileceğini savunmuştur. Ya da tam tersi; onun, politikacıların doğru görüşlere ikna olmadıklarında diyelim işsizlik oranının artabileceğini öngördüğünü de söyleyebiliriz. Bir farkla ki, ütopik sosyalistler, emekçi sınıfların sömürülmesine karşı olurken de, kendi tasarladıkları sosyalist toplumu savunurken de tamamen iyi niyetli ve samimiydiler. Onlar, toplumsal gelişme yasalarını, sınıf mücadelesi yasalarını anlayamamışlardı. Oysa Keynes, sorunların çözümü için ortaya koyduğu “rasyonel ikna yöntemi’yle, ancak kapitalist toplumun özünü, sınıf çelişkilerini saklamaya hizmet edebilmiştir. Ama ne yazık ki, ilerde çeşitli yönleriyle göreceğimiz gibi bunda hiçbir zaman başarılı olamamış, sadece, burjuvazinin belirli bir dönemde girdiği bir çıkmaz sokaktan, başka bir çıkmaz sokağa geçebilmesi için ona yol açmada bir nebze yardımcı olabilmiştir.
Kuşkusuz ki, Keynes farkında olsun ya da olmasın, görmek istesin ya da istemesin, toplumsal gelişme yasaları, sınıf mücadelesi yasaları ve sınıflara bölünmüş bir toplumsal sistemde üretim, dağıtım ve değişim yasaları kendi kurallarına göre işledi. Keynes, “arzu edilir bir toplum anlayışı”nı öne sürerken de, İngiliz burjuvazisini, uluslararası ekonomik istikrarın sağlanması için tutum almaya çağırırken de “rasyonel ikna yöntemi”nin belirleyici olacağına inanıyordu. Ancak, burjuvazinin, ancak ve ancak kendi egemenliğini güçlendirerek devam ettirebilmesine yarayan önerilere ikna olabileceğini bir türlü anlayamıyordu. Anlayamadığı yerde de politikacılara kızıyor, kimi zamanda küfrediyordu.
Buna örnek olarak verilebilecek olan şeylerden birisi şudur: Keynes, ikinci Dünya Savaşı’nın ardından çıkabilecek, dünya çapındaki bir durgunluğu önlemek için oldukça tahrip olmuş durumda bulunan Avrupa ülkelerinin ekonomik istikran için uğraşılacağına, başta ABD olmak üzere savaştan zarar görmemiş olan ülkelerin ekonomilerinin hızla genişletilmesini önermektedir. Keynes bu öneriyi yaparken, her ülke burjuvazisinin kendi çıkarlarına göre hareket edeceğini göz ardı etmekte, ama bunun yerine İngiltere Maliye Bakanı’nı bu konuda ikna etmeye çabalamaktadır. Bir yandan da İngiltere Merkez Bankası’nı, ona şikâyet etmektedir. Maliye Bakanı’na, 1944 sonbaharında şunları yazmaktadır:
“Acı deneyimlerle öğrendiğimiz gibi, önceden görülmeleri pek zor olmasa bile, büyük felaketler her zaman atlatılamıyor. Tersine ve kesin bir karar alınmadıkça ve biz öbür yöne doğru kararlı adımlar atmadıkça, bankanın (Merkez Bankası-ÖD) bizi, yeni bir kılıf içinde, 1931’de sonu gelen o ayni yöne doğru sürüklemeyi becereceğinden büyük endişe duymaktayım” (Aktaran D.E. Moggridge, Keynes, s. 36)
Keynes, 1944 sonbaharında hem Merkez Bankası’nı protesto etmek, hem de Maliye Bakanı’nı, yukarıda aktarmaya çalıştığımız görüşlerine ikna etmek amacındadır. Gerçekte, Keynes’in hem ikna, hem de protesto çabaları hayatı boyunca hiç bitmemiştir. Kendi deyimiyle bu, onun “iflah olmaz hastalığı”dır. 1938’de bu konuda şunları söylüyor:
“Başkalarının duygu ve davranışlarına (ve kuşkusuz kendiminkilere de) gerçek dışı bir akılcılık yüklemek, benim iflah olmaz hastalığım. Neyin ‘normal’ olduğu konusundaki bu saçma düşüncenin küçük, ama olağanüstü ahmakça bir dışavurumu vardır, o da protestodur. ‘Normal’ diye nitelediğim şeyler gerçekleşmeyince Times’a bir mektup yazmam, Guildhall’da bir toplantı düzenlemem türünden protestolar… Sanki yeteri kadar bağırsam sesimi duyurmayı başaracağım bir makam ya da ölçüt varmış gibi davrandım, belki de duanın etkinliğine inancın katılımıdır bu. (IMK, X, s. 448, aktaran age s. 39)
Bu yönden bakıldığında Keynes, hem liberal sosyalizm anlayışını ifade ederken, hem “ahlaki açıdan tatsız olsa da kapitalizmin zorunlu bir yol” olduğunu öne sürerken, hem de burjuva politikacılarını bazen ikna bazen de protesto ederken; “burjuva ilişkilerini ifade eden kategorileri, onları oluşturan ve onlardan kopuk olan uzlaşmaz karşıtlık olmaksızın alıkoymak ister. Burjuva pratiği ile ciddi olarak savaştığını sanır, oysa başkalarından daha burjuvadır” (1)

BIRAKINIZ YAPSINLARDAN LİBERAL SOSYALİZME
Keynes’in “iktisat bilimi”ne yaklaşımını, toplumun ekonomik yapısı hakkında ortaya koyduğu kategorileri, iktisat bilimi ve politik ekonomiyle bu kategoriler arasında tasarladığı ilişki biçimini kısaca ortaya koyduktan sonra, onun, ekonomik sistem anlayışını açıklamaya geçebiliriz:
Keynes, 1929-1933 büyük bunalımına kadar, burjuva dünyasında genel kabul gören laissez-faire’in (bırakınız yapsınlar) dogmatik biçimini iktisat üzerinde çalışmaya başladığı ilk dönemlerde reddetmiştir. Ekonominin doğal ve otomatik olarak işlemediğini görmüş, bunun yerine ekonominin bilinçli yönetimi anlayışını getirmeye çalışmış ve nihayet 1930’da “politik inancı”nın liberal sosyalizm olduğunu açıkça ifade etmiştir. Ancak bütün bunlara geçmeden önce, onun, bütün bu düşüncelerinin ortaya çıktığı dönemin tarihsel arka planını, kısaca ele almak yararlı olacaktır.
1929-1933 yılları arasında yaşanan iktisadi bunalım, o döneme kadar yaşanan bunalımların en derini ve aynı zamanda en etkilisiydi. Kapitalist ülkeler, bu bunalım döneminde, o zamana kadar hiç görülmemiş bir şiddette sarsıntı geçirdiler. 1929-1933 ekonomik bunalımı, kapitalist dünyanın bütün ülkelerini kapsayıcı bir nitelikteydi. Belli başlı emperyalist ülkeler başta olmak üzere, bütün kapitalist ülkelerde üretim kapasitesi önemli oranda düştü, kronik kitlesel işsizlik devasa boyutlara ulaştı.
Bu döneme kadar, ekonomi alanında yaygın olarak kabul edilen görüş, ünlü ifadesiyle “her arz kendi talebini yaratır” biçiminde formüle edilen Say Yasası’na dayanıyordu. Buna göre, “sonsuz sayıdaki firmanın kârlarını arttırma savaşı ile yine sonsuz sayıdaki tüketicinin kendi ihtiyaçlarını karşılama çabası arasında, kendiliğinden oluşan etkileşim giderek arz ve talebin istikrarlı bir dengeye ulaşmasına yol açar, böylece eğer fiyatlar serbestçe oluşuyorsa mallar eninde sonunda satılır ve tüm işçiler, eğer kabul ederlerse, piyasanın kendilerine biçtiği ücretten iş bulur”lardı.
Bu görüşün J.B. Say tarafından dile getirildiği dönem, 18. yüzyılın başlarına rastlar. Ona göre, esas olarak ekonomide doğal bir denge vardı. Üretimle tüketim arasında herhangi bir çelişki yoktu. Firmalar kârlarını artırma, tüketiciler ise ihtiyaçlarını karşılama çabası içindeydiler. Değerin, kaynağı olan üç üretim faktörü vardı. J.B. Say bunları, emek, sermaye ve toprak olarak tanımlıyor ve bu üç üretim faktöründen sahipleri paylarını alıyordu: Emek sahibi ücretini, sermaye sahibi kârını ya da faizini, toprak sahibi ise rantını. Esas olarak J.B. Say tarafından ileri sürülen ve 1929-1933 yıllarına kadar kabul edilen en yaygın görüş olma özelliğini taşıyan bu görüş, temel olarak gerçeğin, sömürücüler lehine kaba bir biçimde çarpıtılmasının tüm olanaklarını taşıyordu.
Ancak, işsizliğin hiç görülmeyen boyutlara ulaştığı, üretim kapasitelerinin önemli oranda düştüğü 1929-33 ekonomik bunalımı hem yaygın olarak kabul edilen bu ekonomik görüşlerin, yani ekonominin doğal ve otomatik olarak işleyebileceği yolundaki görüşlerin, pratik olarak geçersizliğini burjuva iktisatçıların gözü önüne serdi, hem de onlara yeni ekonomi teorileri arayışına itti. Esas olarak, ekonomik ilişkilerin gelişimini hiçbir zaman açıklama kudretine sahip olmayan, ancak burjuvazinin sınıf olarak egemenliğinin devamında ona gerçekleri çarpıtma olanağı sağlayan bu görüşün terk edilmesinin temel sebebi, onun işlemez olduğunun kapitalist ekonominin zorunlu bir gerçeğin 1929-33 bunalımı tarafından açıkça gözler önüne serilmesiydi.
Daha önceden kapitalist ekonomilerde yaşanan çeşitli sorunlar, hükümetler tarafından bu görüşe dayanan demagojilerle açıklanabiliyor, ekonominin kendi doğal işleyişi içerisinde ortaya çıkan sorunların, yine bu doğal işleyiş içerisinde kendiliğinden “mutlaka”, çözümlenebileceği propaganda ediliyordu..
Ancak beş yıl boyunca, bizzat ekonomik olarak en gelişmiş durumda bulunan ülkeleri kasıp kavuran bu büyük bunalım, zorunlu olarak burjuva hükümetlerini yeni çözüm arayışlarına itecekti. Öyle bir ekonomik görüş ve çıkış yolu olmalıydı ki, bu, hem bu dönemde yaşanan ağır ekonomik sorunların çözüm yollarını ortaya koyabilsin, hem de kapitalizmin ebedi bir toplumsal sistem olduğunu kanıtlayabilecek bir özellik taşısın.
1929-33 bunalımının geçtiği dönemde ve bu dönemi izleyen yıllarda Keynes, bir yandan İngiltere’de, Maliye ve Sanayi Komisyonu üyeliği ve İktisadi Danışma Konseyi üyeliği gibi görevlerde bulunuyor; bir yandan da üzerinde yıllardır uğraştığı iktisadi görüşlerini belirginleştirmeye çalışıyordu. Bütün bu çalışmaları süresince asla kapitalizmden vazgeçmiyor, ama öte yandan da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kazandığı basanlardan ve kat ettiği gelişmelerden de belirli ölçülerde etkileniyordu. Nitekim Keynes, kapitalizmin içinde bulunduğu çözümsüzlüklere belki de bir çözüm olur umuduyla 1939’da, New Statesman’da şunları yazacaktı: “Sorun, 19. yüzyılın laissez-faire’ciliğinden, bir liberal sosyalizm dönemine geçmeye hazır olup olmadığımızdır. Liberal sosyalizmden, bireyi -seçme özgürlüğünü, inananı, düşünce yapısını ve ifade biçimini, işletmesini ve mülkünü- koruyarak ve ona saygı duyarak toplumsal ve ekonomik adaleti sağlamak üzere, ortak amaçlar doğrultusunda örgütlü bir topluluk gibi hareket edebileceğimiz bir sistemi kastediyorum.” Ama Keynes, “ortak amaç”, “örgütlü topluluk” gibi kavramlardan bahsederken de sermayenin yanındadır; “liberal sosyalizm” anlayışını ortaya sürerken de esas olarak sosyalizm karşıtıdır. Onun nasıl bir burjuva iktisatçısı olduğu ekonomiyle ilgili görüşleri ve önerileri daha yakından incelendiğinde açıkça görülecektir.

BELİRSİZLİK VE GELECEKTEN BEKLENTİ KAVRAMLARI ÜZERİNE İNŞA EDİLEN “GENEL TEORİ”

Keynes’in “Genel Teorisi”nin temel kavramları belirsizlik ve gelecekle ilgili beklentilerdir. O, belirsizlikten ne anladığını şöyle açıklamaktadır:
“Bu kavramın benim kullandığım anlamı, Avrupa’da bir savaş beklentisinin belirsiz olduğu, 20 yıl sonraki bakır fiyatı ve faiz oranları, ya da 1970’in toplumsal sisteminde özel mülk sahiplerinin hangi konumda olacağı ya da yeni bir buluşun eskimesi yönündedir. Bu konularla ilgili olarak; herhangi bir şekilde ölçülebilir bir olasılık oluşturacak herhangi bir bilimsel temel bulunmaz. Yalnızca bilmeyiz. Yine de eylem ve karar gerekliliği, bizi, pratik insanlar olarak bu savruk gerçeği göz önüne almaya iter.
… Her dönem belirsiz panik korkuları ve aynı ölçüde belirsiz ve dayanıksız umutlar pek de yatıştırılmış bir durumda değildir ve yüzeyin biraz da altında olsa yatıp durur.” (JMK, XIV, s 113-15 Aktaran age s.90)
İnsanların hiçbir zaman bilmedikleri, ya da bilemeyecekleri belirsizliklerle çevrilmiş bir dünyada, gelecekle ilgili beklentileri neler olacaktır? Her şey ne kadar belirsiz olursa olsun, mutlaka gelecekten beklentileri olan bireylerin yaşamında, olası gelişmelere karşı tutundan ne olacaktır? Bireylerin “güdülerini”, “psikolojik belirsizliklerini” vb. duygu ve bilinçlerini yönlendiren ve onları ellerinde o an var olan maddi kaynaklarını hangi biçimde yönlendireceklerine karar vermeye zorlayan somut koşullar nelerdir? … Bir iktisatçı olarak Keynes’in, üzerinde kafa yorduğu ve “Genel Teorisi”nin temel dayanaklarını oluştururken temel aldığı noktalar, bunlar ve benzeri soru ve sorunlardır.
Keynes’e göre esas olarak “kapitalizm ahlaki açıdan tatsız olsa da her zaman geçerli bir yoldu ve devrimi zorunlu kılan bir ekonomik gelişme yoktu.” JMK, IX, s. 267. Aktaran age s. 42) “Her zaman geçerli bir yol” olan kapitalizmin “örgütlenmesinde ve yönetiminde” yukarıdaki bütün soru ve sorunlar göz önüne alınarak, “faydacı bir şekilde” devletin ve hükümetin ekonomiye uygun müdahaleleriyle bütün sorunlar çözülme olanağına sahipti. Tabii bu arada devlet kademelerindeki politikacılar “iktisat bilimcilerinin” doğru görüşlerine ikna olmalıydı. Keynes, bütün bu ilişkiler sistemi içerisinde “Genel Teorisi”ni başlıca şu bağıntılarla açıklamaya çalışır (2):
1- Üretim-Gelir Bağıntısı: Kısa dönemde tüketimdeki değişmelerin öncelikle gelir değişiklikleriyle belirlendiğini, ama olağan koşullarda, tüketimin gelire göre daha az değiştiğini ifade eder. Keynes, bir adı da tüketim eğilimi olan bu bağıntıyı ele alırken genelleştirilmiş bir psikolojik bağıntı üzerinde yoğunlaştı. Aynı şekilde, gelirler zaman içinde arttıkça, tüketime eklenenlerin giderek bu artışların daha küçük parçalarına karşılık düşeceğini varsaymaya yöneldi. Bu orantısız tüketim biçimi, yatırımın birkaç kuşak sonra, gelirleri, tüketim taleplerinin doymuş olacağı ve toplumun ekonomik olandan daha önemli sorunların kaygısını duymaya başlayabileceği bir düzeye kadar yükselteceği yolundaki düşüncesiyle ilgiliydi. Tam istihdamı sağlamak için tüketmeden çok yatırımı teşvik etmek önemliydi,
2- Çarpan: Ekonomi tam kapasitenin altındaysa yatırımlardaki artışlarda, diyelim bayındırlık harcamaları biçiminde, gelirin büyümesini doğuracaktır; ta ki, bu yeni durumda artan gelirin tasarruf edilen miktarı yeni yatırım miktarına eşit oluncaya, dek. Gelirdeki artışın tümü tasarruf edilmedikçe, gelirdeki genişleme artan yatırımın biriminden çarpan kadar fazla olacaktı, yani çarpanın boyutu gelirdeki marjinal artışı tüketme eğilimine bağlıydı.
3- Yatırım: işadamlarının yeni sermaye mallarına olan (tesis, makine vs.) talebini ifade eder. Bunun odak noktasını da beklentiler oluşturur.
4- Faiz: Keynes bu bağıntıya, bireylerin para tutma güdüleriyle ilgili incelemesiyle başlar. Bu güdüleri, değişim güdüsü (yani iki ödeme arasında parayı değişim amaçları için tutma ihtiyacı) ihtiyat güdüsü (yani beklenmedik gelişmelere karşı para tutma ihtiyacı) ve spekülasyon güdüsü olarak tespit ediyor. Bunlardan değişim ve ihtiyat güdüsünün bir arada ve spekülasyon güdüsünden ayrı bir yere konabileceğini varsayarak ve bunları bir arada tutarak, bu güdüleri karşılamak için para talebinin esas olarak gelir düzeyinin bir fonksiyonu olduğu görüşünü getiriyordu, ikinci olarak parayı analiz amaçları açısından tanımlayarak, değişimdeki tüm tarafların para ve uzun vadeli tahviller arasında bir tercih yapması gerektiğini getiriyordu. Bu bağıntıyla Keynes, servet sahiplerinin gelecek konusundaki beklentileri veri alındığında, faiz oranının, başka para tutma güdülerinin kavrayamadığı para miktarının kamu tarafından tutulacağı bir durumu sağlayacak şekilde uyum göstermesi gerekeceğini savunma noktasına ulaştı.
Keynes, karşı çıktığı Lassiez-faire’ciliğe karşı ekonominin bilinçli yönetimini savunurken, “ekonominin bilinçli yönetimi”nin üzerinde hareket edeceği maddi koşulları ve bunların temel dayanak noktalarını bu şekilde belirledikten sonra, İngiltere ekonomisinin yeni bir krize doğru sürüklendiği bir dönemde, ondan kurtulmanın yollarını şu biçimde formüle etmektedir: (3)
1- Bireyler, tüketim harcamalarını gönüllü olarak azaltabilirler ve doğrudan ya da dolaylı olarak, tasarruflarını, borç vermeyi sürdürerek ya da atıl nakitlerini artırarak yöneticilere sunabilirlerdi.
2- Resmi enflasyonist politikalar başlangıçta zorunlu kaynakları, onları kullanabilecek olanlardan uzak tutabilirdi ve onları sonradan vergi ya da gönüllü tasarruflar aracılığıyla yetkililere aktaracak kişilere iletebilirdi.
3- Makul ve kapsamlı bir vesika politikası, tüketimin merkezi kararlarla azaltılmasını sağlayabilirdi.
4- Artan vergiler, halkın tüketim için kullanabileceği kaynakları azaltabilir ve onları yetkililere aktarabilirdi.
Bütün bu ortaya koyduğu düşünceleriyle Keynes, kapitalizmde sürekli işsizliğin, bunalımların ve kapitalist toplumun bütün “kusurlarının” gerçek nedenlerini gizlemiştir. O, belirsiz bir gelecekten beklentileri olan insanların ruh hallerini ya da psikolojik güdülerini yönlendirmenin bütün bu kusurların, kusursuzluğa dönüştürülebilirliğini anlatmaya çalışırken, esas olarak bütün bu “kusurların” nedenlerini de yine, insanların ruh halleri ya da psikolojik güdülerine dayandırmaktadır.
Üretim-gelir bağıntısında, işsizliğin, üretim gereksinimi nesnelerine olan yetersiz talebin sonucu olabileceğini anlatırken de; yatırım bağıntısında, sermaye mallarına olan yetersiz talebin iş adamlarının beklentileriyle ilgili olduğunu ve sermayenin kârlılığının genel olarak düştüğünü söylerken de; tüketim mallarına karşı talep zayıflığının, insanların gelirlerinin bir bölümünü biriktirme eğiliminde olduğundan kaynaklandığını ifade ederken de, bütün bunların kapitalizmin kusurlarının sebepleri olduğunu anlatmaktadır.
Bütün bu “kusurların” çözümünün de nüfusun istihdam derecesinin yükseltilmesinden geçtiğini, bunun için de devletin işçilerin ücretlerinin faiz oranlarını düşürerek ve enflasyonu düşürerek sermayenin kârlılığını artırmasını ve bununla birlikte devletin, büyük sermaye yatırımları yapmasını -ki, bunlara bayındırlık işleri de dâhildir- önermektedir. Buradan çıkabilecek tek sonuç da, bu teorinin işçi ve emekçilerin yoksullaşmasını, ama burjuvazinin, devlet politikaları aracılığıyla daha da güçlendirilmesini öngören bir “çözüm” önermeleri toplamı olduğudur. Gerçi o, kapitalizmin baş belası işsizliğin nasıl önlenebileceği üzerinde de durmaktadır; ama bu hiçbir şeyi değiştirmemektedir.
Keynes, kurguladığı bütün o ilişkiler, kategoriler ve yönlendirme biçimlerinin üzerinden kapitalizmin “kusurlarının” nasıl giderilebileceği üzerinde kafa yormakta, ama asla üretim ilişkilerinin tarihsel hareketini açıklayamamaktadır.
O, “bir bilim adamı olarak, burjuvaların ve proleterlerin üstünden süzülerek uçmayı arzular; oysa sermayeyle emek, ekonomi politikle komünizm (ya da kapitalizmle sosyalizm) arasında ileri geri fırlayıp duran bir küçük burjuvadır yalnızca.” (4)

GÜNCEL KEYNES TARTIŞMALARININ ANLAMI
Burjuva iktisat teorileri içindeki tarihsel yerini ve önemini kısaca özetlemeye çalıştığımız Keynes düşüncesi, geçtiğimiz yıl içinde bir kez daha gündeme getirilerek tartışmaya açıldı. Dünyanın gözde iktisat dergilerinde yapılan tartışmalarda, tek Tanrılı dinlerin vaat ettiği kurtarıcı Mesih kisvesine büründürülen Keynes, kapitalizmin içine düştüğü krizi çözmek üzere yeniden dünyaya çağırıldı.
Yirminci yüzyıl, neredeyse bir Keynes yüzyılı sayılıyordu. Çünkü Keynes, klasik iktisat politikalarının, mevcut ekonomik ilişkileri ve eğilimleri açıklama konusunda tıkandıkları; sermayenin o ana dek görülmedik bir hızla yoğunlaşmaya başladığı, tekelleşme eğilimlerinin’ arttığı; bütün bunların daha anarşik ve kaotik kıldığı kapitalizmin, battığı buhrandan çıkamaz hale geldiği bir dönemde krizi ve krizden çıkış olanaklarını tanımlayarak, sermayenin peygamberi olarak ortaya çıkmıştı.
Krizi en fazla kendisiyle açıklayan “krizin nedeni eksik tüketimdir” tahlili bir totoloji olarak kalsa da, piyasanın kendi iç işleyişiyle krizin aşılmasını sağlayamayacağı önermesinden yola çıkarak saptadığı, ekonominin devlet müdahalesine açılması tezi; biraz klasik iktisat teorilerinin güncel eğilime yeterince uyarlanamaz oluşundan, biraz da dünya üzerindeki sosyal-siyasal değişikliklerin de etkili bir faktör haline geldiği yeni bir dönemin ihtiyaçlarına uygun olmasından dolayı ilgiyle karşılanmıştı.
30’lu yıllar bunalım yıllarıydı ve Keynes bu dönemde, kriz çözücü bir can simidi olarak parladı. Çok geçmeden ufukta görünen ikinci savaş ise, hem krizin ulaştığı boyutların kaçınılmaz sonucu olarak, Keynes teorisinin bir erken iflası anlamına geldi; diğer yandan da, ikinci savaş sonrasında yapılan ekonomik hamlelerin bir kalkınmaya işaret etmesi bakımından da Keynes’e, dönemin koşullarıyla belirlenmiş bir kurtarıcı misyon kazandırdı.
‘Liberal sosyalist” Keynes’in teorisi, bir dünya sistemi haline gelme eğilimine girmiş olan sosyalizmin uluslararası kazanımlarının karşı saflardaki izdüşümü oldu.
İkinci savaş sırasında, Alman Nazilerini ve onunla müttefik halinde bulunan diğer emperyalistleri kendi topraklarına kadar kovalayarak kesin bir zafer kazanan Sovyetler Birliği’nde ekonomi, savaş yıllarında kesintiye uğramış olsa da, büyük kapitalist ülkelerin ekonomileriyle yarışabilecek duruma gelmişti. Hitler faşizmi, Avrupa ve Asya halklarını tehdit ederken bütün ülkelerde, gelişen antifaşist direnişler, sosyalizm, sempatisi, doğu Avrupa’da birbiri ardına ilan edilen, demokratik halk cumhuriyetleri, halkların artık eskisi gibi yönetilmeye direneceklerini gösteren somut işaretlerdi. İkinci savaş sonrasında, Avrupa’da esen demokrasi ve sosyalizm dalgası, kapitalist ulusal ekonomilerin, yıkıntılarının arasından yeniden doğma çabalarının yanmasında yükselip duruyordu. Avrupa ve Japonya yeniden inşa edilmeye başlandı. Yeni üretim tekniklerinin kullanıldığı sanayi dalları yaygınlaştırıldı, sermaye yeniden hızla yoğunlaştı ve uluslararası bir dolaşıma sokuldu. Ekonomide canlanma başlamıştı.
Sovyetler Birliği’nde, beş yıllık planlar kapsamında sürdürülen planlı ekonomi ve toplumsal mülkiyetin proletaryanın siyasi iktidarı tarafından güvence altına alınması, Avrupa’da ortaya çıkan demokratik ortam içinde ilgiyle izleniyordu. Burjuvazi ise, sosyalist bir ülkede yürürlükte olan kurumlan, onların hangi sınıfın iktidarı tarafından işlevsel hale getirildiğini dikkate almaksızın kendi sistemini yeniden üretme sürecinde halkları şaşırtıp, bulanıklık yaratacak, muhalefeti yatıştıracak unsurlar olarak devralmaya çalıştı. Diğer yandan, bu kurumların kopya edilerek uyarlanması ve emekçilerin yaşamlarında meydana gelen kısmi düzelmeler, yıllardır verilmiş olan antifaşist mücadelelerin ürünü olmuştu, ama krizden çıkan Avrupa’da, bir refah devletinin kurulması için bütün ekonomik koşullar olgunlaşmış sayılırdı. Keynes, işsizliğin enflasyonla doğru orantılı olarak arttığı öncülünden yola çıkarak, işsizliğin giderilebilmesi durumunda enflasyonun da kendiliğinden gerileyeceğini iddia ediyordu. İşsizlik olduğu sürece, sürekli bir yetersiz tüketim sorunu olacak, bu da yeni krizleri çağıracaktı. Bunun için de, üretim ve tüketim arasındaki ilişkileri piyasanın kendi iç işleyişine bırakmamak gerekiyor ve merkezi bir müdahale şart oluyordu.
Oysa işsizlik ve enflasyon, kapitalizmin yapısal bir sorunudur ve bu sistem var olduğu sürece de kaçınılmazdır, herhangi bir politik önlemle giderilmesi mümkün değildir. Ancak Keynes’in devlet müdahalesini olumlayan tezleri, şimdiye kadar piyasanın devlet inisiyatifi içinde olmadığı hiçbir kapitalist dönemin yaşanmadığı bir yana bırakılırsa dönemin ihtiyaçlarının dile getirilmesi bakımından önemliydi. İşsizliğin bir sosyal sıkıntı olmasının önlenmesi için işsizlik kredileri dağıtıldı, devlet güvencesinde sağlık ve eğitim hizmetleri organize edildi, emekçilerin yaşamlarını rahatlatacak daha başka önlemler alındı, devlet sermayesiyle işletilen kamu kuruluşları oluşturuldu. Keynes’in, çerçevesinin çizilmesinde önemli ölçüde emeğinin geçtiği sosyal devlet dönemi böylece başlamış oldu.
Keynes, Avrupa’da başlayan sosyal devlet döneminin teorisini yıllar önce yapmış, ikinci savaş sonrasındaki sosyal, siyasal koşullar onun teorisine önem kazandırmıştır. Ama Keynes’in adından ve teorisinden alâyişle bahsedilen dönemler, yine sosyal ve siyasal koşulların değiştiği, ekonominin yeniden bir durgunluk içine girdiği 70’li yıllarda sona ermiştir. Çünkü kapitalizmin krizi yapısaldır ve sermaye çevrelerinin krizin aşılabilmesi için belirli dönemlerde sarıldığı değişik iktisat teorileri, kısa dönemler için bir rahatlama sağlayabilse de kapitalizmin genel krizine kesin ve son çözüm olamamıştır; çünkü bu mümkün değildir.
70’li yıllara gelindiğinde, Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon dönemine çoktan girilmiştir. Keynes’in, işsizliğin giderilmesine ilişkin teorisine karşın, refah devletinin sonuna gelinmiş, işsizlik ve “buna bağlı olarak” enflasyon katlanarak artmıştır, iflaslar iflasları kovalamaktadır. Keynes bu yıllarda gözden düşmüş bir iktisat politikacısı olarak ‘tahtından indirilmiştir. Burjuvazi bir süre de Friedmann’la oyalanmayı tercih edecektir.
Keynes’in, yeniden bir kurtarıcı olarak görülüp görülemeyeceğinin tartışıldığı son zamanlara gelinceye değin, yapısal krizin aşılabilmesi için, burjuvazi, sayısız yöntem denemek zorunda kalmış, ideologlar ve ekonomistler sermayenin buhranının, nereden esnemek koşuluyla çözüleceği konusunda kafa yormuşlardır. 80’li yıllarda ekonomi, kısa bir rahatlama dönemi yaşamıştır. Bu yıllar, işçi sınıfının yoğun bir muhalefetiyle karşılaşıldığı için yürürlüğe kolayca sokulamayan özelleştirmelerin gündeme getirildiği yıllar oldu. Sayısız işçi sokağa atıldı. Artık, Sovyetler Birliği’ndeki çözülme süreci tamamlanarak, bu ülke kapitalist sisteme entegre olduğu için, sosyalizmin burjuvazi için bir tehlike olmaktan çıktığı da ilan edilmişti; bu nedenle sosyal yatırımlar, eğitim ve sağlık alanlarına yapılan devlet sübvansiyonları kaldırılmaya çalışıldı. Özelleştirmelerin, devletlerin bütçe açıklarım kapatacağı kanısı yaygınlaştırıldı.
Ama bütün bu yöntemlere karşın,1980’li yılların sonlarına doğru, kriz giderek onmaz hale geldi ye işsizlik oranı, uluslararası ekonomi kuruluşları tarafından benimsenen kabul edilebilirlik sınırlarını çoktan aştı. Bir süredir mucizeler yaratan Japonya’nın da pili bitti ve Japon sanayi kuruluşları birbiri ardına çözülmeye, ulusal ekonominin büyüme hızı düşmeye, hatta gerilemeye, binlerce işçi sokağa bırakılmaya başlandı. Uluslararası sermaye sözcülerinin, ekonomide devlet müdahalesini en aza indireceğini iddia ettikleri bloklaşmaların, kendileri de birer tekelci sermaye odağı olan devletlerin müdahalesini önlemek bir yana şiddetle bu müdahaleye ihtiyaç duyar hale geldiği de görüldü. Bütçe açıklan devasa boyutlara ulaştı, yeni vergi kanunlarıyla sermayenin yükünün azaltılması yoluna gidilse de bu asla başarılı olamadı. Borçlanma ve para basma metoduyla finansman yaratılması olanakları tükendi.
Kısaca kapitalist ekonominin durumu, son yıllarda yine kaotik bir tablo çizmeye başladı. On yıldır estirilen liberal ve serbest piyasacı rüzgârların soluk borusu tıkandığı için ve bu, işsizlik ve devasa ölçülerde büyüyen enflasyon yüzünden iyice görünür hale geldiği için, bir zamanlar “serbest piyasa kendi kendine bırakıldığı zaman aksar” demiş olan Keynes hatırlandı.
“Peygamber geri mi dönecekti acaba?”
Burjuva iktisatçılarının ihtiyatlı bir biçimde beklemeye başladıkları Keynes, hayır dönmeyecektir. Çünkü Keynes’i hatırı sayılır bir iktisatçı olarak ortaya çıkaran koşullar çoktan değişmiştir. İkinci savaş sonrasında, sosyalizmin, işçi ve emekçilerin kendi ülkelerinde verdikleri mücadelelerin de etkisiyle evrensel bir karakter almış olan kazanımlarını, zamanında tahlil ederek ve bunların üzerine kurulmuş kriz çözücü bir teori inşa ederek kazandığı rastlantısal olmayan ün, bu tarihsel koşulların değişmesiyle, bir daha geri dönemeyeceği bir menzile itilmiştir.
Çünkü Keynes, kapitalizmin bütün zamanları için geçerli olmayacak bir operasyondur; bu operasyon yapılmış ve bitirilmiştir.
Şimdiye dek, yapısal olduğu için, nihai olarak aşılması mümkün olmayan kriz, her dönem değişik iktisat politikalarının yürürlüğe sokulmasıyla kısmen rahatlatılmaya çalışılırken, sermayeye en çabuk kalkınma ve en hızlı yoğunlaşma olanağı sağlayan bir tarihsel dönemin kuramsal dayanaklarını hazırlayan Keynes unutulmamıştır. Daha çok, ikinci savaş sonrasındaki parlak günlerini hatırlayan sermayenin, bugün derinleşen krizini aşmak için, geçmiş parlak günlerini önceden tanımlayan bir iktisatçıyı hatırlaması, bu krizin ne kadar onmaz olduğunun göstergesidir.
Özelleştirme histerisi altında, bütün dünyada milyonlarca işçinin kapının önüne konulmasını öngören uluslararası finans çevreleri, serbest piyasa ekonomisinin bir çıkmaza girdiğini görmüş gibidir ve şimdi, devletçi politikalar yeniden gündeme getirilmektedir. Oysa bugüne kadar saf serbest piyasa ekonomisi asla olmamıştır, devlet müdahalesi üzerine bir bardak suda koparılan fırtına, bu gerçeğin gizlenmesine yetmemektedir. Çünkü devlet, ister prosedüre bağlanmış, ister kayıt dışı olsun teşvik, kredi, vergi iadesi gibi yöntemlerle tekelleri sürekli olarak ekonomik olarak desteklemekte, öte yandan kanunlar ya da kararnameler yoluyla ekonomik faaliyetleri için uygun yasal koşullar hazırlamaktadır. Ki, kimi zaman bu kararnameler mevcut yasal durumu zorlayarak bir kaç günlüğüne çıkarılıp sonra iptal edilebilmektedir. Ve bütün bunların arasında, tekelci kapitalist devletler, küçültülmeleri üzerine en çok safsatanın yapıldığı dönemlerde bile büyütülmüşlerdir. Tekellerin düştüğü bunalım bir tekel olarak o devletin de yakasını bırakmamıştır.
Sonuç olarak, emperyalist-kapitalist sistem yeni bir bunalım dönemine girmiştir. Keynes tartışmaları entelektüel bir gevezelik olarak değil, bu krizin ifadesi olarak gündeme getirilmiştir. Ama kapitalizmi kendi krizinden, sahte peygamberlerin kurtaramayacağı da bellidir.

DİPNOTLAR
1. Bu benzetme, İyiliksever okul için Marx tarafından kullanılıyor. (Felsefenin Sefaleti s. 112)
2. Bu bağıntılarla ilgili bölüm, Moggride’nin “Keynes” adlı kitabından özetlenerek aktarılmıştır.
3. Bu formülasyonlar da adı geçen eserden özetlenerek aktarıldı.
4. Benzetme Marx tarafından Proudhon için yapılmıştır. (Felsefenin Sefaleti s. 115)

Ocak 1994

Ekonomide Borsa

Geçtiğimiz bir-iki ay içerisinde İstanbul Menkul Kıymetler Borsası tarihinin hem en yüksek, hem de en düşük dönemlerini kısa aralıklarla bir arada yaşadı. Aslında, gündelik yaşantının karmaşıklığı içerisinde borsa, sermaye çevreleri, borsa aracıları, spekülatörler vb. dışında kalan kesimlerin hemen hemen hiç dikkatini çekmiyordu. Ama son dönemlerde kendini kramplar şeklinde gösteren ekonomik krizle birlikte borsa, sıradan vatandaşın gündelik yaşantısına bile canlı bir şekilde girdi. Gazete ve televizyonlarda manşetler ve ilk haberler günler boyunca hep aynı oldu: Panik, kuşku ve şaşkınlık içinde sunulan ekonomi haberleri. Hükümetin ve başbakanın ekonomi kurmayları birbiri ardına istifa ettiler. Kramp öylesine şiddetliydi ki, hükümeti tam bir şaşkınlığa uğrattı. Yaşanan sadece bir şaşkınlık değil, şaşkınlıkla beraber gelen acizlikti. Kendisi de ekonomi profesörü olan başbakan, her şeyin kontrolleri altında olduğunu, hiçbir müdahaleye gerek kalmadan piyasanın yeniden kendi kendini dengeye getireceği yolunda açıklamalar yapacak kadar aptallaşmıştı. Bundan onlarca yıl önce emperyalist hükümetlerin demode ettikleri bu yolu açıklamaları, Türkiye hükümeti başbakanı onlarca yıl sonra, ama epeyce sıkılarak yaptı. Dövize hücum, borsada olağanüstü yükseliş, faizlerde fırlama, ha oldu olacak derken gerçekleşen devalüasyon, hiper enflasyon beklentileri, ekonomi kurmaylarının peş peşe gerçekleşen istifaları, hazine bonolarına uygulanan faiz oranlarındaki beklenen artış, birbiri ardına hızla yaşandı. Tam da bunlar yaşanırken hızlı iniş ve çıkışların yanı sıra borsa, özellikle iki noktada daha dikkatleri üzerine çekti. Bunlardan birincisi, yaşanılan şaşkınlık içinde ekonomi kurmaylarını birbiri peşi sıra kaybeden başbakanın, kendisine danışman olarak borsacı Mustafa Yılmaz’ı seçmesi ve onunla bir görüşme gerçekleştirmesiydi. İkincisi ise, Bülent Gültekin’in istifası ile boşalan Merkez Bankası başkanlığına İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Başkanı Yaman Törüner’in getirilmesiydi. Mustafa Yılmaz’ın bir televizyon programında söylediği şeyler oldukça ilginçti. O, kendisi açısından, yaşanan ekonomik sorunların ağırlıklı olarak devletin borsayı yeterince, hatta hiç desteklememesinden kaynaklandığını ileri sürüyordu. Ona göre, döviz, kesinlikle bir yatırım aracı olamazdı. Döviz yatırım aracı olunca, borsa, döviz-faiz kıskacı arasında sıkışıyordu. Örneğin hiçbir Alman vatandaşı, Amerikan dolarına, ya da hiçbir Amerikan vatandaşı Alman markına yatırım yapmazdı. Ama Türkiye’de döviz bir yatırım aracı olarak görülüyordu. Bu temel bir yanlışlıktı. Bunun yerine, borsa bir yatırım aracı olmalıydı. Ama bunun genel bir kabul görmesi, devletin borsayı teşvik etmesi ve desteklemesiyle mümkün olabilirdi. Ancak o zaman borsacılar tasarruf sahiplerini göğüslerini gere gere borsaya yatırım yapmaya çağırabilirlerdi. Mustafa Yılmaz, bu düşüncelerini muhtemelen başbakana da anlatmıştı. Ki başbakanın da ekonomide yaşanan böylesine kritik bir dönemde bir borsacıyla görüşme yapması, hükümetin de borsayı destekleme ve teşvik etme amacından kaynaklanıyor olabilirdi.
Son dönemde yaşanan ekonomik kramplar üzerine elbette birçok şey söylenebilir. Ama bizim bu yazıda ele aldığımız temel şey, son dönemlerde, sıradan vatandaşın bile dikkatini çekmeye başlayan, yıldızı bir sönüp bir parlayan (ya da parlatılmaya çalışılan) borsa hakkında ana hatlarıyla bir şeyler söylemek olacak. Bu yazı kapsamında, biz, borsa deyince, menkul kıymetler borsasını, “borsada dolaşan değerli kâğıt” deyince hisse senedini ve kısmen tahvili, “değerli kâğıt çıkaran şirket” deyince de anonim şirketi anlayacağız. Ele alış tarzımızın yalınlaştırılması amacıyla, diğer borsa türlerine, diğer değerli kâğıt türlerine ve sermayesi paylara bölünmüş komandit şirkete hiç değinmedik. Bunun dışında “Borsa nasıl çalışır?” sorusunun hukuki ve teknik biçimlerine de değinilmedi. Bu nedenle, denemeye çalıştığımız şey, borsayı, sadece emek ve sermaye açısından ele almaya çalışmak oldu.

ELDEN ELE DOLAŞAN “KÂĞITLAR YIĞINI”

Borsanın görünüşü, elden ele dolaşan “kâğıtlar yığını” biçimindedir. Dışarıdan bakan, bütün hareketliliği içerisinde borsayı gözlemeye kalkışan birisine, borsa, sürekli hareket eden kâğıtlar yığını şeklinde görünecektir. Her borsa oyuncusunun elinde tuttuğu çeşit çeşit değerli kâğıtlardan bazılarını bir başkasına satması, buradan elde ettiği parayla bir başka çeşit kâğıt satın alması ya da bir bölümünü saklamayı tercih etmesi, günün belirli saatlerinde büyük bir karmaşa içerisinde gerçekleşen bütün bu değiş tokuş işlemleri sonucunda bazen milyonlarca lira zarar etmesi, bazen de birkaç yüz bin lira kârla çıkması ilk bakışta anlaşılmaz gelecektir. Burada satılan da, alman da, ya da belirli bir süre daha elde tutulması tercih edilen de sadece kâğıttır. Kâğıtlar sürekli başka kâğıtlarla değiştirilirler. Değiştirilmelerine aracılık eden yine kâğıttan yapılmış paradır. Yalnızca bu “görünüşe” bakarak borsayı, bir başka şeye benzetmeye çalışan kişi, ilk anda onu ancak bir kumarhaneye benzetebilecektir; elden ele dolaşan kâğıtları, kâğıt paralan kumar araçlarına, bunları değiş tokuş eden kişileri de kumarbazlara. Öyle ki, borsa oyuncusu olmaya karar vermeden önce, onu tanımak için okuyacağı el kitaplarından da öğreneceği ilk şey, iyi bir borsa oyuncusunun, iyi bir kumarbaz gibi davranan kişi olduğu olacaktır. Diyelim ki, borsa oyuncusu adayı, Abdurrahman Yıldırım’ın hazırladığı “Borsa’nın ABC’si -Ayılar, Boğalar ve Paranız” adlı kitabı okumaya başladığında, önce borsa hakkında temel kavramların açıklamalarına ulaşacak, sonra da “Acemilikten Oyunculuğa Giden Yol”, “Ustalığa Doğru”, “Borsa Oyuncusuna Taktikler” gibi başlıklar altında anlatılanları okuyarak borsada oynamaya hazırlanmaya başlayacaktır. Tıpkı kumar masasına oturmadan önce işin püf noktalarını öğrenmeye çalışan bir kumarbaz adayı gibi. Ya da diyelim İMKB-Araştırma, Yayın ve Eğitim Müdürlüğü’nün hazırladığı kitabın sonunda şunları okuyacaktır: (Biz kısaltıyoruz) “Hisse senedi piyasasında, kişiye özel kural ve yöntemlerle gerek alım-satım, gerekse yatırım yapanlar vardır. Doğrulukları herkesçe kabul edilmese de, Wall-Street’te bir hayli popüler olan bu basit ama ilginç kural ve yöntemlerden bazısı ilgilenenler için aşağıda verilmiştir:
*Alım-satım zamanlaması, hangi hisse senedinin alınıp satıldığından daha önemlidir.
*Önemli olan hisse senedine ödediğiniz para değil, satın aldığınız andır.
*Hisse senedi piyasasında kazanmanın sırrı, yanlış bir karar verildiğinde en az zarar edebilmektir.
*Elde ettiğiniz kârın yarısını kasanıza aktarın.
*Borsada iki duygu yoğunca yaşanır; umut ve korku. Ne ilginçtir ki, korkmamız gerekirken umut ederiz, umut etmemiz gerekirken korkarız.
*Hisse senetleri “gerçek değerleri” olduğu için satın alınmaz. Asıl neden, hisse senetlerine sizden daha fazla para ödemeye hazır olan ve sizden daha çılgın birinin piyasada bulunmasıdır. (1)
Muhtemelen, New York borsasında, bata çıka usta oyuncu olmayı başarabilmiş kişiler tarafından formüle edilen ve popüler hale gelen bütün bu kural ve yöntemler dizisi, adeta acemi kumarbazlar için hazırlanmış kural ve yöntemler gibidir. Ama burada zar tutmak, kâğıt çalmak için uygun anı bekleme vb. gibi hileler, kimlerle ne zaman oynayacağına ilişkin veriler yoktur. Bunun yerine öğütlenen şeyler, borsada daha çok kazanmak için nasıl hareket edileceğine dairdir.

PARA SERMAYE, SANAYİ SERMAYESİ VE EMEK ARASINDAKİ İLİŞKİ
Kişi, borsaya ister “acemilikten ustalığa giden yolu” öğrenmek ve böylece köşe dönmek amaçlı, ister sadece artık adını sıkça duymaya başladığı borsayı merak ettiği için, isterse de borsanın ilk görünüşünün arkasında neler olduğunu anlamak için gitsin, ilk karşısına çıkan şeyin çeşit çeşit kâğıtlar olduğunu görecektir. Öyleyse ilk çıkış noktamız bu değerli kâğıtlar olmak durumundadır.
Değerli kâğıtlardan herhangi birini elimize alıp ona sıradan bir kâğıt gözüyle baktığımızda, o, bizim için, üzerinde rakamlar ve yazıların bulunduğu alelade bir kâğıt parçasıdır. Üzerindekileri okumaya başladığımızda ise, onun bir anonim şirkete ait olduğunu, belirli bir fiyatı olduğunu, belirli bir dönem için geçerli olduğunu vb; görürüz. Öyleyse o, alelade bir kağıt değil, bir şeyin kendisinde sembolleştiği ve bir şeyin kendisinde temsil edildiği özel bir kağıttır. Sırf bu yüzden alelade bir kâğıt değil, ama değerli bir kağıt olan bu değer taşıyıcısının temsil ettiği değer nereden gelmektedir? İlk adımda yanıtlamaya çalışacağımız soru bu olacaktır.
Yukarıda, herhangi bir değerli kâğıdı okumaya başladığımızda, ilk göreceğimiz şeylerden birisinin, onun bir anonim şirkete ait olduğunu söylemiştik. Demek ki, değerli kâğıdın ilk çıkış noktası anonim şirkettir. Ya da borsada alınıp satılan kâğıtlar, anonim şirketler tarafından çıkarılırlar. Anonim şirketler, 17. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış olmalarına rağmen 19. yüzyılın ikinci yarısında yaygınlık kazanmaya başlamışlardır. Anonim şirket, sermayesi belirli paylara bölünmüş olan işletme biçimidir. Ya da anonim şirketleri, sahip oldukları belirli miktarda para-sermayelerini birleştirerek, bunu daha çok, üretici sermayeye dönüştürmeyi amaçlayan kapitalistlerin birlikleri olarak da tanımlayabiliriz. Tek tek ele alındıklarında her sermaye, ilk önce belirli bir para miktarı olarak yola çıkar. Burada da ilk anda, birden fazla kapitalistin sahip oldukları para-sermayeler birleşmiş durumdadır. Artık ayrı ayrı kapitalistlerin sahip oldukları belirli miktardaki para-sermayeler birleşerek yola çıkmış bulunurlar.
Anonim şirketlerin çıkardıkları değerli kâğıtlar kendisini, daha şirketin ilk kurulduğu anda gösterirler. Daha bu aşamada, anonim şirket tarafından belirli miktarda hisse senedi ya da başka türlü değerli kâğıtlar çıkartılır. Bu anda çıkarılmış bulunan değerli kâğıtlar ya da hisse senetleri, işletmenin (ya da burada anonim şirketin) kazanç dağılımından pay almaya hak kazandıran belgedir. Yalnız, anonim şirketlerin kurulması sırasında çıkarılan hisse senetlerinin bir başka rolü daha vardır. Çıkarılan hisse senetlerinin toplam tutarıyla işletmenin kuruluşu sırasındaki birleşmiş para-sermayeyle çıkarılan hisse senetlerinin fiyatları arasındaki fark, kurucu kazancını oluşturur. Kurucu kazancı, anonim şirketlerin gerçek sahipleri olan büyük kapitalistler açısından önemli bir zenginleşme kaynağını ifade eder. Örneğin başlangıçta işletmeye yatırılan para-sermaye 1 milyar lira ve çıkarılan hisse senetlerinin toplam fiyatı da 1,5 milyar liraysa, bu durumda, şirket kurucuları olan büyük kapitalistlerin kurucu kazancı 0,5 milyar lira olacaktır. Kuşkusuz, hisse senedi çıkarılmasıyla elde edilen bu kurucu kazancı, şirketin gerçek sahipleri için havadan ya da karşılıksız bir kazanç değildir. Ya da tersinden düşündüğümüzde, bu hisse senetlerini satın alan kişiler tarafından onlara yapılmış olan bir bağış değildir. Hem hisse senedini alan kişi onu almaktan bir çıkar beklediği için, hem de onu satanın bundan bir çıkarı olduğu için ortaya çıkar bu ilişki.
Hem işletme kurucularının birleştirdikleri para-sermaye toplamı, hem de hisse senetlerinin satımı yoluyla buna katılan para-sermayenin toplam miktarı, aynı büyüklükte üretici sermaye olmak üzere yoluna başlar. Zorunlu olarak üretken olmayı amaçlar.
“Para -burada, fiilen ister para ister meta şeklinde var olan belirli bir miktarda değerin bağımsız ifadesi olarak alınmaktadır- Kapitalist üretim esası üzerinde sermayeye çevrilebilir ve böylece belirli bir değer olmaktan çıkıp kendisini genişleten ya da artan bir değer haline dönüştürebilir.” (2)
Öyleyse, elinde bulunan parayla hisse senedi alan kişi de, anonim şirketin gerçek sahipleri de, sahip oldukları parayı, genişletmek ya da artırmak amacıyla birleştirirler.
Burada bir şeye daha dikkat etmemiz gerekiyor. Bizim burada “elindeki parayla hisse senedi alan kişi” ve “anonim şirketin gerçek sahipleri” olarak adlandırdığımız kişilerin amaçları genel olarak aynı görünmesine rağmen, bunlar, üretim sürecinde büsbütün farklı roller oynarlar.
“…Para, kapitalist ile sanayi kapitalistlerinin birbirlerinin karşısına yalnızca yasal yönden farklı kişiler olarak değil; yeniden üretim sürecinde büsbütün farklı roller oynayan kimseler, ya da ellerinde, aynı sermayenin gerçekten iki yönlü ve tamamen farklı hareketler yaptığı kişiler olarak çıktıkları varsayımından hareket etmemiz gerekiyor. Bunlardan birisi sermayeye yalnızca borç veriyor, diğeri ise onu üretken olarak kullanıyor. “(3)
Demek ki sanayi kapitalisti, hem sahibi olduğu sermayeyi, hem de para kapitalistinden hisse senedi satımı yoluyla aldığı para-sermayeyi üretken olarak kullanıyor. Ama para kapitalisti ise elinde bulundurduğu parayı, hisse senedi ya da değerli kâğıt karşılığında sanayi kapitalistine veriyor ve parasını artırmayı amaçlıyor.
Sanayi kapitalistinin parayı üretken olarak kullanabilmesi için önce onunla özel türden metalar satın alması gerekir. Bunlar üretim araçları ve iş gücüdür. Bu andan sonra üretim süreci başlar. Şimdi daha önce para biçiminde bulunan sermaye, artık aynı büyüklükte başka bir sermayeye, üretici sermayeye dönüşmüştür. Üretim sürecinin sonunda ise sermaye, bir meta kitlesinde cisimleşir. Ama üretim sürecinin sonunda cisimleşmiş bulunan meta kitlesi, hem başlangıçtaki metadan farklıdır, hem de değer olarak ondan daha büyüktür. Çünkü artık o, içinde, işçi tarafından yaratılan artı-değeri de taşımaktadır. Bu durumda artık üretici sermaye, sermayenin bir başka biçimine dönüşmüş ve meta-sermaye biçimini almıştır. Bunu, metaların satılması ve karşılığında yeniden para elde edilmesi izler. Meta-sermaye yeniden para-sermayeye dönüşür. Ama o, artık başlangıçtaki para-sermayeden farklılaşmış, artmış bir para-sermayedir. Bütün bu süreci kısaca şöyle özetleyebiliriz:
“Para kâr üretir, yani kapitaliste, emekçilerden belli bir miktar karşılığı ödenmemiş emek, artı-ürün, arfı-değer sızdırma ve buna sahip çıkma olanağı verir.” (4)
Paranın kâr üretebilmesi mutlaka ödenmemiş emeğe bağlıdır. Bu olmadan paranın kâr üretmesi olanaksızdır.
Para-kapitalist ile sanayi-kapitalisti arasındaki ilişkinin belki de yeniden başlamak üzere sonuçlandığı nokta burada ortaya çıkar. Bütün bu sürecin sonunda sanayi-kapitalisti para-kapitalistine elde ettiği kârın bir bölümünü öder. Öyleyse burada hareket noktası A’nın B’ye hisse senedi karşılığında verdiği borç paradır. Para, B’nin elinde sermayeye çevrilir. Para-Meta-Para’ hareketini yapar. A’ya Para’ olarak, Para’ + AP olarak döner. Buradaki AP, para-sermaye sahibine ödenen miktarı ifade eder. Bütün bu sürecin formülü ise şöyledir (burada biz, sermayenin B’nin elinde uzun süre kaldığını ve AP’nin A’ya düzenli aralıklarla ödendiğini varsayıyoruz):

P-P-M-P’ -P’
Öyleyse, burada kavranacak temel konu, hem sürecin sonunda B’nin elde ettiği AP’nin hem de A’nın elde ettiği P’ nün kaynağının canlı emek tarafından yaratılan artı-değer olduğudur. Canlı emek olmaksızın, ne emeğin ödenmemiş kısmı, ne artı-ürün, ne de artı-değer olabilirdi. Dolaysıyla ne de AP ve P’. Buradan şu sonuca ulaşabiliyoruz: Para-kapitalistin, para ödeyerek satın aldığı hisse senedini alelade bir kâğıt olmaktan çıkaran şey, kâğıdın kendisinde temsil ettiği AP, yani işçinin yarattığı artı-değerin bir bölümüdür. Sırf bu yüzden o değerli bir kâğıttır. Örneğin aynı kâğıdın tıpkısını biz herhangi bir dizgi evinde dizdirsek ve bir matbaada bastırsak onun temsil ettiği şeylere sahip olamayız. Çünkü onun getireceği AP ye sahip olmanın imkânı yoktur. O, sırf bir kâğıt olduğu için değil, alırken karşılığında ödenen paranın üretim sürecine yöneltilmesi ve kâr üretmesinden dolayı değerlidir. Ona bu değeri veren emekçinin alın teridir. Başka bir şey değildir.
Böylece, para-sermaye, sanayi sermayesi ve emek arasındaki ilişkinin belirlenebilmesi olanağına ulaşabilmiş oluyoruz. Marx, yine Kapital’in 3. cildinde “Faiz ve Girişim Kârı” başlıklı bölümde şunları söylüyor:
“Sermaye yeniden-üretim sürecinde işlev yaptığı sürece -burada sermayenin sanayici kapitaliste ait olduğunu ve onu borç verene geri vermek zorunda olmadığını kabul etsek bile— kapitalist, özel birey olarak, bu sermayenin kendisi üzerinde değil, ancak gelir olarak harcayabileceği kâr üzerinde tasarrufta bulunur. Sermayesi, sermaye olarak işlev yaptığı sürece, yeniden üretim sürecine aittir. Bu sürece bağlanmış durumdadır. O, gerçekten de bu sermayenin sahibidir, ama bu sahiplik ona, bunu emeğin sömürüsü için sermaye olarak kullanmadığı sürece başka bir şekilde tasarrufta bulunabilme olanağını vermez. Aynı şey para-kapitalist için de doğrudur. Sermayesi borç verildiği ve böylece para-sermaye olarak hizmet ettiği sürece, kendisine bir faiz kârın bir kısmını getirir, ama o anapara üzerinde tasarrufta bulunamaz. Bu durum, sermayesini, diyelim bir yıl ya da daha uzun bir süre için borç verdiği ve kararlaştırılan tarihlerde anaparası kendisine dönmeksizin faiz aldığı zaman açıkça belli olur. Ne var ki, anaparanın geri dönüşü bile, burada bir şey değiştirmez. Sermayesi geri dönmüş olsa bile, bu para kendisi için sermaye olarak -burada para-sermaye olarak- işlev yaptığı sürece, daima o bunu tekrar borç vermek durumundadır. Bu parayı kendi elinde tuttuğu sürece, ona ne faiz getirir ne de sermaye olarak iş görür; ve ona Faiz getirdiği, sermaye olarak iş gördüğü sürece de onun elinde bulunmaz. Sermayeyi her zaman için borç verebilme olanağı işte bundan gelir.” (5)
Bu söylenenler, sermayenin, özellikle sanayi sermayesinin, para -kapitalistlerin elinde bulunan para-sermayeyi ve elde bulunan hemen bütün tasarrufları, dolaylı ya da dolaysız olarak, genişletilmiş yeniden üretim sürecinde nasıl zorunlu olarak kendisine bağladığını gösteriyor. Burada işaret edilen bir başka şey de para-sermayenin çoğalabilmesinin zorunlu koşullarından birisinin, sanayi-sermayesine bağlanma zorunluluğudur; Aynı biçimde sanayi sermayesi; genişletilmiş yeniden üretim sürecinde, para-sermaye ve sahiplerine ihtiyaç duyar. Ama bütün bu ilişkilerin kurulabilmesi, harekete geçebilmesi ve yenilenebilmesinin zorunlu bir ön koşulu vardır, bu da emek ve artı-değer sömürüşüdür. Bu olmadan, ne para-sermaye sanayi-sermayesine bağlanmaya ihtiyaç duyar, ne de sanayi-sermayesi sermaye olarak işlev yapabilir. Para-sermaye, sanayi-sermayesine bağlanır ve her ikisi de birden zorunlu olarak bir başka şeye bağlanarak harekete geçer: Bu emektir.

TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA BORSALARIN ORTAYA ÇIKIŞI
Şimdiye kadar söylediklerimizden borsada ilk karşımıza çıkan şey olan değerli kâğıdın, sanayi-sermayesi ile para-sermaye, ya da sanayi-kapitalisti ile para-kapitalisti arasında kurulan ilişkiyi temsil eden ve içinde yaratılan artı-değerin bir bölümünü taşıyan ve sırf bu yüzden değerli olan bir kağıt olduğunu görmüş bulunuyoruz.
Ama “Aslında borç alınan ve çoktan harcanmış bulunan sermaye için verilen bu borç senetleri, tüketilmiş bulunan sermayenin bu kâğıttan kopyalan, bunları elinde bulunduranlar için, sanki bunlar satılabilir ve dolaysıyla da tekrar sermayeye çevrilebilir metalarmış gibi sermaye olarak hizmet ederler.”(6)
Sadece bununla kalmazlar, bir başkasına devredilirken ya da satılırlarken de, temsil ettikleri gerçek sermayenin değerinin hareketinden bağımsız olarak daha düşük ya da daha yüksek bir fiyattan da bir başkasına satılabilirler. Bir kişi elinde tuttuğu hisse senedini bir başkasına satabilir, başka bir hisse senedini satın alabilir. Bu işlemi çeşitli biçimlerde tekrarlamak yoluyla daha fazla kâr elde edebilme olanağına kavuşabilir. Demek ki değerli kâğıtlar anonim şirket tarafından bir kimseye satıldıktan sonra, sadece belirli bir süre sonra ona yeniden “üretken kapitalistten aşırdıkları artı-değerden bir indirim” olanağı vermez, daha bu gerçekleşmeden elde edeceği artı-değer bölümüne (AP) eşit ya da ondan daha fazla yahut da daha az miktarda kârı ele geçirebilme olanağını da yaratır. Ama bunun için, hem satıcıların, hem de alıcıların birbirleriyle karşılaştıkları, örgütlü bir piyasa, örgütlü bir mekân gereklidir. Bu, borsadır.
Borsaların ilk ortaya çıkışını, çok eski tarihlerde, panayırlarda gerçekleşen kıymetli maden alım-satımlarına aracıların aracılık etmesi, ticari senetlerin ortaya çıkışı ve zamanla kıymetli madenler yerine bunların alınıp satıldıkları piyasaların oluşumu koşullandırmıştır.
İlk başta henüz organize ve örgütlü bir piyasa, mekân şeklinde oluşmayan ve ekonomideki yeri henüz ikincil olan borsanın ilk kuruluşu 1487 yılında Avrupa’da Anvers şehrinde gerçekleşmiştir. Ama bu yazıda bizim konumuz olan menkul kıymetler borsasının ilk kuruluşu 1770 yılındadır. Üretimdeki gelişme ve bundan daha ileri giden birikimdeki gelişme, “Para-sermaye olarak başıboş dolaşan sermayenin” yöneldiği bir alan olarak borsaların, hem ekonomideki rolünü artırdı, hem de onun yaygınlaşabilmesinin koşullarını yarattı. 1875 yılında Londra Menkul Kıymetler Borsası kuruldu. Bunu daha sonra diğerleri izledi: New York ve Tokyo Menkul Kıymetler Borsaları vb.
Türkiye’de ise ileride borsanın ortaya çıkış imkânları olabilecek ilişkiler daha çok Türkiye dışına, özellikle Avrupa’ya bağlı olarak gelişim gösterdi. 17. yüzyılın başlarında Avrupa’da anonim şirketlerin ortaya çıkmasıyla Türkiye’de yaşayan tefeci ve tüccarlar da bu anonim şirketlerin çıkardıkları hisse senetleri ve tahvillerle ilgilenmeye başladılar. Bunlar daha çok azınlıklara mensup olan tüccar ve tefecilerdir: Rum ve Ermeni tüccarları gibi.
Bu dönemde bahsedilen tüccar ve tefeciler, paranın altın oluşu, kambiyo kontrolünün henüz uygulanmıyor olması vb. avantajlardan da yararlanarak dışarıya para çıkarabiliyorlar ve birtakım alım-satım işleri yapıyorlardı. Ama yapılan bu menkul kıymet alım-satım işlemleri, içerde de bir piyasa oluşturmamazlık edemezdi. Bu, bir yandan Türkiye’de faaliyet gösteren emperyalist şirketlerin (elektrik, gaz, tramvay vb. şirketler) çıkardıkları hisse senetleri ve tahvillerle, bir yandan da gelişebildiği oranda yerli sermayenin (daha çok Ermeni ve Rum) çıkardıkları hisse senetleri ve tahvillerle birleşince 1866’da hükümet tarafından İstanbul’da ilk borsanın kurulmasına yol açtı. Bu borsada yerli ve yabancı hisse senetleri (dışarıyla da daha çok telgraf vb. yollarla bağlantı kurularak sürdürülmeye çalışılarak) alınıp satılmaya başlandı. Bu ilk borsadan sonra Türkiye’de borsa faaliyetleri günümüze gelinceye kadar kimi zaman İstanbul’dan Ankara’ya taşınarak, kimi zaman faaliyetlerine uzun-kısa zamanlı aralıklar vererek devam etti.
12 Eylül darbesinin hemen ardından yaşanan bankerler krizi, borsaların sonraki gelişimini önemli ölçüde geriletti. Bugünkü İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ise 1986 yılı başında faaliyete geçti.
Borsaların tarihsel gelişme eğilimlerini kabaca değerlendirdiğimizde, onun üretim ve birikimdeki gelişmenin bir ihtiyacı, bir yönü olarak ortaya çıktığını görebiliriz. Üretimin giderek toplumsallaşması, maddi servetin giderek daha artması, ama bununla birlikte para-kapitalistlerin, rantiyelerin sayısının da artması, üretimin gelişmesine bağlıdır.
Daha önce, değerli kağıtların anonim şirket tarafından bir kimseye satıldıktan sonra, değerli kağıdın, onu alana sadece onu belirli bir süre elinde tutarak belirli bir kazanç sağlama olanağı vermediğini, elindeki değerli kağıtları başkasına satmak, başka değerli kağıtlarla değiştirmek vb. yollarla daha fazla kâr elde etme olanağını da sağladığını, bütün bu işlerin örgütlü olarak gerçekleştiği yerin de en genel anlamıyla borsa olduğunu söylemiştik.
Borsa, en genel anlamıyla para piyasası içinde yer alır. Para piyasası, sanayi kapitalistleri ve para-kapitalistlerin ilişkilerinin gerçekleştiği piyasadır. Ama para piyasası denildiğinde daha çok kredi sisteminin hâkim olduğu piyasalar anlaşılır. Bu bakımdan borsa, genel olarak para piyasasına dâhil olan sermaye piyasası içinde yer alır. Sermaye piyasası, birbirinden daha çok biçimsel olarak farklılaşmış bulunan iki ana kısımdan oluşur. Bunlar birincil piyasalar ve ikincil piyasalardır. Birincil piyasalar, bizim daha önce para-sermaye ile sanayi-sermayesi arasındaki ilişkiyi basitleştirerek anlatmaya çalıştığımız ilişkilerin gerçekleştiği alandır. Yani burada hisse senedi, tahvil gibi değerli kâğıtları satan şirketlerle, bunların alıcıları doğrudan karşılaşırlar. Alıcı şirketin satışa çıkarmış bulunduğu hisse senedi ya da tahvili direkt olarak ondan alır. Bu değerli kâğıtların bir banka aracılığıyla alınıyor olabilmesi bu durumu hiçbir şekilde değiştirmez. Değerli kâğıtların bu alınış biçiminde, alıcı, hisse senedini bir kez aldıktan sonra, onu yeniden paraya çevirmek üzere şirkete müracaat edemez. Aldığı eğer hisse senediyse böyle bir hakkı hiç yoktur; tahvil ise vadenin dolmasını beklemesi gerekir, ikincil piyasalar ise, değerli kâğıtların paraya çevrilebildiği piyasadır. Menkul kıymetler borsası, ikincil piyasanın tanımlandığı en berrak örnektir.
Demek ki hisse senedi çıkaran bir anonim şirketten bu değerli kâğıt satın alındıktan sonra, ona tekrar verilerek eşdeğeri olan para yeniden alınamaz. Hisse senedi birincil piyasadan yani anonim şirketin kendisinden alındığı zaman, alana sadece sınırlı hakları elde edebilme olanağını verebiliyor. Bunlar başlıca şunlardır: Şirket yönetimine katılma hakkı; elde edilen kârdan pay alma hakkı; oy kullanma hakkı; eğer şirket yeni hisse senedi çıkaracaksa, bunları öncelikli olarak satın alabilme hakkı. Ne var ki bunlardan şirket yönetimine katılma hakkı tamamen palavradan ibarettir. Çünkü anonim şirket sermayesinin % 51’ini elinde bulunduranlar aynı zamanda şirkete hâkim olurlar. Bunlar; sanayi kapitalistleri, anonim şirketin gerçek sahipleridirler. Oy kullanma hakkı da bunun gibidir: Alınan karara uyma hakkından başka bir şey ifade etmez. Geriye kalan, sadece şirketin elde ettiği kârdan pay alma hakkıdır; bunu daha önceden açıklamış bulunuyoruz.
Oysa ikincil piyasaların menkul kıymetler alım-satımında oynadıkları roller çok daha farklıdır, ikincil piyasada yani menkul kıymetler borsasında anonim şirketlerle hisse senedi alanlar direkt olarak karşı karşıya gelmezler, ilişki dolaylanır. Menkul kıymetler borsasında, onlarca anonim şirketten yüzlerce hisse senedi almış bulunan birçok kişi karşı karşıya gelirler. Burada kimisi hisse senedini satmak ister kimisi hisse senedi almaya gelmiştir, kimisi bir hisse senedini satıp bir başkasını almayı amaçlar. Hisse senedi paraya dönüşür, para hisse senedini satın alır. Bütün bu karmaşa içerisinde kimi hisse senedinin fiyatı yükselir; kimininki ise aynı seansta hem yükselir, hem de düşer. Kurtların kuzuları yeme zamanı gelmiş, kumar başlamıştır artık.
Ama burada, ikincil piyasalarla birincil piyasalar arasındaki ilişkinin önemli bir noktasına dikkat çekmek gerekiyor. Menkul kıymetler borsası birincil piyasaya talep yaratır. Bu ne demektir? İlk bakışta borsada anonim şirket yokmuş gibi görünür. Ama burada fiyatları yükselen ya da yükselme eğilimi gösteren anonim şirketlerin hisse senetlerine olan talep artar. Bu, borsanın birincil piyasaya talep yaratması anlamına gelir. Yani, eğer borsada Ereğli Demir Çelik hisse senetlerine olan talep artıyorsa, Ereğli Demir Çelik, bu talebi karşılamak üzere harekete geçer. Sermayesini artırarak yeni hisse senetleri çıkarır. Bu da daha fazla para-sermayenin sanayi sermayesine bağlanması anlamına gelir. Sanayi sermayesi aynı hareketi yineleyerek yoluna devam eder: P-P-M- P’-P’; daha fazla emek gücü, daha fazla üretim aracı alma olanağına kavuşur. Ve para, yeniden “kapitalist üretim esası üzerinde bir değer olmaktan çıkıp, kendisini genişleten bir değer haline dönüşür,” Öyleyse borsa, aynı zamanda para-sermayenin sanayi sermayesine bağlanabilmesinin bir aracıdır. Sanayi sermayesi açısından para-sermayeyle borsada kurduğu ilişki, sermaye piyasalarında örneğin bankalarla kurdukları ilişkiden genellikle daha avantajlıdır. Çünkü örneğin A şirketi, B bankasından kredi alarak ihtiyaç duyduğu para-sermayeyi karşıladığında, aldığı parayı, faiziyle birlikte belirlenmiş bir sürenin sonunda ödemek zorunda kalacaktır. Ama başkalarının elindeki para-sermayeyi hisse senetleri satışı yoluyla elde ettiğinde böyle bir yükümlülük ve zorluk altında kalmayacaktır.
Burada, hisse senediyle değişilen para, kendisini genişletmek üzere harekete geçer. Bu hareketin sonucunda, yaratılan artı-değerin bir bölümünü alarak tekrar para-kapitalistin eline dönen para; aynı hareketi daha hızlı, daha çabuk, daha kârlı bir şekilde yapmak üzere harekete geçer, sahibinin cebinde tekrar borsanın içine girer.
Bir başka açıdan bakıldığında, borsanın içinde dönen dolaplar, ayak oyunları, para-kapitaliste burada, daha hisse senedini alırken ödediği para sanayi kapitalistine dönmeden de daha fazla para olarak sahibine dönme şansını verebilir. Örneğin elinde X tane Ereğli Demir Çelik hissesi bulunan kişi, bunu, fiyatı yükseldiği anda satarak parasını çoğaltabilir. Para, yine kâr üretir. Ama unutulmamalıdır ki onun sattığı hisse senetleri “tüketilmiş bulunan sermayenin kâğıttan kopyalarıdırlar.”
Peki, borsada dolaplar nasıl döner? Bunu açıklamak özellikle şu iki şeye bağlıdır: Bunlardan birincisi, şirketlerin, çıkardıkları hisse senetlerinin borsadaki fiyatını yükseltmek için tetikte durmalarıdır, ikincisi ise, borsadaki spekülatörlerin çeşitli yollarla hisse senetlerinin fiyatlarını alçaltıp düşürerek aradaki bu farktan yararlanmak üzere pusuda beklemeleridir.
Hisse senetleri borsada işlem gören her şirket, onun fiyatının yükselmesini ister. Çünkü eğer, bir hisse senedinin borsadaki fiyatı yükseliyor, ya da yükselme eğilimi gösteriyorsa ona olan talep artacaktır. Talebin artması, daha fazla hisse senedi çıkarması, böylece daha fazla para-sermayeyi kendisine bağlaması anlamına gelir.
Borsada spekülasyon yaparak para kazanmayı meslek haline getirmiş rantiyeler de, sözgelimi A şirketinin bir bölümünün kapatılacağına, ya da B şirketinin pazarının genişleyeceğine yönelik haberler yayarak, borsaya hisse senedi almak üzere gelmiş bulunan parayı istedikleri yerlere yönlendirebilir ve bu yolla irili ufaklı vurgunlar gerçekleştirebilirler. Şirketlerin durumlarına ilişkin bilgiler daha kamuoyuna açıklanmadan, bu bilgileri şirket yöneticileri ya da bunların yakınları, kendilerine çıkar sağlamak amacıyla kullanırlar. Bunun yanında, şirketler, hisse senetlerinin hamiline oluşunu da kendi çıkarlarına uygun olarak kullanırlar. Hisse senedinin hamiline olması, sahibinin onu elinde tutan kişi olmasıdır. Şirketler, bu durumdan şöyle yararlanırlar: Fiyatları yükseldiğinde piyasaya gizlice hisse senedi sürer, düştüğünde kendi hisse senetlerini kendileri alırlar. Böylece, bütün koşullar o şirketin hisse senedi fiyatlarının düşmesine yönelik olsa bile, bu yolla fiyatlarının düşmesini engelleyebilir, hatta yükseltebilirler de. Ya da tersinden, kendi hisse senedini kendisi alıp satarak buradan belirli bir kazanç elde edebilirler.
Ama hisse senedi fiyatlarının ya da menkul kıymetler borsası bileşik endeksinin yükselip alçalması bu yollarla dalgalanabiliyorsa, bizim daha önce, emek, para-sermaye, sanayi sermayesi arasında kurmaya çalıştığımız ilişkinin anlamı ne olabilir? Hisse senedinin fiyatı, üretime sanayi sermayesine bağlanarak giren para-sermayenin, her ikisinin birlikte gerçekleştirdiği artı-değerle ve bunun bölüşümüyle ne ölçüde ilgisi olabilir? Herkes, elindekini tutturabildiğine satar. Uyanık ve tecrübeli olan bu işten kazançlı çıkar, diğerleri zarar eder gibi görünür ilk bakışta. Bu görünüş, üretim sürecinde paranın metaya ve sonra tekrar paraya (ama P ‘) dönüşmesinde de vardır. Ama görünüş gerçek değildir. Hele hele borsada tam bir illüzyondur. Marx, Grundrisse’nin “Kâr Üzerine” başlıklı bölümünde bu durumu şöyle açıklıyor:
“Kâr perspektifinden süreç, maliyetin karşılanması ve ayrıca da buna ek bir paranın elde edilmesinden ibarettir. Bu bakış açısında, değer ve artı-değer kavramlarına kesinlikle yer yoktur. Kapitalistin kaygısı belli bir nesneleşmiş artı-emek süresinin eşdeğerini almak değil, maliyet fiyatına mümkün olan en yüksek kârı eklemektir. Yani kapitalist, ‘tutturabildiğine’ satar ve elde ettiği kâr, ürünün içerdiği artık-değerden çok daha alçak ya da çok daha yüksek olabilir. Piyasada hiç kimse, kapitalistin malına koyduğu fiyata ‘ama bu malın içerdiği artık-değer şu kadardı!1 diye itiraz etmeyecektir.
Böyle olunca, kitap boyunca geliştirilen değer ve artık-değer teorisinin pratik bir anlamı kalmış mıdır? Şüphesiz evet; ama bu anlam ancak rekabet konusunda ortaya konulabilecektir. Şöyle ki: Herhangi bir sermaye, piyasa koşullarınca belirlenen ve artık değerden farklı olan bir kâr elde eder. Ama bu durum artık-değeri yok etmez ya da yoktan var etmez, sadece artık-değerin farklı sermayeler arasında paylaşılmasına yol açar. Her şeyden önce, ülke çapında üretilen toplam kâr, toplam artı-değere eşittir ve tekil sermayeler, bu toplam artı-değeri rekabetin yasaları uyarınca aralarında paylaşmaktan öte bir şey yapmazlar. İkincisi, piyasada rekabetin genel etkisi, tekil sermayelerin kârlarını düşürüp artırarak, onları “zorla” gerçek artı-değere yaklaştırmaktadır. Herhangi bir kapitalistin maliyetine keyfi bir şekilde etkilemeye çalıştığı kârın hiç de keyfi bir şey olmadığı rekabet süreci içinde ortaya çıkacaktır.”
İllüzyona kanmamalıdır. Hiçbir koşulda artı-değer yok olmaz. Borsada, üzerinde kurtların ve kuzuların savaştıkları hisse senetlerinin temsil ettiği değer, artı-değerdir. Başka hiçbir şey değil.

Mart 1994

DİPNOTLAR
1- İMKB- Araştırma, Yayın ve Eğitim Müdürlüğü Yayınları, Borsanın Temel İlkeleri
2- Karl Marx, Kapital Üçüncü Cilt. Sol Yayınları, İkinci Baskı. S. 297
3- A.g.e : S. 327- 328
4- A.g.e : S. 297
5- A.g.e : S. 326
6- A.g.e : S. 423

Burjuva Ekonomi Politiği ve Bunalım

Kapitalizm, ortaya çıkışından bu yana, irili-ufaklı, ağrılı-sancılı onlarca bunalım yaşadı. Bunlardan bazıları kısa sürede atlatılırken, bazıları da uzun ve sancılı geçti. Her büyük bunalım dönemi, burjuva iktisatçılarının görünüşte birbirine karşıt olan görüşlerinin çatıştıkları bir ortam yarattı. Bir büyük bunalım döneminden önce, tartışmasız olarak hâkim ve yaygın olan burjuva iktisat okulunun düşünceleri, bunalımla birlikte şiddetle tartışılmaya başlandı. Hâkim olana sözde karşıt olan iktisadi düşünceler onu parçaladı, etkisini bir süre için yok etti ve yerine kendisini egemen kıldı. Tarihsel olarak geriye dönüp baktığımızda, büyük bunalım dönemlerinin, burjuva iktisadi düşüncelerin birine hayat, diğerine ölüm getiren dönemler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama buradaki hayat ve ölüm kavramlarının “yeniden dirilme”, “yeniden can verme” imkânlarıyla birlikte kullanılması gerektiği kaydını koyarak. Çünkü soruna yakından bakıldığında görülecektir ki, yaşayanın ölmesi, daha sonra öleni bir biçimde yeniden diriltecektir. Buna, yazının daha ileriki bölümlerinde yeniden döneceğim.
Dünya kapitalist ekonomisinin, tarihindeki en büyük bunalımlarından birisini yaşadığı bir dönemdeyiz. Özgürlük Dünyası’nın 66. sayısında yer alan “Emperyalizmin Sertleşen Çelişkileri ve Devrim ve Sosyalizmin Olgunlaşan Koşulları Üzerine” başlıklı yazıda, dünya kapitalizminin, genel krizinin yeni bir aşamasına doğru yol aldığı vurgulanmaktaydı. Kapitalizmin bugünkü bunalımının ve girilmekte olan yeni dönemin özelliklerinin kavranabilmesi bakımından, devrimci proletaryanın biricik eylem kılavuzu olan Marksizm-Leninizm’in bunalıma nasıl yaklaştığının, onu yaratan ve ortaya çıkaran temel öğelerin neler olduğunun ve bu öğelerin bugünkü boyutlarının kendini nasıl ortaya koyduğunun, temelleri bakımından anlaşılabilmesi gerekiyor. Ama bundan önce, kapitalizmin tarihi boyunca, burjuva ekonomi politiğinin bunalım kavramını nasıl ele aldığının ve bunun çeşitli dönemlerde burjuvazi tarafından nasıl kullanıldığının ana hatlarıyla hatırlatılması yararlı olacaktır. Çalışmanın bu bölümünde, çeşitli tarihsel dönemlerde burjuva ekonomi politiğinin bunalıma nasıl yaklaştığını en genel hatlarıyla ele alıp bundan bazı sonuçlar çıkarmaya çalışacağım. Bu yönüyle ele almaya çalışacağım burjuva ekonomi politiğinin çeşitli versiyonlarının, her birinin kendine özgü teorilerinin ayrıntılı tahlillerine girişmeyeceğim.

KAVRAMA YAKLAŞIMIN YÖNTEMİ VE İÇERİĞİ
Bütün kavramlar gibi bunalım da, onu açıklayan, anlamlandıran ve tanımlayan sınıfların, onu kendi eyleminde nasıl kullanacağına, başka kavramlarla ilişkilerini nasıl kuracağına, sınıfsal varlıkları ve çıkarlarıyla nasıl ilişkilendireceğine, dolaysız olarak bağlı bir biçimde tanımlanır. Hele üzerinde tartışılan kavram, sınıf mücadelesinin dolaysız araçları olarak ortaya çıkıyorsa, bu durum, kendisini daha açık bir biçimde hissettirir. Örneğin demokrasi, özgürlük ve benzeri kavramlarda olduğu gibi bunalımın, proletaryanın bilimsel dünya görüşü olan Marksizm-Leninizm ve çeşitli burjuva akımları tarafından farklı olarak tanımlanması ve içeriklendirilmesi, bu sonuca ulaşılırken kullanılan yöntemlerin farklılığından ve karşıtlığından kaynaklanmaz yalnızca. Bunalımı açığa çıkaran ilişkiler ve alanın özellikleri, bu zemin üzerinde sınıf mücadelesinin kazandığı boyutlar ve özellikler onun açıklanış tarzında belirleyici bir rol oynar. Ya da bir başka ifadeyle şöyle de söyleyebiliriz: Burjuvazi ve proletarya, kendi sınıf çıkarlarına bağlı olarak yürüttükleri mücadele içerisinde, birinin diğerine karşı tutumu olarak bunalım kavramını tanımlarlar.
Burjuva ekonomi politiği, bütün tarihi boyunca kapitalizmi insan doğasına ve aklına en uygun, asla değiştirilmemesi, ama mutlaka yaşatılması gereken bir toplumsal sistem olarak göstermeye çalışmıştır. Dolayısıyla her burjuva iktisadi akımının ortaya çıkışının temel nedeni, içinde bulunulan dönemin temel özelliklerine ve ihtiyaçlarına bağlı olarak, kapitalizmin nasıl daha iyi yaşatılabileceğine, nasıl daha güçlü olarak ayakta tutulabileceğine ilişkin en sağlıklı formülleri ortaya koyma ihtiyacından kaynaklandı. (Her birini böyle bir çabaya iten, kuşkusuz ki, kendinden önceki akımın çözüm önerilerinin belirli bir süre sonra çözümsüz kalışıydı.) Bütün burjuva iktisadi akımlarının ortak olan bu yanı, kapitalizmin çelişkilerini görmek bir yana, esas olarak onları örtbas etmeyi amaçlıyordu. Çünkü çelişkiyi görmek, açığa çıkarmak, beraberinde çelişkinin nasıl çözümlenmesi gerektiği sorusunu da ortaya atacaktı. Böyle bir şeye yönelmek bir yana, yönelenlere karşı (bunlar iyi niyetli burjuva bilginleri olsa dahi) savaş bayrağını çekmek, burjuva iktisatçılarının kutsal vazifeleri oldu hep.
Burjuva ekonomi politiğinin özü, onun bunalıma yaklaşım temellerinin de özünü yansıtacaktır. Bu bakımdan, yukarıda ana temasını çok kısa olarak ifade etmeye çalıştığımız, burjuva ekonomi politiğinin atalarından başlayarak konuyu nasıl ele aldıklarını kısaca açıklamak gerekiyor.

FEODALİZME KARŞI MÜCADELE DÖNEMİNDE BURJUVA EKONOMİ POLİTİĞİ

Burjuvazi, feodalizme karşı mücadelesinde bir yandan kapitalist ilişkilerin oluşturulmasının kavgasını verirken, bir yandan da feodal ekonomiye karşı yürüttüğü ideolojik mücadele içerisinde kendi ekonomi politiğini yaratmaya yöneldi. Klasik burjuva ekonomi politiğinin ortaya çıktığı yer, doğal olarak kapitalizmin ilk anavatanı İngiltere oldu. ilk ekonomi politik akımları, ilk iş olarak değerin ve servetin kaynağını açıklamaya yöneldiler. Bunlardan Merkantilistlere göre, değer ve servet, malların alış fiyatlarıyla satış fiyatları arasındaki farktan doğuyordu. Bu yüzden, satış önemliydi. Onun içindir ki, Merkantilistler dış ticaret üzerinde yoğunlaşıyorlardı. İktisadi görüşlerini bu akımın son dönemlerinde yoğunlaştıran Wilelam Petty (1623-1687), malların değişiminin, üretimleri için gerekli olan emek miktarı karşılığında yapıldığını açıklamaya çalıştı. Burjuva ekonomi politiğinin gelişiminde, Yunanca doğa ve egemenlik kavramlarından türemiş adıyla anılan Fizyokratlar önemli bir yer tutar. Bu akımın önde gelen temsilcisi Francois Quesnay’dir. Fizyokratlar, zenginliği dış ticaret ve parada gören Merkantilistlerden farklı olarak üretimin üzerinde dururlar. Sadece tarımı üretken olarak görürler. Bunda iki şeyin önemli etkisi vardır: Birincisi Fizyokratlar, Aydınlanma Çağı filozofları gibi, insan toplumunun doğa tarafından kendisine verilmiş yasalarının bulunduğunu varsayıyorlardı. Bu varsayım, onları, tek zenginlik kaynağının doğa ve dolayısıyla tarım olduğu fikrine ulaştırıyordu. İkincisi, Fransa, bu dönemde henüz bir tarım ülkesiydi. Yani ekonomik üretimin temel alanı henüz tarımdı. Bu da, Fizyokratların düşüncelerini koşullandıran maddi bir temeldi.
Fizyokratlara göre, değerin ve servetin kaynağı doğaydı. Bitkilerin ve hayvanların doğal olarak büyüdüğü, ziraat ve hayvancılık dalında “net ürün” (bu, teorilerinin odak noktası) yaratıyor, bunun dışındaki bütün ekonomi alanlarında tarımdan gelen ürünlerin biçimi değişiyordu. Yani üretime yönelik harcamaların dışında kalan “net ürün”ün kaynağı tarımdı, doğaydı. Öyleyse, bütün vergiler toprak sahiplerinden alınmalı ve sanayiciler bunun dışında tutulmalıydı.
Burada, değerin ve servetin kaynağını ticarette gören Merkantilistlerle, doğada ve dolayısıyla tarımda gören Fizyokratlar’ın ortak bir noktada buluştuklarını görebiliriz.
Bu nokta, değerin ya da servetin kaynağını, üretimin dışında bir yerde aramaktır. Birisi, değerin, malların alımlarıyla satımları arasındaki farktan kaynaklandığını; öteki, doğadan ve tarımdan elde edileceğini söylüyor. Böylece iki şeyi açıklamış ve kendilerince başarmaya yönelmiş oluyorlar: Birincisi kapitalist üretimin çelişkili doğasını gizliyorlar; ikincisi onu normal, insan doğasına uygun, yerli yerinde göstermeye çalışarak burjuva toplumsal ilişkileri haklı çıkarıyorlar.
Klasik Alman Felsefesinden sonra Marksizm’in ikinci teorik kaynağı olacak olan Klasik İngiliz Ekonomi Politiği, değerin ve servetin kaynağını açıklamak bakımından, kendisinden önce gelen burjuva ekonomi politikçilerinden bir kopuş gerçekleştiriyorlar. Bu akımın en önemli temsilcileri bir toplum bilimci olan Adam Snıith (1723-1790) ve bir borsa komisyoncusu olan David Ricardo’ydu.(1772-1823). Klasik İngiliz Ekonomi Politiği’ne göre, değerin ve servetin kaynağı, yalnız tarımsal emek değil, genellikle emekti. Onlara göre, metaların değerini ve fiyatını belirleyen şey, onların üretiminde harcanan emekti. Bu saptama, aynı zamanda, Klasik İngiliz Ekonomi Politiği tarafından geliştirilen (ya da kurulan) emek-değer teorisinin temelini teşkil ediyordu.”
Adam Smith, “Ulusal Zenginliğin Özü ve Nedenleri Üzerine Araştırmalar” başlığı altında topladığı çalışmalarında; emeği, değerin kaynağı olarak ele aldı. Ama, çelişkili bir biçimde: Ona göre, değerin emek tarafından belirlenmesi yalnızca basit meta üretimi için yani “toplumun ilkel durumu” için geçerliydi. Kapitalizmde ise değerin kaynağı gelir, yani ücret, rant ve kârdı. Smith, böylece “değerin kaynağı emektir” diye attığı ilk adımından sonra, tersi yöne doğru bir adım attı, kapitalizmde, değerin kaynağının “emeğin değeri” olduğunu ileri sürdü. Ona göre kapitalizm üç ana sınıfa bölünmüştü. İşçiler, kapitalistler, toprak sahipleri. Bu sınıfların mensuplarının tek tek kendi yararları peşinde koşması, toplumsal bir yarar sağlayacaktı. Çünkü bu toplumsal sistemde değer, bu sınıfların mensuplarının gelirlerinden kaynaklanıyordu. Öyleyse, kapitalist toplumda insanlar arasında bir çıkar birliği vardı. Dolayısıyla serbest rekabet göklere çıkarılmalıydı. Smith’in geliştirdiği bu görüşlere, onun kapitalizmin manifaktür döneminde yaşamasının etki ettiği söylenebilir (Buna biraz aşağıda yine değineceğim).
David Ricardo ise, “Politik Ekonominin ve Vergilendirmenin Temel İlkeleri” başlığı altında topladığı notlarında, Smith’in, değerin kaynağının sadece “toplumun ilkel durumunda” emek olduğu tezine karşı çıktı. Ama bunun yerine, Smith’in kapitalist toplumda değerin kaynağı olarak gösterdiği ücret, kâr ve rantın kaynağının, işçi emeği olduğunu ortaya koydu. Ricardo’nun bu çabası, esas olarak ekonomi politiğin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Ama şu kesinlikle vurgulanmalıdır ki, Ricardo da, Smith gibi kapitalizmin çelişkili doğasını görmekten çok uzaktı. O da kapitalizmi doğal ve sonsuz bir sistem olarak görüyor ve tasarlıyordu. Bütün görüşlerini gelip bağladığı yer bundan öteye gitmiyordu. Smith ve Ricardo işte bu ortak noktada buluşuyorlardı: Kapitalizm akla en uygun ve en adaletli sistemdi.
Burada şu tarihsel koşullan göz önünde bulundurmak yararlı olacaktır: Bu dönemde, iki ana sınıf arasındaki çelişkiler henüz netleşmemiş ve belirgin hale gelmemiştir. Bir yandan da burjuvazinin aristokrasiye karşı mücadelesi sürüp gitmektedir. Ve proletarya daha çok bu mücadele içinde burjuvazinin arkasından yürümektedir. İşte, Klasik İngiliz Ekonomi Politiği tarafından geliştirilen emek-değer teorisi, bu tarihsel koşullar içerisinde, feodal aristokrasiyi hedef almaktadır. Ve ona karşı savaşan ve kendilerine göre değeri üreten ve burjuvazinin temsil ettiği kapitalist üretim ilişkilerini ve genel olarak kapitalizmi kutsamaktadır. Henüz, bağımsız bir sınıf olarak burjuvaziye karşı mücadele eden proletarya yoktur. Onun bilimsel dünya görüşü olan bilimsel sosyalizm de yoktur. (Ama ütopik sosyalizm gelişmektedir). Bu bölüme son vermeden önce, son bir şeye daha vurgu yapmalıyız: İlk başta söylediğimiz gibi burjuva ekonomi politiği, daha sonra bütün tarihi boyunca devam edeceği gibi, kapitalizmi, insan doğasına ve aklına en uygun toplumsal sistem olarak yüceltmektedir; ama bu yüceltme eylemi ve teorilerinin alacağı biçim, kapitalizmin o anki gelişme özellikleri ve burjuvazinin ihtiyaçlarına yanıt verecek tarzda şekilleniyor.
Büyük makinelerle yapılan üretimin başlangıcı olarak sayabileceğimiz 19. yüzyıldan bu yana, kapitalist üretimin gelişimi, adeta periyodik olarak kesintiye uğradı. Bu durum, kimi zaman kısmi aşın üretim bunalımlarıyla daha 18. yüzyılda ortaya çıkmaya başlamıştı. Ama bir kapitalist ülke ekonomisinin baştanbaşa sarsıldığı ilk sanayi bunalımı 1825’te İngiltere’de patladı. 19. yüzyılda belli başlı kapitalist ülkelerde ortaya çıkan bunalımların tarihlerini vermek bile, onun bu dönemdeki düzenliliğini kanıtlayacaktır: 1825 (İngiltere), 1836 (İngiltere ve ABD), 1847 (ABD ve Avrupa), 1857 (Avrupa ve ABD), 1866-1873-1882-1890 (Yine çeşitli Avrupa ülkeleri ve ABD). Bu dönem boyunca, kapitalist üretimde birbirini sürekli olarak takip eden iki şey gözleniyor: Canlılık ve durgunluk. Engels, “Anti-Dühring” adlı eserinde, kapitalizmin bu döneminde bunalımların her on yıl dolaylarında bir, tekrar ettiğini tespit ederek, bunalım döneminin temel özelliklerini şöyle anlatıyor:
“Ticaret durur, pazarlar tıkanmıştır, ürünler sürümsüz oldukları ölçüde yığılıp kalır, peşin para görünmez olur, kredi ortadan çekilir, fabrikalar kapanır, emekçi yığınlar fazla geçim gereci üretmiş olmaktan ötürü geçim gereçlerinden yoksun kalırlar, batkılar batkıları, zoraki satışlar zoraki satışları kovalar. Tıkanıklık yıllarca sürer; üretici güçler ve ürünler, birikmiş meta yığınları, sonunda değerlerinin az ya da çok altında bir fiyat üzerinden sürülene, üretim ve değişim yavaş yavaş canlanana değin, yığın halinde israf ve imha edilirler. Yavaş yavaş, gidiş hızlanır, tırısa döner, sınaî tırıs dörtnal olur ve bu dörtnal da, sonunda, en tehlikeli atlamalardan sonra kendini yeni baştan… çöküntü çukurunda bulmak üzere, bir sanayi, ticaret, kredi ve spekülasyon steeple chase’inde (engelli yarış) dolu dizgine değin yükselir.” (Anti-Dühring, s. 437, Sol Yayınları, Mart 1977, Ankara)
Kapitalizmin tarihinin bu aşamasında şaşırtıcı bir düzenlilikle ortaya çıkan ve içeriği yukarıda Engels tarafından tarif edilen bunalım ve birikim dönemleri, burjuva ekonomi politiğinde de hem yöntemsel açıdan hem de soruna yaklaşım açısından biçimsel bir farklılığı da beraberinde getirdi. Burjuvazinin feodal aristokrasiye karşı mücadele ettiği, ama burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf çelişkilerinin henüz olgunlaşmadığı koşullarda, burjuva ekonomi politiği, bilimsel tahliller yapabiliyordu. Sonuçta kapitalizmin yüceltilmesine bağlansa, aslolarak burjuva bir karakter taşısa bile, örneğin, Adam Smith ve David Ricardo tarafından geliştirilen emek-değer teorisi, bilimsel bir içerik taşıyordu. Ama artık kapitalizmin, sık sık yaşanan bunalımlarla birlikte gelişmesi ve burjuvaziyle proletarya arasındaki çatışmaların artması ve çelişkilerin keskinleşmeye başlaması, burjuva ekonomi politiğini daha farklı bir noktaya götürecekti. Marx, Kapital’in “Almanca İkinci Baskısı’na Önsöz”de bu durum için şunları söylüyor:
“Fransa ile İngiltere’de, burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık bir tehdit edici biçimler aldı. Bu, bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin doğru olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi, tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Çıkar gözetmeyen araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca maruz göstermeler almıştı.” (Kapital, 1. Cilt, s.23 3. Baskı. 1986, Sol Yayınları, Ankara)

BURJUVA EKONOMİ POLİTİĞİNİN İFLASI
Bundan sonra, burjuva ekonomi politiğine, ilkel bir yaklaşım egemen oldu. Bu ilkel yaklaşımın baş temsilcileri John Stuart Mili, F. Bastiat ve J.B. Say’dır. Bu yaklaşım daha önceki dönemlerde burjuva ekonomi politiğinin az-çok bilimsel yanlar taşıyan çabalarını ve çalışmalarını tümüyle inkâr ederek bunları bir kenara attı. Marx, “…Sınıf savaşımı su yüzüne çıkmadığı ya da kendisini ancak dağınık ve tek tek olaylarla ortaya koyduğu sürece, ekonomi politik, bir bilim olarak kalabilir” diyor, (age, s.22) Ama artık, sınıf savaşımı su yüzüne çıkmaya başlamış, kendisini dağınık bir biçimde ortaya koymanın ötesine geçmiştir. Kıta Avrupası’nda gerçekleşen ve İngiltere’yi de etkisi altına alan 1848-1849 Devrimi bunun açık örneğidir. Bir yandan da kapitalizm, düzenli bir şekilde aşırı-üretim bunalımlarını yaşamaktadır.
Bu durumda Marx tarafından ilkel (vülger) ekonomi diye adlandırılan burjuva ekonomi politiğinin başlıca temsilcilerinden birisi olan J. S. Mill’in başlıca çabası, uzlaşmazları uzlaştırma yönünde yoğunlaştı. Marx, Kapital’in aynı yerinde, J. S. Mill’in bu çabalarını şöyle anlatıyor:
“Bilimsel bir değeri olduğunu hâlâ öne süren ve egemen sınıfların lafebeleri ve dalkavukları olmaktan ötede bir şey olduklarını öne sürenler, sermayenin elindeki ekonomi politik ile proletaryanın daha fazla görmezlikten gelinemeyen istekleri arasında uzlaşma sağlama çabasına düştüler. İşte böylece, John Stuart Mill’in en iyi temsilciliğini yaptığı sığ uzlaştırma (doğdu -ç.).” (age, s. 24)
F. Bastiat ise, bütün açıklama ve çalışmalarını, burjuva çalışma özgürlüğünü eksen alarak, kapitalizmde sınıf çıkarlarının birliği ve uyumu şeklinde yoğunlaştırdı. Bu teorik dayanaklarından hareketle, sürekli güçlenmekte olan proletarya hareketine karşı saldırgan bir tutum takındı.
Vülger ekonominin, bunalımlar karşısında takındığı tutum ise kuşkusuz ki onun olabilirliğinin teorik olarak imkânsızlığını ilan etmek oldu. Bunun en duru (ve en kaba) açıklamasını ve örneğini J. B. Say’da görebiliriz.
J. B. Say, daha sonra “Say Kanunu” şeklinde adlandırılacak olan ve “her arz kendi talebini yaratır” biçiminde formüle edilen teorisini bir yerde şöyle açıklıyor: “Mallar için talep yaratan üretimdir… Bir mal arz edilince, bu andan itibaren, diğer mallar için piyasa açılmış olur.” (Aktaran: Gülten Kazgan, iktisadi Düşünce, s. 94) Ona göre, malların üretilmiş olması, onların satın alınabilmesinin koşullarını da yaratacaktır. Öte yandan da bu, onu üretenlerin üretim yapabilmeleri imkânını da yaratacaktır. Değerin kaynağını başlıca üç üretim faktörü oluşturmaktadır. Bunlar; emek, sermaye ve topraktır. Ya da başka bir ifadeyle değer, bu üretim faktörlerinin sahipleri olan emekçiler, sermaye sahipleri ve toprak ve toprak sahipleri tarafından yaratılır. Yaratılan değerden herkes kendi payına düşeni alacaktır: Emekçi ücretini, sermaye sahibi kârını, toprak sahibi rantını. Üretim, bölüşüm ve tüketim çelişkisiz ve doğal bir biçimde yaşanacak, böylece bu çelişkisiz ve doğal süreç, bunalımları imkânsız hale getirecektir. Ekonomi, kendiliğinden, hiçbir müdahaleye gerek kalmaksızın tam istihdam noktasına gelir.
Artık, burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf mücadelelerinin açık bir hal aldığı bir dönemde, burjuva ekonomi politiğinin böylesine ilkelleşmesi, bu kadar kabalaşması anlaşılır bir hal almaktadır. Vülger ekonomi, 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden başlayarak 1929 Büyük Bunalımı’na kadar, burjuvazinin başlıca silahlarından, burjuva iktisatçılarının altında toplandıkları başlıca bayraklardan birisi olmaya devam edecektir.
Bütün bu dönem boyunca kuşkusuz ki, egemen düşünceyi çeşitli biçimlerde eleştiren akımlar da vardır. Bunların başlıca temsilcileri ise toprak sahibi sınıfların çıkarlarını teorileştiren ve çalışmalarını bu yönde yoğunlaştıran Malthus ve burjuva ekonomi politiğinin küçük burjuva eleştiricisi S. Sismondi idi. Malthus ve Sismondi farklı teorik önerilerden yola çıkmalarına karşın bir noktada birleşiyorlardı. Bu nokta şöyle özetlenebilir: Aşın üretim bunalımları kapitalizmin olağan bir yanıdır. Ve bu olağan olumsuz yan, bir şekilde çözümlenebilir. Gerek Malthus’un gerekse Sismondi’nin, bu durumu açıklamaya çalışan özgün teorik yaklaşımları vardır kuşkusuz. Ama bizi burada ilgilendiren sadece bu kadarıyla sınırlı. Kısaca ve yeniden ifade etmek gerekirse: Sismondi ve Malthus’un eleştirici yönleri sadece bunalımların varlığı ve yokluğu, imkânsızlığı ya da olağanlığıyla ilgilidir. (Burada, Sismondi’yi Malthus’tan ayıran bir yana işaret etmek gerekiyor. Sismondi, Malthus’tan farklı olarak, işçilerin ve köylülerin mutlak sefaletinden belirli ölçülerde etkilenen bir radikaldi. Bu yüzden, Marx tarafından küçük burjuva sosyalisti olarak adlandırılmıştır.) “Her arzın kendi talebini yarattığı ve bu yüzden bunalımların imkânsız olduğu” yönündeki egemen görüşe bunların karşı çıkışı, bunalımların imkanlı ama doğal olduğu yönündedir.

EMPERYALİZM ÇAĞINDA BURJUVA EKONOMİ POLİTİĞİ
Emperyalizm çağına geçiş, kapitalizmin bunalımının dünya kapitalizminin bunalımı olarak ortaya çıkmasının ön koşullarını da yarattı. Emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi, burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf çelişkilerinin açık bir hal alması, dünya ekonomisinin daha derinden birbirine bağlanması gibi olgular, bu dönemin başlıca özellikleridir. Dünyanın emperyalistler arasındaki yeniden paylaşım savaşımı olan 1. Dünya Savaşı ve bu savaşın ardından ortaya çıkan iki şey, burjuva ekonomi politiğinin temel gelişim ve yönelim eksenlerini oluşturacaktır.
Bunlardan birincisi, 1914-1918 yılları arasında yaşanan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından kapitalist ve emperyalist ülke ekonomilerinin yıpranması ve bundan sonra gelecek olan 1929 Büyük Bunalımı’nın koşullarının olgunlaşmaya başlamasıdır. İkincisi ise, bu dönemde Büyük Ekim Proletarya Devrimi’nin hem dünya burjuvazisinin, hem de dünya proletaryasının gündemine açık bir şekilde girişidir.
Bu dönemin, burjuva ekonomi politiğine, iki şekilde yön vermeye başladığını saptayabiliriz. Birincisi, insan aklına ve doğasına en uygun toplumsal sistem olarak propaganda edilen kapitalizmin Rusya’da yere vurulması, bu propagandanın kimi biçimsel özelliklerinin değişmesini gerektirecekti. Bir yandan sosyalizm aleyhine güçlü propaganda malzemeleri ve teoriler oluşturulup biriktirilecek, öte yandan kapitalizm daha da alçalarak savunulacaktı. Diğer yandan ise, bu sarsıntılı ortam içerisinde, burjuva ekonomi politiğine egemen olan düşünceler (vülger ekonomi) tartışma masasına yatırılacaktı. Gerçi 1920-21 yıllarında belli başlı kapitalist ülkeleri saran iktisadi krizin atlatılması, bu süreci biraz geciktirecek, ama 1929 Büyük Bunalımı’yla birlikte burjuva ekonomi politiğinin, en büyük peygamberlerinden birisi olan Keynes’in gelişini engelleyemeyecekti.
Gelişmeler bu yönde oldu. Modern burjuva ekonomi politiği. Büyük Ekim Proleter Devrimi’nin yarattığı “yeni dünya”ya saldırmada emperyalizmin başlıca silahlarından birisi olarak hizmet etmeye çalıştı. Bütün burjuva iktisatçıları, olanca gericilikleri ile atalarından devraldıkları mirası sürdürmeye çalıştılar. Modern burjuva ekonomi politiği, bilimsellik, az çok tutarlılık gibi şeyleri bir yana bırakarak, kutsal vazifesini yerine getirmek için didinip durdu. Ama aradan çok geçmeden 1929 Büyük Bunalımı, emperyalizmi en ileri kalelerinde vuracaktı. Bu, aynı zamanda “bırakınız yapsınlar”cılığın da, esas olarak burjuva ekonomi politiğinin kendi silahlarıyla vurulmasını gerektirecekti. Onu vuran silah, Keynes’in Genel Teori’si oldu.
1929 Büyük Bunalımı, bu dönemdeki tek sosyalist planlı ekonomiye sahip olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dışındaki bütün emperyalist kapitalist ülkeleri ve bunun yanında bağımlı ülkeleri de etkisi altına almıştı. Bu bunalım, kapitalizmin tarihi boyunca yaşadığı bunalımların en şiddetlisi, en sancılısı olma özelliğini taşıyordu. Dünya kapitalizminin bu sancısı, 1933 yılına kadar sürecekti. Bu bunalım dönemi boyunca tüm kapitalist dünyada sanayi üretimi olağanüstü derecede düştü, ticaret neredeyse durma noktasına geldi, kapitalist, emperyalist ülkelerin maliyeleri şiddetli sarsıntılar geçirdi. Sanayi üretimindeki bu büyük düşüş, bunalımın atlatılmasını alabildiğince zorlaştırdı. Bunalımdan zorlu, sancılı çıkışın ardından çok geçmeden, yeni bir bunalım dönemi daha başladı. 1937 yılı, bunun başlangıcıydı. Şüphe yok ki peş peşe yaşanan bu bunalımlar, burjuva ekonomi politiğini de çukura düşürecekti. Belki de daha sonra yeniden diriltilecek olan vülger ekonomi, Keynes’in tekelci burjuvazi tarafından göklere çıkarılmasıyla birlikte gömülüverdi.
Keynes (Bu konuyla ilgili daha geniş bilgi için ÖD’nin 63. sayısında yer alan Güncel Keynes Tartışmaları ve Genel Teorinin Tarihsel Arka Planı başlıklı yazıya bakılabilir.), liberal iktisatçılardan farklı olarak, adını hiçbir zaman anmamaya gayret etmiş olsa bile, kapitalizmde bunalımların olabilirliğini kabul etmektedir. O, “bırakınız yapsıncılar”dan farklı olarak, ekonominin kendi başına bırakıldığında kendiliğinden ve otomatik olarak dengeye ve tam istihdam noktasına gelemeyeceğini söylemektedir. Ya da bir başka ifadeyle, ekonominin bunalımlardan, ancak devletin çeşitli müdahaleleriyle kurtulabileceği, Keynes’in başlıca teorik tezini oluşturmaktadır. Keynes’in genel teorisinin temelinde, bireylerin yaşantısında, geleceğin belirsizliğinin ve bu belirsizlik ortamından beklentilerinin yadsınamaz bir rolü vardır. Talep yetersizliğinden kaynaklanan eksik istihdam, buradan doğar. Bu durumda, politikacıların doğru ve akıllı bir yol izlemeleri, iktisatçıların doğru görüşlerine ikna olmaları gerekir. Eğer bu başarılırsa sorunlar çözümlenebilecek, aksi takdirde sorunlar yaşanmaya devam edecektir. Keynes’in düşüncelerinin kapitalizmin çağdaş bunalımlarını açıklayamamasında, onun soruna yaklaşımındaki yöntemsel yanlışlık yatıyor. O, kapitalizmin bunalımını açıklamaya çalışırken, üretim süreci ve bu süreçte ortaya çıkan çelişkileri değil ama dolaşım sürecini ve bu süreçte kişilerin psikolojik durumlarıyla, devletin müdahaleleri arasındaki ilişkiyi temel alıyor. Bunda, bu dönemde dünyanın birçok ülkesinde gerçekleşen halkların devrimci kalkışmalarının ve sosyalizmin dünya proletarya ve halklar üzerindeki muazzam etkisinin önemli bir payı olduğunu özellikle vurgulamaya gerek bile yoktur.
Keynes’in öncülüğünü yaptığı düşünce siteminin, ikinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde, burjuva ekonomi politiğinin resmi görüşü haline geldiği, bilinen bir gerçektir. Ama bir başka gerçek ise, tam da Keynes’çi politikaların uygulandığı bir dönemde, 1970’li yıllarda, emperyalist dünyanın yeniden bir bunalım dönemine girmesidir. Artık, o da, burjuvazinin ihtiyaçlarına yanıt vermez duruma gelmiştir. Ve burjuvazi, onu da terk edecek, burjuva ekonomi politikçilerinin sırayla gömüldükleri mezara, şimdilik vazifesini tamamlamış olarak, o da gömülecektir.
Kuşkusuz ki, emperyalist burjuvazi, ihtiyaçlarına uygun yeni iktisadi düşünceler arayışı içine girecek ve onun bu çağrısına “bırakınız yapsınlar”cılar yeni kıyafetleriyle yetişeceklerdir. Yeni-liberalizm, tarih sahnesine böylece çıktı.
Uzunca bir süre sonra kapitalizm, 1974’te yeni bir bunalım dönemine girdi. Bu tarihten itibaren, uluslararası düzeyde üretimin gerilemeye başlamasının ilk verileri ortaya çıktı. Artık, daha önceki canlanma ve sanayi birikimi döneminin kapandığı, saklanamaz bir hale geldi.
“1974’ten 4 yıl sonra 1978’de yayımlanan ve yeni-liberalizmin Milton Friedman’dan H. G. Johnson’a kadar en önemli sözcülerinin yazılarını bir araya getiren bir kitaba konulan başlık çarpıcıydı: Müreffeh Bir Ekonominin Rahatsızlıkları” (Aktaran: S. Savran, “Kriz Nedir?” başlıklı yazı, Petrol-lş ’92 Yıllığı içinde, sf. 547)
Emperyalist dünyanın yaşadığı bu sancılı dönemde, burjuvazinin ihtiyaçlarına yanıt verecek, dertlerine deva olabilecek bir akım olarak yeni-liberalizmin yıldızı parlatıldı. Kitaba konulan başlık gerçekten de son derece çarpıcıdır. Ekonomi müreffehtir, ama birtakım rahatsızlıkları vardır! Bu rahatsızlıkların hangi nedenlerden kaynaklandığını, biçimsel olarak birbirinden farklı nedenlerle açıklayan yeni-liberalizmin farklı kollan, görünüşte birbirinden ayrı durmakta, ama önünde sonunda aynı noktada birleşmektedirler. Bu nokta, esas olarak, serbest piyasa ekonomisinin özgür işleyişinin önündeki engeller kaldırıldığı anda, ekonominin rahatsızlıklarının da ortadan kalkacağı yönündedir.
Başlıca temsilciliğini Milton Friedman’ın yaptığı ve monetarizm adıyla ünlenen yeni-liberalizmin bir kolu, bu engelin esas olarak, devletin ekonomiye müdahale ve diğer şeyler için gerçekleştirdiği aşırı harcamaların, ekonominin rahatsızlıklarının başlıca sebebi olduğunu ortaya koyuyor. Böylece, para arzındaki artış, ekonomide bir şişkinlik yaratacak ve birtakım sorunlara yol açacaktır.
Yeni-liberalizmin bir başka kolu olan ve arz yanı iktisat olarak adlandırılan akım ise, ekonominin temel sorunlarının, kapitalist girişimlerin önündeki başlıca engel olan aşırı vergiler olduğunu iddia etmektedir. Kapitalist girişimlerin önündeki bu önemli engel kaldırıldığında ya da önemli oranda hafifletildiğinde, ekonominin temel problemlerinin ortadan kalkacağını açıklamaktadır.
Artık iyice yıpranana kadar emperyalist dünyanın çıkarlarına sonuna kadar hizmet eden ve emperyalizmin dünya proletaryası ve halklarına yönelik saldırılarının ayrılmaz bir parçası ve önemli bir silahı olarak işlev gören yeni-liberalizmin gelip dayandığı nokta burasıdır. Eğer, doğru iktisat politikaları izlenirse, ne ekonomide rahatsızlıklar meydana gelecek, ne de bunalımlar yaşanacaktır. Bu bakımdan, yeni-liberalizm ve Keynes’çilik, özünde aynı noktada birleşir. Sonuçta, yeni-liberallerin Keynes’e açtıkları ateş, onun artık kütüphanelerin raflarında tozlanan Genel Teori’sine çarpıp yine kendilerini vuracaktır. Çünkü artık yeni-liberal burjuva iktisatçılarının hepsi, emperyalist dünyanın bunalımının hızla yol aldığı yeni bir evresine girilirken, umutsuzluk içinde kıvranmaktadırlar. Kapitalizmin bunalımı, onları da baştanbaşa sarmış bulunmaktadır.

SONUÇ
Burjuva ekonomi politiğinin başından beri çabaları, kapitalizmin insan doğası ve aklına en uygun sistem olduğunu kanıtlamaya çalışmak olmuştur. Eğer ekonomide birtakım sorunlar yaşanıyorsa, bunun temel sebepleri ya iktisat politikalarının yanlışlığındadır ya da çeşitli rastlantılar nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Ama mutlak olan, kapitalizmin kendi sorunlarını çözmeye her zaman kudretli ve müreffeh bir sistem olduğudur. Onun ötesi yoktur. Eğer birtakım sorunlar yaşanıyorsa, çözüleceği yer de yine aynı alandır. Ve neresinden bakılırsa bakılsın, burjuva ekonomi politiğinin kutsal vazifesi, egemen sınıfların hizmetkârlığıdır. Burjuva ekonomi politiği, tarihi boyunca bu hizmetkârlığını en iyi biçimde gerçekleştirmek için fasit daireler çizip durmaktadır. Onun tarihinde her zaman “ölü, diriyi yakalar.”
“Dünya pazarının buncalarında, burjuva üretiminin çelişkileri ve antagonizmleri çarpıcı bir biçimde gözler önüne serilir. Kapitalizmin özürleyicileri, felaket sırasında patlak veren çatışmalı öğelerin doğasını araştırmak yerine felaketin kendisini yadsımakla yetinir, düzenli ve dönemsel olarak tekrarlanan bunalımların, şayet üretim, ders kitaplarında yazılanlara uygun biçimde sürdürülmüş olsaydı, asla ortaya çıkmayacağında ısrar ederler.” (Karl Marx, aktaran: N. Satlıgan ve S. Savran, “Dünya Kapitalizminin Bunalımı” adlı derlemenin girişinde)

Mayıs 1994

Bunalım ve Marksizm

BURJUVA EKONOMİ POLİTİĞİ KARŞISINDA MARKSİZM
Özgürlük Dünyası’nın geçen sayısında, burjuva ekonomik bunalıma yaklaşımındaki temel çelişkileri, en genel hatlarıyla ele almaya çalışmıştık. Kuşkusuz, burjuva ekonomi politik okullarının her birisinin bunalım hakkındaki görüşleri ayrı ayrı ele alınabilirdi, ama yazının o bölümünde amaçlanan bunalım hakkındaki görüşle-rini ve buna ilişkin temel yaklaşımlarını genelleştirerek bundan bazı sonuçlar çıkarmaktı.

Burjuva iktisatçılarının, bunalımı irdelerken ilerledikleri yol, onun görünüş biçimleriyle uğraşmaktır. Burada iki şeyi birbirinden ayırmak gerekiyor: Onların politika alanında gerçekleştirdikleri bunalıma ilişkin açıklamalarla, bunalımın aşılması için burjuvazi ile el ele gerçekleştirdikleri eylem birbirinden farklıdır. Bunalımın bütün öğeleri, artık sokaktaki adamın görebileceği bir zenginlik kazandığında, burjuva iktisatçıları, onun sonuçları üzerinde bir neden arayışına yönelirler. Bunlar genellikle hep aynıdır. Nedenler, kapitalist üretim sürecinin dışında birtakım etkenler tarafından karakterize olur. Ya ona sözde yön veren insanların yanlış düşüncelerinden, politika yanlışlıklarından, yeteneksizliklerinden; ya da bütün bunların dışında doğa¬dan kaynaklanan kimi sebeplerden; veyahut da kimi başıbozukların terörist eylemleri, keyfi tutumları vb. şeylerden. Bugün Türkiye’de yaşanmakta olan bunalımın baş sorumlusunun ve nedeninin, burjuva çevrelerce “gerçekte ekonomiden hiç¬bir şekilde anlamayan başbakan Tansu Çiller” olarak ilan edilmesi; kimi çevrelerce ise temel neden olarak PKK terörünün gös¬terilmesi; 1970’li yıllarda dünya kapitaliz¬minin içine sürüklendiği bunalımın nedeninin, hemen hemen bütün burjuva çevrelerce, Arap şeyhlerinin petrol fiyatlarını olağanüstü bir şekilde yükseltmesi olarak ortaya koyulması, bunun ilk akla gele¬bilen örneklerindendir. Bütün bunların ar¬dında, onların emperyalist kapitalizmi ve genel olarak kapitalist üretim sürecini, insan doğasına ve aklına en uygun sistem olarak görme ve gösterme çabaları yatmaktadır.
Görünüşte insan doğa¬sına ve aklına en uygun sistem, doğal ve genelde akla uygun olarak işlerken onların söyleyecekleri pek bir şey yoktur. Belki sadece zaten iyi işlemekte olan sistemin nasıl daha iyi işleyebileceğine ilişkin düzenleyici önerileri vardır. Fakat sistem, yine akla uygun olmakla birlikte, doğal olmayan şekilde işlemeye başlayınca, hepsi birden, belirledikleri nedenlerden dolayı ge¬tirdikleri ateşli eleştirileri sıralamaya başlarlar. Politikacılar onları dinlememiştir, kahrolası işçiler verilenlerle yetinmemişlerdir, rakip ül-kelerin sinsice oyunları onları bu hale getirmiştir, üç-beş kendini bilmez bu¬nalıma sebep olmaktadır vb. Hele de bunalım, dünyanın en azından belli başlı ülkelerini etkisi altına alınmış ve bunun etki ve sonuçları iyiden iyiye hissedilir olmuşsa, o zaman bunalım, burjuva iktisatçılarını da sarar ve sarsar. Friedmancılar, arz yanlı¬ları yeniden Keynes’çi olabilmenin hesaplarını yaparlar; artık Keynes’in yolunu çoktan terk etmiş bulunanlar, yeniden eski söylemlerine sarılırlar.
Bütün bunlar bir yana, işin değişmeyen ve hep aynı kalan bir yanı vardır. Bu; so¬runlar ne kadar çok olursa olsun, kapitalizmin alternatifsiz bir sistem oluşundan başka bir şey değildir. Bunalımın en şiddet¬li anında öfke dolu bir burjuva iktisatçısını alın, onda kapitalizmin en rezil, en aşağılık savunu¬culuğunu görürsünüz. Dolayısıyla, onların emekçi kitlelere yönelik açıklama ve eylemleri, sorunun sis¬temden değil, onun dışın¬daki başka şeylerden kay¬naklandığı aña temasına dayanır. Oysa burjuva ekonomistlerinin, sadece kendi ülkeleriyle sınırlı ol¬mayan, dünya kapitalizmi¬nin bütün temel verilerini bildiği, bunların ekonomi açısından neleri ifade ettiklerini anlayıp yorumla¬yabildikleri bilinmez bir şey değildir. Öyleyse, on¬ların emekçi kitlelere yö¬nelik açıklamalarının dı¬şında, bütün bu verilerin ışığı altında kapitalist üre¬tim sürecinin gelişiminin doğrudan ve dolaylı olarak yönlendiricileri oldukları unu¬tulmamalıdır.
Demek ki burjuva ekonomi politiği ve burjuva iktisatçıları, bir yandan bunalımın ardında yatan temel çelişkileri gizlemeye çalışırken bir yandan da onun aşılabilmesinin yollarını ve yöntemleri¬ni aramak göreviyle karşı karşıyadırlar. Bunlardan bi¬rincisi, bir başka şeyi çeliş¬kinin temeli olarak göstere¬rek onun çözümünün başka yerlerde aranmasını, emek¬çilerin bilincinin buraya doğru yönlendirilmesini sağlamayı amaçlar; diğeri bunun yaratacağı çeşitli im¬kanları kullanarak bunalı¬mın atlatılabilmesinin koşul¬larının yaratılmasını sağlamaya yöneliktir.
Burjuva dünya görüşünün karşısında devrimci proletaryanın dünya görüşünün; burjuva ideolojisi karşısında işçi sınıfının devrimci ideolojisi olan Marksizm’in, buna¬lım konusundaki görüşleri, her bakımdan burjuvazininkine karşıttır.
Devrimci proletaryanın, burjuvazinin yöntemi olan metafizik idealizm karşısında¬ki yöntemi, diyalektik materyalizmdir. Ka¬baca karşılaştıracak olursak, bunlardan bi¬risi, burjuva dünyasının savunulması, korunması, ayakta tutulması ve geliştiril¬mesinin yöntemidir; diğeri ise esas olarak dünyanın devrimci tarzda değiştirilebilme-sinin ilkelerini açıklar. Ya da daha özel ola¬rak söyleyecek olursak; burjuva ekonomi politiği, bunalımın gerçek nedenlerini gizle¬yerek çelişkilerin üstünü örtmeye çalışır¬ken, bunun karşısında Marksizm, bunalı¬mın temelinde yatan çelişkileri açığa çıkarmayı başlıca amaçlarından birisi ola¬rak görür.
Marx, vülger ekonomi politik hakkında şunları söylüyor:
“Vülger ekonomi poli¬tik, aslında, burjuva üre¬tim ilişkileri içinde sıkışıp kalmış burjuva üretimini yürüten kimselerin fikirleri¬ni, doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleş¬tirmekten ve savunmaktan fazla bir şey yapmamak¬tadır. Bu durumda bizim, bu ilk bakışta saçma, dü¬pedüz çelişkilerin görüldü¬ğü ekonomik ilişkilerin ya¬bancılaşmış dış görüntülerinde kaba eko¬nomi politiğin özel bir ra¬hatlık duymasına ve bu ilişkilerin sıradan bir kimse için anlaşılması güç olmadığı halde, iç bağıntıları ne kadar gizlenirse, o ölçüde açık hale gelmesine şaşmamamız gerekir. Ne var ki, dış görünüş ile şeylerin özü, eğer doğrudan doğruya çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu.” (Kapital, 3. Cilt, s. 718. 2. Baskı, 1990, Sol Yayınla¬rı, Ankara.)
Burjuvazi ve burjuva ekonomi politiği, bir sınıf tutumu olarak kapitalist üretim sü¬recinin çelişkilerini gizlemeyi ve onun ya¬bancılaşmış görüntüleri üzerinden hareket etmeyi eyleminin başlıca muhtevası haline getirmişken; devrimci proletarya ve Mark¬sizm, kapitalizmin iç bağıntılarını ve çelişki¬lerini görmek, açığa çıkarmak, derinleştir¬mek ve böylece onu devrimci tarzda değiştirmek üzere, bütün olanakları hareke¬te geçirmeyi yönteminin ve eyleminin te¬meli olarak ortaya koyar.
O halde Marksizm her yönüyle, özet olarak, “burjuva üretim ilişkileri içinde sıkışıp kalmış burjuva üretimini yürüten kimselerin fikirlerini, doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleştirmekten ve savunmaktan fazla bir şey yapma(yan)” burjuva ekonomi politiğinin tam karşıtı bir bilimdir. Marx’ın teorisinin ve yönteminin en karmaşık, en ayrıntılı ve en mükemmel uygulaması ifadesini ekonomik teorisinde gösterir.

MARX’IN EKONOMİK TEORİSİNİN TEMEL ESERİ: KAPİTAL
Birçok başka eser, yapıt ve çalışmasıyla birlikte, Marx’ın ekonomik teorisinin temel eseri, Kapital’dir. Marx’ın Kapital’inin alt başlığı, “Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili” adım taşır. Bu alt başlık esas ola¬rak, onun “Almanca İkinci Baskıya Sonsöz”de diyalektiğe ilişkin olarak ifade ettiği “…diyalektik, tarihsel olarak gelişmiş olan her toplumsal biçimi akışan bir ha¬reket içinde görür ve bu yüzden, onun ge¬çici niteliğini, onun anlık varlığından daha az olmamak üzere hesaba katar; hiçbir şeyin zorla kabul ettirilmesine izin vermez, özünde eleştirici ve devrimcidir. ” (Kapital, 1. Cilt, s. 29) sözüne bir gönder¬me gibidir. Diyalektik açıdan hiçbir olay, olgu ya da süreç, tekil şeylerin rastlantısal olarak bir araya gelmesiyle oluşmaz. Onu yaratan, koşullayan, belirleyen ve etkileyen bağıntıları bulup ortaya koymak gereklidir. Marx, kapitalist üretimin eleştirel tahlilini yaparken, bunun tam ve eksiksiz bir örne¬ğini vermiştir. O, “burada söz konusu olan, kapitalist üretimin doğal yasaları¬nın kendileridir, kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimlerdir.” derken eserinin esas gayesi¬ni ortaya koymakla birlikte, bütün eseri bo¬yunca, kapitalizmi kaçınılmaz sonuçlara doğru götüren üretimin yasalarını diyalek¬tik olarak ortaya çıkarır. Burada kullanılan her kavram, sözü edilen her olay, anlatılan her süreç, belirlenen her yasa, ulaşılan her sonuç, iç ve dış bağıntılarıyla birlikte ele alınmış ve kapitalizmin devrimci eleştirisi¬nin birer malzemesi olarak kullanılmıştır.
Kapital’de “kapitalist üretimin bunalı¬mı” ya da benzer başlıklı bir bölüm yoktur. Ancak, kapitalist topluma özgü çelişkilerin bir sonucu olan bunalımın bütün temelleri, nedenleri ve örnekleri, alabildiğince zengin bir biçimde burada vardır.
İster farklı ülkelerde, ister aynı ülkede ama farklı zamanlarda, isterse de kapitaliz¬min genel bunalımı olarak gerçekleşmiş olsun; her bunalımın kendi özgün gerçek¬leşme koşullan vardır. Temelleri bakımın¬dan farklılıklar taşımasa da kapitalist gelişi¬min farklı evrelerinde ortaya çıkan bunalımlar, gerçekleştiği dönemin başka çelişkileriyle birlikte gelişir. Dolayısıyla, devrimci proletarya ve devrimci Marksist¬ler, bugün yaşanmakta olan ve daha önce, genel krizin yeni bir aşamasına doğru yol almakta olduğu vurgulanan bunalımın somut tahlilini yapmak göreviyle karşı karşıyadırlar. Mutlak gerçekleştirilecek olan bu görevin gerisinde; yazının bu bölümün¬de amaçlanan temel şey, Marksizm’in buna¬lımı ele alış tarzının temellerini ortaya koy¬mak üzere bir giriş yapabilmektir.

MARX VE ENGELS’TE BUNALIMIN TEMELLERİ
Üretimin toplumsal karakteriyle bunun sonuçlarının özel kapitalist bir şekilde mülk edinilmesi arasındaki çelişki, kapita¬lizmin özüdür. Ekonomik bunalımın temel¬leri, en genel anlamıyla kendisini bu özde bulur. Bunalım, esas olarak hem bu temel çelişkiden kaynaklanır, hem de onun daha da derinleşebilmesinin imkânlarını yaratır. Çalışmanın bu bölümünde, Marx ve Engels’te ekonomik bunalımın temellerini in¬celemeye çalışacağız. Bunu incelerken, önce Marx’ın kapitalist üretim sürecini tahlil ederken kullandığı temel kavramları ve ya¬saları görmemiz gerekiyor. Burada ele alı¬nan temel kavramlar, esas olarak Marx’ın temel eserlerinden özetlenmiştir.

KAPİTALİST ÜRETİM SÜRECİNDE SERMAYE
Marx, “sermayenin genel formülü P-M-P’ ‘dir” der. Sermayenin genel formülü¬nün bize anlattığı şey, özünde: Daha büyük bir değer elde edebilmek için, bir miktar değerin dolaşıma sokulmasıdır. Daha büyük bir miktarda değerin üretildiği süreç, kapitalist üretimdir. Kapitalist üre¬tim sürecinde, kapitalisti ilgilendiren tek şey, elde edeceği bu değer fazlalığıdır. Bu değer fazlalılığının gerçekleşebilmesi için, yatırılan sermayeden daha fazla bir değer üretilmesi gereklidir. Sermayenin genel for¬mülündeki P’, üretime ilk sürülen para, artı, bir fazlalıktır. Bu ilk değerin üzerinde¬ki fazlalık, Marx tarafından artı-değer ola¬rak tanımlanır. Marx, “artı-değer üretimi, kapitalist üretimin mutlak yasasıdır” diyor. Öyleyse, kapitalist üretimin eleştirel bir tahlilini yaparken, Marx, aynı zamanda artı-değer üretimi olarak nitelediği bu üre¬timin iç bağıntılarını ve çelişkilerini çözüm¬ler ve ortaya koyar.
Kapital’in 3. cildinin ikinci bölümünde, Marx, şunları söylüyor:
“Kapitalist, toplam sermayeyi, artı-değer üretiminde, bu sermayenin kısımlarının oynadığı farklı rolleri hiç dikkate almaksızın yatırır. Kapitalist, sermayeyi oluşturan bütün kısımları, yalnızca yatırdığı sermayeyi yeni¬den üretmek için değil, aslında daha çok, bu sermayeyi aşan bir değer üretmek için, aynı şekilde yaratır. Yatırmış olduğu deği¬şen sermayenin değerini, daha büyük bir değere çevirebilmesi için tek yol, bu deği¬şen sermayeyi canlı emek karşılığında de¬ğiştirmek ve bu canlı emeği sömürmektir.” (Kapital, 3. Cilt, s. 43)
Demek ki; kapitalistin, yatırdığı serma¬yeyi aşan bir değer üretmek için yapacağı şey; yatırdığı sermayeyi, canlı emek karşılı¬ğında değiştirmektir. Bu süreçte, amacına ulaşabilmek için, toplam sermayeyi oluştu¬ran kısımlar kapitalist tarafından dikkate alınmazken, Marx, onu oluşturan kısımları birbirinden ayırır, bu süreçte birbirleriyle olan ilişkileri, çelişkileri ve bir bütün ola¬rak bu ilişki, çelişki ve bağıntıların gerçek¬leştiği süreci inceler.
Marx, sermayeyi artı-değer üreten bir süreçle açıklar. Onu, ilk başta değişen ve değişmeyen kısımlarına ayırır. Değişmeyen sermayeyi; “üretim araçlarının değeri” ola¬rak tanımlar. Bunu da, değişmeyen serma¬yenin sabit ve döner kısımları olarak iki bi¬çimde ele alır.
Sabit sermaye, değişmeyen sermayenin, üretim araçlarına yatırılan kısmını oluştu¬rur. Burada, üretim araçlarından kastedilen şey; binalar, makineler vb.dir. Değişme¬yen sermayenin, bu kısmına “sabit” denilmesinin nedeni; onun, üretim sürecine gir¬dikten sonra hemen kullanılıp tüketilmemesidir. Üretilen ürün ve dolayı¬sıyla bu ürüne dönüştürülen onun diğer ya¬ratıcıları, üretim sürecini bir metaya dönü¬şerek tamamlarlar. Bundan sonra, metanın yaratıcıları açısından bu süreç bitmiş olur. Ancak, değişmeyen sermayenin bu sabit kısmı, diğerleri gibi üretim alanım terk etmez. Üretim sürecinde değerinin bir kıs¬mını, ürüne aktardıktan sonra, üretim süre¬cinde kalmaya devam eder. Bu süreç, de¬ğişmeyen sermayenin bu sabit kısmını oluşturan emek aletlerinin, tamamen eski¬yip, kullanılamaz hale gelmesi ile sınırlıdır. Bu emek aletleri, bu biçimiyle, üretim sürecinden ne kadar geç çıkarsa, o kadar fazla değer aktarır. Bütün bunlar, sabit sermaye¬nin, sermayenin diğer kısımları gibi dola¬şımda bulunmadığı anlamına gelmez. O da dolaşımda bulunur. Ancak, onun dolaşımı diğerlerininkinden daha farklıdır. Bu fark, onun metalaşarak dolaşan ürüne derece derece aktardığı değerinin dolaşmasından başka bir şey değildir. Sabit sermaye, “işlev yaptığı bütün süre boyunca değerinin bir kısmı daima, üretilmesine yardımcı olduğu metalardan bağımsız olarak kendisinde kalır. Değişmeyen sermayenin bu kısmına sabit sermaye biçimi veren özellik işte budur.” (Kapital, 2. Cilt sf. 145)
Sermayenin değişmeyen kısmının diğer bölümünü döner sermaye oluşturur. Döner sermaye, sabit sermayeden daha farklı özellikler gösterir. Döner sermaye, başlıca olarak üretim sürecinde yer alan ham ve yardımcı maddelerden oluşur. Bu üretim araçlarının bir kısmı, ürüne, maddi olarak girmezler. Örneğin, fabrikanın aydınlatıl¬ması için tüketilen elektrik gibi. Örnekte söylediğimiz elektriğin değeri, ürünün de¬ğerinin de bir kısmını oluşturur. Böylece, elektriğin dolaşımı da üretilmesine yardım¬cı olduğu ürünün dolaşımıyla birlikte dola¬şıma girer. Bu, onun sabit sermayeyle olan ortak yanıdır. Ama o, esas olarak, girdiği emek sürecinde bütünüyle tüketilmesiyle sabit sermayeden ayrılır. Yardımcı madde¬ler dışında, hammaddeler için de durum aynıdır. Üretim sürecine giren bir hammad¬de, bu sürecin sonunda bütünüyle tüketil¬miş olacaktır. Marx, sabit sermaye ve döner sermayeyi incelediği bölümde, üre¬tim araçlarının kullanım tarzına ve amaçla¬rına göre sabit ya da döner sermaye olabi¬leceğini; üretim aracının, üretim sürecinin dışında kaldığında ise sabit ya da döner sermaye kategorisine giremeyeceğini belir¬tir. Onun verdiği şu örnekler, bu bakımın¬dan çarpıcıdır:
“Bir iş hayvanı olarak öküz, sabit serma¬yedir. Eğer kesilip yenirse, artık ne emek aleti, ne de sabit sermaye olarak işlev yapar.”
“…makine, makine fabrikatörünün bir ürünü ya da metaı olarak bir makine, onun meta sermayesine dâhildir. Onu satın alan kapitalistin elinde üretken biçimde kullanıla¬na kadar sabit sermaye halini almaz”
“Sığırlar, iş hayvanı olarak sabit sermayelerdir; ama kesim hayvanı olarak, sonun¬da dolaşıma bir ürün olarak karılan ham¬maddeler; yani sabit değil döner sermaye¬lerdir.” (Kapital, 2. Cilt, s. 146 vd.)
Öyleyse, sermayenin sabit ve döner kı¬sımları, ‘somut ve maddi’ anlamlarına göre, yani gerçekten sabit ve hareketsiz ya da gerçekten döner ve hareketli oldukların¬dan değil, özgül kapitalist üretim tarzında¬ki kullanılış biçimleri, amaçları ve işlevleri bakımından sabit ya da dönerdirler. Marx, sermayenin bu kısımlarını somut ve maddi anlamlarıyla kavrayarak hareket eden ikti¬satçılarla dalga geçer.
Sermayenin diğer bileşimini, değişen sermaye oluşturur. Değişen sermaye, Marx tarafından “…emek gücünün değeri” ola¬rak tanımlanmaktadır. Sermayenin değiş¬meyen kısmı, üretim sürecinde nicelik bakı¬mından bir değişiklik geçirmiyor; bunların (sabit ve döner sermayenin) değerleri, ya derece derece ya da tamamıyla ürüne akta¬rılıyordu. Buna “değişmeyen” denmesinin temel sebebi budur. Ancak, sermayenin de¬ğişen kısmını oluşturan emek-gücü, kapita¬list üretim sürecinde bir değişiklik geçirir. Emek-gücü, hem kendi değeri kadar bir de¬ğeri yaratır, hem de kendi değerini aşan bir değer fazlasını. Emek-gücünün yarattığı kendi değerini aşan değer fazlası, koşullar¬daki farklılıklara göre nicel olarak farklılaşan artı-değerdi. Emek-gücü, üretim süre¬cinde, ek bir emek harcayarak ona yeni bir değer katar. Canlı emek, aynı zamanda, emek sürecinde üretim araçlarının ya da sermayenin değişmeyen kısmının değerini ürüne katar. Bu, emeğin üretken faaliyetiy¬le gerçekleşir. Örneğin bir dokuma işçisi, dokuma eylemiyle dokuma tezgâhının, ipli¬ğin ve ipeğin kullanım değerini kumaşa katar. O halde, dokuma işçisi, dokuma eylemiyle üretim araçlarını harekete geçirmekte ve onlarla birleşmektedir. Marx, emeğin bu iki yönlü  niteliğini “…Bir ve aynı zamanda, bir özelliği ile değer yaratmakta, diğer özelliği ile değeri korumakta ya da aktarmaktadır” diye açıklamaktadır.
Değişen ve değişmeyen sermaye, üretim sürecinde, farklı işlevlerini yerine getirmek üzere bir araya gelerek ürünün değerini oluştururlar. Ya da başka bir ifa¬deyle ürünün değerinin oluşabilmesi için, değişen ve değişmeyen sermayenin bir araya gelmesi gerekir. Daha önce Marx, ka¬pitalistin toplam sermayeyi yatırırken, onun kısımlarını ve oynadığı rolleri hiç dik¬kate almaksızın yatırdığını söylemişti. O, şimdi de, kapitalistin, emeğin “değer koru¬ma ve değer katma özelliğinin” farkına ancak, “emek sürecinde, bir bunalım ya¬rattığı şiddetli bir duraklama ile varır.” diyor. Demek ki, emek süreci ilk başta kapi¬talistin hiç dikkate almadığı, sermayenin değişen ve değişmeyen kısımlarının birleş¬mesi süreci, çelişkili bir süreçtir.

ARTI-DEĞER
Marx, artı-değeri, şöyle tanımlıyor: “Bu artı-değer, ürünün değeriyle, bu ürünün oluşması için tüketilen öğelerin değeri ara¬sındaki farktır.”
Kapitalist, üretimin gerçekleştirilebilme¬si için birtakım metalar satın alır. Bunlar; üretim için gerekli olan fabrika binaları, hammaddeler, yardımcı maddeler vb.’dir. Ama kapitalist, bunun yanında, üretimin gerçekleşebilmesi ve ürünün değerinin ya¬ratılabilmesi için özel türden bir başka meta daha satın almak zorundadır. Bu, emek-gücüdür. Emek-gücünü satın alan ka¬pitalist, onun sahibi olan işçiyi çalıştırarak, bu emek-gücünü de, diğer metalar gibi tü¬ketir, işçinin, daha önce potansiyel olarak sahip olduğu, ama emek sürecinde eyleme geçen emek-gücü haline gelir. Bu emek sü¬recinin, basit öğeleri Marx tarafından şöyle sıralanır:
“1. insanın kişisel faaliyeti, yani işin kendisi, 2. işin konusu ve 3. işin araçları.” (Kapital, 1. Cilt, s. 194)
Marx, bu öğeleri kısaca şöyle açıklıyor:
“İnsana gerekli şeyleri ya da yaşama araçlarını kullanıma hazır olarak sunduğu bakir toprak, insandan bağımsız olarak vardır ve insan emeğinin evrensel konusu¬dur. Çevresiyle yakın bağlarını ancak emeğin çözdüğü her şey, doğanın kendili¬ğinden sağladığı ve emeğin işlediği konu¬lardır. Yakaladığımız ve yaşadığı ortam¬dan çekip aldığımız balık, bakir ormanda devirdiğimiz tomruk ve maden yatağından çıkardığımız maden cevherleri, bunun ör¬nekleridir. Öte yandan, eğer emeğin konu¬su, deyim yerindeyse, daha önceki bir emeğin süzgecinden geçmişse, buna ham¬madde diyoruz; daha önce çıkartılmış olan ve yıkanmaya hazır maden cevheri gibi.
Emek aracı, işçinin kendisi ile emek ko¬nusu arasına soktuğu ve faaliyetinin ileticisi olarak yararlandığı bir şey ya da şeyler bi¬leşimidir. Amaçlarına uygun başka madde¬leri yapmak için bazı maddelerin mekanik, fizik ve kimyasal özelliklerinden yararlanır. Birbirinden farklı ekonomik çağların ayırt edilmesinde işe yarayan şey; yapılan eşya¬lar değil, bunların nasıl ve hangi araçlarla yapıldıklarıdır.
Daha geniş bir anlamda, emek araçları arasında, emeği, emek konusuna doğru¬dan doğruya aktarmak için kullanılan ve bu nedenle şu ya da bu şekilde faaliyet iletke¬ni görevi yapan araçlara ek olarak emek-sürecinin yürütülmesi için gerekli bütün nes¬neleri katabiliriz.
Emek-süreci, kullanım-değerleri üretimi ve doğal maddelerin insan gereksinmesini karşılar hale getirilmesi amacıyla girişilen bir eylemdir; insanla doğa arasındaki madde değişimini sağlamanın zorunlu ko-şuludur; insan varlığının doğa tarafından zorlanan ebedi koşuludur ve bunun için de, bu varlığın her toplumsal evresinden bağım¬sız, ya da daha doğrusu böyle bir evrede ortaktır.” (Kapital, 1. Cilt, s. 194 vd.)
Kapitalist üretimde ise, emek-süreci ken¬disine özgü kapitalist niteliklerini kazanır. Bu sistemde, emek-süreci, kapitalistin pa¬zardan aldığı metaların kendi arasında süren bir süreçtir. Bu süreçte, her şey kapi¬talistin denetimi altındadır ve her şey onun malıdır. Bunlar, kapitalistin pazardan aldığı emek-gücü ve diğer gerekli bütün üretim araçları ve üretilen ürün ya da metadır.
Üretim süreci boyunca ve bunun sonu¬cunda kapitalistin dikkat edeceği temel şey ürettiği metanın değerinin, onu gerçekleş¬tirmek için satın aldığı üretim araçlarının değerinden daha fazla olmasıdır. O, meta (ya da kullanım-değeri) üretimini gerçekleştirirken, bunu, insanlara yararlı bir şey olduğu için yapmaz. Ürettiği ürün ne olur¬sa olsun; ister Marx’ın Kapital’i yazarken kullandığı defter, ister onun üretimi için çalışan işçinin kullandığı ayakkabı, ister bir burjuva kadının boynunda asılı duran mü¬cevher, isterse de emekçilerin devrimci ayaklanmalarında kul¬landıkları silah; o, bunların nerede, nasıl kullanılacağından ayrı olarak, ondan elde edeceği fazla değeri düşünür. Bunların üre¬timi için gerekli olan şeyleri sırf bu yüzden üretir. Öyleyse, kapitalistin amacı, kullanım-değeri üretmek değil, değer üretmektir. Bu değer, ürünün oluşma¬sı için tüketilen değer¬lerin üstünde kalan artı-değerden başka hiçbir şey değildir.
Marx, yukarıda bir bölümünü aktardığı¬mız, en genel anlamıy¬la emek-sürecini ta¬nımlarken   (bkz: 3 paragraf yukarısı); “Çorbayı tadarak nasıl ki yulafı kimin yetiştirdiğini bilemezsek, bu basit süreç ile de onun hangi toplum¬sal koşullar altında yer aldığını kestiremeyiz; belki köle sahibinin zalim kamçı¬sı, ya da kapitalistin kuşkulu bakışları altında, belki Cincinnatus ufacık tarlası¬nı sürerken, belki de vahşi insan taşla ya¬banıl hayvanları avlarken olmuştur.” diyor. Yeniden defter örneğine dönecek olursak; eğer bu, kapitalist üretim sürecinde üretiliyorsa, bunu kendine mal eden ka¬pitalist, onu kimin ve ne için kullanacağını bilmez: Marx’ın Kapital’i yazmak için mi, yoksa muhasebecisinin bu defterin maliyet ve kâr hesaplarını yapmak için mi? Ama bi¬linir ki, o kalemin üretilmesine artı-değer üretmek için girişilmiştir.
Marx’ın artı-değer üretiminin genel ilkele¬rini açıklamak için ele aldığı pamuk üretimi örneğini biz, sırf yukarı¬da kullandığımız örne¬ğe uygun olsun diye defter örneğine uyarla¬yarak inceleyelim:
Defter üretilme işinde, üretilen defterin değeri, emek-sürecinde tü¬ketilen kâğıdın, matbaa, kırma, cilt makineleri¬nin aşınma ve yıpran¬ma paylarının, boyanın değeri ile bunların deftere dönüştürülmesi için harekete geçen emeğin değerinin topla¬mına eşittir. Burada hem üretim araçlarının, hem de emek-gücünün değeri, toplumsal olarak gerekli biçimiyle ele alınmaktadır. Çünkü burada, matbaa iş¬çisinin emeği, kâğıt ve boya işçilerinin ya da kırma makinesini yapan işçinin emeğin¬den hiçbir şekilde farklı değildir. İşte, yal¬nızca bu özdeşlik nedeniyle kâğıt, boya ve kırma makinesi yapımcılığıyla matbaacılık, birbirlerinden farklı olmakla birlikte, bir bütünün, yani defterin değerinin birer öğesini oluşturma niteliğine sahiptirler. Bura¬da önemli olan; emeğin niteliği ve mahiye¬ti değil, miktarıdır. Matbaa işçiliğinin belli bir toplumsal durumun ortalama, toplum¬sal bakımdan gerekli bir emek olduğu var¬sayılmaktadır. Kağıt ve makine için de aynı şey söz konusudur. 1 defter üretmek için 1 top kağıt kullanmak gerekiyorsa, 1 defterin üretiminde 1 top kağıttan fazlası kullanıl¬mamalıdır. Ki kapitalistin, buna azami dik¬kat ve özeni göstereceğine hiçbir kuşku duymaya gerek yoktur. Kapitalist, demirden yapılmış bir kırma makinesi yerine, gümüş kaplama bir makine kullansa bile, defterin değerinin hesaplanmasında dikka¬te alınan emek, demirden yapılmış bir kırma makinesinin üretilmesi için gerekli olan emektir; çünkü belli toplumsal koşul¬lar altında bundan fazlası gereksizdir.
Defter üretiminde, diyelim ki emek-gücünün bir günlük değeri 6 saatlik bir emeğe tekabül etsin. Yani işçi için gerekli geçim araçları 6 saatlik emeğe eşit olsun ve işçiye bunun eşdeğeri bir para ödensin. Bu durumda, eğer işçi 6 saat çalışırsa, üre¬tilen değer, kullanılan üretim araçlarının aşınma paylan ve toplam tutarlarıyla, işçi¬ye ödenen ücrete eşit olacaktır. Bu durum¬da, kapitalist için, üretime yatırılan değerin fazlası söz konusu olamayacaktır. Ama işçi, 6 saatten daha fazla, örneğin 12 saat çalı¬şırsa, bu artı 6 saatlik emek, kapitalist için artı-değer üretecektir.
Bu durumda emek sürecinin birinci 6 saatlik bölümünde değer, ikinci altı saatlik bölümünde artı-değer üretilmiş olacaktır. Öyleyse, emek sürecinin değer ve artı-değer yaratma sürecinin bir birliği olduğu¬nu görmüş bulunuyoruz. Marx, bu sonucu şöyle değerlendiriyor:
“Bir yandan emek-sürecinin birliği ve değer yaratma süreci kabul edilen üretim süreci, metaların üretimidir; öte yandan, emek-sürecinin birliği ve artı-değer üretme süreci olarak kabul edilen üretim süreci, üretimin kapitalist süreci, ya da kapitalist meta üretimidir” (Kapital, Cilt 1, s.213)
Mutlak yasası, artı-değer üretimi olan kapitalist üretim sürecinde, kapitalist tara¬fından artı-değerin çoğaltılmasının başlıca iki yöntemi vardır. Marx, bunları “mutlak artı-değer” ve “nispi artı-değer” olarak açıklamaktadır. Bunların her ikisi de, artı-değeri çoğaltma yöntemleriyken; mutlak artı-değer’de işgününün uzatılması, nispi artı-değerde ise zorunlu çalışma zamanının kısalması yoluna başvurulmaktadır.

ARTI-DEĞER ORANI
Burjuva ekonomi politiği ve burjuva ik¬tisatçıları, sermayeyi ele alırlarken; onu sabit ve döner sermaye diye ikiye ayırırlar. Bu, burjuva iktisadının geçmişinde de böy¬leydi, bugününde de böyledir. Örnek vermek gerekirse, bugün Türkiye üniversitele¬rinde ekonomi okuyan öğrenciler ve onların zavallı hocaları, ders kitaplarında sermayeyi, sabit ve döner ya da duran ve döner okuduklarını ve okuttuklarını çok iyi bilirler.
“Kapitalist Üretim Sürecinde Sermaye” başlıklı bölümde, Marx’ın konuya nasıl yak¬laştığını ve nasıl çözümlediğini görmüştük. O, sermayeyi değişen ve değişmeyen ser¬maye olarak ayırırken, bunları burjuva iktisatçılarından tam bir farklılık içinde ele alı¬yordu. Burjuva iktisatçılarının, bu saçma, kaba ve metafizik sermaye çözümlemeleri, onlara sözde, kapitalist üretim sürecinin çe¬lişkilerini gizleme olanağını yaratıyorken;
Marx, çözümlemesini, ser¬mayenin bu farklı kısımla¬rının kapitalist meta üreti¬mindeki ya da artı-değer üretimi sürecindeki farklı işlevlerini açıklamaya yö¬neltti. Bu, ona, ücretli emeğin nasıl sömürüldüğünün ayrıntılı, eksiksiz ve mükemmel bir çözümleme¬sini yapabilmenin imkânlarından birisini sağladı.
Marx’ın, artı-değer oranı ile, tam olarak neyi kastettiğinin anlaşılabilme¬si için; ilk önce, bu oransal belirlemenin, sermayenin değişen ve değişmeyen bö¬lümleri içinde belirlendiğini belirterek, Marx’ın kullandığı simgeleri görelim:
S= Toplam sermaye
s= Değişmeyen sermaye
d= Değişen sermaye
a= Artı-değer
a’= Artı-değer oranı
Marx, bu simgelerin karşılıklarını en yalın biçimiyle şöyle tanımlıyor:
“Yatırılan sermaye, S, iki kısımdan olu¬şur, birincisi, üretim araçlarına yatırılan para miktarı s, ve ikincisi, emek-gücü için harcanan para miktarı d; bunlardan s, de¬ğişmeyen sermayeye dönüşen kısmı, d de değişen sermayeye dönüşen kısmı temsil ederler. Öyleyse başlangıçta, S=s+d’dir.” (Kapital, 1. Cilt, s.227)
Bunun pratik örneklendirmesini, Marx’in aynı yerde verdiği örneği, sırf biraz daha kolay adayabile¬lim diye Türk para birimini kullanarak sürdürelim: Örne¬ğin yatırılan sermaye 500.000 lira ise, bölünüşü şöyle olabilir: 500.000 lira=4l0.000 lira değişmeyen sermaye + 90.000 lira değişen sermaye. Burada 410.000 lira tutarındaki değişmeyen sermayenin, emek araçlarının ürüne aktarı¬lan kısmından, kullanılan hammaddelerden ve yardımcı maddelerden oluştuğunu gö¬rüyoruz. Kalan 90.000 liranın da emek-gücüne ödenen mik¬tarı oluşturduğunu da biliyo¬ruz. Ama biz, üretim süreci bittiğinde, bundan daha fazla değer taşıyan bir meta elde edileceğini de biliyoruz. Öy¬leyse, üretim sürecinin sonunda, değeri = (s+d)+a olan bir meta elde edilecektir. Ki, buradaki a’nın artı-değer olduğu açıktır. Bu durumda elde edilen metanın değeri (artı-değeri, değişen sermayeye eşit varsayar-sak) = (410.000 lira s + 90.000 lira d) + 90.000 lira a olacaktır. Marx, buradan artı-değer oranı kavramına ve formülüne şöyle geçer:
“Süreç boyunca harcanan bütün emeği temsil eden üretilen yeni değer = 1 80.000 lira olsa, bundan değişen sermayenin de¬ğeri olan 90.000 lirayı çıkarsak, geriye 90.000 liralık bir artı-değer miktarı kalır. Bu 90.000 lira ya da a, üretilmiş olan artı-değerin mutlak miktarını ifade eder. Üreti¬len nispi miktar büyüklük ya da değişen ser¬mayenin artış yüzdesi, kuşkusuz artı-değerin değişen sermayeye oranı ile belirlenir ya da a:d ile ifade edilir. Örneğimizde bu oran, 90.000:90.000 olup, % 100lük bir artış verir. Değişen sermayenin değerindeki bu nispi artışa ya da artı-değerin nispi büyüklüğüne, ben, ‘artı-değer oranı’ adını veriyorum.” (Kapital, 1. Cilt, s. 231)

KÂR VE KÂR ORANI
Marx, “Bir Bütün Olarak Kapitalist Üre¬tim Süreci” alt başlığını taşıyan, Kapital’in 3.Cildinde, bu üretim sürecini bir bütün olarak incelemeye “artı-değerin kâra ve artı-değer oranının kâr oranına dönüşmesi”ni irdelemekle başlar. Bu bölümde, şunu açıkça ortaya koyar:
“Artı-değer ile artı-değer oranı, nispe¬ten araştırmayı gerektiren, gözle görül¬meyen ve bilinmeyen özlerdir; oysa kâr oranı ve bu nedenle de artı-değerin kâr biçimindeki görünüşü, bu görüngünün yüzeyinde kendilerini açığa vururlar. Bi¬reysel kapitalisti ilgilendirdiği kadarıyla, o, yalnızca, artı-değerin, ya da metalarını sattığı değer fazlalığının, bu metaların üretimi için yatırılan toplam sermaye ile olan bağıntısıyla ilgile¬nir; bu fazlalığın, sermaye¬nin çeşitli kısımları ile özgül bağıntısı ve iç çelişki¬si onu hiç ilgilendirmediği gibi bu özgül bağıntı ve iç çelişki üzerine bir şal çek¬mek, üstelik, onun çıkarı¬nadır. “
Marx’ın daha önce, ser¬mayenin çeşitli kısımlarının işlev, bağıntı ve çelişkilerini nasıl incelediğini ve burada hareketli, değişken ve çeliş¬kili olarak  bulunan artı-değer ve artı-değer oranını nasıl ortaya çı¬kardığını ve kavramlaştırdığını biliyoruz. O, şimdi, bir görünüşten söz ediyor: Kârı, artı-değerin bir görünüş biçimi olarak gösteri¬yor.
Artı-değer ve artı-değer oranında, önem¬li olan; sermayenin değişen kısmı, değişme¬yen sermayenin de ürüne aktarılan değeri idi. Ürünün değeri ve artı-değer, dolayısıyla artı-değer oranı bu bağıntıyla anlaşılıyordu. Şimdi, tekrar Marx’a dönerek örnekleyecek olursak: Belirli bir nesnenin üretimi, eğer 20.000 lirası üretim aletlerinin aşınmasını ve yıpranmasını, 380.000 lirası üretim maddelerini ve 100.000 lirası emek-gücünü karşılayan 500.000 liralık bir sermaye yatı¬rımını gerektiriyorsa ve artı-değer oranı % 100 ise, ürünün değeri = 400 s + 100 d + 100 a = 600.000 lira olur.
100.000 liralık artı-değer düşüldükten sonra, geriye yalnızca harcanan 500.000 li¬ralık sermayeyi yerine koyan 500.000 liralık meta-değer kalır. Kapitalist üre¬tim esasına göre, işçi, üre¬tim sürecine girdikten sonra, o, kapitaliste ait bulu¬nan üretken sermayenin ta¬mamlayıcısı bir öğe olma özelliğini kazanır. Bundan dolayı, metanın asıl üretici¬si, kapitalistin kendisidir. Bu sebepten dolayı, metanın maliyet fiyatı, kapitaliste, zo¬runlu olarak gerçek maliyeti olarak görünür. Bu maliyet fiyatını m ile simgelersek, S=s+d+a formülü, S=m+a şeklini ya da meta-değer=maliyet fiyatı + artı-değer şeklini alır. Marx, bundan sonra, artı-değerin bir görünüş biçimi olarak niteledi¬ği kârı, yine sermayenin çeşitli kısımlarının iç hareketi, işlevi ve çelişkileri bakımından irdeler, olabilecek en ayrıntılı bir şekilde sorgular. Kârın ve kâr oranının, zorunlu olarak bir eğilim halinde yasalaştığı sonuca ulaşır. Bu yasa, “kâr oranının düşme eğili¬mi yasası”ndan başka bir şey değildir. Bu, kapitalist bunalımın temelindeki çelişkiler¬den birisi olarak, “aşırı-üretimi, spekülas¬yonu, bunalımları ve artı-nüfusla birlikte artı-sermayeyi besleyip büyütür.”
Çalışmanın bu bölümde, Marx’ta ve En¬gels’te, bunalımın temellerinin nasıl ortaya konulduğunun daha anlaşılır hale gelebil¬mesi için, bu çalışma boyunca bizim açımız¬dan gerekli en temel kavram, kategori ve ilişkileri anlayabilmek için çalıştık. Çalışma¬nın daha sonraki bölümünde, yine mutlak yasa olan artı-değer üretimi ve kâr oranı¬nın düşme eğilimi yasası ekseninde kapita¬list bunalımın temellerini anlayabilme çaba¬mıza devam edeceğiz. Eğer okuyucu, çalışmanın bu bölümünü gereksiz olarak değerlendirirse, ona söyleyebileceğim tek şey, birazcık sabretmesi olacaktır.

Haziran 1994

Bunalım ve Marksizm-2: Bunalıma yol açan temel çelişkiler

Özgürlük Dünyası’nın 68. sayısında, kapitalist bunalımın Marx ve Engels tarafından nasıl açıklandığına dair bir giriş yapmaya çalışmıştık. Bu giriş, Marx ve Engels’in, kapitalist üretim sürecinin eleştirel bir tahlilini yaparken kullandıkları temel kavramları kapsıyordu. Orada, ‘Kapital’den özetlenerek açıklanmaya çalışılan kavramlar, bizim konumuzun ihtiyaçlarına göre seçilmiş; kimi temel kavramların ise okuyucular tarafından bilindiği varsayılmıştı.
Emperyalist kapitalizmin içine düştüğü bunalım, burjuva ekonomi politiğini de her zamankinden daha derin bir bunalıma sürüklemiş durumdadır. Emperyalizmin ideologlarının ve ekonomistlerinin “bunalmışız bir kapitalizm” dönemine geçildiğine ilişkin propagandaları, kendileri açısından da inandırıcılığını yitirmiştir. Şimdi, onların eski gür ve güvenli bağırtılarının yerini, çözümsüzlük ve umutsuzluk almıştır. Oysa başta emperyalist kapitalizmin kaleleri olmak üzere, bütün dünyadaki gelişmeler, Marx’ın, Engels’in, Lenin’in ve Stalin’in düşünce ve teorilerini her geçen gün yeniden ve daha güçlü olarak doğrulamaktadır. İçinde yaşadığımız dönem, diğer şeyler bir yana, burjuva ekonomi politiğinin açıkça iflas ettiği bir dönemdir. Çünkü ona, teorisini doğrulamak üzere yardım edecek hiçbir pratik ve somut veri yoktur.
Çalışmanın bu bölümünde, Marksizm’in, bunalıma nasıl yaklaştığını kısıtlı da olsa, çeşitli verilere dayanarak ele almaya çalışacağız

KAPİTALİST YENİDEN ÜRETİM SÜRECİ
Kapitalist üretimin çelişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bunalımı anlayabilmenin ilk adımı, onun ortaya çıktığı zemin olan üretimin sürekliliğini anlamaktan geçmektedir. Okuyucu, burada kullanılan “sürekli” kavramının “ebedi” kavramından farklı olarak kullanılmış olduğunu anlayacaktır. Kapitalist üretimin sürekliliği denildiğinde anlaşılması gereken şey, onun kendisini genişleterek tekrar etmesi olmalıdır. Bu, sadece kapitalist üretim için geçerli olan bir şey değildir. Hangi üretim süreci söz konusu olursa olsun, bu sürecin varlığı ve devamı kendisini tekrar edebilmesine, genişleterek tekrar edebilmesine bağlıdır. Marx, bu durumu şu sözleriyle açıklıyor:
“Bir toplum, tüketmekten nasıl vazgeçemezse, üretmekten de öyle vazgeçemez. Bunun için birbirleriyle ilişkili bir bütün, devamlı yenilemelerle akıp giden bir olay olarak görüldüğünde, her toplumsal üretim süreci, aynı zamanda, bir yeniden üretim sürecidir.” (Kapital, Cilt 1, s. 581)
Kapitalist üretim süreci denildiğinde, nasıl ki, onun aynı zamanda bir yeniden üretim süreci olduğunu anlıyor ve biliyorsak; onun bunalımının da bu yeniden üretim sürecinde ortaya çıktığını anlamalı ve bilmeliyiz. Bütün burjuva ekonomi politikçilerinden farklı olarak Marx, kapitalist üretimin çelişkilerini ve bu sürecin bir parçası olan bunalımı, bu üretim sürecinde arar. Marx’ın ekonomik teorisinin temel yönelimi, bu yüzden üretim sürecidir.
Biçimi ne olursa olsun, üretime devam edebilmenin koşulu, üretilen ürünlerin belirli bir bölümünü, üretim araçlarına ve hammaddelere dönüştürmektir. Bir başka ifadeyle üretime devam edebilmek için, ona devam edebilmenin koşullarını da yaratmak gerekir. Bu koşullar yaratılmadan yeniden üretim imkânsızdır. Yeniden üretim olmaksızın da üretim imkânsızdır.
Basit Yeniden Üretim
İnsanlar sürekli olarak bir şeyler tüketirler. Çevremize şöyle bir göz attığımızda motorlu araçları, lokantaları, çeşitli giyim mağazalarını ve dükkânları, işporta tezgâhlarını vb. görürüz. Motorlu araçların, benzin vb. petrol ürünlerini; lokantada yemek yiyenlerin çeşitli yiyecek ve içecekleri tükettiğine tanık oluruz. Bir giysi mağazasından satın alınan gömleğin ya da marketten alınan margarinin tüketildiğine ya da tüketilmek üzere satın alındığına sıkça tanık oluruz. Ama o anda hemen göremeyeceğimiz bir yerde bulunan, bir rafineride petrol ürünleri kullanılabilir hale getirilmekte, bir tekstil atölyesinde yeni bir gömlek dikilmekte ya da bir yağ fabrikasında yeni margarinler üretilmektedir. Burada, üretimin niteliğinin kapitalist olduğunu biliyorsak eğer, yeniden üretimin de kapitalist olduğunu biliyoruz demektir.
Örnek olarak margarini ele alalım. X margarini üretmek isteyen bir kapitalistin, önce, elindeki parayla, gerekli binaları, makineleri, hammaddeleri ve belirli bir miktarda emek-gücünü satın alması gerekecektir. Kapitalistin, elindeki para tutarının sermaye olarak işlev yapabilmesi için atacağı ilk adım bu olacaktır. İkinci adım ise, üretim süreciyle tamamlanacaktır. Hammaddeler, makineler aracılığıyla işçiler tarafından işlenecek, dönüştürülecek ve belirli bir miktarda margarin, kendisini meydana getiren değerlerden daha fazla bir değeri de içererek meydana gelecektir. Bunu, margarinlerin satılması izleyecektir. Kapitalist, ürünlerini toptancılara satacak ve böylece elindeki değer, para olarak gerçekleşecektir. Daha sonra ise bu para tekrar sermayeye çevrilecektir. Bu, böylece sürüp gider. Ama her defasında, yatırılan sermaye belirli bir artış gösterecek ve artı-değer, sermayeden doğan bir gelir şeklini alacaktır. Eğer bu gelir, “kapitalist tarafından salt tüketim fonu olarak kullanılırsa ve kazanıldığı süre içinde tüketilirse, basit yeniden üretim meydana gelmiş olur. ” (Marx) Yani basit yeniden üretimde kapitalist, üretim hacmini aynı tutmakta ve bu hacimdeki üretimi sürekli olarak yenilemektedir. Ama o, her üretim sürecinde elde ettiği artı-değeri kendi kişisel tüketimi için kullanmaktadır. Bizim margarin örneğimizde, kapitalistin 10 milyon liraya değişmeyen sermaye, 2 milyon liraya da emek-gücü satın aldığını düşünelim. Bunun sonucunda üretilen 1.000 koli margarin 14 milyon liraya satılmış olsun. Eğer kapitalist, buradan elde ettiği 14 milyon liranın, 12 milyonunu yeniden 1.000 koli margarin üretmek için, 2 milyonunu da kendi kişisel tüketimi için kullanıyorsa, basit yeniden üretim gerçekleşmiş olacaktır.
Marx, basit yeniden üretimle ilgili olarak, “Bu yeniden üretim, üretim sürecinin, eski boyutları içerisinde, salt bir yinelenmesi olmakla birlikte, gene de bu yineleme ya da devamlılık, bu sürece yeni bir nitelik kazandırır… ” (Kapital, Cilt 1, s. 583) diyor.
Basit yeniden üretim sürecinde, kapitalist sınıf ilişkileri de kendisini yeniden üretir. Bu süreçten, hammaddeleri margarine dönüştüren işçi, sadece yeniden margarin üretimine devam edebilmek için kendisine gerekli olan nesneleri satın alarak kendisini yeniden üreten bir işçi olarak; kapitalist ise dalia fazla servet elde ederek çıkar. Burada, işçiye emek-gücünün bu karşılığı, ancak onu harcayarak artı-değer gerçekleştirmesinden sonra ödenmektedir. Tekrar bizim örneğimize dönecek olursak, bu süreçte margarin işçileri sadece, kapitalistin kendi özel tüketimine harcadığı 2 milyon lira değerindeki artı-değeri üretmekle kalmazlar, aynı zamanda, kapitalistin kendilerine ücret olarak ödediği 2 milyon lirayı da üretirler. İşçiler, bir yandan margarin üretirlerken, daha önce ürettikleri margarinler paraya dönüşmekte ve bu parayla işçilerin ücretleri ödenmektedir. Kapitalistlerin, işçi ücretlerini, örneğin 1 aylık çalışmalarının sonucunda vermeleri bundan dolayıdır. Marx’in deyimiyle işçinin “Geçen hafta ya da geçen piki emeği, bu hafta ya da bu yılki emek-gücünün karşılığını ödeyen şeydir.” (Kapital, Cilt 1, s. 583) Şimdi bizim küçük çapta üretim yapan margarin fabrikamızdan çıkarak, bütün bir kapitalist üretim sürecine dönelim. Burada, kapitalist üretim sürecindeki sınıf ilişkilerinin yeniden üretimi, çok daha açık bir şekilde bunu gösterecektir. Marx, bunu şöyle tanımlar:
“Kapitalist sınıf emekçi sınıfa sürekli olarak, emekçi sınıf tarafından üretilen ve kapitalist sınıf tarafından el konulan metaların bir kısmı için para şeklinde ödeme makbuzları verir. Emekçiler ise gene aynı süreklilik içerisinde, bu ödeme makbuzlarını kapitalist sınıfa geri verirler ve böylece kendi elleriyle ürettikleri üründen paylarını alırlar. Ürünün, meta şeklini ve metanın para şeklini alışı, bu alışverişi bir örtü ile gizler.” (Kapital, Cilt 1, s. 583)
Basit yeniden üretimde, biz, yalnızca işçi sınıfına ödenen ücretlerin kaynağını görmekle kalmayız. Orada, aynı zamanda, her türlü sermayenin asıl kaynağını da görürüz. Bunu yine bizim margarin örneğiyle açıklamaya çalışalım:
Bu örnekte, kapitalist, işçinin ödenmemiş emeği olan 2 milyon lirayı kendi kişisel tüketimi için kullanıyordu. Eğer kapitalist, işçinin ödenmemiş emeğine el koymamış olsaydı, bu durumda sermayesini 5 ay içinde tamamıyla tüketmiş olacaktı. Çünkü burada kapitalistin kişisel tüketimini karşılayan şey, işçinin ödenmemiş emeğidir. Ve bu ödenmemiş emek olmaksızın, kapitalist, ilk başta koyduğu sermayeyi tüketecektir, ilk baştaki toplam sermayenin 10 milyon lira, kapitalistin aylık kişisel tüketiminin de 2 milyon lira olduğunu hatırlarsak; 5 ayda kapitalistin toplam tüketimi 10 milyon lira, bu da ilk koyulan sermayeye eşit olacaktır. Öyleyse, ilk kaynağı ve elde ediliş biçimi ne olursa olsun, her sermaye, üretim sürecine girdikten sonra artı-değere dönüşecektir. İlk başta, artı-değerin sermayeden doğduğunu görmüştük, şimdi ise sermayenin artı-değerden nasıl doğduğunu irdelemeye çalışacağız.
Genişletilmiş Yeniden Üretim
Bir önceki bölüme ilişkin olarak kullandığımız örnekte bir terslik olduğunu her dikkatli işçi anında görebilecektir. Ne oluyordu orada? Kapitalist hep aynı boyutta bir üretimi gerçekleştiriyor ve normal ve aynı koşullarda hep aynı geliri elde ediyor ve üretim sürecinde ortaya çıkan aynı miktarda fazla değeri kendi kişisel tüketimi için kullanıyordu. Ama her işçi bilir ki, hiçbir kapitalist bununla yetinmez. Kapitalistler üretimden elde ettikleri artı-değeri büyütmek isterler. O halde, bizim margarin fabrikamızın sahibi olan kapitalist, bunun için ne yapacaktır? Hangi yolla, elde ettiği artı-değeri daha fazla büyütecektir?
Şimdi, kapitalistimizin her ay artı-değer olarak elde ettiği 2 milyon liranın, tamamını kişisel tüketimi için kullanmadığını düşünelim. O, bu 2 milyon liranın sadece 500.000 lirasını kendi kişisel tüketimi için kullansın. Geriye kalan 1.500.000 liranın, 1 milyon lirasıyla yeni hammaddeler vb. alsın ve 500.000 lirasıyla da yeni işçiler satın alsın. Bu durumda 1.500.000 lira değerindeki artı-değer, sermayeye dönüşecek, fabrikada işlemeye başlayacak ve sonuçta 500 bin liralık bir artı-değer daha gerçekleştirecektir. Böylece, hem başlangıçtaki 10 milyon liranın, hem de bu sermayeden çıkan artı-değer olan 1.500.000 liranın yeniden üretime girmesiyle sürekli olarak daha fazla artı-değer yaratılmış olacaktır. Bu, kapitalistin hem kendi kişisel tüketim fonunu artırıcı bir rol oynar, hem de sermayesini artırmasına hizmet eder. Bu, genişletilmiş yeniden üretimdir. Bunu basit-yeniden üretimle karşılaştırdığımızda, arada şu farkı görürüz: “Birinci durumda, kapitalist, artı-değerin tümünü har vurup harman savurur, ikincisinde ise, yalnız bir kısmını tüketip geriye kalanını paraya çevirerek burjuva erdemini göstermiş olur.” (Kapital, Cilt 1, s. 602)
Sermaye birikiminin bu koşulla ve bu nedenle ortaya çıktığı, burada kendiliğinden görülecektir. Birikim kendisini, ancak, genişletilmiş yeniden üretim sürecinde oluşturur. Sermaye birikiminin koşulu, artı-değerin bir bölümünün sermayeye dönüştürülmesidir. Ama diğer yandan da, sermaye birikimi, genişletilmiş yeniden üretimin kaynağını oluşturmaktadır.
Burada üzerinde durmamız gereken bir başka nokta daha var. O da, kapitalistin daha önce el koyduğu ödenmemiş emek aracılığıyla, daha fazla ödenmemiş emeğe el koyma olanağına sahip oluşudur. Bu, bizim örneğininizde de kendisini açıkça göstermektedir. Kapitalist, yeni işçileri satın alırken, bunu, daha önce el koyduğu ödenmemiş emek aracılığıyla yapıyordu.
Sermayenin Bileşimi
Başlıca değişen ve değişmeyen diye ikiye ayrılan sermaye, birikim sürecinde belirli değişiklikler geçirir. Bu, hem sermayenin başlıca bileşenlerinin birbirleriyle olan ilişki ve oranlarındaki bir değişim sürecini, hem de genel olarak sermayenin uğradığı değişiklikleri kapsar.
Marx, sermayenin bileşimi kavramını ikili bir anlamda kullanır ve bunu şöyle açıklar:
“Değer yönünden bu bileşim, sermayenin, değişmeyen sermaye ya da üretim araçlarının değeri ve değişen sermaye ya da emek-gücünün değeri, yani toplam ücretlerin tutarı olarak bölünme oranı ile belirlenir. Üretim süreci içindeki işlevleri nedeniyle maddi açıdan bakıldığında her sermaye, üretim araçları ile canlı emek-gücüne bölünür. Bu ikinci bileşim, bir yandan, kullanılan üretim araçlarının kitlesi ile öte yandan bunların kullanılması için gerekli olan emek kitlesi arasındaki ilişkiyle belirlenir. Ben bunların ilkine, sermayenin değer bileşimi, ikincisine teknik bileşimi diyorum. Bu ikisi arasında sıkı bir bağlantı vardır.” Cilt 1, s. 630)
Aynı yerde Marx, sermayenin değer bileşiminin teknik bileşimi tarafından belirlendiğini ve yine değer bileşiminin, sermaye bileşimindeki değişmeleri yansıttığını ve bu yüzden onu, sermayenin organik bileşimi olarak tanımladığını söylüyor. Bu yüzden de organik bileşim kavramını kullanmayı tercih ediyor.
Yeniden örneğimize dönerek bu kavramları açıklamaya çalışalım: Margarin fabrikasında, ilk başta 10 milyon lira değişmeyen sermayenin, 2 milyon lira da değişen sermayenin tutarıydı. Bu 2 milyon liranın 10 tane işçinin emek gücünün satın alınmasında kullanıldığını varsayalım. Burada 10 milyon liralık değişmeyen sermayenin 2 milyon liralık değişen sermayeye oranı, bize, sermayenin değer bileşimini verecektir. Bu oran, 10.000.000 / 2.000.000 = 5/1’dir. Bu, aynı zamanda, sermayenin organik bileşimidir.
Her işçi, her fabrikada (ya da atölyede) ya da her üretim kolunda sermayenin organik bileşiminin farklı olduğunu bilir. Kimi fabrikalarda, makinelere, hammaddelere vb. yatırılan sermaye daha büyükken; kimilerinde emek gücüne yatırılan sermaye daha büyüktür. Ya da bir üretim kolunda çok sayıda işçiye az miktarda makine vb. düşerken, bir başka üretim kolunda ise gelişmiş makinelere az sayıda işçi düşebilir. Ama kapitalist üretim sürecini bir ülke açısından bütün olarak düşündüğümüzde; bütün sermayelerin toplamının ortalamasının bileşimi, o ülkedeki toplam toplumsal sermayenin organik bileşimini yansıtacaktır.(Sermayenin organik bileşiminin, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki boyutları, yazının daha sonraki bölümlerinde gösterilecektir.)
Sermaye bileşimini tek bir fabrika açısından düşündüğümüzde, sermaye bileşiminin başlıca iki biçimde değişime uğrayabileceğini görürüz. Bunlardan birincisi, sermayenin bileşiminin aynı kalmasıdır. Birikim sürecinde, sermaye bileşiminin aynı kaldığını düşündüğümüzde, değişen ve değişmeyen sermayenin aynı oranlarda artacağını görebiliriz. Bizim örneğimize dönecek olursak; değişmeyen sermayenin 100 milyona, değişen sermayenin ise 20 milyona çıktığını varsaydığımızda, sermaye bileşimi aynı (yani 5/1) kalacak, ama sermayenin bileşenleri miktar olarak bir artış gösterecektir. Aynı şey, bir ülkenin toplam toplumsal sermayesi açısından da geçerlidir.
İkincisi ise, sermaye birikimi sürecinde, değişen sermayenin, değişmeyen sermayeye oranla azalmasıdır. Yine aynı örnek üzerinden hareket edecek olursak, değişmeyen sermayenin 110 milyona çıktığı durumda, değişen sermayenin 10 milyona çıkması gibi. Bu durumda da sermaye artmakta (12 milyondan 120 milyona çıkmakta), ancak değişmeyen sermaye daha fazla bir artış gösterirken, değişen sermaye daha az bir artış göstermektedir.
Bütün bu durumlarda değişmeyen bir şey vardır. Genişletilmiş yeniden üretim sürecinde ya da birikim sürecinde, sermaye ilişkileri yeniden üretilir. Sermayenin kendisini genişletebilmesi için sürekli olarak daha fazla emek-gücünü kendisinde toplaması gerekir. Böylece, birikim sürecinde bir tarafta kapitalistler, diğer tarafta ücretli işçiler daha fazla olarak yeniden üretilmiş olur.
Artı-değerin sürekli olarak sermayeye dönüştürülmesi, sermayenin büyüklüğünü de sürekli olarak artıyordu. Bu, başlıca iki biçimde gerçekleşebilir. Bunlardan birincisi, sermayenin yoğunlaşmasıdır. İkincisi ise, sermayenin merkezileşmesi. Sermayenin yoğunlaşması, esas olarak genişletilmiş yeniden üretimdir. Yani kapitalistin sürekli olarak el koyduğu ödenmemiş emeğin, sürekli olarak ek sermayeye çevrilmesidir. Sermayenin merkezileşmesi ise, tek tek kapitalistlere ait olan bireysel sermayelerin, daha az sayıda kapitalistin elinde toplanmasını ifade eder. Kapitalist üretim sürecinde, büyük sermayelerin daima küçük sermayeleri yok olmaya zorladığını biliyoruz. Sıkça tanık olduğumuz işyeri kapanmalarının nedenlerinden birisinin de bu olduğu açıktır. Çünkü bir kapitalistin var olmaya devam edebilmesi, varlığını güçlendirerek sürdürebilmesi için, üretim araçlarına, emek-gücü satın alabilecek belirli bir miktar değere sahip olması ve meta üretebilmesi tek başına yeterli değildir. Bunun yanında ürettiği metaları, pazarda satabilmesi de gerekir. Ama aynı türden metaları üreten onlarca kapitalist olduğunu düşündüğümüzde, kapitalistlerin metalarını satabilmesi için birbirleriyle rekabet edebilecek güce ve olanaklara da sahip olması şarttır. Bu olanaklar neler olabilir? Daha gelişmiş üretim tekniklerinin kullanılması, dolayısıyla daha seri üretim yapılabilmesi, üretim çapının genişletilebilmesi ve bunlarla birleşerek kredi vb. imkânlardan daha fazla yararlanılması bunun başlıca olanaklarıdır. Örneğin, en gelişmiş tekniklerle, alabildiğine geniş çaplı üretim yapabilen dev bir yağ fabrikasının var olduğu bir durumda, bizim küçük margarin fabrikamızın onun karşısında dayanamayacağı çok açıktır. Bundan dolayı, kapitalist üretim sürecinde, örnek olarak, böylesi dev yağ fabrikaları, sermayelerini sürekli olarak daha çok büyütme imkânına sahiplerken, küçük çapta ve büyükleri ile rekabet edemeyecek durumda olanlar ise yok olma tehdidi ile karşı karşıyadırlar. Bu durum; küçük sermayelerin, büyük sermayelerin henüz el atmadığı alanlarda yoğunlaşmasını, ama öte yandan da büyük sermaye alanlarında küçük sermayelerin emilmesinin koşullarım yaratacaktır. Böylece, kapitalist üretimin genişlemesi, toplumsal gereksinimleri artıracak, birikimin genişlemesine yol açacak ve öte yandan da sermayenin merkezileşmesinin olanaklarını ortaya çıkaracaktır.
Artık, bütün bu sürecin sonucunda görebileceğimiz bir başka şey daha vardır: Bu, kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinde, sermayenin değişmeyen kısmının, değişen kısmı aleyhine göstereceği artıştır. Kapitalist üretimin sürekli olarak genişlemesi, emeğin üretkenliğini de sürekli olarak artırıyordu. Emeğin üretkenliğinin artışının temeli, kapitalist üretim sürecidir. Ama onu belirleyen şeylerden birisi de, daha gelişmiş üretim araçlarının varlığıdır. Örneğin ilkel üretim araçlarıyla uzun sürede üretilebilecek belirli miktarda mal, çok daha gelişmiş makineler vb. aracılığıyla çok daha kısa süre içerisinde üretilebilir. Ama buradan kendiliğinden anlaşılabileceği gibi, daha gelişmiş üretim araçlarının üretimi de yine emeğin üretkenliğine bağlıdır. Çünkü onların üretilebilmesinin koşulu da emeğin üretkenlik derecesinin artışıdır. Öyleyse, genişletilmiş ölçekte üretim yapabilmek için, bir yandan hızlı, bir yandan da çok daha fazla hammadde vb. üretimi gerekmektedir. Daha çok meta üretebilmek için daha çok hammadde vb.ye ihtiyaç vardır çünkü. Ama tekniğin gelişmesi, bilimin tekniğe uygulanması aracılığıyla elde edilen gelişmiş üretim araçları, daha az miktarda bir emekle, daha fazla hammadde vb. harekete geçirebilir. Bu, sermaye birikimi sürecinin yarattığı zeminde gerçekleşme olanağı bulabilmektedir.
Demek ki, bir yandan sermaye birikimi, bir diğer yandan merkezileşme yoluyla bir araya gelen daha büyük sermayeler, hem sermaye birikimini hızlandırmakta, hem emeğin üretkenlik koşullarını artırmakta, hem de diğer şeylerle bir arada, daha az emekle daha fazla makine, hammadde vb. harekete geçirme imkânını yaratmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak Marx’ın gerçekten çok çarpıcı bir örneği vardır: “Eğer dünya, demiryollarının yapımına yetecek kadar bireysel sermayelerin bir araya toplanmasını bekleseydi, bugün bile bu araçtan yoksun kalırdı. Oysa merkezileşme; bunu, anonim şirketlerin aracılığı ile göz açıp kapayana kadar başarmıştır.
(Kapital, Cilt 1, s. 645) (Sermayenin merkezileşmesinin, daha üst boyutlarda merkezileşmesinin de temelini oluşturacağı ve bunun, dünya ekonomisini kopmazcasına birbirine bağlayacağı koşulları yaratacağı; nitekim kapitalizmin belirli bir evresinde bunun kendini göstereceği bir gerçektir. Bunun koşulları ortaya çıktığında Lenin, kapitalizmin yeni bir evreye girdiğini tespit etmiş ve bu evrenin somut çözümlemesini yapmıştır. Bu evrenin, emperyalizm olduğu açıktır.)
Bütün bunların, basit yeniden üretimde temelleri bakımından ortaya çıkan sermaye ilişkisini de ne kadar genişleteceği ortadadır: Bir yandan üretimin alabildiğince toplumsallaşması, bütün üretim kolları arasındaki zorunlu ilişkileri güçlendirmesi, bir yandan üretimin bir yanında kapitalistleri ve karşı yanında sürekli proleterleşen emekçi kitleleri toplaması. Bu temellerde ortaya çıkan mülk edinmenin özel biçimi ve üretimin toplumsal karakteri, kapitalizmin temel çelişkisini, onun özünü ortaya çıkarmaktadır, işçi sınıfı her gün daha fazla ve daha güçlü olarak sermayenin çarklarına bağlanmakta ve bu sermayenin sahipleri olan kapitalistlerin işçi sınıfı üzerindeki kumanda kabiliyeti de artmaktadır. Sermayenin değişen kısmına yani emeğe olan talebin, değişmeyen sermayeye oranla azalması sonucu ortaya çıkan yedek sanayi ordusu, ya da işsizler ordusu, kapitalistler tarafından, kendi sınıf çıkarlarına uygun olarak kullanılırlar.

SERMAYE BİRİKİMİ SÜRECİNİN ORTAYA ÇIKARDIĞI TEMEL ÇELİŞKİLER
Kapitalist üretim süreci bir bütün olarak ele alındığında, bu üretim sürecinde farklı sermayelerin, aynı amaçla üretim sürecinde yer aldığı görülür. En büyüğünden en küçüğüne kadar bütün kapitalistler aynı ve tek bir amaç için vardırlar. Bu amaç, daha fazla sermaye birikimi ve dolayısıyla daha fazla kârdır. Ancak, irili ufaklı milyonlarca kapitalistin birlikte yer aldığı üretim sürecinde, her kapitalist, kendi çıkarlarının peşinde koşturur. Bunun için, her birinin yapacağı şey, işçi sınıfının ödenmemiş emeğine ya da artı-değere daha fazla el koymaktır. Her kapitalist, ortaya çıkan artı-değerin sürekli olarak daha fazla bir bölümünü sermayenin değişmeyen kısmına, yani üretim araçlarına ve hammaddelere vb. çevirmek ve işçi sınıfının kendi tüketimi için harcadığı kısmı ya da değişen sermayeyi sınırlamak ister. Kapitalist üretimin bu temel yasaları, onun gelişiminin yasaları olduğu gibi, bunalımının da temellerini ortaya çıkarır. Böylece, kapitalist bunalımlara yol açan ve bizzat bu üretim sürecinin içinde meydana gelen başlıca iki çelişki kendisini gösterir. Bunlardan birincisi, artı-değerin gerçekleşme sürecidir; ikincisi ise kâr oranının düşme eğilimi.
Artı-değerin Gerçekleşme Sürecinin Ortaya Çıkardığı Çelişkiler
Marx, “Artı-değer üretimi, kapitalist üretimin mutlak yasasıdır” diyordu. Üretim sürecinde, bütün olanaklar, mümkün olan en fazla artı-değerin sızdırılması için kullanılır. Bu, bütün kapitalistlerin amacı olduğu gibi, her türlü servetin de kaynağıdır, işçi sınıfının ödenmemiş emeğine el konulur, bu, metalarda maddeleştiği zaman, artı-değer üretilmiş olur. Bir bütün olarak toplam toplumsal sermayenin birikimi düşünüldüğünde, sermaye birikiminin aynı zamanda alabildiğince büyük bir miktarda artı-değer kitlesinin üretilmesine yol açtığı görülür. Öyleyse, sermaye birikim süreci, aynı zamanda artı-değer üretimi sürecidir. Ama ne var ki, bu, kapitalist üretim sürecinin bir yanıdır. Bu sürecin tamamlanabilmesi için, içinde sermayenin değişen ve değişmeyen kısımlarının yerine konması için gerekli olan bölümle, üretilmiş artı-değeri bulunduran ürünlerin satılabilmesi gerekir. Bu da, artı-değerin gerçekleşme sürecidir. O halde artı-değerin üretilme süreciyle gerçekleşme süreci birbirinden farklı şeylerdir. Yine aynı biçimde sömürü koşullarıyla, sömürülme koşulları da birbirinden ayrı, birbirinden farklı ama birbirine bağlı şeylerdir. Bizim küçük margarin fabrikamızı yeniden hatırlayalım: Bu fabrikada gerekli koşullar yerine getirilerek ilk başta 1.000 koli margarin üretilmişti. Bu 1.000 koli margarinin üretildiği an, aynı zamanda artı-değerin ve sömürünün de üretildiği andır. Ama bu artı-değerin gerçekleşebilmesi için, 1.000 koli margarinin satılması gerekir. Bizim margarin fabrikamızın sahibi olan kapitalist, bu margarini, diğer margarin üreten kapitalistlere göre daha pahalıya ürettiği için ya da başka sebeplerle satamadığında, yani ürünlerini paraya çeviremediğinde ise, artı-değer asla gerçekleşmiş olmaz. Bu fabrikada çalışan işçiler sömürülmüştür, artı-değer üretilmiştir, ama gerçekleşmemiştir.
Kapitalist toplumda, farklı sermaye yapılarına ve büyüklüklerine sahip, ama aynı amaçla ve buna uygun eylemleriyle birlikte yer alan binlerce ve milyonlarca kapitalist, aynı piyasada hareket etmek durumundadır. Bu piyasada güçlenerek var olmaya devam etmek amacıyla hareket eden bütün kapitalistler aynı yolu izlerler. Piyasanın kesin ilkesi olan rekabet savaşına dayanabilmek için sermayelerim sürekli genişletmek, bunun için değişmeyen sermayelerinde, değişen sermaye aleyhine bir büyümeyi gerçekleştirmek, bütün kapitalistler için tutulması gereken zorunlu yoldur. Üretim yöntemlerinde sürekli olarak gerçekleşen devrimlerden, kredi vb. imkânlardan yararlanabilmek için zorunludur bu. Ama bu kapitalist üretim yasası iki şeyi de beraberinde getirememezlik edemez. Bunlardan birincisi, rekabet savaşımının, daima sermaye birikimi ve merkezileşmesini ve en sonunda sermayenin sürekli olarak daha az elde toplanmasını beraberinde getirmesidir. İkincisi ise, üretim alanının sürekli olarak genişlemesinin zorunlu bir yanı, tüketim alanının sürekli olarak daralmasıdır. Çünkü sermayenin değişmeyen kısmına yatırılan miktarın, değişen kısma yatırılan miktardan hep daha önde gitmesi, kapitalistlerin, bunu ancak işçi sınıfının kendi tüketimi için ayırdıkları miktarı ya da ücretleri sınırlandırmasıyla mümkündür. Bütün bunlar, artık, kapitalistlerin iradelerinden bağımsız olarak işleyen piyasanın, denetlenemez hale gelmesine yol açar. Böyle bir mekanizma aracılığıyla işleyen sistemde; dengeler, dengesizliklere yol açar. Bu mekanizmanın belirli noktalarındaki tıkanıklıklar, bunalımların imkânlarından birisini oluşturur.
Kâr Oranının Düşme Eğilimi Yasasının Ortaya Çıkardığı Çelişkiler
Bu çalışmanın daha önceki bölümünde kârın ve kâr oranın ne olduğunu görmüştük. Kısaca hatırlayacak olursak; kâr, yaratılan- artı-değerin, sermayenin toplam miktarı içindeki kısmıdır. Kâr oranı ise, yine yaratılan artı-değerin toplam sermayeye oranıdır. Artı-değer, sermayenin değişen kısmı tarafından belirleniyordu. Kâr ise artı-değerin, toplam sermaye içindeki değişmiş halinden başka bir şey değildir.
Yine bizim margarin fabrikamıza dönelim: Orada, sermayenin değişmeyen kısmı (s) 10 milyon lira; değişen kısmı (d) 2 milyon lira; artı-değer (a) 2 milyon lira ve artı-değer oranı (a/dx100) %100 idi. Burada kâr oranı; (a/ s+d x 100) 2.000.000/12.000.000×100= %16 olacaktır.
Demek ki kâr oranı, bir yandan, artı-değer oranına, bir yandan sermayenin organik bileşimine, bir yandan da sermayenin dolaşım hızına bağlıdır. Diğer koşullar aynı kalmak üzere, artı-değer oranı ne kadar yüksekse, kâr oranı da o kadar yüksek olur. Ya da sermayenin değişen kısmının oranı ne kadar yüksekse, diğer koşullar aynı kalmak kaydıyla, kâr oranı o kadar yüksek olur.
Yukarıda, kapitalist üretimin gelişmesinin ve dolayısıyla emeğin üretkenliğindeki gelişmenin yarattığı olanaklar toplamının ve kapitalizmin temel yasalarının; toplam toplumsal sermayenin değişmeyen kısmını, değişen kısmı aleyhine çoğalttığını görmüştük. Bu durum, toplam toplumsal sermayenin genel kâr oranının düşmesine yol açar. Kâr oranının düşmesi, hiçbir kapitalistin istemediği bir şey olduğu gibi, kapitalistlerin amaçlarıyla çatışan bir şeydir de aynı zamanda. Kapitalist üretimin temel amacı olan, sermayenin kendisini genişletmesi ya da kâr amacıyla yapılan üretim ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan sermaye birikimi ve merkezileşme, aynı zamanda kâr oranını düşürücü bir işlev de görür. Ancak, yine aynı sürecin ortaya çıkardığı kimi imkânlar, kâr oranının düşmesini asla ortadan kaldırmamakla birlikte, onu frenleyici etkilerde bulunurlar:
Marx, bunları başlıca şöyle sıralar:
1) Emeğin sömürü yoğunluğundaki artış,
2) Ücretlerin, emek-gücünün değerinin altına düşmesi
3) Değişmeyen sermaye öğelerinin ucuzlaması
4) Nispi aşırı-nüfus
5) Dış ticaret (Kapital, Cilt: 3, s. 206-213)
Burada, hem konunun daha somut olarak anlaşılabilmesi, hem de dünya kapitalizminin bugünkü boyutlarının anlaşılabilmesine ışık tutabilecek kimi ipuçlarının görülebilmesi bakımından, bu etkenleri çeşitli örnekler üzerinde inceleyelim:
Bir sınıf olarak burjuvazinin eyleminin başlıca iki noktada toplandığım saptayabiliriz: Bunlardan birincisi, kendi sınıf çıkarlarını temsil eden amaçlara ulaşmaktır. İkincisi ise bu amaçlara ulaşabilmek için her türlü araçtan ve olanaktan yararlanmak. Ancak, burada gözden kaçırmamamız gereken bir şey var: Bütün bu olanaklar ve araçlar, bir yandan kapitalizmin temel işleyiş yasaları, işleyişi ve sonuçları tarafından belirlenmektedir; bir yandan da yine aynı nedenlerden dolayı ters yönde etkiler yaratmaktadır. Bu çelişki, asla gözden kaçırılmaması gereken bir şeydir.
Bunalımların temelinde, artı-değerin gerçekleşme sürecinin yarattığı çelişkilerin ve İcar oranının düşme eğiliminin bulunduğunu görmüştük. İşte, Marx’ın yukarıda belirlediği etkenlerin her biri, birbirine bağımlı olarak, kâr oranının düşmesini frenleyici, engelleyici etkilerde bulabilir. Bütün bunlar, kâr oranının düşmesini frenleyebilmek açısından birer imkândır. Bütün bu imkânlar, kapitalist gelişim süreci içerisinde ortaya çıktıkları gibi, bu gelişimin ortaya çıkardığı çelişkileri etkileyen gelişim ve ondan etkilenen bir işlev de görürler aynı zamanda.
Emeğin Sömürü Yoğunluğundaki Artış
Örneğin, emeğin sömürü yoğunluğundaki artışı ele alalım. Marx’ın el konulan artı-emek ya da artı-değerin miktarının yükseltilebilmesi için emeğin sömürü yoğunluğunun artırılması gerektiğini, bunun da başlıca iki yöntemi bulunduğunu ortaya koyduğunu görmüştük. Bunlardan birisi mutlak artı-değer, diğeri ise nispi artı-değerdi. Mutlak artı-değerde işgününün uzatılması, nispi artı-değerde ise zorunlu çalışma zamanının kısaltılması yoluna başvuruluyordu.
İşgününün uzatılması; örneğin kadın, erkek ve çocuk işçilerin günde 10, 12, 14, 16 saat çalıştırılmaları, kapitalizmin ilk ortaya çıkış dönemlerinden başlayarak epeyce bir süre, burjuvazi tarafından kullanılan bir yöntemdi. Ancak işçi sınıfı mücadelesinin gelişmesi ve belirli bir düzeye ulaşması sonucu, bu yöntem belirli bir süre sonra kullanılmaz hale geldi. Ancak uygulandığı dönemlerde bu yöntem, hem artı-değeri artırıcı bir etki yapıyor, hem de kâr oranının düşmesinin koşullarını yaratıyordu. Bunun, kullanılan aynı miktarda emek-gücüne oranla, kullanılan hammaddelerin vb. kitlesinin artmasından kaynaklandığı açıktır.
Şimdi, esas olarak, nispi artı-değer üretimi ile ilgili geliştirilen yöntemlerin nasıl karşıt yönde etkiler yarattıklarını görmeye çalışalım. Emeğin sömürü yoğunluğunu artırmanın bir biçimi olarak, gözde bir üretim tekniği var son dönemlerde: Post-Fordizm. Post-Fordizm, emperyalist dünyanın girdiği yeni bir bunalım döneminde, özellikle Japonya’da uygulanmaya başlanan bir yöntemdi. Bu sistem daha sonra Amerika başta olmak üzere birçok emperyalist ülkede ve Türkiye dâhil birçok yeni sömürge ülkede uygulanmaya çalışıldı. Sistem, özet olarak şöyle işlemektedir:
Daha önce yaygın olarak kullanılan Fordist sistemin yol açtığı aşırı makineleşme, fazla miktarda defolu ürün, yüksek stok miktarları ve kâr oranının düşmesine yol açan sonuçların engellenmesi amacıyla geliştirildi. Post-Fordizm, üretilecek her mal için, ayrı olarak tasarlanmış makineler yerine; aynı makinenin hızlı bir şekilde bir başka malı üretebilecek şekilde tasarlanması ve mikro-elektronik teknolojisinin buna uygulanması yoluyla makinelerin niteliğinde bir değişim yarattı. Makinelerin işleyiş yapısındaki değişme ve hızlarının yükseltilmesi; bunları kontrol edebilecek işçilerin çalışma temposunda ve niteliğinde de bir değişimi gerekli kıldı. Şöyle ki; işçiler artık, bütün zihinsel faaliyetleri durmuş olarak kullandıkları aynı makinenin monoton bir parçası olmaktan çıkarak sözde eğitilmiş bir biçimde farklı makineleri kullanabilir hale geldiler. (Okuyucu, bu eğitimin gerçekte sözde bir eğitim olduğunu Özgürlük Dünyası’nın 57. sayısında yayınlanan “Teknoloji, Kalifiye İşgücü ve İşgücü” başlıklı yazıda açıklandığını hatırlayacaktır.)  Bu durumda, bütün çalışma süresi boyunca hareket halinde olan, o makinenin başından diğerine koşturan, en ufak boş zamanlarda da kalite çemberi toplantılarına katılan işçiler, daha yoğun bir şekilde sömürülmeye başladılar. Bunun yanında, günlük üretim miktarları dolmadan iş tatil edilmediğinden dolayı, bu sistem, işgününün uzunluğunu da beraberinde getirdi. Bu sistemde, hem işgününün uzatılması yoluyla, hem de zorunlu çalışma zamanının kısaltılması yoluyla emeğin sömürü yoğunluğunun artırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Ama bütün bunlar daha sonra ele alacağımız diğer şeylerde de birleşerek hangi sonuçlara yol açmaktadır? Somut bir örnek olması açısından Japonya’ya ilişkin verileri inceleyelim. Japonya’da verimlilik artışları, 1975-1992 yılları arasında Tablo 1’de görüldüğü gibi bir seyir izlemiştir.

Tablo-1
1975-84    -3,1
1985        -1,9
1986        -0,6
1987        4,5
1988        7,6
1989        5,4
1990        3,8
1991        2,1
1992        -3,9

Bunun yanında, Japon işçileri, yılda 2149 saat çalışarak gelişmiş kapitalist ülkelerdeki çalışma rekorunu ellerinde bulundurmaktadırlar. Buna, Şubat 1992’de Birleşmiş Milletler tarafından açıklanan, yıllık 10.000 işçi ölümünü de eklemek gerekiyor. (Aktaran DİSK-Ar dergisi, sayı: 15)
Yazının ilerleyen bölümlerinde kullanılacak olan verilerle birleştirildiğinde görülecektir ki, hangi yöntem ve hangi biçim altında gerçekleşirse gerçekleşsin, emeğin sömürü yoğunluğundaki artış, kâr oranının düşmesini önlememekte, ama geçici bir süre durdurabilmektedir.
Ücretlerin, Emek Gücünün Değerinin Altına Düşmesi Ve Nispi Aşırı-Nüfus
Kâr oranının düşmesinin ortaya çıkardığı sonuçları biliyoruz: Üretimde durgunluk, yatırımlarda azalma, sermayenin değer kaybetmesi ve sonuçta bunalım. Marx, bütün burjuva iktisatçılarının ve sosyal bilimcilerin aksine, emekçi nüfusun ve emekçi nüfusun çalışma ve işsizlik oranlarının kapitalist gelişmeye bağlı olarak şekillendiğini ortaya çıkarmıştı. İşte, üretimdeki durgunluk, işçilerin bir kısmının işsiz bırakır. Bununla birleşen aynı koşullar, aynı zamanda, işçilerin, ortalama ücretlerin altında çalışmaya boyun eğmesi yönünde bir baskı yapar. Böylece, ücretlerin ortalamanın altına düşmesi, aynı miktarda, kâr oranındaki azalmayı önler (ücretler değişen sermayenin miktarını temsil eder ve kâr oranı üzerinde doğrudan bir etki yaratır çünkü). Ama düşük ücretler, bir yandan da işçilerin yaşamında mutlak bir yoksullaşmayla birlikte çalışma zayıflığı ve enerji eksikliğini de beraberinde getirir. Böylece bir yandan verimlilik azalır, öte yandan da ücretlerin emek-gücünün değerinin altına düşürülmesinin yarattığı kâr oranının düşmesini frenleyici ve yavaşlatıcı etkenler, zıt yönde etkilerle beraber bunun geçiciliğini ortaya koyar. Bu bakımdan, dünyanın belli başlı kapitalist ülkelerindeki gelişmeler ve veriler, ancak bu söylenenlerin somut kanıtlan olarak sayılabilirler. Bu bakımdan 2., 3. ve 4. tablolar incelenmeye değer.
Tablo-2 İşsizlik Oranları – Kaynak: IMF 1993
ABD     Japonya     Almanya     İngiltere     Avr. Topl.
1975-84    7,7    2,2        4,8        6,4        7,3
1985        7,2    2,6        8,0        10,9        11,1
1986        7,0    2,8        7,6        11,1        11,1
1987        6,2    2,8        7,6        10,0        10,9
1988        5,5    2,5        7,6        8,1        10,2
1989        5,3    2,3        6,8        6,3        9,3
1990        5,5    2,1        6,2        5,8        8,6
1991        6,8    2,1        6,7        8,1        9,2
1992        7,4    2,2        7,7        9,8        10,2

Tablo-3 Ücret Artışları (Cari) – Kaynak: IMF 1993
ABD     Japonya     Almanya     İngiltere     Avr. Topl.
1975-84    8,3    6,1        6,8        14,3        13,4
1985        5,1    3,8        3,8        8,5        7,8
1986        4,0    2,3        5,0        8,0        5,8
1987        2,3    1,1        5,2        7,4        6,2
1988        3,9    3,2        3,9        8,0        6,0
1989        3,9    6,9        4,2        9,1        6,8
1990        5,0    6,7        5,8        9,9        7,2
1991        5,2    5,8        7,2        9,4        7,4
1992        1,7    4,2        7,0        5,7        5,9

Tablo-4 Verimlilik Artışları
ABD     Japonya     Almanya     İngiltere     Avr. Topl.
1975-84    1,9    3,1        3,5        2,6        3,7
1985        2,3    1,9        3,6        2,5        3,5
1986        4,3    -0,6        1,0        3,8        2,1
1987        4,1    4,5        1,9        5,4        3,9
1988        4,1    7,6        4,2        5,4        5,2
1989        0,5    5,4        3,3        4,3        3,6
1990        2,5    3,8        3,5        1,3        1,8
1991        2,0    2,1        2,8        1,6        1,7
1992        2,2    -3,9        1,4        3,7        2,1

Bu tablolardan da görüleceği gibi, dünyadaki belli başlı emperyalist kapitalist ülkelerde, işsizlik oranlarının artışı, ücretlerin düşmesi ve verimlilikteki azalma el ele gitmektedir.
Değişmeyen Sermaye Öğelerinin Ucuzlaması
Kapitalist gelişim sürecinde, emek üretkenliğinin gelişimine bağlı olarak, değişmeyen sermaye öğelerinde bir ucuzlama meydana gelebilir. Bir başka ifadeyle, değişmeyen sermayedeki artışla, onun değerindeki artış el ele gitmez. Örnek olsun: Otomobil üretiminde mikro-elektronik vb. yeni teknolojilerin uygulanmasıyla birlikte, üretim hızı çok daha fazla artar. Ama üretimde kullanılan demir, çelik, plastik, diğer petrol ürünleri vb. hammaddelerin fiyatı değişmemiştir ya da çok az değişmiştir. Bunun yanında, üretimde kullanılan makinelerin değeri de, -ilk uygulanmaya konulduğu dönemler dışta tutulacak olursa- emeğin üretkenliğindeki gelişmeye bağlı olarak azalmıştır. Bunlar, kâr oranının düşmesini denetim altına alan bir işlev görmekle birlikte, yasanın bir eğilim olarak işlemesini tamamen engelleyici bir rol oynamaz. Değişmeyen sermaye öğeleri ucuzlamakla birlikte, sermaye birikiminin ilerlediği yol değişmemiştir. Dolayısıyla, organik bileşiminin değişen sermaye aleyhine gelişimi de.
Dış Ticaret Ve Hisse Senetli Sermaye
Dış ticaretin gelişmesi, kapitalist gelişmenin ilk temellerinden birisiydi. Ama kapitalizmin gelişmesi de dış ticaretin gelişmesinin önünü açtı. Bu, kapitalizmin ve sermayenin iç zorunluluğu haline geldi. Marx, “Sermaye eğer dışarıya gönderiliyorsa, bu, mutlaka içerde kullanılmadığı için değil, dış bir ülkede daha yüksek bir kâr oranı ile kullanıldığı içindir” derken, dış ticaretin sermaye ve kapitalizm açısından neyi ifade ettiğini ortaya koymaktadır.
Dış ticaret, kâr oranının düşmesini engelleyebileceği gibi, onu yükselten bir rol de oylayabilir. Bunun altında yatan temel neden, özellikle geri kalmış ülkelerde, daha geri üretim koşullarında üretilen metalarla yapılan rekabetten kaynaklanır. Bir ürünü çok daha gelişmiş tekniklerle üreten bir ülke burjuvazisi, kendi ülkesindekinden ya da başka gelişmiş ülkelerinkinden daha ucuza olsa bile, bu ürünü, geri kalmış ülkelere değerinin üzerinde satabilir. Bunun yanında, buralardan ihtiyaç duyduğu, hammadde vb. şeyleri ucuza alabilir.
Kapitalist gelişmenin son ve en yüksek aşamasının emperyalizm olduğunu ortaya koyan Lenin, dış ticaretin bu koşullarda belirli farklılıklar gösterdiğini açıklamıştır. Lenin, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin, bütün iktisadi yaşantıyı tayin edecek olan tekelleri ortaya çıkardığını göstermiştir. Dolayısıyla kapitalizmin bu son ve ölümcül aşamasında, dış ticarette tekellerin belirleyici bir rolü vardır. Artık tekeller tarafından gerçekleştirilen dış ticaret, başlıca iki biçimde sürdürülmektedir. Serbest rekabetin egemen olduğu kapitalizm koşullarındaki meta ihracının yanı sıra artık, sermaye ihracı belirleyici bir önem kazanmıştır. Bu, başlıca iki biçimde gerçekleşmektedir. Bunlardan birincisi üretici sermaye ihracıdır. Üretici sermaye ihracı; emperyalist ülke ve tekellerin bağımlı ve geri kalmış ülkelere yaptıkları yatırımları ve emperyalist ülkelere yaptıkları yatırımları kapsamaktadır. Bunu açıklaması bakımından şu örnekler çarpıcıdır:
Tablo 5, üretimin uluslararasılaşmasının hangi boyutlara ulaştığını göstermektedir.

DÖRT KITADA ÜRETİM – Tablo 5: Kaynak: İktisat Dergisi, sayı: 348
‘80’li Yılların Sonlarında Volkswagen Golf Üretiminde Kullanılan Parçalar
Fransa    Kalorifer, Klima, Elektrik parçaları, Kauçuk, Metal rulman, Su hortumları, Soğutucu, Çelik, Lastik, Tampon, Döşeme, Radyatör
İngiltere     Katalizatör, Alüminyum, Kauçuk borular, Çelik Piston
İsviçre        Elektrik parçaları, Yapıştırıcı, Yalıtım maddesi, Plastik parçalar
Avusturya     Galvaniz, Elektrik parçaları, Plastik parçalar, Vites, Kemer, Akü, Radyo, Lastik
İtalya        Cam, Vidalar, Alüminyum, Elektrik parçaları, Piston
Hollanda     Çelik, Tekerlek, Döküm parçalar
İsveç         Çelik, Rulman, Plastik parçalar
Kanada     Taşıyıcı, Katalizatör, Jant, Akü
Macaristan     Ampul, Alüminyum, Döküm, Nikelaj, Rulman
İspanya     Lastik, Akü, Döküm parçaları
Portekiz     Radyo,  Suni deri, Contalar
Japonya     Klima parçaları, Radyo, Motor parçaları
G. Afrika     Karoseri, Mangan metali
Meksika    Motor parçaları, Taşıyıcılar, Stabilizatörler, Arka takımlar, Karoseri parçaları
Brezilya    Şanzıman, Amortisör, Motor Kapağı, Piston, Dişliler, Vites
ABD        Klima parçaları, Elektrik parçaları, Kablolar, Kompresörler, Direksiyon
Diğer Ülkeler    Belçika, Danimarka, Finlandiya, Norveç, Lüksemburg

Öte yandan, uluslararası en büyük tekellerden birisi olan Siemens’in üretimde kullandığı 55.000 parçanın hangi yollardan geldiğinin takip edilmesi bile oldukça güçtür. Çünkü Siemens, 137 ülkede, 87 yan kuruluşu ile birlikte faaliyetini sürdürmektedir. (Aktaran, agd. sf. 54)
Yine aynı dergide, verilen bir başka örnekte şöyledir: Mısır’da ekilen, Türkiye’de iplik haline getirilen, Hindistan’da dokunan, İtalya’da stili verilen, Güney Kore’de dikilen ve oradan tüm dünyaya gönderilen milyonlarca ton pamuklu mal, tüketiciye ulaşmaktadır.
Borç verilen sermaye ise, diğer ülkelerin devletlerine, bankalarına ya da başka kuruluşlarına verilen kredi biçiminde gerçekleşir. Bunalım ortamında yatırımların yavaşladığını, giderek durma noktasına doğru daraldığını görmüştük. Bu durumda, üretken yatırımlara yöneltilemeyen para-sermaye, kredi biçiminde azgelişmiş ülkelere yöneltilmektedir. Yine aynı nedenle, ihracat yapamaz duruma gelmiş olan azgelişmiş ülkeler ise, kredi almaya yönelirler. Kâr oranının düşmesini engelleyici etkenler, bir yandan da sermaye birikimi sürecini hızlandırır. Öte yandan da, bu, yine değişmeyen sermayeye oranla, değişen sermayenin azalmasına yol açarak, kâr oranının düşmesini çabuklaştırır.

Tablo-6: Kaynak: Petrol-iş ’92 Yıllığı Sf. 565
AT’de Organik Kompozisyon – Çalışan Başına Sermaye Stoku, 1960=100
1967    130,6        1972    158,9        1977    186,8        1982    215,2
1968    136,1        1973    164,1        1978    191,2        1983    221,8
1969    140,7        1974    170,0        1979    195,3        1984    226,6
1970    146,1        1975    176,4        1980    200,7
1971    152,5        1976    182,1        1981    208,2

Tablo 6’daki, çeşitli emperyalist ülkelerdeki sermaye bileşiminin değişen sermaye aleyhine nasıl değiştiğini göstermektedir.
Bütün bu çelişkiler, kapitalist bunalımın temelinde yatan çelişkilerdir. Artık kısaca tanımlayabilme imkânına sahip olduğumuz kapitalist bunalım şöyle tarif edilebilir:
Sermaye birikiminin hızlı olduğu canlılık dönemlerinde, yatırımlar artar, daha fazla emek harekete geçirilir, yeni yatırım alanları ortaya çıkar, kapitalistler yeni üretim dallarına yönelirler. Ancak bütün bunların koşulunu yaratan kapitalist üretimin genişlemesi, bir süre sonra kendi çelişkilerini açıkça hissettirir. Sermaye birikimi ve merkezileşmesi ilerlemiş ve daha fazla emek gücü harekete geçirilmiştir. Ancak harekete geçirilen makineler, hammaddeler vb.lerin kitlesi, harekete geçirilen emeğe oranla daha çok artmıştır. Bu durum, kâr oranının düşme eğilimini hızlandırmış, bununla birlikte tüketim alanını alabildiğince daraltmıştır. Daha fazla kâr için elinden gelen hiçbir şeyi ardına koymayan kapitalistler, şimdi hiç istemedikleri bir durumla karşı karşıyadırlar. Artık kapitalistler için yeni yatırımlar yapmak, cazip değildir. Sermayenin ve her türlü ürünün, aşırı-üretimi gerçekleşmiştir. Kapitalistlerin depolarında mallar birikmiş, ancak emekçiler tarafından alınamaz hale gelmiştir. Yeni yatırımlar zayıfladığı ve üretim kapasitesi düştüğü için işçiler kitleler halinde işsizliğe sürüklenmiştir. Canlılık dönemlerinde sermaye tarafından harekete geçirilen milyonlarca işçi, şimdi yine sermaye tarafından sokağa atılmıştır. Böylece bunalımlar, burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf ilişkilerini ve çelişkilerini daha kesin olarak gözler önüne serer: Bir yanda kapitalistlerin depolan ağzına kadar doluyken sefalet içinde daha fazla yakınlaşan emekçi kitleler vardır; öte yanda kendi aralarındaki çelişkiler keskinleşmekle birlikte emekçi kitlelere karşı birleşen burjuvalar.
Marx, “Bunalımlar, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir.” diyor. Burjuvazi açısından bunalımlardan çıkış yolu, gerçekten, ortaya çıkan çelişkili ortamın zora dayanan çözümüne dayanır. Kapitalistler, bir yandan kendi aralarındaki çatışmayı sonuçlandırmak üzere harekete geçerken, öte yandan birleşik bir sınıf olarak bunalımın bütün yükünü proletaryanın üzerine yıkmak üzere harekete geçerler. Tıkanmış bulunan bütün kanalların, yolların ve mekanizmaların yeniden açılması için her türlü zor ve insanlık dışı yöntem, burjuvazinin biricik silahı haline gelir. Ne var ki; “Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir, işte bu sermaye ve onun kendini genişletmesidir ki, üretimin hem çıkış ve hem de sonuç noktası, hem itici gücü, hem amacı olarak görünür; üretim, yalnızca sermaye için üretimdir. (…) Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir.”  (Kapital, Cilt 3, s. 221)
Krizin, eski Yunancadaki kelime karşılığının “karar verme anı” olduğu söylenir. Kapitalistlerin krizin çözümüne ilişkin olarak verecekleri kararlar açıktır: Çelişkilerin geçici ve zora dayanan çözümü. Proletaryanın devrimci eylemi ve onu yönetebilecek güçlü bir organizasyonun yokluğunda, bunalım, burjuvazinin kendini yeniden üretebilmesinin bir imkânıdır. Proletaryanın kararları da açık olmak durumundadır: Çelişkilerin kesin ve zora dayanan çözümü. Üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel hale gelen kapitalist üretim ilişkilerinin yerle bir edilmesi, ancak böyle mümkündür çünkü. Böylece bunalım, aynı zamanda devrimin de bir imkânıdır: Eğer devrimi yönetebilecek güçlü, Bolşevik bir organizasyon varsa.

* * *
Bunalımlara yol açan temel çelişkiler ve sebepler bunlar olmakla birlikte, her bunalımın kendi özgün gerçekleşme koşullarının bulunduğu asla unutulmamalıdır. Her bunalım, gerçekleştiği dönemin başka çelişkileriyle birleşerek ve iç içe geçerek oluşur. Bunlar, en genel anlamda; sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin değişimi; emperyalistler ve emperyalist devletlerarasındaki ilişkilerin gelişim doğrultusu ve emperyalist kapitalist ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasındaki sermaye ve sınıf ilişkilerinin koşulları olarak sıralanabilirler. Bütün bunların ayrıntılı ve zengin bir tahlili, dergimizin 66. sayısında yayınlanan “Emperyalizmin Sertleşen Çelişkileri Ve Devrim Ve Sosyalizmin Olgunlaşan Koşulları” başlıklı yazıda ortaya konulmuş bulunmaktadır.

Ağustos 1994

Özelleştirme mücadeleleri ekseninde mülkiyet ve Siyaset

Özellikle son yıllarda burjuvazi ile başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi halk kesimleri arasındaki mücadelelerin başlıca konularından birisi özelleştirmedir. Bu açıdan, onun ülke gündeminin temel sorunlarından birisi olması kaçınılmazdı. Öyle oldu: Özelleştirme mücadeleleri, bunun alacağı biçimler ve getireceği sonuçlar, hem burjuva kesimlerinin ve temsilcilerinin, hem işçi sınıfının, hem de aşağı yukarı bütün devrimci ve sosyalist hareketlerin söz ve eylemlerinin konusu haline geldi. Burjuvazinin önümüzdeki döneme ilişkin amaç ve planlarına bağlı olarak ele alınan ve esasında geniş kapsamlı bir saldırı olan özelleştirme, gerçek içeriğinden, nedenlerinden, hangi çelişkilerin ürünü olduğundan, gerçekleştiğinde ne gibi sonuçlar yaratacağından soyutlanarak; ama yol açacağı çelişkileri gizleyerek, ona neden olan çelişkilerin üstünü örterek burjuva politikasının konusu haline getirildi: Yazımızın ilerleyen bölümlerinde ele alacağımız gibi; başlıca “özelleştirme gerçekleşecek dertler bitecek” ya da “teröre vurulan darbeyle kazanılan zaferden sonra gerçekleşecek ekonomik zaferin temeli özelleştirmedir” gibi slogan ve temalarla ele alındı. Gerekli yasa çıkarıldıktan sonra ise “son sosyalist devletin yıkıldığı” bayan başbakan tarafından ilan edildi. Burjuvazinin kendi iç çelişkilerinin yarattığı etkiler bir yana bırakılacak olursa, her şey burjuvaca oldu, burjuva politikasının ilkelerine göre yürütüldü. Özelleştirmeye karşı çıkan, kısmen karşı çıkan, birazcık hatalı bulan bütün burjuva ve küçük burjuva kesim ve kişiler en sonunda ikna edildiler: Herkes çıkacak olan yasayı bekliyordu; yasa, hepsini susturacak şekilde düzenlenmiş olmalıydı ki, bütün itirazlar geri alındı, geri alınamayanlar ise bir bir savunulamaz duruma düştü ya da öyle bir görüntü yaratıldı.
İtirazlarını geri almayanlar, “özelleştirmeye hayır” haykırışları susmayanlar; grevdeki işçiler, sokaktaki işçiler, meydanlardaki işçiler ve diğer emekçiler oldu. Halen de öyle olmaya devam ediyor. Ve şuna kuşku yoktur ki, özelleştirme mücadelelerinin kaderini belirleyecek olanlar da onlar olacaktır. Ama bunun için, işçi sınıfının neden özelleştirmeye karşı çıktığını, bunda ısrar ettiğini ve başlıca acil talepleri arasında bunun neden yer aldığını bütün açıklığıyla ortaya koymak gerekiyor. Çünkü içeriği, nedenleri ve yaratacağı sonuçlar, bu kadar bulandırılan çok az konu vardır ve bulandırmanın işçi sınıfı hareketini tırpanlamak, etkisiz hale getirmek için yaratıldığı da yeterince açıktır. Devrimci proletarya, “özelleştirmeye hayır”ı hangi perspektifle ve hangi platformda ele alacaktır? Örneğin, “KİT’ler zarar mı ediyor, nasıl kârlı hale getirilebilir?” tartışması işin düğüm noktası olarak gösterilmeye çalışılırken, işçi sınıfı sorunu bu platformda ele alabilir mi? Değilse, işçi sınıfı, örneğin sendika bürokratlarından, örneğin her an “görüş değiştirmeye” meyilli küçük burjuva aydınlardan, örneğin sözde muhalif burjuva partilerinden vs. farklı olarak ve yürüttüğü mücadelenin bir parçası olarak sorunu nasıl ortaya koyacak, dünyanın diğer ülkelerinde gerçekleştirilen ve gerçekleştirilmesi planlanan özelleştirme uygulamalarından ne gibi sonuçlar çıkaracaktır? Bu yazıda, bu soruların yanıtlarını aramaya çalışacağız.

KAVRAMIN İÇERİĞİ
Özelleştirme, genel olarak kamu mülkiyeti ve yönetimindeki kurum ve kuruluşların, kısmen ya da tamamen çeşitli biçimlerde özel kesime devredilmesi olarak açıklanır. Bu oldukça puslu bir tanımdır ve güncel politikaya bağlı olarak çeşitli biçimlerde açıklanabilir: Örneğin buradaki “kamu” kimdir, “özel kesim” kimdir, bunlar açık ve net değildir. “Kamu”, yeri geldiğinde sınıflar üstü olduğu söylenen devlettir; yeri geldiğinde ise bütün toplumdur, herkestir. “Özel kesim” ise yine yeri geldiğinde (özellikle mülkiyetin tabana yayılması gerekliliği propaganda edilmeye başlandığında) işi, mesleği, sınıfı, zümresi ne olursa olsun yasalar ve devlet karşısında eşit olan bireylerdir vs. Burada, emek ve sermaye, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki ayrım ve çelişkiler gizlenmeye çalışılmakta ve bu giz, burjuva çıkarlar için kullanılmaktadır. Öyleyse, bu tanımda da, kavramların, onu kullanan sınıfın amaç, çıkar ve eylemine göre içerik kazandığı bir kez daha görülmektedir. Örneğin, yukarıdaki tanımdan yola çıkarak, “devletin gereksiz yüklerden kurtulması, bütçe açıklarını kapatması, elindeki mülkü halka devretmesi, çağdaşlaşması, eski anlayışlardan kurtulması, esas görevlerine dönmesinin zorunluluğu vs.” propaganda edilebilmektedir. Ve bütün bu propaganda ve açıklamalar, sadece Türkiye burjuvazisinin Türkiye işçi sınıfına yönelik değil, ama uluslararası burjuvazinin uluslararası işçi sınıfına yönelik saldırılarının ve saldırı planlarının bir örtüsü olarak kullanılmaktadır. 0 halde biz gerçeklere, yani işin özüne dönmek zorundayız.
Kapitalizmin temel çelişkisinin üretim araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişki olduğu bilinmektedir. Bu, aynı zamanda burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişkinin temelini de ifade etmektedir. Bir kapitalistin ya da kapitalistler grubunun fabrikasında ya da herhangi bir işletmesinde çalışan işçi ya da emekçi, “patron”unun kim olduğunu bilir. Ama bir “kamu” kuruluşunda çalışan işçi için, bu kuruluşun sahibinin ya da patronun kim olduğu yeterince açık ve net değildir. Bu durum, burjuvazinin “kamu mülkiyeti” denen sevin, devletin mülkiyeti, dolayısıyla herkesin mülkiyeti olduğu ve buralarda çalışan işçi ve emekçilerin muhatabının da devlet ya da hükümetle sınırlı olduğu şeklinde yarattığı yanılsamadan kaynaklanmaktadır. Oysa bu “kamu mülkiyeti” denen şey, gerçekte kapitalist devlet mülkiyetinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, sorunun doğru bir biçimde kavranabilmesi için bunun net bir biçimde açıklanması gerekir. Bunun için, devletin ve devletin ekonomik ve toplumsal hayattaki rolünün iyi kavranması, işin en önemli yanlarından birisini oluşturur. Devrimci proletarya ideolojisinin, her türlü burjuva ve küçük burjuva ideolojisiyle çarpıştığı en önemli alanlardan birisinin bu konu olması boşuna değildir. Devrimci proletarya, burjuva ve küçük burjuva liberallerinin, devletin gerçek içeriğini gizleme, onu sınıflar üstü gösterme, sınıflar arası uzlaşmanın bir aracı olarak tanımlama ve herkesin ortak kurumu olarak sunma çabalarına karşı; onun sınıf niteliğine ve ekonomik ve toplumsal hayattaki rolüne kendi iktidar mücadelesi açısından bir açıklık kazandırmayı kendi teorik ve pratik görevlerinin en önemlileri arasında saymıştır. Bu yazının başlıca konusu Marksizm-Leninizm’in devlet sorununa yaklaşımı olmamakla beraber, özellikle kendine özgü toplam toplumsal koşullar tarafından belirlenerek Türkiye’nin gündemine giren ve yerleşen devletçilik, tartışacağımız konulardan birisidir.
Devlet, en genel anlamıyla, egemen sınıfların ezilen sınıflar üzerindeki hâkimiyetinin bir aracıdır ve aynı zamanda yine egemen sınıfların en örgütlü gücüdür. Onun işlevlerini hangi biçimlerde yerine getireceği, ekonomik ve toplumsal yaşama müdahalesinin düzeyinin ne olacağı, ekonomik-toplumsal gelişimin ve sınıf mücadelesinin gelişim seyri ve düzeyi tarafından belirlenir. Bu, yalnızca tek tek ülkelerin kendi iç meseleleri tarafından değil; ama bütün uluslararası sınıf mücadelelerinin etkisiyle şekillenir. Genellikle tek yanlı bir değerlendirmenin sonucu olan ve çeşitli dönemlerde kimi sol hareketleri etkisine alan yaygın kanıya göre, burjuvazinin devlet aygıtını yalnızca aşağı sınıfların üzerinde egemenliğini sürdürmenin bir aracı olarak kullandığı sanılır. Bu bakış açısı oldukça sınırlı bir bakış açısıdır ve burjuvazinin devlet aygıtını aynı zamanda sermaye birikiminin ve merkezileşmesinin bir aracı olarak da kullandığını göremez. Bu durum, devletin özellikle ekonomik hayattaki rolünün burjuvazinin dışında çeşitli bürokratların, bilim adamlarının vs. bir tercihi ve uygulaması olarak görülmesine kaynaklık eder. Oysa devletçilik, burjuvazinin sosyal ve ekonomik politikalarından birisidir ve onun doğuş ve biçimlenişinin nesnel koşulları, burjuvazinin ulusal ve uluslararası ihtiyaçları tarafından belirlenmiştir. Bir genelleme yapacak olursak, bu ihtiyaçları ve devletin ekonomiyle olan ilişkisinin düzeyinin neye göre şekillenebileceğim başlıca şu başlıklar altında toplayabiliriz:
* Çeşitli ekonomik ve mali alanların içinde bulundukları aşamanın özel ve teknik koşulları. Bu, belirli üretim ve hizmet alanlarında, tek tek kapitalistlerin o alanın özel ve teknik koşullarına uygun bir sermaye birikimine sahip olmadıkları durumda, yatırımların kapitalist devlet aracılığıyla yapılmasını ifade eder. Türkiye’de 1930’lardan sonra kurulan ve bankacılık, sigortacılık, tekstil, şeker, kömür, dericilik gibi birçok alanda faaliyet yürüten ve onlarca fabrika ve şirketin sahibi ve ortağı olan Sümerbank bunun örneklerinden birisidir.
* Burjuva sınıfın içinde bulunduğu durum, ekonomik ve mali güç ilişkileri. Bu ise, bir ülke burjuvazisinin gelişim özelliklerine bağlı olarak, devletin tek tek kapitalistleri ya da kapitalist grupları ekonomik ve mali yönden doğrudan ya da dolaylı olarak desteklemesi anlamına gelir. Türkiye ekonomisi düşünüldüğünde, cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak bugüne kadar; devletin kapitalistleri iç ve dış ekonomik ve mali ilişkilerinde desteklemek üzere onlarca kanun çıkardığı bilinmektedir. Bunlar, kimi zaman vergi indirimleri, kimi zaman sübvansiyonlar, kimi zaman teşvik fonları, kimi zaman da “batanların kurtarılması” adı altında yapılmış ve bunlara uygun çeşitli kanunlar çıkartılmıştır.
* Bağımlı ülkelerin emperyalistlerle ilişkisi. Emperyalizme ekonomik ve siyasal yönden bağımlı ülkelerin, bağımlılık düzeyleri ve emperyalistlerin istekleri doğrultusunda kapitalist devletlerin ekonomik işlevlerini düzenlemesini ifade eder. Örneğin IMF ve Dünya Bankası gibi belli başlı emperyalist kuruluşların, Türkiye devletinin ekonomideki rolünün yönlendirilmesinde belirleyici bir role sahip olduğu bilinmektedir. Ya da, Arjantin’in, emperyalistlere olan dış borçlan karşılığında bütün “kamu kuruluşlarını” yabancı sermayeye satması bu konuda verilebilecek bir başka örnektir.
* Burjuvazi ve proletarya arasındaki uluslararası mücadelenin düzeyi. Özellikle, sosyalizmin dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde gelişen işçi ve halk hareketlerini önemli oranda etkilediği ve sosyalizmin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği şahsında, dünyanın belli başlı emperyalist ve kapitalist ülkeleri ağır bir bunalım yaşarken, krizden etkilenmeyerek başarılı bir gelişim seyri izlemesi, emperyalistleri devletçilik uygulamalarına yöneltmiştir. Yetersiz sermaye birikimi gibi bir sorunu olmayan ileri kapitalist ülkeler eksenli 1930’lar devletçiliğinin, bu dönemdeki bir sosyal devrim tehlikesinin önünü kesmek üzere gündeme gelmesi tesadüfî bir şey değildir. Bu, yine aynı yıllarda Kemalistlerin “Ne komünistiz, ne kapitalist. Devletçiyiz devletçi” sloganı ve buna uygun eylemlerinde, Türkiye’ye özgü ifadesini bulmuş ve bu yıllarda devlet kapitalizmi geliştirilmeye başlanmıştır. Demek ki, burjuvazinin ekonomik ve sosyal politikası olarak devletçilik, aynı zamanda sözde kapitalist krizden kurtulmanın bir unsuru olarak gösterilebilmekte ya da sosyal devrim tehlikesini önle menin araçlarından birisi olarak kullanılabilmektedir.
Bunun yanında, burada değinilmesi gereken noktalardan birisi de kapitalist devletin ekonomik ve sosyal rolünü oynayabilmesi için gerekli gelirleri nereden sağladığıdır. Kapitalist devlet bütçesi, gerekli giderlerin sağlandığı kurumdur ve temel kaynağı vergilerdir. Üretime yönelik kapitalist devlet kuruluşlarından sağlanan gelirler ve devlet borçları da onun diğer kaynaklarını oluşturur.
Kapitalist toplumda devlet giderlerinin önemli bir bölümünü, burjuvazinin ezilen sınıflar üzerindeki hâkimiyetini sağlayıcı kurumların giderleri oluşturur. Örneğin şimdi hak ve özgürlük için mücadele eden işçi ve emekçilerin karşısına barikat ören polis örgütünün, Kürt köylerini ve insanlarını yakmayı ve öldürmeyi başlıca işi haline getiren ordunun; haklarını elde etmek için harekete geçen memurlara soruşturma açmak isteyen mahkemelerin, sözde demokrasinin unsurları olduğu öne sürülen ama gerçekte işçi ve emekçilerin aldatılmasına yönelik kurumlardan başka bir şey olmayan parlamento, siyasi partiler ve milletvekillerinin, yine emekçilerin ideolojik ve kültürel etki altına alınmasının en önemli araçlarından birisi olan basın-yayın kuruluşlarının vb. bütün kurumların giderleri, devlet gelirleri tarafından sağlanmaktadır. Bunun yanında, kapitalistlere rant sağlamak amacıyla devletin onlardan aldığı borçlara karşılık ödediği faizler yine kapitalist devlet giderlerinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Ayrıca zarar eden, iflasın eşiğine gelen kapitalist işletmelerin, bankaların vs. kurtarılması, desteklenmesi bir başka devlet gideri olarak gösterilmektedir. Ama işçi ve emekçi sınıfların mücadeleleriyle, kan ve can pahasına kazandıkları parasız eğitim, sağlık, kültür vb. hizmetler için harcanan paralar bunların yanında hiç kaldığı gibi, bunlar da sıfıra indirilmek istenmektedir.
İşte, yukarıda belirtilen amaç, koşul ve ihtiyaçların bir sonucu olarak ortaya çıkan ve şimdi özelleştirilmeleri karara bağlanan ve bu doğrultuda bütün burjuva örgütlerini harekete geçiren “kamu kuruluşları” gerçekte kapitalist devlet mülküdür. Ve “devlet mülkiyeti”, herkesin mülkiyeti olduğu söylenen KİT’lerin ve diğerlerinin sahipleri, her zaman ve dünyanın bütün kapitalist ülkelerinde olduğu gibi devleti elinde tutan sınıflardır: Egemen sınıflardır.
Ama elbette ki kapitalist devlet mülklerinin (KIT vb.) özelleştirilmesini, basit bir el değiştirme olarak algılamak son derece yanlış olurdu. Tersine devletin ekonomideki rolü, yukarda ana hatlarıyla ortaya koyduğumuz üzere, nasıl belirli koşullar ve ihtiyaçlar tarafından belirleniyorsa, dünyanın belli başlı ülkelerinde kendine özgü zaman, koşul ve şekillerde gündeme gelen özelleştirme de belirli burjuva ihtiyaçlar ve geleceğe yönelik planlar tarafından gündeme getirilmektedir.

ÖZELLEŞTİRME VE POLİTİKA
Burjuva politikanın temel ilkelerinden birisi de olayların ve süreçlerin gerçek içeriklerini gizlemek, onları meydana geldiği maddi koşullardan ayırarak farklı bir biçimde sunmaya çalışmak, kendi ihtiyaç ve amaçlarını bütün halkın ihtiyaç ve amaçları olarak göstermeye uğraşmaktır. Son yıllarda, burjuvazi, bütün sorunların kaynaklarından birinin de özelleştirememe, ama bütün sorunların çözümlerinden birinin de özelleştirme olduğunu propaganda ediyor. Bu, dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde mevcut olan bir şey olduğu gibi, bütün ülkelerde kendisine özgü bir gerçekleşme biçimi buluyor. Çeşitli ülkelerde burjuvazi Ve proletarya arasındaki mücadelelerin başlıca konularından birisinin de özelleştirme olduğu görülüyor.
Burjuva politikacıları ve sermaye çevreleri, özelleştirmenin nasıl ve neden gündeme getirildiğini ve gündemde olduğunu gerçek içeriğinden kopararak ve her biri bizzat kendi yayınları tarafından yalanlanan sahte gerekçelerle açıkladıkları gibi, bugün özelleştirmeye yöneldikleri kuruluşların neden ve nasıl kurulduklarının ve bugün artık yıkıldığını ilan ettikleri “sosyal devlet” olgusunun hangi tarihsel koşullarda ortaya çıktığının da hiç sözünü etmemektedirler. Dün, ekonomik krizden kurtuluşun başlıca yolunun devletin ekonomiye müdahalesi olduğunu söyleyenler, bugün yaşanmakta olan krizin başlıca sebebinin devletin ekonomiye müdahalesi olduğunu iddia edebilmektedirler.
Devletçilik ve devletin ekonomik hayattaki yerinin artması ve ağırlık kazanması, farklı ülkelerde farklı burjuva ihtiyaçlar tarafından gündeme gelmekle birlikte, esas olarak dünya kapitalist sisteminin yaşadığı en büyük bunalımlardan biri olan 1929 Büyük Ekonomik Bunalımı’nın ardından gündeme geldi. Bu dönemde bir yandan, krizden çıkışın bir yolu olarak bir yandan da kriz ortamında gelişen işçi ve emekçi hareketlerinin ve bu hareketler tarafından öne sürülen taleplerin yarattığı etki ve baskının bir sonucu olarak, burjuva devletler bir sosyal ve ekonomik politika olan devletçiliği yücelttiler. Bununla, hem krizinin çoğunu pençesine aldığı özel kuruluşlar rahatlatılacak ve kurtarılacaktı; hem de işçi ve emekçi sınıflar hareketinin sosyal devrimlere yönelişi burjuvazi tarafından bloke edilebilecekti. Sözü geçen dönemde, başlıca tezi “devlet ekonomiye müdahale etmemelidir” olan burjuva ekonomi politiği yüz üstü bırakılırken, yine başlıca tezi “devlet ekonomideki rolünü artırmalıdır” olan Keynes’çiliğin kutsanması boşuna değildi. Böylece, hem kapitalizmin hem de komünizmin “kötü yanları” reddedilecek, “iyi yanları” uygulamaya koyulacak sonuçta da bütün meseleler var olan sistem içerisinde çözümlenebilecekti. Türkiye’de ise Kemalizm’in o dönemdeki sözcüleri, devletçi olduklarından dolayı kapitalist, “hür teşebbüsün memleket için istifadeli”  olduğunu düşündüklerinden dolayı da komünist olmadıklarını ifade ediyorlardı. Diğer yandan; İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ise, dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde sosyalizme ve devrime yönelen işçi ve emekçi hareketleri yükseldi. Birçok ülkede bu hareketler başarıya ulaştı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin sosyalizmi gerçekten ve başarıyla uygulama örnekleri ve bununla birleşen anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadeleler ve devrimler burjuvaziye önemli geri adımlar attırırken emekçi sınıflar açısından birçok önemli kazanımla sonuçlandı. Bu kazanımlar, kimi ülkelerde devrim ve işçi ve emekçi iktidarlarıydı; kimi ülkelerde ise halk yığınlarının can ve kan pahasına kazandıkları parasız eğitim ve sağlık hizmetleriydi, sendika ve grev hakkıydı, sigorta ve sosyal yardım hakkıydı. Kuşkusuz parasız eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetler, bütçesi başlıca olarak emekçilerin alın terlerinden oluşan kapitalist devletler tarafından karşılanacaktı. Yine sendika kurma, grev, sigorta, sosyal yardım hizmetleri başlıca olarak devlet kuruluşlarından genelleşecek, diğer kapitalist işletmelerde de gerçekleşme şansı bulacaktı. “Sosyal devlet” olgusu ise, başlıca olarak bu mücadelelerin sonucuydu. Sonuçta bütün bu dönem, burjuva devletlerin işçi ve emekçilere daha çok sosyal hak verdiği ve böylece herkesin devleti olduğunu kanıtladığı bir dönem değil; ama ezilenlerin bizzat kendi mücadeleleri ve güçleriyle burjuvazi den söke söke aldıkları sosyal hak vb.lerinin geliştiği ve yaygınlaştığı bir dönem oldu. Bu, uluslararası işçi sınıfının, emekçilerin ve gençliğin mücadelelerinin bir sonucuydu. Şöyle ki, bir ülkedeki işçi hareketi ve edinilen kazanımlar, başka ülkeleri de önemli oranda etkiledi; kazanılan haklar da, bunların nasıl ve ne yolla alınabileceğini tüm emekçilere gösterdi.
1970’li yıllarda ise burjuva propagandaya bir başka söylem hâkim olmaya başladı. Artık devletin ekonomiye müdahale etmesi ve sosyal devlet olgusu eleştirilmeye başlanmıştı. Bundan böyle yeni liberal politikalar ve ekonomik modeller gelişmiş kapitalist ülkelerde etkinlik kazanmaya, devletçilik ise terk edilmeye başlanıyordu. Bu dönem, hem Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon sürecinin epeyce ilerlemesi, sosyalizmin kitleler üzerindeki prestijinin azalması, işçi ve emekçi hareketlerinin gelişmiş kapitalist ülkelerde düzen sınırlarına çekilmesi; hem de emperyalist kapitalizmin en ileri ülkelerinde yaşanılan bunalımın çıkış yollarının aranması koşullarına denk düşüyordu. Artık, “devletin ekonomiye müdahalesinin gereksizliği”, “her şeyin serbest rekabet ortamında yoluna gireceği”, “devletin savunma vb. hizmetleri dışında küçültülmesi gerekliliği”, “birey ve hür teşebbüs hakları önünde devletin başlıca engeli teşkil ettiği”, “sosyal devlet ilkesinin artık iflas ettiği” yeni liberalizmin başlıca sloganları haline getirilerek yaygınlaştırılmaya başlanmıştı. Uluslararası burjuvazi, özelleştirme bayrağını bu dönemde kaldırdı. IMF (Uluslararası Para Fonu) ve IBRD (Dünya Bankası) gibi kuruluşlar, özelleştirme programları yapmak üzere harekete geçtiler. Bu özelleştirme programları, bağımlı ülkelere yapısal uyum vb. demagojiler altında emperyalizme bağımlılıkları oranında dayatılmaya başlandı. Özelleştirme, emperyalist Yeni Dünya Düzeni’nin neredeyse temel ilkelerinden birisi haline getirildi. Sonuçta, özelleştirme asla tek tek kapitalist ülkelerin bir uygulaması ya da planı olarak değil, ama uluslararası burjuvazinin ve Yeni Dünya Düzeni’nin ana planının en önemli unsurlarından birisi olarak ortaya çıkarıldı. Öyleyse kapitalist devlet mülklerinin ya da aynı anlama gelmek üzere kamu kuruluşlarının özelleştirilmesiyle, sadece basit bir el değiştirme değil, emekçi halklara ve işçi sınıfına yönelik çok yönlü bir saldırı amaçlanıyordu.

DÜNYADA ÖZELLEŞTİRME ÖRNEKLERİ VE SONUÇLARI
Özellikle son yıllarda dünyanın birçok ülkesinde özelleştirme gündemdeydi, İngiltere’den Avusturya’ya, Kanada’dan İtalya’ya, Arjantin’den Rusya’ya, Brezilya’dan Singapur’a kadar onlarca ülkede, yüzlerce özelleştirme uygulaması gerçekleştirildi. Esas olarak, Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri açısından bütün bu ülkelerde gerçekleştirilen özelleştirme uygulamaları ve mücadeleleri, önemli dersler ve sonuçlarla doludur. Kuşkusuz, bir dergi yazısının sınırları içerisinde, bütün bunların tek tek incelenebilmesi olanaksızdır. Ama en azından birkaç ülkedeki özelleştirme uygulamasının ve sonuçlarının burada ele alınması yararlı olacaktır.
Arjantin’de gerçekleştirilen özelleştirme uygulamaları, diğerleri arasında en çarpıcı olanlardan birisidir. Bu ülkede özelleştirme uygulamalarına, ulusal telefon ve havayolları işletmeleriyle başlandı. Ulusal havayolları şirketinin % 94’ü, telekomünikasyon şirketinin hemen hemen tamamı yabancı sermayeye satıldı. Bunu, kamu kuruluşlarının önemlice bir bölümünün 21 ülkede 200 kadar kapitalist şirkete satılması izledi. Bütün bu satışlar, Arjantin devletinin dış borç yükünü ancak % 15 oranında azaltabildi. 1970’li yıllarda 420.000’i bulan kamu kuruluşu çalışanlarının sayısı, bütün bu uygulamalar sonucunda 58.000’e indirildi.
Meksika’da özelleştirme uygulamalarına 1982 yılında başlandı. Toplam 1155 kamu kuruluşu özelleştirildi. Bütün bu uygulamalar sonucu elde edilen 21 milyar dolar gelirin tamamı borç ödemelerinde kullanıldı. Bu ülkede özelleştirme uygulamaları sonucu işsiz kalanların sayısı 400.000’i bulmaktadır.
Doğu Almanya’da, iki Almanya’nın birleşmesinin ardından 1990–1992 yılları arasında gerçekleşen uygulamalarla toplam 11.000 kamu kuruluşunun özelleştirilmesiyle toplam 11.6 milyar dolar tutarında özelleştirme geliri sağlanırken, 41.2 milyar dolar gider yapıldı. Sadece 1991 yılında 450 kadar işletmenin kapatılması sonucunda 100.000 işçi işsiz kaldı.
Örnekler daha da çoğaltılabilir. Ancak dünyadaki özelleştirme uygulamalarının temel amaç ve karakteristiklerinin başlıca şunlar olduğu görülmektedir:
* Özellikle emperyalizme bağımlı ülkelerde özelleştirme programları, belli başlı emperyalist kuruluşlar ve bunlara bağlı şirketler tarafından hazırlanmaktadır. Telekomünikasyon, havayolları ve diğer kârlı yatırımlar, yine belli başlı tekellere satılmakta ve uluslararası tekellerin yatırım alanlarının genişlemesine hizmet etmektedir. Böylece uluslararası tekeller kendilerine yeni yatırım alanları açmakta ve kâr oranlarını bu yollarla yükseltme imkânı bulmaktadırlar. Bu, dünya kapitalizmin sıkıntı ve derinleşen bunalımını hafifletmenin bir yolu olarak değerlendirilmektedir.
* Dünyadaki bütün özelleştirme uygulamaları, işçi sınıfı açısından işsizlik, sendikasızlaşma ve bunlara bağlı olarak milyonlarca işçinin yaşam koşullarının tam bir sefalete dönüşmesi anlamına geldiği gibi, kapitalistlerin, bunalımın yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkması anlamını da taşımaktadır.
* Özelleştirme uygulamaları, başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün emekçilerin ve gençliğin yıllar süren hak alma mücadeleleri sonucu kazandıkları, parasız eğitim, sağlık, sosyal yardım, grev, sendika, öğrenim özgürlüğü, sigorta vb. haklarının yok edilmesine yönelindiğinin açık bir kanıtı durumundadır.
* Bütün bunların eşliğinde, özelleştirme, uluslararası burjuvazinin anti-sosyalist mücadelesinin ideolojik bir aracı olarak değerlendirilmekte, “komünizmin çöküşü”, “bilmem kaçıncı kez ölüşü” İlan edilerek, emperyalist Yeni Dünya Düzeni yüceltilmeye ve kutsanmaya çalışılmaktadır. Sözde bilim adamları, aydınlar, sendika bürokratları ve sözde sosyal-demokratlar, “ölen komünizmin” hayrına burjuva ideolojisine kazanılarak, sosyalizme ve devrimci işçi hareketine karşı ucuz silahlar olarak kullanılmak istenmekte ve kullanılmaktadır.
* Kapitalist devlet imiklerinin özelleştirilmeleri yoluyla, kapitalist devletler sözde küçültülmekte, ama bir yandan işçi sınıfı küçük parçalara bölünürken, başta onların hareketinin önü kesilmek amacıyla polis gücü vb. şiddet kurumları büyütülerek devletin kamu hizmetine bu yönde ağırlık verilmekte ve kapitalist devletler bu yönüyle büyütülmektedirler.
Türkiye’deki özelleştirme uygulamaları ve onun amaç ve gerçekleşme biçimleri de bütün bunların somut kanıtları niteliğini taşımaktadır.

TÜRKİYE’DE ÖZELLEŞTİRME UYGULAMALARI
Türkiye’de özelleştirme uygulamaları yeni gündeme gelmediği gibi, o, Türkiye burjuvazisinin ve sözcülerinin bağımsız bir tercihleri de değildir. Bugün artık sözde özelleştirme muhaliflerinin de etkisiz hale getirilmesiyle uygulamaya konulan özelleştirme programı, Türkiye kapitalizminin kendi gelişim seyri, yaşadığı ve yaşamakta olduğu kriz ve emperyalizmle ilişkileri tarafından belirlenmekte ve ülkenin politik hayatının ve sınıf mücadelesinin bir unsuru olarak da gündeme gelmektedir. Şöyle ki, son yıllardaki ekonomik tablolar göstermektedir ki, Türkiye’de özellikle ücret ve maaşlardaki sürekli düşüş bir iç pazar daralması yaratmış ve bunun aşılabilmesinin başlıca yolunun işçi ve emekçilerin sömürülmesinde azami sınırların zorlanması ve KİT’lerin emperyalist kuruluşlara satışı yoluyla ülkeye yabancı sermaye akışının sağlanması ve artırılması gerekliliği görülmüştür. Bu öte yandan, uluslararası emperyalist kuruluşların ve emperyalist tekellerin kendine özgü akacak kanal arayışlarının çıkışlarından birisi olarak görülmüştür. Emperyalist kuruluşlar tarafından hazırlanan özelleştirme programları, diğer bağımlılık (dış borç, siyasal ilişkiler) ilişkileriyle birlikte düşünüldüğünde, bir yandan tam bir dayatma anlamını, diğer yandan kendi olağan sermaye birikim ve dolaşım yollarıyla sorunlarını halledemez durumda olan Türkiye burjuvazisi açısından kabullenilmesi gereken bir zorunluluk anlamını taşımaktadır. Öyleyse, bir genelleme yapıldığında, şu açıklıkla söylenebilir: Emperyalistler tarafından dayatılan özelleştirme uygulamaları, Türkiye burjuvazisi açısından gerçek bir çıkış anlamını da taşıyamamakta, ancak, ona kısa süreli ve geçici nefes alma imkânını verebilmektedir. Emekçi sınıflar mücadelesinin kazandığı boyutlar ve daha da ilerleme ve sertleşme belirtilerini açıkça ortaya koyan belirtilerle ve burjuvazinin kendi iç çelişkileriyle düşünüldüğünde bu, burjuvazi açısından tam bir umutsuzluk ve karamsarlığı da beraberinde getirmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de özelleştirme mücadelelerinin nasıl sonuçlanacağı, tamamıyla işçi sınıfının; diğer emekçilerin ve gençliğin bu savaşı nasıl kavrayacağına ve bu savaşla nasıl bir tutum benimseyeceğine bağlanmış durumdadır.
Uygulamaya konulan özelleştirme programı işçi sınıfına ve onun genç kuşaklarına neler getirecektir?
* Önce, Türkiye’de KİT’lerin ekonomideki yerine dair temel verilere bakmak yararlı olacak.

TABLO-1
Enerji     Madencilik     Sanavi     Ulaştırma     Haberleşme     Mali Hizmetler
90.0    74.0        33.0        58.0        100.0        25.0
KAYNAK: OECD, Ekonomik Surveys, Turkey, Paris, 1992, s.91.

Tablo 1, KİT’lerin ekonomideki ağırlığı hakkında bir fikir vermektedir. Günümüzde KİT’ler toplam üretimin yaklaşık % 20’si dolayında bir payına sahiptir. Türkiye burjuvazisinin 1985 yılında Dünya Bankası aracılığıyla Morgan Guarantee Trust Company adlı kuruluşa “Özelleştirme Master Planı” hazırlattığı bilinmektedir. Bu planda özelleştirilecek KİT’ler başlıca üç gruba ayrıldı ve tamamı ve öncelikli olarak satılması planlanan kuruluşlar programın ilk sırasında yer aldı: TURBAN, THY, USAŞ, NETAŞ ve TELETAŞ gibi. Bunlar kuşkusuz yerli ve yabancı sermayenin iştahını kabartacak nitelikteydi. Bunların özellikle yabancı sermayeye yok pahasına satıldığı, şimdiye kadar yapılan uygulamalar tarafından kanıtlanmaktadır. Örneğin USAŞ’ın % 70 hissesi İskandinav Hava Yolları (SAS)’na bir yıllık gelirinden daha düşük bir fiyatla satılmış; ÇİTOSAN’ın 5 fabrikası ise bir Fransız firması olan SCF’ye yaklaşık 1,5 yıllık üretimlerinin karşılığı bir fiyatla satılmıştır. Bütün veriler, yukarıdaki tespitleri kanıtlar niteliktedir.
* Türkiye’de sendikalı işçi oranı, “kamu” kesiminde, “özel” kesime oranla oldukça yüksektir. Kuşkusuz ki bu işçi sınıfının, mücadeleleri sonucu kazanılmış bir mevzidir ve özelleştirme saldırısıyla işçi sınıfının sendikal haklarından önemli oranda mahrum bırakılması planlanmaktadır.

TABLO-2
İşyeri        Sendikalı Kapsamındaki İşçi Sayısı    Sendikalı İşçi Sayısı   
Kamu            1.206.979            1.100.883
Özel            2.715.401            1.384.798
Toplam        3.742.380            2.485.681
KAYNAK: Çalışma Bakanlığı Çalışma İstatistikleri, Kasım 1993.

Tablo 2’deki veriler, devlet kaynaklı veriler olmasına rağmen, sendikalaşma oranının “kamu” kesiminde daha yüksek olduğunu; ama diğer yandan rakamlar ne kadar şişirilirse şişirilsin özel kesimde sendikal hakların tırpanlanma, yok edilme imkânlarının oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Bu konu işçilerin yıllardır sürdürdükleri ve halen de sürdürmekte oldukları sendikalaşma mücadelesiyle onlarca kez kanıtlanmıştır. Örneğin “kamu” sektöründe çalışanların neredeyse tamamı sendikal olmaya hak kazanırken, tek tek kapitalist işletmelerde işçilerin sendikal çalışmaları tensikatlarla ödüllendirilmektedir.
* Kapitalist devlet işletmelerinde ya da kamu kesiminde sendikalaşma oranının yüksekliği, yine bu kesimde çalışan işçilerin neredeyse tamamını toplusözleşme kapsamına sokmaktadır. Örneğin Türkiye’de 1991–1992 yıllarında toplam
1.541.000 işçi toplusözleşme hakkından yararlanmıştır. Bu işçilerin 901.000’i devlet işletmelerinde çalışmaktadır. Oransal açıdan bakıldığında ise, devlet işletmelerinde toplusözleşmelerin sadece % 3,7’si işyeri toplusözleşmesi iken, % 96,3’ü toplu iş sözleşmesidir. Özel kapitalist işletmelerde ise, toplusözleşmelerin % 88,8’i işyeri düzeyindeyken, % 11,2’si işletme düzeyinde bağıtlanmıştır. Tablo 3, bu konudaki rakamları göstermektedir.

TABLO-3
İşyeri        Yetki Düzeyi    Sözleşme Sayısı    İşyeri Sayısı    İşçi Sayısı
Kamu        İşyeri        30            30        4661
İşletme        777            5858        265277
Toplam    807            5888        269938
Özel        İşyeri        867            867        99467
İşletme        109            2782        81501
Toplam    976            3649        180968
Toplam    İşyeri        897            897        104128
İşletme        886            8640        346778
Toplam    1783            9537        450906
Kaynak: Çalışma Bakanlığı İstatistikleri, Kasım 1993.

Özelleştirme uygulamaları, aynı zamanda, işçi sınıfının toplu pazarlık gücünü ve dolayısıyla birleşik eylemlerini de engelleyici ve baltalayıcı bir anlam taşımaktadır. Bu, işçi sınıfının sefalet ücretlerine mahkûm edilebilmesinde burjuvazi tarafından kazanılmış bir mevzi olarak da kullanılabilecektir.
* Bütün bunlara bağlı olarak ve bunlarla birlikte, defalarca belirttiğimiz gibi işçi sınıfı mücadelelerinin kazanımlarından biri olma niteliği taşıyan çeşitli sosyal yardımlar (yakacak, giyecek, çeşitli ikramiyeler, çocuk ve kreş yardımları vb.) da yok edilebilecektir. Şimdiye kadarki özelleştirme uygulamaları bunu ortaya koyduğu gibi gelecekteki uygulamaların da teminatıdır.

SONUÇ
Türkiye’de özelleştirme programları açıklanıp ilk uygulamaları başlatıldığı zaman, kimi küçük burjuva aydınları ve bilim adamları, “babalarımızın, dedelerimizin alın teriyle kurulan kamu kuruluşlarını satıyorlar” diye kendi çaplarında isyan etmişlerdi. Bu çevreler, “KİT’ler kârlı mı yoksa zararlı mı kuruluşlardır” ya da “KİT’ler kârlı kuruluşlar haline getirilebilirse bunun yolları nelerdir” gibi bir tartışma ortamı yaratmaya çalışmışlar ve sendika bürokratları da sözde özelleştirme karşıtlıklarını bu tartışma platformunda dile getirmeye çalışmışlardı. Bu durum, bugün de devam etmektedir. Oysa devrimci proletarya, sadece kapitalist devlet mülklerinin değil ama bütün burjuva mülkiyetini yaratanın kendi alın teri olduğunu biliyor ve özelleştirme mücadelelerini yalnızca böyle bir basit el değiştirme meselesi olarak kavramıyor. Sınıf bilinçli işçiler, özelleştirme uygulamalarının “KİT’ler zarar ettiği için” gündeme getirilmediğini de biliyor. Ya da o, son günlerde sözde sosyalist bir partinin yayınladığı afişlerde yer alan “Onlar özelleştiriyor bizim partimiz kamulaştıracak” sloganına hiç mi hiç aldırış etmiyor. (*) Çünkü özelleştirmenin bir hükümet ya da hükümet partisi tercihi olmadığını da çok iyi biliyor.
Türkiye işçi sınıfı, emekçileri ve gençliği açısından şu gerçek son derece açık olmak zorundadır: Özelleştirme, uluslararası burjuvazinin, dünya işçi sınıfının yıllarca süren dişe diş mücadeleleriyle edindiği bütün kazanımlarına karşı açtığı bir savaştır. Türkiye’deki özelleştirme mücadeleleri ise bu savaşın bir parçasıdır. Ve burjuvazi bu savaşı kazanmak için elinden gelen her şeyi yapmakta, bütün saflarını birleştirmeye çalışmaktadır. Örneğin, özelleştirilen kuruluşlar bir anda el değiştirmemekte, blok satış ya da borsada satış yoluyla satılmaktadır. Böylece, özelleştirmenin doğrudan sonuçları hemen ya da bir anda ortaya çıkmayacak ve işçi sınıfı eylemi bölünüp parçalanmaya çalışılacaktır. Bunun yanında özelleştirmenin yaratacağı sonuçları, sadece işçi sınıfı değil, başta memurlar olmak üzere bütün emekçiler ve gençlik de yaşayacaktır. Bu durumda işçi sınıfı, önünde çetin bir mücadele süreci olduğunu bilmeli ve bu mücadeleyi kazanmak üzere kendisini her açıdan hazırlamalı ve saflarını netleştirmelidir. İşçi sınıfının önünde başkaca hiçbir seçenek yoktur.

(*) Bu sloganın, özelleştirmeyi bir hükümet politikası olarak kavradığı ve örneğin kamulaştırmayı işçi ve emekçiler adına bu partinin yapacağı şeklinde bir mesajı vermeyi amaçlaması son derece acıklı bir şeydir. Herhalde, bu afişteki sloganı okuyan işçiler, DYP özelleştirmeci; bu parti ise kamulaştırıcıymış deyip, buna gülümsemekten başka bir tepki göstermeyeceklerdir.

Ocak 1995

Özelleştirme mücadeleleri ekseninde mülkiyet ve iktidar

Geçtiğimiz aylarda, ülkemizde yaşanan tartışmaların en önemlilerinden birisi özelleştirme idi. Bütün tartışma, burjuva kurallara göre yürütülüyor, tartışmada kullanılan kavramların içerikleri egemen sınıfların çıkarlarına göre belirleniyordu. İlk başta, sözde özelleştirme karşıtı olan sözde muhalif politikacılar ve aydınlar ve sendika bürokratları bir biçimde burjuva platforma kazanılmıştı. Ama, giriştiği her eylem ve etkinlikte “özelleştirmeye hayır” şiarını biraz daha yüksek sesle haykırmaya çalışan işçi muhalefetinin önü bir türlü alınamamıştı. Bu koşullarda emperyalist şeflerden alınan bir talimatın uygulanmaya başlaması, özelleştirme tartışmalarına ciddi bir hareketlilik kazandırdı. Buna göre, özelleştirme kapsamına alınan kuruluşlardan bazıları işçilere satılacaktı.
Et-Balık Kurumu’nun bir sendikaya, arazileriyle birlikte satılmaya kalkışılması ve Karabük Demir-Çelik İşletmeleri’nin çalışanlara ve yöre halkına devredilmesi girişimi ülkede olay yarattı. Herkes ayağa kalktı; burjuvalar, köşe yazarları, aydınlar, politikacılar… İşçilere kamu kuruluşu satmak da ne anlama geliyordu? Tartışma öyle bir hal aldı ki, burjuvazinin öldürmekle bitiremediği Marksizm-Leninizm ve sosyalizm yine burjuva sözcüler tarafından yeniden ağızlara alınmaya başlandı. Önce “devrim” kavramı gazete manşetlerini süsledi: Karabük’ün çalışanlara devri bir zihniyet devrimiydi ve sermayenin tabana yayılmasını ifade ediyordu. Ama Et-Balık Kurumu’nun da işçiler adına Hak-lş sendikasına satılmasıyla iş iyice çığırından çıktı. Öyle ki Hak-İş Genel Başkanı Necati Çelik, “Et-Balık Kurumu’nun kendilerine satılmasını eleştirenlerin birkaç Marksist kökenli kişi” olduğunu açıklarken, yeni-liberalizmin en aşağılık savunucularından birisi olan Yeni Yüzyıl gazetesinin köşe yazarları, “işçileri işveren yapmaya çalışan Tansu Çiller’i Leninizm’le birlikte çöken sınıfsız toplum hayalinin baş savunucusu” ilan ettiler. Bu arada sözde sosyalist bir partinin başkanı olan Sadun Aren, “Karabük Demir-Çelik İşletmeleri’nin işçilerle birlikte yöre halkına devredilmesini olumlu bulduğunu” açıkladı. Bu durumda öyle bir görüntü ortaya çıktı ki, kimin Marksist, kimin sosyalist, kimin işçi ve kimin burjuva olduğu birbirine karıştı: Başbakan Leninist, işçiler patron, sendikacılar kapitalist, patronlar ise bu sistemin en amansız düşmanıydı sanki…. Sonra, Başbakan’ın Şubat ayı ortalarında yaptığı açıklama her şeyi yoluna koyuverdi. Yaptığı açıklamada şöyle diyordu Tansu Çiller: “İngiltere’den danıştığımız uzmanlar ve Dünya Bankası uzmanları ilk üç özelleştirmede ‘sosyal mesaj’ vermemizi önerdiler. Biz de bunun üzerine Et-Balık’ı Hak-İş’e vererek özelleştirmede işçilerin haksızlığa uğramayacağı mesajını vermek istedik. Ben ekonomist olarak teknisyen olarak böyle bir özelleştirmeyi destekleyemem, ama uzmanların tavsiyesini göz önüne alarak bu kararı aldık…” Bu sözler oynanın oldukça basit bir oyun olduğunu gösteriyordu. Mesele şuydu: Özelleştirmeye ucundan kıyısından karşı çıkan, ama bu karşı çıkışlarında hiç de samimi ve gerçekçi- olmayan liberal aydınlar ve bürokrat sendikacılar, otel lobilerinde, konferans salonlarında ya da televizyon programlarında burjuva platforma rahatlıkla kazanılabilirdi ve kazanılmıştı da. Ama o üzerine basa basa “kamu mülkiyeti” denilen işletmelerin de sonuçta bir kapitalist mülkiyet biçimi olduğunu bilen ama özelleştirmenin basit bir el değiştirme değil kapsamlı bir burjuva saldırı olduğunu da çok iyi bilen işçiler, bu burjuva platforma öyle kolay kolay kazanılamazdı. O yüzden kimi göstermelik taktiklere ihtiyaç duymuştu burjuvazi. İşçilere sosyal mesaj verilecek ve onlar da mülk sahibi yapılacaktı. Daha birkaç yıl önce televizyon, otomobil, buzdolabı vs. aracılığıyla mülk sahibi edilen ve kaybedilecek zincirlerle sözde kolları bağlanan işçilere bu sefer de bir-iki “kamu kuruluşu” aracılığıyla zincir vurulmak isteniyordu.
Elbette meselenin bununla sınırlı olduğu söylenemez. Burjuvazinin bu hamlesinin ardında yatan başka nedenlerden de söz edilebilir. Bunlar başlıca şöyle özetlenebilir:
• Burjuvazi, bu hamlesiyle, özelleştirme mücadelelerinde düşmanının saflarını dağıtmak istemiştir. Çeşitli yerlerde işçi sınıfının özelleştirme karşıtı mücadelesi etkisizleştirilerek, bunun işçi sınıfının diğer bölüklerini de etkileyeceği hesap edilmiştir. Böylece, işçi sınıfına “yağmadan sen de payını al ve sus!” mesajı verilmek istenmiştir.
• İşçi sendikalarının sözde özelleştirme karşıtlığı da bertaraf edilerek bu kuruluşların işçi adına işçi düşmanlığı yapılmasına yol açılmıştır.
• Karabük gibi 60 yaşını aşmış ve son yıllarda zarar etmesi için devlet tarafından gerekli bütün önlemler alınmış işletmelerin işçilere devredilmesinin ardından gelecek muhtemel başarısızlık hesap edilerek faturanın işçi sınıfının öncü ve yönetici rolüne çıkarılması hesap edilmiştir.
• Sınıfsız toplum hayallerinin çöktüğü, Leninizm’in çoktan ömrünü doldurduğu ve sosyalizmin artık bittiği yolundaki açıklamalar, saldırının aynı zamanda ideolojik bir saldırı olduğu anlamına da gelmektedir.
Bu koşullarda, yalnız Türkiye’de değil, ama dünyanın birçok başka ülkesinde tarihsel kazanımlarına ve devrimci dünya görüşüne yönelik burjuva saldırılarla karşı karşıya kalan işçi sınıfının net bir tutum takınması gerektiği yeterince açıktır.
Özelleştirme mücadelelerinde işçi sınıfının çekilmek istendiği platform nasıl bir platformdur? Burjuva politikacılar, ellerindeki renkli istatistikleri göstererek KİT’lerin zarar ettiğini kanıtlamaya ve böylece de özelleştirmenin haklılığını anlatmaya çalışıyorlar. İşçi sınıfı bu kirli zeminde burjuvaziyle hesaplaşabilir mi? Hayır! Hükümet sözcüleri ve burjuva temsilcileri, devletin genel olarak ekonomik faaliyette başarılı olamadığı ve olamayacağı tezini öne sürerek, devletin küçültülmesini ve gerçek işlevlerine dönmesini, ekonomik faaliyetin ise özel sektör tarafından yürütülmesini öneriyorlar. İşçi sınıfı buna evet diyebilir mi? Hayır! Burjuva kalemler her fırsatta sosyalist sistemin çöktüğünü, işçilerin ise ancak ücretli köleliğe layık olduğunu iddia ederek, işçi sınıfını ve onun devrimci dünya görüşünü toplumun diğer ezilen kesimleri gözü önünde küçük düşürmeye çalışıyorlar. Devrimci proletarya buna kayıtsız kalabilir mi? Kesinlikle hayır! Kendilerine Marksist ya da sosyalist adını yakıştıran kimi küçük burjuva reformist gruplar, yanlış hedefler göstererek işçi sınıfının dikkatini başka yönlere çekmeye, onun saflarında reformist hayaller yaymaya çalışıyorlar. İşçi sınıfı bu oportünist seslere kulak verebilir mi? Asla!
Bütün bunlar, devrimci proletaryanın önüne, burjuva saldırılara karşı çıkış gerekçelerini ve kendi dünya görüşünün soruna nasıl yaklaşılmasını emrettiğini en açık biçimde belirlemek görevini koymaktadır.
Özgürlük Dünyası’nın 75. sayısında yayınlanan “Devlet, Mülkiyet ve Siyaset” başlıklı yazımızda, belli başlı emperyalist kuruluşlar tarafından planlanan ve dünyanın pek çok ülkesinde çeşitli biçimlerde uygulamaya koyulan özelleştirme planlarının nasıl ve ne biçimde gündeme geldiğini ana hatlarıyla açıklamaya çalışmıştık. Bahsedilen yazı hazırlandığı sırada özelleştirme mücadelelerinde burjuva propagandanın öne çıkan yanı daha çok “sosyal devlet” olgusu etrafında şekilleniyordu. Yaşanan ekonomik krizden çıkışın başlıca yolunun, devletin, aşırı zarar ettiği belirtilen kamu kuruluşlarından kurtarılması gerektiği ısrarla belirtiliyor; devletin kendi işlevlerine dönmesinin zorunlu olduğu döne döne vurgulanıyordu. Böylece bu demagojiyle birlikte uluslararası burjuvazinin özelleştirme planlarının gerçek amaçları ve bu amaçlara ulaşılmak üzere alınan kararların gerçek nedenleri gizlenmeye çalışılıyordu. Bu durumda yapmaya çalıştığımız şey, bahsedilen demagojinin gerçek içeriğini açıklamaya çalışmak ve burjuva devletin ekonomideki yerine ilişkin genel değerlendirmeler yaparak “sosyal devlet” kavramının kökenlerini araştırmaya yönelmek olmuştu. Bu yol, dünyada ve Türkiye’deki özelleştirme pratiklerinden çıkarılan sonuçlarla birleştirilmeye çalışılmıştı.
Ama şimdi özelleştirme mücadelelerinin Türkiye’de kazandığı boyut, tartışmada bazı önemli vurgu noktalarını tespit etmemizi ve bunlar üzerinde durmamızı gerektiriyor. Özellikle Karabük Demir-Çelik İşletmeleri’nin ve Et-Balık Kurumu’nun özelleştirilmelerinde izlenen yol mülkiyet kavramını öne itmiş ve bu noktadan sonra tartışma bu kavram ekseninde yürütülmeye başlanmıştır. Kapitalizm koşullarında işçi sınıfı mülk sahibi olabilir mi? Mülkiyet kavramından işçiler ve burjuvalar ne anlarlar? Bu ve benzeri soruların yeniden tartışılır hale gelmesi, Marksizm’in bu konudaki temel tezlerinin yeniden ortaya konulması ve sorunun bu açıdan açıklanması ihtiyacını gündeme getirmiş bulunuyor. Yazımızın bu bölümünde mülkiyet kavramının köken ve içeriğini kısaca özetlemeye, kavramın devlet ve siyasetle bağlantılarını kurmaya ve işçi sınıfının iktidar mücadelesi açısından mülkiyet kavramının nasıl ele alınması gerektiğini ortaya koymaya çalışacağız.

KAVRAMIN İÇERİĞİ
Gündelik dildeki anlamıyla mülkiyet, genel olarak, “mal-mülk sahibi olma” deyiminde kendine özgü bir anlam bulur. Bu açıdan bakıldığında, bir emekçinin yıllarca didinerek yaptığı bir gecekondu da “mülk” kavramıyla ifade edilir, bir kapitalistin sahip olduğu fabrika da. Oysa gündelik hayata bu haliyle yerleşen mülkiyet kavramının toplam toplumsal koşullar ve toplumsal devrimler açısından kazanmış olduğu içerik, bundan tamamen farklıdır. Engels, aile ve devletle birlikte, mülkiyetin de kökenini araştırdığı ünlü çalışmasında şöyle diyor: “Şimdiye kadar, bütün devrimler, belirli bir mülkiyet türünün, bir başka mülkiyet türüne karşı korunması için yapılmışlardır.” (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 119, onuncu baskı, Sol Yayınları Kasım 1992, Ankara) Bundan dolayıdır ki mülkiyet ve özel mülkiyet üzerine konuşan kişi her kim olursa olsun, o, kendi sınıfı ve kendi devrimi adına konuşuyor demektir. Bir bakıma sınıflı toplumun ortaya çıkmasından bu yana, bütün ezen ve ezilen sınıflar ve onların dünya görüşleri arasındaki ilişkiler ve çatışmalar “özel mülkiyet” üzerine yapılan tartışmalar ve çatışmalardır ve kurulan ilişkilerdir.
Marksizm, özel mülkiyeti ve mülkiyet ilişkilerini, üretim tarzı ve üretim ilişkileri kavramları ekseninde ele almasıyla, kendi dışındaki tüm ideolojilerden ayrılır. Bir başka deyişle, Marksizm açısından, mülkiyet ilişkileri sorunu, toplumsal maddi hayatın temellerinden ayrı olarak ele alınmaz. Bu yüzdendir ki, Marx ve Engels’in temel eserlerinde bu konu özel ve önemli bir yer tutar. Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Kapital, Grundrisse gibi eserleri, Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni ve Anti-Dühring gibi eserleri, Marx ve Engels’in birlikte hazırladıkları Alman İdeolojisi ve Komünist Parti Manifestosu gibi eserleri, buna örnek olarak verilebilir. Bütün bu eserlerde, sorunun ortaya konuşu; sınıflar, üretim tarzı, üretim ilişkileri, toplumsal gelişme ve toplumsal devrim kavramlarıyla iç içedir. Öyleyse Marksist açıdan mülkiyet ilişkileri her toplum biçiminde farklı bir nitelik kazanır ve mülkiyet türünün değişimi, aynı zamanda toplumsal bir değişime işaret eder. Bunu Komünist Parti Manifestosu’nda yer alan şu özlü saptamada açıkça görürüz: “Komünizmin ayırt edici özelliği, genel olarak mülkiyete son verilmesi değil, burjuva mülkiyete son verilmesidir. Ama modern burjuva özel mülkiyeti, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarına ve çoğunluğun azınlık tarafından sömürülmesine dayalı üretim ve ürünlere el koyma sisteminin en son ve eksiksiz ifadesidir. ” (Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu, Aydınlık Yayınları) Kapitalist toplumun analizinden elde edilen burjuva mülkiyet ilişkilerinin temelleri, bunun yol açtığı temel çelişkiler ve devrimci proletaryanın hedefleri bakımından kazandığı önemin eksiksiz bir ifadesi vardır burada.

ÖZEL MÜLKİYETİN ORTAYA ÇIKIŞI
Özel mülkiyet, kapitalist toplumla birlikte ortaya çıkmadı. Onun ilk ortaya çıkışı daha eskilere dayanır.
Başlangıcından bugüne kadar, insanlık, beş toplumsal sistem tanıdı: Bunlar, ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve sosyalist toplumdur. Bu toplumsal sistemlerin hepsi, birbirinin ardından gelmiş ve her biri kendinden daha ileri bir üretim tarzı tarafından aşılmıştır. Burada üretim tarzının kilit kavramı olduğu görülmektedir. Öyleyse işe, buradan başlayacağız.
İnsanların yaşayabilmesinin ilk ve zorunlu koşulu üretimdir. İnsan toplumunun başka şeylerle, örneğin siyasetle ya da sanatla, uğraşabilmesi için yemesi, içmesi, barınması gerekir. O halde insanlar barınabilmek, giyinebilmek, yiyip içebilmek için tüm bu ihtiyaçlarını karşılayacak nesneler üreteceklerdir. İşte insanlar, bu nesnelerin üretimi sırasında aralarında belirli ve zorunlu ilişkiler kurarlar. Dolayısıyla bu üretim daima toplumsal bir üretim ve üretim faaliyeti de toplumsal bir faaliyet olacaktır. Bu durumda, üretim biçim ve koşulları, yalnızca toplam toplumsal ilişkileri belirlemekle kalmaz. Aynı zamanda bir toplumu diğerlerinden ayıran özellikleri de gösterir. O yüzden bir toplumu bütün yönleriyle anlayabilmek için, ilk önce o toplumun üretim tarzına bakmamız gerekir. Ayrıca bizim bu yazıdaki konumuz olan mülkiyet türü ve mülkiyet ilişkileri de ancak bu şekilde anlaşılabilir.
Üretim için kullanılan araçların, bunların kullanımı ve üretimi sırasında edinilen bilgilerin ve deneylerin ve üretim sürecinde kurulan ilişkilerin tümüne birden üretim tarzı denir. Üretici güçler ve üretim ilişkileri, bir arada, üretim tarzını oluşturur. Bunlardan üretici güçler, insanın doğa üzerindeki etkinliği sırasında kullandığı bütün araç ve nesneleri, emeğin kendisini, araç ve nesne kullanma bilgisini ve deneyini içerir. Üretim ilişkileri ise, üretim sürecinde kurulan ilişkilerin toplamını ifade eder. Üretim ilişkilerinin, üretici güçlerle uyumu, toplumun ekonomik gelişme yasasıdır. Marx, bunu, ünlü Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz’de şöyle açıklıyor:
“Varlıkların toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder… Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. ” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s.23, beşinci baskı, Sol Yayınları, 1993 Ankara)
Üretici güçlerin, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ters düşmesi… Üretici güçler içinde, üretim araçlarının en hareketli, en değişken ve en devrimci yan olduğunu biliyoruz. Öyleyse üretim araçlarıyla birlikte, üretim ilişkileri, yine Marx’ın deyimiyle “bunun hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileri” arasındaki çelişkinin çözümü toplumsal ilerlemenin yegâne koşuludur diyebiliriz.
İnsanlar ilk toplum biçimi dediğimiz ilkel komünal toplumda, doğa karşısında oldukça zayıf ve güçsüz durumdaydılar. Kullandıkları aletler tümüyle ilkeldi. Bu durumda yaşayabilmek için, ama sırf bunun için, birbirlerine yakın olmak, kolektif olarak hareket etmek, kolektif olarak üretimde bulunmak ve kolektif olarak emek harcamak zorundaydılar. Bu, aynı zamanda, üretim araçları üzerinde kolektif mülkiyeti de doğuruyordu. Dolayısıyla, ilkel komünal toplumda adaletsiz bir dağılımdan ya da sömürüden söz edilemezdi; sınıflar henüz ortaya çıkmamıştı. İnsanlar, birbirlerinden görece yalıtık komünler halinde yaşıyorlardı. Ama bu ilkel insanların kullandıkları ilkel aletlerin giderek iyileşmeye başlaması ve üretimin de buna göre değişimi yaşa ve cinsiyete bağlı işbölümünü ortaya çıkardı. Bununla birlikte ziraat, hayvancılık vb. de gelişmesi, bölüşüm ve dağılım ilişkilerinde de önemli değişikliklere yol açtı. Özel mülkiyetin ilk ortaya çıkışına burada rastlıyoruz. İlk başta komünlere ait olan ve komün temsilcileri tarafından değişime sokulan kolektif mülkiyetin, üretim araçlarındaki ve üretim ilişkilerindeki değişime bağlı olarak, giderek özelleşmesi… Burada, toplumsal biçimin, Marx’ın yukarıdaki temel saptamasına uygun olarak değiştiğini görüyoruz. Büyüyen ve gelişen üretici güçlerin, üretim ilişkileriyle düştüğü çelişkinin çözümü, ilkel komünal toplumun yerini bir başka üretim tarzına bırakmasına yol açıyor: İlkel komünal toplum, kendisinden daha ileri bir üretim tarzı tarafından aşılıyor ve köleci toplum bu biçimde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, mülkiyet türü de, toplumsal değişime bağlı olarak değişiyor.
Yazımızın konusu “toplum biçimleri ve mülkiyet” olmadığından dolayı, bu başlık altında incelenebilecek konuların üzerinden atlamak zorundayız. Ama özel mülkiyetin ilk ortaya çıkış biçimi üzerinde kısaca da olsa durmak bir gereklilikti. Buradan çıkarmamız gereken başlıca sonuç şudur: “Geçmişteki bütün mülkiyet ilişkileri, tarihi koşullardaki değişikliklere bağlı olarak sürekli bir tarihi değişikliğe uğramışlardır. Sözgelimi, Fransız Devrimi feodal mülkiyete son vererek, onun yerine burjuva mülkiyetini geçirmiştir” (Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.65, Aydınlık Yayınları, Mart 1979)

EGEMENLİK VE MÜLKİYET

Hangi sınıflı ve özel mülkiyete dayalı toplum biçimi söz konusu olursa olsun, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin hangi sınıfa ait olduğu, o topluma hangi sınıfın egemen olduğunu da gösterir. Bir başka deyişle üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda toplumun diğer egemenlik araçlarını da elinde bulundurur: Devlet, eğitim kurumlan, iletişim aygıtları vb.
Kapitalist toplumda üretim araçlarının mülkiyeti burjuvalara aittir. Burjuvanın elindeki üretim aracı, işçilerin sömürülmesinin bir aletidir. Oysa üretim araçlarının kullanımı kapitalist toplumda olağanüstü derecede toplumsallaşmış, binlerce ve yüz-binlerce işçiyi bir araya getirmiştir. Üretimin bütün yükü emekçilerdedir; üretim araçlarının sahipliği ise kapitalistlerde. Bu sahiplikle birlikte bütün egemenlik araçlarını ellerinde bulunduran kapitalistler egemen sınıf olarak örgütlenmişler ve sahip oldukları bütün her şeyi egemenliklerini korumak üzere harekete geçirmişlerdir.
Öyleyse, kapitalist toplumda mülkiyetten söz edilirken, ancak ve ancak kapitalist özel mülkiyetten söz edilebilir.
Fakat burjuva söylemde iki tür, mülkiyetten söz edilmektedir: Bunlardan birisi “kamu mülkiyeti”, diğeri ise “bireysel mülkiyet”tir. Ve burjuva hukukunda, “mülkiyet hakkı”nın temel hak ve özgürlükler arasında yer aldığı ve bunun devlet güvencesinde olduğu yazılıdır. Bu görünüşe göre burjuva toplumda, herkes dilediği kadar mülk sahibi olmakta özgürdür. Bu özgürlüğü kullanmanın temel kıstası ise, yine burjuva söylemde “tembellik / çalışkanlık” kavramlarında kendisini bulur. Çalışkan ve tutumlu insanlar çok mülk sahibi olacaklar; tembel, savurgan ve asalak insanlar ise az. Bir bakıma, çalışkanlık, mülkiyet özgürlüğünün temelidir. Ama on yıllardır görülmektedir ki, toplumun çalışan ve çalışkan çoğunluğu, bütün çalışıp didinmesine rağmen, kendinden başka satabilecek hiçbir şeye sahip olamamakta ve sefalet içinde yaşamakta; fakat uzunca bir zamandır çalışmayı da bırakmış olmasına rağmen, küçük bir azınlık hiç durmadan zenginleşebilmekte ve mülküne mülk katabilmektedir. Marx, kapitalist toplumda mülkiyet, “…..kapitalist için, başkalarına ait karşılığı ödenmemiş emeğe ya da emek ürününe el koyma hakkı, emekçi için ise kendi ürününe sahip çıkma olanaksızlığı olarak…” (Marx, Kapital, Cilt 1, s.600, üçüncü baskı, Sol Yayınları, 1986 Ankara) ortaya çıkar diyor. Dolayısıyla burjuva toplumunda özel mülkiyet özgürlüğü emekçileri sömürme, emekçiler için ise, yarattığı hiçbir değere sahip çı-kamama özgürlüğü. Ne büyük ve şehvetli bir hürriyet!
Buna rağmen, işçilerin de “mülkiyetinde olan şeylerden de söz edilebilir. Ama ücretli emeğin fiyatı, onun, ücretli emek olarak her gün kendisini yeniden üretebilmesine yetecek kadardır. Ya da emekçilerin sahip oldukları kimi şeyler onun burjuva toplumuna her gün yeniden bağlanmasına yarayan araçlardır. Yani bunlar da işçilerin, kendilerini ücretli köleler olarak yeniden üretebilmeleri için gerekli olan “geçim araçları” ya da eşyalardır.
Burjuvazinin o çok severek kullandığı ve çeşitli biçimlerde gündelik dile yerleştirdiği “kamu mülkiyeti” kavramı ise, tamamen burjuva bir demagojidir. Yukarıda adını andığımız yazımızda daha ayrıntılı olarak açıklamaya çalıştığımız gibi, burjuvazi, kendi devletinin çeşitli gerekçelerle ve nedenlerle sahip olduğu ekonomik işletmelere kamu mülkiyeti diyor. Burada geçen “kamu”, burjuvazinin dilinde “bütün bir ulus”tur. Sınıfları zümreleri olmayan bütün bir ulus… Elbette ki, bu kavram, bu haliyle egemen sınıfların çıkarına kullanılmaktadır. Oysa devrimci proletarya, sınıfsız bir ulusun olmadığını ve olamayacağını bildiği gibi, “kamu” ya da “kamu mülkiyeti” kavramlarının bu kullanılış biçimiyle burjuvaziye ait olduğunu da bilmektedir. Çünkü devlet de burjuvazinin devletidir, mülkiyet de burjuvazinin mülkiyeti. Öyleyse biz burjuvaziye şunu söyleyeceğiz: Kendi ihtiyaçlarınızdan dolayı kendi devletinizin sahip olduğu ve bizim üzerimizden elde edilen artı-değerle var edilen “kamu kuruluşları”, sizin mülkiyetinizdedir. Biz ise özel mülkiyetin kendisine karşı olduğumuz gibi gerçek kamu mülkiyetinin savunucuları ve savaşçılarıyız.
Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkarmamız gereken sonuç şudur: Kapitalist toplumsal biçimde işçiler asla özel mülkiyet sahibi olamazlar. Çeşitli biçimlerde üretim aracı sahibi olma anlamında, tek tek işçiler özel mülkiyet sahibi olabilir; ama onlar da bu andan itibaren burjuvalaşırlar. Bu olanaksız bir şey değil, ama istisnadır.
Diğer tüm revizyonist, reformist ve ütopik düşüncelerden farklı olarak işçi sınıfının devrimci dünya görüşü olan Marksizm soruna nasıl yaklaşmaktadır? Marksizm’i, işçi sınıfı ya da emekçi halk adına yola çıkan diğer tüm ideolojilerden ayıran temel şey, onun mülkiyet sorununu, toplumsal sistem, toplumsal sınıf ve toplumsal devrim gibi sorun ve çelişkilerle birlikte ele almasındadır. Marksizm-Leninizm, ünlü önermede de söylendiği gibi, kapitalist toplumun temel çelişkisinin üretim araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişki olduğunu tespit eder. Ve bu çelişkinin çözümünü proletarya devriminde, proletarya iktidarında ve onun önderliğinde ulaşılacak olan toplumsal sistemde, komünizmde, görür. Hâlâ, Marksizm-Leninizm’in başyapıtı olma özelliğini taşıyan kitap şu cümlelerle sona ermektedir: “Kişisel emekten doğan dağınık özel mülkiyetin kapitalist özel mülkiyete dönüşmesi, halen toplumsallaşmış üretime fiilen dayanan kapitalist özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmesinden kuşkusuz kıyaslanamayacak kadar daha uzun süreli, daha şiddetli ve çetin bir süreçtir. Birinci durumda, halk yığınlarının birkaç gasp edici tarafından mülksüzleştirilmesi söz konusuydu; ikincisinde ise, birkaç gasp edicinin, halk yığınları tarafından mülksüzleştirilmeleri söz konusudur.” (Marx, Kapital, birinci cilt, s. 783, üçüncü baskı, Sol Yayınları 1986 Ankara)
Oysa, örneğin ütopik sosyalistler sorunu nasıl ele alıyorlardı? Onlar emekçi yığınların kölece çalıştıklarını, ama buna rağmen sefalet içinde yaşadıklarını ve açlığa mahkûm olduklarını, toplumun üst tabakasının sömürücülüğünü görüyor ve buna karşı çıkıyorlardı. Onlar, toplumun önüne üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı kapitalist toplum yerine, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayalı sosyalist toplumu koyuyorlardı. Ama onlar, üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı bir toplumsal sistemin nasıl kurulabileceğini, bunun için hangi çetin, zor ve şiddetli yollardan geçilmesi gerektiğini göremediler. Bu toplumsal sistemin, mülk sahibi sınıfların hukuka, adalete ve ahlaka ikna edilmesiyle kurulabileceğine inandılar. Bu yüzden tarih, onları ütopik olarak adlandırdı ve hayallerindeki sistem, yol ve yöntemler hayatın katı gerçeklerine çarpmadan edemedi.
O hayatın katı gerçekleridir ki tek bir şeyi kanıtlamıştır: Kapitalist toplumun temel çelişkisinin kaynağında duran burjuva özel mülkiyete son verilmesi ancak işçi sınıfı önderliğindeki şiddete dayalı bir devrim ve bu yolla kurulabilecek komünizm tarafından sağlanabilir.

SONUÇ
Burjuvazi, son Karabük Demir-Çelik İşletmeleri ve Et-Balık Kurumu’nun özelleştirilmesinde girmeyi denediği yolla neler yapmak istedi? Bu girişimlerin yarattığı zeminde burjuva propaganda başlıca hangi hedeflere yöneldi? Bütün bu yaşananlardan işçi sınıfı ve diğer emekçiler ne gibi sonuçlar çıkaracaklardır?
Burjuvazi “işçileri de sermaye sahibi yapacak, sermayeyi tabana yayacağız” diyorlar.
Özelleştirme bunun için yapılıyormuş… İşçilerin asgari yaşam koşullarını bile günbegün kötüleştirenler; işini, ekmeğini elinden alanlar; kendilerini çözümsüz kılan her şeyin yükünü işçi sınıfının sırtına yıkanlar, işçi sınıfını sermaye sahibi yapıyorlarmış bazı KİT’leri işçiler adına sendika bürokratlarına devrederek. Politikadaki kurnazlıkları sömürüdeki vahşetlerine ne kadar da benziyor. Ama yaşanan olgu ve olaylar gösteriyor ki, burjuvazi bu tutumuyla, henüz birleşememiş ve açık, net ve somut bir hal alamamış olan özelleştirme karşıtı mücadeleyi, daha da parçalamak, küçük parçalara bölmek istemektedir. Bu pratik-taktik tutum, özelleştirmede borsada satış ve blok halinde satış gibi yöntemlerle birleştirilmekte ve özelleştirme saldırısı burjuva cepheden ağır, parçalı, sonuçları birdenbire ortaya çıkmayan bir saldırı olarak gelişmektedir. Öyleyse işçi sınıfı bu kapsamlı, çok yönlü, geçmiş kazananlarına ve bugünkü haklarına yönelen saldırılara ancak birleşik ve yolundan en küçük bir sapma bile göstermeyen mücadelesiyle karşı koyabilir.
İşçiler, işletme yönetiminde başarılı olamaz diyor satılık burjuva kalemler. “Sendika kötü patron” diye başlık atıyor Milliyet gazetesi. (Milliyet, 10 Şubat 1995) Alman Sendikalar Birliği DGB’nin elindeki dört büyük kuruluşu iflasa sürüklediğini örnek göstererek. Yine Milliyet gazetesi “Patron sendikalar başardı olamadı” başlığı altında “1953 yılından bu tarafa Türkiye’de sendikalar ve işçiler tarafından işletilen kuruluşlar ya iflas etti ya da el değiştirmek zorunda kaldı.” diyor. (Milliyet, 1 Şubat 1995) Bütün bunlar, Et-Balık Kurumu’nun, sendika adına “girişim grubu” adı verilen Hak-İş yöneticilerine satılması girişiminin ardından söyleniyor. Burjuvazi burada, o kadar aşağılık bir tutum takınmaktadır ki, bir başka temsilcisi bu duruma bıyık altından gülmekte ve şöyle demektedir: “Hak-İş artık, işveren kuruluşu TİSK’e üye olsun.” Bu sözler ise, TİSK Genel Başkanı Refik Baydur’a ait. Yazımızın daha önceki bölümlerinde de belirttiğimiz gibi, burjuva kalemler bu söylemle, sendika bürokratlarıyla işçi sınıfını aynılaştırmaya, böylece de işçi sınıfının yönetebilir değil ancak yönetilebilir bir kesim olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Görülmektedir ki, çürüyen sisteme karşı her zaman yegâne alternatif olan sosyalizme ve ölen burjuva ideolojisine karşı tek devrimci eleştiriyi yönelten Marksizm-Leninizm’e karşı saldırıya geçenler, bunları temsil eden sınıfın öncü rolüne karşı da dolaysız bir saldırı yöneltmektedirler. Burada, özelleştirme saldırısının, işçi sınıfının yalnızca tarihsel kazanımlarına, işine ve ekmeğine yönelmediğini, aynı zamanda onun öncü rolüne de yöneldiğini görmekteyiz. Burjuvazi, toplumun gelişiminin önündeki gerici rolünü, köhnemişliğini ve çürümüşlüğünü gizleyebilir mi? Oysa o, attığı her adımda daha da çürümektedir. İşçi sınıfı ise tarihin tanıdığı en devrimci sınıf olma özelliğini her gün biraz daha göstererek, tarihin şimdiye kadar tanıdığı en devrimci dünya görüşü olan Marksizm-Leninizm’le her gün biraz daha bütünleşerek bu saldırılara karşı durmasını bilecektir.
“İşçi Partisi, emekçi halk için çıkış yolunu net olarak saptamıştır. Alternatif çözüm, kamulaştırma programı” diye yazıyor İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek. Yıllardır işçi sınıfının devrimci iktidar perspektifini karartmaya uğraşmakla tanınan oportünistler, bu somut koşullarda, yine reformist hayaller yaymayı meziyet sanıyorlar. İşçi sınıfı ise bu oportünistlerin kirli ağızlarına aldıkları emekçi iktidarı kavramının ve kamulaştırmanın, İP gibilerinin hükümetiyle değil, kendi önderliğindeki halk devrimiyle gerçek içeriğini bilmektedir oysa. Proletarya ve emekçiler hiçbir boş hayale kapılmayacak ve kendi yolunda yürüyeceklerdir.
İşçi sınıfının, burjuvaziden bu biçimlerde alacağı hiçbir mülk yoktur. O, zamanı geldiğinde hepsine birden el koyacaktır.

Nisan-Mayıs 1995

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑