Kriz, iflas eden işletmelerin sayısını ciddi boyutlara vardırdı. Son yıllarda, özellikle 5 Nisan Kararları’ndan sonra binlerce küçük işletmenin yanında aralarında üç bankanın da olduğu birçok büyük işletme de iflasa gitti. Ancak iflaslar, yalnızca ekonomik alanda yaşanmıyor. Kapitalizm dünyasındaki çıkmaz, bir dizi siyasal akımı da, siyasal olmanın yanında ideolojik ve örgütsel iflasa da sürüklemektedir.
İlk ideolojik siyasal iflas ’80’li yılların sonunda modern revizyonizmin çöküşüyle yaşandı. Günümüzde, bu çöküş ve sonuçlarından da etkilenerek kendi çöküşüne koşan bir ikincisi yaşanıyor: Sosyal demokrasinin iflası. Uzun yıllar emekçi kitleleri yanılsamalı hedefler peşinde mevcut kapitalist düzene bağlayan, onları hayallerle uyuşturup yatıştıran sosyal demokrasi, artık bu kitleleri aldatamaz olmaktadır. Emekçi kitleler sosyal demokrasiden oldukça hızlı bir şekilde kopmaktadırlar. Sosyal demokrasinin Türkiye’deki “büyük” partisi SHP’nin yüzde 20’lerde dolaşan oy oranı, anketlerin gösterdiğine göre 10’ların altına düşmüştür. “Küçük” kardeş CHP ise yüzde 2-3 puanın üstüne çıkamamakta, DSP ise abartılmış ve reklamcılıkla lanse edilen “gelişme” ve “büyüme” balonunun patlamasından kaçınmak üzere ara seçimlere katılmamaktadır. Ancak bu göstergelerin de ötesinde belki yeniden lanse edilmekte olan Ecevit ve DSP’si bir yana bırakılırsa, sosyal demokrasi içler acısı bir görünüm arz etmektedir.
Medya tarafından sürekli aşağılanmakta olan SHP, hükümet koltuğuna yapışmış buradan itelenmelere her şeyden vazgeçerek direnmekte, kuyruk görünümü bile sergilemekte zorlanmaktadır. Emekçi kitleler açısından bir çekiciliği kalmamış, “yoksa şeriat gelir” yollu ehven-i şer dilenciliği bile prim sağlamaz olmuştur.
Sosyal demokrasinin iflası, belki en ileri boyuttaki pespayeliği ile Türkiye’de yaşanmaktadır; ama bu iflas, yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Sosyal demokrasi, anavatanı Almanya ve sosyal demokrasi ve “refah ülkesi” modeli olarak gösterilen İsveç de içinde olmak üzere Avrupa ve tüm dünyada çözülmekte ve iflasa gitmektedir. İdeolojik ve siyasal olarak işlevsizleşmekte, örgüt olarak muhafazakâr ve liberal partilerden ayırt edilememekte, yıllardır savuna-geldiği programlarından rücu etmekte, emekçi kitleler açısından aldatıcı bir umut ve dolayısıyla burjuvazi için bir çıkış olanağı oluşturamamaktadır.
Sosyal demokrasinin çözülmesi, günümüz dünyasının bir gerçeğidir. Ama bugün yaşanan sosyal demokrasinin ilk iflası değildir.
SOSYAL DEMOKRASİNİN DOĞUŞU
Marksizm, tarihin diyalektik materyalist yorumu ve kapitalizmin gizeminin artı-değer teorisi ile açıklanması yoluyla, sosyalizmi bilimsel bir öğreti düzeyine yükselterek, bütün Marksizm öncesi sosyalizm akımları üzerinde teorik zaferini sağladıktan ve işçi sınıfı Avrupa ülkelerinde hızla Marksist partiler içinde toplanmaya başladıktan sonra, Marksizm öncesi çeşitli sosyalizm akımlarında ifadelerini bulan eğilimler, bu kez, cepheden Marksizm’e saldıramadılar, ama onu “içeriden” kemirmek üzere, kendilerine yeni kanallar oluşturmaya giriştiler. Marksizm’i genel olarak olumsuzlamıyor ya da olumsuzlayamıyorlardı, onun oluşturduğu genel zemin üzerinde hareket etmek zorunda kalmışlardı. Çeşitli gerekçelerle bazı tezlerinin eskidiğini ve değişmesi gerektiğini ileri sürerek “sapmalar” ve revizyonizm olarak şekillenen akımlarla karşılaşıldı. Marksizm öncesi eğilimleri seslendiriyorlardı; ancak biçimleri değişmişti.
Önce Bernstein ortaya çıktı. Bir zamanların “Ortodoks Marksist’i”, Marksizm’i belirgin amaçlı revizyonlarla ifade etmeye yöneldiğinde, fikirlerinin burjuva liberallerinin bilinen görüşlerinden pek az farkı kaldı. Diyalektiğin nitel değişikliklerle sıçramalı gelişimi basit ve sakin “evrim” fikriyle değiştirilirken, ekonomik gelişmenin “yeni verileri” büyük bir tantanayla reklâm edildi. 19. yüzyılın sonlarında yeni ortaya çıkmaya başlayan kartel ve tröstlerin kapitalizmin bunalımlı ilerleyişinin üstesinden gelmeye güç yetirebileceği ve sınıf zıtlıklarını yumuşatarak kapitalizmi, kendisini bekleyen sondan, çöküşten kurtarabileceği ileri sürüldü. Devletin ekonomik yaşama müdahalesi ve devlet tekeli, bir sosyalleşme olarak sunuldu. Tekeller oynadıkları rolle kendilerini gerçek görünümleriyle ortaya koyduklarında bu fikirler geçersizleşti; ama bu “teoriler”in kalıntıları üzerinde siyasal özgürlük, demokrasi ve genel oy hakkının sınıf mücadelesinin zeminini ortadan kaldırdığına ilişkin “barışçıl” kapitalist gelişmeyle beslenen siyasal yaklaşımlar görece kalıcı ve sağlam bir yer tuttu. Parlamenter mücadelenin başarılı gelişmesiyle güçlenen bu eğilim, parlamenterler, sendika bürokratları ve işçi sınıfının burjuvazi tarafından beslenen ince bir tabakası içinde, yalnız avangartlarına değil tabanına da sahip oldu.
Demokrasi, kuşkusuz burjuva demokrasisi ve onun temeli olarak görülen genel oy hakkı “çoğunluğun iradesi”ni üstün kılacaktı: Buradan bütün bu İkinci Enternasyonal ve partilerine (hemen sadece Bolşevik Partisi hariç) sirayet eden parlamenter avanaklık fışkırdı. Devlet, sınıf iktidarının organı görülmemeliydi ve gericilere karşı, ilerici sosyal-reformcu burjuvaziyle ittifak yapılabilirdi. Önemli olan parlamento ve parlamenter kombinezonlardı. Sosyalizm, pekâlâ parlamenter yoldan çoğunluk kazanılarak barışçıl tarzda kurulabilirdi. Zaten üretici güçlerin gelişmesi kapitalizmin sosyalleşmesine götürüyordu.
Kimi bu denli açık bir Marksizm tahrifatçılığı ile kimiyse barışçıl gelişme ve parlamenter kazanımların rehavetiyle hemen tüm ikinci Enternasyonal partileri, devrimin hazırlanması görevinden uzak durdular, parlamenter örgütlenme ve mücadeleyi hemen tek örgüt ve mücadele biçimi olarak benimsediler. Demokrasinin kazanılması ya da sağlamlaştırılması amacıyla gericiliğe, monarşilere karşı liberal burjuvazi ile ittifak (örneğin Rusya’da Menşeviklerin Kadetler’le ittifakı) burjuvazi ile ayrımı yok ediciydi ve sosyalizmi burjuva limanlara sürükledi. Demokrasi ve özgürlük istemleri ve hatta günlük çıkarlar, proletaryanın kapitalist evrimin ayırt edici özelliklerinden kaynaklanan ve onun devrilmesini zorunlu kılan birincil çıkarlarının önüne geçirilmişti. Bu pragmatist yaklaşım, en özlü ifadesini Bernstein’ın “hareket her şeydir, amaç hiçbir şey” formülasyonunda buldu.
Kapitalizmin çelişkilerinin keskinleşmesi ve dünyanın paylaşımının artık zora başvurmaksızın yenilenemeyecek olarak tamamlanmış olması, “uygar ülkeleri” tüm dünyayı peşlerinden sürükleyecekleri bir savaşa sürüklerken, Marksizm zemininde boy atan, onu alttan alta yozlaştıran ve bozan oportünizm ve revizyonizm, hemen bütün ikinci Enternasyonal partilerine çöreklenmişti. Ve savaşla birlikte kendi doğallığı içinde gelişerek varması gereken yere vardı: Sosyal-şovenizm, sosyal-emperyalizm. Bolşevik Partisi dışındaki bütün İkinci Enternasyonal partileri, emperyalist savaşı “kendi” ülkeleri, yani “kendi” burjuvazileri açısından haklı ve meşru göstermeye giriştiler; savaş harcamaları lehinde oy kullandılar ve uluslararası işçi hareketini, birbirinin boğazına sarılan Alman, İngiliz, Fransız vb. burjuvazilerinin çıkarlarına peşkeş çekerek bölüp parçaladılar ve dağıttılar. İkinci Enternasyonal, böylece çöktü. Sınıf mücadelesinin yerine sınıf işbirliğinin geçirilmesi, demokrasiye bel bağlama ve barışçıl yoldan sosyalizm hayalleri de birlikte çökmüştü. Bu, sosyal demokrasinin ilk iflasıydı.
Sosyal şovenizme dönüşerek iflas eden uluslararası oportünizmin işçi hareketinde yol açtığı bölünme, işçi sınıfı içinde, sömürgelerden elde edilen tekel kârlarından kırıntılarla beslenen ve sınıf içinde burjuvazinin kâhyalığı”nı yapan aristokrat tabakanın çıkarlarının sınıfa dayatılması sonucuydu. Burjuvaziyle sınıf işbirliği ve kapitalist çıkarlarının ve sistemin devamının savunulması, “çözümün” sistem içi “demokratik” kanallarda aranması, işçi aristokrasisi yanında “demokrasinin” nimetlerinden yararlanan ve sendikaların yönetimlerine kurulmuş sendika bürokratları ile basın, parlamento, çeşitli türden birlikler gibi burjuva yasallığının ve demokrasisinin kurumlarında ayrıcalıklı yerler tutmuş ve kapitalist sistemin olanaklarından kırıntılar olarak yararlanmış, memurlaşmış işçilerin tutumuydu ve işçi sınıfının bu küçük burjuva tabakasının çıkarlarını ifade ediyordu.
“Oportünizm ile sosyal-şovenizmin ekonomik temeli aynıdır” diyen Lenin şöyle devam ediyordu: “Ayrıcılıklı isçilerin önemsiz bir kesimi ile kendi ayrıcalıklı durumlarını savunan küçük burjuvazinin ortak çıkarları: Yani kendi ulusal burjuvazilerinin, egemen ulus durumundan yararlanarak öteki ulusları soymasından paylarına düşecek kırıntılar…”(1)
Bu tabaka, önce sömürgecilik siyasetinde en ileri gitmiş İngiltere’de sonra da emperyalizm döneminde tüm belli başlı büyük devletlerde tekel kârlarından paylar dağıtılıp satın alınarak oluşturulmuş burjuva işçi partilerinin sosyal temeli olmuştur. Marksist partileri bölerek oluşan, işçi sınıfı içinde onun burjuva aristokrat tabakasına dayanarak örgütlenmiş, burjuva yasallığının güç verdiği burjuva işçi partilerinin temel görüşleri ve kullandıkları kavramlar başlıca olarak şöyleydi: Sınıf işbirliği, kapitalizmin kendisini onarma gücüne sahip olduğu, reformlar için mücadele yürüterek onu sosyalleştirmenin olanaklı olduğu, demokrasinin bunun için uygun zemini sağladığı ve bu zemin üzerinde alt üst oluşlara, devrimlere ve zora gerek olmaksızın, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi gerekmeksizin sosyalizme ulaşılabileceği vb. vb. Lenin, bu partiler hakkında şunları söylüyor:
“Önemli olan şu ki, iktisadi olarak, işçi aristokrasisinin bir katmanının burjuvaziden yana geçmesi erginlik çağına ulaşmış ve gerçekleşmiş bir olgu haline gelmiştir ve bu iktisadi olgu, sınıf ilişkilerindeki bu yer değiştirme, herhangi bir özel ‘güçlükle’ karşılaşmaksızın, şu ya da bu biçim altında, siyasal biçimini bulacaktır.
“Yukarıda değinilen iktisadi temel üzerinde, modem kapitalizmin siyasi kurumları -basın, parlamento, birlikler, kongreler vb.- saygıdeğer, uysal, reformcu ve yurtsever memur ve işçiler için, ekonomik ayrıcalıklar ve sus payları yaratmıştır. Hükümette ya da savaş sanayi komitelerinde, parlamentoda ve çeşitli komitelerde, legal olarak yayınlanan “saygıdeğer” gazetelerin yazı kadrolarında ya da bundan daha az saygıdeğer olmayan yönetim kurullarında ve “burjuva yasalarına bağlı” sendikalarda kârlı ve tatlı işler? Emperyalist burjuvazinin, ‘burjuva işçi partilerinin’ temsilcilerini ve destekleyicilerini çekmek ve ödüllendirmek için kullandığı olta işte budur.” (2)
Devam eden Lenin, “siyasal demokrasi makinesi de aynı yönde çalışır” der, “zamanımızda seçim olmadan bir şey yapılamaz; yığınlar olmadan bir şey yapılamaz. Ve bu basın ve parlamentarizm döneminde, geniş bir biçimde dallanıp budaklanmış, sistemli bir biçimde düzenlenmiş, iyi donatılmış dalkavukluk, yalan, sahtekârlık sistemi olmaksızın, geçer akçe ve yaygın sloganlarla hokkabazlık yapılmaksızın ve -burjuvaziyi alaşağı etmek için devrimci savaşımı reddettikleri sürece- sağda ve soldaki işçilere her türden reformlar ve nimetler vaat edilmeksizin yığınların yandaşlığını kazanmak olanaksızdır. Bu sisteme ben, ‘burjuva işçi partisinin’ klasik toprağında bu sistemin en önde gelen ve en hünerli temsilcilerinden biri olan İngiliz Bakan Lloyd George’un adına ithaf en, Lloyd Georgeculuk diyeceğim. Birinci sınıf bir burjuva dalaverecisi, kurnaz ve politikacı, istediğiniz çeşitten hatta işçi dinleyicilere devrimci türden nutuklar atan bir halk hatibi ve toplumsal reformlar adı altında (sigorta vb.) uysal işçilere hesaplı bir sus payı elde etme yeteneğinde olan bir adam, Lloyd George, burjuvaziye büyük bir başarıyla hizmet ediyor, burjuvazinin etkinliğini, onun en çok gereksinim duyduğu yere ve yığınları törel olarak boyunduruk altına almada en çok güçlükle karşılaştığı yere, tam da proletaryaya taşıyor.” der. (3)
İşçi ve emekçileri çeşitli reform yönelişleriyle yatıştırarak sınıf işbirliğini tezgahlayan ve yığınların darbelerinden korumaya yöneldiği kapitalist sistemi dayanıklı kılmaya, korumaya ve hatta sağlamlaştırmaya çalışan burjuva işçi partisi, böylelikle kendi sus paylarını ve ayrıcalıklarını kazanarak ve garanti ederek sistemin ayrılmaz bir parçası olur. Çıkarları kapitalizmin çıkarları ile birleşmiştir; politikası burjuvaziye yaslanır; onun işçi politikasını izler. İşte bu parti sosyal demokrat partidir.
Ekim Devrimi’nin zaferi, Rusya’da kapitalizmin devrilmesi ve dünyada ilk kez proletarya diktatörlüğünün kurulmasından sonra, Marksizm’in yozlaştırılması zemini üzerinde doğmuş ve gelişmesi sürecinde tamamen burjuvazi ile birleşmiş, bir burjuva işçi partisi haline gelmiş sosyal demokrasi daha da gericileşti.
Burjuva işçi partisi olan sosyal demokrat partiler, Ekim Devrimi’nde, kendi varlık nedenlerine yöneltilmiş ölümcül bir saldın gördüler. Devrim, işçi sınıfının önüne burjuva demokrasisi, parlamentarizm ve reformcu sahtekârlığın ötesinde bir başka yol ve örnek koymaktaydı. Demokratizm ve burjuva diktatörlüğü ile Sovyetler ve proletarya diktatörlüğü farklı dünya olarak karşı karşıya gelmiş ve sosyal demokrasi, sınıf mücadelesi ve bunun sonucuna vardırılması, yani devrim ve proletarya diktatörlüğü ve sermayenin mülksüzleştirilmesi (zoralımı) karşısında geleneksel hale getirdiği konum ve politikalarını sürdürerek sınıf işbirliği ve burjuvazi ile birliği Ekim Devrimi ve proletarya diktatörlüğüne yönelik kapitalist kuşatma ve saldırganlığın ideolojik ve pratik/politik açıdan somut olarak desteklenmesine vardırmıştı. Sosyal demokrat partiler, bir yandan proletarya diktatörlüğüne karşı burjuva demokrasisini savundular, öte yandan da 1918-20 yıllarında Sovyetler Birliği’ne karşı askeri müdahalenin gerçekleştirilmesinde kendi burjuvazilerine yardım edip destek oldular.
Avusturyalı sosyal demokrat Otto Bauer, “Sosyalizme Giden Yol” broşüründe, kendi ülkesinden meslektaşı Scheidmann saldırganlığa açık destek sunarken şöyle yazıyordu: “Mülksüzleştirme… kapitalist ve feodal, özel mülkiyete vahşi bir biçimde el koyma biçiminde gerçekleşemez ve gerçekleşmemelidir; çünkü bu biçimdeki bir el koyma, ancak üretim araçlarının büyük bir tahribatı pahasına gerçekleşebilir; bu durumda halk kitleleri bizzat sefalete sürüklenir, milli gelir kaynakları sarsılır, Mülksüzleştir enlerin mülksüzleştirilmesi daha çok, düzenli, sistemli bir biçimde yapılmalıdır.” (4) Savunduğu, mülksüzleştirmenin bir devrim ve zoralım olmadan vergilendirme yoluyla yapılması, sosyalizme “barışçıl” geçilmesidir.
Kapitalizmin “ultra emperyalist” barışçıllığı ve koşullarını oluşturduğu sosyalizme dönüşme olasılığı üzerine yazan Kautsky de, proletarya diktatörlüğü karşısında aşırı saldırgan bir tutum benimsemiş Ebert ve Noske’ye ve Alman burjuvazisine destek sunarak, “Proletarya Devrimi ve Programı” broşüründe benzer görüşler ortaya koymuştur: “Proleter bir rejim, sabotaj girişimlerine gereksinme duyan kapitalistlere başarıyla karşı koymak istiyorsa, o zaman onlara, işletmelerinin aralıksız gelişmesinde ve sürekli daha iyiye gitmesinde çıkarlarının olduğunu telkin etmelidir. Toplumsallaştırılan her işletmeye el konulursa bu olanaksızdır. Bu yalnızca, toplumsallaşmaya başladığında, işletmeyi ucuz bir teminat karşılığı devralmakla olanaklıdır. Yani bu teminat, işletmelerin zamanın düzeyinde tutmuş, iyi bir ticari başarıyla yönetmiş olanlar için bir ödül olmalıdır… Bunu yaparken ekonomik sarsıntılardan ne kadar kaçınılırsa, ne kadar karşılıklı anlayışla bu iş halledilirse, teminatla da olsa, zorla mülksüzleştirmeden ne kadar kaçınılırsa, o kadar iyi olur.” (5)
Sosyalizme burjuvazi ile işbirliği içinde karşılıklı anlayışla “barışçıl” geçiş, proletarya diktatörlüğü koşullarında, artık ona yöneltilmiş kapitalist saldırıların açık savunuculuğuna dönüşmüş; örneğin mülksüzleştirme tartışmaları, proletarya devrimlerinden ve hazırlığından uzak tutuluşu, günlük çıkarlarının reformlar yoluyla karşılanabileceği, sosyalizmin ise barış içinde geleceği hayalleri ile aldatılırken yürütülen teorik bir tartışma olmaktan, son derece pratik ve proletarya diktatörlüğüne karşı saldırıda bulunan burjuvaziye somut olarak sunulmuş desteğin gerekçelendirilmesi boyutuna yükselmiştir. Artık, Ekim Devrimi ile birlikte, burjuva demokrasisi ile yetinme ve barışçıl hayallerden, onu proletarya diktatörlüğü karşısında ve burjuvazinin peşinde savunma ve koruma sosyal demokrasinin temel yaklaşımı olmuştur. Kapitalizm ve burjuva demokrasisi hayranlığı, tam ve pratik bir karşıdevrime götürmüştür.
Bu, Sovyet Rusyası’na karşı sosyal demokrasinin aldığı tutumla sınırlı kalmamış, emperyalist savaş ve Ekim Devrimi’nin olağanüstü derinleştirdiği kapitalizmin krizi koşullarında gericileşmesinin doruğunda sosyal demokrasi, burjuva diktatörlüğünün temel dayanağı haline gelirken, proleter devrimlerin patlak verdiği ülkelerde; Almanya, Avusturya, Macaristan, İtalya ve Finlandiya’da, ayaklanmış işçi yığınlarının cellâtlığını yapmıştır. Burada sosyal demokrasinin anavatanı ve Spartakistler’in silahlı başarıcısı Ebert’le Noske’nin adını anmalıyız. Bu, kuşkusuz sosyal demokrasinin bir başka iflasıdır. “İşçi partisi”, işçi devletine karşı açılan sefere katılmış ve işçi ayaklanmalarını kanla bastırmıştır.
Almanya örneğini alırsak, ardından, kriz ve sınıf mücadelesinin keskinleşmesi koşullarında sosyal demokrasinin yaşadığı bir başka iflas ve çözülmesi gelmiştir. ‘70’lerde Almanya, bir yandan Versay Kölelik Anlaşması’nın mahkûm ettiği onursuzluk ve aşağılanma koşullarını yaşarken bir yandan da kapitalizmin krizi ve dizginsiz enflasyon koşullarında, tahrip edilmiş üretici güçleriyle emekçi kitleler için tam bir cehennem halini almıştı. İşsizlik ve sefalet hem her gün daha çok ilerleyen grev ve gösterilerle işçi sınıfı mücadelesine hem de Versay karşıtlığı ile güç toplayan faşizmin yükselişine götürüyor; sosyal demokrasinin işçilerle burjuvaziyi uzlaştırma, sınıf işbirliği ve barışçıl geçiş hayalleri, hemen tüm ’20’li yıllar boyunca Sosyal Demokrat Parti büyük oy potansiyeline sahip olmasına karşın bir işe yaramıyordu. Aslında yaradığı iş de vardı: Sosyal demokrasi, kapitalist ekonomiyi sağlamlaştırmada burjuvaziyi aktif olarak destekliyor, SPD tek başına ya da ortağı olduğu burjuva hükümetleri aracılığıyla işçi sınıfını kapitalist rasyonelleştirme boyunduruğuna sıkıştırırken, bunun unsuru olarak ücretlerin düşürülmesi ve sosyal sigortalar sisteminin kaldırılması politikasını destekliyordu. Grev kırıcılığını günlük eylemi haline getiren parti, komünistlere ve işçilere karşı tevkifatlar düzenledi, komünist örgütleri (örneğin Kızıl Cephe Savaşçıları Birliği-faşizme ve faşist teröre karşı savaş örgütü) ve işçi örgütlerini yasakladı. Grev kırıcılığın ötesine geçerek işçi gösterilerini dağıttı ve işçilerin üzerine ateş açtırdı.
Sosyal demokrasiyi Almanya’da faşizmin tırmanışı, kriz ve keskinleşen sınıf mücadelesi koşullarında iflasa ve çözülmeye götüren politikası, ehven-i şer mantığıyla burjuva gericiliğin desteklenmesi, örneğin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde savaş generali Hindenburg’a oy verilmesi ve faşizmin önüne ona karşı sert mücadele ile değil gericiliğin desteklenip güçlendirilmesi, gerici yasa ve önlemlerin gündeme getirilmesi ile alınabileceğinin düşünülmesi ile faşizmin yükselişini kolaylaştıran gerici önlemlere başvurulması oldu. Sosyal sigorta başta olmak üzere, devrim yıllarında burjuvazinin işçilere vermek zorunda olduğu birçok hak sosyal demokratlar eliyle geri alındı. Anayasa maddeleri ve işçilerin kazanından birbiri ardına ortadan kaldırıldı ve devlet gerici önlemler aracılığıyla adım adım faşistleştirildi.
Sosyal demokrasi, grevleri kırma ve dağıtma, işçi gösterilerini yasaklayıp kovuşturma yanında işçi kitle örgütlerini, sus payı alan yiyici bürokratların önderliğinde çalışamaz hale getirdi ve dağıttı. Devrimci işçileri bu örgütlerden attı ve kendi emri altında merkezileştirilmiş işçi örgütleri ağıyla işçilerin inisiyatifini köreltti; bölüp parçaladığı ve inisiyatifini kırdığı işçi sınıfının, sermaye ve faşizme karşı mücadele yeteneğini yıprattı ve saldırgan faşist çeteler karşısında kararlı bir direniş örgütlenmesini olanaksızlaştırdı. Sosyal demokrasinin bölüp silahsızlandırdığı işçi sınıfı, faşizm karşısında savunmasız kaldı. Ve sosyal demokrat hükümetler, ülkeyi faşizme teslim etti. Faşizm, sosyal demokrasinin burjuvaziye hizmetinin belgesi olarak gerçekleşti.
Sosyal demokrasi, bu tür bir karşı-devrimci politikayı kuşkusuz tekdüze, kendi içinde hiç farklılaşma olmadan izlemedi. Bu politikayı sistemli bir biçimde yürütmek için iki kanadından da yararlandı. Noske ve Kautsky, Scheidmann ve Otto Bauer örneklerinde olduğu gibi, sağ kanat burjuvazisi ile pazarlıklar ve onunla dolaysız bağ açısından vazgeçilmezdi; ama “sol” kanat da işçileri aldatmaya yönelik ince manevralar düzenlemek, görünüşte muhalif bir çizgi izleyerek güncel çıkarlarının savunulduğu görünümü altında, burjuvaziye bağlamak üzere işçileri etkilemeye ve kazanmaya çalışmak açısından gereklidir. Sosyal demokrasi, sınıf işbirliği olan temel işlevini gerçekleştirmek üzere bu iki kanada sahip olmuş, ikisinden de yararlanmıştır.
Almanya’da Hitler’in işbaşına gelmesi, sosyal demokrasinin iflasını kesinleştirdiği gibi, onun tarafından yüceltilen parlamentarizmin de iflası demek oldu. Keskinleşen sınıf mücadelesi, sosyal demokrasinin yüceltilmesine rağmen, onun iflasını dayatmıştı. Ve daha Hitler’in zaferi öncesi, zaten halk temsili ve halk iradesi üstünlüğünün oynadığı rol yozlaşmış, demokratik özgürlükler kısıtlanmış ve yönetmenin, “küçük kabine” vs. türden kulisleri daha belirgin bir şekilde kullanan yeni yöntemleri kullanılır olmuştu. Ama faşizmin zaferi, sosyal demokrasinin iflasıyla birlikte parlamentarizmin de iflasının kesin bir kanıtı oldu.
Sosyal demokrasinin programına ve propagandasına bakılırsa, işçilerin çıkarlarını savunmaktaydı, sömürüye karşıydı ve barışçıl yoldan olacak ama sosyalizmi kuracaktı. Gerçekleştirmeye çalıştığı programına göre, burjuvazi sosyalleşmeye ikna edilecekti. Bu amaçlarla sınıf mücadelesini değil, işbirliğini esas adı. Ama pratiği işçi sınıfına saldın ve onu bölmek, gericiliği geliştirerek, kapitalizmi sağlamlaştırmak oldu. İflas eden, Komintern Programı’nda tanımlanmış şu teorik görüşleriydi:
“Teori alanında sosyal demokrasi Marksizm’i tümüyle gözden çıkarmıştır. Revizyonizm aşamasından geçerek, tam anlamıyla burjuva liberal sosyal reforma ve açıkça sosyal emperyalizme varmıştır. Marx’ın kapitalizmin çelişkilerine ilişkin öğretisinin yerine, kapitalizmin uyumlu gelişimine ilişkin burjuva öğretisini geçirmiş; bunalımlara ve proletaryanın yoksullaşmasına ilişkin öğretiyi rafa kaldırmış; sınıf mücadelesinin savaşçı, alev alev yanan teorisini o mantıksız sınıf barışı vaazına çevirmiş; sınıf karşıtlıklarının keskinleşmesine ilişkin öğretiyi gözden çıkartarak, yerine kapitalizmin ‘demokratikleştirilmesine’ ilişkin ahmakça masalları geçirmiş; kapitalizmde savaşların kaçınılmazlığı teorisinin karşısına burjuvazinin pasifizm dalaveresini ve ‘ultra emperyalizm’ denen şu düzenbazca sureyi koymuş; kapitalizmin devrimci tarzda yıkılışı teorisini çarpıtarak barışçıl yoldan sosyalizm haline geliveren ‘sağlıklı’ kapitalizme ilişkin şu beş para etmez görüşü ortaya sürmüş; devrimin yerine evrimi geçirmiş; burjuva devletin parçalanması yerine onun inşasına aktif biçimde katılmayı; proletarya diktatörlüğü öğretisi yerine burjuvaziyle koalisyon teorisini; uluslararası proletarya dayanışması yerine emperyalist anavatanların savunulmasından söz eden İncil’i; Marx’ın diyalektik materyalizmi yerine idealist felsefeyi ve burjuvazinin masasından düşen dini artıklarla kırıştırılmasını getirmiştir.” (6)
İKİNCİ SAVAŞ SONRASI SOSYAL DEMOKRASİ
Bekleneceği gibi, sosyal demokrasi antifaşist savaşta hiçbir varlık gösteremedi. Faşist ülkelerde ağır illgalite koşullarına dayanamadığı gibi, faşist işgale uğrayan ülkelerde de faşizme karşı savaşmanın zorlukları ona göre değildi. Sosyal demokrasi barış ve sınıfsal uyum için yaratılmıştı; savaşıp kanlarını akıtanlar işçiler ve komünistler oldu; ama savaş sonrasında bu akım, burjuvazinin kanatları altında palazlandı ve giderek, kendisine olan ihtiyaç arttıkça, zaferin meyveleri üzerine çöreklenmeyi becerdi.
Savaş sonrası, burjuvazinin başlattığı antikomünist “soğuk savaş” döneminde muhafazakârlar revaçtaydı; ama burjuvazi, sosyal demokrasinin, artık burjuva liberal bir partiye dönüşmüş de olsa, bir burjuva işçi partisi olarak olanaklarından yararlanmak üzere onu beslemezlik etmedi.
Anavatanında sosyal demokrasi parçalanmaya uğradı. Komünistlerin savaşta ortaya koydukları cesaret ve mücadele gücü, Kızıl Ordu’nun zaferle ilerleyişi ile birleşince Almanya’da Sosyal Demokrat Parti, Almanya Komünist Partisi’nin çağrısını olumlu yanıtlayarak, iki parti birleşmiş ve Almanya Birleşik Sosyalist Partisi kurulmuştur. SPD lideri Otto Grotewohl Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olmuş; ama Amerikan-İngiliz-Fransız işgal bölgelerinde örgütlenen ve başlarında Kurt Schumacher’in bulunduğu besleme sosyal demokratlar, bu birleşmeye karşı çıkmışlar, böylelikle Almanya’nın bölünmesine de katkıda bulunmuşlardı.
Ama sosyalizm, antifaşist savaştan zaferle çıkmıştı ve uluslararası işçi sınıfı içinde büyük bir prestije sahipti. Varlığı ve etki gücü görmezden gelinemez ve küçümsenemezdi. Bu, burjuvazinin yeniden sosyal demokrasiye ihtiyaç duyuşu ve onu palazlandırmaya yönelişinin olduğu kadar, sosyal demokrasinin görünüşte işçi ve sosyalizm yanlısı görüşlerinin de nedenini oluşturmuştur. Nitekim SSCB ve sosyalizme karşı düşmanca kesin bir tavır alan Kurt Schumacher, gerek SSCB’nin başarıları ve sosyalizmin anayurdunda uygulanmakta olan kolektivizmin dünya proletaryası için bir örnek oluşturması ve işçi sınıfı içinde kolektivist düşüncelerin yaygınlığı, gerekse de geleneksel barışçıl sosyalizmin bir unsuru olarak ulusallaştırma ve toplumsallaştırma yanlısı olarak ortaya çıkmıştır. Ocak ’45’deki ünlü Kiel konuşmasında şöyle söylemektedir:
“Büyük sanayi ve yüksek finansın ulusallaştırılması ve büyük toprak sahipliğinin düzene konması ekonomik acıdan mutlak bir gerekliliktir. Özellikle madencilik, ağır sanayi, enerji üretimi, sanayi, taşımacılık, imalat sanayinin büyük bir kısmı, sigortacılık, bankacılık, yalnızca sosyalizasyon için olgun olmakla kalmamakta; Alman ekonomisinin verimli işleyişi için toplumsallaştırılmalıdır.” (7)
Aynı yönde görüşler, Fransız Sosyalist Partisi’nin İlkeler Bildirgesi’nde yer almış, partinin “amacının kapitalist mülkiyet rejimi yerine, doğal zenginliklerin ve üretim araçlarının kolektif mülkiyetini ve böylece sınıf ayrılıklarının ortadan kalkmasını gerçekleştirecek bir rejim getirmek…” (8) olduğu açıklanmıştır.
Sosyalizmin zaferi ve başarıları, kapitalizm dünyasında bir yandan anti-komünist “soğuk savaş” histerisini yükseltirken, diğer yandan Keynesyen teorilerle “sosyal devlet”e olan ihtiyacı artırmış savaş sonrası girilen refah dönemi ise bu ihtiyacın karşılanmasını olanaklı hale getirmiştir. Bu durum, uluslararası sosyal-demokrasiyi canlandırmamazlık edemezdi. Nitekim sosyal demokrasi, birçok, Avrupa ülkesinde ve buradan yayılarak başka ülkelerde güç toplamaya ve ’60’larla birlikte yine burjuvaziyle koalisyona yöneldi. Artık, işçi ve sosyal adalet ve yine barışçıl sosyalizm demagojisini yapan bir partiydi. Liberalleşmişti; ama yine de işçi sınıfı içinde örgütlenmişti ve sendikalara dayanmaktaydı. Üstelik sosyal demokrasi yeni iltihaklarla da güçleniyordu. “Soğuk savaş”ın yaydığı korku ve yoğun antikomünist kampanya, önce ABD Komünist Partisi ve şefi Browder’in ardından İtalyan Komünist Partisi ve Togliatti’nin “tarihsel uzlaşma” ve Hıristiyan Demokratlar’la koalisyon tezleriyle sosyal demokrasi safına geçişine neden oldu.
’50’lerin ikinci yarısında tarih sahnesine çıkan ve sınıf mücadelesinin gelişmesini baltalayan modern revizyonizm, bir yandan burjuvaziye dev olanaklar sunarken bir yandan da sosyal demokrasinin manevra alanını da genişletti. Sovyet modern revizyonizmi, karşıdevrimci sosyal demokrasiyi etkisizleştirme politikasının yerine onlarla birlik yaklaşımını geçirdi. Bu tutum, Marksizm yolundan sapıklığım ve kapitalizm için ondan yıkıcı bir tehlike gelmeyeceğini gören sosyal demokrasi tarafından olumlu yanıtlandı; Alman sosyal demokrasisinin şefi Willy Brand, yumuşama sürecine katıldı ve “Ostpolitik”i açıkladı.
Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) 1959 Kasımı’nda Bad Godesberg’de toplanan Olağanüstü Parti Konferansı’nda Temel Programı’nı kabul etti. Burada antikomünizme ve sosyalizmin “demokratik” türüne(!) vurgu yinelendi.
“Biz her diktatörlüğe, totaliter ve otoriter yönetimlerin her türüne karşıyız. Çünkü onlar, insanlık onurunu bozuyor. İnsanın özgürlüğünü ve hukuk düzenini tahrip ediyor. Sosyalizm, yalnızca demokrasi yoluyla gerçekleşebilir ve demokrasi ancak sosyalizm yoluyla tamamlanabilir. ” (9)
Bu programda kamu mülkiyetine vurgu yapılarak, kamu ve özel mülkiyetin bir arada bulunacağı karma ekonomi sistemi öngörülüyor ve bir sosyal haklar sistemi olarak “sosyal devlet” savunuluyordu:
“Devletin sosyal işlevi, herkesin kendi yaşamını özgürce şekillendirmede ve özgür, toplumun ileriye doğru gelişmesinde sorumluluğunu gerçekleştirebilmesi için vatandaşların sosyal güvenliğini sağlamaktır.” (10)
“Üretim araçlarının özel mülkiyeti, sosyali adaletin tesisini engellemedikçe, toplumdan korunma talep edebilir.” (11 )
“Kamu işletmelerinin rekabeti özel işletmelerin pazara egemen olmasını önlemede önemli bir araçtır. Kamu işletmeleri bir bütün olarak topluluğun çıkarlarını korumalıdır. Kamu mülkiyeti, hiçbir modem devletin onsuz edemediği kamu denetiminin meşru bir biçimdir.” (12)
SPD, hükümetten düştükten sonra 1982 Nisanı’nda yayınladığı Münih Deklarasyonu’nda da benzer görüşleri tekrarladı:
“Biz, işsizliği, sosyal çöküntü örneklerini ve kabul edilemez ekolojik yükleri önlemeye yardım etmek için devletin ekonomik süreçlere aktif müdahalesini savunmaya devam ediyoruz… SPD, emeğin partisidir ve daima öyle kalacaktır… Eşitlik ilkesini koruma koşullarında sosyal güvenlik sistemimizi pekiştirmeye hazırız.” (13)
Ama bugün SPD, sosyalizm ve sınıf sözcüklerinden bile tamamen vazgeçmenin ötesinde Hıristiyan Demokratlardan farkını ne programatik ve ne de pratik politika ve eylem düzeyinde açıklayamayacak düzeydedir. Almanya’da burjuva partisinin fraksiyonları arasındaki nüanslar bile silinmektedir. Bu durum, sosyal demokrasinin emekçi kitleler nezdinde etkisizleşmesinde görülmektedir. Oysa artan enflasyon, yükselen işsizlik ve kapatılan işletmelerin sayısının arttığı, sınıf mücadelesinin giderek keskinleşme ve faşizmin yeniden yükselme durumuna geçtiği Almanya’da işçi ve emekçilerin hoşnutsuzlukları artmakta ve grev ve gösterileri yaygınlaşmaktadır. SPD, bu durumda, bir “işçi partisi” olmanın ürünlerini derleyemez olmuştur. Nedeni; CDU (Hıristiyan Demokrat Parti)’dan ne farkı olduğunu işçilere anlatamaması, çünkü böyle bir farkın hemen hiç olmaması; SPD’nin özelleştirmeler, çelik vb. sanayi dallarında işletmelerin kapatılması ve birçok işkolunda yaygın işçi çıkarımı karşısında sessiz kalması, programında yazılı devlet müdahalesi konusunda, özellikle sosyal haklar tümüyle tırpanlanır ve geri alınırken, bu politika ile uyuşması ve karşı tek söz söylememesidir. Almanya’da sosyal demokrasi iflasa gitmektedir. Bu, sivil toplum ve insan hak ve özgürlükleri konusunda “Temel Programı”nda yazılmış olanları çiğneyip yutmasıyla daha belirgindir. SPD ’90’ların başında, yurtdışına asker gönderme, iltica hakkını sınırlandırma ve “şüpheli” kişilerin ev ve işyerlerinin dinlenmesi gibi maddeleriyle Anayasa “reformu”na destek sunduğu da, artık, o çok yücelttiği demokrasi ile de çelişmeye ve tıpkı Hitler’in yükseliş döneminde olduğu gibi, faşizmi kolaylaştıran gerici önlemlere el vermeye ve dolayısıyla işlevsizleşmeye ve iflasa yönelmiştir. Bugün, sosyal demokrasiye can vermiş olan demokrasi ve “sosyal devlet” ilkesini çoktan unutarak, işçi ve emekçilerden kopma yoluna girmiştir.
“Sosyal devlet” karşısında tutum, gerçi sosyal demokrasiye temel sağlayan belirgin bir ideolojik-politik- pratik unsur durumundadır; ancak, ondan kolayca vazgeçmesi, sosyal demokrasinin işlevsizleşmesinin yanında, kendi kararlarını kendisi veren, kendine yeterli bir bütünlük olmadığını da göstermektedir.
Revizyonizmin çöküşü sonrası, sosyalizm ve SSCB’de hâlâ bir ölçüde yaşayan biçimsel kalıntıları karşısında kapitalist burjuvazinin ihtiyaç duyduğu, başka türlü işçi sınıfını denetim altında tutamayacağına inandığı sosyal devlet ilkesi, bütün bir sosyal sigortalar sistemi, işsizlik sigortası, sosyal ödenekler, parasız sağlık ve eğitim vb. unsurları ile birlikte, geçersiz bir maliyet faktörü haline gelmiş ve ideolojik propagandanın gereği olarak da özelleştirme ileri sürülerek Batı değerlerinin üstünlüğünün kanıtlanması yoluna gidilmiştir. Sosyal demokrasi, uluslararası burjuvazinin bu yöneliminin dışında kalmamış, buna karşı çıkma gücünü, kapitalizmin bir aleti ve hâlâ bir ölçüde işçi sınıfına dayanan uşağı olarak kuşkusuz bulamamış, işçilerle ilgisi olmadığını, onlara ihanet içinde bulunduğunu kanıtlamak üzere, burjuvazinin genel yönelişine uygun olarak devlet müdahaleciliği ve sosyal devlet laflarını ağzına almaz olmuştur. Bu, çok söylenen, sosyal demokrasinin bunalımı ve dünya “sofunun açmazının temel unsuru olarak şekillenmiş, sosyal demokrasi ideolojik dayanaksız ve işlevsiz kalmıştır.
Aynı durum, sosyal demokrasinin yönetiminde “refah ülkesi modeli” olarak lanse edilen İsveç’te, İsveç sosyal demokrasisi açısından ortaya çıkmıştır.
İsveç’te 2. Savaş sonrası 30 yıldan fazla hükümet eden ve kapitalizmin savaş sonrası canlanma döneminde belirli bir refahı örgütleyen, kamu yatırımları yanında sermaye işletmeleri üzerinde oldukça ileri boyutta vergilendirme vb. önlemlerle kamu denetimini de sağlayan, sosyal devlet uygulamasını belki de dünyada en ileri ölçüde uygulamaya koyan sosyal demokrasi, artık kendisinin varlık nedenini kaybetme durumundadır. Ne sosyal devlet ilkesi ve ne de devletin ekonomiye müdahalesinin geçer akçe olabildiği günümüz kapitalist dünyasında, İsveç sosyal-demokrasisi de bu genel yöneliminin dışında kalamamış, işlev yitimini ilan noktasına gelmiştir.
Oysa onun da programında, demokrasinin, hem de yalnızca siyasal değil ekonomik demokrasi olarak savunusu yanında devletin ekonomiye müdahalesi, sosyal devletin unsurları olarak sosyalizasyon önlemleri ve en başta işsizliğin giderilmesinin devletin temel görevlerinden olduğu yazılıdır:
1975’de kabul edilen İsveç Sosyal Demokrat Partisi Programı’na göre “SDP, … sınıflara dayalı bir sosyal düzenin yerini, özgürlük ve eşitlik esasına dayanan, birbirleriyle ortaklaşan bir toplumun aldığı bir topluma dönüştürmeyi arzulamaktadır.” (14)
Programda şunlar da yazılıdır:
“Eşitlik hususundaki mücadele, her türlü sınıfsal, ekonomik, sosyal ve kültürel ayırımı hedef almıştır.” (15)
“Üretimden alınan, miktarı giderek büyüyen paylar, kapitalizmin bölüşüm ilkeleri yerine, dayanışma ilkesinden ayrılmadan gereksinimlere göre bölüşülmektedir.” (16)
Burada toplumda yerleşik hale gelen bir uygulama tanımlanmakta ve vergilendirme (ki İsveç’te artan oranlı vergilendirme uygulanıyordu) vb. yasalarla sağlanan fonların sosyal yardım fonları olarak kullanılmasına işaret edilmektedir. Öyle anlaşılmaktadır ki, kapitalizm ve sermaye egemenliğinin giderilmediği koşullarda, üretim kapitalist tarzda yapılmakta, ama bölüşüm komünistçe gerçekleşmektedir. Refah döneminde ve “sosyal devlet” uygulamalarının kapitalizmde geçer akçe olduğu koşullarda barışçıl sosyalizm (hatta “komünizm”) üzerine böyle yüksek perdeden konuşan sosyal demokrasi, bugün parlamentoda sosyal hakların kısılması ve ücretlerin düşürülmesi için oy kullanmaktadır. Birkaç madde daha aktaralım sosyal demokrasi programından:
“Sosyal demokrasi; sosyal ve ekonomik ayrıcalıklar ve iktidar konularından (üretim araçları üzerinde) gelen gelir ve refah farklılıklarını kabul etmez.” (17)
“Tüm ekonomik faaliyet alanları çoğunluk denetiminde planlı kaynak yönetimi yoluyla düzenlenmelidir. Bu tür ekonominin hedefi; toplumun üretken kaynaklarının tam kapasite ile kullanımı ve böylelikle herkese iş sağlamaktır.” (18)
“İnsan gereksinimleri artan bir oranda kamu hizmetiyle sağlanmalıdır.” (19)
“Her birey kapasitesine uygun olarak çalışma hayatına katılma hakkına sahiptir.” ve “evrensel çalışma hakkı, eşit işe eşit ücret” (20)
“Doğal kaynaklar, kredi kuruluşları ve şirketler kamu mülkiyetine dönüştürülecek ya da ortam çıkarları korumak için gerekli olan tam bir kamu denetimine tabi tutulacaklardır.” (21)
Ve program, belirli bir gelir düzeyinin altında vergiden muafiyet, enerji sektörünün kamulaştırılması, parasız eğitim, sağlık hizmetlerinin çok düşük ödemelerle sağlanması, çalışma hayatı ve sosyal haklara ilişkin bir dizi maddeyle devam etmektedir.
Ama İsveç sosyal demokrasisi, hem de hükümette değilken, derinleşen kriz koşullarında dört sağ parti koalisyon hükümetinin getirdiği 1. ve 2. kriz paketlerini onaylayıp oylarıyla desteklediler. Gerekçeleri, “ülke ekonomisini düzlüğe çıkarmak ve krizi atlatmak”tı. Ve işçilere karşı bu sermaye saldırganlığı ittifakını “tarihsel uzlaşma” olarak nitelendirdiler. Daha Carlson başbakanlığındaki sosyal-demokrat hükümet devrilmeden, ücret artışlarını durdurmayı, grev yasaklarını, sosyal hakların tırpanlanmasını öngören bir kriz paketini bizzat sosyal demokratlar hazırlayıp parlamentoya sunmuş, ama işçilerin eylemli ve yaygın karşı çıkıları nedeniyle hükümetten çekilmişlerdi. Sosyal demokrasiye göre de yapacak başka şey yoktu. Çünkü o, kapitalizmin bir aletinden başka bir şey değildi, kapitalizmin ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir şey yapmaz, yapamazdı. Kriz paketi zorunluluktu, yük işçilere yüklenecekti! Oysa programlarında hâlâ “kapitalizmin geniş bir alana yayılmış olan işsizliği ve şahlanmış olan enflasyonu önleme konusunda yapacak pek fazla bir şeyi yoktur” diye yazılıydı. Şimdi kendileri de işten atmalara, ücretlerin sınırlandırılmasına oy veriyorlardı. Bu, iflastan başka bir şey değildir. İşlevsizleşmedir. Ve olanca kamu denetimi ve yatırımları söylemine ve bunların yıllardır uygulanmasına rağmen, özelleştirme İsveç’te de başlamıştır ve sosyal demokratlar bu gelişme karşısında sessiz kalmakta, destek sunmaktadırlar. Sağcı hükümet bu konuda da sosyal demokrasinin desteğini sağlamış, silah sanayisinden, sağlık ve eğitime kadar geniş bir özelleştirme dalgası İsveç’i sarmıştır. Programda çözümsüz olduğu söylenen pazar ekonomisinin kamu yatırımları ve ekonomisinin yerini alması, şimdi dünya kapitalizminin estirdiği rüzgâra kapılan İsveç sosyal demokratlarınca da, işlevsizleşme ve varlık nedenlerini yitirmelerini kabullenmek anlamına gelmesi savunulmaktadır ve sosyal demokrasi, program ve eylemiyle burjuva partisinin diğer fraksiyonlarından ayrılamaz duruma gelmiştir. Artık ne kamu yatırımcılığı ve sosyal demokrasinin alâmetifarikası olan karma ekonomiyi, ne işsizliğin yüzde 12’ye (19 Kasım 1994 itibarı ile) vurduğu bir ülkede “herkese iş” talebini, ne tırpanlanmasına destek verdiği sosyal haklar ve iş güvenliğini alçak sesle bile olsa savunabilmektedir.
Öyle görülüyor ki; Alman ve İsveç proletaryaları başta olmak üzere, dünya proletaryası sosyal demokrasinin ağulayıcı, yatıştırıcı, mücadele yeteneğini bozucu ve inisiyatifini kırıcı belalı görüşlerinin etkisinden, onların iflası dolayısıyla kurtulmaktadır. Ancak bu görüşler, her günkü aydınlatma faaliyeti içinde tüm zehirli sonuçlarıyla birlikte yok edilmez ve işçi ve emekçiler kapitalizm karşısındaki gerçek konumlarına çekilmezse, tarihin gösterdiği gibi başka zararlı sonuçlara götürebilecek ya da yeni koşullarda benzer görüşlerin yeniden yayılmasının önü alınamayacak; ama hepsinden önemlisi proletarya, kapitalizmin zinciriyle bağlı olarak sömürü ve sefalet koşullarında yaşamını sürdürmeye mahkum olacaktır.
TÜRKİYE’DE SOSYAL DEMOKRASİ
Türkiye sosyal demokrasi söylemiyle ilk kez 1960’ların ortalarında karşılaştı. Sosyal demokrasi sözcüğü, Mustafa Kemal’in başlangıçta milli devrimin siyasal örgütü olarak, ama aynı zamanda yönetici bir devlet partisi olarak kurduğu, devrimin karşı-devrime dönüşmesi sürecinde gericileşip faşist tek parti haline gelen, milli şef faşizminin siyasal örgütü CHP tarafından ortaya atıldı.
Gençlik hareketinin ve ordu alt kademelerindeki reform yanlısı subayların örgütlediği cuntaların faal olduğu ve halk kitlelerinin Bayar-Menderes faşizmine karşı yaygın hoşnutsuzluğunun yükselme ve eyleme dökülme eğilimi gösterdiği koşullarda gericiliğin bir “at değiştirme” hareketi olarak gerçekleşen 27 Mayıs Darbesi sonrasında, darbeye yol açan etkenler nedeniyle, belirli demokratik özgürlüklerin kullanılabildiği bir reform atmosferi doğmuştu. Başta gençlik olmak üzere emekçilerde sol fikir ve akımlara bir eğilim ortaya çıkmış, faşizme karşı yoğunlaşmış tepki, belirgin ve sistemli talepler şeklinde formüle edilmemiş, muğlâk biçimiyle de olsa düzen değişikliği lehinde görüşlerin etkinlik kazanmasının nedeni olmuştu.
İşçiler, ekonomik ve sosyal haklar için grevlere çıkarken TİP kurulmuş ve canlılık ve eylemlilik düzeyi en yüksek olmak üzere gençlik hareketi hızlı ve yaygın bir gelişme içine girmişti. Bu gelişme, Bayar-Menderes faşizmine karşı toplumsal muhalefetle belirli bağlantılar kurmuş CHP’yi de etkileyip onun içinde belirli yansımalara yol açmasının yanında CHP, egemen sınıflar için gelişen işçi ve gençlik hareketi ve sol potansiyeli kanalize edip denetlemeye en yatkın ve yetenekli örgüt olarak görüldü. Tarihsel özellikleri nedeniyle ulusal fikirlere yakın duruyor; geleneksel Kemalist yaklaşım ve tutumlar da, henüz başlıca yönelimi antiemperyalizm olan özellikle gençlik hareketi tarafından benimseniyor ve bu durum CHP’nin toplumsal muhalefet ile bağlantı kurması açısından elverişli bir ortam yaratıyordu.
Ecevit, İsmet Paşa’yı, tarihsel konjonktür ve Türkiye’nin sınıf ilişkileri ve mücadelesi açısından içinde bulunduğu ortam; önce Ecevit’i sonra ikisini birden, sola açılma yönünde ikna etti ve her ikisi de, Paşa’nın güvenilir ellerinde gelişen sınıf mücadelesinin denetim altına alınması ve yatıştırılması ihtiyacını karşılama peşindeki burjuvazi tarafından yüreklendirilip teşvik ve “ortanın solu” ilan edildiler. Uzunca bir süre “ortanın solu” olarak idare edildi, sonra asıl tanımının sosyal demokrasi olduğu söylendi.
Türkiye’de sosyal demokrasi, Avrupa ülkelerinden farklı olarak böyle ortaya çıktı. Marksist kökene sahip olmadığı gibi, onun bozulup yozlaştırılması ve demokratize edilmesi yoluyla da doğmamıştı. İşçi hareketi içinde köklere sahip değildi. İşçi hareketinin içinden gelmemekteydi. Burjuvazinin işçi hareketini saptırma çabasına bağlı olarak dağıttığı kırıntılarla oluşturduğu burjuva işçi tabakasına, işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisine dayanmıyor, onların burjuvazi ile işbirliği eğilimini ifade etmiyor, bir burjuva ve işçi partisi olarak şekillenmiyordu. Gelişmesi de böyle olmadı. Gerçi CHP, işçi sendikalarında belirli bir etkiye sahip oldu, onların belirli bir kısmının yönetimlerini de ele geçirdi ve işçi hareketini bir şekilde etkiledi; ancak işçileri ne sosyalizmin yozlaştırılmış demokratik bir yorumuna kazanıyor, ne de işçileri düzene bağlamanın aracı olarak, onların ekonomik ve sosyal haklarını demagojik bir biçimde savunmanın ötesinde -amaç ve hedefleri kuşkusuz çarpıtılmış- bir işçi hareketi olarak örgütleniyordu. Ortaya atılan sosyal demokrasi ve bu yönde dile getirilen sloganlar, kuşkusuz işçi hareketinin denetim altına alınıp yatıştırılmasına da yönelikti; ama güncel ideolojik atmosferin de etkisiyle sınıf sözcüğünü bile kullanmayıp tepki ile karşılıyor, işçileri “ayak takımı” olarak görüyor, sadece yatıştırılmaları ve oy deposu olarak kullanılmalarına yatırım yapıyor, sınıf içinde örgütlenmeye eğilim göstermiyordu. Gerçekte bu eğilimi gösterse bile, sahip olduğu ideolojik tutumu, tamamen seçkinci bürokrat burjuva şekillenişi buna elvermezdi. Yine de CHP, bu süreçte belirli bir liberalleşme yaşadı; bürokratik devlet partisi niteliğinden burjuva liberalizmine doğru evrildi.
CHP, özellikle Ecevit aracılığıyla, düzen değişikliğine ilişkin talepler ileri sürdü. “Toprak işleyenin, su kullananın”, “köy-kentler” gibi. Tekellerin egemenliğinin sınırlandırılması ve “düzen değişikliği”, küçük üretici ve orta büyüklükteki sanayicilerin taleplerine sahiplenilmesi gibi şeyler CHP tarafından sloganlaştırıldı. ’71 12 Mart Darbesi’nin ardından “faşizmden hesap sorma” sloganı CHP’nin güç toplamasına neden olan temel etken oldu. İşçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarına ilişkin olanları en arkada kalıyordu. Bir aralar Ecevit ve CHP, o zamanki adı “Ortak Pazar” olan AET’ye girilmesine bile karşı idi ve ülkenin bağımsızlığından yana eğilimler gösteriyordu.
Ancak düzen değişikliğine ilişkin ileri sürülen tüm talep ve sloganlar ve daha bir dizi benzeri, pek tereddütlü olarak ve ürkekçe savunuluyor ve asıl önemlisi, düzen, düzen içinde değiştirilme peşinde reformculuğun en gerisi ve uzlaşmacılığın en kötüsü yapılıyordu.
Değiştirilmesi öngörülen düzen, tekelci kapitalist (ve feodal kalıntıların hüküm sürdüğü) düzendi ve yarı sömürge yapıydı. Ancak bütün reformcular gibi, Ecevit ve CHP de, değiştirmekten restore etme ve aşırı kötülüklerini gidermeyi anlıyordu. Ve uzlaşmacılık ve reformizm bu alanda ortaya çıkıyordu. CHP, Türkiye sosyal demokrasisi, başlıca, işçi sınıfını kapitalizme bağlama ve burjuvazi ile sınıf işbirliğini savunma noktasına bile gelmemişti ve uzlaşma barikatlarını daha geri bir cephe hattında kuruyordu: Emperyalizmle, tekelci kapitalizm ve feodal kalıntılarla uzlaşma. Türkiye’de sosyal demokrasi, sosyalizmin gelişmesini önlemek üzere burjuvazi ile bir uzlaşma arayışı olarak değil, demokrasi mücadelesinin genişlemesini önlemek üzere tekeller ve emperyalizmle, büyük toprak sahipleri ile uzlaşma girişimi olarak yalnızca işçi sınıfını değil, bütün halkı reforme edeceğini ileri sürdüğü düzene bağlama peşindeydi. Bu ideolojik politik tutumu ve belirleyişiyle, Türkiye’de sosyal demokrasi, işçi sınıfı içinde burjuvazinin ajanı küçük burjuva tabakanın işçi aristokrasisinin bir akımı olarak değil, tekellerle ve emperyalizmle ve kuşkusuz feodal kalıntılarla belirli çelişmelere, ama onlarla aynı zamanda ciddi ve gelişkin bağlara da sahip olan, düzenden yana, buna rağmen onun aşırılıklarının törpülenmesinde çıkarı olan tekel dışı burjuvazinin, orta burjuvazinin, ama onun en çok uzlaşma ihtiyacı içindeki üst kesiminin bir akımı ve örgütü olarak ortaya çıkmıştı.
Bu akımın “sosyal demokrasi” olarak tanımlanması, kendinden menkuldür. Gerçekte, doğuşu ve gelişmesi dikkate alındığında, kuşkusuz sosyal demokrasi ile ilişkisizdir. Türkiye’de bu akımın hâlâ “sosyal demokrasi” olarak nitelenmesinin başlıca iki nedeni olduğu saptanabilir: Birincisi, bir yanlışın ağız alışkanlığı olarak sürdürülmesi ve ikincisi, sosyal demokrat partilerin gelişmelerinin sonunda, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında geldikleri burjuva liberal konumlarıyla Türkiye’deki sosyal demokrat akımın oldukça yakın benzerlik içinde olmalarıdır. Sosyal demokrasi tanımının değişmez kalıcılığı içinde değil; ama süreçte gösterdiği gelişme ile anlaşılması durumunda (kuşkusuz doğrusu budur), kökeni, ortaya çıkış ve gelişme süreci ve sınıfla bağları açısından farklılıklar taşınmasına rağmen, sözü edilen Türk akımı da sosyal demokrasi olarak tanımlanabilir.
Ancak, temel yaklaşım ve yönelimleri dikkate alındığında, -Marksizm’e bulaşık kökenleri, hem mevcut düzen hem de kapitalist burjuvazi karşısındaki uzlaşmacılık ve sınıf işbirliği amaç ve tutumları, demokratizmleri ve hem reformize halkçılıkları hem de sınırlı bir burjuva işçi partisi görünümü taşımaları gibi nedenlerle- Türkiye’de sosyal demokrasinin; asıl olarak, kiminin bir dizi keskin söylemi bir yana bırakılırsa (bırakılmalıdır, çünkü politik pratikleri bu yönde değildir) bir kısmı başlangıçtan beri sosyal demokrat gelenekli, diğer bir kısmı ise sosyal demokrasiye sonradan iltihak etmiş ve çoğu kere bu iltihakı yalnızca ideolojik ve politik alanla sınırlı tutmayıp örgütsel alanda da gerçekleşmiş; İP, DSP, Dev-Yol ve Kurtuluş gibi akımlarca temsil edildiği belirtilmelidir.
Sosyal demokrasi Avrupa’da sosyalizmi barışçıl yolla kurmak ve parlamenter iktidar aracılığıyla, vergilendirme, ikna etme vb. yöntemlerle sermayeyi mülksüzleştirerek kamu mülkiyetini tesis etmek, böylece pazar ekonomisine son vererek ve planlı ekonomi aracılığıyla kâr için değil, halkın gereksinimlerinin karşılanması için üretimin ve adil bölüşümün gerçekleşeceği sosyal, demokratik bir düzen kurmak için yola çıkmıştı. Proletarya diktatörlüğüne karşıydı ama sosyalizmi kuracaktı! Bu, kuşkusuz, burjuvazi ile birlik ve işçi sınıfının yatıştırılması yoluyla kapitalizmin sağlamlaştırılması ve savunulması kaygısından kaynaklanan hayaller yayılması yanında, burjuvazinin ihtiyaç duyduğu kapitalizmin dayanıklılığım artırmak üzere aşırı kötülüklerinden arındırılması; bu hayaller ve arındırıcı reformlar aracılığıyla işçi ve emekçi kitlelerin sisteme bağlanması demekti.
Sonra, özellikle 2. Savaş ertesinde, “soğuk savaş” baskısı ve sosyalizmin (proletarya diktatörlükleri ve onun özgül biçimlerinin) yaygınlaşmasından duyulan korku yanında sosyal demokrasinin “kendi deneyiyle pişmesi” nedenleriyle sosyalizm söyleminden vazgeçilirken, ya da bu söylem büyük ölçüde muğlâklaştırılırken; burjuvazinin, sosyalizm karşısında “sosyal devlet”e duyduğu ihtiyaç ve bu dönemde Keynesyen politikalara yönelmesine bağlı olarak, sosyal demokrasi de, mülksüzleştirme ve toplumsallaştırmadan, savaş sonrası programına damgasını vuran ”karma ekonomi” savunuculuğuna, pazar ekonomisinin kabulüne, ama devlet müdahaleciğinin benimsenmesine geçti. Değişiklik, özde değildi, yalnızca biçime ilişkindi. Öz olarak savunulan, yine kapitalizmin sağlamlaştırılmasıydı; bunun için reformlarla düzenlemelerdi. Gelecek tasarımı olarak sunulan hayaller (sosyalizmin savunuluyor gösterilmesi vb.) bir yana, sosyal demokrasinin işlevi ve eylemi amacı ile birlikte değişmemiş, sadece söylem değişikliğine gidilmişti. Konjonktürel değişimler ve burjuvazinin ihtiyaçlarındaki farklılaşma, bu kadar değişikliğe yol açsındı!
Türkiye’de sosyal demokrasi olarak kendisini ifade eden akım, 2. Dünya Savaşı’ndan hayli sonra ortaya çıktığında, bir burjuva liberal akım olarak, sosyal demokrasinin değişen söylemi ile kendi somutluğu açısından uyum içinde oldu; bu nedenle de sosyal demokratlığı tartışılmadı.
TÜRK SOSYAL DEMOKRASİSİ, GELİŞMESİ VE İFLASI
İlk ortaya çıktığında, emekçi halkı ve özellikle gençlik hareketini denetimi altına alma başarısını gösteremeyen sosyal demokrasi, devrimci radikalizm, sınıf mücadelesine damgasını vurup, ’71’de yenildikten sonra gericilik yıllarında derlenip toplandı ve 12 Mart sonrası yapılan ilk seçimlerde sol söylemiyle devrimci radikalizmin sürdüğü toprakta yeşerttiği ürünleri derleyerek hükümet ortaklığı şansını yakaladı. Hem de hükümetin büyük ortağı oldu. Ama ’75 ile birlikte işçi ve halk hareketinde görülen yeniden canlanma, sınıf çelişkileri ve mücadelesinin ciddi bir keskinleşme içine girmesi, CHP’nin ortamın devrimcileşmesinden duyduğu korkuyla gericiliğe ve gerici önlemler almaya yönelmesiyle birleşince, giderek emekçi kitleleri denetim altında tutar olmaktan çıktı. Emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları ’70’lerin ortalarından itibaren kötüleşmeye başlamıştı. Sömürü oranı yükselmekte, gerçek ücretler düşmekte, işsizlik artmakta ve demokratik hak ve özgürlük kırıntıları saldırıya uğramakta ve gasp edilmekteydi. Tekelci sermaye ekonomik ve siyasal saldırısını tırmandırmakta, diktatörlük ve sivil faşist çeteler, işçilere ve halka saldırmaktaydı. Buna karşılık grev ve gösterilerin sayı ve niteliği yükselmekte, sermaye ve faşizmin saldırısına karşı direniş gelişmekteydi. Bu durum, uzlaştırıcı işleviyle sosyal demokrasinin umut olmaktan çıkması ve işlevini gerçekleştirememesi yönünde rol oynadı. İşçi ve emekçi hareketi, tavizler ve reform önlemleriyle yatıştırılamayacak bir gelişme göstermekteydi. Faşizm, zor yoluyla düzenin istikrarını sağlamaya yönelirken, tavizler yoluyla sistemin istikrarının sağlanması ve sürecin yönünün değiştirilmesi olanağı, aynı anlama gelmek üzere, sosyal demokrasinin manevra olanağı olağanüstü daralmış ve sınırlanmıştı.
CHP, açık faşist darbeyi kolaylaştıran gerici önlemlere başvurmaktan başka bir şey yapamadı. Düzen savunuculuğu, tüm “değişiklik” ve reform söyleminden vazgeçerek “toplumsal anlaşma” (ekonomik ve sosyal hak talepleri ve grevlerin durdurulması amaçlı işveren ağırlıklı karar yetkili bir kurul kurulması içerikli) ve “eşel-mobil sistemi” (ücretlerin enflasyona endekslenmesi yoluyla dondurulması) önlemleriyle ekonomik ve Aralık 1978’de sıkıyönetim ilan ederek siyasal saldırının önünü tümüyle açtı, uzlaştırıcılıktan saldırgan cepheye geçti. Bu gelişme, Türkiye’de sosyal demokrasinin iflasına giden yolda atılmış ilk temelli adım oldu.
Ecevit’in sözü edilen önlemlerinin ardından, önce 24 Ocak “Paketi” ve sonra 12 Eylül geldi.
Uzlaştırıcılık sökmemiş, ’79 seçimleri (devrimci ve komünistler boykot etmiş ve boykot ciddi bir etki sağlamıştı),-sosyal demokrasinin emekçi kitlelerin önemli ölçüde sosyal demokrasiden kopup uzaklaştığını göstermişti. Kitleler aynı zamanda parlamento ve düzenden de kopma eğilimi içindeydiler. Gelişme, sosyal demokrasinin iktidarsızlığı ve işlev kaybını da göstermek üzere, faşist darbe ile önlendi.
Görece uzun ve zorlu geçen karanlık gericilik yılları sonrasında sosyal demokrasi, yeniden ve bu kez, faşist cuntadan icazetle örgütlendi. Sosyal demokrasinin bir kez “çivisi çıkmıştı” ve hiç sorunlu örgüt olmaktan kurtulamadı, en çok kendi içinde uğraştı ve emekçilerin talepleriyle hemen hiç ilgilenmedi. Gerçi, 12 Eylül’e ve uygulamalarına duydukları tepkiyle emekçi kitlelerinin belirli bir bölümü, sadece, “sosyal” ya da “halkçı” gibi adlar kullanmaları dolayısıyla sosyal demokrat partilere oy verdiler ve destek sundular; ama baştan beri bu partiler hakkında pek de umut beslemediler.
Sosyal demokrasi bu kez ürküntü içindeydi ve “akıllanmıştı”; Ecevit’in 12 Mart karşısında diline doladığı (ama çabuk vazgeçtiği) “faşizmden hesap sorma” sözcüklerini ağzına bile almadı, 12 Eylül Cuntası ve uygulamalarına tek bir eleştiri bile yöneltmedi. Uzlaşma hattını olağanüstü geri mevzilerde kabul ederek daha baştan işlevsizliğini kabullendi. Buna rağmen ehven-i şer yaklaşımı ve “acaba sonradan sahiplenir mi” beklentisi ile yine de kitlelerden belirli bir oy aldı. Cuntanın adamı Necdet Calp’ın Halkçı Parti’si, hemen hiçbir örgütlenmesi olmamasına rağmen, sadece “köprüyü sattırmam” lafı ile yüzde 30 dolayında oy alırken; sonradan SHP, daha incelikli ve örgütlü birkaç iyileştirme talebi ile bu düzeye yaklaştı.
Yerel yönetim seçimlerinde önemli bir başarı elde ederek büyük şehir yönetimlerini elde etmesinin ardından SHP, kendisini gölgede bırakan demokrasi havariliği ile birinci parti olarak son genel seçimlerden galip çıkan Demirel/DYP ile koalisyon kurarak hükümet ortağı oldu. Burjuvazi, girilen istikrarsızlık ve bunalım döneminde sınıf mücadelesinin yükseleceğini hesap ediyor ve SHP yatıştırıcılığından gayret bekliyordu. SHP’nin, alay edilip itilip kakılsa da, bu beklentiyi tümüyle boşa çıkardığı söylenemez.
Ama asıl beklenti, DYP-SHP Hükümeti’nin nispi bir demokratik ortam sağlayacağı şeklinde ortaya çıktı. Başta geniş aydın çevre olmak üzere, sınıf mücadelesine, işçi sınıfı ve halka inancını kaybetmiş 12 Eylül kılıç artıkları, Devrimci Yol’dan İP’e kadar hemen tüm “sol” yelpaze ve hatta (ulusal mücadeleye, amaçlarına, onun yol ve yöntemlerine yaklaşımını da göstermek üzere) seçimlerde SHP ile ittifak yapan ve onu açıktan destekleyen PKK, bir terör hükümeti olarak kurulan DYP-SHP Hükümeti’nden demokrasi beklentisinin yayıcısı oldular.
Hemen tüm “sol”u kucaklayan bu beklenticiliğin işçi ve emekçi kitlelerin özellikle geri kesimlerini etkilememesi düşünülemezdi. “Sorunları çözmek için zamana ihtiyacı olduğu” propagandası ve bunun demokrasinin “son şansı” olduğu tehdidi ile kitlelerin bu beklentisi belirli bir süre uyuşturuldu.
Emekçi kitleler, propaganda edilenlere pek inanmıyor, birbirinden hemen hiç farkı görünmeyen partilere güvenmiyor, umut bağlamıyor, ama yine de ekonomik ve siyasal acil taleplerinin belki kısmen karşılanabileceği beklentisiyle, acabalı tereddütlerle de olsa olacakları gözlüyordu. Ne ekonomik ve politik istikrar gerçekleşebildi, ne de kitleler acil taleplerine kısmen de olsa kavuşabildiler; ancak bu beklenti bile, kitle hareketinde geçici bir gerilemeye neden oldu.
Sonuç, birbiri ardı sıra yeni saldırı paketlerinin devreye girmesi oldu. Sermaye ve faşizmin ekonomik ve siyasal saldırıları sürdü. Sık sık yapılan zamlar, 5 Nisan Paketi ile doruğuna çıktı. İşletme kapatmalar ve büyük sayılarla işçi çıkarmalar gündeme getirildi. En son özelleştirme, yasaya bağlandı. Sendikal örgütlenme yok edilmek isteniyor. “Terör Yasası” ve CMUK ile ne düşünce ne de örgütlenme özgürlüğü kaldı. “Demokratikleşme paketi” olarak propaganda edilen şey, yalnızca, adı Avrupa kamuoyuna mal olmuş birkaç aydının cezaevinden çıkarılmasına indirgendi. DYP-SHP Hükümeti’nin ürünleri, demokrasi yerine gericiliğin tırmandırılması, insan haklarına, en başta yaşama hakkına azgın bir saldırı, her gün onlarca insanın öldürülmesinin propaganda edilmesi, köylerin içinde insanlarla birlikte yakılması, ülkenin büyük bir bölümünün savaş alanı olarak muamele görmesi, acil taleplerin gerçekleştirilmesi yerine zamlar, özelleştirme ve bir yılda 1 milyondan fazla işçinin işten atılması, sosyal hak adına hemen hiçbir şey bırakılmaması oldu.
Demokrasi ve “Kürtlere şefkat” vaatleri ile işbaşına gelen hükümet, ülkenin bugüne dek görmediği bir terör ve kitlesel kırımın uygulayıcısı durumunda. İşbaşına gelmesinden bu yana Kürt illerinde yok etme seferleri düzenlenmesinin resmi sorumluluğunu taşıyor,
Ve krizin derinleşip sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi, mücadelenin şiddetlenme eğilimi göstermesi koşullarında, DYP bir yana, ondan hiçbir konuda hiçbir farkının olmadığını ortaya koymuş, sermaye ve faşizmin bütün saldırılarının altına onunla birlikte imza atan, tekleşen düzen partisinin bir fraksiyonu durumundaki SHP (ve ondan farkını, şimdiye kadarki demagojik açıklamalarının ötesinde, bugünlerde giderme peşinde olan CHP ve sosyal demokrat söyleme bile yabancılaşmış DSP) “politikaları” ve uygulamalarıyla kendisini inkâr etmiş, işlevsizliğini ve iflasını kabul etmiş durumda gözüküyor.
Belediyelerde yolsuzluğa gömülüyor, oralı olmuyor; programında reddettiği özelleştirmenin imzacısı oluyor, aldırmıyor; sosyal demokrasi adına 5 Nisan Kararları’nı savunuyor, utanmıyor; demokrasi ve özgürlük yerine “terör yasası” ve terörün yaygın uygulanması ve katliamların kanma batıyor, bununla “solculuk” taslıyor; her gün onlarca ölümle insan haklarının ırzına geçiyor, batıyor; insanlık adına konuşmaktan gen kalmıyor, buna yüzsüzlük denir. Bir başka adı da iflastır. Ve iflas, yüzde onların altına düşen oy oranı ve burjuvazinin emekçi yığınların yatıştırılması açısından artık kendisine pek ihtiyaç duymayarak yeni hükümet alternatiflerini sesli düşünmeye yönelmesiyle belirgin şekilde görünüyor.
Yine de programından alıntılarla hükümet ortaklığının kriz ve çelişkilerin keskinleşmesi koşullarında iflasa sürüklediği sosyal demokrasinin ideolojik tutumları ile uygulamaları arasında bir karşılaştırma yapma olanağı sağlayalım.
Ancak geçmeden belirtilmelidir ki, sosyal demokrasinin Türkiye’deki iflası, uluslararası iflasından, onun temel bir nedeni olan revizyonizmin çöküşü sonrası dünya burjuvazisinin “sosyal devlet”e olan ihtiyacının ortadan kalkmasından ayrı düşünülmemelidir, düşünülemez. Bu uluslararası etkenin de manevra alanını olağanüstü daralttığı sosyal demokrasinin Türkiye koşullarının özel olarak dayattığı iflası, onu sıfırı tüketme noktasına getirmiştir.
SHP’nin uygulamalarıyla iflasını ilan ettiği programında şu tür maddeler bulunuyor:
“İnsana en üstün değer… I Her günkü ölümler, issizlik, sefalet/”(SHP Program Uygulama Politikaları, Mart 1991, s.13)
“Gücünü halktan alan,”/ “delege ağaları, ihaleler, seçkincilik”! (s.13)
“İnsan haklarına, özgürlüklerine ve emeğine saygılı,/ Gülmek mi ağlamak mı gerekli? İşkence, “yargısız infazlar”, köy yakmalar, düşünce suçları, hapis, gazete, dergi ve kitap toplatmalar, toplantı ve grev yasakları, işten atmalar, emeğin değersizleşmesi, sefalet.” (s.13)
“Demokrasiyi yaşamın her alanına yayan,/ o kadar yayılmış ki bulunamıyor?” (s.13)
“Haksız kazancı önleyen,/ spekülasyon, faiz ve rant gelirlerinde artış, ISKI ve diğer yolsuzluklar/” (s.13)
“Ulusun bağımsızlığını güçlendirme…/ IMF diktelerini kabul, NATO’ya bağlılık özelleştirilecek işletmelerin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi!” (s.13)
Bunları programın giriş bölümünden aktardık. Bu kadar yalanı bir arada görmeyen bu bölüme bakmalı.
“Toplumda, kişiler arasında özgürlüklerini kullanma, haklar ve siyasal katılma olanakları açısından hiçbir ayrım bulunmamalıdır./ MGK Cumhuriyetine karşı çıkmayış. Denetimsiz Kontrgerillaya söz etmeme. Komünist Partisi ile Kürt Partisi’ne yasak karşısında sessizlik/” (s.14)
“Emek en yüce değerdir/ Emeğe bunca saldırganlık üstüne bir de alay!” (s.15)
“… Üretimden hakça pay… ! Üçte birin altına düşen gerçek ücretler, artan sömürü oranı, asgari ücretin vergiye tabiliği!” (sf. 15)
“Bağımsızlığın korunması, ekonomik bağımsızlığın da gerçekleştirilmesiyle olacaktır./ IMF, özelleştirme, yabancı sermaye./”(sf. 17)
“/SHP/ Her türlü sömürü ve yayılmacılığa karşıdır./ Dilin kemiği yok! Sömürü karşıtlığını bırak, sömürünün oranının yükselişini durdur.’/” (sf.20)
“Sağlıklı bir demokrasinin oluşmasında, tekelleşmiş özel kesimin dışında kalan bütün grupların, özellikle küçük üretici ve girişimcilerin, esnaf ve zanaatlar ile memur ve işçilerin ekonomik gücünün geliştirilmesi gereklidir. /Doğru söze ne denir? Ama neden tersini yapıyorsunuz?/” (sf. 21)
“SHP devletçidir./ Öyleyse neden özelleştirme?/” (sf. 21)
“… Katılımcı bir planlama ve karma ekonomi düzeni…/ Plana ve kamu mülkiyetine ilişkin her şeyin sosyal demokrasi imzasıyla yok edilmek üzere masaya yatırıldığı biliniyor./” (sf. 21)
Ve işte SHP’nin özelleştirme imzasına “dayandırdığı” programının temel görüşler bölümünün ilgili maddesi: “SHP, kalkınmayı hızlandırmak, ekonomiyi yeniden yapılandırmak, ekonominin işlerliğini sağlamak ve geliştirmek için gerekli gördüğü alanlarda devletin doğrudan üretim işlevlerini yüklenmesinin toplum yararına olduğuna inanır. SHP aşağıdaki üretim alanlarına devletin doğrudan girmesini öngörür: /Devletin kapitalizmin geliştirilmesi ve korunmasında yardımcı ekonomik işlevi olarak devlet müdahaleciliğinin alanları sayılır ve eklenir: /Devlet, üretimini esas olarak KİT’ler aracılığıyla geliştirecektir. I Hem devlet müdahaleciliğinin hem de KİT’lerin idam kararını imzalayan aynı SHP’dir.” (sf. 25-26)
“SHP, özel kesimde tekel rantlarını önlemek ve tüketicinin korunmasını sağlamak üzere önlemler getirecektir./ En çoğu spekülatif alanda olmak üzere tekel rantlarından geçilmemekte ve SHP aklına gelen tekelin aklına geldiği zaman yaptığı zamlara olanak tanıyan iki hükümet ortağından biridir.”
“SHP, demokrasinin gerçekleşmesini güçleştirici tüm ekonomik, toplumsal ve yasal engellerin kaldırılmasını devletin görevi olarak görür. “Tam görevin devlete tevdi edilmesi nedeniyle bu alanda bir şey yapılmamakta siyasal toplumsal olanlar bir yana 12 Eylül Anayasası başta olmak üzere demokrasi düşmanı yasaları, zaman zaman ve alçak sesle demagojik bir eleştiriye tabi tutmakla yetinmekte ama katiyen eyleminin konusu edinmemektedir. Bu alanda ANAP ve DYP’den bile geridedir I” (sf. 29)
“SOSYAL DEVLET”
“SHP, devletin vatandaşların toplumsal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenerek, onlara onurlu bir yaşam düzeyi sağlamakla yükümlü olmasını öngörür. SHP, devletin sosyal olma niteliğinin gerçekleşmesinde sosyal adalete dayanan bir kalkınmanın önkoşulu olduğuna inanır. Sosyal adaletin gerçekleştirilmesi için kalkınmayı, gerçek bir kalkınmanın olabilmesi için de adil bir gelir dağılımını gerekli bulur. I Tüm bu alanlarda iflası kanıtlamaya gerek var mı?/” (sf. 30)
“SHP, halkın temel sağlık gereksinimlerinin devlet tarafından ve ücretsiz olarak karşılanması gerektiğine inanır./ Sağlık alanı da özelleştirilmektedir ve tümüyle paralı kılınmıştır./ “(sf. 31)
“SHP, Kamu İktisadi Teşekkülleri’ni hızlı ve belirli yapıda bir sanayileşmenin gerçekleşmesi için en güçlü araç olarak görmektedir./ Bu nedenle ölüm kararlarına imza atmıştır./ ” (sf. 60)
“IMF, Dünya Bankası ve benzeri kuruluşlarla ilişkilerinde bu kuruluşların Türkiye’ye, ‘ekonomi politikası’ benimsetmelerine izin verilmez./ 5 Nisan Kararlarının IMF direktifi ile alındığı ve bu hükümet döneminde Türkiye’nin en dışa bağımlı dönemini yaşadığı biliniyor./ ” (sf. 103)’
“… Kamu yararını gözeterek görev yapan güçlü bir bankacılık sistemi amacımızdır./ İki kamu bankası dışında bütün diğerleri özelleştirilmektedir.(sf. 117)
“… Yüksek faiz politikasına son verilecektir./ yüzde 400’ü aşan faizleriyle hazine bonoları vb. bu hükümetin marifetidir./” (sf. 129)
“Tam istihdam hedeftir. SHP herkese, eğitime, bilgi birikimine, yeteneklerine göre iş sağlamayı devletin görevi sayar./ Bırakalım yetenek sorunu ve mühendislerin işportacılık yapmasını, bu hükümet döneminde milyonlarca işçi işten atıldı./” (sf. 132)
“SHP, herkesin sosyal güvenlik sistemi kapsamına alınmasını amaçlar./ işverenin primlerini ödememesi sonucu SSK iflas durumundadır./” Sf. 132)
“… Sendikalaşma, toplusözleşme ve grev hakkının yaygınlaştırılması ve giderek tüm çalışanları kapsaması…/ Bu hak sınırlanmıştır./ ” (sf. 145)
“… Kişilerin eşitliğini ve özgürlüğünü sağlayan ölçülerden biri hukukun üstünlüğüdür./ Bu nedenle “Terör Yasası”nda adi ve siyasal suçlular çifte standarda tabi tutulmuştur!/” (sf. 253)
Bunlar ilk bakışta seçilenler. SHP bütünüyle bir yalan kumkuması ve iflas durumundadır.
Sosyal demokrasinin programıyla bütünüyle zıt uygulamalarının, hükümete ancak ortak olarak katılması gerekçe gösterilerek açıklanmaya çalışılması ve aksi durumda sağın hükümet olacağı korkuluğunun sallanması tam bir sahtekârlıktır. Programı tamamen düzenbazlık oyunu olmayan hiçbir parti tam tersini uygulamak üzere hükümet olmaz. Bu yalnızca sosyal demokrasiye değil, ama en çok ona özgüdür. Burjuva düzen partileri muhalefette güç toplamak üzere başka, hükümet ettiklerinde ise başka tablolar çizmekte ve uygulamalar göstermektedir. Bu, halkı aldatarak oyunu almaya çalışan tüm düzen partileri açısından geçerlidir. Ancak “düzen değişikliği” yönünde açıklamaları ve hükümet olduğunda düzeni sağlamlaştırmayı amaçlamaları ve zaten temel işlevlerinin bu oluşu, sosyal demokrasi açısından belirgindir.
SHP ve genel olarak sosyal demokrasi, yalnızca programı ile çelişmesiyle değil, ama düzenin istikrarını sağlamak üzere emekçi kitleleri yatıştırma olanaklarını yitirmesiyle ve onlardan kopuşuyla da iflas durumundadır. İşlevsizleşmiştir.
Sosyal demokrasi ve ona yeni iltihaklara zerrece bel bağlamadan, ondan zaten kopmakta olan işçi ve emekçilerin aydınlatılıp örgütlenmesi ve düzenle olan çelişkileri ve taleplerinin kapitalizmi devirmek üzere harekete geçirilmesi için tüm olanakların seferber edilmesi, Türkiye’de sınıf mücadelesinin geleceğinin temel belirleyenlerinden biri olacaktır.
Aralık 1994
KAYNAKÇA
(1) (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s. 22, Sol Yayınları)
(2) (Lenin, Marx, Engels, Marksizm, s. 254, Sol Yayınları)
(3) (aynı yerde)
(4) (Proleter Devrimin Teorisi, Aktaran Lenin, s.74, Yıldız Yayınevi,)
(5) (Age.)
(6) (Üçüncü Enternasyonal 1919-1943 Belgeler, s. 182, Belge Yayınları)
(7) (A History of German Social Democracy, s. 269)
(8) (Marksizm Leninizm’in ilkeleri, Kuzinen, s. 162, Yar Yayınları)
(9) (A History of German Social Democracy, s. 275)
(10) (Agy, s. 276)
(11) (Agy, s. 279)
(12) (Agy, s. 279)
(13) (Agy, s. 288-289)
(14) (Programme of the Swedish Social Democratic Party Çev. Mesut Arslanbek, s.1)
(15) (Agy. s.2)
(16) (Agy. s. 6)
(17) (Agy. s. 14)
(18) (Agy, s.14)
(19) (Agy. s. 19)
(20) (age.)
(21) (age. sf. 27)