Lenin, bir yerde şunları söyler: “… Burjuvazi gücünü yalnızca uluslararası sermayenin gücünden, uluslararası bağlantılarının gücü ve dayanıklılığından değil, aynı zamanda alışkanlık kuvvetinden, küçük üretimin gücünden alır…” (1)
Lenin’in bu satırları yazdığı tarih, Nisan-Mayıs 1920’dir. Proletaryanın dünyayı değiştirebileceğinin, yeni bir dünya yaratabileceğinin, bütün yönleriyle en güçlü kanıtı ve habercisi olan Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin başarıya ulaşmasının üzerinden birkaç yıl geçmiştir. Rusya proletaryası, burjuvaziyi yere vurmuş, sosyalist inşada belirli bir mesafe de kat etmiştir. Rusya proletaryasının başında, bütün sınıf mücadeleleri tarihinin şimdiye kadar tanıdığı en hareketli, en sağlam, en disiplinli ve en yaratıcı örgüt olan Bolşevik Parti vardır.
Lenin; yukarıda, bir pasajını alıp aktardığımız “Bolşevik Başarısının Temel Koşullarından Biri” başlıklı makalesinde, bir yandan Bolşeviklerin karakteristik özelliklerine ve bunların kaynaklarına işaret etmekte; diğer yandan da yukarıdaki sözleriyle hem Rus komünistlerine hem de diğer ülkelerin komünistlerine bir uyan yapmaktadır. Bu uyarı; hem yıkılacak dünyanın temsilcisi olan sınıfın birikimine, gücüne ve bunların kaynaklarına bir işaret ediştir, hem de, bunun karşısında yeni dünyanın yaratıcısı olan proletaryanın ve onun öncülüğünün dile gelişi ve cisimlenişi olan komünist partisinin zafer kazanmasının imkânlarının temellerini ortaya koyuştur.
Öncesini bir yana bırakacak olursak, proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin tarihi, bu iki ana sınıfın temsil ettikleri iki dünya arasındaki çarpışmanın ne kadar uzun, ne kadar çetin, ne kadar derin ve ne kadar zahmetli olduğunu ortaya koymuştur. Lenin, yine aynı makalesinde, proletaryanın zaferinin başlıca koşullarını şöyle sıralamaktadır:
“Önce, proletarya öncüsünün sınıf bilinci ve onun kendini devrime adaması, onun sağlamlığı, özverisi ve kahramanlığı. İkincisi çalışan insanların en geniş yığınlarıyla, başta proletarya ile ama aynı zamanda çalışan insanların proleter olmayan yığınlarıyla, belirli ölçüde bağ kurma, bu öncü tarafından uygulanan siyasal önderliğin doğruluğu; geniş yığınların, doğru olduklarını kendi öz deneyimleriyle görmeleri koşuluyla siyasal strateji ve taktiklerin doğruluğu.” (2)
Ve tartışmasız olarak, bütün bu özellikleri eyleminde ve düşüncesinde cisimleş tiren • ve sürekli geliştiren devrimci proletarya militanları. Gerçekten, bu özelliklere sahip olmayan devrimci proletarya militanları olmaksızın, ne proletarya partisinin varlığı ne de zaferi düşünülebilirdi. Proletaryanın, burjuvaziye karşı zaferinin imkânları tartışılırken, nicel hesaplamalar esas alınsaydı, proletarya hiçbir zaman galip gelmezdi. Bu yüzdendir ki, sınıf mücadelesinin başlıca sorunları üzerine tartışılan her yerde, devrimci militanlar üzerinde mutlaka durulur. Parti, her yeni adımında ve her yeni gelişmeye karşı geliştireceği tutumda, devrimci kadrolarının durumunu, bu yüzden mutlaka göz önünde bulundurur. Devrim, proletarya militanlarının omuzlarında yükselir; yeni dünya, bu yeni insanların eylem ve ilişkilerinde filizlenir.
Bu yazıda, devrimci militanın temel özelliklerinden birisini tartışmaya çalışacağız: Yaratıcılık.
Dünyanın birçok ülkesinde ve bizim ülkemizde gerçekleşen sayısız devrim ve devrimci kalkışma; proleterlerin, emekçilerin ve devrimci militanların inanç, azim, kararlılık ve yaratıcılıklarıyla gerçekleşti. İster zaferle sonuçlanmış olsun ister yenilgiyle, her devrimci eylem, mutlaka yeni dersler, yeni tecrübeler bıraktı geriye. Hepsinin ortak bir amacı vardı ama. Bu, yeni bir dünya yaratmaktan başka bir şey değildi. Bütün bu mücadelelerin içinden sayısız proletarya kahramanları ve örnek devrimci militanlar çıktı.
Hangi devrimi, hangi devrimci eylemi ya da kalkışmayı incelersek inceleyelim, hepsinde de ilk göreceğimiz, ilk hissedeceğimiz şey; her birinin çok sayıda devrimci militanın ve emekçi yığınların emekleriyle gerçekleştiği, ona katılanlara, onu yaratanlara mal olduğu olacaktır. Örneğin Büyük Ekim Proleter Devrimi üzerine konuşurken, onun Rusya proletaryasının eseri olduğunu söyleriz. Ya da, Paris Komünü’nü, komünarların adıyla anarız. Bunun yanında her büyük devrimde ya da devrimci eylemde adını özellikle andığımız, değinmeden geçemediğimiz önemli devrimci kişiler de vardır. Devrim ya da devrimci eylem, kitlelerin eseri olmuştur ama onun, neredeyse bütün yeni ve olumlu özelliklerini kendi eylemine yansıtan, bu yönüyle öne çıkan örnek devrimciler ve önderler, belirgin bir şekilde önümüzde dururlar.
Buradan çıkarmamız gereken iki önemli sonuç var. Bunlardan birincisi, örnek devrimci militanların ve önemli devrimci derslerin, daima devrimci mücadeleler tarafından yaratıldığıdır. Diğeri ise devrimci kadroların, kendi görevlerini yerine getirebilmeleri ve sağlıklı bir komünist gelişime sahip olabilmeleri için, hem devrimci deney ve derslerden ustaca yararlanabilmeleri, hem de örnek devrimci ve önderlerin karakteristik özelliklerini örnek alarak kendilerini geliştirmeleri gerektiğidir. Örneğin, devrimci kadroların taşıması gereken temel özellikler üzerine yazılan sayısız makale ya da başka yazılarda, bütün zamanların en büyük ihtilalcisi olan Lenin örnek gösterilmiştir. Bu, “bütün devrimci militanlar Lenin gibi olmalıdır” türünden bir amaçla ya da istemle yapılmamıştır elbette. Stalin, “Eğer kazanmak istiyorsanız Lenin gibi çalışın Lenin gibi savaşın” derken, böyle bir şey düşünmemiştir asla. Ama söz konusu olan; devrimci militanların eğitimi ve gelişimi üzerinde durmaksa eğer, mutlaka en gelişmiş örnekler ele alınmalıdır. Çünkü bu en gelişmiş örneklerde, çoğu kez imkânsız sayılan şeylerin başarılabilirliği, değişmez sayılan şeylerin değiştirilebilirliği görülür. Ya da, diyelim ki kitle hareketinin örgütlenmesi vb. konularda, Bolşeviklerin yapılamazı yaptıkları, imkânsızı imkânlı hale getirdikleri birçok deney, örnek olarak gösterilir. Burada da aynı şey geçerlidir. Kimse, örneğin Bolşeviklerin eşsiz bir yaratıcılıkla örgütledikleri bir grevi, örnek olarak ele alıp incelerken, “demek ki bir grev böyle örgütlenirmiş, biz de aynen böyle yapalım”ı amaçlamaz.
Bir devrimci proletarya militanı, bir işi sadece kendine gösterildiği gibi yapan kişi midir? Partinin, kendisine verdiği görevi eksiksiz olarak yerine getirmiş bile olsa, onu tıpkı kendisine söylendiği şekilde yapan bir militan, iyi bir militan mıdır? Basmakalıp bir düşünce yapışma sahip olan, önüne hiç hesapta olmayan engel ya da sorunlar çıktığında tökezleyip kalan bir devrimci, öncü olabilir mi? Eğer yaratıcılık, devrimci proletarya militanının en önemli özelliklerindense, bunun gelişimi nelere bağlıdır?
MARKSİZMİ BÜYÜK BİR MERAK VE HEYECANLA ÖĞRENME İSTEĞİNİ HİÇBİR ZAMAN YİTİRMEMEK
Bütün insanlık tarihinin en gelişkin düşünce sistemi olan Marksizm ve onun teorisi ve yönteminin amacı, yine onun ustaları tarafından, “devrimci teori, devrimci eylem içindir” şeklinde tanımlanmıştı. Bu, pek bilinen bir sözdür. Hatta Marksizm’in teorisini ve yöntemini hemen hemen hiç bilmeyenler tarafından bile, sık sık yinelenen bir söz. Her tarafından, eski bir dünyanın alışkanlık, ilişki, kültür ve düşünce sistemiyle kuşatılmış bulunan bir insanı değiştirmek; insanlığın gelişiminin önünde büyük ve güçlü bir engel olan bir sistemi yıkmak ve yeni bir dünya yaratmak; en bilinen ifade şekliyle, devrimci eylemin amacıdır. İşte, “devrimci teori, devrimci eylem içindir” denildiğinde esas anlaşılması gereken şey, Marksizm’in böylesine çetin, böylesine uzun soluklu ve böylesine derinden işleyen bir eylemin yol göstericisi olduğudur. Bu yüzdendir ki, onu kuşanmak, kendisini ve elinin erdiği her yeri ve her şeyi devrimci tarzda değiştirmek isteyen bir militan açısından, kelimenin tam anlamıyla zorunludur. “Onu kuşanmak” denildiğinde, anlaşılması gereken şey, sadece Marksist-Leninist klasiklerin okunup ezberlenmesi değildir elbette. Çünkü onun öğrenilmesinin esas alanı da devrimci pratiktir. Yani, hem geçmiş devrimci pratik deney ve tecrübeler, hem yürütülen devrimci çalışmanın ve devrimci yaşamın kendisi. Bir işçiyi ya da bir genci değiştirmeye çalışırken, ya da partinin ortaya koyduğu bir hedefi veya taktiği kendi bulunduğu yerde hayata geçirmeye çalışırken, eldeki bütün olanaklardan en yaratıcı tarzda yararlanmak, amaca ulaşabilmek için yeni olanaklar yaratmak ve elde edebilmek açısından da zorunludur bu kuşanma.
Lenin, “Marksizm’i tüm diğer sosyalist teorilerden ayıran şey, nesnel durumun ve nesnel evrim çizgisinin tamamen bilimsel bir incelemesi ile kitlelerin -ve tabii ki sınıf ile aktif ilişki kurabilen bireylerin, grupların, örgütlerin, partilerin- devrimci enerjisinin, devrimci yaratıcı zekâsının ve devrimci atılganlığının en etkili kabulünü fevkalade bir şekilde birleştirmesidir” (3) demişti. Bu sözleri, ilk başta andığımız “devrimci teori, devrimci pratik içindir” sözüyle birlikte düşündüğümüzde, temel olarak şu sonucu çıkarabiliriz: Marksizm, “kitlelerin devrimci enerjisinin, devrimci yaratıcı zekâsının ve devrimci atılganlığının” nasıl harekete geçirebileceğini gösterir. Ve onun gösterdiğini, devrimci eylem kucaklar. Bu bakımdan, militanın devrimci yaratıcı eyleminin ve gelişiminin vazgeçilmez koşuludur Marksizm’i büyük bir merakla ve heyecanla öğrenme isteğini asla yitirmemek. Kuşku yoktur ki, Marksizm’in özünü, yani onu diğer tüm teorilerden ayıran şeyin yukarıdaki sözlerde saklı olduğunu anlamayanlardan; onu birkaç yılda birkaç kitap okuyarak öğreneceğini sananlardan; belirti bir süre edindiği teorik birikimle yıllarca “idare edebileceğini” düşünüp böyle davrananlardan; yani onu, büyük bir heyecanla her an öğrenerek eyleminde sınayamayanlardan; asla devrimci ve yaratıcı bir eylem kişiliği ve yaratıcı bir düşünce gücü beklenemez. Tekdüze, rutin, devrimci hayatını ve eylemini kabaca tekrarlayarak yürümeye çalışan devrimcilere baktığımızda; onların Marksizm’in devrimci özünü asla kavrayamadıklarını, onu büyük bir merakla öğrenme ve yaratıcı bir tarzda eyleminde cisimleştirme istek ve azmini yitirmiş olduklarını görürüz.
Devrimci militanların sadece kendisine söylenenleri yapan, kendisine verilen bir işi, sadece yapılması gereken bir iş olarak görüp böylece yapan kişiler olduğunu düşünelim. Eğer böyle olsaydı, devrim asla başarıya ulaşamazdı. Ama burjuvazinin dünyasında işler tam da böyle yürümektedir. Sana söyleneni yapacaksın, belirlenen şeylerden başka bir işle uğraşmayacaksın, seni ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokmayacaksın; yoksa… Orada, okuldan başlayarak bütün çalışma alanlarında, insanın yaratıcı düşüncesine ve eylemine çekilmiş bir set, mutlaka vardır. Bu yüzdendir ki, örneğin fabrikada çalışan işçiler, ancak bu setleri parçalayabildiklerinde, “barikatın bu yanına” geçip kendi dünyaları için mücadeleye atıldıklarında, bütün yaratıcı yeteneklerini harekete geçirip ilerleyebilirler. Ya da, devrimci bir partinin militanlarına, her an yeniden öğrenme isteğiyle dolu oldukları devrimci düşünceler ve saflarında mücadele ettikleri partinin yaşantısı, ilke ve normları, böyle bir olanağı mutlaka verir. Bu bakımdan, devrimci militan için aslolan şey; sadece bileğiyle değil, yaratıcı düşüncesiyle de, mücadele edebilmeyi başarabilmektir ve ona bu özelliği kazandırabilecek tek şey, Marksizm’in teorisi ve yöntemidir. Bu olmaksızın, devrimci militanın hareket alanı daima daralır, ilk eldeki olanakların ve araçların ancak çok küçük bir bölümü harekete geçirilebilir.
1990 1 Mayısı hâlâ hatırlardadır. Onun, Türkiye işçi sınıfının dönemsel hareketindeki ilerletici rolü tartışmasız olarak akıllardadır. Burada, Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nin Marksist teori ve yöntemi (diyalektik materyalizmi), işçi sınıfının devrimci eylemi açısından nasıl başarıyla kullandığı, bir kez daha görülmüştü. Şimdi, 1990 1 Mayısı’nın ortaya çıkışını ve Lenin’in yukarıda aktarmış olduğumuz, proletarya partisinin başarısına ve Marksizm’in devrimci özüne ilişkin sözlerini akılda tutarak devam edelim.
Marksist teori ve yöntemin mükemmel bir ortaya konulusu ve yaratıcı düşünce ve eylemin parlak bir şekilde uygulanışı; barikatın bir yerde delindiği zaman, arkasının geleceğini bilen burjuvazinin ve sendika ağalarının bütün engelleme çabalarını boşa çıkarmıştı o zaman. Öte yandan, o dönemde Türkiye devrimci hareketi üzerinde yaygın etkisi bulunan ve yığınların yaratıcı gücünü göremeyen küçük burjuva devrimciliğinin ilkel önyargıları da boşa çıkarılmıştı. Ama bizim konumuz açısından ele alacak olursak, bir şeyi daha kanıtlamıştı 1990 1 Mayısı. O da, proletarya partisinin siyasal önderliğinin ve siyasal strateji ve taktiklerinin, ancak devrimci militanların yaratıcı ve inatçı eylemiyle, yaratıcı düşüncesiyle birleştiğinde doğrulanabileceği ve hayata geçebileceğiydi. Eğer devrimci komünist militanların sonuna kadar yaratıcı ve ısrarcı çabaları olmasaydı, öne sürülen taktik ne kadar doğru ve mükemmel olursa olsun, bu 1 Mayıs eylemleri, başarıya ulaşamazdı. Ele almaya çalıştığımız konu açısından, çok iyi bir örnek olan bu eylemleri ve hazırlanışlarını daha yakından incelemeye çalışalım.
İşçi hareketinin dönemsel özellikleri, içinde bulunulan zaman ve üzerinde durulan zeminin temel koşullan, eldeki olanaklar ve araçların özellikleri, bilimsel bir şekilde analiz edilmiş; ortaya çıkacak sonuçlar ve olasılıklar hesap edilmiş ve bir taktik belirlenmiştir. Bu, geçmiş yıllarda olanlardan farklı olarak, işçi bayramının işçi usulüyle kutlanması, belirli işçi merkezleri ve fabrikaların mücadele alanlarına çevrilmesi ve güçler ve olanaklar el verdiği oranda meydanlara yürünmesidir.
Elbette, o zamana kadar son yıllarda kabaca tekrarlanan 1 Mayıs taktiklerinden daha farklı bir taktikti bu.
Bu taktik, parti tarafından belirlenip ilan edildiğinde, tasfiyecilik yıllarının etkilerini hâlâ üzerinde taşıyan kimi “tecrübeli” kadrolar, bunu şaşkınlıkla karşıladılar. Kimisi bunu bir hayal ürünü olarak gördü. Ama belirlenen alanlarda çalışma yürüten gerçek devrimci kadrolar, onların yaratmaya çalıştıkları umutsuzluk bulutlarını yaratıcı eylemleriyle dağıtmayı pek iyi bildiler. İlk bakışta, bir olanak olarak görülmeyen dolaylı ilişkiler bile harekete geçirildi. Eldeki güçlerin organizasyonu ve eyleme adaptasyonu sağlam bir şekilde yapıldı. Öne konulan hedefe ulaşabilmek için yasal ve gizli ilişkiler, ustaca harekete geçirildi. Mücadele azmi, inancı ve yaratıcı düşünce, yeni olanaklar yarattı. Sonuçta, birtakım eksikliklerine rağmen, İstanbul’da, belirlenen hedeflere ulaşıldı. Bunda, kuşkusuz ki, devrimci militanların yaratıcı zekâsının ve düşüncesinin ve bunların gösterdiklerini kucaklayan eylemlerinin rolü, belirleyiciydi. Neresinden bakılırsa bakılsın, Marksizm’in devrimci özüyle, yaratıcı eylemin birleşmesinin en olumlu örneklerinden birisiydi 1990 1 Mayıs eylemleri. Ve Marksist teori ve yöntemin öğrenilmesinin, özümsenmesinin ve uygulanmasının hangi biçimde olacağına dair, güçlü ipuçları taşıyordu. Eğer bu eylemlerin hazırlanması sırasında; geliştirilen tutumun sadece tanıdık, bildik kişilere aktarılmasıyla yetinilseydi; fabrikalarda ve ilgili emekçi semtlerinde birkaç bildiri dağıtılmakla yetinilseydi sadece; yani ortaya konulan iş ve görevler, sadece yerine getirilmesi gereken işler ve görevler olarak algılanıp öylece yapılsaydı, böyle başarılı bir sonuç nasıl elde edilebilirdi? Sovyetler Birliği’nde faşist Hitler ordularına karşı verilen savaş sırasında geçen ilginç bir olay vardır. Moskova’nın savunulmasından sorumlu olan Kızıl Ordu komutanı, siperleri gezerken, ilgili siyasal komisere sorar: “Siperleri neyle kazdınız yoldaş?” ve “Kürekle” yanıtını alır. Komutanın verdiği karşı yanıt aynen şöyledir: “Aklınızla kazmanız gerekirdi yoldaş,” Bunu, üzerinde tartıştığımız örnek açısından düşünecek olursak; bu eylemlerin hazırlanmasına sadece bilek gücüyle girişilseydi, nasıl bir başarı elde edilebilirdi? Ya da bir başka açıdan söylenecek olursa; bu eylemlerde, böylesine üstün bir yaratıcılık gösterenlerin yerine, o tutucu yoldaşların görenekçi çalışma tarzları geçseydi, nasıl bir başarı elde edilebilirdi? Yani, “siperi kürekle kazmaya çalışanların” demek istiyoruz. Yani, bir eylem kılavuzu olan Marksizm’i, eylemlerinde yaratıcı bir şekilde kullanmayı bilemeyen, pek “bilgili” ve “tecrübeli” yoldaşların…
Marksizm’in teori ve yönteminin öğrenilmesi ve özümsenmesinin ve bu merak ve heyecanın asla yitirilmeyeceği esas alanın devrimci pratik olduğu, sayısız kere söylenmiş ve sayısız olay ve olgu tarafından doğrulanmıştır. Ama bir başka şey daha vardır bu şekilde doğrulanan. Bu, devrimci teorinin, devrimci eylemden ayrı olarak ele alınmasının, ona hizmet etmemesinin, devrime verdiği büyük zararlardır. Bir de, Marksizm’i, bir aydın merakı olarak öğrenme “isteği ve heyecanı” taşıyanların asla gerçek devrimciler olmadıkları. Lenin’in, “Yakov Sverdlov’un Anısına Söylevde söylediği şu sözler, bu bakımdan oldukça öğreticidir: “… Özellikle devrimin sürekli, bazen ıstıraplı ve son derece uzun hazırlık dönemi boyunca, biz Rusya devrimcileri teori, ilke, program ve pratik çalışma arasındaki uçurumun çok acısını çektik. Özellikle, doğrudan eylemden kopuk teoriye dalmanın çok acısını çektik “(abç.) (4)
Bütün ilgisini, dikkatini ve pratik çalışmasını “doğrudan devrimci eylem”e çevirmeyerek “teoriye dalan”ların edindikleri Marksist bilgilerin ve onu öğrenme isteklerinin de hiçbir işe yaramayacağı yeterince açıktır. Böylelerinin sayıları, Türkiye’de azımsanamayacak kadardır. Ama onların kafalarındaki bilginin ne “doğrudan eylem’le bir ilgisi vardır; ne de doğrudan eylemin böylesine bilgi sahiplerine ihtiyacı. Marksizm, koca bir dünyayı devrimci tarzda değiştirmeye kalkışan devrimci militanların ve devrimci proletaryanın, onu alabildiğince yaratıcı bir tarzda değiştirebilmeleri ve yeniden yaratabilmeleri için vardır.
ELDEKİ HER OLANAKTAN EN İYİ ŞEKİLDE YARARLANMAYI BİLMEK
1912’li yıllarda, daha çok işçi ve emekçi kitlesine ulaşabilmek, onlarla daha çok bütünleşebilmek için, ajitasyon ve propaganda araçlarını en geniş ve en etkili şekilde kullanabilmek, Bolşevikler açısından zorunlu bir hale gelmiştir. Bunun için, ortaya çıkan her olanaktan en verimli bir şekilde yararlanmak, yeni olanaklar ortaya çıkarmak gerekmektedir. Bolşevikler bu amaçlarına ulaşabilmek için çaba gösterirlerken, gericilik de boş durmamaktadır elbette. O da, Bolşeviklerin kullandıkları ya da kullanmak istedikleri her aracı etkisiz hale getirmeye çalışmakta, onların yararlanmaya çalıştıkları bütün olanakları daraltıp etkisiz hale getirmeyi amaçlamaktadır. Bu koşullarda Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi Ocak Konferansı, yasal bir günlük gazete çıkarma kararı alır. Bu gazete, ilk sayısı, 22 Nisan 1912’de yayınlanan Pravda’dır. Ama Çarlık, Pravda’yı engellemek için elinden gelen her şeyi yapar: Gazete binalarının sürekli olarak basılması, yazı kurulu üyelerinin sürekli olarak tutuklanması, gazeteyi satan çocuklara işkence yapılması, onun sürekli olarak toplatılabilmesi için yeni sansür yasalarının çıkarılması vb… Ama gericiliğin bütün çabaları, Bolşeviklerin kararlılık ve yaratıcılıkları karşısında yenik düşer; Pravda, 8 Temmuz 19l4’e kadar tam 645 sayı çıkar.
Burada, diğer şeyleri bir yana bıraktığımızda, Bolşeviklerin yasaları atlatmaktaki yaratıcılıkları ve gazetenin dağıtımını örgütlemedeki becerileri, bizim konumuz açısından gerçekten incelemeye değerdir. Tony Cliff, “Lenin Biyografisi–1 Partinin İnşası” başlıklı çalışmasında, bunu şöyle anlatıyor:
“Basın kurulları her sayının ilk üç kopyasının önce sansüre gönderilmesini öngörüyordu. Ancak, Pravda yazı kurulu, sansür beğense de beğenmese de gazeteyi dağıtmaya kararlıydı. Bu üç kopyanın sansüre gönderilmesi ile çok sık olduğu gibi polisin basımevinde belirmesi arasında, mümkün olan en fazla zamanı kazanmak gerekiyordu ve sonunda soruna delice bir çözüm buldular. İlk üç kopyanın sansüre gönderilmesini öngören yasa, yolculuğun ne kadar sürmesi gerektiği üzerine bir şey demiyordu. Böylece bu iş, basımevindeki 70 yaşında bir ihtiyara emanet edildi. Yaşı; yavaş yürümesini, sansür bürosuna varmasının iki saat kadar sürmesini garantiliyordu. Gazeteyi teslim ettikten sonra yaşlı adam, görünüşte dinlenmek için büroda kalırdı; ama aslında bu, Pravda’nın yanı sıra diğer gazeteleri de inceleyen sansür müfettişini de gözlemek içindi. Eğer müfettiş Pravda’yı okuduktan sonra başka bir gazeteye başlarsa, yaşlı adam yavaş yavaş basımevine dönerdi.
Fakat eğer müfettiş, Pravda basımevinin bölgesini kapsayan Üçüncü Polis Bölgesi’ne telefon edecek olursa, bu defa ihtiyar koşarak oradan fırlar, bir taksiye el eder ve geriye koştururdu. Dönüşünü gözlemek için basımevinin etrafına gözcüler yerleştirilirdi ve bunlar, yaşlı adamın koşarak köşeyi döndüğünü’ gördükleri zaman, ne olduğunu hemen bilirlerdi. Alarm işareti verilir ve herkes hararetli bir şekilde işe koyulurdu. Gazeteler ortadan kaldırılır ve saklanır, dağıtım departmanı kapatılır ve baskı durdurulurdu. Polis gelinceye kadar, basılan gazetelerin çoğu gitmiş olur, geriye ‘protokol’ için sadece birkaç tane kalmış olurdu.
Pravdalar, paket halinde, birçok karmaşık yollarla taşraya yollanırdı. Örneğin, demiryollarında çalışan parti üyeleri ve sempatizanlar, yol boyunca diğer yoldaşların beklediği özel olarak tespit edilmiş yerlerde, paketleri trenden atarlardı. Bir diğer kasabada, gazeteler doğrudan postaneye yollanır ve burada postacılar arasındaki bir yoldaş, gazeteler geldiği zaman bunlara sahip çıkardı.” (5)
Bugünkü koşullar düşünüldüğünde, bir günlük gazetenin çıkarılabilmesi bu kadar zor değildir. Ya da, bugün bir günlük gazete çıkarılacak olsa, onun sürekliliğini sağlamak için hiç de böylesi yöntemlere başvurmak gerekmez. Ayrıca şimdiki komünistler, yasal ve yasadışı ajitasyon propaganda materyallerinin basımı, dağıtımı vb. konularda çok daha ileri yöntemler de kullanmaktadır. Ama Bolşeviklerin bundan 80 küsur yıl önce yaptıkları bu işler, o günkü Rusya koşulları düşünülerek incelendiğinde, bizim konumuz açısından önemli dersler taşımaktadır. Engels, Bebel’e yazdığı 16. 05. 1882 tarihli mektubunda, “Yargıçlara ipucu vermeyecek bir gazete çıkarmak bir sanattır; fakat o da henüz keşfedilmemiştir. ” demişti. Bolşevikler, çarın yargıçlarına hiçbir ipucu vermemeyi başaramasalar bile, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, bu sanatı en yaratıcı bir biçimde uygulamayı başarabilmişlerdir.
Her şeyden önce, bir işi yapmaya karar vermek, büyük bir önem taşımaktadır. Elbette ki gerçekleştirilebilir, gerekleri yerine getirilebilir kararlar vermek. Ama bir şeye karar verirken, onun gerçekleşebilir mi yoksa gerçekleşemez mi oluşunun ölçüleri nelerdir? Mevcut imkânlarla, alınan karar arasındaki ilişkiyi ya da bağıntıyı doğru kurmak, büyük bir öneme sahiptir burada. Elbette ki olanağa bakan gözün ona nasıl baktığı da belirleyicidir. Ayrıca hiçbir olanak, kendisini, “beni, aldığın şu kararla, yapmak istediğin şu işlerle ilgili olarak kullanabilirsin” diye gelip kapımızı çalmaz. Ama ilk başta soyut bir şekilde duran bir olanak (örneğin herhangi bir araç, herhangi bir ilişki vs. vs.) ancak biz ona kullanılabilir, harekete geçirilebilir gözüyle baktığımızda ve onun üzerinde iş yapmaya başladığımızda somut bir olanak haline gelebilir. Yaratıcılık, kendisini burada da belirleyici bir şekilde ortaya koyar. Şimdiki örneğimize dönelim.
Basımevinde çalışan bizim 70 yaşındaki işçimiz, sansür kurulunu atlatabilmek için bir olanak mıdır? Evet ve hayır. Onu atlatmaya karar vermişsek ve bunu gerçekleştirebilmek için çevremizdeki her şeyi bu gözle değerlendiriyorsak, evet. Ama daha baştan, “sansür yasaları çok katı, sansür kurulu da çok iyi çalışıyor’^ benimsemişsek, hayır. Ya da, acaba demiryollarında çalışan o sıradan sempatizan, gazetenin daha çok işçiye ulaştırılabilme-sinin bir aracı olabilir mi? Yahut da, falanca kasabadaki postacı yoldaş? Bu soruların yanıtı da, evet ve hayırdır.
Buradan çıkarabileceğimiz bir sonuç var. Devrimci bir militan açısından, sadece bir işin yapılması gerektiğini bilmek yetmez. Alınan bir kararı benimsemek de yetmez. Ama onu mümkün olduğunca doğru, mümkün olduğunca iyi, en iyi şekilde hayata geçirmek gereklidir. Ve elbette, bunun için eldeki her olanaktan en verimli şekilde yararlanmayı bilmek, yeni olanaklar yaratmak. Bunun, devrimci militanın yaratıcı düşüncesine ve yaratıcı eylemine bağlı olduğuna kuşku yoktur. Fakat bilinir ki, partinin gündemini ve önündeki hedefleri, kendi bulunduğu yerde hayata geçirilebilmek için, burnunun dibindeki “görünmez”, “olmayan” olanakların farkına varmadığımız zamanlar çoktur. Böyle bir perspektife sahip olmayıp da, bir sürü laf eden, herkese “derin” bilgilerini anlatanların da sayısı az değildir. Lenin, böyleleri için, “Eğer bir komünist, ciddi bir çetin çalışma içine girmeksizin ve eleştirel (biz bunu burada özeleştirel olarak da anlayabiliriz-bn.) olarak incelemesi gereken olguların ne olduğunu anlamadan, edindiği kupkuru sonuçlamalarla orada burada şişinmeyi kafasına koymuşsa, gerçekten acıklı bir komünist haline düşer.” der.
SORUN, ENGEL VE YARATICILIK
Partinin devrimci eylemi ve devrimci çalışması, onun bütün örgütlerinin ve militanlarının devrimci eylemi ve devrimci çalışmasının bir toplamıdır. Bu, kuşkusuz ki aritmetik bir toplam değildir. Öyle ki, her devrimci militanın gündelik devrimci çalışma içerisinde öğrendiği her yeni şey, edindiği her yeni deneyim, kazandığı her yeni tecrübe ve yarattığı her yeni imkân, bütün bir partiye mal olur. Öyleyse, devrimci militanın karşılaşıp da üstesinden gelemediği ve böylece kesintiye uğrattığı ya da aksattığı çözümsüz kalan her sorun, partinin devrimci eyleminin de aksamasına yol açacaktır. Böylesine birbirine bağlı, böylesine birbirini etkileyen bir çalışmadır parti çalışması. Ve orada, hiç kimse “kendisi için” var değildir. Ve hiç kimse, ayrıcalıklı bir yere sahip olmak, daha fazla kazanmak ya da işinden olmamak için çalışmaz orada. Bütün bunlar, komünist parti yaşantısı, ilke ve normlarına yabancı olan şeylerdir. Ama tersine, bir komünist partinin militanı olmak demek, hiçbir kişisel çıkar gözetmeksizin, yapılan her işin devrim için yapıldığını bilmek demektir. Böylesine hesapsız ve böylesine büyük bir eyleme kalkışmak ve gerçek bir komünist olarak kendini yeniden inşa etmek, öne çıkan bütün sorunları aşmak için çoktur bile. Elbette ki bu, “kafanın geçmediği yerden kuyruğu sokmaya çalışmak” anlamına gelmez. “Biz komünistiz ve sırf bu yüzden aşamayacağımız hiçbir engel, çözemeyeceğimiz hiçbir sorun yoktur” diye düşünmek, son derece gülünç bir şey olurdu. Bir ihtilalci eylem dâhisi olan Lenin, şöyle demişti: “Genel olarak devrimci ve sosyalizm taraftan ya da komünist olmak yetmez. Her belirli anda, bütün zinciri tutmak için kavranması gereken halkayı bütün gücüyle kavramayı ve ikinci halkaya geçişi sağlamca hazırlamayı bilmelidir.” (6)
Elbette ki devrimci çalışma, hiçbir zaman tasarladığımız, planladığımız şekilde hiç engelsiz yürümeyecektir. Hiç beklenmedik’ bir anda, hiç hesaba katmadığımız sorunlar ya da engeller çıkabilir karşımıza. Ama devrimci militan, bunların rastlantısal olarak mı ortaya çıktığını, yoksa zorunlu ilişkilerin bir sonucumu olduğunu bilebilir. Bunu bilerek yeni duruma göre yeni tutumlar geliştirebilir, “her belirli anda, bütün zinciri tutmak için kavranması gereken halkayı bütün gücüyle kavrayabilir ve ikinci halkaya geçişi sağlamca hazırlayabilir.” Yoksa, yeni, hesapta olmayan bir şeyle karşı karşıya gelince, afallayıp kalmak, tökezlemek, sonra da koşullardan, sorunların katılığından mızmız bir şekilde yakınarak gerisin geri dönmek değildir devrimci militanın tutumu. Yaratıcılık, burada da kendisini açıkça hissettirir.
1930’lu yıllarda, Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan Stahanovist Hareket, bu konuda hem çok bilinen, hem de gerçekten olağanüstü zengin derslerle dolu olan en güzel örneklerden birisidir.
Neydi Stahanovist Hareket?
Stahanovist Hareket, 1930’lı yıllarda, Sovyetler Birliği’nde, kadın ve erkek işçilerin, kendi aralarında başlattıkları sosyalist yarışmanın içinden çıkan bir harekettir ve Stalin’in deyimiyle, “sosyalist kuruluş tarihinin en şanlı sayfalarından birisidir.” Stalin, SSCB Stahanovistleri Birinci Konferansı’nda Yapılan Konuşma”da onun içeriğini ve özünü şöyle anlatmaktadır (7):
“… Stahanovist Hareket, bugünkü teknik normları aşmayı, öngörülen verim kapasitelerini aşmayı, üretim planlarını ve mevcut bilânçoları aşmayı amaç edinen kadın ve erkek işçilerin hareketidir. Evet, aşmak, geçmek -çünkü bu normlar, daha şimdiden zamanımıza göre ve yeni insanlarımız için eskimişlerdir artık. Bu hareket, eski teknik anlayışını altüst ediyor, eski teknik normları, eski öngörülen verim kapasitelerini, eski üretim planlarını altüst ediyor ve daha yüksek, yeni teknik normlar, verim kapasiteleri, üretim planları istiyor. Bu hareket, sanayimizde bir devrim yapmak durumundadır…”
Kadın ve erkek işçiler, “daha yüksek teknik normlar, verim kapasiteleri, üretim planlan” istemektedirler. Ama önlerinde bir sonul, bir engel vardır. Bu engelleri aşmak isteyenler, nasıl insanlardır peki?”… Bunlar, özellikle, işlerinde şaşmazlık ve özen örnekleri veren, çalışmada zaman etkenini değerlendirmesini bilen, yalnız dakikaları değil, saniyeleri de saymasını öğrenmiş olan genç ya da orta yaşlı kadın ve erkek işçilerdir…..”
Kimse, bu genç ya da orta yaşlı kadın ve erkek işçilere, eski üretim tekniklerini vs. aşmak için hiçbir baskı yapmamaktadır. Önlerine, “alın size yeni bir teknik, bunu şöyle şöyle uygularsanız, üretimde şu kadar artış sağlarsınız” diye bir hazır reçete koymamıştır hiç kimse. Ve hatta onların çalıştıkları işletmelerdeki kimi teknisyen, mühendis ve işletme yöneticilerinin tutuculuk ve görenekçilikleri de onların önündeki engellerden bir tanesidir. Ama sosyalist üretim koşulları, sosyalist yaşam ilişkileri ve taşıdıkları sosyalist idealler, onlara “yeni”yi yaratma imkânlarını vermektedir. Ve Stahanov, Busyigin ve Stemanin gibi işçilerin yaratıcı düşünce ve eylemleri, setleri yıkıp geçmektedir. Böylece, Stahanov, kömür çıkarma tekniğini en az beş kat artırmıştır örneğin. Ya da Busyigin, makine yapım sanayisinde; Smetanin, ayakkabı sanayisinde aynı şeyleri başarmışlardır.
Şimdi, bunu tersinden düşünelim bir de. Bu kadın ve erkek işçiler, kapitalist bir ülkede çalışan işçiler olsalardı, bunları başarabilirler miydi? Bunun yanıtı, açık ve kesindir: Hayır. Nedenlerini, Stalin aynı yerde şu şekilde açıklıyor:
“… Bizde insanlar, sömürücüler için, asalakları zengin etmek için çalışmıyorlar; ama kendileri için, kendi sınıflan, kendi toplumları, işçi sınıfının iktidarda olduğu Sovyet toplumu için çalışıyorlar. Ve bunun içindir ki çalışmanın bizde toplumsal bir kapsamı vardır
– Çalışma bir onur, bir övünç konusudur. Kapitalist düzende çalışma; özel, kişisel bir niteliğe bürünür. Eğer sen daha fazla üretmişsen daha fazla al ve istediğin gibi yaşa. Kimse seni tanımaz ve hiç de tanımak istemez. Sen kapitalistler için çalışırsın, onları zengin edersin… Eğer sana iş vermişlerse, bu, sömürücüleri zengin edesin diyedir. Razı değil misin?
– Haydi git işsizlere katıl, sana nasıl iyi geliyorsa öyle yaşa, ot gibi – biz daha uysallarını buluruz. Ve işte kesinlikle bu yüzdendir ki, kapitalist düzende insanların çalışmasının yüksek bir yanı yoktur. Bu koşullar içinde, bir Stahanovist Harekete yer olmayacağını kavramak kolaydır…”
Burada, Lenin’in Marksizm’in özüne ilişkin olarak söylediği şu sözleri anmadan edemeyeceğiz: “Marx’ın doktrininde en önemli olan nokta, sosyalist toplumun yaratıcısı olarak proletaryanın evrensel tarihi rolünü gün
ışığına çıkarmış olmasıdır…..” (8)
Kuşkusuz ki işçilerin bütün yaratıcı yetenekleri de, eski dünyayı yıkma mücadeleleri sırasında ve kendi yeni dünyalarını yaratma eylemlerinde ortaya çıkar, işçiler, “burjuvaziye ait” oldukları zaman, bu üstün yeteneklerini açığa çıkartamazlar. Yani, bir komünistin dediği gibi, “barikatın öte yanında” olduklarında. Ama işçi sınıfının devrimci militanları, daima “barikatın bu yanında” değiller midir? Parti yaşantısı, devrimci eylem ve devrimci eylemin yol göstericisi olan Marksizm, bize olanca yaratıcılığımızla ileri atılmanın olanaklarını sunmaz mı? O aşağıdan gelen Stahanovist Hareket, ne büyük derslerle doludur bu açıdan bakıldığında. Bir parti işini, sadece kendilerine söylendiği gibi yapmayı mütevazı bir erdem olarak gören devrimciler vardır. Böyleleri, genellikle, kendilerine söylenen işin, yönetici ya da önder yoldaşlar tarafından zaten en yaratıcı tarzda planlanmış olduğunu düşünürler. Elbette ki, partinin belirlediği rotayı şaşmaz bir şekilde takip, parti ilkelerine büyük bir sadakatle her an bağlı kalmak, komünistlerin en büyük erdemlerinden birisidir. Ama ele alınan parti işi yapılırken, onun olabildiğince iyi bir şekilde yapılabilmesi için, eldeki olanakların nasıl en iyi şekilde kullanılabileceğini ve genişletilebileceğini, o işin başındaki militanın yaratıcı düşüncesi ve eylemi belirler. Bu açıdan bakıldığında, yukarıda bahsedilen anlayış asla bir erdem sayılamaz, işte, Stahanovist Hareketin başlıca derslerinden birisi de burada ortaya çıkmaktadır. Bu, kısaca söylenecek olursa, devrimci eylemin temel başarı koşullarından birisi olan yaratıcılığın, her kademede ve her işte geçerli olduğudur. Öyleyse bu, kendisini; partinin örgütçüsü, ajitatörü, propagandisti, teknik görevlisi, “sıra neferi”, yani ne iş yapıyor olursak olalım; hem elimizdeki her işi yaparken hem de kendimize devrimci işler yaratırken, onu en özenli, en sağlam, tam zamanında ve mümkün olabilecek en iyi şekilde yapacağımızı aklımızdan çıkarmamamız gerektiği şeklinde gösterir.
Yaratıcı düşünce ve yaratıcı eylem… Bunun üstesinden gelemeyeceği hiçbir sorun, yıkıp geçemeyeceği hiçbir engel yoktur. Burjuvazinin zindanlarına kapatıldıklarında bile yıkılmaz duvarları delip geçmesini bilen; buralarda, burjuvazinin, örgütlerinden ve kitaplarından koparmak için geliştirdiği bütün akıllı yöntemlerin aslında aptalca bir meraktan başka bir şey olmadığını eylemleriyle gösteren; açık ve yasadışı bütün alanlarda, en zor koşullarda bile olmazı olur yapabilen, bütün dünya ülkelerindeki devrimci ve komünist militanların geçmişteki ve bugünkü eylemleri bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Bir oya gibi ilmik ilmik örmeye çalıştığımız devrim, bizden, onun her anında ve her alanında, yaratıcı özelliklerimizi geliştirmemizi bekler. Yaratıcılık, devrimci eylemin başarısının temellerinde birisidir çünkü.
Ekim 1994
DİPNOTLAR
1- Lenin, Marx, Engels ve Marksizm adlı derleme içinde, s. 89, ikinci baskı, Sol Yayınlan, 1990 Ankara.
2- Aynı yerde.
3-Lenin, Karl Marx Ve Doktrini, Bilim Ve Sosyalizm Yayınları.
4- Lenin, Örgütlenme Üzerine, s. 132, Bora Yayınları, ‘1975.
5- Tony Cliff, Lenin Biyografisi–1: Partinin İnşası, s. 270, birinci baskı, Tarihsel Yayıncılık, 1994, İstanbul.
6- Lenin, “Altının Önemi Üzerine” başlıklı makaleden. Aktaran Stalin, Leninizm’in Sorunları, ikinci baskı, Sol Yayınları, 1992, Ankara.
7- Bu konudaki bütün alıntılar için bkz. age. s. 603 vd.
8- Lenin, Karl Marx ve Doktrini, s. 132