Uzunca bir zamandan beri, İslâm ülkelerinde, tıkanan sistemler karşısına İslami “çözümlerle” çıkmak adeta moda oldu. İran’dan sonra Mısır, Cezayir gibi ülkelerde ortaya çıkan gelişmelerle birlikte, diğer İslam ülkelerinde de kapitalist sistemin buhranının derinleşmesine paralel olarak, şu veya bu öl¬çüde, “İslami çözüm” yandaşlarının sayısı artı¬yor.
Günümüzde, kapitalist üretim ilişkileri dı¬şında, bir de “İslami üretim ilişkilerinin” mümkün olup olmadığı tartışmasının saçmalı¬ğı ortada. Bu yüzden, bu tartışmaya girmeden, bu yazı çerçevesi içinde “İslami çözüm” iddia¬sındaki Türkiye’deki İslamcıların, daha çok da İslamcı hareketin legal bir yansıması olan RP’nin konum ve çözümleri üstünde duraca¬ğız.
Öncelikle, daha önce üstünde sıkça durul¬duğu için, şunu kısaca belirtmek gerekiyor: RP’nin yığınlar karşısına bir seçenek gibi çık¬masının nedeni, geleneksel burjuva düzen partilerinin son birkaç yıl içinde öne sürdükle¬ri politikaların ve yığınların sistemden beklen¬tilerinin iflas etmiş olmasıdır. Özelliklede Tür¬kiye’nin içine sürüklendiği krizin; son birkaç yıldır, işçi ve emekçilerin sistemden kopmala¬rı doğrultusunda, geçmiş yıllarda görülmedik biçimde, bir işlev yerine getirmeye başlaması¬dır.
Nitekim krizin bugün ulaştığı boyut, söyle¬nenleri daha anlaşılır kılacak biçimde kendisi¬ni ortaya koymaktadır.
İşte tablo:
Burjuvazinin ideologları, yardakçıları, falcı¬ları ve kalemşorları, hepsinin kanısı ortak: “Türkiye çok ağır, tarihinde hiç görmediği kadar ağır bir bunalımdan geçiyor. Bu kötü günlerde herkesin özveri göstermesi gerekir. Sorumlu davranmalı, işçisiyle, işvereniyle ba¬ğırıp çağırmayı bırakmalı, batan gemiyi kur¬tarmak için uzlaşma noktaları bulmalıyız.”
Bu ortak düşünce arka plan olmak üzere, bunalımdan nasıl çıkılacağı üstüne çeşitli gö¬rüşler öne sürülüyor. Burjuvazinin en soğuk¬kanlı akıl hocaları ve deneyimli liderleri, “Biz nelerden kurtulmadık ki; bunu da aşarız, yeter ki kendimize güvenimizi yitirmeyelim!” yollu uyanlarla, panikleyen çevreleri toparla¬maya çalışıyor. Ama tam işlerin artık yoluna girdiği sanısı yaygınlaşırken, “umulmadık” bir sektörde, yeni bir depremle bütün söylenenler havaya uçup, burjuvazinin saflarında toz duman birbirine karışıyor. Çünkü ekonomik krizin önlenemez dalgaları, sanki usta bir sat¬ranç oyuncusu tarafından yönlendiriliyor gibi, sektör sektör dolaşıyor. Önce en cılız olanlar hortumun merkezine çekilirken, birden en güçlü olan bir sektörün krizin darbeleriyle çöktüğü izleniyor. ’94 başın¬dan beri, döviz piyasalarında başlayan ve oradan bankala¬ra sıçrayan kriz; otomotiv ve tekstil gibi, Türkiye’nin en gözde sanayi dallarını vur¬duktan sonra tekrar, “artık biz sıramızı savdık, kriz bizi etkilemez” propagandası yapan döviz-banka-borsa üç¬geninde, bir önceki çalkantı¬ya rahmet okutur biçimde kendini duyuruyor. Üç banka, 8 borsa aracı kurumu ile bir¬likte trilyonlarca lira batar¬ken, sadece bir ekonomik ka¬yıptan öte, ahlaki bakımdan da, batıranların, yüksek bü¬rokrasiden banka sahipleri ve borsa krallarına kadar geniş bir çevrenin, krizden nasıl büyük vurgunlar vur¬dukları da ortaya çıkıyor. Sektörün bütünüyle çöküşü bu sefer devletin bütün imkânları kullanılarak erteleniyor; ama sadece erteleniyor. Çünkü dövizin kontrolsüz yükselişi ve borsa¬nın çöküşü ancak faizlerin yüzde 400-1000’lere çıkarılmasıyla önleniyor ve bu da bütün belli başlı sektörlerde daha büyük ve daha gürültülü bir çöküşün beklentisine yol açıyor. Şimdi, burjuvazinin en iyimser uzman¬ları bile, bu faiz çılgınlığının yol açacağı yıkımın boyutlarını tartışıyor. Aslında tartışılan, yıkımın olup olmayacağı değil, hangi ayda; Ha¬ziran’da mı, Temmuz’da mı, Ağustos’ta mı, Eylül’de mi olacağı.
Bu arada; krizi önlemek için iç ve dış imkânlar seferber edildi: 5 Nisan Kararları uygu¬lamaya sokuldu. Türkiye IMF ile yeni bir Stand-By anlaşması yapmak zorunda kaldı; enflasyon res¬men 130’lara vururken, en iyimserler bile yıllık enflasyo¬nun yüzde 150’den aşağı düş¬meyeceğini söylüyor. Sakıp Sabancı, yüzde 400 enflasyondan söz ediyor. Devlet, yüzde 400 faizle para topluyor, ama işçi ücretleri ve memur maaşları donduru¬luyor. Ve bütün düzen parti¬leri, olup biteni sadece seyre¬diyor. Hükümete yönelik, muhalefet icabı yapılan eleş¬tirileri ise kimse ciddiye almı¬yor. Sendika ağalan; başlangıçta yürüttükleri nutuk muhalefetini bile bırakmış, sermaye ne derse yapacak bir kıvama gelmiş, hazır olda bekler durumda.
Kısacası; bütün bu geliş¬melerin karşısında sistemin ürettiği çözüm, 5 Nisan Ka¬rarları ve ülke ekonomisini IMF yönetimine devreden Stand-By anlaşmasıdır. Ve tabii, fedakârlık adı altında buhranın bütün yükünün işçi ve emek çilerin sırtına yıkılması için gerekli önlemlerin bir bir devreye sokulmasıdır.
Kuşkusuz ki; böyle bir kaosa bir günde ge¬linmedi. Yaşanan krizin belirtileri uzunca bir zaman önce ortaya çıkmıştı. Dahası Yeni Dünya Düzeni olarak nitelenen bugünkü em¬peryalist kapitalist sistemin bir krize yuvarlan¬dığı; ABD, Japonya, Avrupa gibi başlıca kapita¬list merkezlerdeki krizin kaçınılmaz olarak bizim gibi ülkelere yansıyacağı, krizin yükünü geri ülkelere yıkma operasyonunun, bu ülke¬lerde krizin daha da yıkıcı yaşanmasını kaçı¬nılmaz hale getireceği son birkaç yıldır artık herkesçe biliniyordu. Geçmiş yıllardakinden farklı olarak; sistemin kendi içinde, görünüşte de olsa seçe¬nek olacak partiler ve partiler tarafından üretilmiş program-lar yoktu. Avrupa’da, gelenek¬sel-muhafazakâr-sosyal demokrat tahterevalli oyunu, anlamını yitirmişti. Türkiye’de ise; bir oyun olarak bile birbi¬rine seçenek olacak program¬lar yoktu. 12 Eylül sonrası bütün bu seçeneklerin tek bir partide birleştiği ilan edilerek, “tek parti tek program”ın her derde deva olduğu propagan¬da edildikten sonra, bunun pek akılcı ancak “henüz ola¬naksız” olduğu görüldüğün¬den, bir program ve ayrı partilerde olunması¬nın zorunluluğunda karar kılındı. Ne var ki; ANAP’ın iktidardan düşmesinden sonra, sanki muhafazakâr- sosyal demokrat ikileminin orta¬dan kalktığını resmen göstermeden burjuva parlamentarizmin sahte demokratik niteliği anlaşılmıyormuş gibi; tarih, düzenin ürettiği iki “temel seçeneği” tek bir hükümette birleşti¬rerek, düzenin demagojik olarak bile bir seçe¬nek üretme yeteneğinde olmadığını gösterdi.
Öte yandan; dünya ölçeğinde sosyalizmin aldığı yenilgi, kapitalizm karşısında sosyaliz¬min somut bir tehlike olmaktan çıkması, en azından kapitalistler tarafından gelişmelerin böyle yorumlanması ve elbette Yeni Dünya Düzeni olarak tanıtılan, barış içinde, sömürü¬şüz, evrensel adaletin gerçekleştiği bir dünya¬nın kapitalizm tarafından kurulacağı umudu¬nun daha doğmadan yıkılması; kapitalizmden umut kesen, ezilen, sömürülen yığınlar için politika alanında bir boşluk yarattı. Düzen, klasik partileriyle bunu karşılayamadığı du¬rumlarda yaptığını yaptı; görünüşte muhalif, üstelik yığınlarla kolay diya¬log kuracak, kendisi açısın¬dan da kolay kontrol edile¬bilir bir politik yelpaze alanını kullandı. Bu; yelpa¬zenin, dinle politikanın bir¬leştiği, dinin politikanın do¬laysız bir aracı olarak kullanıldığı dilimiydi.
Bu, elbette burjuva stratejistlerinin masa başına oturarak yaptıkları bir plan değildi. Tersine bütün cumhuriyet tarihi boyunca bur¬juva politikasının bir yanı olarak var olan bu seçene¬ğin, ayrı bir partide cisimleşmesi olarak da gerçekleş¬mişti. Üstelik bu “İslamcı faktör”, hem İslam ülkelerinde devrimci demokratik gelişmelere karşı, hem de uluslararası alanda, komünizme karşı “yeşil kuşak” kuramı içinde de denen¬miş, bütün aykırı görünüşüne karşın sistem içiliği ve sistem için vazgeçilmezliği kanıtlanmış¬tı. Nitekim 12 Martçılar MNP’yi (Milli Nizam Partisi) kapattıklarına pişman olmuşlar, İsviç¬re’de yaşayan MNP’nin sürgündeki lideri Necmettin Erbakan’ı, bizzat cunta generalleri Tür¬kiye’ye davet ederek, MSP’yi kurdurmuşlardı. Yani, dini esas alarak kurulan partinin, sistem partileri içine katılması daha 1960’lı yıllarda, uluslararası planda İslam’ın, komünizme karşı, kapitalizmin bir kalkanı olarak kullanılmaya başlandığı yıllarda olmuştu.
İSLAMCI HAREKETİN YANSIMASI OLARAK RP
1980’lerde yeniden “çok partili sisteme” geçildiğinde RP de, diğer partilerle birlikte ku¬rulmuştu.
1980’li yıllar; geleneksel burjuva partileri¬nin farklarının ortadan kalktığı koşullarda, tek bir ekonomik program etrafında kapitalist dünyanın bütünleştirilme çabalarına paralel olarak, çok ama birbirine olağanüstü benzeyen burjuva partilerinden oluşan bir siyasal siste¬mi de birlikte getirmişti. Ne var ki; bu tek ekonomik program; dünyayı bütünleştirmek, var olan çelişmeleri ortadan-kaldırmak bir yana, onları keskinleştirdi. Bu durum, yukarı¬da sözü edilen koşullarla birleştiğinde, gele¬neksel burjuva partilerinin büyük itibar kaybı¬na yol açarken, burjuva parlamentosunun ikiyüzlü niteliğini de iyice açığa çıkardı. Burju¬va siyasal sisteminin görülmemiş derecede iti¬bar kaybetmesi, bu boşluğun devrimci ve sos¬yalist güçler tarafından doldurulamaması, düzene karşı olduğunu iddia eden düzen par¬tilerinin beklenmedik bir başarısına yol açtı.
Yerel seçimlerden bugüne kadar, özellikle seçimlerden sonra RP’nin nispeten de MHP’nin oy patlamasının nedenleri üstüne bir hayli yazı ve değerlendirmeler çıktı. Özgürlük Dünyası da, bu konuya çeşitli yazılarında de¬ğindi. Bu yüzden de, burada RP’nin başarısı¬nın nedenleri üstünde değil, ne ölçüde düzen-dışı olduğu, tezleri ve tutumuyla nasıl bir parti olduğu üstünde durulacaktır. Ancak; ön¬celikle, RP dendiğinde ilk akla gelen dinin po¬litikadaki yeri ve Türkiye’de dinin politikaya etkisi üstünde durmak, olup bitenlerin anlaşılması için daha yararlı olacaktır.
DİN VE POLİTİKA
En yaygın ve kabul edilen biçimiyle din, insanın doğa karşısındaki çaresizliğinden, kor¬kularından doğan “özel” bir üstyapı kurumu¬dur. Özelliği ise, bütün bilinen üstyapı kurumlarından daha dayanıklı oluşu, daha az değişmesidir. Bu nedenle de din, binlerce yıl “değişmeden sürdüğü” duygusu uyandırır. Kuşkusuz dine, bu binlerce yıl “değişmeden”, daha doğrusu küçük değişikliklerle sürme imkanını tanıyan şey onun; devlet, politika, ideo¬loji, ahlak vb. tüm diğer üstyapı kurumların¬dan farklı olarak, hem bu dünya, hem de öteki dünya hakkında bütünlüklü bir sistem getiren tek üstyapı kurumu olmasıdır. Üstelik din, bu dünya için, dünyanın ilk oluşundan bugüne kadar olup biten her şeyi çok basit bir biçimde açıklamakta; hemen hiçbir şeyi açıkta bırakmayan bir tarih açıklaması verirken, bugün için de olup bitenler konusunda bir açıklama yapma, yoksullara tevekkül öğütle¬menin yanı sıra, emekçilere çekici gelebilecek bir toplumsal düzen tasarımı sunmaktadır. Ge¬lecek için de yine değişik dinci kurumlar aracılığı ile tasarılar öne sürmekte ya da kehanetlerde bulunmaktadır. Kısacası din, ezelden ebede olup bitenler için kendi içinde tutarlı bir açıklama yapan tek üstyapı kurumu olarak ortaya çıkmış, bu yüzden de gelip geçen egemen sınıf ve ezilen sınıf ideolojileri karşısında “değişmeden kalan”, “tek hakikat” iddiasında bulunabilmiştir.
Ta ki, yeni bir tarih anlayışıyla toplumsal gelişmeyi açıklayan ve insanlığın geleceği için de, dinden farklı olarak, ayakları yere basan tasarımlar sunan sosyalizmin, Marksizm’in ortaya çıkmasına kadar din, “bütünlüklü” açıklamalar yapan tek kurum olma kozunu elinde tuttu.
Marksizm, dinin Tanrı’nın işi olarak nitelediği pek çok olay ve olguyu açıklayarak, din kaynaklık eden cehaletin temellerini sarsarak, öbür dünya mavalını canlı tutan idealizmi alt ederek, dine güç veren temelleri çökertti. Da¬hası sosyalizm, dine karşı mücadeleyi sınıflar mücadelesinde ifadesini bulan işçi sınıfı ve emekçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesine dolaysız bir biçimde bağlayarak, dinin karşısı¬na ilk kez bütünlüklü bir sistemle karşı çıkan dünya görüşü oldu. Bu yüzden de, bütün belli başlı dinler; sosyalizmi din düşmanı, Allah-kitap tanımaz ilan etmişlerdir. Bu gerekçeden kalkılarak, sosyalizme karşı kapitalistlerin ve tüm gerici güçlerin eylemlerine, ilk ve sarsıl¬maz destek dinden, dinlerden gelmiştir. Ege¬men sınıflar da, sosyalizm karşısında zorda kaldıklarında, dini ve dini kurumlan yardıma çağırmışlardır. Nitekim İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hitler’ci faşizm, Tanrısız komünizme karşı, kilise tarafından desteklenmiş, savaş sonrası emperyalistler tarafından yürütülen büyük anti-komünist kampanyaya hem Hıristi¬yanlık hem de İslam duraksamaksızın ve ara¬larındaki tarihsel düşmanlığı unutarak destek vermişler; İslam ülkeleri, Hıristiyan Avrupa ve Amerika’nın çıkarı uğruna savaşa sürüklen¬miş; aynı çıkar uğruna Sovyetler Birliği, Türki¬ye’den başlayıp Çin’e kadar uzanan hat bo¬yunca İslami “yeşil kuşak”la çevrilmiştir.
Türkiye’de din, sadece Osmanlı dönemin¬de değil, cumhuriyet döneminde de her zaman politikanın içinde olmuştur. Bu, bazen sadece tarikatların dolaylı yoldan politikayı et¬kilemesi biçiminde olurken, bazen de tarikat¬ların ve din adamlarının politik partiler içinde dolaysız bir biçimde politik güç odakları ola¬rak var olmalarıyla olmuştur. Örneğin Demok¬rat Parti, doğrudan tarikatlara dayanarak kır¬sal kesimde çok önemli güçleri arkasına almış, sonraki yıllarda da AP, CKMP, MHP MNP, MSP, ANAP, DYP, MÇP gibi partiler DP’nin geleneği¬ni, aralarında tarikat çekişmelerini de ekleye¬rek sürdürmüşlerdir.
1960’lı yıllara kadar dine karşı radikal bir tutum takınan CHP’de, Ecevit’in işbaşına gel¬mesiyle, din, yığınları etkilemenin aracı olarak kullanılmaya başlanmış; CHP ve onun devamı olan SHP ve DSP gibi partiler Aleviliği, yerine göre de Sünniliği kendi politik çıkarları doğ¬rultusunda kullanırken; kendisine sosyalist diyen kimi siyasi akımlar ise laiklik mücadele¬sini Alevilik çizgisinde sürdürmeye karar kıla¬rak, Sünni şeriatçılığa Alevilikle karşı çıkmayı gerçekçi politika olarak benimsemişlerdir.
RP, bu süreç içinde MNP, MSP kulvarında ve bizzat bu partilerin kurucuları ve önde ge¬lenleri tarafından kurulmuştur.
MNP, MSP ve RP, diğer düzen partilerinden başlıca iki özellikle ayrılırlar. Birincisi; her üç partinin de iddiası Türkiye Batı kültürüne yö¬neldiği için küçülmüş; eğer İslami değerlere ve İslam ülkelerine yönelinirse, Türkiye büyük devlet olur. İslami motifler ne kadar öne çıkarılırsa çıkarılsın, bu üç partide Türk şovenistliği, emperyalist amaçlar gütme çok belirgindir. Örneğin, 70’li yıllarda MSP, ağır sanayi hamlesiyle “Büyük Türkiye”nin temeli¬nin atılacağı iddiasıyla öne çıkmış; Erbakan kent kent dolaşarak, şarlatanlığa varan bir sanayileşme kampanyası yürütmüştür. “Yüz bin tank, yüz bin top” yapmaktan söz eden Erba¬kan, kendisini Kıbrıs fatihi ilan etmiş, yetme¬miş; Fatih Sultan Mehmet’in MSP’li olduğunu söylemekte hiçbir sakınca görmemiştir. Kıb¬rıs’ın işgali sırasında çok açıkça görülen, ama yeri geldiğinde sıkça tekrarlamakta fayda görülen Türk Ordusu’na dizilen övgüleri, ancak fanatik bir milliyetçi yapabilirdi. Kısacası 70’li yılların MSP’si MHP kadar Türk milliyetçisiydi. Bu partileri, (MNP, MSP ve RP) diğer partiler¬den ayıran asıl farklılık, din konusundaydı. Bütün diğer düzen partileri, dini siyasi amaç¬larının bir aracı olarak kullanıyorlar, ama bunu yaptıklarını inkar ediyorlar, dolayısıyla tarikatlarla şeyhlerle ilişkilerini gizli kapaklı sürdürüyorlardı. Bu partiler ise; bunu açıkça yaptıkları gibi, böyle olması gerektiğini de söylüyorlardı.
Bu üç partinin diğer bir özelliği ise; anti-emperyalist bir söylem kullanmalarıydı. Batı taklitçisi partilerin Türkiye’yi emperyalizme bağımlı hale getirdiğini, ağır sanayinin kurul¬masıyla Batı emperyalizminin sultasından kurtulunabileceği propagandasını sürekli önde tu¬tuyorlardı. Söylemdeki bu antiemperyalizm, yer yer anti-kapitalizme kadar varan bir sistem eleştirisine dönüşüyordu. Özellikle seçim dö¬nemlerinde, yoksul yığınlara seslenirken bu sistem eleştirisi daha da belirgin kullanılıyor¬du.
Sonuç olarak Milli Nizam Partisi’nden baş¬layarak dinci partiler kendilerini düzen parti¬lerinden ayırmaya, düzenden hoşnutsuz olan¬ları kendi şemsiyeleri altına toplamaya özen gösterdiler. Laiklikten rahatsız olana şeriatçı, sömürüden rahatsız olana antikapitalist, ba¬ğımlılıktan rahatsız olana antiemperyalist, kar¬gaşa ve sınıf çatışmasından rahatsız olana kar¬deşlik, huzur ve barış yanlısı, ahlaksızlıktan rahatsız olana bir ahlak abidesi olarak gittiler. Ve bu Machiavelle’e rahmet okutacak geniş yelpaze, İslami kardeşlik ve İslami ilkelerin öne çıktığı, “adil düzen” biçiminde ifade edile¬rek propaganda edildi. Son 30 yıl içinde geliş¬tirilen politikalar, Refah Partisi’nde somutlaştırılıp hayata*geçirilmeye koyulundu.
RP NE KADAR DÜZENDIŞI?
Hemen bütün düzen partileri itibar ve oy kaybederken RP’nin sürekli bir yükseliş eğili¬mi içinde olması, düzen partileri ve aydın çev¬relerde kargaşa yarattı. Özellikle büyük kent¬lerde RP’nin belediye başkanlıklarını kazanabileceğinin ortaya çıkması, burjuva medyası ve düzenin geleneksel partilerinin RP’ye karşı kampanyalar başlatmasına neden oldu. Şimdiye kadar arkası sıvazlanan RP, bir¬den öcü ilan edildi. Kendileri de din istismarında RP’den geri kalmayan partiler, RP’yi din istismarcısı, Atatürk ve cumhuriyet düşmanı ilan edip, kirli çamaşırlarını dökmeye koyul¬dular. Kamuoyunda yaratılmak istenen imaj, RP’nin düzen dışı, iktidara geldiğinde İslami esaslara göre (şeriatçı) bir toplumsal düzeni uygulamaya sokacak bir parti olduğu doğrultusundaydı. Ne var ki; sonradan da anlaşılaca¬ğı gibi, RP’nin düzen dışı ilan edilmesi, düzene pek de hoş bakmayan emekçi kesimlerden RP’ye oy aktarmıştı. Ama bu kampanyanın, ge¬leneksel partiler ve sistem açısından başarısız olduğu da söylenemez. Yaratılan ortam kulla¬nılarak, “Şikâyet Etme Oy Ver!” kampanyası; başlatılarak, parlamento ve düzen partileri ile bunlardan kopmaya yönelmiş emekçiler, önemli ölçüde sandık başına götürüldü. RP yö¬neticileri de oy ve siyasi çıkar uğruna “kışkırtıcılık” yapmaktan geri durdu; kendilerini, dü¬zene daha uyumlu bir yol ve üslubu benimser çizgiye çektiler. Çünkü düzen dışı gösterilmek¬ten, herkesten çok, RP yöneticileri tedirgin ol¬muştu. Hasan Mezarcı’yı bir günde provokatör ilan etmeleri, ulusal bayramlarda ya da gerek¬tiği zaman Anıtkabir’e koşmaları, konuşmaları ve tutumlarıyla egemen sınıflara ve düzen dışı imajından rahatsız olan çevrelere aksine me¬sajlar iletmeye özen göstermeleri, RP yöneti¬minin, düzen dışı ilan edilmekten hoşlanmadı¬ğının görüntüleriydi. Öyle anlaşılıyor ki; RP yöneticileri düzeni eleştirerek oy toplamayı, düzenden kopan emekçileri kendi arkalarını almayı stratejilerinin bir parçası olarak benim¬semişler, ama egemen sınıflar ya da düzenin etkin odaklan ve diğer partileri tarafından düzen dışı ilan edilmeyi göze alacak kadar ileri gitmeyi amaçlamamışlardı ve böyle bir görüntüden hoşlanmıyorlardı. Nitekim bu çevreler¬den RP’nin düzen dışı olduğu eleştirisi geldi¬ğinde büyük bir telaşla tersini ispatlamaya kal¬kıyorlar; “En iyi serbest pazar ekonomicisi biziz”, “Asıl biz özelleştirmeden yanayız”, “IMF Stand-By’ı bizimle imzalayacak”, “Enflasyon oranında bir faiz elbette haram değildir”, … yetmiyor; “Atatürk sağ olsaydı o da RP’li olur¬du (Biz Atatürkçüyüz demenin Refahçası), “Asıl demokrasi, asıl laiklik Refahla gelecek” (Biz de ‘Batı taklitçisiyiz’ demenin üstü kapalı hali) gibi açıklamalarla RP, düzen içi olduğu konusunda uyanan kuşkuları yatıştırmaya büyük özen gösterdi. RP, hakkında yaratılan düzen-dışılık suçlamasından aklanmak için ke¬disine yöneltilen her soruya olumlu yanıt verdi. Örneğin, aydınları pek tedirgin eden ve neredeyse bir ulusal mesele haline getirilen Beyoğlu’nun kapatılıp kapatılmayacağı ve RP’nin oy alarak geleceği iktidardan yine oy yoluyla gidip gitmeyeceği sorularına RP yöne¬ticileri “herkesi” “ferahlatan” yanıtlar verdiler: Beyoğlu’nda ruhsatsız randevuevleri dışında diğer “eğlence yerlerine” dokunmayacaklardı ve iktidar sorununa gelince ise; elbette halk kendilerini istemezse gideceklerdi. Gerçi, hal¬kın RP’yi bir kez iktidara getirdikten sonra is¬tememesi söz konusu olamazdı; ama eğer soru böyle soruluyorsa yanıtı “elbette gidecek”leriydi! Diğer soru, RP; İran ya da Suudi Arabistan modeli bir İslami düzen yanlısı mıydı? Bu soruya da RP “hayır” diyordu. Medya ve öteki siyasiler RP’yi hem bu sorular¬la sıkıştırdı, hem de akladı. RP, böylece kamu¬oyuna angaje olmuş, düzen sınırları içinde ha¬reket edeceğini deklare etmiş oluyordu. Ama sıra yığınlara mesaj vermeye gelince mangal¬da kül bırakılmıyor: sanki konuşan RP’nin söz¬cüleri değil, Ortodoks Marksistlermişçesine; faiz düzeninden, sömürüden, soygundan, rüş¬vetten söz edilip, bu sistem değişmedikçe bun¬ların hiçbirinin değişmeyeceğinden söz edili¬yor. Düzene bir kez biat edildikten sonra bun¬ları söylemenin sisteme bir zararı olamazdı, hatta sahte bir muhalefet odağının olması düzen için iyi bile olabilirdi. Bu yüzden de se¬çimler öncesinde başlayan RP’nin düzen dışına taşan tutumlarını budama operasyonu kolayca ve hemen seçimler sırasında gerçekleştirilmiş oldu.
Bütün bu gelişmelerden açıkça anlaşılan; RP’nin son derece pragmatist bir tutum içinde olduğudur: RP iki ayağı ile sistemin içinde ola¬cak, ama bunu yığınlar bilmeyecek, diğer parti¬lerden kopan emekçiler düzen dışı sandıkları RP’nin peşine takılacak. RP yöneticileri ve dü¬zenin stratejistlerinin isteği bu. Ama bu istek, emekçilerden saklanıyor, RP’nin sanki düzen dı¬şı bir parti olunduğu izlenimi verilmeye çalışılı¬yor.
Sorunun bu yanına bir de RP’nin kendi bel¬geleri ve RP’nin Genel Başkanı ve aynı zaman¬da RP’nin simgesi haline gelmiş Necmettin Er-bakan’ın söyledikleriyle bakalım. Gerçekten RP “düzen dışı bir parti mi, yoksa sistem savunucu¬su da sahte bir seçenek olarak mı piyasaya sü¬rülmüş?
RP’nin propagandacıları, ısrarla kendileri¬nin bu Batıcı, faizci sistemi savunmadıklarını, yerine “adil düzen” adını verdikleri bir ekono¬mik- toplumsal sistemi geçirmek istediklerini iddia ediyorlar. Bunu her platformda dile getir¬meye özen gösteriyorlar. Bu yüzden de, her yerde “biz” ve “onlar” ayrımını yapmaya özel bir dikkat gösteriyorlar. RP’nin sözcüleri “biz” derken, aslında bir çoğulluğu değil, sadece ken¬dilerini kastediyorlar. “Onlar’ derken de kendi¬lerinden başka herkesi niteliyorlar. Çünkü ken¬dilerinden başka herkes, liberal ya da komünist “Bati taklitçisi”dir, ama RP “Batı tak¬litçisi olmayan, millici, İslami, hatta şeriat yasa¬larını gözeten bir “adil düzen” savunmaktadır!
RP’nin, kendisiyle bütün diğerlerini kapsa¬yan “onlar” arasındaki “hak” anlayışını Nec¬mettin Erbakan’ın ağzından aktaralım.
“Onlar”ın hak anlayışı
“1-Kuvvet: Onlar kuvveti hak sebebi sayar¬lar. (Kuvvetin hak sebebi sayılması, kaçınıl¬maz olarak tahakkümcülüğü de meşru sayaca¬ğından Erbakan başka bir konuşmasında “onlar”ın bir sıfatı olarak da tahakkümcülüğü sayıyor. ‘Üçüncü bir sıfatları ise tahakkümcülüktür. Taklitçi adam içerde tahakkümcü olma¬ya mecburdur, dışarıda köle.)
“2-Çoğunluk: Çoğunluğu hak sebebi sayarlar, oysa azınlığın da haklan vardır.
“3-İmtiyaz: Firavun’un hak anlayışı olan imtiyazı hak sebebi sayarlar.
” 4-Menfaat: Menfaatim varken, menfaati¬min ezilmesine göz yumamam ki; elbette ge¬reğini yerine getirmem icap eder diye zulüm yapıyorlar.
“Bizde hak anlayışı
“1-İnsan haklan: Birinci hak sebebidir. Do¬ğuştan bütün insanlar, Cenabı Hak’kın verdiği eşit haklarla doğarlar.
“Herkesin yaşama hakkı vardır.
“Herkesin akimin muhafaza edilmesi hakkı vardır.
“Herkesin ırz ve namusunu koruma hakkı vardır.
“Herkesin mülkiyet hakkı vardır.
“2-Emek
“3-Mukavele: Karşılıklı rıza ile yapılan mu¬kaveleye saygı gösterilir.
“4-Adalet
“İşte Refah Partisi ile taklitçi partiler ara¬sındaki temel fark bundan ileri geliyor.” diyor, RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan.
Eğer bir kişi ya da kurum, kendisini oldu¬ğundan farklı göstermek, ya da aynı olduklarından ayrı olduğu imajını vermek istiyorsa; mutlaka yalan söylemek zorundadır. RP için durum daha da zor. Hem düzen partisi oldu¬ğunu saklamak, hem de farkının işçi ve emek¬çilerden yana olduğunu göstermek zorunda. Bunun için de RP, durumunu kurtarmak için, bir fikir silsilesi içinde iki kez yalan söylemek zorunda kalıyor.
İlk yalan, kendisini öteki partilerden ayır¬dığını söylediği ve en güçlü olduğunu düşün¬düğü “imtiyaz” konusunda söyleniyor. “İmti¬yaz” Firavun’un hak sebebi sayılarak “imtiyaz”a karşı çıkılıyor. Bu biçimiyle “imtiyaz” elbette Firavun’un hak biçimidir. Sadece Firavun’un değil, bütün köleci ve feodal çağın, bu arada RP’nin kendisini çok yakın hissettiği peygamberlerin, kendileriyle övünülen Os¬manlı padişahlarının düzenlerinde de “hak sebebi”dir imtiyaz. Ama kapitalizm çağıyla da RP’nin sözünü ettiği biçimde yasalarla yürür¬lükte olan “imtiyaz” kaldırılmış, Batılı ve Batı taklitçisi partiler de programlarına, devletler anayasalarına her türden imtiyaza karşı olduklarını yazmışlardır, yazmak zorundadırlar da. Bu yüzden de RP “imtiyaz”a karşı olmayı kendi tekelinde göstererek yalan söylüyor. Aynı yalan; “kuvvet”, “insan haklan”, “emek” ve “adalet” için de geçerlidir. Hiçbir burjuva partisi, ben kuvveti hak sebebi sayarım, “insan haklarına karşıyım”, “adil olmayacağım” vb. demez. Tersine bu, RP’nin kendisim diğer partilerden ayırdığını iddia ettiği her madde, iki yüz yılı aşkın bir zamandan bert, daha doğrusu burjuva dünyasında az çok istik¬rarlı siyasi yapıların ortaya çıkmasından beri, bu partilerin, ilericisinin de gericisinin de üs¬tünde hiç tartışmadan benimsediği umdeler¬dir. RP’nin küçümsediği ve Batıcı ve batıl say¬dığı AGİK vb. kurumlar, RP’nin kendi “hak sebebi” saydığı ilkeleri savunan, onlar etrafın¬da biçimlenen kurumlardır. Bu yüzdendir ki; RP, burjuva devrimleri sürecinde ortaya çıkmış bu ilkeleri kendi tekelinde sayarak sadece yalan da söylemiyor, sabah akşam karalamak için Batı taklitçisi diye suçladığı partiler gibi, tam bir Batı taklitçiliğine düşüyor. Batının de¬ğerlerini alıyor, ama onları Batı’dan aldığım saklayarak, İslam’ın özünden fışkırmış, sadece RP tarafından dile getirilebilen, “yüce” ve “ulvi” değerler olarak sunuyor ve kendisini düzen partilerinden ayırmak aşkına yalan söy¬lüyor.
Burada RP’den şöyle bir itiraz gelebilir: “Diğer partiler de benzer şeyler savunabilir, ama Batı’da ve Batı taklitçisi partilerin yöne¬timde olduğu her yerde, insan haklan laftadır. Her şey sadece kuvvete sahip olan için vardır. Güçlü olan imtiyaza sahiptir. Her ne kadar ya¬salar karşısında herkes eşittir, kimseye imti¬yaz tanınamaz dense bile, bazı vatandaşlar di¬ğerlerinden fazla hak kullanma imkânına sahiptir. İnsan hakları denilen hak yelpazesini işçi ve emekçiler asla kullanamazlar. Emek ise lafta saygın ama fiiliyatta sadece sömürüldüğü için itibar edilir bir nesnedir. Adalet ise, sadece mülk sahibi sınıfın üyeleri ve gelişmiş uluslar arasında az çok anlamlıdır. İşçi ve emekçiler için ise, sadece özgürlüklerin sınır¬lanması anlamına gelir.”
Evet, bütün bu iddialar doğrudur. Kapitalist dünyada insan haklan ya da bütün diğer sınıf hakları genellikle kâğıt üstünde vardır ve bu haklar sadece mülk sahipleri tarafından kullanılabilir. Ama durumun böyle olması, RP’nin diğer partilerden farklı ilkelere sahip olduğunu ya da RP’nin “adil düzeni” kuruldu¬ğunda bütün bu hakların gerçek olacağını san¬mak, tam bir hayaldir. Bu, RP’nin tutarsızlığın¬dan duyulan bir kuşku değil, gerçeğin kendisidir. Çünkü burjuva dünyasında bütün hakların bir tek gerçek temeli vardır, o da; “mülkiyet hakkının dokunulmazlığı”na daya¬nır. Bütün diğer insan ve sınıf haklan olarak öne sürülen haklar, mülkiyet hakkının doku-nulmazlık altına alınması içindir. Burjuvazi bilir ki; mülkiyet hakkına dokunulmadıkça emekçilere ne hak tanınırsa tanınsın kapitalist sömürü sisteminin özüne dokunulamaz. Çünkü kapitalist toplumun temeli mülkiyet haklanın dokunulmazlığı üstüne oturmakta olup, sistemin bütün diğer haklan mülkiyet hakkının varlığına bağlanmıştır. Bu yüzden de ancak mülk sahibi olanlar bütün diğer haklan kullanma imkânına sahip olur.
RP’nin bütün öteki partilerden kendisini ayırmak için öne sürdüğü ilkeler içinde “mül¬kiyet hakkı”, pek sıradan ve tesadüfen orada bulunuyor gibi sunuluyor. Ama RP yöneticile¬rinin de bildiği, ama bilmezden geldiği budur. Mülkiyet hakkını kutsadıktan sonra kâğıt üs¬tünde herkese istediğiniz kadar hak dağıtın, sonuçta kuvvete sahip olan (ki; kapitalizmde kuvvet demek, mülk sahipliği demektir) “imti¬yaz” da, “menfaat” de “hak sebebi” sayılabile¬cektir. Daha doğrusu yasa ve kurallar ne derse desin, pratikte bütün haklar mülk sahip¬leri için var olurken, mülk sahibi olmayan işçi ve emekçilere sadece kâğıt üstünde haklarla avunmak kalır.
Kısacası RP’nin öteki partilerden kendisini ayırdığını iddia ettiği ilkelerin tümü öteki düzen partilerinin de ilkeleridir. Üstelik bu il¬keler, içerik olarak, diğer partilerde ne kadar sahteyse RP’de de en az onlar kadar, İslam’ın çağ dışılığı düşünüldüğünde, onlardan da fazla sahtedir. Bundan dolayı RP de, öteki partiler gibi, sermayeye hizmet eden, en az diğerleri kadar Batı taklitçisidir.
RP gibi gerçekte olduğundan farklı görün¬mek zorunda olan partilerin yumuşak karnı, yüzlerindeki maskenin çekilip alınmasıdır.
Kuşkusuz kapitalist sistemde bütün burju¬va partilerinin ortak özelliği, olduğundan fark¬lı görünmek ihtiyacıdır. Örneğin, hemen bütün partiler sermayenin savunucusu olmalarına karşın hepsi de işçi ve emekçiden yana olduklarını yüksek sesle bağırırlar. Bir teki bile ben sermayenin çıkarlarını savunuyorum demez. Ne var ki; RP, “onlar” ve “biz” ayrımı¬nı yaparak, meydanlarda sistem eleştirisi yapıp açıkça var olan sisteme karşı olduğunu ilan ederek, düzen partilerinden kopan emek¬çileri kendi yanına çekmeyi amaçlamak ve bu konuda da oldukça başarılı olmakla öteki par¬tilerden ayrılmaktadır.
İşte RP’nin yüzde 19’lara varan oy alması, onun İslamcı ve sistem eleştirici tutumuyla birleşince; diğer düzen partileri tarafından da kışkırtılan bir panik havasına yol açmış; laik, ilerici, aydın çevreler neredeyse ANAP ve DYP’nin başarısına sevinen zavallılık çizgisine itilirken, laik/anti-laik kamplaşması derinleştirilmeye, işçi ve emekçilerin RP ve öteki gerici partilerin arkasında kalmasının yolu muhafa¬za edilmeye çalışılmıştır.
Söylenenlerin daha iyi anlaşılması için RP’nin nasıl bir parti olduğuna daha yakından bakmak gerekir.
RP’NİN BİLEŞİMİ
Burjuva politik partiler sistemi, çıkarları çatışan çevrelerin bileşiminden meydana gelir. En sermaye yanlısı partiler bile emekçi¬lerden oy almak zorunda olduğundan, çıkarla¬rı partinin programıyla çelişen bir kısım emekçiyi peşine takma ihtiyacındadır. Ancak bu partilerin tabanı ve oy aldığı kesimler hangi sınıftan olursa olsun, partinin niteliğini belirleyen partinin yönetim kadrosunun izledi¬ği çizgidir; Refah Partisi de sistem partilerin-den birisidir. Ancak, RP, kendisi diğer partiler¬den daha köşeli bir ideolojik bir tutum aldığı için bileşimindeki çelişmeler daha görünür bir karakter arz ediyor. Her şeyden önce, kamuo¬yunda RP’nin uyandırdığı imaj da farklılık gös¬terir. Örneğin bir Kemalist için, RP şeriatçı; RP’ye oy veren bir emekçi için sömürüye karşı emekten yana; radikal bir İslamcı için şimdilik kazanmasında fayda olan bir kardeş parti vb.dir. Ama bu imajlardan hiçbirinin RP’yi tam olarak ifade ettiği söylenemez.
Genel hatlarıyla bakıldığında; RP’ye üç ayrı amaç için gelmiş kesim olduğu görülür. Birinci kesim; dini, politik amaçları için kul¬lanmak isteyen sermaye kesimi ve bu kesimin temsilcileridir. İran, Mısır, Cezayir’deki dinci partilerle RP’nin başlıca farkı buradadır. İran, Cezayir ve Mısır’daki İslamcı partilerin önder¬leri aynı zamanda dini önderlerdir de. Bu yüz¬den bu partilerde din öğesi, dinin amaçlarını her şeyin önüne koymak daha öndedir ve ge¬nellikle bu türden partilerin sermayeyle birleş¬mesi, partinin sermayenin desteğine ihtiyacı ve (ya da) sermayenin de bu partilere duydu¬ğu ihtiyaçla ortaya çıkan bir süreç içinde olur. Refah Partisi için ise tersi bir durum var¬dır. RP’nin önderlerinin hiçbirisi bir tarikat ya da mezhebin önderi değildir. Tersine, Genel Başkan Erbakan’dan başlayarak (Erbakan, po¬litikaya atılmadan önce İstanbul Sanayi Odası Başkanıdır.) parti yöneticileri, politik yaşama girmeden önce çeşitli sermaye kuruluşlarının yöneticileri, ya da çeşitli sermaye kesimleriyle içli dışlı olmuş kişilerdir. Dahası MÜSİAD (Resmi adı Müstakil İş Adamaları Derneği ol¬makla birlikte, bu Müslüman İş Adamları Der¬neği olarak da okunabilir. Üstelik bundan, bu dernek üye ve yöneticileri de sevinir.) gibi bir sermaye kuruluşu ile RP, içli dışlıdır. Bunun anlamı ise; RP’nin sadece bir dinci değil, aynı zamanda ve öncelikle bir sermaye partisi ol¬duğudur. Bu durum diğer ülkelerdeki dinci partilerden RP’yi ayıran bir özellik olarak gö¬rünmektedir. Özellikle sermaye gruplarıyla doğrudan ilişkili olan bu kesimin partinin yönetiminde tam egemen olması, hem RP’nin bir özelliği hem de RP içindeki başlıca çatışma unsurlarındandır.
Refah Partisi içinde ikinci kesim bu parti¬nin dinci, din uğruna, dini ilkelerin zaferi uğ¬runa mücadele eden bir şeriat partisi olduğu, ya da böyle olmaya müsait bir parti olduğu inancıyla bu partiye gelenlerdir. Bu kesime göre asıl uğrunda mücadele edilmesi gereken şeyler; dinin başarısı, İslami yaşamı tarzının egemen kılınmasıdır. Bütün diğer çelişmeler bu sistemin yerleşmesiyle ortadan kalkacak, tıpkı peygamber zamanındaki gibi, zenginlerin ve fakirlerin olduğu, ama herkesin din kardeş¬liği duygusuyla dayanıştığı bir cemaat yaşamı her şeyin başıdır. Genellikle RP’ye güç veren çeşitli tarikat ve dini çevrelerden gelen bu ke¬simlerin bir bölümü için RP, İslam’ın amacını gerçekleştirecek bir yapı ve programa sahip değildir. Ama bugünkü koşullarda RP’nin güç-lenmesi, İslam’ın gelişmesinde ve gerçekten İs¬lamcı bir yola girilmesinde faydalı olacağın¬dan, bugün RP’nin başarısı için çalışmak gerekir. Bu kesim de, kendi içinde sivil İslam¬cısından Nakşîlik, Nurculuk, Aczmendilik gibi, aşırı radikal İslama kadar değişik eğilimler ve değişik İslami anlayışlar olmasıyla karakterize olmaktadır. Bu yüzden de bu, İslamı amaç edi¬nen kesimle, yönetimde ve bulunan İslamı sermayenin çıkarı için kullananlar arasında bir çatışma olduğu gibi; İslamı amaç edinen ama farklı İslam yorumlarına sahip çevreler arasında da kesintisiz bir mücadele olduğunu söylemek doğru olacaktır. İslam ve radikalizm gibi, uzlaşmayla bir araya gelmez diye düşünülen kavramlardan sonra, bu çevrelerin RP’de; uzlaşma içinde olduğunu söylemek bir çelişki gibi görünürse de, daha ortaya çıktığı andan itibaren bir devlet yönetme sanatı da olmuş İslam’da, sözcüğün amiyane anlamıyla politika yapmak gelenek olmuştur. Bu yüzden de İslam, dinde bir reform geçirmemiş olmasına karşın, politikada esnek, uzlaşıcı olmayı kendi¬sinde içselleştirmiştir. Dinci RP’nin yeri geldi¬ğinde din devletine karşı olduğunu açıklama¬sı, RP yöneticilerinin “öyle icap ettiğinde” Anıtkabir’de kuyruğa girmeleri bu partiyi des¬tekleyen İslamcılar arasında en azından şimdi¬lik problem teşkil etmemektedir. Çünkü kâfire hile yapmak mubahtır!
RP içinde yer alan üçüncü kesim ise; bu partinin sözcülerinin antikapitalist anti-emperyalist söyleminden etkilenerek RP’nin peşine takılan emekçi kesimlerdir. Kuşkusuz bu emekçi kesimler de İslam’ın etkisi altındadır, ama bunları RP’nin rüzgârına kaptıran asıl etken dinsel inançları değil; RP’nin sömürüyü kaldıracağı, eşit ve kardeşçe bir düzen kuraca¬ğı, bu düzende faizin, rüşvetin, iltimasın olma¬yacağı biçimindeki propagandasıdır. Özellikle son yıllarda, diğer düzen partilerinin ipliğinin pazara çıkmasıyla, bu partilerden koparak RP’ye yönelen söz konusu emekçi kesim, RP’deki en yeni, RP’deki yönetim mücadelesi¬nin dışında, ama aynı zamanda RP içindeki ge¬rilim kaynaklarının en dinamiğidir. Çünkü bu kesim, RP’nin vaatlerine bakarak ona gelmiş¬lerdir ve uygulamayı dikkatle izleyeceklerdir. Bu yüzden de RP, bu kesim tarafından her gün sorgulanacaktır. Büyük kentlerin gecekon¬du semtlerinde oturan bu yoksul kesimleri, ne lafla ne de dua ile tahmin etmek mümkün ol-madığı için, RP bu kesimi kendisine uydur¬makta oldukça zorlanacaktır.
RP’NİN SİSTEM KARŞITLIĞI MOTİFİ
Uluslararası İslam’ın, politik programa dö¬nüşmesi başlıca iki etki altında şekillendi: Bi¬rinci etki, bugünkü uygar dünyayı, Hıristiyan Batı uygarlığının biçimlendirdiğini, bu yüzden de bugünkü dünya düzenine karşı olmak ge¬rektiğini öne süren ve bu niyetini anti-emperyalist, yer yer de antikapitalist bir söylemde kendisini ortaya koyan etkidir. Bu türden İslami politik hareketler kimi ülkelerde anti-Amerikancılık, kimi ülkelerde de anti-Batıcılık olarak kendisini ortaya koymaktadır. Aslında bu tür hareketler, 1920 başlarında sosyalizmin et¬kisiyle de ortaya çıkmış, ikinci Dünya Savaşı sonrası ise, biraz yozlaşarak da olsa Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi ve diğer Arap ülkelerinde de BAAS hareketi olarak sür¬müştür. Günümüzde işe; çeşitli ülkelerde Hizbullah, Müslüman Kardeşler gibi (İran’da, İran İslam Cumhuriyeti olarak) hareketler olarak sürmektedir.
İslami hareketin biçimlenişini etkileyen ikinci uluslararası etki ise; doğrudan emperya¬lizmin denetimindeki İslamcı eğilimlerdir. 19-yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslam içinde sömürgeci kapitalist ülkelerle birlik eğilimi, 20. yüzyılda emperyalizme payandalığa dö¬nüşmüş, özellikle de ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında ise; komünizme karşı “yeşil kuşak” provokasyonunun aktörü olmuş¬tur, Türkiye, İran, Afganistan, Pakistan, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerindeki İslâmî eğili¬min ana karakteri bu olmuştur.
Bu açıdan Türkiye’deki İslami harekete ba¬kıldığında; 1960’lı yıllara kadar tarikatlar etra¬fında oldukça güçlü bir örgütlenmeye sahip olan İslâmî grupların, kendilerini doğrudan İs¬lamcı bir parti yerine değişik “laik” partilerde etkili olmak, onlar aracılığı ile politikaya ağır¬lık koymak biçiminde olduğu görülür. ’60’larda MNP’nin kurulmasıyla, İslâm, kendi¬sini “bağımsız” bir partide ifade etme imkânı bulmuştur. Elbette MNP’nin kurulmasıyla tarikatların tümünün AP, MHP gibi partilerden koparak MNP’de birleştiği söylenemezse de, yine de, MNP, İslamcı parti kimliği ile hem diğer düzen partilerden, farklı bir imaj verme¬ye özen göstermiş, hem de İslamcı eğilimi ne¬redeyse bire bir yansıtan bir parti olmuştur. Sonraki yıllarda ise, MSP ve RP, MNP’nin her bakımdan bir devamı olmuşlardır.
MNP’den RP’ye uzanan çizgide, Türki¬ye’deki İslamcı hareket, uluslararası düzeyde, daha çok emperyalizmin uluslararası politika¬larıyla uyum içinde olmuştur. 1960’lı yıllarda ortaya çıkan “modern” İslamcı politik çevreler ise, emperyalizme karşı söylem düzeyinde de olsa oldukça sert eleştirilerde bulunmuşlar, bir yandan anti-emperyalist gençlik eylemeleri¬ne saldırıp yığın hareketini provoke ederken öte yandan da Amerikan bayrağı yakarak ABD’nin İslam ülkelerindeki faaliyetlerini kı¬namışlardır. Bu türden, İslam’ın uluslararası tutumunun etkisi ile ortaya çıkan küçük İslami çevreler de kendilerim legal İslami parti içinde ifade etmekten geri kalmamıştır. Gerçi bu gruplar içinde, İBDA-C gibi, RP’yi kafir ilan eden marjinal gruplar varsa da, bunların Tür¬kiye İslami hareketi içinde ciddi bir ağırlığının olduğunu söylemek doğru olmaz.
Gerek tarikatların gerekse uluslararası İslami hareketten yansıyan İslami politik çevrele¬rin legal İslamcı parti karşısında ilginç bir tu¬tumları vardır. Her iki kesim de, bir yandan bu parti içinde yer almakta, öte yandan kendi dini yapılarını, hatta siyasi özerkliklerini koru¬maktadırlar. Bu durum bir yandan RP’nin bir¬leştirici rolünü artırırken öte yandan da parti için, onun geleceği için önemli bir zaaf olmak¬tadır.
Türkiye’deki İslami hareketin düzen karşı¬sındaki pozisyonunu belirleyen, etkileyen fak¬törlerden birisi de oldukça geniş bir emekçi kesimin, İslami hareketin antiemperyalist ve anti-kapitalist söylemlerinden etkilenerek bu hareketin çatısı altında yer almasıdır. Bu ise; İslami hareketi, görünüşte bile olsa emekçiler¬den yana bir tutum almaya zorlamakta, ama aynı zamanda da İslami hareketin bir sermaye hareketi olma isteği ve gerçeği ile çelişmekte¬dir. Çünkü Türkiye’de İslami hareketin asıl rengini belirleyen ve bugüne kadar legal İslamcı partilerin kurucu ve yöneticisi olan, İslam’ı sermayenin çıkarı için bir araç olarak kul¬lanan bu kesim, İslami hareketin ana çizgisini de belirlemektedir.
Kısacası, Türkiye’de İslami hareket bu dört ana bileşen tarafından belirlenmekte, yoksul emekçileri tatmin etmek için söylemde bir düzen karşıtlığı sürdürülürken, gerçekte ise sermayenin bir kesimi ile (MÜSİAD gibi) doğ¬rudan ve organik bir ilişki sürdürülüp, serma¬yenin bütünü için de gelecek umudu olma amaçlanmakta, bütün politikalar bu amaca göre belirlenip uygulamaya sokulmaktadır.
Kuşkusuz burada akla, RP ve bir başka İslamcı odak olarak Hizbullah’ın Kürt sorunu karşısındaki tutumu da akla gelir. Çünkü Hizbullah doğrudan kontrgerillanın bir aleti olarak rol oynarken, RP de Kürt illerinde bir i düzen, hatta daha da ileri giderek bir devlet partisi rolünü üstlenmiştir. Bu yüzden de Kürt savaşının ortaya çıkardığı keskin çelişe, bu alanda RP’nin yüzündeki İslam enternasyonalisti, emekçiden ve ezilenden yana olma maskesini düşürmüştür. Mücadelenin sertleşmesi, Batı’da da aynı şeyi yapacaktır kuşkusuz, ama bunun için işçi ve emekçi sınıf hareketinin diğer partilerin ve sendika bürokrasisinin denetiminden çıktığı koşullar bekleniyor olmalı.
RP’DE DİN MOTİFİ
Dini politikaya alet eden ya da din uğru¬na politika yapan bir çevre ya da partide “dini motiften söz etmek anlamsız gibi görünürse de, işe politika karıştığında, dini rengin şu ya da bu ölçüde değiştiği de bir gerçektir. Örne¬ğin tarikatlar ya da din uğruna politika yapan çevreler için, din asıl belirleyici motifken; RP gibi, dini, sermaye uğruna kullanmayı kendisi¬ne amaç edinmiş düzen partileri için din; parti¬de, tıpkı düzen karşıtlığı gibi bir “savaş boya¬sı” olabilmektedir. Yani savaşanlara güç veren, onları birleştiren gizemli bir etki yapan, ama savaşın kendisi için yapılmadığı bir unsurdur.
Bu açıdan Türkiye’de dinci hareket hetero¬jen bir özellik gösterir ve dinci yasal parti için din motifi dini çevreleri etkilemek için öne çı¬karılmış bir öğedir. Bu partinin sözcüleri, yeri geldiğinde, “dini yönetime karşı olduklarını” bile söyleyebilirken, yeri geldiğinde dinin bütün evreni ve bütün insanlık tarihini açıkla¬yan tek bilgi, tek gerçek bilgi, Kuran’ın da de¬ğişmez, tartışılmaz bir ilahi anayasa olduğunu söyleyebilmektedirler.
Tarikatlar ve İslam’ı amaçlayan politikalar etrafında birleşmiş dini çevreler için, dini motif çok daha önde, politikaların doğrultusu¬nu belirleyen şeriat yasalarıdır. Bu yüzden de bu çevrelerde dini motif, bazen her şey de-mektir.
Genel olarak göz önüne alındığında İslami hareket içinde dini öğe; önderliğin liberal, açık sermaye yanlısı, tavrı tarafından belirle¬nen, bu yüzden de dinin politikaya alet edildi¬ği yanı ağır basar durumdadır.
ÇELİŞİK BİR BÜTÜN
İslami hareket ve İslami hareketin partisi olarak RP, homojen değil heterojen bir yapıya sahiptir. Yukarıda, değişik vesilelerle de söz edildiği gibi, içerisinde kendisine İslami çevre, İslami grup diyen pek çok yoğunluk vardır. Bunlar, İslami dogmayı yorumlamaktan İslami düzenin nasıl olacağı ya da yaşamın İslami kurallara göre düzenleneceğine, hatta İslam’da bir parti olup olmayacağı, birbirileri hakkında İslam’a uygun davranıp davranmadıkları vb. gibi konularda bile farklı düşüncelere sahip¬tirler. Şu anda tek ortak noktaları, İslamcıların birliğinin gelecekte atılacak adımlar için daya¬nak teşkil edeceği, bu yüzden de bugün RP’nin desteklenmesinin gerektiğidir. Özellik¬le büyük kentlerde, burjuva kopuş sürecinin işlemeye başlamasından bu yana, RP’ye kayan emekçi kesimler için ise; RP sistem karşıtı, hatta kapitalizm karşıtı bir parti olarak görünmektedir. Ve RP’nin ne kadar dine bağlı oldu¬ğu bu kesimleri ilgilendirmemektedir.
Bunlar ve yukarıdan beri söylenenler göz önüne alındığında; RP’nin homojen değil hete¬rojen yapılı bir parti olduğu, üstelik çıkarları ve dünya görüşleri birbirinden farklı kesimle¬ri içinde barındırdığı, üstelik bu kesimlerin, (özellikle dini çevrelerin) bu parti içinde özerk yapılarını koruyarak var olduğu sapta¬masını yapmak; RP’nin ve Türkiye İslami hare¬ketinin gerçeğini ifade etmek olur.
RP’nin bu heterojenliği, onun yığınsallığını kolaylaştıran, oy yarışında ona avantaj sağla¬yan bir özelliği olmasına karşın, her koşulda aynı kararlılıkla savaşmasını da engelleyen, dahası onu sürekli olarak bölünme tehdidi al¬tında tutan bir özelliktir.
Ama Marksistleri asıl ilgilendiren, sermaye¬nin bu yedek partisinin gerçek yüzünü açığa çıkarmak, onun da sistemin diğer partileri gibi, onun bekası için var olduğunu emekçi yı¬ğınlara göstermektir. Bunun için ise; yapılacak ilk şeylerden birisi, RP’nin programı, ilişkileri, şu anda var olan sorunlar için geliştirdiği poli¬tikaların niteliğini, sermaye yanlılığını açığa çı¬kararak, emekçilerin gözünde RP’nin sistem karşıtlığı demagojisini boşa çıkarmaktır. Bu, mücadelenin imkânları göz önüne alındığında iki alanda yapılabilir: Birincisi; İslam’ın ve İsla¬mi çevrelerin bugünkü dünyanın koşulları içinde bulundukları pozisyonu çözümleyerek, bunların bütün karşı iddialarına rağmen em¬peryalist dünya düzeninin bir dayanağı olduk¬larını kanıtlamaktır ki; entelektüel yaşamdaki İslami ve Türk-İslam hegemonyayı kırmanın başlıca dayanaklarından birisi budur. Ve bu alan, kuşkusuz, derinlemesine bir inceleme ve propaganda imkânlarının yoğun bir biçimde seferber edilmesini gerekti¬rir.
İkincisi ise; doğrudan üretim birimlerim¬de, emekçilerin bulunduğu her yerde RP’nin ve sorunların çözümüne ilişkin İslami reçetelerin teşhirine ve RP’nin ve İslami sendikaların işçi ve emekçi hakları karşısında düzen ve sermaye yanlısı tutumlarını teşhir etmekten geçmektedir. Nitekim çelişmeler keskinleşip düzen sıkıştıkça, sıradan reformcu sendikacı¬lardan daha sert düzen eleştirisi yapan İslam¬cı sendika ve sendikacıların da açık sermaye yanlısı çözümlere sarılmaları bir rastlantı de¬ğildir. Koşullar biraz daha sıkıştırdığında RP’nin de IMF ve sermayenin “İstikrar prog¬ramlarının” uygulayıcılarının saflarında yer al¬ması da kaçınılmaz olacaktır. Ama bu alanda yapılacak mücadele kuşkusuz, her gün sürdü¬rülmesi, sistemli bir biçimde sosyalizmi merkezine alan bir propagandayla birleştirildiği ölçüde başarı şansına sahip olacak bir müca¬deledir. Dolayısıyla; bu alanda başarı için, Marksist partinin program ve çalışma taktikle¬rinin büyük bir ciddiyetle hayata geçirilmesi zorunludur.
İslami hareket ve RP kuşkusuz ki; daha ayrıntılı incelemeler gerektiren ve aynı za¬manda sürekli mücadele içinde olunması ge¬reken politik bir kesimdir. Özellikle de sistem karşıtlığı demagojisinin açığa çıkarılmasının Marksist parti ve devrim ve demokrasi müca¬delesinin ilerletilmesinde hayati öneme sahipliliği unutulmaması gerekir. Bu görevin bilin¬cinde olarak Özgürlük Dünyası, yeri geldikçe konuya yeniden dönecek, yeni gelişmeler ışı¬ğında tespitlerini derinleştirmeye, İslami “adil düzen”in niteliğini ortaya koymaya devam edecektir.
Haziran’94