Sistemiçi bir seçenek: Refah Partisi ve İslami Hareket

Uzunca bir zamandan beri, İslâm ülkelerinde, tıkanan sistemler karşısına İslami “çözümlerle” çıkmak adeta moda oldu. İran’dan sonra Mısır, Cezayir gibi ülkelerde ortaya çıkan gelişmelerle birlikte, diğer İslam ülkelerinde de kapitalist sistemin buhranının derinleşmesine paralel olarak, şu veya bu öl¬çüde, “İslami çözüm” yandaşlarının sayısı artı¬yor.
Günümüzde, kapitalist üretim ilişkileri dı¬şında, bir de “İslami üretim ilişkilerinin” mümkün olup olmadığı tartışmasının saçmalı¬ğı ortada. Bu yüzden, bu tartışmaya girmeden, bu yazı çerçevesi içinde “İslami çözüm” iddia¬sındaki Türkiye’deki İslamcıların, daha çok da İslamcı hareketin legal bir yansıması olan RP’nin konum ve çözümleri üstünde duraca¬ğız.
Öncelikle, daha önce üstünde sıkça durul¬duğu için, şunu kısaca belirtmek gerekiyor: RP’nin yığınlar karşısına bir seçenek gibi çık¬masının nedeni, geleneksel burjuva düzen partilerinin son birkaç yıl içinde öne sürdükle¬ri politikaların ve yığınların sistemden beklen¬tilerinin iflas etmiş olmasıdır. Özelliklede Tür¬kiye’nin içine sürüklendiği krizin; son birkaç yıldır, işçi ve emekçilerin sistemden kopmala¬rı doğrultusunda, geçmiş yıllarda görülmedik biçimde, bir işlev yerine getirmeye başlaması¬dır.
Nitekim krizin bugün ulaştığı boyut, söyle¬nenleri daha anlaşılır kılacak biçimde kendisi¬ni ortaya koymaktadır.
İşte tablo:
Burjuvazinin ideologları, yardakçıları, falcı¬ları ve kalemşorları, hepsinin kanısı ortak: “Türkiye çok ağır, tarihinde hiç görmediği kadar ağır bir bunalımdan geçiyor. Bu kötü günlerde herkesin özveri göstermesi gerekir. Sorumlu davranmalı, işçisiyle, işvereniyle ba¬ğırıp çağırmayı bırakmalı, batan gemiyi kur¬tarmak için uzlaşma noktaları bulmalıyız.”
Bu ortak düşünce arka plan olmak üzere, bunalımdan nasıl çıkılacağı üstüne çeşitli gö¬rüşler öne sürülüyor. Burjuvazinin en soğuk¬kanlı akıl hocaları ve deneyimli liderleri, “Biz nelerden kurtulmadık ki; bunu da aşarız, yeter ki kendimize güvenimizi yitirmeyelim!” yollu uyanlarla, panikleyen çevreleri toparla¬maya çalışıyor. Ama tam işlerin artık yoluna girdiği sanısı yaygınlaşırken, “umulmadık” bir sektörde, yeni bir depremle bütün söylenenler havaya uçup, burjuvazinin saflarında toz duman birbirine karışıyor. Çünkü ekonomik krizin önlenemez dalgaları, sanki usta bir sat¬ranç oyuncusu tarafından yönlendiriliyor gibi, sektör sektör dolaşıyor. Önce en cılız olanlar hortumun merkezine çekilirken, birden en güçlü olan bir sektörün krizin darbeleriyle çöktüğü izleniyor. ’94 başın¬dan beri, döviz piyasalarında başlayan ve oradan bankala¬ra sıçrayan kriz; otomotiv ve tekstil gibi, Türkiye’nin en gözde sanayi dallarını vur¬duktan sonra tekrar, “artık biz sıramızı savdık, kriz bizi etkilemez” propagandası yapan döviz-banka-borsa üç¬geninde, bir önceki çalkantı¬ya rahmet okutur biçimde kendini duyuruyor. Üç banka, 8 borsa aracı kurumu ile bir¬likte trilyonlarca lira batar¬ken, sadece bir ekonomik ka¬yıptan öte, ahlaki bakımdan da, batıranların, yüksek bü¬rokrasiden banka sahipleri ve borsa krallarına kadar geniş bir çevrenin, krizden nasıl büyük vurgunlar vur¬dukları da ortaya çıkıyor. Sektörün bütünüyle çöküşü bu sefer devletin bütün imkânları kullanılarak erteleniyor; ama sadece erteleniyor. Çünkü dövizin kontrolsüz yükselişi ve borsa¬nın çöküşü ancak faizlerin yüzde 400-1000’lere çıkarılmasıyla önleniyor ve bu da bütün belli başlı sektörlerde daha büyük ve daha gürültülü bir çöküşün beklentisine yol açıyor. Şimdi, burjuvazinin en iyimser uzman¬ları bile, bu faiz çılgınlığının yol açacağı yıkımın boyutlarını tartışıyor. Aslında tartışılan, yıkımın olup olmayacağı değil, hangi ayda; Ha¬ziran’da mı, Temmuz’da mı, Ağustos’ta mı, Eylül’de mi olacağı.
Bu arada; krizi önlemek için iç ve dış imkânlar seferber edildi: 5 Nisan Kararları uygu¬lamaya sokuldu. Türkiye IMF ile yeni bir Stand-By anlaşması yapmak zorunda kaldı; enflasyon res¬men 130’lara vururken, en iyimserler bile yıllık enflasyo¬nun yüzde 150’den aşağı düş¬meyeceğini söylüyor. Sakıp Sabancı, yüzde 400 enflasyondan söz ediyor. Devlet, yüzde 400 faizle para topluyor, ama işçi ücretleri ve memur maaşları donduru¬luyor. Ve bütün düzen parti¬leri, olup biteni sadece seyre¬diyor. Hükümete yönelik, muhalefet icabı yapılan eleş¬tirileri ise kimse ciddiye almı¬yor. Sendika ağalan; başlangıçta yürüttükleri nutuk muhalefetini bile bırakmış, sermaye ne derse yapacak bir kıvama gelmiş, hazır olda bekler durumda.
Kısacası; bütün bu geliş¬melerin karşısında sistemin ürettiği çözüm, 5 Nisan Ka¬rarları ve ülke ekonomisini IMF yönetimine devreden Stand-By anlaşmasıdır. Ve tabii, fedakârlık adı altında buhranın bütün yükünün işçi ve emek çilerin sırtına yıkılması için gerekli önlemlerin bir bir devreye sokulmasıdır.
Kuşkusuz ki; böyle bir kaosa bir günde ge¬linmedi. Yaşanan krizin belirtileri uzunca bir zaman önce ortaya çıkmıştı. Dahası Yeni Dünya Düzeni olarak nitelenen bugünkü em¬peryalist kapitalist sistemin bir krize yuvarlan¬dığı; ABD, Japonya, Avrupa gibi başlıca kapita¬list merkezlerdeki krizin kaçınılmaz olarak bizim gibi ülkelere yansıyacağı, krizin yükünü geri ülkelere yıkma operasyonunun, bu ülke¬lerde krizin daha da yıkıcı yaşanmasını kaçı¬nılmaz hale getireceği son birkaç yıldır artık herkesçe biliniyordu. Geçmiş yıllardakinden farklı olarak; sistemin kendi içinde, görünüşte de olsa seçe¬nek olacak partiler ve partiler tarafından üretilmiş program-lar yoktu. Avrupa’da, gelenek¬sel-muhafazakâr-sosyal demokrat tahterevalli oyunu, anlamını yitirmişti. Türkiye’de ise; bir oyun olarak bile birbi¬rine seçenek olacak program¬lar yoktu. 12 Eylül sonrası bütün bu seçeneklerin tek bir partide birleştiği ilan edilerek, “tek parti tek program”ın her derde deva olduğu propagan¬da edildikten sonra, bunun pek akılcı ancak “henüz ola¬naksız” olduğu görüldüğün¬den, bir program ve ayrı partilerde olunması¬nın zorunluluğunda karar kılındı. Ne var ki; ANAP’ın iktidardan düşmesinden sonra, sanki muhafazakâr- sosyal demokrat ikileminin orta¬dan kalktığını resmen göstermeden burjuva parlamentarizmin sahte demokratik niteliği anlaşılmıyormuş gibi; tarih, düzenin ürettiği iki “temel seçeneği” tek bir hükümette birleşti¬rerek, düzenin demagojik olarak bile bir seçe¬nek üretme yeteneğinde olmadığını gösterdi.
Öte yandan; dünya ölçeğinde sosyalizmin aldığı yenilgi, kapitalizm karşısında sosyaliz¬min somut bir tehlike olmaktan çıkması, en azından kapitalistler tarafından gelişmelerin böyle yorumlanması ve elbette Yeni Dünya Düzeni olarak tanıtılan, barış içinde, sömürü¬şüz, evrensel adaletin gerçekleştiği bir dünya¬nın kapitalizm tarafından kurulacağı umudu¬nun daha doğmadan yıkılması; kapitalizmden umut kesen, ezilen, sömürülen yığınlar için politika alanında bir boşluk yarattı. Düzen, klasik partileriyle bunu karşılayamadığı du¬rumlarda yaptığını yaptı; görünüşte muhalif, üstelik yığınlarla kolay diya¬log kuracak, kendisi açısın¬dan da kolay kontrol edile¬bilir bir politik yelpaze alanını kullandı. Bu; yelpa¬zenin, dinle politikanın bir¬leştiği, dinin politikanın do¬laysız bir aracı olarak kullanıldığı dilimiydi.
Bu, elbette burjuva stratejistlerinin masa başına oturarak yaptıkları bir plan değildi. Tersine bütün cumhuriyet tarihi boyunca bur¬juva politikasının bir yanı olarak var olan bu seçene¬ğin, ayrı bir partide cisimleşmesi olarak da gerçekleş¬mişti. Üstelik bu “İslamcı faktör”, hem İslam ülkelerinde devrimci demokratik gelişmelere karşı, hem de uluslararası alanda, komünizme karşı “yeşil kuşak” kuramı içinde de denen¬miş, bütün aykırı görünüşüne karşın sistem içiliği ve sistem için vazgeçilmezliği kanıtlanmış¬tı. Nitekim 12 Martçılar MNP’yi (Milli Nizam Partisi) kapattıklarına pişman olmuşlar, İsviç¬re’de yaşayan MNP’nin sürgündeki lideri Necmettin Erbakan’ı, bizzat cunta generalleri Tür¬kiye’ye davet ederek, MSP’yi kurdurmuşlardı. Yani, dini esas alarak kurulan partinin, sistem partileri içine katılması daha 1960’lı yıllarda, uluslararası planda İslam’ın, komünizme karşı, kapitalizmin bir kalkanı olarak kullanılmaya başlandığı yıllarda olmuştu.

İSLAMCI HAREKETİN YANSIMASI OLARAK RP
1980’lerde yeniden “çok partili sisteme” geçildiğinde RP de, diğer partilerle birlikte ku¬rulmuştu.
1980’li yıllar; geleneksel burjuva partileri¬nin farklarının ortadan kalktığı koşullarda, tek bir ekonomik program etrafında kapitalist dünyanın bütünleştirilme çabalarına paralel olarak, çok ama birbirine olağanüstü benzeyen burjuva partilerinden oluşan bir siyasal siste¬mi de birlikte getirmişti. Ne var ki; bu tek ekonomik program; dünyayı bütünleştirmek, var olan çelişmeleri ortadan-kaldırmak bir yana, onları keskinleştirdi. Bu durum, yukarı¬da sözü edilen koşullarla birleştiğinde, gele¬neksel burjuva partilerinin büyük itibar kaybı¬na yol açarken, burjuva parlamentosunun ikiyüzlü niteliğini de iyice açığa çıkardı. Burju¬va siyasal sisteminin görülmemiş derecede iti¬bar kaybetmesi, bu boşluğun devrimci ve sos¬yalist güçler tarafından doldurulamaması, düzene karşı olduğunu iddia eden düzen par¬tilerinin beklenmedik bir başarısına yol açtı.
Yerel seçimlerden bugüne kadar, özellikle seçimlerden sonra RP’nin nispeten de MHP’nin oy patlamasının nedenleri üstüne bir hayli yazı ve değerlendirmeler çıktı. Özgürlük Dünyası da, bu konuya çeşitli yazılarında de¬ğindi. Bu yüzden de, burada RP’nin başarısı¬nın nedenleri üstünde değil, ne ölçüde düzen-dışı olduğu, tezleri ve tutumuyla nasıl bir parti olduğu üstünde durulacaktır. Ancak; ön¬celikle, RP dendiğinde ilk akla gelen dinin po¬litikadaki yeri ve Türkiye’de dinin politikaya etkisi üstünde durmak, olup bitenlerin anlaşılması için daha yararlı olacaktır.

DİN VE POLİTİKA
En yaygın ve kabul edilen biçimiyle din, insanın doğa karşısındaki çaresizliğinden, kor¬kularından doğan “özel” bir üstyapı kurumu¬dur. Özelliği ise, bütün bilinen üstyapı kurumlarından daha dayanıklı oluşu, daha az değişmesidir. Bu nedenle de din, binlerce yıl “değişmeden sürdüğü” duygusu uyandırır. Kuşkusuz dine, bu binlerce yıl “değişmeden”, daha doğrusu küçük değişikliklerle sürme imkanını tanıyan şey onun; devlet, politika, ideo¬loji, ahlak vb. tüm diğer üstyapı kurumların¬dan farklı olarak, hem bu dünya, hem de öteki dünya hakkında bütünlüklü bir sistem getiren tek üstyapı kurumu olmasıdır. Üstelik din, bu dünya için, dünyanın ilk oluşundan bugüne kadar olup biten her şeyi çok basit bir biçimde açıklamakta; hemen hiçbir şeyi açıkta bırakmayan bir tarih açıklaması verirken, bugün için de olup bitenler konusunda bir açıklama yapma, yoksullara tevekkül öğütle¬menin yanı sıra, emekçilere çekici gelebilecek bir toplumsal düzen tasarımı sunmaktadır. Ge¬lecek için de yine değişik dinci kurumlar aracılığı ile tasarılar öne sürmekte ya da kehanetlerde bulunmaktadır. Kısacası din, ezelden ebede olup bitenler için kendi içinde tutarlı bir açıklama yapan tek üstyapı kurumu olarak ortaya çıkmış, bu yüzden de gelip geçen egemen sınıf ve ezilen sınıf ideolojileri karşısında “değişmeden kalan”, “tek hakikat” iddiasında bulunabilmiştir.
Ta ki, yeni bir tarih anlayışıyla toplumsal gelişmeyi açıklayan ve insanlığın geleceği için de, dinden farklı olarak, ayakları yere basan tasarımlar sunan sosyalizmin, Marksizm’in ortaya çıkmasına kadar din, “bütünlüklü” açıklamalar yapan tek kurum olma kozunu elinde tuttu.
Marksizm, dinin Tanrı’nın işi olarak nitelediği pek çok olay ve olguyu açıklayarak, din kaynaklık eden cehaletin temellerini sarsarak, öbür dünya mavalını canlı tutan idealizmi alt ederek, dine güç veren temelleri çökertti. Da¬hası sosyalizm, dine karşı mücadeleyi sınıflar mücadelesinde ifadesini bulan işçi sınıfı ve emekçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesine dolaysız bir biçimde bağlayarak, dinin karşısı¬na ilk kez bütünlüklü bir sistemle karşı çıkan dünya görüşü oldu. Bu yüzden de, bütün belli başlı dinler; sosyalizmi din düşmanı, Allah-kitap tanımaz ilan etmişlerdir. Bu gerekçeden kalkılarak, sosyalizme karşı kapitalistlerin ve tüm gerici güçlerin eylemlerine, ilk ve sarsıl¬maz destek dinden, dinlerden gelmiştir. Ege¬men sınıflar da, sosyalizm karşısında zorda kaldıklarında, dini ve dini kurumlan yardıma çağırmışlardır. Nitekim İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hitler’ci faşizm, Tanrısız komünizme karşı, kilise tarafından desteklenmiş, savaş sonrası emperyalistler tarafından yürütülen büyük anti-komünist kampanyaya hem Hıristi¬yanlık hem de İslam duraksamaksızın ve ara¬larındaki tarihsel düşmanlığı unutarak destek vermişler; İslam ülkeleri, Hıristiyan Avrupa ve Amerika’nın çıkarı uğruna savaşa sürüklen¬miş; aynı çıkar uğruna Sovyetler Birliği, Türki¬ye’den başlayıp Çin’e kadar uzanan hat bo¬yunca İslami “yeşil kuşak”la çevrilmiştir.
Türkiye’de din, sadece Osmanlı dönemin¬de değil, cumhuriyet döneminde de her zaman politikanın içinde olmuştur. Bu, bazen sadece tarikatların dolaylı yoldan politikayı et¬kilemesi biçiminde olurken, bazen de tarikat¬ların ve din adamlarının politik partiler içinde dolaysız bir biçimde politik güç odakları ola¬rak var olmalarıyla olmuştur. Örneğin Demok¬rat Parti, doğrudan tarikatlara dayanarak kır¬sal kesimde çok önemli güçleri arkasına almış, sonraki yıllarda da AP, CKMP, MHP MNP, MSP, ANAP, DYP, MÇP gibi partiler DP’nin geleneği¬ni, aralarında tarikat çekişmelerini de ekleye¬rek sürdürmüşlerdir.
1960’lı yıllara kadar dine karşı radikal bir tutum takınan CHP’de, Ecevit’in işbaşına gel¬mesiyle, din, yığınları etkilemenin aracı olarak kullanılmaya başlanmış; CHP ve onun devamı olan SHP ve DSP gibi partiler Aleviliği, yerine göre de Sünniliği kendi politik çıkarları doğ¬rultusunda kullanırken; kendisine sosyalist diyen kimi siyasi akımlar ise laiklik mücadele¬sini Alevilik çizgisinde sürdürmeye karar kıla¬rak, Sünni şeriatçılığa Alevilikle karşı çıkmayı gerçekçi politika olarak benimsemişlerdir.
RP, bu süreç içinde MNP, MSP kulvarında ve bizzat bu partilerin kurucuları ve önde ge¬lenleri tarafından kurulmuştur.
MNP, MSP ve RP, diğer düzen partilerinden başlıca iki özellikle ayrılırlar. Birincisi; her üç partinin de iddiası Türkiye Batı kültürüne yö¬neldiği için küçülmüş; eğer İslami değerlere ve İslam ülkelerine yönelinirse, Türkiye büyük devlet olur. İslami motifler ne kadar öne çıkarılırsa çıkarılsın, bu üç partide Türk şovenistliği, emperyalist amaçlar gütme çok belirgindir. Örneğin, 70’li yıllarda MSP, ağır sanayi hamlesiyle “Büyük Türkiye”nin temeli¬nin atılacağı iddiasıyla öne çıkmış; Erbakan kent kent dolaşarak, şarlatanlığa varan bir sanayileşme kampanyası yürütmüştür. “Yüz bin tank, yüz bin top” yapmaktan söz eden Erba¬kan, kendisini Kıbrıs fatihi ilan etmiş, yetme¬miş; Fatih Sultan Mehmet’in MSP’li olduğunu söylemekte hiçbir sakınca görmemiştir. Kıb¬rıs’ın işgali sırasında çok açıkça görülen, ama yeri geldiğinde sıkça tekrarlamakta fayda görülen Türk Ordusu’na dizilen övgüleri, ancak fanatik bir milliyetçi yapabilirdi. Kısacası 70’li yılların MSP’si MHP kadar Türk milliyetçisiydi. Bu partileri, (MNP, MSP ve RP) diğer partiler¬den ayıran asıl farklılık, din konusundaydı. Bütün diğer düzen partileri, dini siyasi amaç¬larının bir aracı olarak kullanıyorlar, ama bunu yaptıklarını inkar ediyorlar, dolayısıyla tarikatlarla şeyhlerle ilişkilerini gizli kapaklı sürdürüyorlardı. Bu partiler ise; bunu açıkça yaptıkları gibi, böyle olması gerektiğini de söylüyorlardı.
Bu üç partinin diğer bir özelliği ise; anti-emperyalist bir söylem kullanmalarıydı. Batı taklitçisi partilerin Türkiye’yi emperyalizme bağımlı hale getirdiğini, ağır sanayinin kurul¬masıyla Batı emperyalizminin sultasından kurtulunabileceği propagandasını sürekli önde tu¬tuyorlardı. Söylemdeki bu antiemperyalizm, yer yer anti-kapitalizme kadar varan bir sistem eleştirisine dönüşüyordu. Özellikle seçim dö¬nemlerinde, yoksul yığınlara seslenirken bu sistem eleştirisi daha da belirgin kullanılıyor¬du.
Sonuç olarak Milli Nizam Partisi’nden baş¬layarak dinci partiler kendilerini düzen parti¬lerinden ayırmaya, düzenden hoşnutsuz olan¬ları kendi şemsiyeleri altına toplamaya özen gösterdiler. Laiklikten rahatsız olana şeriatçı, sömürüden rahatsız olana antikapitalist, ba¬ğımlılıktan rahatsız olana antiemperyalist, kar¬gaşa ve sınıf çatışmasından rahatsız olana kar¬deşlik, huzur ve barış yanlısı, ahlaksızlıktan rahatsız olana bir ahlak abidesi olarak gittiler. Ve bu Machiavelle’e rahmet okutacak geniş yelpaze, İslami kardeşlik ve İslami ilkelerin öne çıktığı, “adil düzen” biçiminde ifade edile¬rek propaganda edildi. Son 30 yıl içinde geliş¬tirilen politikalar, Refah Partisi’nde somutlaştırılıp hayata*geçirilmeye koyulundu.

RP NE KADAR DÜZENDIŞI?
Hemen bütün düzen partileri itibar ve oy kaybederken RP’nin sürekli bir yükseliş eğili¬mi içinde olması, düzen partileri ve aydın çev¬relerde kargaşa yarattı. Özellikle büyük kent¬lerde RP’nin belediye başkanlıklarını kazanabileceğinin ortaya çıkması, burjuva medyası ve düzenin geleneksel partilerinin RP’ye karşı kampanyalar başlatmasına neden oldu. Şimdiye kadar arkası sıvazlanan RP, bir¬den öcü ilan edildi. Kendileri de din istismarında RP’den geri kalmayan partiler, RP’yi din istismarcısı, Atatürk ve cumhuriyet düşmanı ilan edip, kirli çamaşırlarını dökmeye koyul¬dular. Kamuoyunda yaratılmak istenen imaj, RP’nin düzen dışı, iktidara geldiğinde İslami esaslara göre (şeriatçı) bir toplumsal düzeni uygulamaya sokacak bir parti olduğu doğrultusundaydı. Ne var ki; sonradan da anlaşılaca¬ğı gibi, RP’nin düzen dışı ilan edilmesi, düzene pek de hoş bakmayan emekçi kesimlerden RP’ye oy aktarmıştı. Ama bu kampanyanın, ge¬leneksel partiler ve sistem açısından başarısız olduğu da söylenemez. Yaratılan ortam kulla¬nılarak, “Şikâyet Etme Oy Ver!” kampanyası; başlatılarak, parlamento ve düzen partileri ile bunlardan kopmaya yönelmiş emekçiler, önemli ölçüde sandık başına götürüldü. RP yö¬neticileri de oy ve siyasi çıkar uğruna “kışkırtıcılık” yapmaktan geri durdu; kendilerini, dü¬zene daha uyumlu bir yol ve üslubu benimser çizgiye çektiler. Çünkü düzen dışı gösterilmek¬ten, herkesten çok, RP yöneticileri tedirgin ol¬muştu. Hasan Mezarcı’yı bir günde provokatör ilan etmeleri, ulusal bayramlarda ya da gerek¬tiği zaman Anıtkabir’e koşmaları, konuşmaları ve tutumlarıyla egemen sınıflara ve düzen dışı imajından rahatsız olan çevrelere aksine me¬sajlar iletmeye özen göstermeleri, RP yöneti¬minin, düzen dışı ilan edilmekten hoşlanmadı¬ğının görüntüleriydi. Öyle anlaşılıyor ki; RP yöneticileri düzeni eleştirerek oy toplamayı, düzenden kopan emekçileri kendi arkalarını almayı stratejilerinin bir parçası olarak benim¬semişler, ama egemen sınıflar ya da düzenin etkin odaklan ve diğer partileri tarafından düzen dışı ilan edilmeyi göze alacak kadar ileri gitmeyi amaçlamamışlardı ve böyle bir görüntüden hoşlanmıyorlardı. Nitekim bu çevreler¬den RP’nin düzen dışı olduğu eleştirisi geldi¬ğinde büyük bir telaşla tersini ispatlamaya kal¬kıyorlar; “En iyi serbest pazar ekonomicisi biziz”, “Asıl biz özelleştirmeden yanayız”, “IMF Stand-By’ı bizimle imzalayacak”, “Enflasyon oranında bir faiz elbette haram değildir”, … yetmiyor; “Atatürk sağ olsaydı o da RP’li olur¬du (Biz Atatürkçüyüz demenin Refahçası), “Asıl demokrasi, asıl laiklik Refahla gelecek” (Biz de ‘Batı taklitçisiyiz’ demenin üstü kapalı hali) gibi açıklamalarla RP, düzen içi olduğu konusunda uyanan kuşkuları yatıştırmaya büyük özen gösterdi. RP, hakkında yaratılan düzen-dışılık suçlamasından aklanmak için ke¬disine yöneltilen her soruya olumlu yanıt verdi. Örneğin, aydınları pek tedirgin eden ve neredeyse bir ulusal mesele haline getirilen Beyoğlu’nun kapatılıp kapatılmayacağı ve RP’nin oy alarak geleceği iktidardan yine oy yoluyla gidip gitmeyeceği sorularına RP yöne¬ticileri “herkesi” “ferahlatan” yanıtlar verdiler: Beyoğlu’nda ruhsatsız randevuevleri dışında diğer “eğlence yerlerine” dokunmayacaklardı ve iktidar sorununa gelince ise; elbette halk kendilerini istemezse gideceklerdi. Gerçi, hal¬kın RP’yi bir kez iktidara getirdikten sonra is¬tememesi söz konusu olamazdı; ama eğer soru böyle soruluyorsa yanıtı “elbette gidecek”leriydi! Diğer soru, RP; İran ya da Suudi Arabistan modeli bir İslami düzen yanlısı mıydı? Bu soruya da RP “hayır” diyordu. Medya ve öteki siyasiler RP’yi hem bu sorular¬la sıkıştırdı, hem de akladı. RP, böylece kamu¬oyuna angaje olmuş, düzen sınırları içinde ha¬reket edeceğini deklare etmiş oluyordu. Ama sıra yığınlara mesaj vermeye gelince mangal¬da kül bırakılmıyor: sanki konuşan RP’nin söz¬cüleri değil, Ortodoks Marksistlermişçesine; faiz düzeninden, sömürüden, soygundan, rüş¬vetten söz edilip, bu sistem değişmedikçe bun¬ların hiçbirinin değişmeyeceğinden söz edili¬yor. Düzene bir kez biat edildikten sonra bun¬ları söylemenin sisteme bir zararı olamazdı, hatta sahte bir muhalefet odağının olması düzen için iyi bile olabilirdi. Bu yüzden de se¬çimler öncesinde başlayan RP’nin düzen dışına taşan tutumlarını budama operasyonu kolayca ve hemen seçimler sırasında gerçekleştirilmiş oldu.
Bütün bu gelişmelerden açıkça anlaşılan; RP’nin son derece pragmatist bir tutum içinde olduğudur: RP iki ayağı ile sistemin içinde ola¬cak, ama bunu yığınlar bilmeyecek, diğer parti¬lerden kopan emekçiler düzen dışı sandıkları RP’nin peşine takılacak. RP yöneticileri ve dü¬zenin stratejistlerinin isteği bu. Ama bu istek, emekçilerden saklanıyor, RP’nin sanki düzen dı¬şı bir parti olunduğu izlenimi verilmeye çalışılı¬yor.
Sorunun bu yanına bir de RP’nin kendi bel¬geleri ve RP’nin Genel Başkanı ve aynı zaman¬da RP’nin simgesi haline gelmiş Necmettin Er-bakan’ın söyledikleriyle bakalım. Gerçekten RP “düzen dışı bir parti mi, yoksa sistem savunucu¬su da sahte bir seçenek olarak mı piyasaya sü¬rülmüş?
RP’nin propagandacıları, ısrarla kendileri¬nin bu Batıcı, faizci sistemi savunmadıklarını, yerine “adil düzen” adını verdikleri bir ekono¬mik- toplumsal sistemi geçirmek istediklerini iddia ediyorlar. Bunu her platformda dile getir¬meye özen gösteriyorlar. Bu yüzden de, her yerde “biz” ve “onlar” ayrımını yapmaya özel bir dikkat gösteriyorlar. RP’nin sözcüleri “biz” derken, aslında bir çoğulluğu değil, sadece ken¬dilerini kastediyorlar. “Onlar’ derken de kendi¬lerinden başka herkesi niteliyorlar. Çünkü ken¬dilerinden başka herkes, liberal ya da komünist “Bati taklitçisi”dir, ama RP “Batı tak¬litçisi olmayan, millici, İslami, hatta şeriat yasa¬larını gözeten bir “adil düzen” savunmaktadır!
RP’nin, kendisiyle bütün diğerlerini kapsa¬yan “onlar” arasındaki “hak” anlayışını Nec¬mettin Erbakan’ın ağzından aktaralım.
“Onlar”ın hak anlayışı
“1-Kuvvet: Onlar kuvveti hak sebebi sayar¬lar. (Kuvvetin hak sebebi sayılması, kaçınıl¬maz olarak tahakkümcülüğü de meşru sayaca¬ğından Erbakan başka bir konuşmasında “onlar”ın bir sıfatı olarak da tahakkümcülüğü sayıyor. ‘Üçüncü bir sıfatları ise tahakkümcülüktür. Taklitçi adam içerde tahakkümcü olma¬ya mecburdur, dışarıda köle.)
“2-Çoğunluk: Çoğunluğu hak sebebi sayarlar, oysa azınlığın da haklan vardır.
“3-İmtiyaz: Firavun’un hak anlayışı olan imtiyazı hak sebebi sayarlar.
” 4-Menfaat: Menfaatim varken, menfaati¬min ezilmesine göz yumamam ki; elbette ge¬reğini yerine getirmem icap eder diye zulüm yapıyorlar.
“Bizde hak anlayışı
“1-İnsan haklan: Birinci hak sebebidir. Do¬ğuştan bütün insanlar, Cenabı Hak’kın verdiği eşit haklarla doğarlar.
“Herkesin yaşama hakkı vardır.
“Herkesin akimin muhafaza edilmesi hakkı vardır.
“Herkesin ırz ve namusunu koruma hakkı vardır.
“Herkesin mülkiyet hakkı vardır.
“2-Emek
“3-Mukavele: Karşılıklı rıza ile yapılan mu¬kaveleye saygı gösterilir.
“4-Adalet
“İşte Refah Partisi ile taklitçi partiler ara¬sındaki temel fark bundan ileri geliyor.” diyor, RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan.
Eğer bir kişi ya da kurum, kendisini oldu¬ğundan farklı göstermek, ya da aynı olduklarından ayrı olduğu imajını vermek istiyorsa; mutlaka yalan söylemek zorundadır. RP için durum daha da zor. Hem düzen partisi oldu¬ğunu saklamak, hem de farkının işçi ve emek¬çilerden yana olduğunu göstermek zorunda. Bunun için de RP, durumunu kurtarmak için, bir fikir silsilesi içinde iki kez yalan söylemek zorunda kalıyor.
İlk yalan, kendisini öteki partilerden ayır¬dığını söylediği ve en güçlü olduğunu düşün¬düğü “imtiyaz” konusunda söyleniyor. “İmti¬yaz” Firavun’un hak sebebi sayılarak “imtiyaz”a karşı çıkılıyor. Bu biçimiyle “imtiyaz” elbette Firavun’un hak biçimidir. Sadece Firavun’un değil, bütün köleci ve feodal çağın, bu arada RP’nin kendisini çok yakın hissettiği peygamberlerin, kendileriyle övünülen Os¬manlı padişahlarının düzenlerinde de “hak sebebi”dir imtiyaz. Ama kapitalizm çağıyla da RP’nin sözünü ettiği biçimde yasalarla yürür¬lükte olan “imtiyaz” kaldırılmış, Batılı ve Batı taklitçisi partiler de programlarına, devletler anayasalarına her türden imtiyaza karşı olduklarını yazmışlardır, yazmak zorundadırlar da. Bu yüzden de RP “imtiyaz”a karşı olmayı kendi tekelinde göstererek yalan söylüyor. Aynı yalan; “kuvvet”, “insan haklan”, “emek” ve “adalet” için de geçerlidir. Hiçbir burjuva partisi, ben kuvveti hak sebebi sayarım, “insan haklarına karşıyım”, “adil olmayacağım” vb. demez. Tersine bu, RP’nin kendisim diğer partilerden ayırdığını iddia ettiği her madde, iki yüz yılı aşkın bir zamandan bert, daha doğrusu burjuva dünyasında az çok istik¬rarlı siyasi yapıların ortaya çıkmasından beri, bu partilerin, ilericisinin de gericisinin de üs¬tünde hiç tartışmadan benimsediği umdeler¬dir. RP’nin küçümsediği ve Batıcı ve batıl say¬dığı AGİK vb. kurumlar, RP’nin kendi “hak sebebi” saydığı ilkeleri savunan, onlar etrafın¬da biçimlenen kurumlardır. Bu yüzdendir ki; RP, burjuva devrimleri sürecinde ortaya çıkmış bu ilkeleri kendi tekelinde sayarak sadece yalan da söylemiyor, sabah akşam karalamak için Batı taklitçisi diye suçladığı partiler gibi, tam bir Batı taklitçiliğine düşüyor. Batının de¬ğerlerini alıyor, ama onları Batı’dan aldığım saklayarak, İslam’ın özünden fışkırmış, sadece RP tarafından dile getirilebilen, “yüce” ve “ulvi” değerler olarak sunuyor ve kendisini düzen partilerinden ayırmak aşkına yalan söy¬lüyor.
Burada RP’den şöyle bir itiraz gelebilir: “Diğer partiler de benzer şeyler savunabilir, ama Batı’da ve Batı taklitçisi partilerin yöne¬timde olduğu her yerde, insan haklan laftadır. Her şey sadece kuvvete sahip olan için vardır. Güçlü olan imtiyaza sahiptir. Her ne kadar ya¬salar karşısında herkes eşittir, kimseye imti¬yaz tanınamaz dense bile, bazı vatandaşlar di¬ğerlerinden fazla hak kullanma imkânına sahiptir. İnsan hakları denilen hak yelpazesini işçi ve emekçiler asla kullanamazlar. Emek ise lafta saygın ama fiiliyatta sadece sömürüldüğü için itibar edilir bir nesnedir. Adalet ise, sadece mülk sahibi sınıfın üyeleri ve gelişmiş uluslar arasında az çok anlamlıdır. İşçi ve emekçiler için ise, sadece özgürlüklerin sınır¬lanması anlamına gelir.”
Evet, bütün bu iddialar doğrudur. Kapitalist dünyada insan haklan ya da bütün diğer sınıf hakları genellikle kâğıt üstünde vardır ve bu haklar sadece mülk sahipleri tarafından kullanılabilir. Ama durumun böyle olması, RP’nin diğer partilerden farklı ilkelere sahip olduğunu ya da RP’nin “adil düzeni” kuruldu¬ğunda bütün bu hakların gerçek olacağını san¬mak, tam bir hayaldir. Bu, RP’nin tutarsızlığın¬dan duyulan bir kuşku değil, gerçeğin kendisidir. Çünkü burjuva dünyasında bütün hakların bir tek gerçek temeli vardır, o da; “mülkiyet hakkının dokunulmazlığı”na daya¬nır. Bütün diğer insan ve sınıf haklan olarak öne sürülen haklar, mülkiyet hakkının doku-nulmazlık altına alınması içindir. Burjuvazi bilir ki; mülkiyet hakkına dokunulmadıkça emekçilere ne hak tanınırsa tanınsın kapitalist sömürü sisteminin özüne dokunulamaz. Çünkü kapitalist toplumun temeli mülkiyet haklanın dokunulmazlığı üstüne oturmakta olup, sistemin bütün diğer haklan mülkiyet hakkının varlığına bağlanmıştır. Bu yüzden de ancak mülk sahibi olanlar bütün diğer haklan kullanma imkânına sahip olur.
RP’nin bütün öteki partilerden kendisini ayırmak için öne sürdüğü ilkeler içinde “mül¬kiyet hakkı”, pek sıradan ve tesadüfen orada bulunuyor gibi sunuluyor. Ama RP yöneticile¬rinin de bildiği, ama bilmezden geldiği budur. Mülkiyet hakkını kutsadıktan sonra kâğıt üs¬tünde herkese istediğiniz kadar hak dağıtın, sonuçta kuvvete sahip olan (ki; kapitalizmde kuvvet demek, mülk sahipliği demektir) “imti¬yaz” da, “menfaat” de “hak sebebi” sayılabile¬cektir. Daha doğrusu yasa ve kurallar ne derse desin, pratikte bütün haklar mülk sahip¬leri için var olurken, mülk sahibi olmayan işçi ve emekçilere sadece kâğıt üstünde haklarla avunmak kalır.
Kısacası RP’nin öteki partilerden kendisini ayırdığını iddia ettiği ilkelerin tümü öteki düzen partilerinin de ilkeleridir. Üstelik bu il¬keler, içerik olarak, diğer partilerde ne kadar sahteyse RP’de de en az onlar kadar, İslam’ın çağ dışılığı düşünüldüğünde, onlardan da fazla sahtedir. Bundan dolayı RP de, öteki partiler gibi, sermayeye hizmet eden, en az diğerleri kadar Batı taklitçisidir.
RP gibi gerçekte olduğundan farklı görün¬mek zorunda olan partilerin yumuşak karnı, yüzlerindeki maskenin çekilip alınmasıdır.
Kuşkusuz kapitalist sistemde bütün burju¬va partilerinin ortak özelliği, olduğundan fark¬lı görünmek ihtiyacıdır. Örneğin, hemen bütün partiler sermayenin savunucusu olmalarına karşın hepsi de işçi ve emekçiden yana olduklarını yüksek sesle bağırırlar. Bir teki bile ben sermayenin çıkarlarını savunuyorum demez. Ne var ki; RP, “onlar” ve “biz” ayrımı¬nı yaparak, meydanlarda sistem eleştirisi yapıp açıkça var olan sisteme karşı olduğunu ilan ederek, düzen partilerinden kopan emek¬çileri kendi yanına çekmeyi amaçlamak ve bu konuda da oldukça başarılı olmakla öteki par¬tilerden ayrılmaktadır.
İşte RP’nin yüzde 19’lara varan oy alması, onun İslamcı ve sistem eleştirici tutumuyla birleşince; diğer düzen partileri tarafından da kışkırtılan bir panik havasına yol açmış; laik, ilerici, aydın çevreler neredeyse ANAP ve DYP’nin başarısına sevinen zavallılık çizgisine itilirken, laik/anti-laik kamplaşması derinleştirilmeye, işçi ve emekçilerin RP ve öteki gerici partilerin arkasında kalmasının yolu muhafa¬za edilmeye çalışılmıştır.
Söylenenlerin daha iyi anlaşılması için RP’nin nasıl bir parti olduğuna daha yakından bakmak gerekir.

RP’NİN BİLEŞİMİ
Burjuva politik partiler sistemi, çıkarları çatışan çevrelerin bileşiminden meydana gelir. En sermaye yanlısı partiler bile emekçi¬lerden oy almak zorunda olduğundan, çıkarla¬rı partinin programıyla çelişen bir kısım emekçiyi peşine takma ihtiyacındadır. Ancak bu partilerin tabanı ve oy aldığı kesimler hangi sınıftan olursa olsun, partinin niteliğini belirleyen partinin yönetim kadrosunun izledi¬ği çizgidir; Refah Partisi de sistem partilerin-den birisidir. Ancak, RP, kendisi diğer partiler¬den daha köşeli bir ideolojik bir tutum aldığı için bileşimindeki çelişmeler daha görünür bir karakter arz ediyor. Her şeyden önce, kamuo¬yunda RP’nin uyandırdığı imaj da farklılık gös¬terir. Örneğin bir Kemalist için, RP şeriatçı; RP’ye oy veren bir emekçi için sömürüye karşı emekten yana; radikal bir İslamcı için şimdilik kazanmasında fayda olan bir kardeş parti vb.dir. Ama bu imajlardan hiçbirinin RP’yi tam olarak ifade ettiği söylenemez.
Genel hatlarıyla bakıldığında; RP’ye üç ayrı amaç için gelmiş kesim olduğu görülür. Birinci kesim; dini, politik amaçları için kul¬lanmak isteyen sermaye kesimi ve bu kesimin temsilcileridir. İran, Mısır, Cezayir’deki dinci partilerle RP’nin başlıca farkı buradadır. İran, Cezayir ve Mısır’daki İslamcı partilerin önder¬leri aynı zamanda dini önderlerdir de. Bu yüz¬den bu partilerde din öğesi, dinin amaçlarını her şeyin önüne koymak daha öndedir ve ge¬nellikle bu türden partilerin sermayeyle birleş¬mesi, partinin sermayenin desteğine ihtiyacı ve (ya da) sermayenin de bu partilere duydu¬ğu ihtiyaçla ortaya çıkan bir süreç içinde olur. Refah Partisi için ise tersi bir durum var¬dır. RP’nin önderlerinin hiçbirisi bir tarikat ya da mezhebin önderi değildir. Tersine, Genel Başkan Erbakan’dan başlayarak (Erbakan, po¬litikaya atılmadan önce İstanbul Sanayi Odası Başkanıdır.) parti yöneticileri, politik yaşama girmeden önce çeşitli sermaye kuruluşlarının yöneticileri, ya da çeşitli sermaye kesimleriyle içli dışlı olmuş kişilerdir. Dahası MÜSİAD (Resmi adı Müstakil İş Adamaları Derneği ol¬makla birlikte, bu Müslüman İş Adamları Der¬neği olarak da okunabilir. Üstelik bundan, bu dernek üye ve yöneticileri de sevinir.) gibi bir sermaye kuruluşu ile RP, içli dışlıdır. Bunun anlamı ise; RP’nin sadece bir dinci değil, aynı zamanda ve öncelikle bir sermaye partisi ol¬duğudur. Bu durum diğer ülkelerdeki dinci partilerden RP’yi ayıran bir özellik olarak gö¬rünmektedir. Özellikle sermaye gruplarıyla doğrudan ilişkili olan bu kesimin partinin yönetiminde tam egemen olması, hem RP’nin bir özelliği hem de RP içindeki başlıca çatışma unsurlarındandır.
Refah Partisi içinde ikinci kesim bu parti¬nin dinci, din uğruna, dini ilkelerin zaferi uğ¬runa mücadele eden bir şeriat partisi olduğu, ya da böyle olmaya müsait bir parti olduğu inancıyla bu partiye gelenlerdir. Bu kesime göre asıl uğrunda mücadele edilmesi gereken şeyler; dinin başarısı, İslami yaşamı tarzının egemen kılınmasıdır. Bütün diğer çelişmeler bu sistemin yerleşmesiyle ortadan kalkacak, tıpkı peygamber zamanındaki gibi, zenginlerin ve fakirlerin olduğu, ama herkesin din kardeş¬liği duygusuyla dayanıştığı bir cemaat yaşamı her şeyin başıdır. Genellikle RP’ye güç veren çeşitli tarikat ve dini çevrelerden gelen bu ke¬simlerin bir bölümü için RP, İslam’ın amacını gerçekleştirecek bir yapı ve programa sahip değildir. Ama bugünkü koşullarda RP’nin güç-lenmesi, İslam’ın gelişmesinde ve gerçekten İs¬lamcı bir yola girilmesinde faydalı olacağın¬dan, bugün RP’nin başarısı için çalışmak gerekir. Bu kesim de, kendi içinde sivil İslam¬cısından Nakşîlik, Nurculuk, Aczmendilik gibi, aşırı radikal İslama kadar değişik eğilimler ve değişik İslami anlayışlar olmasıyla karakterize olmaktadır. Bu yüzden de bu, İslamı amaç edi¬nen kesimle, yönetimde ve bulunan İslamı sermayenin çıkarı için kullananlar arasında bir çatışma olduğu gibi; İslamı amaç edinen ama farklı İslam yorumlarına sahip çevreler arasında da kesintisiz bir mücadele olduğunu söylemek doğru olacaktır. İslam ve radikalizm gibi, uzlaşmayla bir araya gelmez diye düşünülen kavramlardan sonra, bu çevrelerin RP’de; uzlaşma içinde olduğunu söylemek bir çelişki gibi görünürse de, daha ortaya çıktığı andan itibaren bir devlet yönetme sanatı da olmuş İslam’da, sözcüğün amiyane anlamıyla politika yapmak gelenek olmuştur. Bu yüzden de İslam, dinde bir reform geçirmemiş olmasına karşın, politikada esnek, uzlaşıcı olmayı kendi¬sinde içselleştirmiştir. Dinci RP’nin yeri geldi¬ğinde din devletine karşı olduğunu açıklama¬sı, RP yöneticilerinin “öyle icap ettiğinde” Anıtkabir’de kuyruğa girmeleri bu partiyi des¬tekleyen İslamcılar arasında en azından şimdi¬lik problem teşkil etmemektedir. Çünkü kâfire hile yapmak mubahtır!
RP içinde yer alan üçüncü kesim ise; bu partinin sözcülerinin antikapitalist anti-emperyalist söyleminden etkilenerek RP’nin peşine takılan emekçi kesimlerdir. Kuşkusuz bu emekçi kesimler de İslam’ın etkisi altındadır, ama bunları RP’nin rüzgârına kaptıran asıl etken dinsel inançları değil; RP’nin sömürüyü kaldıracağı, eşit ve kardeşçe bir düzen kuraca¬ğı, bu düzende faizin, rüşvetin, iltimasın olma¬yacağı biçimindeki propagandasıdır. Özellikle son yıllarda, diğer düzen partilerinin ipliğinin pazara çıkmasıyla, bu partilerden koparak RP’ye yönelen söz konusu emekçi kesim, RP’deki en yeni, RP’deki yönetim mücadelesi¬nin dışında, ama aynı zamanda RP içindeki ge¬rilim kaynaklarının en dinamiğidir. Çünkü bu kesim, RP’nin vaatlerine bakarak ona gelmiş¬lerdir ve uygulamayı dikkatle izleyeceklerdir. Bu yüzden de RP, bu kesim tarafından her gün sorgulanacaktır. Büyük kentlerin gecekon¬du semtlerinde oturan bu yoksul kesimleri, ne lafla ne de dua ile tahmin etmek mümkün ol-madığı için, RP bu kesimi kendisine uydur¬makta oldukça zorlanacaktır.

RP’NİN SİSTEM KARŞITLIĞI MOTİFİ
Uluslararası İslam’ın, politik programa dö¬nüşmesi başlıca iki etki altında şekillendi: Bi¬rinci etki, bugünkü uygar dünyayı, Hıristiyan Batı uygarlığının biçimlendirdiğini, bu yüzden de bugünkü dünya düzenine karşı olmak ge¬rektiğini öne süren ve bu niyetini anti-emperyalist, yer yer de antikapitalist bir söylemde kendisini ortaya koyan etkidir. Bu türden İslami politik hareketler kimi ülkelerde anti-Amerikancılık, kimi ülkelerde de anti-Batıcılık olarak kendisini ortaya koymaktadır. Aslında bu tür hareketler, 1920 başlarında sosyalizmin et¬kisiyle de ortaya çıkmış, ikinci Dünya Savaşı sonrası ise, biraz yozlaşarak da olsa Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi ve diğer Arap ülkelerinde de BAAS hareketi olarak sür¬müştür. Günümüzde işe; çeşitli ülkelerde Hizbullah, Müslüman Kardeşler gibi (İran’da, İran İslam Cumhuriyeti olarak) hareketler olarak sürmektedir.
İslami hareketin biçimlenişini etkileyen ikinci uluslararası etki ise; doğrudan emperya¬lizmin denetimindeki İslamcı eğilimlerdir. 19-yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslam içinde sömürgeci kapitalist ülkelerle birlik eğilimi, 20. yüzyılda emperyalizme payandalığa dö¬nüşmüş, özellikle de ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında ise; komünizme karşı “yeşil kuşak” provokasyonunun aktörü olmuş¬tur, Türkiye, İran, Afganistan, Pakistan, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerindeki İslâmî eğili¬min ana karakteri bu olmuştur.
Bu açıdan Türkiye’deki İslami harekete ba¬kıldığında; 1960’lı yıllara kadar tarikatlar etra¬fında oldukça güçlü bir örgütlenmeye sahip olan İslâmî grupların, kendilerini doğrudan İs¬lamcı bir parti yerine değişik “laik” partilerde etkili olmak, onlar aracılığı ile politikaya ağır¬lık koymak biçiminde olduğu görülür. ’60’larda MNP’nin kurulmasıyla, İslâm, kendi¬sini “bağımsız” bir partide ifade etme imkânı bulmuştur. Elbette MNP’nin kurulmasıyla tarikatların tümünün AP, MHP gibi partilerden koparak MNP’de birleştiği söylenemezse de, yine de, MNP, İslamcı parti kimliği ile hem diğer düzen partilerden, farklı bir imaj verme¬ye özen göstermiş, hem de İslamcı eğilimi ne¬redeyse bire bir yansıtan bir parti olmuştur. Sonraki yıllarda ise, MSP ve RP, MNP’nin her bakımdan bir devamı olmuşlardır.
MNP’den RP’ye uzanan çizgide, Türki¬ye’deki İslamcı hareket, uluslararası düzeyde, daha çok emperyalizmin uluslararası politika¬larıyla uyum içinde olmuştur. 1960’lı yıllarda ortaya çıkan “modern” İslamcı politik çevreler ise, emperyalizme karşı söylem düzeyinde de olsa oldukça sert eleştirilerde bulunmuşlar, bir yandan anti-emperyalist gençlik eylemeleri¬ne saldırıp yığın hareketini provoke ederken öte yandan da Amerikan bayrağı yakarak ABD’nin İslam ülkelerindeki faaliyetlerini kı¬namışlardır. Bu türden, İslam’ın uluslararası tutumunun etkisi ile ortaya çıkan küçük İslami çevreler de kendilerim legal İslami parti içinde ifade etmekten geri kalmamıştır. Gerçi bu gruplar içinde, İBDA-C gibi, RP’yi kafir ilan eden marjinal gruplar varsa da, bunların Tür¬kiye İslami hareketi içinde ciddi bir ağırlığının olduğunu söylemek doğru olmaz.
Gerek tarikatların gerekse uluslararası İslami hareketten yansıyan İslami politik çevrele¬rin legal İslamcı parti karşısında ilginç bir tu¬tumları vardır. Her iki kesim de, bir yandan bu parti içinde yer almakta, öte yandan kendi dini yapılarını, hatta siyasi özerkliklerini koru¬maktadırlar. Bu durum bir yandan RP’nin bir¬leştirici rolünü artırırken öte yandan da parti için, onun geleceği için önemli bir zaaf olmak¬tadır.
Türkiye’deki İslami hareketin düzen karşı¬sındaki pozisyonunu belirleyen, etkileyen fak¬törlerden birisi de oldukça geniş bir emekçi kesimin, İslami hareketin antiemperyalist ve anti-kapitalist söylemlerinden etkilenerek bu hareketin çatısı altında yer almasıdır. Bu ise; İslami hareketi, görünüşte bile olsa emekçiler¬den yana bir tutum almaya zorlamakta, ama aynı zamanda da İslami hareketin bir sermaye hareketi olma isteği ve gerçeği ile çelişmekte¬dir. Çünkü Türkiye’de İslami hareketin asıl rengini belirleyen ve bugüne kadar legal İslamcı partilerin kurucu ve yöneticisi olan, İslam’ı sermayenin çıkarı için bir araç olarak kul¬lanan bu kesim, İslami hareketin ana çizgisini de belirlemektedir.
Kısacası, Türkiye’de İslami hareket bu dört ana bileşen tarafından belirlenmekte, yoksul emekçileri tatmin etmek için söylemde bir düzen karşıtlığı sürdürülürken, gerçekte ise sermayenin bir kesimi ile (MÜSİAD gibi) doğ¬rudan ve organik bir ilişki sürdürülüp, serma¬yenin bütünü için de gelecek umudu olma amaçlanmakta, bütün politikalar bu amaca göre belirlenip uygulamaya sokulmaktadır.
Kuşkusuz burada akla, RP ve bir başka İslamcı odak olarak Hizbullah’ın Kürt sorunu karşısındaki tutumu da akla gelir. Çünkü Hizbullah doğrudan kontrgerillanın bir aleti olarak rol oynarken, RP de Kürt illerinde bir i düzen, hatta daha da ileri giderek bir devlet partisi rolünü üstlenmiştir. Bu yüzden de Kürt savaşının ortaya çıkardığı keskin çelişe, bu alanda RP’nin yüzündeki İslam enternasyonalisti, emekçiden ve ezilenden yana olma maskesini düşürmüştür. Mücadelenin sertleşmesi, Batı’da da aynı şeyi yapacaktır kuşkusuz, ama bunun için işçi ve emekçi sınıf hareketinin diğer partilerin ve sendika bürokrasisinin denetiminden çıktığı koşullar bekleniyor olmalı.

RP’DE DİN MOTİFİ
Dini politikaya alet eden ya da din uğru¬na politika yapan bir çevre ya da partide “dini motiften söz etmek anlamsız gibi görünürse de, işe politika karıştığında, dini rengin şu ya da bu ölçüde değiştiği de bir gerçektir. Örne¬ğin tarikatlar ya da din uğruna politika yapan çevreler için, din asıl belirleyici motifken; RP gibi, dini, sermaye uğruna kullanmayı kendisi¬ne amaç edinmiş düzen partileri için din; parti¬de, tıpkı düzen karşıtlığı gibi bir “savaş boya¬sı” olabilmektedir. Yani savaşanlara güç veren, onları birleştiren gizemli bir etki yapan, ama savaşın kendisi için yapılmadığı bir unsurdur.
Bu açıdan Türkiye’de dinci hareket hetero¬jen bir özellik gösterir ve dinci yasal parti için din motifi dini çevreleri etkilemek için öne çı¬karılmış bir öğedir. Bu partinin sözcüleri, yeri geldiğinde, “dini yönetime karşı olduklarını” bile söyleyebilirken, yeri geldiğinde dinin bütün evreni ve bütün insanlık tarihini açıkla¬yan tek bilgi, tek gerçek bilgi, Kuran’ın da de¬ğişmez, tartışılmaz bir ilahi anayasa olduğunu söyleyebilmektedirler.
Tarikatlar ve İslam’ı amaçlayan politikalar etrafında birleşmiş dini çevreler için, dini motif çok daha önde, politikaların doğrultusu¬nu belirleyen şeriat yasalarıdır. Bu yüzden de bu çevrelerde dini motif, bazen her şey de-mektir.
Genel olarak göz önüne alındığında İslami hareket içinde dini öğe; önderliğin liberal, açık sermaye yanlısı, tavrı tarafından belirle¬nen, bu yüzden de dinin politikaya alet edildi¬ği yanı ağır basar durumdadır.

ÇELİŞİK BİR BÜTÜN
İslami hareket ve İslami hareketin partisi olarak RP, homojen değil heterojen bir yapıya sahiptir. Yukarıda, değişik vesilelerle de söz edildiği gibi, içerisinde kendisine İslami çevre, İslami grup diyen pek çok yoğunluk vardır. Bunlar, İslami dogmayı yorumlamaktan İslami düzenin nasıl olacağı ya da yaşamın İslami kurallara göre düzenleneceğine, hatta İslam’da bir parti olup olmayacağı, birbirileri hakkında İslam’a uygun davranıp davranmadıkları vb. gibi konularda bile farklı düşüncelere sahip¬tirler. Şu anda tek ortak noktaları, İslamcıların birliğinin gelecekte atılacak adımlar için daya¬nak teşkil edeceği, bu yüzden de bugün RP’nin desteklenmesinin gerektiğidir. Özellik¬le büyük kentlerde, burjuva kopuş sürecinin işlemeye başlamasından bu yana, RP’ye kayan emekçi kesimler için ise; RP sistem karşıtı, hatta kapitalizm karşıtı bir parti olarak görünmektedir. Ve RP’nin ne kadar dine bağlı oldu¬ğu bu kesimleri ilgilendirmemektedir.
Bunlar ve yukarıdan beri söylenenler göz önüne alındığında; RP’nin homojen değil hete¬rojen yapılı bir parti olduğu, üstelik çıkarları ve dünya görüşleri birbirinden farklı kesimle¬ri içinde barındırdığı, üstelik bu kesimlerin, (özellikle dini çevrelerin) bu parti içinde özerk yapılarını koruyarak var olduğu sapta¬masını yapmak; RP’nin ve Türkiye İslami hare¬ketinin gerçeğini ifade etmek olur.
RP’nin bu heterojenliği, onun yığınsallığını kolaylaştıran, oy yarışında ona avantaj sağla¬yan bir özelliği olmasına karşın, her koşulda aynı kararlılıkla savaşmasını da engelleyen, dahası onu sürekli olarak bölünme tehdidi al¬tında tutan bir özelliktir.
Ama Marksistleri asıl ilgilendiren, sermaye¬nin bu yedek partisinin gerçek yüzünü açığa çıkarmak, onun da sistemin diğer partileri gibi, onun bekası için var olduğunu emekçi yı¬ğınlara göstermektir. Bunun için ise; yapılacak ilk şeylerden birisi, RP’nin programı, ilişkileri, şu anda var olan sorunlar için geliştirdiği poli¬tikaların niteliğini, sermaye yanlılığını açığa çı¬kararak, emekçilerin gözünde RP’nin sistem karşıtlığı demagojisini boşa çıkarmaktır. Bu, mücadelenin imkânları göz önüne alındığında iki alanda yapılabilir: Birincisi; İslam’ın ve İsla¬mi çevrelerin bugünkü dünyanın koşulları içinde bulundukları pozisyonu çözümleyerek, bunların bütün karşı iddialarına rağmen em¬peryalist dünya düzeninin bir dayanağı olduk¬larını kanıtlamaktır ki; entelektüel yaşamdaki İslami ve Türk-İslam hegemonyayı kırmanın başlıca dayanaklarından birisi budur. Ve bu alan, kuşkusuz, derinlemesine bir inceleme ve propaganda imkânlarının yoğun bir biçimde seferber edilmesini gerekti¬rir.
İkincisi ise; doğrudan üretim birimlerim¬de, emekçilerin bulunduğu her yerde RP’nin ve sorunların çözümüne ilişkin İslami reçetelerin teşhirine ve RP’nin ve İslami sendikaların işçi ve emekçi hakları karşısında düzen ve sermaye yanlısı tutumlarını teşhir etmekten geçmektedir. Nitekim çelişmeler keskinleşip düzen sıkıştıkça, sıradan reformcu sendikacı¬lardan daha sert düzen eleştirisi yapan İslam¬cı sendika ve sendikacıların da açık sermaye yanlısı çözümlere sarılmaları bir rastlantı de¬ğildir. Koşullar biraz daha sıkıştırdığında RP’nin de IMF ve sermayenin “İstikrar prog¬ramlarının” uygulayıcılarının saflarında yer al¬ması da kaçınılmaz olacaktır. Ama bu alanda yapılacak mücadele kuşkusuz, her gün sürdü¬rülmesi, sistemli bir biçimde sosyalizmi merkezine alan bir propagandayla birleştirildiği ölçüde başarı şansına sahip olacak bir müca¬deledir. Dolayısıyla; bu alanda başarı için, Marksist partinin program ve çalışma taktikle¬rinin büyük bir ciddiyetle hayata geçirilmesi zorunludur.
İslami hareket ve RP kuşkusuz ki; daha ayrıntılı incelemeler gerektiren ve aynı za¬manda sürekli mücadele içinde olunması ge¬reken politik bir kesimdir. Özellikle de sistem karşıtlığı demagojisinin açığa çıkarılmasının Marksist parti ve devrim ve demokrasi müca¬delesinin ilerletilmesinde hayati öneme sahipliliği unutulmaması gerekir. Bu görevin bilin¬cinde olarak Özgürlük Dünyası, yeri geldikçe konuya yeniden dönecek, yeni gelişmeler ışı¬ğında tespitlerini derinleştirmeye, İslami “adil düzen”in niteliğini ortaya koymaya devam edecektir.

Haziran’94

Dünya Çevre Günü ve Burjuvazinin Yeşil Tutkusu

1972’de Stockholm’de toplanan “Birleş¬miş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı” ile çevre sorunlarının, dünya çapında bir sorun özelliği kazandığı resmen teyit edil¬miş oldu. Çevrenin korunması için “uluslara¬rası işbirliği ve dayanışma” çağrısı ile sona eren konferansın toplandığı 5 Haziran günü, 1973 yılından beri “Dünya Çevre Günü” ola¬rak kutlanıyor. Yaklaşık bir çeyrek yüzyıldır, çevrenin kirletilmesinin ve doğanın yağmalanmasının müsebbibi olan burjuva devlet¬ler, kritik bir hal almış çevre sorunlarından söz ediyorlar ve “gezegenimize sahip çıka¬lım” yollu çağrılar yapıyorlar. Bu konferansa katılarak sonuç metinlerine imza koyan 113 devletten biri olan Türkiye de 5 Haziran’ı çevre günü olarak kutluyor. Her yıl olduğu gibi bu yıl da burjuvazi, politikacısı, uzmanı ve gönüllü kuruluşlarıyla gösterişli kutlama¬lar örgütleyecek, paneller, sempozyumlar düzenleyecek, çevreyi koruma çağrıları yapa¬cak.
Burjuvazinin, çevre sorununu resmi bir kutlama ve çağrı günüyle geçiştirdiğini, yılın geri kalan günlerinde bu sorunu unuttuğunu söylemek gerçekçi bir saptama olmaz. Çevre sorunlarını, Avrupalı olmanın bir gereği ola-rak gündeme getirerek çevre korumayı ana¬yasa maddesi halinde kesinliğe kavuşturan generaller cuntası, belki de ilerleyen yıllarda çevre sorunlarının Türkiye bakımından da bu denli aktüelleşeceğini tahmin etmemişlerdir.
Çevre sorunları, Türkiye’nin gündemine, Avrupa’ya kıyasla yaklaşık bir on yıl gecik¬meyle girdi. Bu gecikmeyi telafi etmek ister¬cesine, büyük bir “yeşil taarruz” başladı. Yal¬nız bu yeşil, Avrupa’dan farklı olarak biraz daha haki, biraz daha resmi bir ton taşımak¬taydı. Türkiye’de, yirminci yüzyılın son on yı¬lına girildiğinde sırf çevre konularıyla ilgili bir bakanlığa kavuştuk. Göstermelik olsa da, hayli boşluklar içerse de artık bir çevre mev-zuatı tamamlanmak üzereydi. Bütün belediye¬lerin ve bütün burjuva partilerin mutlaka çevre komisyonları vardı. Devletin resmi tele¬vizyonu, özel çevre programları düzenliyor, belgeseller yayınlıyor, program aralarını çevre bilincini geliştirici slogan ve çağrılarla değerlendiriyor. İlkokul, ortaokul ve lise müf¬redatında çevre sorunlarına ayrılmış üniteler var. İnşaat mühendisliği fakülteleri birer çevre mühendisliği bölümüne kavuşturuldu. Birçok mühendislik kolu, çevre sorunları dersi işliyor. Meslek odaları, işveren örgütleri çevre konularında sayısızca tebliğ yayınlıyor.
Çevre sorunlarına gösterilen bu resmi ilgi, devletin eteğinde konumlanmış bir dizi gö¬nüllü kuruluşla destekleniyor. Çevrecilik, yük¬sek tabakalar içinde büyük bir saygınlık ka¬zandı ve bir çeşit moda haline geldi. Hiçbir Lions ya da Rotary kulübü yoktur ki, çevre konusunda bir sempozyum düzenlemiş ve bunun tebliğlerini kitaplaştırmış olmasın. Üretici firmalar mallarına çevrecilik dolayımıyla müşteri bulmaya çalışıyorlar… Uzatmak mümkün. Ama bu kadarı bile gereğinden fazla ve sıkıcı.
Çevre sorunlarının insanlık ve doğal çevre için büyük bir tehdit oluşturduğu bir dönemde, böyle bir ilginin kötü tarafı ne ola ki? Bu soruya, bir başka soruyla cevap verile¬bilir. Madem devletimiz, gönüllü kuruluşları¬mız ve sanayicilerimiz çevrelerine gençleri ve çocukları da almış, böyle tam kadro çevre muhafızlığı yaparken nasıl oluyor da bir dizi çevre skandalı patlıyor, nasıl oluyor da çevre her geçen gün daha derinden kirleniyor?
Burjuvazi, bu resmi bombardımanla, çevre sorunlarının, kendi sisteminin doğasın¬dan kaynaklanan bir sorun olduğunun üstü¬nü örtme, genel bir insanlık ve yurttaş so¬rumluluğu sloganıyla bu sorunlardan kaynaklanan tepkileri sistem içinde eritme amacı taşıyor. Sağlam bir antikapitalist pers¬pektif taşımasa da sistem dışında gelişen çev¬reci örgütlenmeler, bu resmi-sivil ama katı bir şekilde sistemi ve devleti aklayan sahte çevreci ortamda seçilemez oluyor.
Devlet, resmi kuruluşlarıyla ve resmi pro¬paganda aygıtlarıyla kendi icraatlarını savu¬nurken; gönüllü kuruluşlar, üniversite kürsü¬leri ve bir dal olarak çevre mühendisliği, çevre sorunlarının üstünü örtmeye, bu örtüyü delerek göz önüne çıkan sivrilikleri gider¬meye yönelik bir faaliyet yürütüyorlar. Fakat devletin, üzerindeki insanlarla birlikte geniş orman alanlarını bombalamasına, yangınlar çıkartmasına, çevrenin tahribi gerekçesiyle olsa dahi karşı çıkmıyorlar.
Örneğin Türkiye’de çevre sorunlarıyla ilgi¬li çalışmalar yapan, bu konuda azımsanmayacak bir yayına da sahip “gönüllü” çevre kuru¬luşu Türkiye Çevre Sorunları Vakfı (şimdi adı T. Çevre Vakfı), çevreciliği “modern muhafazakârlık” olarak tanımlıyor ve görüşlerini bir vesileyle şöyle açıklıyor:
“Çevrecilik her şeye karşı çıkmak, yıkıcılık değildir. Aksine, devletin düzeni ve hukuk sisteminin getirdiği kurallar içinde, çevreyi koruyabilmektir. Tabiatın nimetlerini insanın en akılcı bir şekilde kullanmasını ve tabii kaynakların tahribini önlemektir.” (Aktaran R. Keleş – C. Hamamcı, Çevrebilim, İmge Yay. Mayıs 1993, sf: 210)
Doğal Hayatı Koruma Derneği, faaliyetinin merkezine, çeşitli bitki ve hayvan türlerinin korunmasını koymuştur vb.
Böylece, bu türden çevre örgütleri, tek tek olaylarla sınırlı, pürüz giderici bir işlev gör¬mektedirler; kimi talepler öne sürseler de yığın tepkisinin sistem içinde söndürülmesinin araçları işlevini görüyorlar.

ÇEVREYİ BU HALE GETİREN KİM?
Burjuvazi, çevre sorununu bu şekilde gündeme getirmekle, çevrenin geriye dönül¬mesi oldukça zor bir kirlenmeye ve tahribe uğradığını kabul etmiş olmaktadır. Ama o, fa¬turayı bir canlı türü olarak insana çıkarmaktadır. İnsanlar, gelecek nesilleri düşünmeden doğal kaynaklan özensizce kullanmış, çevreyi kirletmişlerdir. Her gün artan nüfusuyla in¬sanlık, ormanları yok etmiş, evsel atıklarını çevreye ve denizlere dökmüş, büyük şehirler¬de bozuk kentleşmeye neden olmuştur. Bu kirlenmeden insanlar olarak hepimiz sorumluyuz! Sanayicisi, üreticisi ve tüketicisiyle her¬kes.
Burjuva propaganda ışığında kirleticiye biraz daha yakından bakıldığında, karşımıza sıradan giysileri içinde mahcup tüketici çıkar. Çünkü çeşit çeşit kirletici maddeyi satın alan, aldığını tüketirken ambalajını ortaya bırakan odur. Eğitimsizliği ile çevreye olmadık zarar¬lar veren yine o!
Hal böyle olunca, çevrenin korunması için yapılan çağrılar da yine tüketiciye, bireye ya¬pılmaktadır: Daha az tüket, pet şişelerini orta¬ya, çöpünü sokağa atma! Devletin yığınlara çağrısının gelip vardığı yer, şu slogandır: Tür¬kiye’ni temiz tut, yeşili koru!
Gerçekte, çevrenin bu ölçüde kirlenmiş ol¬masının nedeni tüketici alışkanlıklarıyla açıklanamayacağı gibi, çaresi de çöp toplamak, ağaç dikmek olamaz.
Özgürlük Dünyası’nın 53. sayısında yer alan yazıda da açıklandığı gibi, kirleticilik, ka¬pitalist üretim tarzının doğasına içkin bir özelliktir. Bir üretim tarzının doğal çevreye karşı tutumu, insana karşı tutumuna kopmazcasına bağlıdır. Kapitalist üretimin temeli, meta üretimidir. O, ürettiği çok metayı asgari maliyette olabildiğince yüksek fiyata pazara çıkarmak ister. Bu ucuza mal edişin bir ucun¬da emek-gücü, diğer ucunda hammadde var¬dır. Bu iki unsuru ne kadar ucuza mal ederse, kârı o oranda büyür. Kapitalist, bu bakımdan hem emek-gücünü, hem de doğal hammadde¬yi vahşice yağmalar. Kapitalist, doğadan al¬dıklarını metaya dönüştürebildiği oranda pa¬zara sunar; pazarda satışa konu olamayacak her şey çöptür ve en ucuz yoldan üretim sü¬recinin dışına itilmelidir. Böylece, kapitalist üretim süreci, bir yandan doğal kaynaklan vahşice tüketirken, satışa konu olmayan atık¬ları da havaya, suya ve toprağa bırakarak kir¬lenmenin temel nedeni olur.
Denebilir ki, sanayi devrimi baz alınırsa, kapitalizmin 200 yıllık bir tarihi varken, çevre sorunları esas olarak son 25 yılın ürü¬nüdür. Bu, anlatılanlar bakımından bir çelişki değil mi?
Kuşku yok ki; kirleticilik, kapitalizmin son çeyrek yüzyılda kazandığı bir özellik değildir. O, hiçbir zaman doğayla uyumlu olmamış, iş¬çinin yanı sıra doğayı da sürekli kemirmiştir. Ama bu ölçüde bir kirlenme, kullandığı tek¬nolojinin son çeyrek yüzyılda artan kirlenme gücü sayesinde mümkün olmuştur. Ama çev¬reyi daha büyük ölçeklerde sömürme ve tü¬ketme, 2. Savaştan sonraki dönemde teknolo¬jide görülen dev gelişme sayesinde olmuştur. Daha yüksek teknolojinin, en çabuk yoldan kâra dönüşmesinin karşılığı, global bir kirlilik olmuştur.

“TÜRKİYE’NİN ÖZGÜNLÜĞÜ”!
Kapitalist üretim süreci, aynı zamanda, doğanın yağmalanması ve doğal çevrenin kir¬letilmesi sürecidir. Fakat bu kirlenmenin ne ölçüde gerçekleşeceği, başka bir dizi koşulla belirlenir. Kapitalist, azami kârı gerçekleştir¬meyi her zaman hedefler, ama bunun gerçek¬leşip gerçekleşmeyeceği ya da daha doğru bir ifadeyle azami kârın sınırının ne olacağı pat¬ron ile işçi arasındaki ilişkinin o anki niteliği¬ne, doğayı kullanılış ve işe yaramaz atıkların uzaklaştırılış maliyetine vb. bağlıdır. Kısaca, kapitalist üretim tarzı, her durumda aynı ölçüde kirletici değildir. Örneğin kamuoyu du¬yarlılığının ileri olduğu Almanya’da kapitalist, Türkiye’dekine benzer bir teknolojiyle işleye¬rek ortalığa çimento saçan bir çimento fabrikası kuramaz.
Bunun bilincinde olan Türkiye burjuvazisi de başka ülkelerdeki çevre yasalarının ya da yasakların bizde geçerli olamayacağını ifade ederek çevre politikalarının “özgünlüğüne” dikkat çekmişlerdir. Bir patron örgütünün başkanının dile getirdiği şu sözler anlamlıdır: “…Yabancı ülkelerden aynen alınan düzenle¬meler daima birtakım aksaklıklara neden olmuştur. Bu nedenle, Türkiye’nin şartlarına uygun, özellikle coğrafi konumu ve doğal kaynakları dikkate alan, en önemlisi de kal¬kınma ve sanayileşme yolunda hızla ilerle¬mekte olduğunu düşünen bir çevre politikası ile hareket etmek zorunda olduğumuzu unut¬mamalıyız.” (Yalım Erez, TOBB Çevre Kurulu Raporu, 1993)
Gerçekten de unutulmuyor, devlet ve pat¬ronlar el ele Yerip çevreyi her yol ve yöntem¬le kirletiyorlar. Çevre derinden derine yağ¬malanıyor, bütün bunlar olurken, bu yağmalama, skandal olarak yüzeye çıkıyor. Bir gün, koyun yüklü bir gemi boğazın derin¬liklerine gömülüyor ve çevre üzerinde zararlı bir etki yapmayacağı açıklanıyor. Çernobil’deki radyoaktif kazanın memleketimizi ve ürünlerimizi hiç etkilemediği açıklanıyor ve ancak yıllar sonra yüksek miktarda radyas¬yon içeren çayı afiyetle içtiğimiz anlaşılıyor. Bir başka gün zehir dolu variller sahillere vu¬ruyor. Bu varillerin ne olacağına karar verile¬miyor, çocuklar için oyuncak işlevi görüyor. Birdenbire büyük kentlerde havanın solunamayacak ölçüde kirlendiği açığa çıkıyor, İstanbul’un orta yerinde çöp patlıyor. Hükümet yetkilileri, her şeyin daha güzel olacağını açıklıyorlar; ardından termik santralın atıklarının, civarındaki bitkileri kuruttuğu görülü¬yor, içme suyuna kanalizasyon karıştığı açık¬lanıyor… Bütün bunlar, derinden yağmalamanın bir dışavurumu.
Gerçekte kirlenme çok daha derin ve çok yönlü.
Doğa, sınır tanımaz bir şekilde yağmalanıyor ve tahrip ediliyor. Batıda aşırı kirleticilikleri nedeniyle hurdaya çıkmış teknolojiler en¬düstriyel üretimin temeli haline getirilmiş, insan sağlığı ve çevre için zararlı çeşitli mad¬delerin tarımsal ilaçlarda, temizlik malzeme¬lerinde içerili olduğu, çeşitli vesilelerle açığa çıkıyor. Çeşitli Avrupa ülkelerine ait birçok zararlı atık, rahatlıkla, “inşaat malzemesi”, “gübre”, “sanayi hammaddesi” vb. adlar altın¬da ithal ediliyor ve rasgele çevreye boşaltılı¬yor.
Devlet, tüm bunları “kalkınmanın katlanıl¬ması gereken maliyeti” olarak gösteriyor, özel sektörle el ele çevreyi kirletiyor, izin ve¬riyor daha da ötesi teşvikle ödüllendiriyor. Örnek vermek gerekirse, büyük bir şaşkınlık yaratan zehirli atık ithali konusunda bir mev¬zuat oluşturulmuyor ve uzun yıllar sürünce¬mede kaldıktan sonra, en sonu bu tür madde¬lerin ithali izne bağlanıyor. Ya da Dünya Sağlık Örgütü’nün yıkanabilir ürünlerde bile tehlikeli bulduğu Malathion isimli zehirli ilaç¬la arı kovanları ilaçlanıyor ve zehire bulan¬mış bal, insan midesine iniyor. Bununla da kalmıyor; bu zehirli ilacı üreten ve dağıtan Türkiye Kalkınma Vakfı ile Tarım Bakanlığı arasında imzalanan protokolde bir de bu du¬rumu gizleyen madde bulunuyor: “Malathion aktif maddesinin arı akarı mücadelesinde kul¬lanıldığının gizliliğine devam edilecektir.” (Semra Somersan, Türkiye’de Çevre Ve Siya¬set, Metis Yay., Kasım 1993, sf: 62-63)
Son bir itiraf da, Yatağan Termik Santralı Müdürünün ağzından. Türkiye devletinin çevre politikası bu zavallı itiraftan daha iyi nasıl ifade edilebilir? Şunları söylüyor, hem de halka hitaben:
“Çevreyi kirletmeyi önlemek için bir finans ayrılması lazım. Ama, o finans da kal¬kınmaya harcanıyor. Çevreyi korumakla ilgili hazırlanan yönetmelik Almanlardan alınmış. Almanya şu an kendi ülkesinde yatırım yap¬mıyor. Gelişmekte olan ülkelerde yatırım ya¬pıyor. Almanya’nın gözü doymuş. Peki Al¬manya bu doyuma ulaşana kadar standartlara uymuş mu? Hayır. Kirlete kirlete, mahvede mahvede, bu seviyeye geldi. Şimdi diyorlar ki, ‘ey Yatağanlılar oraya 4 değil, 3 santral kuracaksınız. Bir tanesinin parasını bana vereceksiniz. Desülfirizasyon bende var.’ ” (Cumhuriyet, 2 Mart 1993)
Son derece öğretici ve birçok sonuç çıkar¬maya elverişli. Vatandaşlarına “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı”nı anaya¬sayla garanti eden devlet, kirletme kapasitesi¬ni önemli ölçüde azaltacak bir arıtma sistemi yerine, yeni bir santral ünitesi açmayı yeğli¬yor. Şimdi bütün bunlardan sonra, çevreyi korumaktan, insan sağlığından bahsetmenin çok açık bir sahtekârlık olduğu açık değil mi?
Almanya’nın kendi ülkesinde yapmadığı yatırımı, severek ve isteyerek kendi ülkesinin bir yerleşim merkezine yapan Türkiye’nin bu “özgünlüğünü” nasıl açıklamalı?
Aslında bu, Türkiye’nin bir özgünlüğü ol¬manın ötesinde, emperyalizme bağımlı geri ülkelerin ortak bir özelliği. Bu ülkelerin, sahip oldukları sanayinin nicel büyüklüğüyle kıyaslanmayacak ölçüde yüksek bir kirleticiliğe sahip olmalarının nedenlerinin başında, bu ülke ekonomilerinin geriliği ve emperya¬lizme bağımlılığı geliyor. Artık eskimiş, hur¬daya çıkmış, verimsiz ama kirletme gücü yük¬sek teknolojilerin ihraç edilebileceği alan, bu tür ülkelerdir. Her iki tarafı da memnun eden bir alışveriş söz konusudur burada. Emperya¬list burjuvazi, kamuoyu tepkisi alan ve geri, rekabet gücü azalmış bir teknolojiyi hiç yok¬tan iyi bir fiyatla başından atarak kurtulmuş oluyor; alıcı ülke ise, bu geriliğin ucuz işgücüyle telafi edildiği. Adam Smith’ten beri “serbest mal” olarak tanımlanan çevreyi kir¬letmenin serbest olduğu bir ortamda ucuza mal edilmiş bir sanayiye sahip oluyor.
Aynı şekilde, son yıllarda meydana gelen nükleer kazalarla riskli ve ortaya çıkardığı radyoaktivite içeren atıklarıyla da hayli prob¬lemli olduğu için kamuoyu tepkisiyle karşıla¬nan bir enerji kaynağı olan nükleer santraller, projelendirildikleri dönemlerdeki popülaritelerini yitirmiş bulunuyor. Dünyada¬ki 400 civarındaki nükleer santralden 112’sine sahip olan ABD, inşa aşamasına gelen 118 santralden vazgeçmek zorunda kaldı. İsveç, nükleer reaktörleri 2010 yılına kadar kapatacağına dair karar almıştır. Bütün OECD ülkeleri nükleer enerjiyi azaltma eğili¬minde… Kısaca, nükleer santraller bu ülkeler bakımından yeterince sorunlu olmanın yanın¬da kârlılığını da yitiriyor. Çünkü nükleer santrallerin enerji üretirken çıkardıkları rad¬yoaktif atıkların depolanmasının maliyeti, ka¬muoyu dikkatinin santrallere yönelmiş oldu¬ğu durumda oldukça yüksek. Ama bu santrallerin kârlı olacağı bir alan, koca geze¬genin bir yerlerinde mutlaka vardır. Burası öyle bir yer olmalı ki; çevre mevzuatı, parasız ya da ucuz kirletme hakkı versin, önlem al¬maya zorlayan bir kamuoyu duyarlılığı yeterince gelişmemiş olsun. Bu ülkeler, emperya¬lizme bağımlı ülkelerdir.
Böylelikle, emperyalizme bağımlı ülkeler¬deki bu kirlenmenin bir diğer nedenine de kendiliğinden gelmiş oluyoruz, ileri kapitalist ülkeler burjuvazisi, çevre sorununu dünyanın geleceğini tehdit eden bir tehlike olarak dek¬lare ederken, Avrupa’da bu resmi havanın içinde boğulmayacak bir emekçi tepkisi doğdu. Çevreye sahip çıkan çeşitli yeşil örgüt¬lenmelerle birlikte hareket eden milyonlarca insan her bir çevre olayının üzerine gitti, insan sağlığına yararlı olduğu söylenen besin maddelerindeki, ilaçlardaki, deterjanlardaki zehiri keşfettiler, kirletici kaynaklara karşı saldırı eylemlerine girişmeye kadar birçok eylem gerçekleştirdiler. Böylece, kendi burju¬vazilerine önemli ölçüde geri adım attırdılar, çevreyi gözeten kimi maddelerin yasalaşması¬nı ve bunların uygulanmasını sağladılar; kuş¬kusuz, burjuvazinin çevreyi kirletmesinin önüne geçemediler -ve zaten bu, kapitalizm koşullarında mümkün değildir- ama burjuva¬zinin büyük bir huzur içinde çevreyi kirletmesini de engellemiş oldular. Geri ülkelerde bu tarz muhalefetin cılızlığı burjuvazinin, ciddi bir kamuoyu engeline çarpmadan, çevre için hiçbir önlem almadan kirlilik üretmesine imkân vermektedir. Öyle ki; çevrenin kirlenmesine katkısını esirgemeyen devlet, çevre¬nin korunması için kaynak da ayırmıyor. Al¬tıncı Beş Yıllık Plan’da (1990-94) olduğu gibi. (S. Somersan, aynı yerde) Ama çevre sorunla¬rının daha bir aktüel özellik taşıdığı Avru¬pa’da milli gelirin % 1-4’ü çevreyi korumak için harcanıyor.

GİZLİLİK PERDESİNDEN “AÇIK TOPLUM”A
Türkiye’deki toplam sanayinin fiziki varlı¬ğını çok çok aşan bir kirlenmenin bir dizi çevresel felakete neden olması, aydınlarımız¬da, nostaljik ve romantik bir hüzün kabarma¬sına neden olur ve gözler Batı’ya çevrilir. Bu memlekette çevre bilinci yok, devlet halkı uyutuyor! Ve girilemeyen denizlerimiz, solunamaz havamız için iç geçirir. Büyük çevresel sorunların, burjuvazi ve devlet tarafından kalın bir gizlilik perdesiyle örtülmesi, sivil toplum örgütlerinin demokratik bir katılımcı¬lık hakkına sahip olduğu düşünülen Batı’yı daha bir cazip hale getirir. Buna bir de, Çernobil patlamasının eski Sovyetler Birliği tara¬fından gizlenmeye çalışılması ile Türkiye’nin radyoaktif kirlenmenin boyutlarını gizlemesi¬nin çakışmasının yarattığı “açık toplum” özle¬mini de eklemek gerek.
Sonuçta karşımıza şöyle bir düşünce çıkar: Bati; devleti, sanayicisi ve yurttaşıyla çevreye verdiği zararın farkına varmıştır, etkin ön¬lemlerle kirlenme en azından durdurulmuş¬tur, devlet çevre kirliliği konusunda “açık toplum” olmasının gereği olarak sürekli yurt¬taşlarını bilgilendirmektedir.
Batı ülkelerinde çevreyi korumaya yöne¬lik birtakım yasaların var olduğu ve bu yasa¬ların önemli ölçüde işlediği, sanayinin kirlet¬me kapasitesinin daraltıldığı bir gerçektir. Ama bu, Batı’nın toplum olarak çevreyi koruma bilincine sahip oluşuyla değil, yığınların gösterdiği tepkilerin sonucu elde edilmiş kazanımlarla açıklanacak bir durumdur. Emper¬yalist burjuvazi, mümkün en ucuz teknikle ve çok miktarda metayı pazarda rekabete sunar-ken, çevreyi değil kârını düşünür. O, yalnızca metropollerdeki kirlenmenin değil, kıtalarara¬sı açık ya da örtülü zehirli atık ticaretinin de, geri ülkelerin birer nükleer çöplük haline ge¬tirilişinin de baş sorumlusudur. Batı toplumu, namuslu bilim adamları, gazeteciler bilgileri açıklama cesareti gösterdikleri ölçüde açık toplumdur; yığınlar, tekelci burjuvaziye geri adım attırdığı ölçüde açık toplumdur.

“ORTAK GELECEĞİMİZ”?
Birleşmiş Milletler bünyesindeki Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu, çevre sorun¬ları üzerine hazırladığı raporuna yukarıdaki başlığı uygun görmüştü. Bu, daha önceki ortak raporların ruhuna da uygun olan, bu konuda araştırma yapmakla görevli bir uz¬manlar ordusunun da çevre sorununa yakla¬şımını ifade eden bir başlık. TOBB adlı pat¬ron kuruluşu için hazırlanan “Çevre Kurulu Raporu” adlı kitapta, 1972’deki çevre konfe-ransının en önemli sonuçlarından bir tanesi, “…insanları ve ülkeleri ‘Bir Tek Dünyamız Var’ sloganı etrafında dayanışmaya çağırmasıdır.” deniyor.
Böylece mantık tamamlanmış oluyor: Çev¬reyi ayrımsız tüm insanlık bu hale getirdiğine göre, çevrenin kurtuluşu da tüm insanlar ta¬rafından sağlanabilir. Çevre sorunları, insanlı¬ğı ortak bir tehditle karşı karşıya bırakmıştır; bu bakımdan sınıf sorunlarını ikinci plana it¬meli, gezegenin kurtarılmasını ön plana alma¬lıyız. Kirlenmenin nedenleri konusunda bur¬juva propagandaya, tümüyle ikna olmuş olmasalar da; birçok radikal yeşil hareketin, hatta birçok “Marksist’in çözüm yolları konu¬sunda bu düşünceyi benimsediği de bilinen bir şeydir.
Bir defa, çevrenin bu denli büyük ölçüde tüketilmiş olması ancak burjuva sistemin ge¬leceğinin tablosuna işaret olabilir, insanlığın değil. Burjuva sistem, çevrenin tükenişini in¬sanlığın tükenişi olarak genelleştirmeye çalışırken, bunun bir insanlık krizi olarak kabul edilmesini istiyor. Kapitalist bunalım, nasıl bir insanlık bunalımı değilse, çevre bunalımı da bir insanlık bunalımı değil, egemen siste¬min bunalımıdır. Bu krize, dünya çapında egemen bulunan emperyalist kapitalizm yol açmıştır; bu, onun insanlığa verebilecek bir şeyi olmadığını bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Emperyalist kapitalizm, kendi tükenişini in¬sanlığın tükenişi gibi göstermeye çalışsa da; tükenen, kapitalist dünyadır. Çevre sorunu, insanlığın ortak sorunu değil, kapitalizmin kronik hal almış sorunlarından bir tanesidir.
Çevre krizinin tüm insanlığın geleceğini tehdit ettiği doğrudur. Peki, savaşların, nükle¬er silahlanmanın da insanlığın geleceğini teh¬dit ettiği doğru değil mi? Nasıl savaş tehlikesi¬ne karşı mücadele, savaş için silahlananlarla birleşmemizi değil, onlarla mücadeleyi gerek¬tiriyorsa; çevre kirliliğine karşı mücadele de, ancak antikapitalist bir perspektifle yürütüle¬bilir.
Aynı gemide miyiz? Evet, aynı gemideyiz. Bu onlarla birleşmeyi ya da ortak çabayı niçin zorunlu kılsın? Geminin rotasını tayin etme yetkisini elinde bulunduranlar, gemiyi bir mayın dağına doğru hızla yürütüyorlarsa, onlarla el ele tutuşmak değil, onları geminin yönetiminden bir an önce uzaklaştırmak ge¬rekmez mi?
Çevrenin kurtuluşu için mücadele, insanlı¬ğın kapitalizmden kurtuluşu için mücadele demektir.
Kapitalizm, varlığı ve gelişmesiyle eşza¬manlı olarak çevreyi bu ölçüde tüketmiş ve tahrip etmişken, 20 yıl içinde dünya çapında iki konferans ve sayısızca bölgesel konferans toplamasının, bir dizi uluslararası anlaşma yapmasının, çevrenin korunması için sonu gelmez çağrılar yapmasının nedeni nedir?
O, çevrenin tükenişinde kendi tükenişini görmekte, işleyişi bakımından varlık koşulu¬nun bir boyutunun kirlenme olduğunu bil¬mekte, bu bakımdan da kendi tükenişini in¬sanlığın tükenişi olarak göstermektedir. Çevre sorununa sahip çıktığını göstermeye çalışırken, sorunun ancak yine kendisi tara¬fından çözülebileceğini ve bütün çözümlerin kapitalizm sınırları içinde düşünülmesini sağ¬lamak, çevresel sorunlar konusunda öfke duyan emekçilerde bir beklenti ve umut ya¬ratmak istemektedir. Çevre sorunu, kapitaliz¬min temelini sarsan bir sorun iken, o, bu so¬runu yığınların antikapitalist yöneliminin önünü kesecek bir imkân haline getirmek is¬temekte ve bunun için, sınıf çelişkilerinden arınmış bir geleceği kurtarma çabasını yığın¬lara dayatmaktadır. Kurtarmak istediği, in¬sanlığın değil, kapitalizmin geleceğidir.
O zaman, bu çok cepheli “yeşil sevgisi”, kapitalizmin yaşar kılınması için bir taarruz¬dur. Çevre dolayımıyla kendisine karşı çıkan yığınların gücünün kendi temelini güçlendi¬ren bir dinamik haline getirme çabasıdır. Burjuvazinin yeşil tutkusu, yeşile sahip çık¬mak isteyen yığınlara karşı çıkarılmış bir dal¬gakırandır.
Kapitalizmin bu dalgakıranı, bizzat kapita¬list üretim/kirletme süreciyle zayıflatılmaktadır. Olgular; emekçilere, kirlenme ile burjuva sistem arasında bağ kurma olanağı vermekte¬dir. Yığınların çevre krizi karşısındaki tepkilerinin antikapitalist bir içeriğe kavuşturul¬ması son derece olanaklıdır.

Haziran 1994

Ekonomik Kriz, İşçi Hareketi ve Reformizm

Son günlerde tüm toplum kesimlerince en sık kullanılan sözcüklerin başında, abartısız, “kriz” sözcüğü geliyor. Hemen herkes, sanki kırk yıllık ekonomi uzmanıymışçasına; “kriz”in ne yönde gelişip, şekille¬neceğine ilişkin “kestirimlerde” bulunuyor. Bu tahminler üzerinde yükselen ve gerçekle¬şebilir olup olmamasına fazlaca bakılmadan ortaya atılan düşünce ve önerilerin birçoğu, daha tartışılma imkânı bulamadan yerini ye¬nilerine terk ediyor. Herkes kendince tartışa-dursun, giderek derinleşen, ekonomik plan¬da çöküntülerle, siyasal planda “yönetememe”yle karakterize olan bu kriz, burjuva politik platformunu da tam bir it da¬laşı haline çevirmiş bulunuyor.
Diğer yandan, sistem savunucularının krizden çıkış yolu olarak sunmaya çalıştıkları her plan ve yaptıkları her hamle, en küçük bir dalga karşısında adeta kumdan bir şato gibi dağılmakta, dönüp dolaşıp mimarlarının başına geçmektedir.
Yasama, yürütme, yargı -bunlara dördün¬cü kuvvet “Mehmetçik basın”ını da eklemek gerek- başta olmak üzere, sistem, bütün kurumlarıyla artık kendisini yeniden üretemez bir haldedir. Kuşkusuz bu, ülkemizde yaşanan ilk “kriz” değildir. Mevcut toplumsal-siyasal sistem devam ettiği müddetçe de son olmaya¬caktır. Ne var ki, bugüne kadar yaşanan “kriz”lerden farklı olarak, sistem açısından ölümcül sonuçlar doğurabilecek özellikler ta¬şıyan bir krizdir içinde bulunulan.

“KRİZ”İN KAYNAĞI: KAPİTALİZM

Kapitalist sistem, kriz ve bunalımdan kur¬tulamaz. Çünkü doğası gereği her gün, her saat bunalım ve çelişkileri yeniden üretir. Tek amacı ve dürtüsü kâr olan bütün üretim ve dolaşım sürecini buna göre organize eden kapitalist üretimin, plansızlık ve anarşi ile ka¬rakterize olan yapısı, kriz ve bunalımı koşul¬landırır. Üstelik kriz ve bunalım üretmede, alabildiğine verimkâr olan kapitalizm, iş çözüm üretmeye, bunalım ve krizden nasıl çı¬kılıra geldiğinde, bir o kadar kısır ve çaresiz¬dir. Ama bu, asla, hiçbir biçimde, kapitalizm içine düştüğü kriz ve bunalımlardan kurtula¬mayacak anlamına da gelmez. O nihai olarak kurtulamayacak olsa da, dönem dönem pekâlâ bunalımın yüklerini proletarya ve ezilen sı¬nıfların omuzlarına yıkıp geçici de olsa bir soluk alabilir. Bunu başarmak için her yolu mubah görür. Gerek tarihsel tecrübeler ve ge¬rekse de günümüz dünyasında yaşananlar, tereddüde yer bırakmayacak açıklıkta böyle ol¬duğunu göstermektedir. Çok değil, daha üç-beş yıl önce “kapitalizmin sosyalleştiği”nden, “barış içinde yaşanılacak bir dünya kurmaya yetenekli bir sistem olduğu”ndan dem vuru¬lurken, savaşlarla parçalanmış bugünün dün¬yası için, “karışıklık” ve “belirsizlik” egemen deniyor. Dünyanın dört bir yanında kışkırtı¬lan ve ezilen halkları milliyetçi ve gerici bir temelde birbirlerine boğazlattıran savaşlar, özü itibariyle kapitalist-emperyalist sistemin hızla içine girmekte olduğu yeni bir genel bu-nalımının bir sonucu olarak gündeme gel¬mekte ve sistem açısından kendince kriz çö¬zücü bir işlev görmektedir. Kısaca, sistemin bunalıma girdiği dönemlerde, uluslararası proletarya ve ezilen halklar, kapitalist-emperyalist cephenin en büyük ve en kap¬samlı saldırılarıyla karşı karşıya kalmaktadır. Başka türlüsü de olamaz. Çünkü kapitalizmin elinde, kriz ve bunalımın yüklerinden kendi¬sini kurtaracak (geçici olarak) bir başka araç ve silah bulunmamaktadır.
Ülkemizde patlak veren kriz ve peşinden yaşananlar, bunun dışında olmayıp aksine, bir parçası durumundadır. Üstelik emperya¬lizme göbekten bağlı olunduğundan krizin kapsamı ve boyutu çok daha geniş, sonuçları da çok daha yıkıcı ve tahrip edici oluyor. Ya¬zımızın başında belirttiğimiz gibi, bugün için¬de bulunulan kriz, olağan dönemlerdekinden çok farklı boyutları olan bir krizdir.
Bu yüzdendir ki; olağan dönemlerdeki tedbir ve uygulamalarla, bugün artık krizden kurtulmak bir yana, krizin şiddetini düşür¬mek dahi mümkün görünmemektedir, işte bu olgunun ortaya çıkardığı yalın gerçek, işçi sınıfı ve emekçilerin uğradıkları/uğrayacakları saldırıların boyutlarını apaçık ortaya koymak¬tadır.
Önemle vurgu yapılması gereken bir diğer gerçek ise; sistemin içine düştüğü krizin tüm toplumsal sınıf ve katmanları derinden etkile¬diği, artık geri dönülemezcesine bu sınıf ve katmanlara, ama asıl olarak da sermaye cephe¬si ve proleter cepheye, kendilerini her alanda yenilemeyi ve yeniden mevzilendirmeyi da¬yatmış olduğudur.
Bu noktada, daha yakından bakmak; bir başka deyişle, sermaye cephesi ve burjuvazi ve işçi sınıfı ve emekçilerin, karşılıklı olarak soruna nasıl yaklaştıklarını anlamak gereki¬yor. Bu durumun gerektirdiği yenilenmeyi, düşünce ve eylemlerinde ne oranda içselleştirmişlerdir? Sorularına cevap aramak gereki¬yor.
Amacımız, yaşanan krizin nedenlerini ve boyutlarını bütün yönleriyle tartışmak değil¬dir. Kısaca yukarıdaki saptamaları yaptıktan sonra, bu yazı çerçevesinde asıl olarak bu du¬rumun işçi sınıfı ve sınıf hareketi üzerinde yaptığı etkileri, yol açtığı değişiklikleri incele¬meye ve bazı sonuçlar çıkarmaya çalışacağız.

SERMAYENİN KRİZ HAZIRLIKLARI
Alınan bütün ekonomik ve siyasal tedbir¬ler, sermaye cephesi ve burjuvazinin attığı her adımı, bu duruma uygun olarak düşünüp, planlayıp attığını gösteriyor. Terörle mücade¬le yasasında yapılmak istenen değişiklikler, yeni iller idaresi yasası, yetki yasası vd. yasa önerileri bir bütünün parçalarıdır. Amaçla¬nan; krizin faturası, işçi ve emekçilerin sırtı¬na yüklenirken, ortaya çıkacak güçlükleri ber¬taraf etmektir. Krizin dalgalan, hâkim sınıflar arasındaki çelişki ve çatışmaları had safhaya çıkartsa da; bunalımın tüm faturasını ezilen sınıflara kesmede tam bir uyum ve mutaba¬kat içinde bulunduklarından şüphe duyulamaz.
5 Nisan tarihinde açıklanan sözüm ona “ekonomik istikrar paketi” açıklanır açıklan¬maz bütün sermaye ve işveren örgütleri, istis¬nasız, alınan tüm kararlan ayakta alkışladı¬lar. Burjuvazi, işi o kadar ileri götürdü ki; kararlara biçimsel temelde yapılan eleştirileri dahi, neredeyse “vatan hainliği” ile eş tuttu.
Ancak, kararların alınmasının üzerinden ay geçmeden, aynı çevrelerin, en keskin eleştiri¬ciler haline gelmelerinin ardında yatan neden, kararların yanlışlığından dolayı değil¬dir. Alınan kararlan hayata geçirmede, içine düşülen tereddüt ve ikircikli tutum, gerçek nedeni oluşturuyor. Açıkçası, alınan ekono¬mik ve siyasi tedbirler yetersiz görülüyor. Sermaye ve burjuvazi, eğilimini, daha fazla baskı ve daha fazla sömürüden yana belirti¬yor. Bu yüzden, devlet ve devletin tüm ku¬rumları tepeden tırnağa, burjuvazinin günü¬müzdeki ihtiyaçlarına göre, yeniden re-organize edilmektedir.
Burjuvazi ve diktatörlük, krizi gerekçe göstererek aldığı bütün ekonomik ve siyasal tedbirleri ve kendi çıkarına olan politikaları işçi ve emekçilere kabul ettirmede, bir yan¬dan geleneksel sendika bürokrasisinin yardımlarına yaslanırken, diğer yandan ve esas olarak, elinde bulundurduğu siyasal erk vası¬tasıyla terör ve zorbalığa yaslanmaktadır.
Öte taraftan, burjuvazi, salt ekonomik ve siyasal tedbirlerle de yetinmiyor, çünkü o, bunlarla sınırlı bir platformla işlerin pek de kolay yürümeyeceğini bilecek kadar deneyim¬lidir. Toplum kesimleri içinde politik etkinli¬ğini genişletmeye hizmet edecek bir tarzda işin propagandif cephesini de ihmal etmiyor. “Siyasal terör” demagojisinin yanına, “Ekono¬mik terör” demagojisini de ekliyor. Bu bağ¬lamda ’94 yılı, “Ekonomik terörle mücadele yılı” ilan ediliyor. Artık ne yapılırsa, “ekono¬minin bir gereği” adına ve “ülkemizin kurtu¬luşu” için yapılmaktadır. Temel argüman bu olunca, doğal olarak burjuva temelde yürütü¬len muhalefetin içeriğini de bu belgi belirti¬yor. “Özelleştirme” bunun için yapılıyor, işlet¬meler bunun için kapatılıyor, yüz binlerce işçi ve emekçi bunun için işten atılıyor, ücretler bunun için donduruluyor vb. Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral, o TV’den bu TV’ye koşup: “Biz her tür fedakârlığa hazırız”, “İste¬nilsin, iki ekmeğimizden birini verelim” diye¬biliyor. Sermaye, işçi ve emekçilere “ya kırk katır ya kırk satır”ı dayatıyor. Ya iş, ya ekmek diyerek bir başka seçenek bırakmıyor. Sınıfın en temel ve en haklı taleplerinin ba¬şında gelen, “iş güvencesi” talebi, sendika bü¬rokratlarının da yardımlarıyla, işçi sınıfını “ücretlerin dondurulmasına razı etme de “Demokles’in kılıcı” haline bu ortamda geli¬yor.
Özetleyecek olursak; burjuvazi; ekonomik, politik, ideolojik bütün cephelerde yeni duru¬ma uygun hazırlıkları yapmış, işçi ve emekçi sınıflara karşı gözü kara bir saldırganlıkla ha¬rekete geçmiş bulunuyor.

İŞÇİ HAREKETİNE YÖNELİK SALDIRILARIN BOYUTLARI
Burjuvazi cephesinde bunlar yaşanırken, işçiler ve emekçiler, askeri darbe dönemleri de dâhil olmak üzere, cumhuriyet dönemi bo¬yunca dahi uğramadıkları boyutta bir baskı ve saldırı dalgası altında bulunduklarının ay¬rımına gerçekte yeni yeni varıyorlar. 5 Nisan kararları ilan edilir edilmez patlak veren işçi ve emekçi eylemleri bunun bir göstergesi ola¬rak sayılabilir.
Bu konuya yeniden döneceğiz, işçi sınıfı¬nın son dönemde uğradığı saldırılarla devam edelim. Türk-İş’in yaptığı bir araştırmaya göre ’94 yılının ilk dört ayında, işten atılan işçi sayısı 220.000’i geçmiş bulunuyor. Bu rakamlar gerçek durumu yansıtmaktan uzak kaldığı halde, bu kadar yüksektir. Çünkü sa¬dece sendikalı ve sigortalı işçileri kapsamak¬tadır. Bu zaman zarfında, işini kaybedenlerin sayısı gerçek boyutuyla yarım milyondan aşağı değildir. Ücretlilerin reel alım gücü, ya¬rıdan fazla oranda düşmüş bulunuyor. Örne¬ğin, asgari ücreti ele alalım, ilan edildiği ta¬rihte 140 dolara tekabül ederken bugün bu 48 dolara gerilemiştir. Aşınma payı % 68 civa-rındadır. Temel tüketim mallarına peş peşe yapılan zamlar, işçi ve emekçileri açlık sını¬rında bir yaşama mahkûm bırakmaktadır, iş¬sizlik, çığ gibi büyümüş ve bugüne kadar görülmemiş oranlara varmış bulunuyor.
Sendikasızlaştırma had safhadadır, kamu emekçilerinin grevli toplusözleşmeli sendika talepleri, hükümetçe bir başka bahara havale edilmek istenmektedir. İşçi ve emekçilerden kesilen tasarruf teşviklerine bir anlamda el konulmuştur. İkramiyelerin hükümetçe bir hafta öne alınmasından dolayı işçilerin uğra¬dığı kayıp 3 trilyonun üzerindedir. Saldırılar o kadar pervasızlaşmıştır ki; ’94 yılı ikinci altı aylık dönemde, TİS’e göre enflasyon ora¬nında ücretlere yapılması gereken artırımlar, enflasyon oranlarının yüksek olması nedeniy¬le yapılmak istenmemekte, artırımda ısrarlı olunması halinde, çok sayıda işçinin işten atı¬lacağı tehditleri savrulmaktadır. IMF ile ya¬pılması hemen hemen kesinleşmiş bulunan Stand-By anlaşmasına göre, emperyalistlere verilen taahhütlerin başında, özelleştirmenin her şartta gerçekleştirileceği, ücretlerin dondurulacağı, gerekli fiyat ayarlamalarının (zamların) vakit geçirmeksizin yapılacağı, vb. uygulamalar gelmektedir. Saldırılar buraya kadar saydıklarımızla sınırlı değil, biz sadece ilk akla gelenleri sıralamakla yetindik.

MÜCADELE VE PLATFORM DÜZEYİNDE REFORMCULUK
Saldırıların, sözcüğün en dar anlamıyla, alabildiğine kaba olduğu ve herkes tarafın¬dan basitçe görülebileceği bir zeminde gelişti¬ği halde, nasıl oluyor da işçi ve emekçiler, saldırıların gerçek yüzünü kavramakta bu de¬rece bir güçlük içindeler? Sınıf bilinçli işçile¬rin, duyarlı sendikacıların iyi niyetli çabaları beklenen sonuçları vermiyorsa, bunu neye yormalı? Sorular çoğaltılabilir, fakat bu kada¬rı yeterlidir kanısındayız. Neden ve nasılın cevabı, her şeyden önce sınıf hareketi üzerin¬de hüküm süren koyu reformizmde ve bunun üzerinden şekillenen ekonomist-sendikalist platformda aranmalıdır. Yaşananları “kendili¬ğinden hareketin doğal sonucu” saymak, ger¬çeğin tam ifadesi olmadığı gibi, sınıf hareketi açısından politik ve pratik bakımdan fazlaca bir yararı da yoktur.
İşçi hareketinin “kendiliğinden hareket” özelliklerinden sıyrılıp, bağımsız bir sınıf ha¬reketi düzeyine yükselmesi için, neyin ne kadar yapılıp da, buna rağmen sonuç alına¬madığı gösterilmek zorundadır.
Fazla uzaklara gitmenin ve derin “tahlil¬ler” ve “analizler” yapmanın bir gereği yok¬tur, işçi hareketinin son bir yılı zengin deney¬lerle doludur. Çeşitli çevrelerce her vesileyle, geri ve “apolitik” olarak nitelenen işçi ve emekçiler, taleplerinin savunulduğuna inan¬dıkları her platforma, büyük umut ve beklen¬tilerin yanı sıra, mücadele isteğiyle dopdolu olarak gittiler, yer aldılar. Sendika şubeleri platformu, işçi kurultayları ve en son demok¬rasi platformları bunun canlı ve somut örnek¬leridir. Özellikle sendika şubeleri platformu, gerek örgütleniş tarzıyla olsun ve gerekse de bünyesinde barındırdığı dinamikler bakımın¬dan olsun, özgün bir örnek oluşturmaktadır. Bugün içinde bulunduğu durum biliniyor. (Burada platformları tartışma gibi bir niyeti¬miz yok, sadece konumuzla ilgili olduğu ka¬darıyla değineceğiz.). Gelelim 5 Nisan karar¬larının ardından patlayan işçi eylemlerine. Bu, neyin göstergesidir? Tereddütsüz, işçi ve emekçilerin mücadele kararlılığının. O halde nasıl oluyor da sendikacılar üç-beş gün gibi bir sürede eylemleri önce sokaktan ve üreti¬me vurmaktan geri çekip hemen akabinde durdurmayı başarabildiler? En son ’94 1 Mayısı’nda açığa çıkan ve sermayenin saldırıları¬nı püskürtmeyi başaramasa da, göğüs gerici, direngen tutum ne anlama geliyor?
Şimdi, bu sayılanlar tam da “kendiliğin¬den hareketin karakteristik özellikleri”dir de¬nebilir. Kuşkusuz öyledir. Ama sınıf bilinçli iş¬çinin, duyarlı sendikacının bunca çabaları nereye gitti, sorusu hâlâ açıktadır, işçi sınıfı hareketi, üzerinde bulunduğu sendikalist plat¬formu terk etmediği sürece de açıkta kalma¬ya mahkûmdur. Sınıf bilinçli öncü işçinin, sı¬nıfın sorunlarını sahiplenen sendikacının, artık, ekonomik-sendikalist bir zeminde yürü¬tülen mücadeleyle sınıfın sorunlarının hiçbirinin çözülemeyeceği gerçeğini görmesi gerekir.
Sorun, dürüst ve mücadeleci bir sendikal çizginin olup olmamasının ötesindedir. Kaldı ki, Türkiye işçi sınıfı, her dönem bunun eksik¬liğini yaşadı, bugün de yaşıyor: Sorun, böyle bir sendikal faaliyetin politik ve pratik plat¬formunun nasıl ve kim tarafından oluşturula¬bileceğidir. Bu soruya verilecek yanıt, aynı za¬manda yukarıda sorulan bir dizi soruya da cevap teşkil edecektir.
Her sınıfın, maddi ve entelektüel yaşamı¬na yön veren, kendi politikası ve ideolojisidir. Ama bu yön verme kendiliğinden değildir. Her sınıfın bu iş için özel tarzda örgütlenmiş örgütleri (partisi) vardır. Bu bağlamda işçi sı¬nıfının yaşamına ve eylemine yön veren, onun devrimci komünist partisidir. Öyleyse işçi sınıfının hareketine ve devrimci sendikal eylemine de o yön verecektir.
Zaten sendikalizmin ülkemizde kökleşme¬sinin temel nedenlerinden biri de (diğerlerine az sonra değineceğiz), uzun bir dönem boyun¬ca işçi sınıfının Marksist partisinden yoksunlu¬ğudur. Ne ki günümüzde, yoksunluğun gideril¬miş olmasının avantaj ve olanaklarından, sınıf hareketini ilerletmede yeterince yararla-nılamadığı da ortadadır.

SLOGAN VE EYLEM BİÇİMLERİNDE REFORMCULUK
Sendika bürokrasisi her seferinde, işçi ha¬reketinin bu zaafından yararlanmış, onu sen¬dikalizmin dar sınırlarına hapsederek pasifize etmeyi başarabilmiştir. Koyu reformculuk bu zeminde boy vermiş, sloganlarından eylem bi¬çimlerine kadar işçi hareketine damgasını ba¬sabilmiş, bugün de basabilmektedir. Örneğin, son işçi eylemlerinde atılan sloganların başın¬da “Tansu Amerika’ya” sloganı gelmektedir. Sendikacılarca da kışkırtılan “Tansu Ameri¬ka’ya” sloganı, sanki işçi sınıfının sorunu salt Tansu Çiller’miş gibi bir hava veriyor olması¬nın yanı sıra, diğer taraftan Tansu’nun yerine ne öneriliyor? Devrim mi? Değil. 12 Mart ön-cesinde de “Demirel Amerika’ya” sloganı atılı¬yordu, sonuçta Demirel gitti ama yerine kim¬lerin geldiği malum. Gelenleri alkışlayanların başında ise o dönem “Demirel Amerika’ya” sloganlarını attıran sendika bürokratları geli-yordu. Haklarını yemeyelim (!) , günümüzün sendika bürokratları, cunta çığırtkanlığı yap¬mıyorlar. Onların yapmak istedikleri, işçi ve emekçileri burjuva parlamentarizminin kuy¬ruğuna takmaktır.
Eylem biçimlerindeki reformculuğa gelin¬ce; bunu tek bir örnekle anlatmak mümkün¬dür. Biliniyor, son dönemde hayli yaygınla¬şan ve işçi tarzından uzak eylem biçimlerinin başında “açlık grevleri” gelmektedir. Kuşku¬suz devrimciler hiçbir eylem biçimini reddet¬medikleri gibi, “açlık grevi” türü bir eylemi de reddetmezler. Ancak, ne var ki, cezaevi gibi sınırlanmış koşullarda ve belli şartlarda başvurulan böyle bir eylem biçimini, işçi sını¬fına salık vermek, koyu bir reformculuk de¬ğilse, başka nedir? “Kamuoyu oluşturma” gibi gerekçelerin geçmişte ve o da hayli sınırlı ko¬şullarda belki bir anlamı olabileceğini kabul etsek bile; sermayenin tavrını açıkça ortaya koymakla yetinmeyip, harekete geçtiği günü¬müz de bu tür eylem biçimlerinin hiçbir man¬tıksal izahı olamaz. Bugün işçi sınıfına açlık grevi yapmasını önermek, ona en büyük kö¬tülüğü etmektir.

ÖNDE OLAN EKONOMİ DEĞİL, POLİTİKADIR

İşçi hareketinde ekonomik-sendikalist platformun egemen olduğunu ve temel zaaf ve zayıflıklara bu olgunun kaynaklık ettiğini söyledik. Bu aynı zamanda, işçi hareketinin bütünlüklü bir politik, taktik platformdan yoksun olduğu anlamına gelmektedir. Şimdi bunun nedenleri üzerinde kısaca durabiliriz. Durumun mevcut şekilde teşekkül etmesinde, Türkiye işçi sınıfı saflarında partili bir müca¬dele geleneğinin olmamasının yanı sıra, tarih¬sel faktörler de önemli bir paya sahiptir, işçi sınıfının, kendiliğinden hareketi ve sendikal mücadelesi anlamına gelmeyen sendikalizm, “proletarya hareketinin sendikal yönünü ele alıp tek yönlü teorileştiren ve hareketi burju¬va ideolojisine ve egemenliğine bağlayan re¬formist karakterde ideolojik bir eğilimdir.” (Konferans Belgeleri).
Proletaryanın mücadele tarihi boyunca değişik tür ve renkte ortaya çıkan sendikalizm, biçimde farklılıklar varmış gibi görünse de özü itibariyle aynıdır. İkinci Paylaşım Sa¬vaşı sonrasında, emperyalist burjuvazinin, sosyalizmin kazanımlarına karşı açtığı savaş¬ta, rüşvet ve ayrıcalıklarla beslenen ve kışkır¬tılan, “hür” ve ” sosyalist (reformist)” sendi¬kalar ve sendikacılık, uluslararası proletarya saflarında sendikalizmin ve sendikalist-parlamentarist liberal platformun temel örgütleyicileri ve dayanakları olmuştur. Ülkemizde¬ki sınıf hareketi ve sendikal hareket ise daha başlangıcında sendikalizmin etkisi altında ge¬lişmiş ve şekillenmiştir, işçi sınıfını “siyasal mücadelenin ve sosyalizm mücadelesinin” dı¬şında tutmayı ve burjuva partilerinin ve siya¬setinin kuyruğuna takmayı temel amaç edi¬nen sendikalizm, ülkemizde bu amacını pek de zorlanmadan gerçekleştirebilmiştir.
Bu kolay elde edilen başarıda, sınıf bilinç¬li öncü işçinin ve sınıfının sorunlarına duyar¬lı olan sendikacının isteyerek olmasa da, hatı¬rı sayılır bir payı olmuştur. Çünkü onlar, teoride ve ondan beslenen pratik mücadele¬de önemli yanılgı içinde bulunduklarını ve tüm bela ve melanetin de, bu yüzden sınıfın başından eksik olmadığını bir türlü göreme¬mişlerdir.
İşçi sınıfının bilimsel sosyalist teorisi, si¬yasal bilincin işçi sınıfına; “ekonomik müca¬delenin dışından, işverenlerle işçiler arasın¬daki ilişki alanının dışından götürülebilir. Bu bilginin edinilebileceği biricik alan, bütün sınıf ve katmanların devlet ve hükümetle iliş¬ki alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır.” (Lenin) derken, ülkemizde¬ki durumu, “sendikacılar görevlerini yapmı¬yorlar” eleştirisiyle izah etmenin ve hele bu yaklaşım tarzıyla öncü olmanın, ne mümkünü ne de âlemi vardır. İddia ediyoruz ki “sendi¬kacılar görevlerini bihakkın yerine getirseler”de, şayet işçi sınıfının Marksist partisinin önderliğinde örgütlenmiş devrimci sendikal platform üzerinde yükselen bir faaliyetin içinde değillerse, sonuç bugünkünden farklı olmayacaktır.
İşçi sınıfının en büyük eksikliği, politika yapmada gösterdiği tereddütlü tavrıdır. “İşçi¬ler artık politika dinlemek istemiyorlar” ya da “Dünya sağa kayarken sosyalizmi kim ister” türünden sözler, ne yazık ki, sadece birkaç şarlatanın ya da mücadele kaçkını “devrimci eskisi”nin söylediği sözler olarak kalmamıştır. Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin çözülüp dağıldığı bir ze¬minde geliştirilen bu gerici propaganda, etkilerini devrimci saflarda da göstermiş; bunun sonucunda, ” fazla siyasi olmayalım, işçiler ürker”, “ekonomik talepleri öne çıkar¬tırsak, daha fazla işçiyi harekete sokarız” vb. düşünce ve eğilimler hızla boy vermiştir. Perspektifteki bu çarpılma, sınıf hareketini tamamen siyasal mücadele alanının dışına çekerek; burjuvazinin politik saldırıları kar¬şısında eli kolu bağlı bir vaziyette bırakmış, kurduğu direniş hattı sağlam temellere oturmadığı için her seferinde daha geriden ku¬rulmak zorunda kalınmıştır.
Yer yer ele geçirilen inisiyatif, sendikalist platformun aşılamamasından dolayı sendika bürokratlarınca çok kolay ve çok basit ma¬nevralarla her seferinde sınıfın elinden geri alınabilmiştir.
Sermaye cephesinin kararlılığını göster¬mek için olur olmaz her şey karşısında “ya bitecek, ya bitecek veya ya olacak ya ola¬cak” diye höyküren Tansu Çiller ve ağababa¬larının karşısında da işçi ve emekçiler “ya politika yapacaklar, ya politika yapacak¬lardır. Çünkü içinde bulunulan politik-siyasal koşullar, işçi sınıfına bir başka seçe¬nek bırakmıyor. Bu tartışılmazdır, tartışılır olan, nasıl ve ne tarzda bir politika yapılaca¬ğı olmalıdır.

YENİ DÖNEME UYGUN BİR MÜCADELE HATTI
İlk yapılması lazım gelen, yüz yüze bulunu¬lan saldırıların gerçek yüzünü yığınlara kav¬ratmak olmalıdır. “Vatan millet uğruna” işçi ve emekçilere “fedakârlık” çağrısı yapanların, yığınları aldatıp zehirlemelerine izin verilmemelidir. En büyük tehlikelerin birinin de gele¬neksel sendika bürokrasisi ve onun oyunları olduğu gerçeği gözden kaçırılarak girilecek herhangi bir yolun sonu çıkmazdır. Öncü işçi¬ler, görevlerini yerine getirmede içinde bu¬lundukları zaaf ve ataleti terk etmelidir. Çünkü işçi sınıfı hareketi, olağandışı bir dö¬nemden geçmektedir. O nedenle, ortaya ko¬nulan çaba ve enerji de olağanüstü boyutlar¬da olmak zorundadır.
Krizden zarar gören tüm emekçi sınıf ve kesimlerin gözü, işçi sınıfındadır. İşçi sınıfı politik ve taktik mücadele platformlarını bu sınıf ve kesimlerin taleplerini de içerecek bir şekilde yenilemelidir. Sermaye cephesinin saldırılarını püskürtmede büyük olanaklar su¬nacak bir Genel Direniş’in ve Genel Gret’in örgütlenmesini kolaylaştıracak olanın, böyle bir platform olacağı ortadadır. Siyasal içerik taşımayan hiçbir sosyal olay ve olgu olamaya¬cağı gerçeğinden hareketle; en küçük bir eko¬nomik talebin elde edilmesi için dahi, ekono-mik, politik ve ideolojik bütün cephelerde kora kor bir mücadele yaşanacağı bilinciyle hareket edilmelidir.
Bugüne kadar yaşanmış mücadelelerden, oluşturulmuş örgüt biçimlerinden (komite, platform vb.) edinilen deney ve tecrübeler, sınıf hareketinin hizmetine sunulmalıdır. Or¬taya çıkmış olumsuzlukların cesaret kırıcı ve moral bozucu sonuçlara yol açmasının önü alınmalıdır. Yanlış olan yan reddedilmeli, küçük ve mütevazı de olsa olumlu olan ne varsa, ona sarılınmalı ve daha da geliştirilme¬si için çaba gösterilmelidir. Denilen odur ki; sınıf hareketinin üstesinden gelmesi gereken problemleri şu an üzerinde bulunduğu mücadele platformuyla aşması olanaklı değildir. O yukarıda tartışılanların ışığında; yenilenmiş bir aktüel mücadele platformunu vakit geçir¬meksizin örgütlemeye mahkûm durumdadır. Ya bunu yapacaktır, ya da krizin yüklerini sırtlanacaktır. Çünkü koşullar, işçi sınıfına bunun dışında bir seçenek tanımıyor.

KRİZ KARŞISINDA İŞÇİ TUTUMU
Varsın herkes kendince bir kriz tanımı yapsın, çözüm önerileri üretsin. Varsın sulu gözlüler, krizin kötülükleri üstüne “iç bunaltı¬cı” ağıtlar yaksın. Hiç kimsenin, işçi sınıfın¬dan nedeni olmadığı bir şeyin (krizin) bedel¬lerini ödemesini beklemeye hakkı yoktur. Krizin yaratıcıları kimlerse faturasını da onlar ödemelidir. Sınıf mücadelelerinin başat soru¬nu, politik iktidar sorunudur. Öyleyse işçi ve emekçiler kendi politik iktidarlarına giden yolda geniş olanaklar sunan kriz ve bunalım ortamından, bu yolda sınırsızca yararlanmak varken, neden rahatsız olsunlar ve niçin korksunlar? İlla birileri korkacaksa, bu, her halükarda işçi sınıfı olmayacaktır. Durum bu kadar açıktır. ‘Bugünden kendini ortaya koyan bir diğer açık gerçek de; önümüzdeki süreçte, sert mücadelelerin salt sermaye cep¬hesiyle, proleter cephe arasında değil, bunun yanı sıra, devrimci proletaryayla, oportünizm ve reformizm arasında da yaşanacağıdır.
Ne ki, bir iki sözcükle de olsa işçi hareke¬tinin bugününü tarif etmek gerekse, herhalde en uygunu “reformizmin kıskacında işçi hare¬keti” sözcükleri olurdu. Gerçekten de, iniş ve çıkışlarla, durgunluk ve kendiliğinden patla¬malarla karakterize olan işçi hareketi; refor¬mizmin bünyesinde açtığı ağır yaraların pençesinde kıvranmakta, yaralarını sağaltacak ilacın bedenine enjekte edilmesini heyecanla beklemektedir. Marksistlerin gücü ve örgütlü¬lüğü oranında zerk ettikleri ilacın dozajı geçici canlanmalar verse de, reformizm ve oportü¬nizm illetini silip atmakta henüz yeterli ola¬mamaktadır. Ne var ki teşhis, tedavinin önko¬şuludur. Reformizmin panzehiri, devrimci politikadır.

Haziran 1994

Mütareke Yıllarında: GELİŞEN SOSYALİZME BARİKAT: SAHTE SOL, YEŞİL ORDU VE RESMİ TKP

Türkiye’de, 1. Dünya Savaşı döneminde duran işçi eylemleri ve sosyalizm tartış¬maları, İngiliz emperyalistlerinin ve Yu¬nan gericiliğinin işgaline karşı verilen anti-emperyalist savaş sırasında yeniden başladı. Ortaya çıkan birçok “sosyalist” fırka ve örgü¬tün beslendiği kaynak da “mütareke” orta¬mında yaygınlaşan, feodal ayrıcalıklara sahip oldukları için eski düzenin sürüp gitmesini savunan, bu yüzden emperyalistlerle işbirliği halinde olan bir zümrenin dışında, ülkedeki bütün sosyal sınıfları etkisi altına alan ulusal¬cı düşünceler ve İngiliz işgalinden bir yıl ön¬ce gerçekleşen Sovyet devriminin Türki¬ye’deki yankısıydı.
Kuzeydeki gelişmeleri yakından izleyen basının da etkisiyle Ekim Devrimi, ülkenin birçok yerinde heyecanla karşılanmıştı. Sov¬yet sözcüğünün Osmanlıca karşılığı olarak benimsenen ve politik bir içerik kazanan Şu¬ra kavramı, sol eğilimli basın ve halk için,
Kurtuluş Savaşı döneminde bir yol ayrımında bulunan Türkiye’de, bir siyasal sistem tercihi¬ni ifade eden simge durumuna gelmişti. Dev¬rimden sonra, Sovyetler Birliği’nden yurda dönen savaş esirleri, olup bitenlerin canlı tanığıydılar ve onların anıları, aydınlar, işçiler ve köylü kitleleri arasında kulaktan kulağa yayılıyordu. “1919 yılının kasım ayında Kara¬deniz bölgesindeki kasabaların birinde halk sokaklara dökülmüş ‘yaşasın şuralar’ diye ba¬ğırmıştır. Amaçları kasabada bir şura idaresi kurmaktır. O yörede savaşan çetelerin de (Çete sözcüğü, “düzenli ordu dışı silahlı güç” anlamına gelir. Resmi literatürde, hay¬dut, eşkıya ile eşanlamlı olarak kullanılır. Ya-zımızın konu aldığı dönemde silahlı halk güç¬lerinin bu biçimde anılmasına uygun olarak, biz de bu kavramı kullanacağız.) kendileri¬ne katılmasıyla hapishaneyi basıp mahkûmları serbest bırakırlar. Hükümet konağını ele geçirirler. El konulan dükkânlardaki bütün yiyecekler, fakir halka dağıtılır. Kasaba üç gün süreyle halkın denetiminde kalır. Tam şura seçimi hazırlıklarına başlanıldığı sırada hükümet kuvvetleri kasabayı ele geçirirler” ( Dimıtır Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, Belge Yayınları, 1978, S. 62)
Şişmanov’un raporunda yer alan bu ifade¬ler, Anadolu halkının, Sovyetler Birliği dene¬yinden ne denli etkilendiğini göstermesi ba¬kımından önemlidir. O dönemde birçok yörede, şura hükümeti kurmak isteyen halk; ayaklanmış, birçok gösteri yapılmıştır.
Sovyetler Birliği’nin, ezilen doğu halkları¬nın antiemperyalist ulusal kurtuluş savaşları¬na verdiği destek, bu ülkeye duyulan yakınlı¬ğın nedeniydi.
O yıllar, aynı zamanda, 1. Dünya Savaşı’ndan önce çalışmak ya da öğrenim görmek için Almanya’ya giden ve burada cereyan eden Spartakist ayaklanmaların yakın tanığı olan genç işçi ve aydınların yurda dönüş za¬manıydı. Devrimci bir atmosfer içinde bulu¬nan Almanya’da bazı örgütler kuran Türkler, örgütsel deneyimlerini ve edindikleri devrim¬ci fikirleri de transfer etmişlerdi.
Böylece Kurtuluş Savaşı, kimi kesimlerin, bu savaşın sonunda Sovyetler Birliği’ne ben¬zer bir siyasal sistemin kurulacağını umarak, kimilerinin de emperyalistlere karşı tek tutar¬lı müttefikin Sovyetler Birliği olduğunu kabul etmek zorunda kalarak katıldığı bir ulusal uz¬laşma ortamı yarattı. Bu, o dönemde sosya¬list olduklarını iddia eden örgütler için ol¬dukça kritik bir mevzilenmeydi ki, bir kısmı, milli burjuvazinin önderliğinde gelişen bu sa¬vaşta kendi politik bağımsızlıklarını koruyamadılar ve bu çizgi sonradan sınıf işbirlikçisi bir çizgiye dönüştü. Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu daha 1920’de, Türkiyeli dev¬rimcileri uyarmıştı. “Beylerin bir bölüğü ken¬dini yabancı kapitalistlere sattı. Başka bir bölüğü ise sizleri silah başına çağırıyor, sizi yabancı istilacılara karşı örgütlüyor. Ama onlar ı da sizlerin kendi ülkenizin hükümetinin başına geçmenize, asalakların sultandan armağan diye aldığı toprak ve tarlalara sahip çıkmanıza ekip biçmenize izin vermiyor. Ve yarın yabancı kapitalistler efendilerinize daha elverişli barış koşulları tanıdığında bugünkü önderleriniz sizi, yabancı efendilerin de yardımıyla zincire vurur; tıpkı büyük toprak sahipleriyle eski memurların yabancı orduların i bulunduğu bölgelerde şimdiden yaptığı gibi.  Anadolu köylüleri! Yabancı istilacılara karşı mücadele etmek üzere Kemal Paşa’nın bayrağı altına çağrılıyorsunuz. Ama biz sizin, kendi halk ve köylü partinizi kurma çabasında olduğunuzu da biliyoruz. İşte bu parti, paşalar, i sömürücü ittifak devletleriyle barış yapsalar bile, mücadele etme yeteneğine sahip tek partidir.” (Komintern Belgelerinde Türkiye-1, Kaynak Yayınları, 1993, s.16)
Bu uyarı, oldukça haklıydı. Tehlikeye dik¬kat çeken Enternasyonale rağmen Türki¬ye’de süreç, “sosyalistlerin çoğu için, yukarı¬da öngörüldüğü gibi yaşandı. Kurtuluş Savaşı’na diğer halk sınıfları da katıldığı hal¬de, bunlar, başta işçi sınıfı olmak üzere kap¬sayıcı ve etkili bir devrimci örgütten yoksun oldukları için, siyasal rejim tartışmalarında politik bir inisiyatif koyamadılar ve antiem¬peryalist savaş içindeki konumları Kemalist burjuvazinin çizgisine bir motif olarak dahil oldu. Böylece, ezilen sınıfların örgütlerinin içinde bulunduğu zafiyetin de etkisiyle 1908’de başlayan burjuva devrimci süreç, an¬tiemperyalist savaş sırasında ve sonrasında da görevlerini tamamlamayı reddettiği için yarım bırakıldı, Burjuvazi, en devrimci oldu¬ğu döneminde bile, bir ayağıyla bağlı bulunduğu toprak ağaları sınıfı ve diğer feodal ay¬rıcalıklı sınıflarla bağını koparmayı reddede¬rek köylülüğün toprak talebiyle, işçi sınıfının demokratik istemlerini görmezlikten geldi.
Ama bu sonuca varmadan önce, Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’ne kur ya¬pan Kemalist burjuvazi, bir dönem sosyalist örgütlerin açılmasına göz yumdu, mecliste sosyalizm tartışmaları yapıldı, hatta resmi ko¬münist örgütler bile kuruldu; burjuvazinin politik ve askeri önderlerinden birçoğu ko¬münist olduklarını iddia ettiler. Kurtuluş Sa¬vaşı döneminde ortaya çıkan icazetli sahte sol, burjuvazinin politik ihtiyaçlarının karşılanmasını amaçlıyordu; bu ihtiyaçların odak¬landığı nokta ise Sovyetler Birliği’nin desteği¬nin sağlanması ve komünizme duyulan içten ilginin burjuva bir çerçeve içine alınarak etki¬siz hale getirilmesiydi.

GELİŞEN DEVRİMCİ HAREKETE DALGAKIRAN
Anadolu işgal edildiğinde, halk kendiliğin¬den direniş organları oluşturmuştu. Birçok bölgede, işçilerden, köylülerden ve padişah ordusundan kaçan askerlerden kurulan çete¬ler düzenli olmayan bir savaş yürüterek em¬peryalist işgale karşı mücadele ediyorlardı. Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç tarihi olarak ilan edilen 19 Mayıs 1919’dan daha önce mü¬cadele etmeye başlayan bu milis örgütlenme¬leri, bunları daha sonra, uzun mücadeleler içinde düzenli ordu unsurları haline getirme¬ye çalışacak olan Kemalistler için başlangıçta fazla tehlike arz etmiyordu. Ama bu çetelerin bir kısmı kontrolden çıkıp, iktidarın dışında kalan ve ona bir türlü bağlanmayan unsurlar haline geldiklerinde, Kemalist rejim, savaşçı halk gruplarını bastırmak için her şeyi yapa¬cak, bunun için yarı resmi bir karakter taşı¬yan Yeşil Ordu’yu da dağıtacaktır.
Çetelerin Kurtuluş Savaşı’na başladığı yıl¬larda, bir başka kontrol altına alınamaz grup olan komünistler de 1918’den itibaren Bakû’de yayınlamaya başladıkları Yeni Dün¬ya gazetesi ile halkı işgale karşı mücadeleye çağırıyordu. Bu gazetede emperyalizmi boz¬guna uğratan Sovyetler Birliği halkından öv¬güyle bahsediliyor ve sosyalizm, Türkiye halklarına da model olarak öneriliyordu.
Bu dönemde işçi örgütlerinin sayısında da bir artış gözlenmekteydi. Grevler, 1919’dan itibaren, başta işgal bölgeleri ol¬mak üzere Anadolu’nun birçok yerinde anti-emperyalist bir muhteva kazanarak yaygınlaşıyordu. 1919 Mayısı’nda İzmir’in işgal edilmesinden sonra yapılan mitinglere yüz-binlerce işçi katıldı.
Telefon memurları, reji işçileri, Hisar iske¬lesi hamalları, Haliç vapurları müstahdemi, fırıncılar, tramvay işçileri, Şirketi Hayriye me¬murları, Tünel amelesi, Deniz Maden Kömürü Cemiyeti işçileri, Kadıköy havagazı işçileri, demiryolu işçileri, Şark şimendiferleri işçile¬ri, Zonguldak maden işçileri, terkos işçileri, Dolmabahçe Gazhanesi işçileri birbiri ardın¬dan greve gittiler.
Bu dönemde işçi hareketinin karakteristiği, grevlerde ve eylemlerde, ücret zammının yanı sıra işçi sınıfının demokratik birtakım taleplerinin de gündeme getirilmesiydi. Grev¬lerin öncelikli talepleri arasında 8 saatlik işgünü, hafta tatili hakkının tanınması, işçi ço¬cuklarına eğitim olanaklarının hazırlanması, iş güvenliği koşullarının sağlanması, örgütlen¬me ve sendikal hakların tanınması gibi talep¬ler yer alır. Ve yine bu dönem, işçi hareketi¬nin az çok, sol siyasal örgütlerle yakınlaşma içine girdiği dönemdir. 1922’ye dek birçok grev, TSF’nin inisiyatifiyle gerçekleşmiştir. Böylece ilk kez, ilişki kurulan örgütün niteli¬ği ye bu ilişkinin gerçekleşme düzeyi ile etki¬si tartışma dışı bırakıldığında söylenebilir ki, işçi eylemleri bir politik örgütle dirsek tema¬sı içinde olmuştur.
Aynı dönemde mesleki ya da sendikal ni¬telikte birçok işçi örgütünün kurulduğu görü¬lür. Anadolu Şimendifer Amelesi Cemiyeti, Beynelmilel Deniz İşçileri İttihadı, Beynelmi¬lel Bira İşçileri İttihadı, İstanbul ve İzmir İşçi¬leri Cemiyeti, Matbaa İşçileri Cemiyeti, Şark Demiryolları Memurin ve Müstahdemin Cemi¬yeti, Zonguldak Amele Birliği, Balya-Karaaydın Amele Birliği bu örgütlerden bazı¬larıdır.
1924’e gelindiğinde bu örgüt ve cemiyet¬lerin sayısı artacaktır.
İşçi örgütleri ve eylemleri “sosyalist” fırka ve örgütlerle yakınlaşmaya başlamakla birlik¬te, bu henüz, işçi sınıfı saflarında devrimci-sosyalist bir politikanın yaygınlaştığı, rağbet gördüğü ve eylemlerin karakterini oluşturdu¬ğu anlamına gelmez. Çünkü gerçekte, 1920’de kurulan, Mustafa Suphi’nin kısa ömürlü ve etkisi zayıf Komünist Partisi bir yana bırakılırsa, o dönem kurulan fırkalar, devrimci özellikten yoksun partilerdi. Musta¬fa Suphi’nin partisinin ise işçi sınıfı içinde bağları yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla işçi sınıfının kendiliğinden eylemleri sosya¬lizmle birleşebilme özelliğine sahip olama¬mış, bu eylemlerin ufku, dönemin özellikleri¬ne uygun olarak en fazla emperyalist işgale karşı çıkmaya kadar genişleyebilmiştir.
Zaten, sosyalizmi bir ütopya ve herkesin toplumsal mutluluktan eşit pay aldığı bir ah¬laki rejim olarak tasarlayan “sosyalistler”in durumu da pek iç açıcı değildir. Marksist lite¬ratür çoğunlukla ikinci elden okunmuş ve bu yayınların Türkiye’ye gelmesi gecikmiştir. Ko¬münist Manifesto’nun özetlenmiş bir çevirisi mütarekenin son yıllarında piyasaya çıkacak¬tır.
Ama yine de, yayınlanan birçok sol içerik¬li yayın, geniş halk, kitlelerinde sosyalizm hakkında bir sempatinin oluşmasını sağlayacaktır. Sosyalizm propagandası yapan, Sov¬yetler Birliği deneyini propaganda malzemesi olarak işleyen örgütler ve fırkalar, bu sempa¬tinin aktığı bir kaynak olarak çok sayıda in¬sanı çeperinde toplamayı başaracaktır.
Anadolu’da sosyalizm, işgal koşullarından ve yoksulluktan kurtuluşun olanağı olarak toplumsal kesimlerin büyük çoğunluğu tara¬fından kabul gören bir düzen, bir yeni dün¬ya ve düşünsel bir akım olarak benimsenme¬ye başlamıştır.
Bu durum burjuvazi için tehdit edici ol¬muş; gelişip arınarak, doğal kanalına yani sı¬nıf mücadelesi kanalına akma potansiyeli ta¬şıyan sosyalizmin önüne burjuva bir barikatın dikilmesinin zamanı gelmiştir. Ama Sovyetler Birliği ile kurulan ilişkilerin korun¬ması ihtiyacı da vardır. Öyleyse klasik yön¬tem uygulanmalı; “bu memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz yaparız” denmeli, sahte örgütler kurulmalıdır.
Bu örgütler, kontrol altına alınamayan toplumsal güçlere uzatılan bir ökse olacaktır.

YEŞİL ORDU

Yeşil Ordu henüz kurulmadan önce efsa¬nesi yaygınlaştırılmıştı. Bu efsane, bütün di¬ğer söylenceler gibi bir gerçeğe dayanıyordu ama dayandığı, gerçeğin tahrif edilmiş haliy¬di.
Söylence, esin kaynağını Irkçı-Turancı politikalarının peşinden Türkistan’a giden Enver Paşa’nın serüvenlerinin Türkiye’ye şekil değiştirerek ulaşmasını takiben, “esir Türk ulusu”nu kurtarmak üzere Kafkaslar’dan ül¬keye girmeye hazırlanan bir Yeşil Ordu’nun halk üzerinde uyandırdığı mistik etkiden al¬mıştı. Bu söylence, resmi kaynaklar tarafın¬dan da işlenerek etkisi güçlendirildi ve Anka¬ra hükümetinin, sol söylemli resmi organı Hâkimiyeti Milliye gazetesinde halkın bu bek¬lentilerini kışkırtacak yayınlar yapıldı. Yeşil Ordu’yla ilgili olmadık haberler yayınlandı.
Hâkimiyeti Milliye gazetesinde şöyle bir haber yer almıştı “Paris’ten bildirildiğine gö¬re Yeşil Ordu, programının ilk safhasını tatbi¬ke başlamıştır. Bakû’den hareket eden Yeşil Ordu’nun Tiflis üzerinden ilerleyeceği tahmin ediliyor… Bu orduya mütemadiyen gönüllü¬ler iltihak ettiğinden Batum’a muvasalat edinceye kadar ordunun kuvveti bir misli ar¬tacaktır. Kızıl ve Yeşil orduların Azerbaycan ile anlaşarak bu memlekete dâhil olduktan sonra Gürcistan ve Ermenistan hudutlarına dayandıkları malumdur” (Dr. Fethi Tevetoğlu, 1967, Türkiye’de sosyalist ve komünist fa¬aliyetler, s. 130)
Enver Paşa, ittihat ve Terakki örgütü için¬de gelişen milliyetçi eğilimleri, Irkçı – Turancı bir çizgiye kadar geliştirmişti. Osmanlı İmpa¬ratorluğu’nun Avrupa kıtasındaki toprakla¬rında başlayan ulusal mücadeleler sonucun-da bu topraklar üzerinde yaşayan ulusların ayrılmasından sonra, imparatorluğun doğu¬daki topraklarına ve Türklerin yaşadığı Tu¬ran bölgesine dayanarak sürdürülmesi gerek¬tiğini savunuyordu. Batıya ve batılılara karşı duyduğu düşmanlığın doğal sonucu olarak da İstanbul’u işgal eden İngilizlere karşıydı.
Kemalist burjuvaziye karşı iktidar müca¬delesi veren Enver Paşa ve arkadaşları, İngilizlere karşı en büyük desteği Sovyetler Birli¬ği’nden alacaklarını ummuşlardı. Mustafa Ke¬mal ise, Sovyetler Birliği’nden gelecek yardım için en küçük olanağı bile kaçırmak iste¬miyordu ve muhalifi Enver’in çabalarını, alınacak yardımın sağlayacağı ölçüde destek¬ledi. Enver Paşa’ya da, çabalarının “Pan¬islamizm şekil ve suretinde izharının Rusları şüphe ve endişeye sevk etmemesi için daha çok İngiltere’ye yönelmiş bir antiemperyalist hareket olarak ortaya konulmasını” öğütledi.
Öyle ki, Enver Paşa, 1920’de Bakû’de top¬lanan Doğu Halkları Kurultayı’na Kuzey Avru¬pa devrimcilerini temsilen katıldı. Ortak düş¬man; Kemalistleri olduğu gibi, Enver Paşa ve arkadaşlarını da Sovyetlere yaklaştırıyordu. Halk Şuralar Fırkası adını verdikleri bir parti¬yi kurma girişimleri de bu yakınlığın pekişti¬rilmesini hedefliyordu. Ye komünist olma¬dan, Sovyet teşkilatını kabul ettiklerini iddia ediyorlardı. Enver Paşa, “Ben Türkiye’de şim¬diki mücadele devamı müddetince birlikte ça¬lışmak fakat komünist olmamak üzere bir muhalif fırkanın her an mevcut olması taraf¬tarıyım. Bu suretle günün birinde Rusya’da çalışmak mümkün olmazsa memlekette bu esasta devam olunabilir ” diyordu. (Mete Tuncay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yayıne¬vi,1978, s. 119) 1921’de Moskova’da bir İs¬lam ihtilal Cemiyetleri İttihadı Kongresi top¬layan Enver Paşa’nın eski ittihatçılar üzerindeki nüfuzu güçlüydü. Kemalistler Bakû’de ayrıca bir komünist partisi kurmaya teşebbüs etmiş olan bu çevreyi aynı tarihler¬de orada faaliyet yürüten Mustafa Suphi ve arkadaşlarının etkinliğini kırmak amacıyla da desteklemekteydiler.
İşte Turancı bir perspektifle Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden diriltmeye çalışan Enver Paşa’nın Kafkaslardaki maceraları Ye¬şil Ordu söylencesinin temeli oldu. Enver, 1917 Ekim Devrimi sırasında Rus ordusunun Kafkasları terk etmesi üzerine, yeşil bayrak taşıyan Azeri gönüllü milislerden bir “İslam ordusu” oluşturarak Turan’a doğru yola çık¬mıştı.
Kökeninde Enver Paşa’nın Turan macera¬larının bulunduğu Yeşil Ordu söylencesi, 1920 Mayısı’nda Yeşil Ordu Cemiyeti adını taşıyan bir örgütün kurulmasıyla ete kemiğe büründü ve örgüt, efsanenin içerdiği kurtarı-cılık imajının mirasını üstlendi.
Konya mebusu Refik Bey’in meclis kürsü¬sünden yaptığı bir konuşma, Yeşil Ordu’nun yarattığı etki hakkında bir fikir veriyordu: “Milletimiz Şark’tan muazzam bir kudretin zuhurunu işitti ve derhal ona kulaklarını dik¬ti. Biz de mağduruz. Acaba bu insanlar bizi saadete erdirecek ve mazlumiyet ve mağduri¬yetimize son verecek midir? … Rusya dâhilinde din kardeşlerimiz olan İslamlar, Yeşil Or¬du namı altında toplanarak evvela kendilerini sonra bizi kurtarmak üzere zalim kuvvetlerin karşısına gelebileceklerini neşir ve ilan ediyorlardı. Halkımız bir şey bekli¬yor ve diyordu ki, acaba biz yalnız mıyız? … Hariçten bize bir kuvvet yardım etmeyecek midir? Diyorlardı ki, İzmir’e hücum eden Yu¬nanlıların karşısına bizimle beraber hiç de¬ğilse Yeşil Ordu’dan beş on kişi olmalıydı. O zaman görecektiniz…”
Yeşil Ordu’nun eklektik bir ideolojisi var¬dı. Bildirilerinde, İslami motiflerle süslenmiş bir Sovyet hayranlığı göze çarpıyordu. Ger¬çek işlevi ise, Milli Mücadeleyi Bolşeviklikle suçlayarak anti-emperyalist savaşı kâfirlik ola-rak ilan eden saray yanlısı dinci-gerici çevre¬lerin propagandalarını, halka Bolşevikliğin İslam ilkelerinin aynen uygulanmasından başka bir şey demek olmadığını anlatarak et¬kisiz kılmaktı. Tarihçi Cemal Kutay, örgütün kuruluş gerekçesi olarak “Cemiyeti Ahmediye’nin (İstanbul Hükümeti’ni temsil eden Da¬mat Ferit Paşa’nın İngilizlerin teşviki ile kur¬duğu örgüt) menfi ve muzır telkinlerine mukabil halka hakikatleri anlatmak ve onları milli mücadelenin zaruretine inandırmaktır” diyordu.
Yeşil Ordu, yayınladığı nizamnamesinde anti-emperyalist bir vurguya özen göstermişti, batıdan gelen ihtirasların Asya’dan sökülüp atılmasına çalışılacaktı. Örgüt, Allah’ın yolun¬da yürüyecekti, aile hayatına saygılıydı, “mil¬letlerarası olmaktan ziyade milli olmaya” dik¬kat ediyordu.
Özetle, Yeşil Ordu’nun politikası “Bolşe¬vik” bir kılıf geçirilerek süslenmiş, Enver Pa¬şa’nın gerici düşüncelerinden oluşuyordu. Ye¬şil Ordu, Komintern’in 1922’de yapılan dördüncü kongresinde “İkinci Komintern kongresinin işaret ettiği üzere burjuva milli¬yetçiliğinin temsilcileri, -her zaman bunun bi¬lincine varmış olmasalar da- tomurcuk halin¬deki proleter grubunu bir sınıf teşkilatı kurmanın direkt ödevlerinden saptırmak amacıyla, Sovyet Rusya’nın siyasi otoritesin¬den faydalanarak ve kendilerini işçilerin sınıf güdülerine uydurarak burjuva demokratik heveslerini ‘sosyalist’ ‘komünist’ bir kisveye büründürürler.” (Mete Tuncay agy, s. 141) di¬ye tarif edilen burjuva örgütlerden biriydi ve Mustafa Kemal’in bilgisi dâhilinde kurulmuş¬tu. Kısa zamanda önemli bir silahlı güç duru¬muna da gelen Yeşil Ordu, Hilafet Ordusu ka¬lıntılarının gerici ayaklanmalarını bastırmak için de kullanıldı. Kendisi hakkında, kurulu¬şundan çok önce çıkarılan söylentilerin ka¬zandırdığı prestiji kullanarak giderek genişle¬yen örgüt, bir süre sonra kontrol edilemez hale geldi.
Küçük burjuva devrimci özlemleri olan köylülerle, bazı kentli aydınların da ilgisini çeken Yeşil Ordu, çok geçmeden anti-emperyalist mücadelenin önemli unsurlarından biri haline geldi. Çetelerin bir kısmının Yeşil Ordu’ya katıldığı bir süreç başladı.
Merkez Komitesi içinde yer alan üyelerin arasında üç bakanın bulunması, hem bu olu¬şumu gözaltında tutmak isteyen Ankara hü¬kümeti için bir güvenceydi hem de üyeleri için, örgütün meşruiyetini garanti altına alıyordu.
Ancak bir süre sonra Ankara hükümetiyle Yeşil Ordu örgütünün yolları ayrıldı.
Çünkü Yeşil Ordu’ya katılan Çerkez Ethem ve çetesi, artık, düzenli ordu kurma ihti¬yacı hisseden iktidarın bu eğilimine kolaylık¬la boyun eğmeyi reddetmişti. “Eskişehir sokaklarında, açıktan açığa subaylığın ve mecburi askeri hizmetin kaldırılması lüzumu hakkında aklı eren ve ermeyen herkes bağı¬rıp söylüyordu. Şarktan gelen Yeşil Ordu teş¬kilatına girmiş olan birçokları da aynı propa¬gandayı yapmakta idiler…”
Hem Çerkez Ethem sorunu hem de örgüt saflarında yer alan bazılarının sosyalizmi te¬laffuz etmede aşırıya kaçmaları gibi neden¬lerle Yeşil Ordu’nun miadı dolduruldu. Kaldı ki, merkezi düzeydeki yöneticilerinden bir ikisi de Yeşil Ordu için çizilmiş politik çerçe¬veyi aşmışlardı. Daha sonra, İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılanıp bir müddet hapis yat¬tıktan sonra çıktıklarında Halk İştirakiyyun Fırkası’na katılacak olan bu mebuslar, Yeşil Ordu’nun vurulmasında, zayıf nokta olarak seçilmişlerdi.
Burjuvazi, miadı dolan ve kontrolden çı¬kan örgütü dağıttı. Yeşil Ordu’nun mensupla¬rı ve kurucuları istiklâl Mahkemesi’nde yargı¬landılar. Ali Fuat Cebesoy, Ankara hükümetinin Yeşil Ordu konusundaki görüşü¬nü şu sözlerle açıkladı: “Gerek Yeşil Or¬du’nun gerekse Komünist Partisi’nin teşekkü¬lü bir tedbirden ziyade bir hata olduğu son¬radan anlaşıldı. Birincisi lağvedilmiştir. İkincisi de edilmek üzeredir” (Tevetoğlu, agy, 132)
Böylece, kimine göre ulusal hareketi des¬teklemek üzere Rusya’dan gelmiş bir ordu olan, kimine göre sosyalist bir örgüt olarak tanınan ama geniş köylü yığınlarının onu “se¬mavi bir kuvvet” olarak bilmesinden yarar umulan, bir bakıma “Rusları, Türkleri tutmak¬la bütün bir İslam âlemini tutacaklarına” ik¬na etmek için kurulan, “dâhili ihtilaflar karşı¬sında yeni zihniyete göre yetiştirilmemiş bir ordunun iş göremeyeceği” anlaşıldığı için “inkılâp maksadını daha kolaylıkla anlayabile¬cek bir teşkilat” olarak tasarlanan Yeşil Or¬du, burjuvazi için kendi doğurduğu çirkin ördek yavrusu idi. Bu yüzden, onunla arasın¬daki nesep ilişkisini hem reddetti hem de bu çirkin ördek yavrusunu yok etti. Mustafa Ke¬mal, kendi bilgisi dâhilinde kurulan örgütün dağıtılmasına gerekçe olarak, Yeşil Ordu’nun “Bizim takip ettiğimiz muntazam ordu teşkili fikrine muarız olarak milis diyebileceğimiz bir nevi teşkilat fikrine umumi bir cereyan vermeye çalış”tığını gösteriyordu.

SAHTE TKP

1920 yılında, Mustafa Kemal’in direktifiy¬le kurulan sahte TKP, Yeşil Ordu’dan bekle¬nen ama süreç içinde böyle bir örgüt biçimi¬nin karşılanmasının mümkün olmadığına kanaat getirilen işlevi karşılaması düşünüle-rek oluşturulmuştu. Parti’nin, ülkede yaygın¬laşıp popülerleşmeye başlayan komünist dü¬şüncelerin gelişmesini önlemek, komünizan eğilimleri Kemalist amaçlara doğru kanalize ederek eritmek, güçsüzleştirmek, milli burjuvazinin sol kanadının meclis içinde oluştur¬duğu “halk zümresi”nin bir çekim merkezi haline gelmesine engel olmak gibi fonksiyo¬nu vardı. Eylül 1919’da” Bolşevizm’e gelince, onun bize nüfuz etmesini önleyen dinimiz, ananelerimiz ve sosyal bünyemiz göz önüne alınırsa, bu doktrinin memleketimizde hiçbir şansı olmadığı anlaşılır. Türkiye’de ne kapita¬listler ne de milyonlarca işçi vardır. Zirai bir problem de önümüze dikilmiş değildir. İçti¬mai nokta-i nazardan dini kaidelerimiz bizi Bolşevikliği kabul etmekten alıkoymaktadır. Hatta Türk milleti, lüzumu halinde ona karşı savaşmaya hazırdır” diye demeçler veren Mustafa Kemal, bu sözlere de içerilmiş oldu¬ğu gibi ülkede bir sınıf çatışması olduğunu sürekli reddediyordu, ama eşyanın doğası ge¬reği, ulusal savaş sırasında bile ortaya çıka¬rak, bu iddiaları ileri sürüldüğü anda yalanla¬yan muhalif hareketler, burjuvazi için ciddi bir tehlike olmaya devam ediyordu. Sovyet¬ler Birliği’nde karşı-devrimcilerin temizlenme¬siyle güçlenen devrim ve bünyesinde çok sa¬yıda komünist partisini toplayarak önemli bir inisiyatif merkezi haline gelen 3. Enter¬nasyonal gibi iki etken, Türkiye’deki devrim¬ci örgütlerin de iktidar alternatifi olarak şan¬sını artırıyor, bu durum ise genç Türk burjuvazisinin iktidarı olmaya aday olan An¬kara hükümetini huzursuzlandırıyordu. Diğer yandan Sovyetler Birliği, pragmatist Kemalistlere, dereyi geçerken kullanacakları köprü gibi görünüyordu. Bu yüzden Lenin ve Çiçerin’le görüşüp yardım talep etmek için Mos¬kova’ya bir heyet de gönderilmişti. Doğu Halkları Kurultayı’na da Ankara hükümetini temsilen bir heyet katılmıştı. Bu dönem, Kemalistlerin Anadolu’da oluşmuş küçük komü¬nist nüvelerden ve bir komünist partinin ku¬rulması fikrinden en çok korktukları, ama Sovyetler Birliği’nin desteğine en çok ihtiyaç duydukları dönemdi. Batı Anadolu’da, “Yunan taarruzu”nun sürdüğü, İstanbul’un ve Güney illerinin İngiliz-Fransız işgali altında tutulmaya devam edildiği o günlerde, hükü¬met üyeleri Sovyetler Birliği’ne dostluk duy¬gularını ileten demeçler veriyor, basın bu dostluk duygusunu işliyordu. Kimi milletve¬killerinin kırmızı başlıklar taktıkları bile gö¬rüldü. Ama bu dönem kısa sürecek, Yunan kuvvetlerine ilk önemli darbenin indirilmesi-ni takiben Mustafa Suphi ve on beş arkadaşı öldürülecekti.
Sahte TKP, burjuvazinin adı geçen ihtiyaç¬larını karşılamak üzere böyle bir dönemde kuruldu. Mustafa Kemal’in önderliğinde kuru¬lan yeni iktidarın genel eğilimi, muhalefet hareketlerini ezmeden önce düzene bağlama¬ya çalışmaktı). Yeşil Ordu, böyle bir perspekti¬fe uygun kurulmuş, dağıtılmasının gerekçesi olarak Çerkeş Ethem’in isyanı öne sürülmüş¬tü. Ama bir icazetli komünist partisi kurulma¬sına karar verdiğinde Mustafa Kemal, Ethem’e bir mektup yazarak kendisinin de yer alacağı oluşuma onun da katılmasını istemiş¬ti. Bu mektupta Ethem’e şöyle denilmişti. “Muhterem Ethem Beyefendi, … Üçüncü Enternasyonal’e bağlı olarak Ankara’da bir umumi merkez kuruldu. Bu cemiyeti merkeziyeye ben, sen ve Refet Bey de alındık. Yeni Dünya gazetesi işte bu cemiyetin fikirlerini yayacaktır… Hazırlanmakta olan program ta¬mamlandığı anda size de gönderilecektir. O zaman okur ve derhal icap eden merkez ve mevkilerde, şubeler açılmasına lütfen him¬met ve delalet buyurursunuz. Sıhhat ve afi¬yet muhterem yoldaş”
Çerkez Ethem, Mustafa Kemal’in isteği üzerine, bir ay önce Eskişehir’de çıkarmaya başladığı Yeni Dünya adlı gazeteyi Ankara’ya taşımaya razı olacak ve gazete, resmi TKP’nin yayın organı olarak yayınlanmaya başlayacaktır. Gazetenin logosunda “dünya¬nın fukara-i kesibesi birlesiniz” yazılıdır.
Gazetenin adı, Mustafa Suphi teşkilatının Bakû’de yayınladığı gazetenin adıyla aynıdır. Ethem’in Kuvayı Seyyaresi’ni hatırlatmak üzere logoya eklenen “Seyyare” sözcüğü bir yana bırakıldığında, iki gazetenin adı da Yeni Dünya’dır. Resmi TKP’nin, kendisinden bir ay önce Bakû’de kurulan gerçek Komünist Parti’si hakkında yanılsama yaratmak üzere bir¬çok unsuru tamamladığı görülüyordu. Ancak, bu zavallı çabalar, partinin üye olmak için başvurduğu Enternasyonal’i ve ülkede komü¬nist bir güç olarak kendilerinin muhatap alın¬masını istedikleri Sovyetler Birliği’ni doğal olarak ikna edemedi. Parti, Enternasyonal’e alınmadı.
Parti, ülke içinde de Üçüncü Enternasyonal’in programına sadık olduğunu ilan etmiş, ama program metni tahrif edilerek yayınlan¬mıştı. Parti kısa süren ömrü süresince Marksizm-Leninizm’in temel tezlerini de değiştire¬rek tanınmaz hale getirmiş, böylece revizyonizm, Marksizm-Leninizm’in Türki¬ye’de yeni yeni hayat bulmaya çalıştığı bir dönemde mevcut burjuva iktidarla göbek ba¬ğı apaçık görünecek biçimde desteklenmişti. Bu nedenle komünistler arasında, revizyonist öğretinin burjuva devletle ilişkisini gizleyen başka ideolojik faktörler devreye girmediği için, bu sahte TKP herhangi bir yalpalama ya da bulanıklık yaratmadı. Bu zavallı girişim, komünistler tarafından, özel ve zaman alan bir ikna çabası gerektirmeden kolaylıkla mahkûm edildi.
Komünistler, ulusal kurtuluş savaşı süre¬since Ankara hükümetine temkinli bir destek vermişlerdi. Gerçek TKP’nin temsilcisi Süley¬man Nuri şöyle diyordu: “Bizim komünist partimizin bu parti ile hiçbir iştirak ve münasebeti yoktur. Fakat milli kurtuluş hareketi süresince kendilerini harikulade bir tarzda hazır tutan Anadolu köylü ve işçileri de biz komünistlerle birlikte O’nu (Mustafa Kemal Paşa)’yı destekleyecektir. Fakat eğer Mustafa Kemal Paşa bu kurtuluş mücadelesini durdur¬maya ve düşmanla uzlaşmaya cüret ederse o zaman Anadolu köylü ve işçileri tek bir vücut gibi ayaklanarak Mustafa Kemal Paşa’yı devi¬recekler ve kendi kurtuluşları için bütün şark ile el ele verip savaşmak üzere onun cesedi¬nin üstünden cepheye yürüyeceklerdir.” (Tevetoğlu agy, s. 313)
Burjuvazinin, daha sonra kurulmasının gereksizliğinde mutabık kaldığı sahte TKP, kısa süren ömrü boyunca İslam dininin ve Kemalizm’in kimi düsturlarını, komünizmin temel ilkeleri olarak lanse etti. Kapitalizm, bu partiye göre, dışarıdan gelen tehlikenin adıydı; işçi ve köylü halk için Türkiye’de böy¬le bir tehlike söz konusu değildi. “Bir memle¬kette kapitalizmin zulmü dâhilden değil de hariçten gelecek olursa, o memlekette zen¬ginle fakirin aynı zulme karşı birleşmesi ka¬bildir… Anadolu’da Rusya’daki tarzda haşin ve kanlı bir proletarya diktatörlüğü tesisine lüzum kalmaksızın komünizm tahakkuk ede¬cek ve belki de imha için sarf olunan kuvvet¬ler ihyaya tahsis edileceği için Anadolu ko¬münizme daha feyyaz daha müsmir neticelere doğru gidecektir” deniyordu. Res¬mi TKP, düzen değişikliği için devrimci şiddeti öngören komünistlerin bu eğilimini, sade¬ce emperyalist işgalcilere doğru yöneltmek ve bu sınırlar içinde tutmak çabası içindeydi. Parti, burjuvazinin en temel korkusunu pay¬laşıyordu ve teorisiyle programını bu korku üzerine kurdu. Ülke içinde sınıf mücadelesi veren güçlerin, (başta işçi sınıfının) nicel ve nitel genliği, o koşullarda bir proletarya dik¬tatörlüğünün kurulmasına elvermeyecekti belki, ama bu gerçek bile iktidardaki sınıfın korku duymasını engellemiyordu. Öyle ya “komünist fikirlerin teşkil ettiği program memleketimiz için sadece zararlı değil aynı zamanda tahripkârdır. Bir asker bir vatanı ol¬ması gerekmediğini idrak ederse onu savun¬mak için ortaya çıkmaz. Milletlerden nefret edilmeyeceğini duyarsa gidip Yunanlılarla dövüşmez”(!) Oysa anti-emperyalist savaş sırasında komünistler askerlere bir vatanları¬nın olmaması gerektiğini söylememişler, ter¬sine işgalcileri kovmak için var güçleriyle savaşmışlardı. Ancak enerjilerini, çoğunlukla bu alanla sınırlı olarak kullanmış olmaları, iktidara yönelik eleştiride zayıf kalmış olma¬ları bakımından tarihsel olarak eleştirilebilir¬lerdi ama burjuvazinin, komünistlerden duy¬duğu körkuyu o zaman için haklı çıkaracak komünistlerin herhangi bir davranışları olmamıştı. Çünkü dönemin sosyalistleri gere-ğinden fazla vatanperver gereğinden az enternasyonalist davranmışlardı.
Sahte TKP nizamnamesine göre ihtilal “evrim yollarının en sonuncusudur ve olağa¬nüstü bir yoldur: Ancak inkılâpçı hareketlere karşı inatla kapılarını kapayan uluslarda bas¬kıya karşı uğrayan fikrin patlayışıdır.” Türki¬ye, inkılâpçı hareketlere kapılarını inatla ka¬patmadığı için öyleyse ihtilale de gerek yoktur. İnkılâbın baskı altına alınmamasının garantisi de sahte TKP’dir(!) Ama TKP’nin ih¬tilalle ilgili görüşleri sadece Türkiye için geçerli değildir, Parti, “Cihan inkılâbını ihtilal sonucu olarak değil tekâmül ürünü olarak ka¬bul etmiştir.”
Ayrıca resmi TKP’ye göre, bu ülkede ara¬larında sınıf savaşının cereyan edeceği sınıf¬lar da yoktur. “Bizde hükümete dayanan ve parmakla sayılacak kadar az olan parazit zen¬ginler istisna edilirse, köylü ve işçinin yaşam ve mutluluğunu yok etmek suretiyle geçimi¬ni sağlayan kimseye rastlanmaz.” Partinin gerçek niyeti ve kuruluş amacı daha çok bu sözlerde gizlidir. Olası bir sınıf mücadelesini şimdiden bastırmak, ezilen sınıfları kendileri¬ni temsil eden tek iktidarın Ankara hükümeti olduğuna inandırarak, onların çıkarlarını burjuvazinin çıkarlarına bağlayarak yok et¬mektir. Resmi TKP’nin bu bakımdan dünya¬daki bütün revizyonist partilerle aynılığı var¬dır.
Ama bu parti, burjuva devlet iktidarından açık icazet alarak kurulmamış olan, ama uy¬guladıkları politikalar ve ideolojik formas¬yonları nedeniyle devletin uzantısı gibi çalı¬şan ve ezilen sınıfların hedefini şaşırtarak onları devlete ve düzene bağlayan diğer re¬vizyonist partilerin dışında, devletle ilişkisi çok açık olan ve kimliği net olarak ortaya konabilen bir parti olduğu için, hakkında daha fazla söz söylemeyi gerektirmeyen bir olu¬şumdur. Ama diğer revizyonist partilerin ger¬çek niteliklerini gizleyen süslü söylemlere iti¬bar etmeksizin, dolambaçlı yollar izlemeksizin işçi, köylü ve aydın kitlelerin devrimci ve sosyalist eğilimlerini, egemen sı¬nıfın iktidarına bağlama işlevini yerine geti¬rirken kullandığı yöntemler ve olanca kabalı¬ğı içinde yaşama geçirdiği terminoloji, işçi sınıfı örgütlerine ve sosyalizme sızan devlet etkilerinin daha inceltilmiş biçimlerinin ta¬nınmasını kolaylaştırması bakımından ince¬lenmeye değerdir.
Bu bakımdan tarihsel bir önem taşıyan resmi TKP, üstlendiği işlevi yerine getirecek bir örgütlenme olmadığı için, kısa zamanda dağıldı gitti.

Haziran 1994

Bunalım ve Marksizm

BURJUVA EKONOMİ POLİTİĞİ KARŞISINDA MARKSİZM
Özgürlük Dünyası’nın geçen sayısında, burjuva ekonomik bunalıma yaklaşımındaki temel çelişkileri, en genel hatlarıyla ele almaya çalışmıştık. Kuşkusuz, burjuva ekonomi politik okullarının her birisinin bunalım hakkındaki görüşleri ayrı ayrı ele alınabilirdi, ama yazının o bölümünde amaçlanan bunalım hakkındaki görüşle-rini ve buna ilişkin temel yaklaşımlarını genelleştirerek bundan bazı sonuçlar çıkarmaktı.

Burjuva iktisatçılarının, bunalımı irdelerken ilerledikleri yol, onun görünüş biçimleriyle uğraşmaktır. Burada iki şeyi birbirinden ayırmak gerekiyor: Onların politika alanında gerçekleştirdikleri bunalıma ilişkin açıklamalarla, bunalımın aşılması için burjuvazi ile el ele gerçekleştirdikleri eylem birbirinden farklıdır. Bunalımın bütün öğeleri, artık sokaktaki adamın görebileceği bir zenginlik kazandığında, burjuva iktisatçıları, onun sonuçları üzerinde bir neden arayışına yönelirler. Bunlar genellikle hep aynıdır. Nedenler, kapitalist üretim sürecinin dışında birtakım etkenler tarafından karakterize olur. Ya ona sözde yön veren insanların yanlış düşüncelerinden, politika yanlışlıklarından, yeteneksizliklerinden; ya da bütün bunların dışında doğa¬dan kaynaklanan kimi sebeplerden; veyahut da kimi başıbozukların terörist eylemleri, keyfi tutumları vb. şeylerden. Bugün Türkiye’de yaşanmakta olan bunalımın baş sorumlusunun ve nedeninin, burjuva çevrelerce “gerçekte ekonomiden hiç¬bir şekilde anlamayan başbakan Tansu Çiller” olarak ilan edilmesi; kimi çevrelerce ise temel neden olarak PKK terörünün gös¬terilmesi; 1970’li yıllarda dünya kapitaliz¬minin içine sürüklendiği bunalımın nedeninin, hemen hemen bütün burjuva çevrelerce, Arap şeyhlerinin petrol fiyatlarını olağanüstü bir şekilde yükseltmesi olarak ortaya koyulması, bunun ilk akla gele¬bilen örneklerindendir. Bütün bunların ar¬dında, onların emperyalist kapitalizmi ve genel olarak kapitalist üretim sürecini, insan doğasına ve aklına en uygun sistem olarak görme ve gösterme çabaları yatmaktadır.
Görünüşte insan doğa¬sına ve aklına en uygun sistem, doğal ve genelde akla uygun olarak işlerken onların söyleyecekleri pek bir şey yoktur. Belki sadece zaten iyi işlemekte olan sistemin nasıl daha iyi işleyebileceğine ilişkin düzenleyici önerileri vardır. Fakat sistem, yine akla uygun olmakla birlikte, doğal olmayan şekilde işlemeye başlayınca, hepsi birden, belirledikleri nedenlerden dolayı ge¬tirdikleri ateşli eleştirileri sıralamaya başlarlar. Politikacılar onları dinlememiştir, kahrolası işçiler verilenlerle yetinmemişlerdir, rakip ül-kelerin sinsice oyunları onları bu hale getirmiştir, üç-beş kendini bilmez bu¬nalıma sebep olmaktadır vb. Hele de bunalım, dünyanın en azından belli başlı ülkelerini etkisi altına alınmış ve bunun etki ve sonuçları iyiden iyiye hissedilir olmuşsa, o zaman bunalım, burjuva iktisatçılarını da sarar ve sarsar. Friedmancılar, arz yanlı¬ları yeniden Keynes’çi olabilmenin hesaplarını yaparlar; artık Keynes’in yolunu çoktan terk etmiş bulunanlar, yeniden eski söylemlerine sarılırlar.
Bütün bunlar bir yana, işin değişmeyen ve hep aynı kalan bir yanı vardır. Bu; so¬runlar ne kadar çok olursa olsun, kapitalizmin alternatifsiz bir sistem oluşundan başka bir şey değildir. Bunalımın en şiddet¬li anında öfke dolu bir burjuva iktisatçısını alın, onda kapitalizmin en rezil, en aşağılık savunu¬culuğunu görürsünüz. Dolayısıyla, onların emekçi kitlelere yönelik açıklama ve eylemleri, sorunun sis¬temden değil, onun dışın¬daki başka şeylerden kay¬naklandığı aña temasına dayanır. Oysa burjuva ekonomistlerinin, sadece kendi ülkeleriyle sınırlı ol¬mayan, dünya kapitalizmi¬nin bütün temel verilerini bildiği, bunların ekonomi açısından neleri ifade ettiklerini anlayıp yorumla¬yabildikleri bilinmez bir şey değildir. Öyleyse, on¬ların emekçi kitlelere yö¬nelik açıklamalarının dı¬şında, bütün bu verilerin ışığı altında kapitalist üre¬tim sürecinin gelişiminin doğrudan ve dolaylı olarak yönlendiricileri oldukları unu¬tulmamalıdır.
Demek ki burjuva ekonomi politiği ve burjuva iktisatçıları, bir yandan bunalımın ardında yatan temel çelişkileri gizlemeye çalışırken bir yandan da onun aşılabilmesinin yollarını ve yöntemleri¬ni aramak göreviyle karşı karşıyadırlar. Bunlardan bi¬rincisi, bir başka şeyi çeliş¬kinin temeli olarak göstere¬rek onun çözümünün başka yerlerde aranmasını, emek¬çilerin bilincinin buraya doğru yönlendirilmesini sağlamayı amaçlar; diğeri bunun yaratacağı çeşitli im¬kanları kullanarak bunalı¬mın atlatılabilmesinin koşul¬larının yaratılmasını sağlamaya yöneliktir.
Burjuva dünya görüşünün karşısında devrimci proletaryanın dünya görüşünün; burjuva ideolojisi karşısında işçi sınıfının devrimci ideolojisi olan Marksizm’in, buna¬lım konusundaki görüşleri, her bakımdan burjuvazininkine karşıttır.
Devrimci proletaryanın, burjuvazinin yöntemi olan metafizik idealizm karşısında¬ki yöntemi, diyalektik materyalizmdir. Ka¬baca karşılaştıracak olursak, bunlardan bi¬risi, burjuva dünyasının savunulması, korunması, ayakta tutulması ve geliştiril¬mesinin yöntemidir; diğeri ise esas olarak dünyanın devrimci tarzda değiştirilebilme-sinin ilkelerini açıklar. Ya da daha özel ola¬rak söyleyecek olursak; burjuva ekonomi politiği, bunalımın gerçek nedenlerini gizle¬yerek çelişkilerin üstünü örtmeye çalışır¬ken, bunun karşısında Marksizm, bunalı¬mın temelinde yatan çelişkileri açığa çıkarmayı başlıca amaçlarından birisi ola¬rak görür.
Marx, vülger ekonomi politik hakkında şunları söylüyor:
“Vülger ekonomi poli¬tik, aslında, burjuva üre¬tim ilişkileri içinde sıkışıp kalmış burjuva üretimini yürüten kimselerin fikirleri¬ni, doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleş¬tirmekten ve savunmaktan fazla bir şey yapmamak¬tadır. Bu durumda bizim, bu ilk bakışta saçma, dü¬pedüz çelişkilerin görüldü¬ğü ekonomik ilişkilerin ya¬bancılaşmış dış görüntülerinde kaba eko¬nomi politiğin özel bir ra¬hatlık duymasına ve bu ilişkilerin sıradan bir kimse için anlaşılması güç olmadığı halde, iç bağıntıları ne kadar gizlenirse, o ölçüde açık hale gelmesine şaşmamamız gerekir. Ne var ki, dış görünüş ile şeylerin özü, eğer doğrudan doğruya çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu.” (Kapital, 3. Cilt, s. 718. 2. Baskı, 1990, Sol Yayınla¬rı, Ankara.)
Burjuvazi ve burjuva ekonomi politiği, bir sınıf tutumu olarak kapitalist üretim sü¬recinin çelişkilerini gizlemeyi ve onun ya¬bancılaşmış görüntüleri üzerinden hareket etmeyi eyleminin başlıca muhtevası haline getirmişken; devrimci proletarya ve Mark¬sizm, kapitalizmin iç bağıntılarını ve çelişki¬lerini görmek, açığa çıkarmak, derinleştir¬mek ve böylece onu devrimci tarzda değiştirmek üzere, bütün olanakları hareke¬te geçirmeyi yönteminin ve eyleminin te¬meli olarak ortaya koyar.
O halde Marksizm her yönüyle, özet olarak, “burjuva üretim ilişkileri içinde sıkışıp kalmış burjuva üretimini yürüten kimselerin fikirlerini, doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleştirmekten ve savunmaktan fazla bir şey yapma(yan)” burjuva ekonomi politiğinin tam karşıtı bir bilimdir. Marx’ın teorisinin ve yönteminin en karmaşık, en ayrıntılı ve en mükemmel uygulaması ifadesini ekonomik teorisinde gösterir.

MARX’IN EKONOMİK TEORİSİNİN TEMEL ESERİ: KAPİTAL
Birçok başka eser, yapıt ve çalışmasıyla birlikte, Marx’ın ekonomik teorisinin temel eseri, Kapital’dir. Marx’ın Kapital’inin alt başlığı, “Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili” adım taşır. Bu alt başlık esas ola¬rak, onun “Almanca İkinci Baskıya Sonsöz”de diyalektiğe ilişkin olarak ifade ettiği “…diyalektik, tarihsel olarak gelişmiş olan her toplumsal biçimi akışan bir ha¬reket içinde görür ve bu yüzden, onun ge¬çici niteliğini, onun anlık varlığından daha az olmamak üzere hesaba katar; hiçbir şeyin zorla kabul ettirilmesine izin vermez, özünde eleştirici ve devrimcidir. ” (Kapital, 1. Cilt, s. 29) sözüne bir gönder¬me gibidir. Diyalektik açıdan hiçbir olay, olgu ya da süreç, tekil şeylerin rastlantısal olarak bir araya gelmesiyle oluşmaz. Onu yaratan, koşullayan, belirleyen ve etkileyen bağıntıları bulup ortaya koymak gereklidir. Marx, kapitalist üretimin eleştirel tahlilini yaparken, bunun tam ve eksiksiz bir örne¬ğini vermiştir. O, “burada söz konusu olan, kapitalist üretimin doğal yasaları¬nın kendileridir, kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimlerdir.” derken eserinin esas gayesi¬ni ortaya koymakla birlikte, bütün eseri bo¬yunca, kapitalizmi kaçınılmaz sonuçlara doğru götüren üretimin yasalarını diyalek¬tik olarak ortaya çıkarır. Burada kullanılan her kavram, sözü edilen her olay, anlatılan her süreç, belirlenen her yasa, ulaşılan her sonuç, iç ve dış bağıntılarıyla birlikte ele alınmış ve kapitalizmin devrimci eleştirisi¬nin birer malzemesi olarak kullanılmıştır.
Kapital’de “kapitalist üretimin bunalı¬mı” ya da benzer başlıklı bir bölüm yoktur. Ancak, kapitalist topluma özgü çelişkilerin bir sonucu olan bunalımın bütün temelleri, nedenleri ve örnekleri, alabildiğince zengin bir biçimde burada vardır.
İster farklı ülkelerde, ister aynı ülkede ama farklı zamanlarda, isterse de kapitaliz¬min genel bunalımı olarak gerçekleşmiş olsun; her bunalımın kendi özgün gerçek¬leşme koşullan vardır. Temelleri bakımın¬dan farklılıklar taşımasa da kapitalist gelişi¬min farklı evrelerinde ortaya çıkan bunalımlar, gerçekleştiği dönemin başka çelişkileriyle birlikte gelişir. Dolayısıyla, devrimci proletarya ve devrimci Marksist¬ler, bugün yaşanmakta olan ve daha önce, genel krizin yeni bir aşamasına doğru yol almakta olduğu vurgulanan bunalımın somut tahlilini yapmak göreviyle karşı karşıyadırlar. Mutlak gerçekleştirilecek olan bu görevin gerisinde; yazının bu bölümün¬de amaçlanan temel şey, Marksizm’in buna¬lımı ele alış tarzının temellerini ortaya koy¬mak üzere bir giriş yapabilmektir.

MARX VE ENGELS’TE BUNALIMIN TEMELLERİ
Üretimin toplumsal karakteriyle bunun sonuçlarının özel kapitalist bir şekilde mülk edinilmesi arasındaki çelişki, kapita¬lizmin özüdür. Ekonomik bunalımın temel¬leri, en genel anlamıyla kendisini bu özde bulur. Bunalım, esas olarak hem bu temel çelişkiden kaynaklanır, hem de onun daha da derinleşebilmesinin imkânlarını yaratır. Çalışmanın bu bölümünde, Marx ve Engels’te ekonomik bunalımın temellerini in¬celemeye çalışacağız. Bunu incelerken, önce Marx’ın kapitalist üretim sürecini tahlil ederken kullandığı temel kavramları ve ya¬saları görmemiz gerekiyor. Burada ele alı¬nan temel kavramlar, esas olarak Marx’ın temel eserlerinden özetlenmiştir.

KAPİTALİST ÜRETİM SÜRECİNDE SERMAYE
Marx, “sermayenin genel formülü P-M-P’ ‘dir” der. Sermayenin genel formülü¬nün bize anlattığı şey, özünde: Daha büyük bir değer elde edebilmek için, bir miktar değerin dolaşıma sokulmasıdır. Daha büyük bir miktarda değerin üretildiği süreç, kapitalist üretimdir. Kapitalist üre¬tim sürecinde, kapitalisti ilgilendiren tek şey, elde edeceği bu değer fazlalığıdır. Bu değer fazlalılığının gerçekleşebilmesi için, yatırılan sermayeden daha fazla bir değer üretilmesi gereklidir. Sermayenin genel for¬mülündeki P’, üretime ilk sürülen para, artı, bir fazlalıktır. Bu ilk değerin üzerinde¬ki fazlalık, Marx tarafından artı-değer ola¬rak tanımlanır. Marx, “artı-değer üretimi, kapitalist üretimin mutlak yasasıdır” diyor. Öyleyse, kapitalist üretimin eleştirel bir tahlilini yaparken, Marx, aynı zamanda artı-değer üretimi olarak nitelediği bu üre¬timin iç bağıntılarını ve çelişkilerini çözüm¬ler ve ortaya koyar.
Kapital’in 3. cildinin ikinci bölümünde, Marx, şunları söylüyor:
“Kapitalist, toplam sermayeyi, artı-değer üretiminde, bu sermayenin kısımlarının oynadığı farklı rolleri hiç dikkate almaksızın yatırır. Kapitalist, sermayeyi oluşturan bütün kısımları, yalnızca yatırdığı sermayeyi yeni¬den üretmek için değil, aslında daha çok, bu sermayeyi aşan bir değer üretmek için, aynı şekilde yaratır. Yatırmış olduğu deği¬şen sermayenin değerini, daha büyük bir değere çevirebilmesi için tek yol, bu deği¬şen sermayeyi canlı emek karşılığında de¬ğiştirmek ve bu canlı emeği sömürmektir.” (Kapital, 3. Cilt, s. 43)
Demek ki; kapitalistin, yatırdığı serma¬yeyi aşan bir değer üretmek için yapacağı şey; yatırdığı sermayeyi, canlı emek karşılı¬ğında değiştirmektir. Bu süreçte, amacına ulaşabilmek için, toplam sermayeyi oluştu¬ran kısımlar kapitalist tarafından dikkate alınmazken, Marx, onu oluşturan kısımları birbirinden ayırır, bu süreçte birbirleriyle olan ilişkileri, çelişkileri ve bir bütün ola¬rak bu ilişki, çelişki ve bağıntıların gerçek¬leştiği süreci inceler.
Marx, sermayeyi artı-değer üreten bir süreçle açıklar. Onu, ilk başta değişen ve değişmeyen kısımlarına ayırır. Değişmeyen sermayeyi; “üretim araçlarının değeri” ola¬rak tanımlar. Bunu da, değişmeyen serma¬yenin sabit ve döner kısımları olarak iki bi¬çimde ele alır.
Sabit sermaye, değişmeyen sermayenin, üretim araçlarına yatırılan kısmını oluştu¬rur. Burada, üretim araçlarından kastedilen şey; binalar, makineler vb.dir. Değişme¬yen sermayenin, bu kısmına “sabit” denilmesinin nedeni; onun, üretim sürecine gir¬dikten sonra hemen kullanılıp tüketilmemesidir. Üretilen ürün ve dolayı¬sıyla bu ürüne dönüştürülen onun diğer ya¬ratıcıları, üretim sürecini bir metaya dönü¬şerek tamamlarlar. Bundan sonra, metanın yaratıcıları açısından bu süreç bitmiş olur. Ancak, değişmeyen sermayenin bu sabit kısmı, diğerleri gibi üretim alanım terk etmez. Üretim sürecinde değerinin bir kıs¬mını, ürüne aktardıktan sonra, üretim süre¬cinde kalmaya devam eder. Bu süreç, de¬ğişmeyen sermayenin bu sabit kısmını oluşturan emek aletlerinin, tamamen eski¬yip, kullanılamaz hale gelmesi ile sınırlıdır. Bu emek aletleri, bu biçimiyle, üretim sürecinden ne kadar geç çıkarsa, o kadar fazla değer aktarır. Bütün bunlar, sabit sermaye¬nin, sermayenin diğer kısımları gibi dola¬şımda bulunmadığı anlamına gelmez. O da dolaşımda bulunur. Ancak, onun dolaşımı diğerlerininkinden daha farklıdır. Bu fark, onun metalaşarak dolaşan ürüne derece derece aktardığı değerinin dolaşmasından başka bir şey değildir. Sabit sermaye, “işlev yaptığı bütün süre boyunca değerinin bir kısmı daima, üretilmesine yardımcı olduğu metalardan bağımsız olarak kendisinde kalır. Değişmeyen sermayenin bu kısmına sabit sermaye biçimi veren özellik işte budur.” (Kapital, 2. Cilt sf. 145)
Sermayenin değişmeyen kısmının diğer bölümünü döner sermaye oluşturur. Döner sermaye, sabit sermayeden daha farklı özellikler gösterir. Döner sermaye, başlıca olarak üretim sürecinde yer alan ham ve yardımcı maddelerden oluşur. Bu üretim araçlarının bir kısmı, ürüne, maddi olarak girmezler. Örneğin, fabrikanın aydınlatıl¬ması için tüketilen elektrik gibi. Örnekte söylediğimiz elektriğin değeri, ürünün de¬ğerinin de bir kısmını oluşturur. Böylece, elektriğin dolaşımı da üretilmesine yardım¬cı olduğu ürünün dolaşımıyla birlikte dola¬şıma girer. Bu, onun sabit sermayeyle olan ortak yanıdır. Ama o, esas olarak, girdiği emek sürecinde bütünüyle tüketilmesiyle sabit sermayeden ayrılır. Yardımcı madde¬ler dışında, hammaddeler için de durum aynıdır. Üretim sürecine giren bir hammad¬de, bu sürecin sonunda bütünüyle tüketil¬miş olacaktır. Marx, sabit sermaye ve döner sermayeyi incelediği bölümde, üre¬tim araçlarının kullanım tarzına ve amaçla¬rına göre sabit ya da döner sermaye olabi¬leceğini; üretim aracının, üretim sürecinin dışında kaldığında ise sabit ya da döner sermaye kategorisine giremeyeceğini belir¬tir. Onun verdiği şu örnekler, bu bakımın¬dan çarpıcıdır:
“Bir iş hayvanı olarak öküz, sabit serma¬yedir. Eğer kesilip yenirse, artık ne emek aleti, ne de sabit sermaye olarak işlev yapar.”
“…makine, makine fabrikatörünün bir ürünü ya da metaı olarak bir makine, onun meta sermayesine dâhildir. Onu satın alan kapitalistin elinde üretken biçimde kullanıla¬na kadar sabit sermaye halini almaz”
“Sığırlar, iş hayvanı olarak sabit sermayelerdir; ama kesim hayvanı olarak, sonun¬da dolaşıma bir ürün olarak karılan ham¬maddeler; yani sabit değil döner sermaye¬lerdir.” (Kapital, 2. Cilt, s. 146 vd.)
Öyleyse, sermayenin sabit ve döner kı¬sımları, ‘somut ve maddi’ anlamlarına göre, yani gerçekten sabit ve hareketsiz ya da gerçekten döner ve hareketli oldukların¬dan değil, özgül kapitalist üretim tarzında¬ki kullanılış biçimleri, amaçları ve işlevleri bakımından sabit ya da dönerdirler. Marx, sermayenin bu kısımlarını somut ve maddi anlamlarıyla kavrayarak hareket eden ikti¬satçılarla dalga geçer.
Sermayenin diğer bileşimini, değişen sermaye oluşturur. Değişen sermaye, Marx tarafından “…emek gücünün değeri” ola¬rak tanımlanmaktadır. Sermayenin değiş¬meyen kısmı, üretim sürecinde nicelik bakı¬mından bir değişiklik geçirmiyor; bunların (sabit ve döner sermayenin) değerleri, ya derece derece ya da tamamıyla ürüne akta¬rılıyordu. Buna “değişmeyen” denmesinin temel sebebi budur. Ancak, sermayenin de¬ğişen kısmını oluşturan emek-gücü, kapita¬list üretim sürecinde bir değişiklik geçirir. Emek-gücü, hem kendi değeri kadar bir de¬ğeri yaratır, hem de kendi değerini aşan bir değer fazlasını. Emek-gücünün yarattığı kendi değerini aşan değer fazlası, koşullar¬daki farklılıklara göre nicel olarak farklılaşan artı-değerdi. Emek-gücü, üretim süre¬cinde, ek bir emek harcayarak ona yeni bir değer katar. Canlı emek, aynı zamanda, emek sürecinde üretim araçlarının ya da sermayenin değişmeyen kısmının değerini ürüne katar. Bu, emeğin üretken faaliyetiy¬le gerçekleşir. Örneğin bir dokuma işçisi, dokuma eylemiyle dokuma tezgâhının, ipli¬ğin ve ipeğin kullanım değerini kumaşa katar. O halde, dokuma işçisi, dokuma eylemiyle üretim araçlarını harekete geçirmekte ve onlarla birleşmektedir. Marx, emeğin bu iki yönlü  niteliğini “…Bir ve aynı zamanda, bir özelliği ile değer yaratmakta, diğer özelliği ile değeri korumakta ya da aktarmaktadır” diye açıklamaktadır.
Değişen ve değişmeyen sermaye, üretim sürecinde, farklı işlevlerini yerine getirmek üzere bir araya gelerek ürünün değerini oluştururlar. Ya da başka bir ifa¬deyle ürünün değerinin oluşabilmesi için, değişen ve değişmeyen sermayenin bir araya gelmesi gerekir. Daha önce Marx, ka¬pitalistin toplam sermayeyi yatırırken, onun kısımlarını ve oynadığı rolleri hiç dik¬kate almaksızın yatırdığını söylemişti. O, şimdi de, kapitalistin, emeğin “değer koru¬ma ve değer katma özelliğinin” farkına ancak, “emek sürecinde, bir bunalım ya¬rattığı şiddetli bir duraklama ile varır.” diyor. Demek ki, emek süreci ilk başta kapi¬talistin hiç dikkate almadığı, sermayenin değişen ve değişmeyen kısımlarının birleş¬mesi süreci, çelişkili bir süreçtir.

ARTI-DEĞER
Marx, artı-değeri, şöyle tanımlıyor: “Bu artı-değer, ürünün değeriyle, bu ürünün oluşması için tüketilen öğelerin değeri ara¬sındaki farktır.”
Kapitalist, üretimin gerçekleştirilebilme¬si için birtakım metalar satın alır. Bunlar; üretim için gerekli olan fabrika binaları, hammaddeler, yardımcı maddeler vb.’dir. Ama kapitalist, bunun yanında, üretimin gerçekleşebilmesi ve ürünün değerinin ya¬ratılabilmesi için özel türden bir başka meta daha satın almak zorundadır. Bu, emek-gücüdür. Emek-gücünü satın alan ka¬pitalist, onun sahibi olan işçiyi çalıştırarak, bu emek-gücünü de, diğer metalar gibi tü¬ketir, işçinin, daha önce potansiyel olarak sahip olduğu, ama emek sürecinde eyleme geçen emek-gücü haline gelir. Bu emek sü¬recinin, basit öğeleri Marx tarafından şöyle sıralanır:
“1. insanın kişisel faaliyeti, yani işin kendisi, 2. işin konusu ve 3. işin araçları.” (Kapital, 1. Cilt, s. 194)
Marx, bu öğeleri kısaca şöyle açıklıyor:
“İnsana gerekli şeyleri ya da yaşama araçlarını kullanıma hazır olarak sunduğu bakir toprak, insandan bağımsız olarak vardır ve insan emeğinin evrensel konusu¬dur. Çevresiyle yakın bağlarını ancak emeğin çözdüğü her şey, doğanın kendili¬ğinden sağladığı ve emeğin işlediği konu¬lardır. Yakaladığımız ve yaşadığı ortam¬dan çekip aldığımız balık, bakir ormanda devirdiğimiz tomruk ve maden yatağından çıkardığımız maden cevherleri, bunun ör¬nekleridir. Öte yandan, eğer emeğin konu¬su, deyim yerindeyse, daha önceki bir emeğin süzgecinden geçmişse, buna ham¬madde diyoruz; daha önce çıkartılmış olan ve yıkanmaya hazır maden cevheri gibi.
Emek aracı, işçinin kendisi ile emek ko¬nusu arasına soktuğu ve faaliyetinin ileticisi olarak yararlandığı bir şey ya da şeyler bi¬leşimidir. Amaçlarına uygun başka madde¬leri yapmak için bazı maddelerin mekanik, fizik ve kimyasal özelliklerinden yararlanır. Birbirinden farklı ekonomik çağların ayırt edilmesinde işe yarayan şey; yapılan eşya¬lar değil, bunların nasıl ve hangi araçlarla yapıldıklarıdır.
Daha geniş bir anlamda, emek araçları arasında, emeği, emek konusuna doğru¬dan doğruya aktarmak için kullanılan ve bu nedenle şu ya da bu şekilde faaliyet iletke¬ni görevi yapan araçlara ek olarak emek-sürecinin yürütülmesi için gerekli bütün nes¬neleri katabiliriz.
Emek-süreci, kullanım-değerleri üretimi ve doğal maddelerin insan gereksinmesini karşılar hale getirilmesi amacıyla girişilen bir eylemdir; insanla doğa arasındaki madde değişimini sağlamanın zorunlu ko-şuludur; insan varlığının doğa tarafından zorlanan ebedi koşuludur ve bunun için de, bu varlığın her toplumsal evresinden bağım¬sız, ya da daha doğrusu böyle bir evrede ortaktır.” (Kapital, 1. Cilt, s. 194 vd.)
Kapitalist üretimde ise, emek-süreci ken¬disine özgü kapitalist niteliklerini kazanır. Bu sistemde, emek-süreci, kapitalistin pa¬zardan aldığı metaların kendi arasında süren bir süreçtir. Bu süreçte, her şey kapi¬talistin denetimi altındadır ve her şey onun malıdır. Bunlar, kapitalistin pazardan aldığı emek-gücü ve diğer gerekli bütün üretim araçları ve üretilen ürün ya da metadır.
Üretim süreci boyunca ve bunun sonu¬cunda kapitalistin dikkat edeceği temel şey ürettiği metanın değerinin, onu gerçekleş¬tirmek için satın aldığı üretim araçlarının değerinden daha fazla olmasıdır. O, meta (ya da kullanım-değeri) üretimini gerçekleştirirken, bunu, insanlara yararlı bir şey olduğu için yapmaz. Ürettiği ürün ne olur¬sa olsun; ister Marx’ın Kapital’i yazarken kullandığı defter, ister onun üretimi için çalışan işçinin kullandığı ayakkabı, ister bir burjuva kadının boynunda asılı duran mü¬cevher, isterse de emekçilerin devrimci ayaklanmalarında kul¬landıkları silah; o, bunların nerede, nasıl kullanılacağından ayrı olarak, ondan elde edeceği fazla değeri düşünür. Bunların üre¬timi için gerekli olan şeyleri sırf bu yüzden üretir. Öyleyse, kapitalistin amacı, kullanım-değeri üretmek değil, değer üretmektir. Bu değer, ürünün oluşma¬sı için tüketilen değer¬lerin üstünde kalan artı-değerden başka hiçbir şey değildir.
Marx, yukarıda bir bölümünü aktardığı¬mız, en genel anlamıy¬la emek-sürecini ta¬nımlarken   (bkz: 3 paragraf yukarısı); “Çorbayı tadarak nasıl ki yulafı kimin yetiştirdiğini bilemezsek, bu basit süreç ile de onun hangi toplum¬sal koşullar altında yer aldığını kestiremeyiz; belki köle sahibinin zalim kamçı¬sı, ya da kapitalistin kuşkulu bakışları altında, belki Cincinnatus ufacık tarlası¬nı sürerken, belki de vahşi insan taşla ya¬banıl hayvanları avlarken olmuştur.” diyor. Yeniden defter örneğine dönecek olursak; eğer bu, kapitalist üretim sürecinde üretiliyorsa, bunu kendine mal eden ka¬pitalist, onu kimin ve ne için kullanacağını bilmez: Marx’ın Kapital’i yazmak için mi, yoksa muhasebecisinin bu defterin maliyet ve kâr hesaplarını yapmak için mi? Ama bi¬linir ki, o kalemin üretilmesine artı-değer üretmek için girişilmiştir.
Marx’ın artı-değer üretiminin genel ilkele¬rini açıklamak için ele aldığı pamuk üretimi örneğini biz, sırf yukarı¬da kullandığımız örne¬ğe uygun olsun diye defter örneğine uyarla¬yarak inceleyelim:
Defter üretilme işinde, üretilen defterin değeri, emek-sürecinde tü¬ketilen kâğıdın, matbaa, kırma, cilt makineleri¬nin aşınma ve yıpran¬ma paylarının, boyanın değeri ile bunların deftere dönüştürülmesi için harekete geçen emeğin değerinin topla¬mına eşittir. Burada hem üretim araçlarının, hem de emek-gücünün değeri, toplumsal olarak gerekli biçimiyle ele alınmaktadır. Çünkü burada, matbaa iş¬çisinin emeği, kâğıt ve boya işçilerinin ya da kırma makinesini yapan işçinin emeğin¬den hiçbir şekilde farklı değildir. İşte, yal¬nızca bu özdeşlik nedeniyle kâğıt, boya ve kırma makinesi yapımcılığıyla matbaacılık, birbirlerinden farklı olmakla birlikte, bir bütünün, yani defterin değerinin birer öğesini oluşturma niteliğine sahiptirler. Bura¬da önemli olan; emeğin niteliği ve mahiye¬ti değil, miktarıdır. Matbaa işçiliğinin belli bir toplumsal durumun ortalama, toplum¬sal bakımdan gerekli bir emek olduğu var¬sayılmaktadır. Kağıt ve makine için de aynı şey söz konusudur. 1 defter üretmek için 1 top kağıt kullanmak gerekiyorsa, 1 defterin üretiminde 1 top kağıttan fazlası kullanıl¬mamalıdır. Ki kapitalistin, buna azami dik¬kat ve özeni göstereceğine hiçbir kuşku duymaya gerek yoktur. Kapitalist, demirden yapılmış bir kırma makinesi yerine, gümüş kaplama bir makine kullansa bile, defterin değerinin hesaplanmasında dikka¬te alınan emek, demirden yapılmış bir kırma makinesinin üretilmesi için gerekli olan emektir; çünkü belli toplumsal koşul¬lar altında bundan fazlası gereksizdir.
Defter üretiminde, diyelim ki emek-gücünün bir günlük değeri 6 saatlik bir emeğe tekabül etsin. Yani işçi için gerekli geçim araçları 6 saatlik emeğe eşit olsun ve işçiye bunun eşdeğeri bir para ödensin. Bu durumda, eğer işçi 6 saat çalışırsa, üre¬tilen değer, kullanılan üretim araçlarının aşınma paylan ve toplam tutarlarıyla, işçi¬ye ödenen ücrete eşit olacaktır. Bu durum¬da, kapitalist için, üretime yatırılan değerin fazlası söz konusu olamayacaktır. Ama işçi, 6 saatten daha fazla, örneğin 12 saat çalı¬şırsa, bu artı 6 saatlik emek, kapitalist için artı-değer üretecektir.
Bu durumda emek sürecinin birinci 6 saatlik bölümünde değer, ikinci altı saatlik bölümünde artı-değer üretilmiş olacaktır. Öyleyse, emek sürecinin değer ve artı-değer yaratma sürecinin bir birliği olduğu¬nu görmüş bulunuyoruz. Marx, bu sonucu şöyle değerlendiriyor:
“Bir yandan emek-sürecinin birliği ve değer yaratma süreci kabul edilen üretim süreci, metaların üretimidir; öte yandan, emek-sürecinin birliği ve artı-değer üretme süreci olarak kabul edilen üretim süreci, üretimin kapitalist süreci, ya da kapitalist meta üretimidir” (Kapital, Cilt 1, s.213)
Mutlak yasası, artı-değer üretimi olan kapitalist üretim sürecinde, kapitalist tara¬fından artı-değerin çoğaltılmasının başlıca iki yöntemi vardır. Marx, bunları “mutlak artı-değer” ve “nispi artı-değer” olarak açıklamaktadır. Bunların her ikisi de, artı-değeri çoğaltma yöntemleriyken; mutlak artı-değer’de işgününün uzatılması, nispi artı-değerde ise zorunlu çalışma zamanının kısalması yoluna başvurulmaktadır.

ARTI-DEĞER ORANI
Burjuva ekonomi politiği ve burjuva ik¬tisatçıları, sermayeyi ele alırlarken; onu sabit ve döner sermaye diye ikiye ayırırlar. Bu, burjuva iktisadının geçmişinde de böy¬leydi, bugününde de böyledir. Örnek vermek gerekirse, bugün Türkiye üniversitele¬rinde ekonomi okuyan öğrenciler ve onların zavallı hocaları, ders kitaplarında sermayeyi, sabit ve döner ya da duran ve döner okuduklarını ve okuttuklarını çok iyi bilirler.
“Kapitalist Üretim Sürecinde Sermaye” başlıklı bölümde, Marx’ın konuya nasıl yak¬laştığını ve nasıl çözümlediğini görmüştük. O, sermayeyi değişen ve değişmeyen ser¬maye olarak ayırırken, bunları burjuva iktisatçılarından tam bir farklılık içinde ele alı¬yordu. Burjuva iktisatçılarının, bu saçma, kaba ve metafizik sermaye çözümlemeleri, onlara sözde, kapitalist üretim sürecinin çe¬lişkilerini gizleme olanağını yaratıyorken;
Marx, çözümlemesini, ser¬mayenin bu farklı kısımla¬rının kapitalist meta üreti¬mindeki ya da artı-değer üretimi sürecindeki farklı işlevlerini açıklamaya yö¬neltti. Bu, ona, ücretli emeğin nasıl sömürüldüğünün ayrıntılı, eksiksiz ve mükemmel bir çözümleme¬sini yapabilmenin imkânlarından birisini sağladı.
Marx’ın, artı-değer oranı ile, tam olarak neyi kastettiğinin anlaşılabilme¬si için; ilk önce, bu oransal belirlemenin, sermayenin değişen ve değişmeyen bö¬lümleri içinde belirlendiğini belirterek, Marx’ın kullandığı simgeleri görelim:
S= Toplam sermaye
s= Değişmeyen sermaye
d= Değişen sermaye
a= Artı-değer
a’= Artı-değer oranı
Marx, bu simgelerin karşılıklarını en yalın biçimiyle şöyle tanımlıyor:
“Yatırılan sermaye, S, iki kısımdan olu¬şur, birincisi, üretim araçlarına yatırılan para miktarı s, ve ikincisi, emek-gücü için harcanan para miktarı d; bunlardan s, de¬ğişmeyen sermayeye dönüşen kısmı, d de değişen sermayeye dönüşen kısmı temsil ederler. Öyleyse başlangıçta, S=s+d’dir.” (Kapital, 1. Cilt, s.227)
Bunun pratik örneklendirmesini, Marx’in aynı yerde verdiği örneği, sırf biraz daha kolay adayabile¬lim diye Türk para birimini kullanarak sürdürelim: Örne¬ğin yatırılan sermaye 500.000 lira ise, bölünüşü şöyle olabilir: 500.000 lira=4l0.000 lira değişmeyen sermaye + 90.000 lira değişen sermaye. Burada 410.000 lira tutarındaki değişmeyen sermayenin, emek araçlarının ürüne aktarı¬lan kısmından, kullanılan hammaddelerden ve yardımcı maddelerden oluştuğunu gö¬rüyoruz. Kalan 90.000 liranın da emek-gücüne ödenen mik¬tarı oluşturduğunu da biliyo¬ruz. Ama biz, üretim süreci bittiğinde, bundan daha fazla değer taşıyan bir meta elde edileceğini de biliyoruz. Öy¬leyse, üretim sürecinin sonunda, değeri = (s+d)+a olan bir meta elde edilecektir. Ki, buradaki a’nın artı-değer olduğu açıktır. Bu durumda elde edilen metanın değeri (artı-değeri, değişen sermayeye eşit varsayar-sak) = (410.000 lira s + 90.000 lira d) + 90.000 lira a olacaktır. Marx, buradan artı-değer oranı kavramına ve formülüne şöyle geçer:
“Süreç boyunca harcanan bütün emeği temsil eden üretilen yeni değer = 1 80.000 lira olsa, bundan değişen sermayenin de¬ğeri olan 90.000 lirayı çıkarsak, geriye 90.000 liralık bir artı-değer miktarı kalır. Bu 90.000 lira ya da a, üretilmiş olan artı-değerin mutlak miktarını ifade eder. Üreti¬len nispi miktar büyüklük ya da değişen ser¬mayenin artış yüzdesi, kuşkusuz artı-değerin değişen sermayeye oranı ile belirlenir ya da a:d ile ifade edilir. Örneğimizde bu oran, 90.000:90.000 olup, % 100lük bir artış verir. Değişen sermayenin değerindeki bu nispi artışa ya da artı-değerin nispi büyüklüğüne, ben, ‘artı-değer oranı’ adını veriyorum.” (Kapital, 1. Cilt, s. 231)

KÂR VE KÂR ORANI
Marx, “Bir Bütün Olarak Kapitalist Üre¬tim Süreci” alt başlığını taşıyan, Kapital’in 3.Cildinde, bu üretim sürecini bir bütün olarak incelemeye “artı-değerin kâra ve artı-değer oranının kâr oranına dönüşmesi”ni irdelemekle başlar. Bu bölümde, şunu açıkça ortaya koyar:
“Artı-değer ile artı-değer oranı, nispe¬ten araştırmayı gerektiren, gözle görül¬meyen ve bilinmeyen özlerdir; oysa kâr oranı ve bu nedenle de artı-değerin kâr biçimindeki görünüşü, bu görüngünün yüzeyinde kendilerini açığa vururlar. Bi¬reysel kapitalisti ilgilendirdiği kadarıyla, o, yalnızca, artı-değerin, ya da metalarını sattığı değer fazlalığının, bu metaların üretimi için yatırılan toplam sermaye ile olan bağıntısıyla ilgile¬nir; bu fazlalığın, sermaye¬nin çeşitli kısımları ile özgül bağıntısı ve iç çelişki¬si onu hiç ilgilendirmediği gibi bu özgül bağıntı ve iç çelişki üzerine bir şal çek¬mek, üstelik, onun çıkarı¬nadır. “
Marx’ın daha önce, ser¬mayenin çeşitli kısımlarının işlev, bağıntı ve çelişkilerini nasıl incelediğini ve burada hareketli, değişken ve çeliş¬kili olarak  bulunan artı-değer ve artı-değer oranını nasıl ortaya çı¬kardığını ve kavramlaştırdığını biliyoruz. O, şimdi, bir görünüşten söz ediyor: Kârı, artı-değerin bir görünüş biçimi olarak gösteri¬yor.
Artı-değer ve artı-değer oranında, önem¬li olan; sermayenin değişen kısmı, değişme¬yen sermayenin de ürüne aktarılan değeri idi. Ürünün değeri ve artı-değer, dolayısıyla artı-değer oranı bu bağıntıyla anlaşılıyordu. Şimdi, tekrar Marx’a dönerek örnekleyecek olursak: Belirli bir nesnenin üretimi, eğer 20.000 lirası üretim aletlerinin aşınmasını ve yıpranmasını, 380.000 lirası üretim maddelerini ve 100.000 lirası emek-gücünü karşılayan 500.000 liralık bir sermaye yatı¬rımını gerektiriyorsa ve artı-değer oranı % 100 ise, ürünün değeri = 400 s + 100 d + 100 a = 600.000 lira olur.
100.000 liralık artı-değer düşüldükten sonra, geriye yalnızca harcanan 500.000 li¬ralık sermayeyi yerine koyan 500.000 liralık meta-değer kalır. Kapitalist üre¬tim esasına göre, işçi, üre¬tim sürecine girdikten sonra, o, kapitaliste ait bulu¬nan üretken sermayenin ta¬mamlayıcısı bir öğe olma özelliğini kazanır. Bundan dolayı, metanın asıl üretici¬si, kapitalistin kendisidir. Bu sebepten dolayı, metanın maliyet fiyatı, kapitaliste, zo¬runlu olarak gerçek maliyeti olarak görünür. Bu maliyet fiyatını m ile simgelersek, S=s+d+a formülü, S=m+a şeklini ya da meta-değer=maliyet fiyatı + artı-değer şeklini alır. Marx, bundan sonra, artı-değerin bir görünüş biçimi olarak niteledi¬ği kârı, yine sermayenin çeşitli kısımlarının iç hareketi, işlevi ve çelişkileri bakımından irdeler, olabilecek en ayrıntılı bir şekilde sorgular. Kârın ve kâr oranının, zorunlu olarak bir eğilim halinde yasalaştığı sonuca ulaşır. Bu yasa, “kâr oranının düşme eğili¬mi yasası”ndan başka bir şey değildir. Bu, kapitalist bunalımın temelindeki çelişkiler¬den birisi olarak, “aşırı-üretimi, spekülas¬yonu, bunalımları ve artı-nüfusla birlikte artı-sermayeyi besleyip büyütür.”
Çalışmanın bu bölümde, Marx’ta ve En¬gels’te, bunalımın temellerinin nasıl ortaya konulduğunun daha anlaşılır hale gelebil¬mesi için, bu çalışma boyunca bizim açımız¬dan gerekli en temel kavram, kategori ve ilişkileri anlayabilmek için çalıştık. Çalışma¬nın daha sonraki bölümünde, yine mutlak yasa olan artı-değer üretimi ve kâr oranı¬nın düşme eğilimi yasası ekseninde kapita¬list bunalımın temellerini anlayabilme çaba¬mıza devam edeceğiz. Eğer okuyucu, çalışmanın bu bölümünü gereksiz olarak değerlendirirse, ona söyleyebileceğim tek şey, birazcık sabretmesi olacaktır.

Haziran 1994

Egemen medya ve Onun Politik İşlevi

Son yıllarda, iletişim aygıtlarının yay¬gınlaşması, uydu TV ve radyo kanallarının sayısının tespit edilemeyecek kadar çoğalması yeni tartışmalara yol aç¬mıştır. Sermaye ve onun savunucusu merkezlerce, bu çokluk, yeni bir “demokratikleşme” propagandasının başlatılmasına zemin hazırlarken, emekçiler bu aygıtlara ve onların yayınlarına yoğun tepki göster¬mektedir. Kimi eski solcu dönek aydınlar, yeni yayın aygıtlarını demokrasi ve çokseslilik aracı olarak selamlarken, kimileri ise onun önünde kölece boyun eğmekte ve ezilen sınıfın mücadelesinin ne kadar “zayıf bir konumda olduğunu anlatıp durmaktadırlar.
“Medya” kavramı, son gelişmelerden sonra daha sık bir biçimde yığınlar içerisinde kullanılır oldu. Ancak bu kavram, gündelik dile, olumsuz anlama sahip bir şekilde yerleşti.
Bu yazıda, medyanın sınıfların mücade¬lesi açısından taşıdığı ideolojik, politik, kültürel anlamı irdelemeye çalışacağız.

TARİHTEN GÜNÜMÜZE MEDYA

Medya; basın, televizyon, radyo, reklâm, bilgisayar, video-kaset vs. gibi iletişim araçla¬rının oluşturduğu, geniş yayın ve etkileme ağını ifade eden genel bir kavramdır. Öncele¬ri Türkiye’de sınırlı çevrelerde, kendilerini adlandırmak için kullanılan bu kavram, iletişim aygıtları alanında ortaya çıkan önemli gelişmeler sayesinde, daha geniş yığınlarca da kullanılır hale geldi.
Bugün, telekomünikasyon ve bilgisayar sistemini de içine alan medyanın tarihi, bazı araştırmacılar tarafından, matbaanın icadıyla başlatılır. Ne var ki, bu görüş, “medya” kavramıyla ifade edilen bugünkü toplam etkinlik alanının karakterini, ilerici bir dönemle aynı kökten geliyor gibi göstererek karartmaktadır. Bu, aynı zamanda, “medya”nın tarihin ilk çağlarından beri var olduğu iddiasını ileri sürerek, onu vazgeçilmez ve meşru bir olay olarak sunmaya hizmet etmektedir. Burjuvazi, feodalizme karşı verdiği savaşta, kilise ve feodalitenin egemenliğini ve bilgi tekelini yıkmak için yazılı materyallere ihtiyaç duyuyordu. Mutlak monarşilerin ve din adamları¬nın bilimdışı, karanlık dogmalarına karşı; kitap, gazete ve broşürlerle demokratik-politik düşünce ve fikirler yaygınlaşmaya başladı. O zaman ilerici bir araç rolü oyna¬yan basılı yayınlar, bugünden farklı olarak tarihsel ilerlemenin yanında duruyordu. Bugün burjuva medyası ise, tümüyle karşı-devrimci ve gerici bir işlevle donanmış özel bir burjuva yayıncılık sektörünün adıdır.
Yazılı kitle iletişiminin gelişimi, burjuva siyasal devrimlerin tamamlanmasından sonra doruk noktasına çıktı. Henüz ‘devrimci’ özelliklerini kaybetmeyen burjuvazi; basını ve iletişim aygıtlarını, kendi sistemini sağlamlaştırmanın aracı olarak etkin biçimde kullandı. Burjuvazinin yayılma ve genişleme ihtiyacı¬nın paralelinde yazılı basın, önemli gelişmeler kaydetti. Basının teknik anlamdaki geliş¬mesi “ofset baskı”, “elektrik dalgalarıyla resim nakli” gibi buluşlarla devam etti. Bu gelişmeler; basının, toplumdaki nüfuzunun artmasına ve burjuvazinin kâr güdüsünü kabartan ayrı bir sektör haline gelmesine önemli bir dayanak sağladı. Yüzyılın sonun¬da, bugünkü medyanın temeli olan telekomünikasyon ortaya çıktı.
Günümüz modern medyasının teknik kökleri, 1834’te telgrafın haberleşmede kullanılmasında görülebilir. Daha sonra 1850’li yıllarda telefon, yüzyılın sonunda elektrik dalgalan ve telsiz telgraf, 20. yüzyıl başında radyo, 1950-60’lı yıllarda televizyon ve yeni teknikler ortaya çıktı.
1930’da başlayan radyo yayınları çok etkili sonuçlara yol açıyordu. Burjuvazi bu aracı faşizmin propagandası yolunda yoğun bir şekilde kullandı. Transistor ve uydu teknikleriyle geliştirilen radyo, faşizmin elinde önemli işlev gördü. Medya araçları içinde baş köşeye oturan radyo, bu dönemde, bir ayaklanma ve devrim anında “ele geçirilecek ilk merkez” olarak değerlendirildi.
Aynı dönemde sinema, sessiz (1900-1927) ve sesli (1927’den sonra) olarak ide¬oloji ve siyasetin propaganda araçlarına dahil oldu. Sinema, renkli ve çok metrajlı biçimlerle ilerlemeye devam etti. Televizyon ise, ışık enerjisini elektrik enerjisine dönüştürmeyi sağlayan foto elektrik, görüntünün nokta ve satır analizi ve bunun elektrik sinyallerine aktarılması gibi buluşlardan sonra ortaya çıktı. Televizyon da; renkli, uydulu ve kablolu yayın gibi aşamalardan geçti. Televizyon, bugün, kanal çokluğu, iletişim ağı üstünlüğü, etkisi ve önemi açısından burjuvazinin mülkiyetindeki en önemli propaganda aracıdır.
Kapitalistler eski iletişim araçlarını geliştirmekte ve yeni koşullara göre inşa et¬mektedir. Bilgisayar, telefon ve ekran arka¬sından kurulan bağlantı ve yeni teknik aygıtlar sayesinde yeni iletişim araçları ortaya çıktı.
Bu yeni aygıtların, propaganda ve ya¬nıltma amaçlı kullanımının oluşturduğu sistem, burjuva uzmanlar tarafından 3 katego¬ride ele alınmaktadır. “Özerk medya” yazılı olup üzerine mesaj yazılabilen türlerden oluşmaktadır. Bu gruba video-kaset ve diskler, lazerli kompakt diskler, manyetik kasetler vs. girer. “Teleyayım medyası” gerekli donanımlara sahip kişilere hizmet ve program ulaştıran video iletim ve tele yazım sistemlerini kapsamaktadır. “Telekomünikasyon medyası” ise telefon, telekonferans, fax, fizyon radyotelefon gibi görüntünün depolanmasını sağlayan araçları kapsamaktadır.
Medya araçları bununla sınırlı kalmaya¬caktır. Bilim ve teknolojideki ilerlemeler medya alanındaki yansımasını bulacak ve gelecekte, bugünden öngöremeyeceğimiz yeni iletişim araçları ortaya çıkacaktır.

BURJUVA MEDYANIN TOPLUMSAL AÇIDAN İŞLEVİ

Medyanın burjuva toplumundaki işlevini anlayabilmek için onun burjuvazi ile ilişkilerini ortaya koymak gerekiyor. Onun sermaye ve burjuva devleti karşısındaki konumu nedir?
Bugün medya, gerek üretim teknolojisi, gerekse kullanım alanları bakımından tekelci kapitalistlerin mülkiyetindedir. Hem emperyalist metropollerde hem de ve özellikle emperyalizme bağımlı yarı sömürge ülkelerde durum böyledir. Geri kapitalist ülkelerdeki sürekli ve büyüyen ekonomik kriz olgusu, diğer şeyler gibi medyanın da tekelci karakterinin net ve belirgin olarak görülmesini sağlar.
ABD’de, 9. büyük endüstri dalını medya endüstrisi oluşturmaktadır. Gazetelerin yüzde 59’u 25 büyük sermaye grubunun elindedir. 1971 rakamlarına göre sadece medya harca¬maları, 109 milyar doları bulmaktadır.
Batıda ünlü ekonomi dergilerinin her yıl yaptıkları “Dünyanın en zenginleri” ya da “ABD’nin en zenginleri” sıralamasında liste¬nin ilk sıralarını medya zenginleri almaktadır. Ünlü “Forbes” dergisinin en son düzenlediği “ABD’nin en zengin 10 milyarderi” listesindekilerin 7’sinin serveti ya kitle iletişiminden, ya iletişimden ya da bilgisayarlardan gelmektedir. Demek ki; medya, yalnızca tekelci kapitalistlerin sıradan bir mülkiyeti değildir, aynı zamanda medya teknolojisi alanı da, azami kârın elde edildiği en kârlı sektörlerin başında gelmektedir.
Almanya’da Springer, Baur ve Burda; İngiltere’de Murdoch, Maxwell ve Stevens -pazar günü gazete satışlarının yüzde 82’sini diğer günlerde ise yüzde 73’ünü-, Fransa’da da Hachette, Gallimard, Fillibacchi, Hersant grupları yayın yaşamını ellerinde tutmaktadırlar.
Tekelleşmiş medyada Amerikan hâkimiyeti vardır. 1980’li yıllarda büyük birleşmeler, jeostratejik bir kural haline gelmişti. Evrensel bir iletişim yolundaki acımasız yarış, ABD’de iletişim araçlarının satın alınması için büyük tekeller arasındaki rekabeti alevlendirdi. Ame¬rikan şirketleri; Time ve Warner, Mart 1989’da birleştiler. Yeni Warner devi, medya¬lar ve “eğlence” alanında şimdiye kadar gö¬rülmemiş olan bir boyuta ulaştı. Birleşme son¬rası bu medya tekelinin toplam sermayesi 10 milyar dolan buluyordu. Amerikan tekelleri¬nin ağırlığı, uluslararası çapta da belirgindi. “Medya-eğlence” sektörünün en büyük 25 gru¬bundan 13’ü Amerikandır.
Amerikan Senatör William Fulbrigth 1966’da Senato’da hükümet ve medya üzeri¬ne yapılan oturumlarda şu gözlemde bulun¬maktaydı: “Çok ilginçtir ki; önde gelen gazete¬lerimizin çoğu, hükümetin neredeyse ajanları ya da uzantıları haline gelmişlerdir; hükümet politikasına karşı çıkmamakta, onunla ilgili soru bile sormamaktadırlar.” Amerikan sena¬törünün “hayretle” gördüğü bu durum, med¬yanın tekelci sermayenin mülkiyetinde olma¬sıyla açıklanır.
Medya aygıtları üzerindeki tekelci kapita¬list hâkimiyet, emperyalizme bağımlı sömürge ülkelerinde daha açık bir biçimdedir. Brezil¬ya’da bütün iletişim reklâmcılığı, 8 çok uluslu şirketin ve devlet kuruluşlarının denetimindedir. Brezilya’da televizyon istasyonları, 5 büyük şebekenin elinde bulunmaktadır. Türki¬ye’de ise her basın-yayın organının arkasında banka ve sermaye grupları bulunmaktadır. SHOW’un arkasında İktisat Bankası ve Hürri¬yet Grubu, atv’de Finans Bank, Marmara Ban¬kası ve Sabah Grubu, Inter Star’da İmar Ban¬kası ve Adabank,- Kanal D’nin arkasında Alternatif Bank ve Doğuş Grubu bulunmakta¬dır.
Bugün artık, uluslararası, planda çeşitli kurum ve örgütleri bulunan ve politika üze¬rinde büyük etkide bulunan medyanın; toplu¬mun diğer siyasi, dinsel, hukuki, felsefi yapıla¬rı gibi üstyapıya dâhil olduğunu söyleyebiliriz. Medya, ilişkileri ve etkisi dola¬yısıyla, altyapı üzerinde diğer üstyapı kurumlarından daha fazla etkide bulunmaktadır.
Kapitalist toplumda siyasi üstyapı ve özel mülkiyet, üretici güçlerin gerisinde ve onun gelişmesini engelleyen bir konumdadır. Ege¬men üstyapı, üretici güçlerin gelişmesinin yansıması olarak ortaya çıkan farklı ideolojik ve politik düşünce ve tavırlar ve yeni toplu¬mun öncüleriyle kıyasıya mücadele eder. Bu çatışmada yeni olanı temsil edenlere karşı burjuva medyası, sistem ve sömürücü egemen sınıflar yararına işlev görür. Medya, bu gerici karakterini, yukarıda genel olarak açıkladığı¬mız sermaye ile olan kopmaz bağlantısından almaktadır.
Medya, beyin yıkama ve ideolojik manipülasyon aracıdır. Burjuvazi, işçi ve emekçileri baskı ve terörün yanı sıra ve daha önemli ola¬rak ideolojik propaganda ile kendisine boyun eğmeye zorlar. Sömürü ve zulüm düzenine tepki duyan ezilen sınıflar, propaganda araç¬larının eşgüdümlü saldırılarıyla düzene muha¬lefet etmekten alıkonulmaya çalışılmaktadır.
Medya kendi tanrılarını yaratarak kitlelere sunar: Madonna, Marilyn Monroe, Silvester Stallone, E. Taylor vs. Ya da Rambo, Super¬men, He-Man gibi hayali tipler… Bu tanrılar aracılığıyla kitlelere gerçek yaşamın zorlukları unutturulur, hayat, hayali düşlerle kolaylaştırılır ve kaçış sağlanır.
Günümüzde işlevi “aydınlatma ve bilgilen¬dirme” olarak belirtilen medya, olayları ve ol¬guları burjuvazi yararına çarpıtmakta ve ak¬tarmaktadır. Medya için haber değerini belirleyen şey; toplumsal sorunların ortaya konup çözümler üretilmesine yardım etmek değil, ideolojik propagandaya malzeme olup olmayacağıdır. Burjuva devlet ve orduların kitle katliamları, “pogromları”, cinayetleri medyaya hiç yansımazken, komünist ve dev¬rimcilerin bütünüyle haklı ve meşru devrimci eylem ve faaliyeti “canilik”, “kalleşlik” olarak propaganda edilir. Medya, devrimi ve devrim¬cileri karalamak için hayali teoriler ve bağlan¬tılar, “esrarengiz noktalar” ortaya atar ve tozu dumana katar. Örneğin; “soğuk savaş” olarak bilinen dönemde, SB’ye karşı “gerçek¬dışı bilgi” ile saldırılarak “psikolojik savaş” yürütülmüştür. Marksistlerin yalana dayalı propaganda adını verdiği bu kirli yöntem, bugün de yoğun olarak kullanılıyor.
Medya, devrim ve sosyalizm savaşçılarına ve büyük devrimci atılımlara karşı hep koyu bir kin ve düşmanlıkla saldırmıştır. Medyanın bu alçakça saldırıları çok sözü edilen “meslek ahlakı” gibi kavramların, içi boş kavramlar ol¬duğunu da göstermektedir. Medya, devrim ve sosyalizme karşı genelde şu kirli yöntemlerle saldırmaktadır:
* Devrimin ve devrimci halk yığınlarının başarıları karşısında olguyu görmezden gel¬menin özel bir biçimi olarak susmak, aptalca ve gülünç olsa da bir eleştiri biçimidir. Örne¬ğin; Nisan ’93’te Etiyopya’da ezilen ulusun ezen ulustan referandum sonucu gönüllü ola¬rak ayrılması olgusu, ulusal çatışma ve düş¬manlıklarla karakterize olan dünyamızda, basım-yayın organlarında yer almamıştır. Medya bu önemli olgu karşısında adeta bir “ölüm suskunluğu” içerisine girmiştir.
* Olguyu karalamak ve bazen gerçekleşe¬meyecek “ütopik” olarak damgalamak, med¬yanın bir başka özelliğidir. Medya, Marksizm’in ortaya çıktığı günden bu yana onun amaçlarını bir “ütopya” olarak nitelendirmiş-tir. Böylece Marksistler de halka, “ayakları bu¬lutlarda olan hayal kahramanları” olarak sunulmuştur.
* Olguyu, sözde, ezilenlerin “yanından” eleştirmek de, medyanın ilginç yöntemlerin¬den biridir. Tarihsel bir örnek olarak 1937 Sovyet Anayasası’nın bazı yabancı basın or¬ganlarınca “sağa kaydılar”, “işçi iktidarını tas¬fiye edecekler” şeklinde suçlanması gösterile¬bilir.
Medyanın olgulara karşı gösterdiği bu farklı görünen tavırların ortak noktası; burju¬vazinin ve karşıdevrimin azgınca savunulmasıdır.
Görüşlerimizi daha iyi açıklamak için ulus¬lararası öneme sahip bazı gelişmeleri ve bu gelişmeler karşısında yabancı ve yerli medya¬nın tutumunu ele alalım.
Körfez Savaşı, diğer şeyler bir yana; med¬yanın, tekellerin borazanı olduğunu en açık biçimde gösteren çarpıcı bir örnektir. Medya, daha savaşa başlamadan Saddam’ın “savaş delisi” olduğunu savundu. Savaşlar ile emper¬yalizmin pazar kavgası arasındaki hayati iliş¬kiyi “atlayan” medya, “Saddam’ın dersinin ve¬rilmesi gerektiğini” savunarak, savaş kışkırtıcılığı yaptı. Medya, Saddam’ın bireysel özellikleri, aile yaşamı, çocukluğu ile “ilgilene¬rek” savaşın emperyalistlerin Ortadoğu pet¬rollerine yönelik planlarının ürünü olduğunu gizlemeye çalıştı. Saddam ile Hitler ve hatta Stalin arasında tarihsel paralellikler kurmaya çalışan medya, sosyalizme karşı bir kez daha karalama kampanyası açtı. Medyaya göre sa¬vaşın sebebi “Saddam’ın sapıklığı”, emperyalist orduların “Kuveyt aşkı”nın sebebi ise “bo¬zulan barışı yeniden tesis etmek” idi. Amerikan ve diğer şirketlerin ilk iş olarak on¬larca petrol kuyusu açması, medyaya göre haber değeri taşımıyordu. Emperyalist saldır¬ganlık CNN vasıtasıyla “atari oyunu”na benze¬tildi. Naklen yayınlarla kitleler burjuvazi ve emperyalizm yararına koşullandırıldı. Ameri¬ka’nın ve CIA’nın borazanı olarak çalışan medya, Irak’taki sivil hedeflerin vurulmadığı¬nı propaganda etti. Oysa bu mümkün değildi, çünkü ABD yıllardır kullanmadığı ve isabet yeteneği zayıf, paslı ağır bombalarını kullan¬mıştı. Irak’ta yaşamını yitiren yüz binlerce masum insanı “unutan” medya, kirlenmiş bir denizde yüzen karabatağın resimlerini yayın¬layarak Saddam’ın “canlılar için korkunç bir tehlike” olduğunu propaganda etti. Sonradan anlaşıldı ki, çekilen karabatak görüntüsü bile körfezden değil, bir tanker kazasından çekil¬miş arşiv görüntüsüdür.
Savaştan aylarca sonra, GIA ve Pentagon’un bu savaş sırasında görevli gazeteciler üzerinde büyük bir baskı kurduğu ortaya çıktı. Kendi emri altındaki medyaya dahi gü¬venmeyen tekelci burjuvazinin zayıflığını gösteren bu olay, o dönem bölgede çalışan gaze¬tecilerin itirafları sonucunda ortaya çıktı. Krizin patlak verdiği 1990 yılının ağustos ayından savaşın bitimine kadar Körfez bölge¬sinde kalan 43 Amerikalı gazeteci, kendileriyle yapılan röportajlarda “rasgele seçilmedik¬lerini”, Pentagon’un “örnekleme” yöntemiyle seçildiklerini söylemişlerdir. Ayrıca gazeteci¬ler, Pentagon’un sansürü altında ezildiklerini, “haber ve hikâyelerin dahi sansüre tabi tutul¬duğunu” belirtmişlerdir.
Savaşın bitiminden sonra orduların ve işgal güçlerinin bölgede konumlandırılmasını “bölgedeki istikrarın yeniden tesisine” bağla¬yan medya, Çekiç Güç gibi bir işgal ordusunu “bansın teminatı” olarak lanse etti.
“Demokrasi ve çoğulculuk” sözlerini bık¬madan tekrarlayan medya, örneğin “SB”deki Ağustos ’91 darbesini “komünist darbe”, “anti¬demokratik girişim” olarak değerlendirdi ve karşı propaganda yürüttü. Bu darbeye faşist Türk medyası da karşı çıktı. Bu olayla bir kez daha “çoğulculuk” çığlıkları atan medya; ger¬çekte, darbenin sorumlularının Rusya’daki re¬formlara ağırdan alınmasını savunanlar olması nedeniyle böyle bir tutum almıştı. Bir başka darbede ise tam tersi bir tutum benim¬sendi: 1993 yılında, Yeltsinci burjuvazi ve ordu “demokrasinin vazgeçilmez kurumu olan” parlamentoyu topa tutarak, yüzlerce in¬sanı katletti. Rusya’da sermayenin farklı kesimleri arasındaki çelişki, uzlaşmaz bir hal al¬mıştı ve Yeltsinci klik, eski tekelci devlet kapitalizmini savunan Rutskoy-Hasbulatov kli¬ğinin mevzilendiği parlamento binasını topa tuttu. ’91 Ağustos darbesini lanetleyen medya, bu olayda Yeltsin’i destekledi. Fakat hakkını yemeyelim, bazı basın organları “askerlerin fazla ileriye gittiğini” söyledi! Bu olay bir defa daha gösterdi ki; “demokrasi ve öz¬gürlük” gibi sözler, medyanın dilinde, emekçi¬leri aldatmak için kullanılan içi boş safsatalar¬dır. 12 Mart ve 12 Eylül’ü olduğu gibi, Yeltsin darbesini de destekleyen faşist Türk medyası¬nın ikiyüzlülüğünü anlatmaya gerek bile yok.
Son on yılların en önemli olaylarından biri olan “SB” ve Doğu Avrupa’daki bürokratik burjuva rejimlerin çözülmesi olayı, medyaya antikomünist saldırısında büyük bir propa¬ganda vesilesi oldu. Anti-sosyalist propaganda, medya araçları tarafından akla hayale gelme¬dik yöntemlerle derinleştirildi. “Komünist top¬lumun” alternatifi olarak “demokratik ortam” denilen çürümüş burjuva toplumu gösterildi. Eski sosyalist veya halk demokrasisi ülkelerin¬de yaşanan birkaç yüz kişilik eylemleri abar¬tarak duyuran medya, proletarya ve ezilen halkların kimi ülkelerdeki başarılı mücadele¬lerine kulaklarını tıkadı.
Medya, ezilen hakların haklı mücadelesi¬nin vahşi bir düşmanıdır. Medya, 1960’lardan günümüze uzanan Filistin halkının mücadele¬sini ve FKÖ’yü “Ortadoğu’da terörün başı” olarak suçlamıştır. Aynı medya, 1993 yılında¬ki “Pax-Americana” çözümünden sonra re¬formcu FKÖ’yü alkışlamıştır.
Medya “terörizm ve bölücülük” umacısıyla kurtuluş hareketlerine saldırırken burjuvazi¬nin vahşi katliamlarını onaylamakta ve kışkır¬tıcılık yapmaktadır. “Türkiye’de Kürt yoktur”, “Kürtçe diye bir dil yoktur, o Türkçenin bir koludur”, “PKK Ermeni aletidir” gibi resmi sloganları azgınca savunan basın-yayın organ¬ları, “yeni teoriler” uydurarak Kürt halkının haklı davasını karalamaya ve küçük düşür¬meye çalışmaktadır. Basın-yayın organlarının başköşesine kapağı atan yazarlar, ruhunu ve kalemini sermayeye kiralamakta ve mazlum bir ulusun baskı altında tutulmasını savun¬maktadırlar. Bu yazarlar geleneksel olarak Kürt mücadelesini “emperyalizmin böl-yönet siyasetinin aleti olmakla” suçlamaktadır. Son dönemde ise başını İlhan Selçuk’un çektiği bazı yazarlar, Behçet Cantürk olayına işaret ederek, “Kürtlerin mafya ve silah tüccarlarıyla olan esrarengiz bağlarından” söz etmektedir.
Türk medyası, MİT’in ve Genelkurmay’ın bir kolu olarak çalışmakta ve MGK’nın “bri¬fingleri” doğrultusunda hareket etmektedir. Gazeteciler Cemiyeti, son olarak, “Terör Örgü¬tü PKK’nın Gerçek Yüzü” adlı bir kitap yayım¬ladı. Gazeteciler Cemiyeti tarafından yapılan açıklamada “kitabın yıllardır terörle mücade¬lede uzmanlaşmış birim ve kişilerin görüşleri¬ne dayanılarak kaleme alındığı” belirtildi. Bu¬rada kastedilen “birim ve kişilerin”, MİT başta olmak üzere Kontrgerilla, Özel Tim, Siyasi Polis gibi karşıdevrimci kurumlar ve onların temsilcileri olduğu bilinen bir şeydir.
Medya, işçi sınıfına ve mücadelesine karşı yoğun bir saldın sürdürmektedir. “Özelleştir¬menin işçilerin yararına olduğu” fikrinden “işçi sınıfı yok oluyor” revizyonist tezine kadar tüm gerici görüşler medyada hiç eksik olmaz. Medya, işçi sınıfının kendiliğinden ey¬lemlerine karşı bile büyük bir düşmanlıkla saldırmaktadır. 1936’da Amerika’da Mohawk Vadisi, Johnstown Bethlehe çelik grevi tarih¬sel bir örnektir: Çelik tekelleri “artık pek ge¬çerli olmayan” askeri baskı ve grev kırıcıları yerine, örtük etkili propagandayla medyayı devreye soktu. Medyanın yoğun ideolojik bombardımanı, grevin “halka ve ortak çıkarla¬ra zarar, verdiği” propagandasının üzerinde gerçekleşti. Bu yöntem etkili oldu ve o dö¬nemden bu yana işçi eylemlerine karşı uygu¬landı. “Bilimsel grev kırma yöntemleri” deni¬len bu yöntem, Türkiye burjuvazisi tarafından da grev ve direnişçilere karşı kullanılmakta¬dır. Son olarak ’92 yazında “Çöp Grevi”” ola¬rak bilinen temizlik işçilerinin eylemine, med¬yanın korkunç propagandaları ile saldırılmıştır. Özellikle boyalı basın ve özel TV kanalları işçi ücretlerinin “astronomik” ol¬duğunu savunmuş ve işçiler, memurlarla karşı karşıya getirilmek istenmiştir. Sonuçta sahte bir işçi-halk karşıtlığı yaratılarak işçi sı¬nıfının grevi “haksız ve halkın sağlığına zarar veren” bir eylem olarak damgalanmıştır. Hal¬kın “işçinin hakkı verilsin ve grev öyle son bulsun” şeklindeki talebi, basında ve TV kanallarında yer almamıştır. Türk medyasının hükümet ve sermayenin çıkarlarına bağlı ola¬rak çalıştığı herkes tarafından görülmüştür.
Medya, dış sorunları işleyerek iç politik so¬runları gizlemeye çalışır. Enflasyon, özelleştir¬me, yeni terör ve vergi yasalarını unutturma¬ya çalışan medya, “komşu topraklarda bulunan” hayali PKK kampları kurar, “Çiller’in güzelliği ve Clinton’la uyumu”nu öne çı¬kararak gündem saptırır. Çiller’in Ve Butto’nun Bosna gezisi şovenizmin azdırıldığı kampanyalara çevrilir. Mezarcı’nın Atatürk’e ilişkin görüşleri bahane edilerek, emekçi yığınlar burjuvazi etrafında “birlik ve beraberli¬ğe” çağrılır. Türk bayrakları ve posterler veri¬lerek faşist diktatörlüğün ve onun faşist ideolojisinin savunusu yapılır.
Medya, devlete toz kondurmamakta, çeşitli “münferit” gelişmeleri “kötü yöneticilere” bağlamakta ve kapitalist sömürü sistemini ak¬lamaktadır. Son İSKİ yolsuzluğu ortaya çıktık: tan sonra, medya, ortak bir biçimde Göknel’i ve yakınlarını hedef almıştır. Burjuva basının bir fraksiyonu olan “Aydınlık” gazetesi de aynı burjuva yaklaşıma sahiptir. Genelkurmay Başkanı Güreş’in tehditlerine karşı Aydınlık gazetesi “Güreş istifa” kampanyası açarak, bu yaklaşımın başka bir örneğini vermiştir.
Kapitalist devletler, olay ve olguları çarpıt¬mak ve güçlü propagandalar yapabilmek için “servisler” kurmuşlardır. Kötü ünlü ABD Bilgisizlendirme ve Propaganda Servisi (USIA) bili¬nen bir örnek. Türkiye’de ise medya; adeta, bu tür servislerin doğrudan organı gibi çalı¬şır.

MEDYA, “DEMOKRASİ” ve BURJUVA PROPAGANDA

Bugünkü egemen medya, kapitalist devle¬te ve tekelci kapitalistlere organik olarak bağ¬lıdır. Her olay, her gelişme tekellerin prizma¬sından yansıyarak halka ulaşır. Medya alanında komünist ve devrimcilerin faaliyet sürdürmeleri, egemen medyanın emperyalist-gerici karakterini ortadan kaldırmaz. Ayrıca bu olgu, hiçbir biçimde “basın-yayın özgürlü¬ğünün varlığına kanıt olamaz. Çünkü bir hak, pratikte kullanılamıyorsa ortadan kalkar. Örneğin bazı sınırlamalara uymak kaydıyla herkesin TV kanalı, radyo kurma, dergi ve ga¬zete çıkarma hakkı vardır. Fakat bunları yap¬mak milyarlarca lirayı gerektirdiğinden söz konusu “hak” boş bir içeriğe sahiptir. İlerici yayınlardan yararlanmak isteyen kitleler için de durum farklı değildir. Türkiye’de asgari net ücretin bir-bir buçuk milyon civarında ol¬duğu bilinmektedir. Bir gazete ve derginin fiyatı ise 10-25 bin liradır. Bir emekçi sadece günlük gazete okusa, bu, ücretinin yüzde 20’sini tutmaktadır. “Basın-yayın özgürlüğü” sözleri, paranın egemen olduğu burjuva toplu¬munda bir aldatmacadan başka bir şey değil¬dir.
Baştan ilerici basın-yayın araçlarını ekono¬mik ablukayla yok etmeye çalışan burjuvazi, var olduğu kadarıyla muhalif basına taham¬mül edemez. Birçok yöntemle devrimci basın susturulmaya ve dikensiz bir medya alanı ya¬ratılmaya çalışılır. Bu yöntemlerden başta ge¬leni, devrimci basının çalışanlarına suikastlar düzenlemek, işkenceden geçirmek ve tehdit¬lerle yıldırmaya çalışmaktır. “Sınır Tanımayan Muhabirler Örgütü” RSP’ye göre; 1989’da 71 gazeteci mesleklerini icra ederken, görüşlerin¬den dolayı öldürülmüşlerdir. Yine 1989’da RSP’nin sayımına göre, 241 gazeteci gözaltına alınmış ya da tutuklanmış, 97’si sınır dışı edil¬miş ve uluslararası basına karşı, burjuva devletler tarafından en az 157 müdahalede bulu¬nulmuştur. Bu resmi rakamlar gerçeğin çok altındadır. Türkiye ve özellikle Kürt illerinde öldürülen ilerici gazetecilerin sayısı rekor dü¬zeydedir. Kürt halkının çektiği zulmü dile ge¬tiren gazeteciler tutuklanmakta, “faili meçhul” cinayetlerle devlet tarafından katledilmekte¬dirler. Gazete ve dergilerin büroları bomba¬lanmakta ya da kundaklanmaktadır. Bölgede çalışan burjuva “Mehmetçik” gazeteciler bile bazen faşist teröre kurban gitmektedir.
Burjuvazi, muhalif medyayı çıplak zor ile ezmenin yanı sıra yeni yasal düzenlemelerle de “hizaya getirmeye” çalışmaktadır. Açılan para ve hapis davaları, kâğıt zammı hep bu amaca yöneliktir. Büyük medya organlarının birleşmeleri de, küçük devrimci organlar üze¬rinde baskı kurulmasına yol açmaktadır.
Ekonomik baskının bir biçimi de, muhalif yayın organlarına ilan ve reklâm vermeme¬dir. Örneğin; İngiltere’de Daily Herald, The Times’den beş kat fazla okuyucu kitlesine sa¬hipti. Aynı gazetenin okur kitlesi The Times, Financial Times, Guardian’ın toplam okurları¬nın neredeyse iki katına ulaşıyordu. Tekelci sermayenin reklâm ve ilan ambargosu, gaze¬teyi çıkamaz hale getirmiştir.
Burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde medyanın durumu farklılık arz etmiyor. Kapi¬talizme eleştiri yönelttiği anda “basın özgürlü¬ğü” rafa kaldırılmaktadır. Fransa “kamu düze¬nini bozduğu” gerekçesiyle bir Bask kitabının satışını, yayınını ve dağıtımını yasaklıyor, Ce¬zayir’le “diplomatik ilişkilere zarar verebilir” gerekçesiyle Cezayir muhaliflerini destekle¬yen El-Badil Démocratique gazetesinin yayın¬lanmasını engelliyor, mahkemeler Bask gaze¬tesi “Abil”in editörünü terörizme gerekçe olabilecek yayınlar yaptığı için 20 yıl hapse mahkûm ediyor, İspanyol mahkemesi propa¬gandasında krala hakaret ettiği için bir Bask radyosunu para cezasına çarptırıyor. Avru¬pa’da basın özgürlüğü, terör yasalarının izin verdiği ölçüde yaşam hakkı bulmaktadır. 1991 Eylülü’nde Yunanistan’da 7 büyük gaze¬tenin genel yayın yönetmenleri tutuklanırken, Britanya’da BBC ilk defa susuyordu.
Ülkemizde de 1991 yılında “Terörle Müca¬dele Kanunu” çıktıktan sonra ilerici ve dev¬rimci basın organları kapatılmış, yöneticileri tutuklanmıştır. 1994’teki yeni düzenleme ile diğer baskılar bir yana, basın-yayın üzerinde-ki baskı da ağırlaştırılmıştır. Görüldüğü gibi “en demokratik” cumhuriyetlerde bile “basın-yayın özgürlüğü” terör yasası ya da farklı dü¬zenlemelerle ortadan kaldırılmaktadır.
Şöyle bir soru akla gelebilir: Tüm bu baskı¬lara rağmen tekeller merkezkaç eğilimleri -eğer varsa- nasıl kontrol altına alacaklar? Tüm baskılar yetmediği zaman katı faşist baskılarla bastırmanın sağlandığını belirtmemizde fayda var. Ayrıca gelişmiş kapitalist ülkelerde “flak sistemi” bu noktada devreye sokulmaktadır. “Flak” bir medya programı ya da haberine karşı olumsuz tepkiyi ifade etmektedir. Mek¬tup biçiminde, faksla, telefonla, telgrafla, di¬lekçeyle, tehdit ederek beğenilmeyen prog¬ram ve haber ile ilgili “flak” bombardımanı başlatılıyor. Amerika’da “flak” şirketlerinin hepsi tekellerle ve CIA ile işbirliği halinde ça¬lışmaktadır. “Flak” resmi görüş ve politikanın dışındaki eğilimleri zayıflatmaya ya da orta¬dan kaldırmaya hizmet etmektedir. Milliyet gazetesinin “temiz toplum, temiz eller” kam¬panyası, BM Genel Sekreteri B. Gali’ye Bosna ile ilgili mektup ve telgraf çekme kampanyala¬rı, bunun örnekleridir.
Burjuvazi, iletişim aygıtlarındaki teknik ge¬lişmeleri, “demokrasi” propagandasında mal¬zeme olarak kullanmaktadır. Televizyonu “devrim” olarak sunan burjuvazi, kablolu TV’leri ise “sansür ve denetimden özgür” ola¬rak reklâm etmekte, yığınları aldatmaya çalış¬maktadır. Kablolu veya Uydu TV sisteminde izleyicinin bazı “kamuoyu yoklamalarına” ka¬tılması, alışveriş imkânının bulunması burju¬vazinin ideologlarınca “demokratik yaşamın gelişmesi” olarak sunulmaktadır. Oysa kablo¬lu TV’lerin denetlenemez olduğu iddiası bir aldatmacadır. Sadece iki olayı örnek vermek istiyoruz: Birincisi; 1989 yılında Alman TV’si Tele 5, Yılmaz Güney’in “Yol” filmini göster¬mişti. O yıllarda filmi Türkiye’de, Çankaya’da izlemek mümkün olduğu halde PTT’nin müdahalesiyle izlenememiştir. İkinci sansür olayı ise BBC’nin hazırladığı “Türkiye Belgeseli” adlı yapımın gösterimi sırasında meydana geldi. Belgeselin akışı içinde sıra Türkiye’nin ’80 faşist darbe yıllarına gelince, ekran karar¬tılarak denetim ve sansür mekanizması devre¬ye girmiştir.
Bu olgular, uydu yayınlarının “sınır ve sansür tanımayan” özelliğinin ne anlama gel¬diğini yeterince açık olarak ortaya koymuştur.
Anket ve reklâm şirketlerinin faaliyetleri de, özde aynı işlevi yerine getirmektedir. Bu anket şirketlerinin hepsi banka gruplarına ve burjuva kapitalist partilere bağlı çalışmakta¬dır. Bu anket şirketleri sözüm ona “halkın iradesini öğrenmek” için çalışırken işçi ve emek¬çileri burjuvazi yararına yönlendirmeye çalışmaktadır. Anketlerde halkın çıkarlarına zıt sorular sorulmakta ve burjuva ideolojik propaganda yapılmaktadır. Örneğin; Kürt so¬runu konusunda yapılan anketlerde “DEP’lilerin dokunulmazlığı kaldırılsın mı?” şeklindeki soru ile Kürt halkının iradesi hiçe sayılırken “kamuoyunda” Kürtlere ve DEP’e karşı şovenist bir tepki geliştirilmeye çalışılır.
Medyayı “demokrasinin güvencesi” olarak sunan burjuvazi ve gericilik, ilerici basın-yayın organlarına karşı acımasızca saldırır¬ken; halk düşmanı, faşist medya aygıtlarını her yönden desteklemektedir. Conaressional Quarterly’nin (CQ) 25 Haziran 1988 tarihli sa¬yısına göre, ABD’nin 1989’daki “dış yardım” bütçesinde Nikaragua’daki kontra saldırılarıy¬la özdeş olan medyaya ve muhalif politik gruplara 2 milyon dolarlık pay ayrılmıştı. CQ’nun “Nikaragua’daki demokratik gruplar” dediği bu grupların hiçbiri halkın yüzde 3’ten fazlasının desteğine sahip değildi ve hepsinin birlikte Sandinistlerin sahip olduğu desteğin üçte birinden daha az olmak üzere yüzde 9’luk bir desteği vardı. (Bu rakamlar Orta Amerika Araştırma grubu ve Managuajesuit Üniversitesi’nin ‘UCA’ yaptığı kamuoyu araş¬tırmasının sonuçlarıdır.)
Türkiye’de de yabancı ve yerli sermaye grupları, şirketler, holdingler faşist-gerici medya organlarını her yönden desteklemekte¬dir. Burjuvazi reklâm, ilan gibi yayınlarını kendi medyasında gerçekleştirmekte, parasal yardım sunmaktadır. Birkaç yıl önce çıkama¬yacak kadar ekonomik darboğaza giren Cum¬huriyet gazetesine sermayenin yaptığı “yar¬dım” hâlâ hatırlardadır. Ayrıca işbirlikçi tekelci burjuvazi, özellikle 12 Eylül’den sonra İslamcı hareketi geliştirmiş, bu hareket bugün, TV, radyo, gazete, dergi vs. organlarla dev bir medya aygıtına sahip olmuştur. İslamcı medya özellikle, S. Arabistan merkezli Faisal Finans, Al Baraka Türk gibi sermaye grupla¬rınca desteklenmektedir.
Kısaca özetlemek gerekirse; bugünkü medya, toplumu demokratik yönde değil, tersi bir yönde yönlendirmektedir. Medya; de¬mokratik bir işleyişe sahip olmadığı gibi, ser¬maye ve gericilik; bu, sisteme aykırı eğilimleri bastırmakta ve üzerinde denetim kurabilmek¬tedir. İlerici basın-yayın organları dünyanın her yerinde burjuva devletlerin ekonomik ve politik baskısı altındadır ve yalnızca bu olgu dahi, burjuvazinin medya sorununda yaptığı demokrasi propagandasının temelsizliğini ve haksızlığını kanıtlamaya yetmektedir.

MEDYA VE “YENİ TEORİ” VE KAVRAMLAR

Burjuva propaganda, Marksizm’e karşı sal¬dırısında, ağırlıklı olarak ve özellikle bilim ve teknoloji alanındaki gelişme ve değişmelere dayanmaktadır. Her yenilik ve her ilerleme; “devrim”, “yeni bir çağ” bağırtılarını ortaya çı¬karmıştır. Her vesileyle Marksizm’e ve prole¬taryaya ait olan bu kavramların kullanılması bile Marksizm’in ideolojik hegemonyasını gös¬termektedir.
Toplumda modern medya aygıtlarının her yere ulaşması ve bununla eşzamanlı olarak bazı ahlaki ve kültürel değişimlerin ortaya çıkması, bazı “yeni” teori ve kavramların üre¬tilmesine neden olmuştur. Emperyalizmin ekonomik ve siyasi etkinliğinin artması sonu¬cu olarak uluslararası ilişkilerin binlerce bağla çoğalması ve bunda medya araçlarının önemli rol oynaması “iletişim toplumu”, “ileti¬şim çağı”, “iletişim ideolojisi” vb. kavramların burjuva merkezler tarafından daha fazla kul¬lanılmasına yol açmaktadır. Eğer söz konusu olan; bu kavramların yeni ilişki ve bağların önemini açıklamak için kullanılması olsaydı, buna karşı söyleyeceğimiz fazla bir şey olmaz¬dı. Çünkü bu, kavram sahiplerinin sorunudur. Fakat bu kavramlar bugün iki temel sınıf ve iki ideoloji gerçeğinin alternatifi ve deformasyonu olarak kullanılmaktadır. Toplumsal gelişmenin odağında kitle iletişiminin ve de medyanın bulunduğu söylenmektedir.
“Elektronik Toplum”, “İletişim Toplumu” gibi kavramlarla “yeni” toplumsal sistemler yaratan burjuvazi, üretim araçlarının küçük bir azınlığın elinde bulunduğu kapitalist top¬lumu aklamak çabasındadır. İletişimin insan-ları birbirine yaklaştırdığı ve “dünyayı küçült¬tüğü” bir gerçektir. Toplumsal ilişkilerin toplamı olan insanın da bu gelişmelerden et¬kilendiği ve sosyo-psikolojik değişmeler geçir¬diği açıktır. Fakat bundan neden toplumun ni-teliğinin değiştiği sonucunu çıkaralım? Bir toplumda niteliksel değişime yol açan şey; bi¬limsel, teknik, iletişimsel gelişme ve buluşlar değil, devrimdir. En büyük bilimsel buluşlar bile üretici güçlerin gelişmesi önündeki engel olan üretim ilişkileri tasfiye edilmediği sürece toplumun niteliğinde bir değişmeye yol açmaz. Burjuvazinin “yeni” toplumunda üre¬tim ve dağıtım araçları ve devlet iktidarı küçük bir azınlığın mülkiyetindedir. Yeni ileti¬şimsel buluşlar ne kadar göz kamaştırıcı olur¬sa olsun, iktidar ve mülkiyet, burjuvazinin elinde oldukça geniş yığınların yararına bir işlev görmeyecek, onun sonuçlarından burju¬vazi yararlanacaktır.
Nitekim geçmişte de her teknik ve iletişimsel ilerleme (örneğin; matbaa) “devrim!” bağırtılarıyla piyasaya sürülmüş, fakat söz konu¬su buluşlar toplumsal yaşamda devrimci bir değişikliğe yol açmamıştı.
Bilgi iletişim sistemlerini, kapitalizmin “son ebedi sistem” olduğuna kanıt gösteren benzer teoriler hızla yaygınlaştırılıyor. Burju¬vazi, proletarya ve insanlığın kapitalizmden başka bir geleceğinin olmadığını inanılır kılmak için “bilimsel” açıklamalar yapmaktadır. Son yıllarda Alvin ve Heidi Toffler de “gele¬cek bilim” ya da fütürizm uzmanları olarak “ün” kazanmışlardır! “Üçüncü Dalga” adlı kita¬bı Türkiye’de de okuyucu bulan Alvin Toffler, kabaca özetlersek bugünkü toplumları 3’e ayırmaktadır; Birinci dalga toplumları, tarım; ikinci dalga, sanayi; üçüncü dalga, bilgi veya bilişim toplumları. Toffler’e göre; robot tekno¬lojisi uygulayan, bilgisayar programlarıyla üretim düzenlerini bir ölçüde kol emeğinden bağımsızlaştıran, “sanayi toplumu” evresini aşmaya yönelen toplumlar; üçüncü dalgayı oluşturuyorlar. Toffler “teorisini” bazı siyasal sorunlara uyguluyor: “Sovyetlerde, Baltık ül¬keleri 3. dalgayı yakaladığı zaman, Orta Asya’daki Müslüman toplumlar 1. dalgada yaşıyorlardı; bu çatlak, bölünmeye ve dağılmaya yol açtı.” (!) Toffler, “teorisini” Hindistan ve Brezilya gibi geri kapitalist ülkelere uygular¬ken şunları söylüyor: “Hindistan ve Brezilya gibi ülkeler, aynı tehlikelerin eşiğindedir; 3. dalgayı kuyruğundan yakalamış seçkin giri¬şimciler diyebilirler ki; “İhtiyaçlarımızı yurtdı¬şından alıp mallarımızı dışarı satabiliriz. İleri¬de üçüncü dalga ilerledikçe, fabrikalarımız ve bürolarımız daha az sayıda ve nitelikli işçilere gerek duyabilecekken, biz niye kötü beslen¬miş cahiller ordusunu sırtımızda taşıyalım?” ve yazarımız son vurguyu yapıyor “Zenginler ayaklanacak!”
Kolayca görülebileceği gibi Toffler, toplumlara ilişkin bir adlandırma yapmamakta, tümüyle kapitalist sistemin çıkarlarına uygun “bütünsel” bir teori ortaya atmaktadır.
Marksizm’in emperyalizm ve bağımlı ülke¬ler olarak ayırdığı kapitalist sistemi, üç “dal¬gaya” ayıran Toffler, revizyonizmin tezlerini “bilimsel” olarak inceltiyor ve sosyalizme saldırıyor. Revizyonizm patentli yerli ve yabancı burjuva milliyetçilerinin savunduğu “SB’de küçük uluslar Ruslarla eşitsiz koşullarda yaşı¬yordu ve bu yüzden ulusal boğazlaşmalar or¬taya çıktı.” biçimindeki tezin aynısını tekrarlayan Toffler, Hindistan ve Brezilya örneğini işçi sınıfını ve mücadelesini “tükenmiş” ola¬rak damgalamak için veriyor. Revizyonizmin Marksizm’e karşı bilinen tezlerini savunan Toffler, “Zenginler ayaklanacak” derken bur¬juva tarihçilerin dahi kabul ettiği sınıf müca¬delesi olgusunu tersine çeviriyor.
Bu tür burjuva teorileri, medyanın yeni bir toplumun ve yeni bir tarihsel dönemin ha¬bercisi ve kurucusu olduğunu iddia etmekte¬dirler. Bu tür teoriler, medya üzerindeki te¬kelci sermaye egemenliğini gizlemekte ve onun “sınıflar-üstü” olduğunu savunmaktadır¬lar. Bu ve buna benzer tüm teorilerin -diğer tüm teoriler bu teorilerden özde farksız!- fel¬sefi temeli metafizik-idealizm (teknolojik de¬terminizmedir. Burjuva toplumunun evrimci yolla değişebileceğini ve devrimin “gereksiz” olduğunu savunanlar, reformist burjuva ideo¬loglarıdır.
Medyanın toplumsal yaşama kaba müda¬halesi bazı (küçük burjuva) aydınların “medya, toplumu yok oluşa sürüklüyor” biçi¬minde düşünceler ileri sürmesine yol açıyor. Avrupa merkezli bu görüş, yukarıdaki “modern” teorilere zıt gibi görünmektedir. Bu teori, medyanın gücünü abartmakta ve ona karşı bir tepkiselliği ifade etmektedir. Medya¬nın toplumsal, ekonomik, politik yaşam üzerinde ağır etkide bulunması, ayrı bir sömürü alanı durumuna gelmesi ve toplum üzerinde, büyük bir hegemonya kurması bu tür “karam¬sar” teorilere temel teşkil etmektedir. Bu teori de, diğer teoriler gibi toplumsal gelişme¬de her şeyi iktisadi tekniklere indirgemektedir. Toplumun “batacağı ve yok olacağı” keha¬netlerinde bulunan ve umutsuzluk aşılayan bu görüş, burjuva medyaya karşı tutarlı bir mücadele verilmesini engellemektedir. Bugün¬kü toplumun yozlaşması ve çürümesinin te¬melinde medya değil, kapitalist özel mülkiyet yatmaktadır. Medya bu çürüme ve yozlaşmayı yalnızca yansıtır. Kapitalizmin gelişmesi ve özellikle emperyalizm aşamasında toplumun en küçük parçalarında dahi çürüme, tıkanma, yozlaşma had safhadadır. Büyük Ekim Sosya¬list Devrimi kapitalist toplumsal bunalımın ürünü ve tasfiyesi anlamına geldi. Devrim ön¬cesi ve sonrasında bugünkü modern medya aygıtları yoktu ve doğal olarak hegemonyası da yoktu. Fakat çürüme, bunalım, tıkanma bugün kapitalist dünya sisteminin yaşadığı bu¬nalımdan daha zayıf değildi. Ve o dönemde toplum batmadığı ve yok olmadığı gibi, prole¬ter devrimiyle kurtuluş ve özgürlüğün kapıla¬rını açtı. Sosyalist mücadelenin geçici bir ye¬nilgi aldığı emperyalist-kapitalist sistemin, dünya çapında egemenliğini (şüphesiz ki geçi¬ci olarak) tesis ettiği günümüz koşullarında bile toplum, yok olmayacaktır. Çünkü halkın kurtuluşu için kapitalizmin yeni bir devrim için yarattığı imkânlar bugün de mevcuttur.
Söylediklerimizden medyanın ve yeni iletişimsel tekniklerin insan ve toplum yaşamı üzerinde hiçbir etkide bulunmadığı sonucu çı¬karılmamalıdır, ideolojik, toplumsal alanda yeni düşünce ve davranışlar yaygınlaşmakta, dünyadaki her değişim, bize kısa zamanda ulaşabilmektedir. Eski yaşam ve düşünce bi¬çimleri değişmekte ve ulusal kültürler üzerin¬de emperyalist kültür egemen hale gelmekte¬dir. Fakat tüm bu değişme ve gelişme olgusu, burjuvazi ve emperyalizm açısından kabul edilebilirdir ve zaten bu gelişmeler burjuvazi¬nin hâkimiyeti dışında gerçekleşmez.
Bu tür teorilerin yanı sıra bazı yeni kav¬ramlar ortaya atılmakta ve anti-sosyalist sal¬dırganlık güçlendirilmektedir. Medya araçları¬nın uluslararasılaşması olgusu bazı kültür öğelerinin yayılmasına yol açmıştır. Burjuva medyası elbette bu öğelerin en yoz ve gerici olanlarını öne çıkarmakta ve yaymaya çalışmaktadır.
Burjuvazi, ilerici olduğu dönemde ideolojik-politik egemenliği için saflarından birçok bilim adamı, sanatçı yetiştirmişti. Proletarya, bağımsız bir sınıf olarak tarih ve toplum sah¬nesine çıktığı zaman; burjuva sanat ve bilim gericileşti. Tekelci kapitalizm, burjuvazinin çü¬rümüşlüğünde yeni bir aşama oldu ve sonuç¬ta sanat, kültür ve edebiyatta koyu bir gerici¬lik egemen oldu. “Kitle kültürü” son yıllarda ortaya atılan ve en fazla bilinen bir kavram. “Kitle kültürü” medya araçlarının gelişmesiyle ortaya çıksa da onun içeriği yeni değildi. O, yozlaşmış burjuva kültürünün ta kendisidir.
“Kitle kültürü” halkın devrimci-demokratik kültürü ya da sosyalist kültür içinde hiçbir bi¬çimde yer tutmamaktadır. Bugün “kitle kültürü” olarak insanlığa sunulan; içeriği yoz, bi¬çimsel bakımdan değersiz ürünlerdir. Sinema, radyo, basın-yayın organlarında topluma su¬nulan şeyler ortadadır; Sex furyası film ve yayınlar, pembe diziler, kâr ve reklâm amacına bağlı spor olayları, her şeyi tekellerin çıkarla¬rına uygun olarak yansıtan haberler, devrimci ve komünistlere karşı kampanyalar, ırkçı-şoven program ve reklâm afişleri, 900’lü tele¬fon hatları vs. emperyalizmin ideologları ve kapitalizmin her türden savunucusunun eski sömürücü kültüre, “kitle” gibi, emekçilere hoş görünen bir kavram da ekleyerek gürültülü ve tantanalı bir biçimde ortaya attıkları kül¬tür, işte budur.
“Kitle kültürünün” kahramanları; sex yıl¬dızları, medyumlar, para-psikologlar, halkı aptal yerine koyan politikacılar gibi olumsuz kahramanlardır. Bu kahramanlar hayal âleminde yaşamakta ve emekçileri hayallerle avutmaya çalışmaktadır. Bunların topluma da¬yattığı “yükselen değerler”; bencillik, barbar¬lık, sapıklık, ahlaki sömürü, duyarsızlık vs. ile yüklüdür. Bu kahramanlar emekçileri ekono¬mik, ideolojik, politik, psikolojik yönden sö¬mürmektedir. Mesela 900’lü telefon hatları Avrupa’da ve Türkiye’de bir sermaye sektörü durumuna gelmiştir. Bu sektör, önemli bir ekonomik sömürü gerçekleştirirken; kadın cinselliğini de sömürmektedir. Böylece toplumda ahlaki yozlaşma gelişmekte ve çöküntü ortaya çıkmaktadır.
Medya ile ilişkili olarak “medya sloganı”, “medya insanı” gibi kavramlar türetilmekte, sosyalist teorinin argümanlarına karşı savaş açılmaktadır. Sosyalizmin yeni insan tipi ile alay edilmekte, burjuva bireyden başka bir şey olmayan “medya bireyi” olumlu bir insan tipi olarak sunulmaktadır. Burjuvazi, insanlı¬ğa kapitalizm dışında bir geleceğin olmayaca¬ğını ve kendi politik ve sosyal formasyonları dışında da hiçbir formasyonun olmayacağını duyurmaktadır. Medya ise “gücü” dolayısıyla burjuva ideolojik saldırılarda farklı görünüm¬lerde yer almaktadır.

MEDYANIN KÜÇÜK BURJUVA ELEŞTİRİSİ ÜZERİNE

“Demokrasi”, “çokseslilik” gibi sloganların şampiyonluğunu yapan medya, iddialarının ve propagandalarının aksine, kelimenin ger¬çek anlamıyla teksesli bir konumdadır. Med¬yanın emperyalist yayın çizgisi, insanların yaşam ve psikolojileri üzerinde ağır tahribat¬lar yaratmaktadır. Medyanın anti-demokratik tekelci karakteri, ulusal ve uluslararası çapta büyük tepkilerin oluşmasına yol açmıştır. Medyayı eleştirme ve alternatif olma iddiasın¬daki kimi gruplar tüm ülkelere yayılmakta ve yeni örgütler kurmaktadır. Ülkemizde ise kimi “sosyalist”, “demokratik” odak ya da bi¬reyler medyaya yönelik değişik eleştiriler ge¬tirmekte ve “kampanyalar” açmaktadır.
“İmmediast”, uluslararası çapta faaliyet sürdüren akımların başında gelmektedir. İmmediast’lar çeşitli ülkelerde örgütlenmekte ve kitleler tarafından ilgiyle karşılanmaktadırlar. İmmediast hareketi, medyanın “devlet ve şir¬ketler elinden alınarak halk denetimine geçi¬rilmesini” savunmaktadırlar. Bu grubun tanın¬mış temsilcilerinden Amerikalı yazar Noam Chomsky, medyayı değiştirmek için “sağduyu ve içtenlik” gibi kavramları tekrarlamanın “yetersiz” olduğunu söylemektedir. Bu “grup” çeşitli ülkelerdeki şubeleriyle yaygın bir teşhir kampanyası yürütmekte, egemen medyanın gerçek yüzünün tanınmasına yar¬dımcı olmaktadır.
“İmmediast” hareket, medyanın “halk de¬netimine geçmesi” gibi güzel ve doğru sözleri sarf ederken, bunun nasıl bir yol izlenerek ya¬pılacağı sorununda suskun kalmaktadır. Son zamanlarda yayınlanan “İmmediast bildirisi” tekelci burjuva hâkimiyetine karşı mücadele etmeden medyaya karşı savaş ilan etmekte¬dir. Küçük burjuva, burjuva aydınlarından oluşan bu grup, gerçekte “yel değirmenine karşı savaş” ilan etmiştir. Bu akım, egemen medyanın tekelci kapitalistlerle kopmaz bağla¬rını ortaya koyan pek çok kitap, dergi, bro¬şür, bildiri yayınlamıştır. O halde bu akım, medyanın bugünkü durumunun kaynağı olan emperyalizme karşı çıkmadığı için “Yeşiller hareketi” gibi reformist olmaktan öteye gidememektedir.
Türkiye’de özellikle son yıllarda yolsuzluk ve rüşvet olaylarının ayyuka çıkması ve burju¬va partileri arasında “Dosya savaşlarının” açıl¬masından sonra çeşitli “kampanyalar” yürü¬tüldü. Özellikle büyük basın organları burjuva sistemi aklamak amacıyla “Temiz Toplum” kampanyası açtı. Basının pisliğini temizleme “onuru” da Aydınlık gazetesine düştü. Aydın¬lık gazetesi “Temiz Basın” kampanyası açarak devrimci ve sosyalist basın organları da dâhil “herkese” “mal varlığı açıklansın” çağrıları yaptı. Aydınlık, “basının sermaye ve devletten ayrı hareket etmesi gerektiğini” buyurarak burjuva medya kurumlarını “meslek ahlakına uymaya” çağırdı. “Temiz Basın” kampanyası, “Temiz Toplum” kampanyasının medya ala¬nındaki yansımasından başka bir şey değildi. Egemen medyanın niyetlerle ya da “meslek ahlakına uymakla” demokratik bir dönüşüm yaşayabileceğini söylemek, düpedüz reformcu¬luktur.
Dünyada ve Türkiye’de kabul gören bir başka görüş ise kabaca şöyle ifade edilebilir: “Medya, kamuoyunu aydınlatma değil yönlen¬dirme aracı haline gelmiştir. Bugünkü medya bundan dolayı kötüdür.”! Bu görüş, burjuvazi ve kapitalist ideolojinin, medya gibi önemli bir aracı kendi amaçları doğrultusunda kullanmasının eşyanın tabiatına uygun olduğunu yadsımaktadır. Toplumdaki hiçbir şeyin sınıf¬lar mücadelesinden kopuk olmayacağını inkâr eden yabancı ve yerli “eleştiricilerimiz”, “maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfın entelektüel üretim araçlarını da elinde bulundurduğu” gerçeğinden habersizdir. Egemen medya; sermayeye ve burjuvaziye bağlı olduğundan dolayı, bir “yönlendirme aracı” haline gelmektedir. Bu görüş, nedenlerin yeri¬ne sonuçları koymaktadır. Çünkü bugünkü medyanın “yönlendirme aracı” olması, medya¬nın burjuvaziye bağlılığının sonuçlarından bi¬ridir. Ayrıca “aydınlatma” yanlısı bu görüş sahiplerine, yalnız başına aydınlatmanın aynı zamanda yönlendirme olduğunu da hatırlat¬mak gerekir.
Son yıllarda ülkemizde “herkes” medyaya karşı çıkar oldu! Özellikle muhalefet partileri TV’nin resmi kanallarında yeterince yer alma¬dıklarını söyleyerek adeta medyaya düşman kesildiler. Daha önce iktidardayken medyaya toz kondurmayanlar bile “muhalefette” medya karşıtı propagandalar yapmaktadır. Kimi 900’lü telefon zenginleri, şarkıcılar, medyumlar, sanatçılar ise “medyayı özel yaşa¬ma karışıyor” diye eleştirmektedirler. Hatta bu yüzden medyaya karşı propaganda kam¬panyaları bile açmaktadırlar! Bugün artık ba¬ğımsız medyasına sahip olan İslamcı hareket¬ler ise, medyanın diğer kısmını “ahlaki çöküntüye yol açması” yüzünden eleştirmek¬tedirler. Bu tür eleştiriler sahip olduğu kesi¬min gerici sınıfsal-toplumsal çıkarlarını ifade etmekte ve bugünkü medyaya asıl karakterini veren emperyalist sisteme hiç dokunmamak¬tadırlar.
Medyanın egemenliğine karşı çıkan bazı “demokrat” çevreler, emperyalist ülkelerdeki anti-tekel yasalarının ülkemize uygulanması gerektiğinden söz ederler. Söz konusu çevre¬ler, Amerika’da yasalara göre bir kentte bir kişinin birden fazla gazete çıkarmaması ya da hem gazete hem TV istasyonu olamamasını model olarak sunmaktadırlar.
Bazı ülkelerde ticarette, sanayide, basın-yayın alanında anti-tekel yasalarının bulundu¬ğu bilinmektedir. Bu yasalar yaşamın her ala¬nındaki tekelleşmeye karşı ortaya çıkan tepki¬leri yumuşatmak için oluşturulmuşlardı. Gerçekte ise işlevleri ona atfedildiği gibi “anti-tekelcilik” olmadı. Sadece göstermelik olarak muhalefet çevrelerinin tepkilerini yumuşatma amacı söz konusuydu. Örneğin; bir kentte bir¬den fazla medya organı çıkarmayan fakat böl¬gedeki iletişim olgusuna damgasını vuran yüz¬lerce tekel vardır. Bu tekelci medya organları, kendi dışındaki organları da ekonomik baskı altına alıp, kendine dâhil olmalarını kolayca sağlamaktadır. “Medya Tröstleşmesi” dediği¬miz olay, tam da budur. Bu görüşün savunu¬cuları anti-tekel yasalarının bulunduğu Ameri¬ka’da en büyük medya tekellerinin ve bunların kıtalararası devsel gücünü nasıl açık¬lıyorlar? Söz konusu yasaların göstermelik ol¬duğu tartışma götürmez.
Türkiye’de medyanın tröstleşmesi olgusu bu tür muhalif görüşlerin seslerini daha fazla yükseltmelerine neden olmaktadır. Her tele¬vizyon şirketinin ve yayın kuruluşunun arka¬sında bankalar ve sermaye çevreleri bulun¬maktadır. Bu banka ve şirketlerin kendilerine bağlı basın ve TV aracılığıyla ekonomi ve siya¬set üzerinde etkin olduğu açıktır. Son aylarda gerçekleşen devalüasyondan sonra medya ve sermaye arasındaki canlı bağ, açık biçimde ye¬niden gözler önüne serilmiştir. Devalüasyon kararından habersiz olan ve ucuz dolar alma¬yan bir banka ve medya grubunun açıklama¬larıyla, hükümetin bazı yabancı ve yerli ban¬kaların sermayesini artırdığı ortaya çıktı. Tekelci sermayenin sözcüsü Çiller’in “Bu ola¬yın nedenini banka üst kademesi ile medyada aramak gerekir” sözleri, bu durumun itirafı¬dır.
Medyanın ideolojik-politik saldırıları ve toplum üzerindeki ağır etkisi, bazı devrimci gruplar üzerinde ideolojik-pratik tahribatlara neden olmaktadır. “Sansasyonel eylemcilik” olarak bilinen eylem tarzının arka planında diğer şeyler bir yana, medyanın “gücü” karşı¬sında eğilme ve “onu yıkmak” adına örgütlü, planlı ve sabırlı bir çalışmadan kaçınma tutu¬mu yatmaktadır. Dünyanın her yerinde ve özellikle Latin Amerikalı gerillacı devrimci örgütlerin literatürleri incelendiğinde görü¬lüyor ki “ses getirmek”, “kendini ispatlamak” gibi kavramlarla ifade edilen medya araçlarında yer alma isteği yoğundur. Prole¬ter devrimci program ve politik çizgi izleme¬yen bu gruplar, burjuva medya araçlarında yer almayı bir propaganda biçimi saymakta¬dırlar. Bu düşünce ve eylem tarzları, burjuva medyanın propaganda yöntemi olan “reklâmcılıktan” bir farklılık taşımamaktadır. Küçük burjuvazinin aceleci ve “çelişkili” ruh halini yansıtan bu gruplar, devrimci propa¬gandanın gerçeklikten kaynaklanan gücüne inanmamakta “kurtuluşu” reklâmcı propa¬ganda tarzında görmektedirler. Medyayı eleştirmenin bir biçimi olan onda yer alma çaba¬sı, devrimci bir çaba olarak kabul edilemez.
Biz kısaca özetlediğimiz küçük burjuva sızlanmaları ve “keskinliğini” bir kenara itip, yazımızı Sovyet hükümetinin 1917 Kasımı’nda çıkarttığı basın-yayınla ilgili yasanın bir bölümünü aktararak bitirmek istiyoruz.
“Burjuva gazetelerin kapatılmasının ne¬deni yalnızca karşıdevrimci girişimin kırılma¬sı için gerekli geçici bir savaş önlemi olması değildi; aynı zamanda basın alanında yeni bir rejimin kurulması için gerekli geçici bir önlem olarak düşünülmüştü. Bu yeni rejim¬de matbaaların ve gazete kâğıdının kapitalist sahipleri, kamuoyunun zihnilerini keyiflerince çelemeyecekler… Sözüm ona basın özgür¬lüğünün yeniden kurulması, yani matbaa ve gazete kâğıdının kapitalistlere -halk vicdanı¬nın mahkûmlarına- geri verilmesi, sermaye¬nin iradesine affedilmez bir biçimde teslim olmak anlamına gelecek; bir başka deyişle, karşıdevrimci bir adım olacaktır.” (James Bunyan, H.H.Fisher The Bolşevik Revolution 1917-1918. S.221)

Haziran 1994

Haziran Ayaklanmasının Sonuçları Üzerine

Lyon dokuma işçilerinin “çalışarak yaşamak ya da dövüşerek ölmek” şiarıyla, 1831’de patla¬yan ayaklanmaları, yakın gelecekte patlak verecek ve Fransa’dan başlayarak bütün Avrupa kıtası¬nı saracak devrim ateşinin önemli bir kıvılcımıydı. Lyon ayaklanması, tarihi bir dönemde patlak verdi ve bu dönemin, siyasal plandaki ilk yansımasıydı. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasında bu ilk si¬lahlı çatışmayı 1848 Şubatı’nda, ama bu kez işçilerin zaferiyle sonuçlanan bir ikincisi izleyecekti.
Paris’te, 22 Şubat 1848’de halkın reform talebiyle sokağa dökülüşüyle başlayan devrim süreci,
24 Şubat günü meclisin işgal edilmesi ve geçici hükümetin kurulmasıyla doruk noktasına ulaştı.
25 Şubat’ta cumhuriyet ilan edildi.
Fransa’dan başlayarak, Prusya, Avusturya-Macaristan, Alman prenslikleri, Bohemya, Polonya, Piyamonte, Venedik, İsviçre ve bütün kıta Avrupası’nda 1815’te imzalanan Viyana Antlaşması ile sağlama alınan monarşistlerin egemenlik alanları, 1848 devrimleriyle birlikte sallandı ve yıkılma¬nın eşiğine geldi. Ama hiçbir devrim başarılı olmadı, sarsıntı geçiren hiçbir monarşi yıkılmadı.
Marx ve Engels, Avrupa’daki siyasal gelişmeleri, devrim ve karşıdevrimleri yakından izlediler. “Neue Rheinische Zeitung”da (Yeni Ren Gazetesi), Marx ve Engels, materyalist diyalektiğin ışığın¬da günlük gelişmeleri analiz ettiler, siyasal çelişkilerin gerçek niteliğini, olağanüstü keskin bir sınıf mücadelesinin ifadesi olarak açığa çıkardılar, politik arenadaki sınıf güçlerinin değişken iliş¬kilerini ve gruplaşmalarını saptadılar ve buna dayanarak, Alman ve Avrupa devrimlerinin çeşidi aşamalarında proletaryanın taktik çizgisinin çerçevesini çizdiler. Devrimci dönem boyunca kitlele¬rin zengin mücadele deneyimlerini teorik olarak genelleştirirken, bilimsel sosyalizmin politik fi¬kirlerini ve tarihsel materyalizm ile Marksist politik ekonominin temel tezlerini genişleterek geliş¬tirdiler.
Aşağıya aldığımız ilk makale Marx’ın, 1848-49 yıllarında “Neue Rheinische Zeitung”da Prus¬ya’da karşıdevrimin zaferinin kaynaklarını incelediği “Burjuvazi ve Karşıdevrim” başlıklı yazı dizi¬si içinde yer almaktadır. Marx’ın, Avrupa devriminin ve karşıdevriminin, 1848 yılında izlediği yolu incelediği aşağıya aktardığımız makalelerden ikincisi de “İtalya’da Devrimci Hareket”tir.
Makaleleri, Olcay Dönmez Türkçeye çevirdi.

BURJUVAZİ VE KARŞI-DEVRİM
(Marx-Engels, eserler, Cilt: 6, Dietz Verlag Berlin, 1968 (Almanca Baskı) Sf: 106-109)

Köln, 11 Aralık. Mart tufanının –minyatür bir tufan- etkisi dağıldığında, Berlin toprağı¬nın üstünde canavarlar, devrimci devler bı¬rakmadı; geriye eski usul yaratıklar, burjuva boyunduruk altındaki kişiler Birleşik Eyalet¬ler Meclisi’nin liberalleri, bilinçli Prusya bur¬juvazisinin temsilcileri kaldı. En gelişkin bur¬juvaziye sahip olan Ren ile Silezya eyaletleri, yeni parlamentolara temel konten¬janı sağlıyordu. Peşlerinde de, Ren’li hukukçulardan oluşan koca bir kuyruk. Burjuvazi, feodallerce arka plana itildiğinde, Ren eyaleti ve Silezya, aynı ölçüde, Prusya eyaletlerine parlamentolarda yer açmışlardı. Branden¬burg parlamentosunun, sadece Eberfeld’li Tory dolayısıyla Ren eyaletiyle ilişkisi kalmış¬tır. Hansemann ve von der Heydt! Prusya burjuvazisi için, Mart ve Aralık 1848 arasın¬daki tüm farklılık bu iki isimde cisimleşiyor!
Prusya burjuvazisi, devletin doruklarına çıkarılmıştı; ama arzusu doğrultusunda taht¬la birlikte barışçıl bir trans-aksiyon yoluyla değil, bir devrim yoluyla. Kendi çıkarlarını değil, halkın çıkarlarını, tahta karşı, daha doğrusu kendi kendilerine karşı savunmala¬rı gerekiyordu, çünkü ona bu yollan açan bir halk hareketiydi. Fakat onların gözünde taht, sadece, ardına kendi dünyevi çıkarlarını saklamaları gereken, tanrı rahmetinin şemsiyesiydi. Kendi çıkarlarının dokunulmazlığı ve çıkarlarına uygun politik biçimler, meşruti dile çevrilerek şöyle ifade edilmeliydi: Tah¬tın dokunulmazlığı. Alman ve özellikle Prus¬ya burjuvazisinin meşruti monarşiye karşı hayranlıkları bundandır. Bir yandan, Şubat Devrimi, bütün, sonradan gelen kötü Alman etkilerine rağmen, Prusya burjuvazisinin işine gelmişti, çünkü devlet dümeni onun (devrim-çev.) tarafından avucuna teslim edilmişti, öte yandan hesapları altüst olmuştu, çünkü iktidarı öylesi şartlara bağlıydı ki, bun¬ları ne yerine getirmek istiyor, ne de yerine getirebiliyordu.
Burjuvazi, parmağını bile oynatmamıştı. Halka, kendisi uğruna savaşmasına izin ver¬mişti. Bu nedenle, devredilen iktidar, düşma¬nını yenilgiye uğratan bir generalin iktidarı değildi, tersine, zafer kazanmış halkın, kendi çıkarlarını emanet ettiği bir güvenlik komite¬sinin iktidarıydı.
Camphausen, bu durumun rahatsızlığını hâlâ tamamıyla hissediyordu ve parlamento¬sunun bütün zayıflığı bu duygudan ve o duy¬guyu gerektiren koşullardan kaynaklanmak¬taydı. Bir tür utanç kızarıklığı, bu nedenle, hükümetinin pervasız hareketlerini hafifleti¬yordu. Açık yürekli pervasızlık ve küstahlık, Hansemann’m lisansıydı. Kızarık bir ten, bu iki ressam arasındaki biricik farklılığı oluştu¬ruyor.
Prusya Mart Devrimi, ne 1648 İngiliz Devrimi’yle, ne de 1789 Fransız Devrimi’yle karıştırılmamalıdır.
1648’de burjuvazi, modern soyluluk ile; krallığa, feodal soyluluğa ve egemen kiliseye karşı birleşmişti.
1789’da burjuvazi halk ile krallığa, soylu¬luğa ve egemen kiliseye karşı birleşmişti.
1789 Devrimi’nin önünde örnek olarak (en azından Avrupa’da) sadece 1648 Devrimi vardı, 1648 Devrimi’nin önünde ise sadece Hollanda’nın ispanya’ya karşı ayaklanması vardı. İki devrim, salt dönem açısından değil, aynı zamanda muhteviyat açısından da örneklerinden bir yüzyıl kadar ilerideydi.
İki devrimde de burjuvazi, hareketin ger¬çekten başında bulunan sınıftı. Proletarya ve kentlilerin burjuvaziye dâhil olmayan fraksi¬yonlarının, ya henüz burjuvaziden ayrı çıkar¬ları yoktu, ya da henüz bağımsız gelişmiş sı¬nıflar veya sınıf kesimleri oluşturmamışlardı. Bundan dolayı, burjuvazinin karşısına çıktık¬larında, mesela Fransa’da 1793’ten 1794’e kadar, burjuvazinin tarzında olmasa da, sade¬ce burjuvazinin çıkarları uğruna mücadele ediyorlardı. Bütün Fransız terörizmi, burju¬vazinin düşmanlarıyla; mutlakıyetle, feoda¬lizmle ve gericilikle başa çıkmanın plebce usulünden başka bir şey değildi.
1648 ve 1789 devrimleri, İngiliz ve Fran¬sız devrimleri değildi, onlar Avrupa usulü devrimlerdi. Onlar, belirli bir toplumsal sını¬fın, eski siyasal düzen üstündeki zaferi değil¬lerdi; onlar, yeni Avrupa toplumunun siya¬sal düzeninin ilanıydılar. Burjuvazi (bu devrimlerden-çev.) zaferle çıktı; fakat burju¬vazinin zaferi, o dönemde yeni bir toplum¬sal düzenin zaferiydi, feodal mülkiyetçiliğin karşısında burjuva mülkiyetçiliğin zaferi, eya¬let karşısında ulusun, loncalar karşısında re¬kabetin, meşruta (Majorat) karşısında bölün¬menin, toprak sayesinde mülkiyet sahibine hükmedilmesi karşısında toprak sahibinin egemenliğin batıl inanç karşısında aydınlan¬manın, aile adı karşısında ailenin, kahraman¬ca tembelliğin karşısında sanayinin, ortaçağ imtiyazları karşısında burjuva hukukunun za¬feri. 1648 devrimleri, 17. yüzyılın 16. yüzyıl üstündeki zaferiydi. 1789 devrimi 18. yüzyı¬lın 17. yüzyıl üstündeki zaferiydi. Bu devrim¬ler, gerçekleştikleri yeryüzü parçalarından çok -İngiltere ve Fransa- tüm dünyanın o dö¬nemdeki ihtiyaçlarını ifade ettiler.
Prusya Mart Devrimi’nde, bunlardan eser yoktu.
Şubat Devrimi mutlakıyetçi krallığı ger¬çekte ve burjuva egemenliğini fikir alanında ortadan kaldırmıştı. Prusya Mart Devrimi, mutlakıyetçi krallığı kafada ve burjuva ege¬menliğini gerçekte yaratmakla yükümlüydü. Bir Avrupa devrimi olmaktan çok uzaktı; bir Avrupa devriminin geri kalmış bir ülkeye yansıyan zavallı etkisinden başka bir şey de¬ğildi. Kendi yüzyılının ilerisinde olmak bir yana, yarım yüzyıl gerisindeydi. Başından beri tali idi, ‘fakat tali hastalıkların daha zor iyileştirildikleri ve aynı zamanda bedeni pri¬mitif hastalıklardan daha fazla tahrip ettikleri bilinen bir şeydir. Söz konusu olan, yeni bir toplumun yaratılması değil, Paris’te ölen top¬luma Berlin’de yeniden hayat verilmesiydi. Prusya Mart Devrimi; ulusal, Alman bile değil¬di, başından beri yerel -Prusyalıydı. Viyanalılar, Kasselliler ve Münihliler, yerel ayaklan¬maların her türü yanında koşuyor ve niteliğini tartışılır kılıyordu.
1648 ve 1789, yaratıcılığın zirvesinde ol¬manın sonsuz bilincine sahipken, 1848 Berlin’inin hırsı, bir anakronizm (tarih aykırılığı-çev.) oluşturmaktan ibaretti. Işığı, onun yay¬dığı ışık, sönmelerinin üzerinden 100 bin yıl geçtikten sonra biz dünyalılara ulaşan yıldızlarınkine benziyordu. Prusya Mart Devrimi, her şeyde küçük olduğu gibi, ufak çapta, Av¬rupa için öyle bir yıldızdı. Işığı, çoktan çürü¬müş bir toplumun cesedinin ışığıydı.
Alman burjuvazisinin gelişimi öyle ağır, korkak ve yavaştı ki, tam feodalizme ve mutlakıyete karşı tehdit oluşturacağı anda, kendi¬ni; proletaryanın ve kendilerin (Bürgertum) tüm fraksiyonlarının (bunların çıkar ve fikirleri proletaryaya yakındı) karşısında tehdit unsuru olarak buldu. Arkasında tek bir sınıf bile yoktu, bütün Avrupa, onu, düşmanca karşısında gördü. Prusya burjuvazisi, 1789 Fransız burjuvazisi gibi, modern toplumun bütününü; eski toplum temsilcilerinin, krallı¬ğın ve soyluluğun karşısında temsil eden sınıf değildi. Öyle bir sınıf haline alçaldı ki, tahta karşı olduğu kadar halka da karşıydı, ikisine karşı da muhalefet heveslisiydi, teke tek olunca her bir düşmanı karşısında karar¬sızdı, çünkü ikisini de ya arkasında ya da karşısında görüyordu; baştan beri halka iha¬net etmeye ve eski toplumun taçlı temsilcisiy¬le uzlaşmaya eğilimliydi, çünkü kendisi de eski topluma aitti; yeni bir toplumun çıkarla¬rını eskisine karşı temsil eden değil, eski bir toplumda yenilenmiş çıkarları temsil eden; ardında halk durduğu için değil, aksine halk onu dürtükleyip önüne kattığı için devrimin dümeninde idi; yeni bir toplumsal dönemin inisiyatifini temsil ettiği için değil, tersine sa¬dece eski bir toplumsal dönemin kuyruk acı¬sını temsil ettiği için baştaydı; eski devletin yeni devletin üstünü bir depremle örttüğü kırılmayan bir tabakaydı. Kendine inancı yok, halka inancı yok, yukarıya hırlayan, aşağıya karşı titrek, iki tarafa karşı da bencil ve ben¬cilliğinin bilincinde, muhafazakârlara karşı devrimci, devrimcilere karşı muhafazakâr, kendi sloganlarına karşı güvensiz, fikir yeri¬ne lafebesi, dünya fırtınası tarafından ürkü¬tülmüş ama dünya fırtınasını kendi çıkarına kullanan (hiçbir yöne gitmeyen enerji, her yönde aşırıcılık, orijinal olmadığı için bayağı, bayağılıkta ise orijinal) kendi isteklerinde Ya¬hudi pazarlıkçısı, inisiyatifi yok, kendine inancı yok, halka inancı yok (kendini, dinç bir halkın ilk gençlik hareketlerini, kendi bunak çıkarlarına göre yönetmeye mahkûm olmuş gören lanet bir ihtiyar- Gözsüz! Kulak¬sız! Dişsiz! Her bir şeysiz!). Prusya burjuvazi¬si Mart Devrimi’nden sonra, kendini bu halde Prusya devlet dümeninin başında buldu.
(“Neue Rheinische Zeitung” Nr.l69,15 Aralık 1848]

İTALYA’DA DEVRİMCİ HAREKET

(Marx-Engels Eserler Cilt 6. Dietz Verlag Berlin, 1968 (Almanca Baskı) sf. 77-80)

Köln, 29 Kasım. Nihayet, demokrasinin, altı aylık, neredeyse kesintisiz yenilgilerin¬den sonra, karşıdevrimin bir dizi pervasız za¬ferinden sonra, nihayet, devrimci partinin ya¬kındaki bir zaferinin ilk belirtileri yeniden ortaya çıkmaya başladı. İtalya, ayaklanması¬nın 1848 Avrupa ayaklanmasına uvertür olan, devrilişinin Viyana’nın devrilişine uvertür olan ülke; İtalya ikinci kez ayağa kalkı¬yor. Toskana, demokrat parlamentosunu başa çıkardı ve Roma, kendisininkini henüz fethetti.
Londra, 10 Nisan; Paris, 15 Mayıs ve 25 Haziran; Milano, 6 Ağustos; Viyana, 1 Kasım (1) -bunlar, Avrupa karşıdevriminin dört büyük tarihi, son zafer alaylarında kat ettikleri mesa¬feleri gösteren o dört kilometre taşı.
10 Nisan’da Londra’da, sadece Chartistlerin (2) devrimci iktidarı devrilmedi, aynı za¬manda ilk kez Şubat zaferinin devrimci pro¬pagandası da kırıldı, İngiltere’yi ve modern tarihteki konumunu doğru olarak kavrayan bir kimse, kıtada meydana gelen devrimlerin o an için hiç etki bırakmadan yanından geçip gitmesine şaşırmayacaktır, İngiltere, sanayi¬siyle ve ticaretiyle kıtanın o kalkışan ulusların hepsine egemen olan ve Asya, Amerika ve Avustralya pazarları üstündeki egemenliği sayesinde bu müşterilerine oldukça az bağım¬lı olan ülke; modern burjuva toplumunun çe¬lişkilerinin, burjuvazi ile proletarya arasında¬ki sınıf mücadelelerinin en gelişkin, en doruk noktasına ulaşmış olan ülke, İngiltere; her ül¬keden daha fazla kendine özgü, bağımsız gelişmesine sahiptir, İngiltere’nin, sorunların çözümüne, çelişkilerin ortadan kaldırılması¬na yaklaşmak için geçici kıta hükümetleri gibi el yordamıyla yürümesine ihtiyacı yok¬tur. Çünkü bu, bütün ülkelerin öncesinde, onun mesleğidir. İngiltere, kıtanın devrimini kabul etmez, İngiltere zamanı geldiğinde, kı¬taya devrimi dikte edecektir. Bu, İngilte¬re’nin konumuydu; bu, bu konumun zorunlu sonucuydu. Ve bu nedenle, 10 Nisan’da “düzenin” zaferi tamamıyla açıklanabilir bir şeydi. Fakat “düzenin” bu zaferinin, Şubat ve Mart darbelerine, ilk karşı darbenin, karşı¬devrime her yerde nasıl yeni bir dayanak verdiğini, sözde muhafazakârların, pervasız umutlarla nasıl ağızlarının kulaklarına vardı¬ğını kim hatırlamaz! Bütün Almanya’da, Londralı özel polisin ortaya çıkışını bütün milis teşkilatı tarafından anında örnek alındı¬ğını kim hatırlamaz! Kopan bu hareketin karşı konulamaz olmadığına ilişkin bu ilk ka¬nıtın nasıl bir etki yarattığını kim hatırlamaz!
15 Mayıs, Paris, hemen İngiliz sıkıyöne¬tim polisinin zaferinin eşini sergiler. 10 Nisan devrimci tufanının en dış dalgalarına karşı bir dalgakıran oluşturmuştur; 15 Mayıs, tufanın gücünü, çıkış noktasının kendisinde kırdı. Şubat hareketinin durdurulamaz olma¬dığını 10 Nisan kanıtlamıştı, Paris’teki ihtilal¬ci harekete ket vurulabileceğini 15 Mayıs ka¬nıtladı. Merkezinde yenilgiye uğratılmış devrim, elbette çeperinde de yenilgiye uğratılmalıydı. Ve gün be gün, daha çok Prus¬ya’da ve küçük Alman devletlerinde gerçek¬leştirildi. Ancak devrimci akım, hâlâ Viya¬na’da halkın iki zaferini, ilki yine 15 Mayıs’ta, ikincisi 26 Mayıs’ta (3) olanaklı kıl¬mak için yeterince güçlüydü. Ve yine 15 Mayıs’ta elde edilen, Napoli’deki mutlakçılığın zaferi, taşkınlığı nedeniyle daha çok Paris’teki, düzenin zaferine karşı etkide bu¬lundu. Hâlâ, bir şey eksikti; Paris’te sadece devrimci hareketin yenilmesi yetmezdi, Paris’te silahlı ihtilalcilerin üstünden, yenil¬mezlik büyüsü silinmeliydi; ancak o zaman karşı-devrim rahatlayabilecekti.
Ve bu, Paris’te, 23 Haziran’dan 26 Haziran’a kadar süren dört günlük mücadele so¬nucu gerçekleşti. Dört gün top ateşi ve bari¬katların zapt edilemezliği, silahlı halkın yenilmezliği artık yoktu. Cavaignac; zaferiyle, savaş sanatı yasalarının, sokakta da resmigeçitlerde de, barikatlar karşısında da keşme¬keş ve burçlar karşısında da aşağı yukarı aynı olduğundan başka neyi kanıtlamıştır? Topsuz, mermisiz ve cephane ikmali olma¬dan, 40 bin disiplinsiz silahlı işçinin, 120 bin tecrübeli askerden ve 150 bin ulusal muha¬fızdan oluşan, en iyi ve sayıca en kalabalık topçu birliği ile desteklenmiş ve yeteri kadar cephaneyle donatılmış, organize bir orduya karşı, dört günden daha fazla dayanamayaca¬ğını mı? Cavaignac’ın zaferi; küçük sayının, yedi kat büyük bir sayı tarafından basitçe ezilmesiydi. Kazanılmış zaferlerin, en yüzü kara olanıydı. Ve devasa üstünlüğe rağmen, ne kadar daha fazla kana mal olduysa, o kadar daha fazla yüzü karadır. Yine de, buna rağmen dünya, bu zafere bir mucize gözüyle baktı çünkü üstünlüğün bu zaferi, Paris hal¬kının, Paris barikatının yenilmezlik halesini elinden aldı. Cavaignac’ın üç yüz bini, 40 bin işçi içinde sadece 40 bin işçiyi değil, farkında olmadan Avrupa devrimini de yenmişti. O günden sonra durdurulamazcasına kopan ge¬riciliğin şiddetli saldırısını hepimiz biliyoruz. Artık durdurmak mümkün değildi; muhafazakâr zor; Paris halkını obüslerle, salkım ateşiyle yenmişti ve Paris’te mümkün olanı, her¬hangi başka bir yerde de tekrarlamak mümkündür. Bu kesin yenilgiden sonra, de¬mokrasiye; artık, olabildiğince onurlu bir şe¬kilde geri çekilmekten ve bundan böyle elde tutulamayan basın, halk toplantıları ve parla¬mento mevzilerini adım adım savunmaktan başka bir şey kalmıyordu.
Sonraki büyük darbe, Milano’nun düşü¬şüydü. Radetzky tarafından Milano’nun yeni¬den ele geçirilişi, gerçekten Paris Haziran za¬ferinden sonra, ilk Avrupasal olguyu oluşturuyor. Milano Katedrali’nin burcunda, iki başlı kartalın anlamı sadece tüm İtal¬ya’nın düşüşünü değil; aynı zamanda Avrupa karşıdevriminin yeniden doğuşunun ağırlık noktasını, Avusturya’nın yeniden doğuşunu da simgeliyordu. İtalya yenilgiye uğratılmış ve Avusturya yeniden doğmuştu -karşıdevrim daha ne isterdi ki. Ve Milano’nun düşüşüyle birlikte İtalya’da devrimin enerjisinin bir anda gücünü yitirdiği, Roma’da Mamiani’yi devirdiği, Piyarmont’taki demokratların ye-nildiği bir gerçektir ve hemen Avusturya’daki gerici parti, yeniden başını kaldırdı ve yeni bir cesaretle, merkezinden doğru, Ra-detzky’nin üssünden, tüm eyaletler üstünde entrikalarını örmeye başladı. Ancak şimdi, Jellachich saldırıyı başlatır, ancak şimdi, Avusturya Slavlarıyla birlikte karşıdevrimin büyük ittifakı tamamlanarak doğdu.
Karşı-devrimin lokal zaferler kazandığı ye tek tek eyaletleri ele geçirdiği küçük uvertü¬ründen, Frankfurt yenilgisinden vb. bahset¬miyorum. Bunların lokal, belki ulusal önemi vardır, ama Avrupasal önemi yoktur.
Nihayet 1 Kasım’da Custozza’nın (4) öngününde başlatılan eser tamamlandı: Radetzky Milano’ya nasıl girdiyse, Windischgrâtz ve Jel¬lachich, Viyana’ya öyle girdi. Caviagnac’ın metodu Almanya devriminin en büyük ve en verimli ocağında uygulandı ve de başarıyla. Devrim Viyana’da, Paris’te olduğu gibi kan ve dumanla boğuldu.
Fakat neredeyse öyle görünüyor ki; sanki 1 Kasım zaferi, aynı zamanda, geriye doğru hareketin çark ettiği ve bir krizin başladığı noktayı niteliyor. Viyana kahramanlığını Prusya’da, parça parça tekrarlama denemesi başarılı olmadı; en iyi halde, Ulusal Kurucu Meclisi’ni feshetse bile tahtı, kesin değil, sa¬dece yarım bir zafer bekleyebilir. Ve en azın¬dan Viyana yenilgisinin ilk cesaret kırıcı etki¬si kırıldı. Onu bütün ayrıntılarıyla kopya etmek gibi bir kaba denemeden dolayı kırıl¬dı.
Ve Avrupa’nın kuzeyi, yeniden 1847’nin köleliğine gerisin geriye atıldığı ya da karşı¬devrime karşı ilk ayların kazanımlarını bin-bir güçlükle savunmaya çalıştığı sırada, bir¬den İtalya yeniden ayağa kalkıyor. Livorno, Milano’nun düşüşü dolaysıyla, başarılı bir devrim için kışkırtılan tek İtalyan şehri, Li¬vorno, nihayet demokratik atılımını tüm Toskana’ya duyurdu ve kararlı bir şekilde de¬mokratik bir parlamentoyu başa geçirdi. Bir monarşi altında bugüne kadar gerçekleşmiş olanlardan daha kararlı. Öyle bir parlamento ki ve öyle kararlı ki, bir cumhuriyette böylesi çok az gerçekleşmiştir. Öyle bir parlamento ki, Viyana’nın düşüşü ve Avusturya’nın yeni-den doğuşuna, İtalyan Ulusal Kurucu Meclisi¬ni kurarak yanıt veriyor. Ve bu demokratik parlamentonun İtalya halkının içine saldığı devrimci yangın, alev aldı: Roma halkı, ulu¬sal muhafızları ve ordusuyla tek vücut gibi kalktı, karşıdevrimci parlamentoyu devirdi, demokratik bir parlamento kazandı ve kaza¬nılmış taleplerinin en başında şu geliyordu: İtalyan vatandaşlığı ilkesine göre bir hükü¬met. Bunun anlamı, Guerazzi’nin önerdiği İtalyan anayasasını onaylamaktı.
Piyamont ve Sicilya’nın arkadan geleceği¬ne şüphe yok. Gelecekler, bir önceki yıl gel¬dikleri gibi.
Şimdi? İtalya’nın üç yıl içerisindeki bu ikinci dirilişi, bir önceki gibi, Avrupa demok¬rasisinin yeniden kalkışmasının kızıl şafağı mı olacak? Neredeyse o izlenimi veriyor. Kar¬şıdevrimin potası, taşacak kadar doldu. Fran¬sa, salt Cavaignac ve Marrast’ın iktidarından kurtulabilmek için kendini bir maceracının kollarına atmak üzere Almanya her zaman¬kinden daha fazla dağınık Avusturya bunal¬mış, Prusya iç savaşın öngününde, bütün, Şubat ve Mart’ın bütün illüzyonları tarihin fırtınalı adımı tarafından yerle bir edilmiş durumda. Gerçekten de, halkın karşıdevri¬min yeni zaferlerinden öğreneceği bir şey kalmadı.
Bu son altı ayın derslerini gelecek fırsat¬ta, zamanında ve korkusuzca uygulayabilsin.
(“Neue Rheinische Zeitung” Nr.156, 30 Kasım 1848)

DİPNOTLAR
(1) 10 Nisan 1848’de Londra’da, parlamentoda Halk Fermanı’nın (People’s Charter) kabulüne ilişkin üçüncü bir dilekçe vermek isteyen bir Chartistler gösterisi, ordu ve özel polisin müdahalesiyle dağıtıldı. 15 Mayıs 1848’de burjuva ulusal muhafızların yardımıyla Paris işçilerinin bir eylemine saldırıldı. 25 Haziran 1848’de Paris proletaryasının ayaklanması kanlı bir şekilde bastırıldı. 6 Ağustos 1848’de Milano, Kuzey İtalya’daki ulusal kurtuluş hareketini bastıran Avusturya birliklerince işgal edildi. 1 Kasım 1848’de General Windischgrâtz’in birlikleri Viyana’yı işgal eder.

(2) Chartistler- 1836-1848 arasında İngiliz işçilerin devrimci fakat sosyalist olmayan hareketin temsilcileri. Bunlar Halk Fermanı’nın gerçekleşmesi için mücadele ediyorlardı. Talepleri İngiltere’nin devlet düzeninin demok¬ratikleştirilmesine yönelikti. Chartistler hareketinin önemi üzerine Lento; “İngiltere’nin, dünyaya, ilk gerçek, siyasi olarak gelişmiş yaygın proleter devrimci kitle hareketini… verdiğini” söyledi.

(3) Viyana halkının 15 ve 26 Mayıs’taki zaferleri: 15 Mayıs 1848’de, işçi ve askerlerin 25 Nisan’da Pillersdorf parlamentosunca ilan edilen anayasaya karşı çıkan silahlı çarpışmalarına sahne olur… 26 Mayıs 1848’de devrimci üniversite öğrencilerinin askeri örgütlerinin akademik lejyonu, hükümet tarafın¬dan dağıtılır.

(4) Custozza (Kuzey İtalya) yakınlarında Avusturya ordusu, Radetzky yönetiminde 25 Temmuz 1848’de Sardunya-Lombardo devrimci güçlerini yenilgiye uğratır.

Haziran 1994

Yazılışının Yüzüncü Yılında “HALKIN DOSTLARI” KİMLERDİR? VE SOSYAL DEMOKRATLARA KARŞI NASIL SAVAŞIRLAR? (*)

(“Halkın Dostları” Kimlerdir? Ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Mücadele Ederler? V. 1. Lenin, Çeviren: Vahap S, Erdoğdu, Sol Yayınları, Birinci Baskı: Mart 1976, İkinci Baskı: Ocak 1978, Üçüncü Baskı: Ağustos 1979, Dördüncü Baskı: Mart 1990.)

NARODNİZM VE BOLŞEVİZM
Kuramcıları arasında, Herzen ve Çernişevski gibi, ünlü yazar ve düşünürlerin de bulunduğu Narodnizm, 19. yüzyıl Rusya’sında, devrimci ve kendilerine özgü bir sosyalizm tanımına sahip aydınların hareketi olarak doğdu. “Halkın Dostları” terimi, Narodnikler tarafından, kendilerini tanımlamak için kullanılıyordu. Narodnizm, başlıca karakteristikleri bakımından, küçük köylülüğün demokratik özlemlerini yansıtan bir ideolojiye dayanıyordu ve siyasal mücadelede yöntem olarak da bireysel terörü öne çıkarıyordu. Özellikle 1879’da Voronej’de toplanan Narodnik kongreden sonra doğan ayrılıkta, terörü başlıca amaç halinde benimseyen grup tarafından kurulan Narodnaya Volia (Halkın iradesi) örgütü, Çar II. Aleksandr’ı öldürmesiyle ünlendi. Voronej kongresinde, terörü zorunlu olmayan bir araç olarak tanımlayan ve siyasi mücadeleyi başka yöntemlerle de sürdürmeyi öneren “ılımlı” grup içinde yer alan, Plehanov, Axelrod, Vera Zasuliç gibi önderler, sonradan Marksizm’e yöneldiler ve Rusya’da ilk Marksist grup olan Emeğin Kurtuluşu Grubu’nun kurucuları arasında yer aldılar.
Herzen ve Çernişevski, Rusya’daki köylü komün topluluklarının, arada kapitalizmi yaşamaksızın sosyalizme geçiş için olanak taşıdığını düşünüyorlardı. Daha sonra; Bakunin, Tçarov ve Lavrov gibi ideolog ve önderlerin elinde bu görüş, kapitalizmin tarihsel bakımdan hiçbir ilerici özelliği bulunmadığını ileri sürmeye kadar götürüldü. Toplumsal hareketi tarihsel zorunluluk kavramı açısından ele alan Çernişevski’nin aksine, sonraki Narodnikler, tarihsel süreçlerde, bilinçli bir aydın azınlığın eyleminin belirleyici olduğu düşüncesini savunmaya başladılar. Diğer yandan, aralarında Mihaylovski, Vorontsov, Yuzakov gibi kimi aydınların bulunduğu bir grup Narodnik, reformist ve liberal bir popülizmi savunarak, Marksizm’e karşı cepheden saldırıya geçtiler. Narodnizmin bu kanadı, diğerlerinden, farklı olarak, Rusya’nın kapitalist evrim momentinden geçeceğini kabul ediyor, fakat bunun için de bir “halk üretimi”nin örgütlenmesi biçimindeki gerici ütopyayı savunuyorlardı. 1905 devriminden sonra, Narodnik hareket, değişik parti ve örgütler halinde devam etti. Son Narodnik parti, Sosyal Devrimciler Partisi, 1917 Sovyet Devrimi öncesinde, özellikle köylüler arasında geniş bir etkiye sahip bulunuyordu. Partinin sağ kanat lideri Kerenski, liberal burjuvazinin karşıdevrimci hükümetinde başbakanlık yaparken, sol kanat Sosyal Devrimciler, Bolşeviklerle birlikte hareket ettiler ve devrimden sonra kurulan hükümette yer aldılar. Temmuz 1918’de bir grup Sosyal Devrimci, Brest Litovsk antlaşmasını bahane ederek, Sovyet hükümetine karşı silahlı bir ayaklanma düzenledi. Ayaklanma bastırıldı ve Sovyetler 5. Kongresi, mensuplarının hareketini onaylayan Sosyal Devrimcilerin, Sovyetlerden çıkarılması kararını verdi. Bunun üzerine genel bir silahlı ayaklanma örgütlemeye girişen Sosyal Devrimci Parti kapatıldı ve ayaklanmaya katılanlar tutuklandı. Partinin sol kanadına mensup pek çok devrimci, bu olaydan sonra Bolşevik Partisi’ne geçtiler.

NARODNİZMİN MARKSİZM AÇISINDAN ELEŞTİRİSİ
Bu tarihsel özet; sosyalizmin genel hedefleri ve bilimsel sosyalizmin teorisiyle, “Halkçı” küçük burjuva devrimciliğinin yalpalayan çizgisinin yer yer ve özel koşullarda kesişir gibi göründüğü anların bulunduğunu göstermektedir. Lenin, Rusya’da Marksizm’in tanınmasının ve gelişmesinin ilk yıllarında, bu küçük burjuva akımın devrimcilikle reformizm ve Marksizm’le liberalizm arasında zikzaklar çizen ve yer yer Marksizm’e özgü analiz ve ifade biçimlerini kullanarak bulanıklığı artıran özelliğini dikkate alarak, Narodnizmle kesin ve kökten bir ayrım çizgisi çizme gereğini duydu. Aynı zamanda, aydınlar, işçiler ve köylüler arasında, belli bir etkisi ve gücü olan bu akımı, etkisizleştirerek onun harcadığı kitlesel potansiyeli Marksizm’e kazanmak gibi bir düşüncesi de vardı. “Halkın Dostları Kimlerdir?” başlıklı broşür, bu ihtiyaç ve tasarının bir ürünü olarak ortaya çıktı. Ne var ki, bu eserin işlevi, yalnızca dönemin pratik ihtiyaçlarına cevap vermekle sınırlı kalmadı. Tarihin idealist-metafizik tarzda yorumlanmasıyla bunun bir siyasal eylem planının temeli halinde ele alınmasıyla karşılaşılan her durumda ve her ülkede, “Halkın Dostları Kimlerdir?”, Lenin’in, Rusya’daki Marksist hareket içinde etkili bir biçimde yer almaya başladıktan sonra kaleme aldığı ilk yazıların bütün temel özelliklerini taşır: Esas olarak, Marksizm’in temel tezlerinin Rus toplumuna uygulanmasının koşullarının ve ilkesel temellerinin araştırılması, Marksizm’le işçi sınıfı hareketinin birleşmesinin önündeki engellerin saptanması ve bunların aşılma yollarının incelenmesi, Marksizm’in, burjuva ve küçük burjuva akımlar karşısında teorik bakımdan savunulması ve geliştirilmesi… Özellikle, Rus devrimci hareketinin ve sosyalist akımların başlıca kaynağı durumunda bulunan Narodnizmin eleştirel bir çözümlemesinin yapılması,   Rusya’da devrimci sınıf mücadelesinin doğru bir teorik çerçeveye oturtulması için olduğu kadar, bir proletarya partisinin inşa edilmesi için de önemli bir başlangıç noktasını oluşturuyordu. Denilebilir ki, Lenin bakımından bu dönemde Narodnizme karşı mücadele, “kavranacak halka” özelliği gösteriyordu. Narodnikler, Marksizm’i, Rusya’nın geleneksel yapısına yabancı ve hareketin ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak bir teori olarak görüyorlar, bununla işçi sınıfının ve gelişmekte olan kapitalizmin devrimci özelliklerini göremeyişleri bir tutarlılık arz ediyordu. Şu halde, Narodnizme karşı Marksizm’i savunmak tek başına bir alışma biçimi olarak kalamazdı: Lenin, bunun, Rusya’nın sosyoekonomik koşullarını ve tarihsel eğilimlerini somut olarak tahlil eden bir dizi çalışma içinde sınıf mücadelesinin bütün alanlarını kucaklayan bir bütünlükle yapılması gerektiğini gördü. “Halkın Dostları Kimlerdir?” başlıklı çalışmanın ardından, 1894’ün sonlarında “Narodnizmin Ekonomik İçeriği ve Onun Bay Struve’nin Kitabındaki Eleştirisi”ni, yazdı; bunu 1897’de yazdığı “Ekonomik Romantizmin Bir Tanımlaması” başlıklı eleştiri izledi. Hemen ardından da, en önemli eserlerinden birisi olan ve Narodniklere karşı bir tartışma içeriği taşıyan, Rusya’nın ekonomik gelişmesini Marksizm açısından inceleyen “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi”ni tamamladı. Bu sistemli ve kapsamlı çalışma çizelgesi gösteriyor ki, Lenin açısından, Marksizm’i herhangi bir akıma karşı savunmak, aynı zamanda, örgütlenme ve mücadele alanında da onu bir eylem kılavuzu olarak başarıyla kullanmakla birlikte yürütmek anlamına geliyordu. “Halkın Dostları Kimlerdir?” başlıklı broşür, bir yandan Lenin’in, Narodnik hareket içinde ortaya çıkan reformist liberalizme karşı mücadelesinin temel taşlarından birini oluştururken, diğer yandan da Narodnizmin taşıdığına inandığı “değerli demokratik öz”ü açığa çıkarmak ve Bolşevik çalışma tarzının geliştirilmesi için de bir kaynak olarak işlemek çabası için dayanak noktası teşkil etti.

“HALKIN DOSTLARI”NIN İÇERİĞİ
” ‘Halkın Dostları’ Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?”, 1894 yılında, Lenin’in Samara’da bulunduğu dönemde yazılmıştır ve aynı dönem içinde, Narodnizme karşı yazdığı diğer makaleler arasında bu, başlıca özellikleri en net biçimde ve giderek sertleşen bir üslup içinde ortaya koyan eserdir.
Burada Lenin, önce diyalektik ve tarihsel materyalizmin, Narodnikler tarafından çarpıtılmasının ve sözde eleştirilmesinin dayandığı temelleri ortaya koyarak, özellikle tarihin maddeci tarzda kavranmasının Marksizm bakımından ne anlama geldiğini gösterir. Eserin bu ilk bölümü, Marksizm’in doğuşundan bu yana karşılaştığı hemen hemen bütün burjuva eleştirilerin ve çarpıtmaların ortak özelliği olan bir nokta üzerinde yoğunlaşır: Narodnikler, Marksizm’in bir “ekonomik materyalizm” olduğunu ileri sürmektedirler ve Marx’ın, “her şeyi ekonomiyle açıklamaya çalıştığını” fakat, “bunda başarılı olamadığını” iddia ederek, onu bu açıdan eleştirmeye çalışırlar. Lenin, tarihsel materyalizmle, mekanik maddecilik arasındaki derin ayrımı koyarken, Marksist tarih anlayışını ve bu teoride ekonomi kavramının yerini açıklar.
Narodniklerin bir diğer iddiası, Marksizm’in, tek yönlü, sınırlı ve bu yüzden de hayatın bütününü ve tarihin kapitalizm dışında kalan toplumsal örgütlenme biçimlerini açıklamakta yetersiz kaldığı yolundadır. Lenin, Marksizm’in, toplumsal yaşamın yalnızca ekonomik açıdan değil, her yönüyle tahlil edilmesi gerektiğinin ilk kez ve açık bir tarzda Marksizm tarafından sistemleştirildiğini göstererek bu iddiayı yanıtlar. Materyalist tarih görüşünün kapsamlı bir yorumunu ve çarpıtmalara ve yanlış anlamalara karşı net bir açıklamasını içeren bu bölümde, yalnızca Narodniklere yanıt verilmiş olmaz, Marksizm’i kulaktan dolma öğrenmiş ve “ekonominin belirleyici olduğu” formülünü ezberlemekle her şeyi çözebileceğini sanan pek çok devrimci de uyarılır. Lenin’in deyişiyle “Materyalistler (Marksistler), toplumsal yaşamın yalnızca ekonomik değil, tüm yönlerini tahlil etmek gerektiğini öne süren ilk sosyalistlerdir.”
Lenin, Narodnik teorisyen Mihaylovski’nin Marx’ı “Hegelci şemaları uygulamaya çalışmakla” eleştirmesi karşısında da, diyalektik materyalizmle Hegelcilik arasındaki farklılığı ve özellikle Hegel’in üçlüler aracılığıyla kurduğu evren şeması ile Marx’ın yöntemi arasındaki derin farklılığı gösterir. Mihaylovski, basitçe, Marx’ın da, “tez-antitez-sentez” biçimindeki kalıbı, her olguyu açıklamak için kullandığını ileri sürmektedir. Lenin, bu görüşün tümüyle Dühring’ten alındığını gösterir ve Dühring’e karşı Engels’in eleştirilerini hatırlatır.
“Halkın Dostları Kimlerdir?”, yalnızca diyalektik ve tarihsel materyalizmi açıklamakla sınırlı bir eser değildir. Burada Lenin, aynı zamanda, Marx’ın temel eseri olan Kapital’in başlıca özelliklerini de ele alarak, bu eksende hem teorinin temel taşlarını yorumlar ve açıklar, hem de Kapital’in bilimsel içeriğinin, sınıf mücadelesi teorisine ve devrimci politikaya nasıl bağlanacağının parlak bir örneğini verir. Bu bakımdan bu eser, Marksizm’i incelemeye başlayanlar için, Kapital’in anlaşılması ve yorumlanması için giriş özellikleri taşıyan bölümler de içermektedir.
Narodnik teorisyenin, Marksizm’e yönelttiği genel saldırıyı cevaplandırdıktan sonra Lenin, özel olarak Rus Marksistleriyle Narodnikler arasındaki Rusya’ya özgü sorunların tartışılmasına geçer. Bu bölümde, Rusya’nın sosyoekonomik ve tarihsel özellikleriyle Narodniklerin bunları araştırma ve yorumlama tarzlarını eleştiren Lenin, temel farklılığı şu sözlerle belirtir: “Rus Marksistleri, daha önceki sosyalistlerin öznel yöntemlerinin bir eleştirisiyle işe başladılar. Yalnızca sömürü olgusunu belirtmek ve mahkûm etmekle yetinmeyerek, onu açıklamak istediler.” Gerçekten, Marksizm öncesi sosyalist eğilimler, sömürüyü ahlaki ve çıplak yoksulluğa ilişkin görünüşleri bakımından ele almış ve onu yalnızca şiddetle mahkûm etmekle yetinmişlerdi. Oysa Lenin, bunun, sınıf mücadelesi perspektifinden ele alınıp bütün tarihsel kökleriyle birlikte açıklanması gerektiğini düşünmektedir. Lenin için sorun, sosyalist sistemi kurmak için, yığınların eyleme nasıl çekileceğidir. Bu soruyu doğru bir biçimde yanıtlayabilmek için, sömürüyü kötülemek yetmez: Bu sorunun cevabı, Rusya’daki toplumsal güçler gruplaşmasının ve Rus gerçekliğinin özünü oluşturan sınıf savaşının anlaşılmasında yatmaktadır. Bu noktada Lenin, daha sonraki çalışmalarında tam bir bütünlüğe kavuşturacağı temel tezlerini özetler. Rusya’da kapitalizmin gelişmesinin özellikleri, proletaryanın tarihsel süreçte ve güncel ilişkiler içindeki yeri, Rusya’da kapitalizmin gelişmesinin yol açacağı oluşumlar ve bunlar karşısında izlenecek yol üzerine, Marksizm’in görüşlerini açıklar. Böylece, Narodniklerin, tarihin nesnel ilerleyiş yasaları karşısındaki gerici, ütopik ve idealist görüşleriyle, Marksistlerin “tarihin nesnel yasaları”, “toplumsal evrim ve devrim” kavramları hakkındaki görüşlerinin bîr açıklamasını verir. Lenin’in burada ileri sürdüğü tezler, gerek karşı tarafın çarpıtmalarının “evrensel içeriğini” göstermesi bakımından, gerekse, sosyo-tarihsel süreçlerin analizinin sınıf mücadelesi bakımından taşıdığı önemi sergilemesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Küçük burjuva idealist toplum ve tarih anlayışının “bütün zamanlarda ve bütün ülkelerde” değişmeden kalan gerici bir içeriği vardır. Bu anlamda, bu çarpık görüşler “evrensel” bir özellik taşımaktadır. Fakat Lenin’in eleştirileri ve tarihin nesnel süreçleriyle sınıf mücadelesinin teorisi ve pratiği arasındaki ilişkileri gösteren yorum ve açıklamaları ise, proletarya hareketinin gerçekten bütün ülkelerde ve bütün zamanlarda geçerli kalacak ilkelerini açıklamak bakımından gerçekten evrensel bir içerik taşımaktadır.

ESERİN GÜNÜMÜZDEKİ ÖNEMİ
“Halkın Dostları”, her şeyden önce, Marksizm’i klasik kaynaklarından incelemek ve öğrenmek isteyen herkes için temel başlangıç noktalarından biridir. Gerek polemikçi üslubun bir gereği olarak kullanılan açık ve kesin anlatım tarzıyla, gerekse tartışılan konuların ilkesel başlangıç noktaları özelliği taşıması dolayısıyla, eser, devrimci eğitim sürecinde ilk incelenecek eserlerden biri olma özelliğini taşımaktadır.
Bunun yanı sıra, okuyucu, Lenin’in tartıştığı ve kesin bir biçimde yere vurduğu burjuva tezlerin, Marksizm’e karşı bugün de yöneltilmeye devam eden eleştirilerin ta kendisi olduğunu görecektir. Bu çok ilginç özellik, burjuva düşünce dünyasının sınırlarını gösterir. “Halkın Dostları…”nın yazılışının üzerinden tam yüz yıl geçmiştir. Fakat Marksizm’e karşı burjuva düşüncesinin ileri sürdüğü tezlerde en küçük bir gelişme yoktur. Başta Lenin olmak üzere, Marksistler, burjuvazinin sözcülerinin (Bay Dühring’ten başlayarak) yaklaşık 130 yıldır tekrarlayıp durdukları aynı içi boş eleştirileri defalarca geçersiz kılmış olmalarına karşın, her defasında, eski ve eskimiş sözler, yeni bir keşifmiş gibi ortaya atılmaktadır. Bugün de, Marksizm’in “ekonomiyi başlıca belirleyici olarak ileri sürmekle tek yanlılığa düştüğü”, “diyalektiğin toplumsal olayları açıklayamadığı”, “Marx’ın yeni bir görüş geliştirmeyip Hegel’i kopya ettiği” veya “Marx’ta Hegelci idealizmin etkilerinin belirleyici olduğu” vb. vb. gibi sözde eleştiriler, tekrarlanıp duruyor. Lenin, bütün bu bilimdışı bir yöntemle türetilmiş görüşlerin, Marksizm’in gerçek içeriğine değil, onun çarpıtılmış ve içeriği boşaltılmış sözde bir yorumuna ait olabileceğini anlatırken, burjuva eleştiri yönteminin de temel özelliklerini sergilemektedir. Bu yöntemin özü, Marksizm’i, olduğundan bir başka kılığa sokmak, saçma ve tutarsız bir söz kalabalığı halinde göstermek ve sonra bu ucubeyi eleştirmektir. Öyleyse, “Halkın Dostları Kimlerdir?”, bugün de, irili ufaklı, ciddi, ya da komik, bir dizi burjuva ideologun “yeni ve parlak” gibi görünen paslı, çürük tezlerine karşı yüz yıl öncesinden verilmiş bir cevaptır.
“Halkın Dostları…”, ayrıca, Lenin’in araştırma ve polemik tarzının incelenip anlaşılması bakımından da büyük önem taşımaktadır. Lenin literatürünün ilk ürünlerinden biri olmasına karşın, onun sonraki bütün eserlerinde de devam edecek olan net ihtilalci çizginin bütün temel karakteristikleri bu eserde bulunabilir.

Haziran 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑