Lenin – Stalin: Kopuş Ya Da Süreklilik

“Günümüzün Işığında Leninizm” başlığı altında BİLAR bünyesinde gerçekleştirilen tartışmalarda, Aydın Çubukçu’nun yaptığı ilk konuşmayı geçen sayımızda yayınlamıştık. Bu sayımızda da Aydın Çubukçu’nun Saruhan Oluç’la birlikte katıldığı Lenin-Stalin ilişkisini konu alan oturumda yaptığı konuşmayı ve sorulara verdiği yanıtlan yayınlıyoruz.

Bugünkü tartışmanın başlığı Lenin ve Stalin olarak saptanmıştı. Tartışmayı bu şekilde adlandırmak bile daha önce tartıştığımız birçok konuyu kendisine referans alan bir tartışma ile karşılaşacağımıza dair bir ön bildirim sayılmalıdır. Aslında ne Saruhan’ın söyledikleri yeni şeylerdir ne de benim söyleyeceklerim yeni şeyler olacaktır. Dolayısıyla tartışma diye beklediğimiz şey, herhangi bir sonuçlandırmaya yönelik bir gelişme göstermeyecektir. Saruhan bildiğimiz, okuduğumuz, yıllardır söylenen şeyleri tekrarladı, ben de bundan daha farklı bir şey yapmayacağım.
Şuradan başlamak istiyorum: Lenin ve Stalin arasında, onların ayrı düzlemlere düştüğünü göstermeye yönelik farklılıklar tespit etmeye çalışmak, Lenin’in farklı dönemlerdeki tavırları arasında bir farklılık gören bir anlayışın uzantısı olarak ortaya çıkıyor bence. Gerçi Saruhan kendisini Troçkist olarak tanımlamıyor ama, daha çok burada Troçkist literatür içinde şekillenmiş iddiaları ileri sürdü ya da onların karşısında Marksizm-Leninizm’in savunduğu görüşleri eleştirdi.
Bir iddiadan başlamak istiyorum: Çok geçerli kabul edilen ve çok tekrarlanan bir Troçkist tez vardır. Buna göre, Lenin, “İki Taktik”te yazdığı görüşleri “Nisan Tezleri”nde reddetmiştir. Kökten bir değişikliğe uğramıştır Lenin’in görüşleri; İki Taktik’te ileri sürdüklerinden tamamen farklı politik tezlere ulaşmıştır Nisan Tezleri’nde… Bu da şuna bağlanır; Troçki zaten ta 1905ten beri bunları söylüyordu; Lenin 12 yıllık bir gecikme ile Troçki’nin söylediklerine geldi! Bu troçkist iddia, 1905 Devrimi sırasında Lenin’in önerdiği iktidar biçimi ile 1917’de önerdiği ve doğrudan doğruya bir eylem programı olarak ortaya attığı iktidar biçimi arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Aslında, nasıl gözden kaçar, nasıl bu kadar sık tekrarlanan bir iddia olarak yaşamaya devam eder, çok kolay anlayamıyorum ama Nisan Tezleri’nin dikkatle okunması bile böyle bir kökten değişikliğin olmadığını gösterecek kadar açıktır. Lenin, İki Taktik’te proletarya ve köylülerin demokratik devrimi sloganını atar. Nisan Tezleri’nde ise artık bir proletarya diktatörlüğü önermektedir. İki görüş arasında açık bir farklılık var. Ama bunun, Lenin’in düşüncelerindeki kökten bir değişiklik olmadığına, doğrudan doğruya Rus devriminin koşullarındaki bir değişiklik olduğuna dair kendisinin açık beyanları vardır. Der ki örneğin, “proletarya ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı sloganında ısrar eden “Eski Bolşevikler”, içinde bulunduğumuz koşulları göz önünde tutmaksızın aynı şeyi tekrarlamakla, hata ediyorlar. Yaşamın gerisinde kalıyorlar. Çünkü proletarya ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı Rus devriminde daha önceden belli bir biçimde ve belli bir noktaya kadar gerçekleşmiş bulunuyor.” Bunun ne tarzda gerçekleştiği, hangi ölçülerde ve nereye kadar bu sloganı eskitecek politik, kültürel değişmeler yaşandığı ayrı bir tartışmanın konusu olabilir belki, ama sadece bu bile, “Lenin’in düşüncelerinde kökten bir değişikliği” değil, Rus devriminin koşullarının somut bir değişimiyle ortaya çıkmış bir taktik değişikliği gösterdiği için bence yeterlidir. Lenin’i kendi içinde böyle derin kopuş dönemlerine ayırmak noktasına gelebilen bir anlayışın, Stalin ile Lenin arasında da uçurumsal olarak nitelenebilecek kopuşlar bulmasının neye dayandığını belki daha iyi açıklar diye verdim bu örneği.
Gelelim Lenin ile Stalin arasında varlığı iddia edilen farklılıklara, kopuşlara… Biz hiçbir zaman Stalinizm deyimini kullanmadık. Ama Stalinizm deyimini, hem de bir yüceltme aracı olarak kullananlardan birisini söyleyebilirim size. Saruhan’ın başta kendisinden söz ettiği bir kişi; Lukacs! Lukacs, Stalin döneminde önemli görevlerde bulunduğu enternasyonal içinde yazdığı kimi yazılarda, Leninizm-Stalinizm deyimini kullanmıştır. Leninist-Stalinist devrim, Leninist-Stalinist parti anlayışı gibi deyimler doğrudan doğruya Lukacs’a aittir. Belirsiz bir adam, çok da hoşlanmadığım bir insan. Ama Stalin’i gerçekten devrimci komünist bir önder, Bolşevizm’in bir militanı olarak benimseyenler bu deyimi kullanmamışlardır. Eğer bir Stalinizmden söz edilecekse ancak şu anlamda belki kullanılabilir: Tek ülkede sosyalizmi inşa etmek, kapitalist emperyalist kuşatma altında elde edilmiş mevzileri korumak bakımından geliştirilen ve yürürlüğe konulan Leninist taktik ve strateji bütünü. Stalin, Leninizm’i emperyalizm çağının Marksizm’i olarak tanımlamıştı. Ama biz Stalinizmi bundan hareket ederek tek ülkede sosyalizmin inşasının Leninizm’i diye tanımlamaya düşmemeliyiz. Böyle bir şey söz konusu olmamalı. Stalinizm diye bir deyimi bu bakımdan Lenin’den köklü bir kopuşu, ya da Lenin’den farklı bir çağda ve farklı koşullarda mücadele eden bir devrimcinin sistemleşmiş görüşlerini adlandırmak üzere kullanmayı bu bakımdan yanlış buluyoruz.
Aslında Saruhan’ın saydığı pek çok örneğin hangi koşullarda, neden, hangi ihtiyaçlardan doğduğunu düşünmezsek, Lenin ile Stalin arasında gerçekten çok büyük bir kopukluk bulunduğuna inanırız. Her şey doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’nde devrimin gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra önce Almanya’da sonra da Avrupa’da birbiri ardına proletarya devrimlerinin gerçekleşeceği beklentisinin boşa çıkmasıyla başlar. O zamana kadar Sovyetler Birliği KP’ye egemen olan strateji ve taktik anlayışı ve Komünist Enternasyonal’e egemen olan mücadele anlayışı bu beklentiyle çok yakından ilişkilidir. Fakat devrim gelmiyor. Sovyetler Birliği proletaryasının ve partinin önünde apaçık bir tercih olarak ya devrimi elde ettiği coğrafya üzerinde sürdürmek, derinleştirmek ve sosyalizmi inşa etmek ya da Avrupa devriminin olabilmesi için kendisi ne kadar katkıda bulunabilecekse bunu yapmak duruyordu. Yani kendi iç inşasından taviz vermek, kendi enerjisini bir başka yere harcamak gibi bir tercih olacaktı. Hiç kimse bu günden bakınca dünya devrimi olanaklarının önemli ölçüde kaybolduğu bir zamanda Sovyet proletaryasını kendi ülkesine kapandığı suçlamasıyla karşı karşıya bırakamaz sanıyorum. Bu bir zorunluluktu. Ele geçirilmiş bir iktidar, ele geçirilmiş bir ülke, işçi sınıfı tarafından ele geçirilmiş bir ülke vardı. Burada sosyalizmi inşa etmekten daha mantıklı, daha gerekli, daha zorunlu herhangi bir şey kuşkusuz olamazdı. Ve sonra her şey bunun arkasından geliyor. Artık dünyadaki tek sosyalist ülke olan Sovyetler Birliği’nin çıkarlarıyla dünya proletaryasının çıkarları gerçekten özdeşleşiyor. Sovyetler Birliği’nin kaybedilmesi kazanılmış bu tek devrimci mevziinin ortadan kalkması dünya proletaryasının bütün umutlarının yıkılması, kendisini böyle bir devrime hazırlayan proletaryanın bütün örgütlerinin anlamsızlaşması gibi bir sonuç verecekti. Bunu hem Sovyet proletaryası anlamıştır, hem de Avrupa proletaryası gerçekten derinden anlamıştır. İlerde, daha sonraki dönemlerde buna karşı muhalefet politikaları geliştiği zaman, Avrupa KP’leri içinde tek ülkede sosyalizm kavramına bağlı olarak şekillenen, sosyalist anavatanın çıkarlarının savunulması, sosyalizmin tek ülkede inşa edilmesinin getirdiği fedakârlıkların göğüslenmesi problemi karşısında, çok sınırlı entelektüel karşı çıkışlar dışında, partiler bütünlüklerini muhafaza etmişlerdir. Bu belki Troçkistler tarafından Sovyet gizli polisinin baskısı, Stalin heyulasının dehşeti, vb. gerekçelerle açıklanabilir görünüyor; ama hiç bir şey bu kadar uzun süre korkuyla ve baskıyla bir proletarya partisine, bir devrimci partiye böylesine kabul ettirilmez. Bunu bir anlama düzeyi olarak kabul etmek gerekiyor.
Dünya proletaryasının, Sovyet proletaryasının sosyalizmi inşa çabasını anladığını, bunun için kendisinin üstüne düşen görevleri anladığını ve bunu kabul ettiğini görmek gerekiyor diye düşünüyorum. Sovyetler Birliği KP’sinin Ekim Devrimi’nden gelen, bununla da kalmayıp sosyalist inşa süreci ile de pekişen büyük bir prestij ve otoritesi vardı. Yalnızca teorinin değil, devrimci pratiğin de engin deneyimini elinde tutan büyük bir parti idi. Kuşkusuz böyle bir partinin görüşlerinin diğer ülkelerin partileri tarafından kolay kolay tartışılması düşünülemezdi. Bunun güçlü muhalefet akımlarının doğuşuna bir engel teşkil ettiğini, diğer komünist partilerin SBKP’nin tavrını onaylamasında bir avantaj teşkil ettiğini kabul etmek gerekir. Ama buna dayanarak, boydan boya her ülkenin proletaryasının kendi devriminden vazgeçmek üzere Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına teslim olacağını, bunun da yalnızca “Stalin bürokrasisinin baskısıyla” gerçekleşebileceğini iddia etmeyi, dönemin karalanmasına yönelik çabaların bir ifadesi olarak görüyorum.
SB’nin doğusuyla birlikte dünyada başlıca temel çelişmelere, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki çelişmenin ifadesi olarak, Sovyetler Birliği ile emperyalist-kapitalist ülkeler arasındaki çelişme ortaya çıkmıştır. Bu çelişme ne Stalin’in bir uydurmasıdır, ne de günün politik gereklerinin, öne çıkardığı abartılmış bir çelişmedir. Aksine bütün dünya burjuvazisi, Sovyetler Birliği’ni, sosyalist bir işçi devletinin gerçekleşebilir olduğuna dair tek somut kanıt olarak görüyorlar ve onu yok etmek, onun yaratacağı sınıf mücadelesi boyutlarını önlemek için son derece ciddi bir çaba gösteriyorlardı. Bu, sınıf muadelesinde, dünya çapında iki kampın doğmuş olmasına karşılık düşüyordu ve gerçekten emperyalistlerin ciddiye aldığı kadar proletaryanın da ciddiye almasını gerektiren gerçek bir çelişmeydi. Sovyetler Birliği’nde somutlanan şeyler, proletarya mücadelesinin bütün tarihi boyunca elde ettiği deneylerin, mücadele araçlarının geliştirilmesinin ve bir devlet olarak örgütlenmiş proletaryanın yapabileceklerine dair işaretlerin ifadesiydi. Daha devrimin ilk yılarından başlayarak, Sovyet devriminin bastırılması, öldürülmesi, Sovyet devletinin ortadan kaldırılması, başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere -o zaman dünyaya hükmeden süper oydu- bütün emperyalistlerin, bütün burjuva devletlerin temel sorunuydu. Bu yok edilmeliydi. Yok, edilemiyorsa bir biçimde etkileri sınırlandırılmalı, etkisi kendi ülkelerine sıçramayacak boyutlarda düşürülmeliydi. Basit bir şey değil. Devletlerden ve dünya egemenliğinden, emperyalist devletlerden söz ediyoruz. Dünyayı tek bir ekonominin zincirleriyle birleştirmeye girişen kapitalist sistemin devletler düzeyinde ifade edilmiş gücünden söz ediyoruz. Bunun karşısında da sosyalizmi inşa etmeye yönelmiş bir işçi devletinden, bir proletarya diktatörlüğünden söz ediyoruz. Her şeyin buna göre belirlendiği andan itibaren de, politika, teorinin öngördüğü pek çok şeyi gerçekleştiremez hale gelebilir. Teori daima en genel ilkeleri evrensel ölçekte ifade edilebilecek ilişkileri ve bunların olası sonuçlarını ortaya koyar. Ama özel olarak, zaten teoride çok fazla öngörülmemiş bir durum olarak ortaya çıkan “tek ülkede sosyalizm” olgusunun dünya çapındaki sorunlarıyla ilgili herhangi bir öngörüde bulunulması zaten beklenemezdi. Politika yapmak için böyle bir ortamda, belli güçleri, belli araçları, belli bir sırayla kullanmak, düşmanın güçlerini mümkün olduğu kadar bölerek onlar arasındaki çelişmelerden yararlanmak, kendi varlığını esas alan bir mücadeleyi sürdürmek gerekmektedir. Örneğin Brest-Litovsk anlaşmasına karşı çıkışın temelinde de gene teorik, bir anlamda vicdani, kültürel pek çok kaynak bulunabilir; ama orada o politikanın pek çok bedel ödenerek uygulanmasını gerektiren koşulları saptamış olmak ve bunun her şeye rağmen yapılmasının gerektiğini görerek, o günün ilişkilerinin bir değerlendirmesini yaparak sonuna kadar kararlılıkla uygulamak, devrimci tarzda politika yapmanın sonucudur. Uzun vadeli çıkarlar, günlük ilişkiler, mücadele eden gerçek güçler, belirli bir politikanın, belirli bir taktiğin uygulanmasında belirleyici bir rol oynarlar. Bunları hesaba katmayan, bunlarla teoriyi karşı karşıya koyan bir anlayışın ciddi olarak sınıf mücadelesinin herhangi bir alanında politika üretmesi mümkün değildir zaten. Sınıf mücadelesini yürüten kurmay, gerek bir ülke içindeki koşullar bakımından, gerekse dünya çapında koşullar açısından düşünülen somut bir analize dayanması, araçların ve karşı karşıya gelen güçlerin ciddi bir ölçümünü ortaya koyması ilk şarttır. O çağda “tek ülkede sosyalizm” hedefini ortaya koymuş ve dünyanın geriye kalan bütün kısmını devletler düzeyinde karşısına almış bir işçi sınıfının, gerçekten dünya proletaryasının çıkarlarını temsil edip etmediği, bence tartışma götürür bir şey değildir. Eğer bir dünya devrimi olanağı yakın zamanda görülmüyorsa, Sovyet devletinin çıkarlarını bir ülkedeki devrimin çıkarlarına feda etmesi Stalin’den beklenemezdi. İspanya’da ihanet edildi dedi, Saruhan. Sovyetler Birliği, pek çok şeyi göze alarak en geniş yardımı yapmıştır İspanya devrimine. Bir başka Troçkist iddia ise, İspanya devrimine yapılan silah yardımının, maddi yardımların, teknik düzeydeki uzman yardımlarının, aslında İspanya’daki KP iktidarını sağlamlaştırmak gibi bir amacı olduğunu ileri sürer. Bir yanda “İspanya devrimine yardım edilmedi, ihanet edildi” gibi bir iddia vardır, bir yandan da “yapılan bu büyük yardımlar doğrudan doğruya İspanya’daki KP’nin anarşistlere, troçkistlere, ‘sosyalistler’e karşı iktidarını güçlendirmek için yapılmıştır” gibi bir iddia var… Aslında İspanya’da devrimin nasıl mümkün olacağına dair kararı verecek olanlar, doğrudan doğruya yalnızca İspanya’nın iç güçleri değildir.
Yunanistan’da da öyle değildi. Dünyanın diğer bölgelerinde de, o çapta devrimci bir iktidar sorununu halledebilmek, her ülkenin tek başına altından kalkabileceği bir sorun olmaktan çoktan çıkmıştı. İspanya’yı belirleyen, hemen öngünün-de yaşanan ikinci büyük savaş koşullarıydı. Ve böyle bir ortamda İspanya’da yapılabilecek olanların azamisi yapılmıştır. İspanya’da sosyalist devrimin başarılamaması, Dünya Savaşı öncesinde ve o süreçte Nazizme karşı, faşizme karşı direnen, savaşan, onun, alt edilmesi için baş rolü oynayan komünist partilerin, sonunda devrimden uzaklaşmaları, devrimi başaramamaları ve iktidarı burjuvazilerine teslim etmeleri karşısında duyulan vicdani durumu, politik kültür çerçevesinde değerlendirmek doğru olur gibime geliyor. O süreçlerden sonra bütün o partiler kendi durumlarının anlaşılabilir açıklamalarını yapmışlardır. Ama duruma daima dışardan ve bugünün koşullarıyla, bugünün anlayışıyla, bugünün özlemleriyle bakan aydın zihniyeti, vicdanen ve psikolojik olarak durumu hiçbir zaman kabullenememiştir. Türkiye’de de, dünyada da, Stalin’e karşı aydın tepkisinin temelinde bu politik kültür yatmaktadır. İşçi sınıfları durumu anlamışladır başında söylediğim gibi, ama aydınlar anlamamışladır, anlamamakta da devam ediyorlar.
(Tartışmanın bundan sonraki bölümünü, izleyicilerin yönelttiği sorulara verilen yanıtlar oluşturuyor.)
… “Sovyetler Birliği çökerken işçi sınıfı neden parmağını oynatmadı'” diye bir soru soruldu. Sorunun içeriğinde, Stalin ile son dönem arasında bir süreklilik olduğu varsayılıyor. Başka arkadaşlar da değindiler, Saruhan da böyle düşünüyor. Stalin’den sonra, Kruşçev’den Gorbaçov’a kadar bütün parti liderleri Stalinist olarak nitelendiriliyor. Ben, tersini düşünüyorum. Kruşçev’le başlayan şey, Stalin’den kopuş sürecidir. Dolayısıyla çöken şey de “Stalinizm” değildir. İşçi sınıfının kurtarmak için parmağını oynatmadığı şey, Stalinizm değildir. Kruşçev’le başlayan süreçte, savunulacak bir sosyalizm kalmamıştır ortada. Çöküşü kendi içindeki çürümenin sonucu olan sistem, kendi halkının rızasıyla çöküp giden sistem, sosyalizm değildir.
Buna rağmen, çöküşün açıklık kazandığı andan itibaren olanlar, halkın ve bir kısım aydının dönüp geriye bakmalarına ve en azından “Stalin dönemi bundan çok daha iyiydi” demelerine yol açmıştır. Bir kıyaslama imkânı doğmuştur, çöküşle birlikte.
Neden Stalin’den sonrakiler Stalin’in sosyalizmini temsil etmezler? Modern revizyonizm dediğimiz olgu, elbette ki, Stalin’in ölümünden sonra yönetimi ele geçiren “kötü adamların” eseri değildir. Kuşkusuz bürokratik revizyonist diktatörlüğün doğuşunda, Stalin döneminde yaşanan bir çok olayın payı vardır. Öyle bir dönemde sosyalizmi inşa etmek zorundaydı ki Sovyet proletaryası ve Komünist Partisi, sosyalizmin teorik olarak öngördüğü birçok örgütlenme biçiminden taviz vermek, emperyalist kuşatmaya ve savaşa göre yeniden örgütlenme, en azından düzenli ordu kurma, bir Dışişleri Bakanlığı ve casus teşkilatına sahip olmak gibi yapılanmalardan kaçınamayacağı, emperyalizm ile başka türlü baş edemeyeceği koşullarda sosyalizmin inşasına girişti. Bu koşullarda, Sovyetler Birliği’nin bu araçları kullanmaksızın kendini koruyabileceğini düşünebilir miyiz? Mümkün mü, Stalin, istihbarat teşkilatı kurulmasını, “Hayır yoldaşlar, Marksizm’de bu öngörülmemiştir!” diyerek geri çevirsin! Kızıl ordu kurulmasın! Ve bunlara uygun bir devlet bürokrasisi doğmasın! Bunlar mümkün değildi. Evet, bunları Marx öngörmemişti, ama teori, tarihte her şeyi zaten öngöremez. Ve bunlar, Lenin’in ya da Stalin’in “hataları” falan değildir.
Devrimden sonra devletin, proletarya diktatörlüğünün giderek sönümlenmesi yerine, merkezileşmesi ve güçlenmesi diye bir olgunun Marx tarafından öngörülmediği açıktır. Revizyonist ideolojilerin, daha sonra da sosyalizmin parça parça tasfiye edilmesinin imkânları hep bu süreçte ortaya çıktım Bunların birer imkân olmaktan gerçek haline gelmesini engelleyebilecek tek güç partiydi. Devrimi yapan parti, geriye dönüşe engel olabilirdi. Bir koşulla: kendi içinde ihanete uğramasaydı! Stalin’in ölümünden sonra mümkün olan şey, parti merkezinin ele geçirilebilmesidir. Stalin’in ölümünden sonra mümkün oldu, gerçekleşti dediğimiz şey, budur: Parti önderliğinin, Stalin iradesi diye bildiğimiz, proletarya iradesinden, çelik iradeden yoksun kalması, Sovyetler Birliği’ni, tersine çevrilebilecek bir sürecin akıntısına kaptırmıştır.
Buradan bir başka soruya geçmek istiyorum. Bir arkadaşım, “tarihin devrimci şekilde anlaşılmasından” söz etti. Tarihin devrimci şekilde anlaşılmasıyla, her şeyden önce, olup bitenlerin tümüyle haklı gösterilmesi arasında bir fark vardır. Ben, olup biten her şey, tamamen olup bitmesi kaçınılmaz şeylerdi demiyorum. Ama üzerinde konuştuğumuz dönemin objektif koşullarına baktığımızda, tek ülkede sosyalizmin inşasına girişmiş bir işçi sınıfının, bir başka türlü davranabilmesi için imkânı olmadığını görebiliyoruz. Bundan yola çıkarak, şu sonuca ulaşmak doğru olmaz: Stalin’in yaptığı her şey, artık teorinin kendisidir! Hayır, o pratik teorileştirilemez. O dönemin bütün uygulamaları anlaşılabilir şeylerdir. Stalin’in uygulamalarının hepsinin haklı gerekçeleri vardır. Ama hepsi de özel koşullarda ortaya çıkmış ve başından beri söylendiği gibi, Marksist teorinin öngörmediği koşullarda yapılmış işlerdir. Şimdi, tekrar o koşullarla karşılaşmayacak bir devrim için ne yapılması gerektiğini düşünüp araştırmalıyız. Fakat diğer yandan, Stalin’in pratiğinin temel teoriden tamamen kopuk olduğu, onun, teorinin temel tezlerinden tamamen farklı, aykırı uygulamalara giriştiği de söylenemez. Bütün o koşullar değerlendirildiğinde, o politikalar ve o pratik, anlamlı olacaktır. Şunu da söyleyeyim: Aynı koşullarla karşılaşan her devrim, aynı şeyleri yapmak zorunda kalacaktır. İte kaka, bir devrimi ilerletmeye çalışan bir sınıf var. Otuz gram ekmekle sosyalizmi kurmaya çalışan bir sınıf var. Bütün bunlar yokmuş gibi, o pratiği kendi tarihsel koşullarından ayırarak yargılamak, doğrudan entelektüalizmdir.
Diğer bir soru, parti, sendikalar, proletarya diktatörlüğü gibi örgütlerin birbirlerine karşı konumlarıyla ilgiliydi. Arkadaşım, “sendikalar, işçi devletine karşı örgütlenmeli mi” diye özetleyebileceğimiz bir soru yöneltti.
Saruhan, bu konuda Lenin’in tutumunu açıkladı. Troçki’nin hatalarına karşı eleştirisi bu bakımdan temel önemdedir. O koşullarda, yani devletin merkezileşme sürecine girdiği ve bunun yarattığı sorunların sınıfa olumsuz olarak yansımaya başladığı bir yerde, işçi sınıfının kendisini savunacak kendi iradesini ifade edebilecek araçlara sahip olması gereklidir. Gerçekte, hiç bir işçi örgütü, kendi devletine karşı kendini savunmak zorunda kalmamalı. Gene teoride öngörülmemiş bir durum. Proletarya diktatörlüğü, parti, sendikalar, diğer işçi örgütleri, tümel bir iktidarın parçaları halinde hareket ederler. Birbirlerine karşıt değil. Birbirlerini bütünleyen, ama özel alanların varlığı dolayısıyla özelleşmiş organlar olarak görülmelidir. Ama özel alanların birbirlerine karşı işleyiş gösterdiği, bütünlüğün zorlandığı koşullarda, tek bir şey belirleyici olabilir, bir tek şey: sınıfın genel çıkarlarının savunulması. Özel olarak herhangi bir fabrikada, .herhangi bir işçi grubunun çıkarları yerine, ülkenin tümünde iktidarda olan ve bu iktidarını partisi aracılığıyla icra eden sınıfın tümel çıkarları, parçanın güncel çıkarlarıyla çeliştiğinde, bir ücret anlaşmazlığı, üretimin planlanmasında bir aksaklık gibi şeyler varsa, tümel olan belirleyicidir. Merkezi planlama, tıpkı düzenli orduya geçilmesi, tıpkı fabrika yönetimlerinin giderek genel planlamanın parçası haline gelmesi gibi uygulamalardan doğan sorunlar, hepsi birbirine bağlı bir sınıf iktidarı kavramı çerçevesinde çözülebilir. Parça ile bütün arasındaki ilişki budur. Ve bütün, gerçekten sınıfın tümünü ifade eden, onu temsil eden bir iktidar aracılığıyla dile getiriliyorsa, bununu karşısında sendikaların, tek tek fabrikalarda, tek tek işyerlerinde, bütünle çelişen bir politika izlemesi mantıklı değildir.
Bu, giderek işçi sınıfının yönetimdeki inisiyatifini kırmış mıdır? Kırdıysa, bu her şeye rağmen tekrarlanabilir bir pratik, teori düzeyine yükseltilebilir bir pratik olarak görülmemelidir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin süreç içinde çöküşe doğru gitmesinde, sınıf inisiyatifinin kırılmasının bir payı olduğunu düşünüyorum. Ama bunun Stalin’in hatası olarak değerlendirilmesi yanlıştır. Sorun, sınıfın iktidar organlarının devlet düzeyinde ifade edilmesi içinde, zorunlu olarak aldığı biçimler göz önüne alınarak anlaşılabilir.
Şöyle bağlayabiliriz: Stalin döneminde, teoriyle karşılaştırıldığında “Aa, … burası kitaba uymuyor!” denilebilecek pek çok şey bulunabilir. Ama bunlar, teori düzeyine yükseltilmemesi gereken zorunlu bir pratiğin sonuçlarıdır. Diğer yandan, o koşullarda, sosyalizmi kurmak ve yaşatmak için başvurulacak tek yoldur.

Mart 1993

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑