Nazım Hikmet’in yakınları, vatandaşlık hakkının iadesi için kampanya başlattılar. Nazım’a ilişkin bu talepler özel ve resmi televizyon kanallarında, basın sayfalarında sık sık dile getirilmeye başlandı. Kız kardeşi Samiye Yaltırım’ın ilgili makamlara yazdığı her dilekçe, “vatandaşlık talebinde bulunan kişinin kendisinin başvurması gerektiği”, yasalarda vatandaşlık hakkının bu prosedürle tanınabileceğine ilişkin bir maddenin olmadığı gibi gülünç gerekçelerle geri çevrildi, ilgili ve yetkili kişilerden konuyla ilgili demeçler alındığında hepsinin “kişisel olarak” Nazım’a vatandaşlık hakkının tanınması gerektiği konusunda mutabık oldukları, ancak bu kişisel “demokratlığın” ne yazık ki devletten demokratik bir karar çıkmasına yetmediği kendi beyanlarından anlaşıldı. Doğrusunu yasalar bilirdi…
Nazım Hikmet’in şiirleri, şimdiye dek ezilen sınıf ve katmanlarla burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinde, birinciler lehine etkili bir ajitasyon silahı ve esin kaynağı olmuştu, ikinciler için ise, her zaman bir heyula, militarizmin çizmeleri altında ilk çiğnenecek materyal, yangına ilk atılacak malzemeydi. Nazım ezilenler için ne idiyse burjuvazi için onun tam karşıtıydı.
Şu anda devletle yakınları arasında süre-giden Nazım Hikmet üzerindeki pazarlık insani yönü ağır basan bir ilişkiymiş gibi görünse de, içeriği tamamen siyasidir. Ve elbette ki bunun yeni durumlarla, yeni dünya düzeni ile ve bizzat Nazım’ın kendisiyle ilgili yönleri vardır.
Şimdiye dek ve hep, ezilen sınıfların her türden talepleri; sadece, burjuvazinin siyasal iktidarının ortadan kaldırılmasını doğrudan içeren eylemlerle dile getirildikleri zaman değil, eylem sloganları ancak alt sınıflara mensup insanların mevcut sistem içindeki yaşam koşullarını bir parça düzeltmeyi ifade ettiği zamanlarda bile burjuvazi tarafından öfkeyle karşılandı.
Ezilen sınıf ve katmanların eylemine karşı duyulan bu refleks öfke esnemez değildi. Kitlelerin eskisi gibi yönetilemediği zamanlarda ya da uzun süredir dile getirilen ve kamuoyu nezdinde ancak “eskisi gibi olmaz ama bu koşullarda olur”, düzeyinde bir meşruiyet kazanan istemler karşısında öfkenin yerini “akıllı” burjuva manevralar aldı ve istemler karşılanarak kapitalizmin vitrinine yerleştirildi. Burjuvazi başlangıçta zor kullanarak bastırmaya çalıştığı bu istemleri evcilleştirerek kendisinin kılmayı başardı ve sisteminin sınırlarını genişletti.
Evcilleştirme ve kendisinin kılma ve bu yöntemle kendi sistemini güçlendirme burjuvazinin öteden beri her sıkıntılı dönemi atlatmasının bir yöntemi oldu. Ya da bu sıkıntılı dönemler atlatıldıktan sonra, eskiden kalan ve ezilenlerin belleğinde yer etmiş savaşa dair kalıntıların silinmesi, bu başarılamıyorsa hiç değilse naif nostaljiler halinde kalmalarının sağlanması ve savaşçı ruh halinin genel toplumsal “her şeyi konuşabilir hale gelme”, “tabuları yıkma” havası içinde yitip gitmesi için bir araç oldu.
Denizlerin yaptığı devrimci çağrışımların, o dönemlerden kalan “yol arkadaşları”nın da burjuvazi açısından değerli katkılarıyla serbest piyasada açık arttırmaya sunulan üç kuruşluk çocukluk ve gençlik anılarına takas edilmesi ve “devlet baba”nın hoşgörüsüzlüğünden esef edilerek “biz o zamanlar devrimi çok sevmiştik” serzenişine dönüştürülmeye çalışılması da bu anlama geliyordu.
Ama ne demişti Lenin ‘Devlet ve İhtilal’in girişinde, “Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve kara çalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse azizleştirmeye, ezilen sınıfları “teselli etmek” ve onları aldatmak için adlarını bir ayla ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir…” ve “Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılır ve övülür”
Nazım Hikmet için de aynı şeyleri bir ölçüde söylemek mümkün. Yaşamı boyunca ve öldükten sonra da; şiirleri her alanda kovuşturmaya uğradı ve lanetlendi. Yine de tek tek devrimcilerde ete kemiğe bürünmüş bir biçimde yaşamaya devam etti.
Daha yaşarken hakkında ölüm fetvası verilmişti. Türkiye’yi terk edişi onu kurtardı. Şimdi de, devlet, kendini Nazım Hikmet sendromu karşısında rehabilite etmeye çalışıyor. Dünyanın, yeni durumlar karşısında en az esneme yeteneği bulunan burjuva devlet aygıtlarından birisine sahip olan Türkiye’de, devletin bürokratik mekanizmalarının çıkardığı engellerden ve gönülsüzmüş gibi görünen tavırlarından Nazımla ilgili girişimlerin tabandan geldiği ve özerk bir yanı olduğu düşünülebilir.
Bu taleplerin neden daha önce değil de şimdi dile getirildiği bir soru olarak kaydedildiği durumda bile bu problemin ortaya sürülmesinin koşullarının güncel politik ortam tarafından hazırlandığını görmek zor olmayacaktır. Öte yandan, Nazımla ilgili bir kampanya, Nazım Hikmetin geniş kitlelere mal edilmek yoluyla meşruiyet kazanması çabasına girmek biçiminde sürdürüldüğünde haklı olabilirdi. Ama bu meşruiyet zemini buralarda değil de onu devletin tanıyabileceği bir noktada arandığından sınıf uzlaşmacılığı için güncel politik durumdan olanaklar çıkarıp bunu vaaz eden ve ulusal uzlaşmayı tek ve değiştirilemez bir seçenek gibi dikte eden yeni dünya düzeni ideolojisinin gereklerinin yerine getirildiği görülür ve Nazım’ın yasallaştırılması isteminin ardında asla masumane bir kaygının yatmadığı anlaşılır.
* * *
Yeni Dünya Düzeni sosyalizmin öldüğü propagandasıyla doğdu. Dolayısıyla bütün sosyalist argüman burjuvazi tarafından geçersiz ilan edildi. Burjuvazi “tek kutuplu dünya”nın hâkimi olarak bu geçersizlik ilanını yermeye kendisini muktedir görüyordu.
Geçersizliğin ilanıyla hem ezilenler açısından ideolojik-psikolojik bir tahribatın yapılması amaçlanıyor hem de şimdiye dek sosyalizmin uluslararası ve ulusal kazanından karşısında soluğunu tutan burjuvazi kendine, ezilenlere yönelik her türden pervasız saldırılar için “geç” işareti veriyordu.
Sınıf mücadelesi ve sosyalizm artık bittiğine göre, sınıf mücadelesini anımsatan ne varsa ya yok edilmeli ya da evcilleştirilmeliydi!
İkinci savaştan sonra başlayan soğuk savaş döneminin bitirildiği açıklanıyor ve bu açıklamayla birlikte dünyanın yeni koşullara göre organize edilmesi gerektiği saptanıyordu.
“Yeni” durumda Türkiye’de Nazım Hikmet’in payına düşen de tolere edilebilecek yönlerinin burjuvazi tarafından sahiplenilmesi oldu. Çünkü artık Nazım’dan ve şiirlerinin yarattığı etkiden korkmaya da gerek yoktu. Bu perspektifle Nazım’ın, bütün diğer süreçlerinden soyutlanarak 141-142’nin kapsamına sokabildikleri kadarıyla komünistliğine az çok ve kerhen rıza gösterildi ve şiirlerinin güzelliği keşfedildi. Oysa zaten çok uzun zamandır, aynı hukuki ortam ve aynı yasal koşullarda Nazım Hikmet’in yazdığı oyunlar özel tiyatrolarda sergileniyor, şiirleri ve şiirlerinden yapılmış besteler sansüre uğramadan okunuyordu. Yani aslında, Nazım meşru idi ve bu topraklar üzerinde serbest dolaşım hakkına sahipti.
Mevcut durum, uluslararası düzeyde ün yapmış bir Türk şairinin kendi ülkesinde “yasaklı” olmasının yol açtığı politik rahatsızlıklarla birleşince Nazım’ın devlet düzeyinde tanınması bir ihtiyaç haline geldi. Devlet tiyatroları, repertuarlarına Nazım’ın yazdığı oyunları aldılar, senaryosu ona ait olan “Yolcu” filminin çekimine başlandı ve filme en önemli katkı eski İstanbul emniyet müdürlerinden işkenceci Mehmet Ağar’dan geldi. Resmi televizyon kanallarında Nazım’ın şiirleri okunmaya başlandı. Hatta okullara Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tavsiye edilen bazı kitaplarda da seçilmiş şiirleri yer aldı.
Yalnız, Nazım’dan seçilen şiirler şairin ilk dönem yapıtları arasında yer alan milliyetçi temaları işleyen şiirleri, yurtdışındayken yazdığı memlekete hasret şiirleri, manzara ve doğa şiirleriydi.
Onun Komünizmi övdüğü, kavga çağrısı yaptığı şiirleri ise elbette tanınmıyordu ve tanınmazdı da. , ,
HANGİ NAZIM’I İSTİYORLAR
Yeni değil, geçmişte de burjuvazi Nazım Hikmet’in politik kimliği ile sanatçı yönünü birbirinden ayırmış, şairliğinin düzeyi konusunda hakkı teslim edilmişti. Yılmaz Güney’e de aynı şey yapıldı ve bu sanatçılar politik kimliklerinden soyutlandığında sanatçı kimlikleri kabul edilebilir bir şey olarak ellerinde kaldı. Şimdi burjuvazinin, sistemine entegre etmek istediği Nazım da memleket ve manzara şiirleri yazan, Komünizm tutkusu görmezlikten gelinebilecek, ama onda tutku olarak sadece kadınlarla yaşadığı aşkların tanınabileceği bir sanatçı Nazım’dı. Nazım’ın evcilleştirilmesiyle yozlaştırılmak istenen ise, devrimci mücadelenin kendisiydi.
Nazım Hikmet bugün bir entegrasyon unsuru ve gerekçesi olarak kendisinde sanatsal bir deha keşfeden burjuvaziye, kendi politik geçmişindeki yalpalamalarla da malzeme sunuyordu. Ama elbette ki Nazım Hikmet’in siyasal olumsuzluklarını kişisel ayak sürçmeler olarak değil, bir dönem merkez komitesinde yer aldığı TKP’nin ideolojik formasyonunun bir doğal sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor. Çünkü TKP’nin Kemalizm’de devrimci bir potansiyel olduğunu iddia eden ve burjuva devlet aygıtını olumlayan politikalarının ve buna uygun ideolojik formasyonunun yol açtığı bir başka sonuç iki önemli kadronun Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir’in ihanet çizgisine sürüklenmesiydi. TKP, kadrolarını Kemalist “kadro” hareketine kaptırmıştı. Bu iki “komünist”, burjuva devlet aygıtı içinde önemli mevkilere getirildiler, deney ve bilgilerini Kemalist iktidarın geleceği için seve seve hizmete sundular.
Kemalizm’e duyulan bu sıcak ilgi “donanma davası” adıyla tarihe geçen yargılanma sırasında Nazım Hikmet’in Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta da kendisini gösterecektir. Bu mektupta “kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var. Askeri, isyana teşvik etmedim. Yurdumun ve inkılâpçı senin karşında alnım açıktır… Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu inkılâp askerini isyana teşvik damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır” demektedir. Nazım’ın politik hataları azımsanmayacak kadar çoktur. Onun siyasal geçmişi, burjuva devletle komünist düşünceler arasındaki savrulmalarla doludur.
Devlet de, bu savrulmalar sırasında Nazım’ın kendi kıyısına vurduğu her dönemde onu “kendisinin kılmak” için elini uzatmıştır. TKP Merkez Komitesi’nden uzaklaştırıldığı bir dönemde şiirlerinin plaklara okunup piyasaya sürülmesine ses çıkarılmaz.
Partiden atılmasında Şefik Hüsnü’yle arasındaki kişisel uyuşmazlıkların rol oynadığını düşündüğü için sık sık diğer partililer aracılığıyla görev talep eder, oysa yoldaşları ona şairlikle yetinmesini telkin eder. Hikmet Kıvılcımlı ona bir gün “Sen şairliğine devam et Nazım” diyecektir. “Şiirinde fazla saçmalamadığın sürece davaya yararlı olursun”. Bir başka sefer de “Sana söyleyebileceğim bir şey var. Genel olarak Komünizm senin can damarındır. Ondan koptuğun gün Babıâli kaldırımında sürüsüne bereket, her gün yüzü fışkırıp, yüzü silinen, ciğeri beş para etmez kelime hokkabazlarından biri olursun. Yani yok olursun. Benim kanaatim bu” diyecektir. TKP’nin tarihi birçok kez, kendi mensupları tarafından dedikoduyla yazılmıştır. Bu anılarda Nazım’la ilgili bölümler, yazarın Nazım’la ilişkisinin özelliğine göre değişir. Hikmet Kıvılcımlı onu sevmez; çünkü daha sonra tekrar TKP’de yer alan Nazım bu kez Kıvılcımlı’nın partiden atılmasında etkili olmuştu.
Nazım, her türlü kişisel ve ideolojik yalpalamalarına karşın kendisine öğütlendiği gibi Komünizmin onun can damarı olduğuna inandı. Cezaevinde geçirdiği süre içinde ve ondan sonra hep devrimci şiirler yazdı. Kendisini ezilenlerin kavgasının yanında ve içinde hissetti, bu yüzden daha sağlığından başlamak üzere adı çevresinde bir efsane oluşmaya başladı.
Çok az şair, yazdığı şiirlerle politik bir misyon üstlenebilmiştir; Nazım bu bakımdan bütün dünyada örnektir ve önemlidir.
Onun şiirleri pek çok devrimcinin ilk göz ağrısı olmuştur. İdam cezasıyla yargılandığı bir dava hakkındaki duyguları, karısına yazdığı bir mektupla dışarı ulaştığında, “Zavallı bir çingenenin / Kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli / “Geçirecekse eğer / ipi boğazıma / Mavi gözlerimde korkuyu görmek için / Boşuna bakacaklar Nazım’a” dizelerindeki yüreklilik birçok genç insanı etkileyecekti. Bu genç insanlar, “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor” dizesindeki meydan okuyuşta kendi duygularını içselleştireceklerdi. Burjuva ideolojisinin kirlettiği kamuoyu düşüncesi Komünizmi bir onmaz hastalık, bir yüz kızartıcı suç gibi tanırken o göğsünü gere gere “sevdalınız komünisttir” diyecektir. Yine birçoğu, Karadeniz’de Boğaza doğru seyreden bir vapurun Varna’dan nasıl usulcacık okşanacağını, bu okşamanın nasıl el yakacağını onun dizelerinden tahayyül etmeye çalışacak ve estetik bir keyif yaşayacaktır. Ondaki yurtsama 68’in antiemperyalist içerikli eylemleri için de bir esin kaynağı olacak, o günkü ideolojik koşullar içinde yurttan kilometrelerce uzaktan yazdığı yurtsever şiirlerle bu duygulan besleyecektir.
Ve onun dizeleriyle kavga sözleri verilecektir. “Akın var güneşe akın / güneşi zapt edeceğiz / güneşin zaptı yakın” denilecektir. Dövüşerek ölenler güneşe gömülecekler ve geride kalanlar onların yokluğunu sancıyan bir kol gibi yanı başlarında duyarak ama “vaktimiz yok onların matemini tutmaya” diyerek yürüyeceklerdir, “yürünecek, hesabı sorulacaktır”.
* * *
Politikanın her zaman simgelere gereksinimi olmuştur, işçi sınıfı da kendi politik amaçlarına ulaşmak için verdiği mücadelede bu mücadeleyi destekleyecek, mücadeleye kitlelerden akacak seli hızlandıracak motiflere her zaman sahip oldu ve mevcut olanaklardan bu amaçla yararlandı, ya da bunları yarattı. Nazım, Komünizm övgüsü içeren ajitasyon yükü yoğun şiirleriyle devrimci politikanın vazgeçilmez simgelerinden biri oldu. Salt ajitasyon değeri bakımından değil, şiirlerinin yüklendiği estetik, elektrik bakımından da değerliydi. Türkçenin şiire sunduğu olanaklar Nazım’ın şiirlerinde bir kez daha kendi sınırlarını zorlamış ve Nazım’ın adıyla anılan bir ekol oluşmuştu. Ondan sonraki bütün şairler az çok Nazım’dan izler taşıyorlar, hepsi bir parça Nazım oluyorlardı.
Grev alanlarında, forumlarda, mitinglerde, işçi emekçi ya da öğrenci eylemlerinin her türünde okunan Nazım Hikmet şiirleri ortamdaki devrimci ısıyı biraz daha yükseltti, ajitasyonu güçlendirdi. Onun dizeleri eylem için gereken ataklığı harmanladı.
Nazım Hikmet şiirleri her devrimcinin başucu kitabı oldu. Duygulu bir şeyler dinlemek isteyen herkes onun sesine kulak verdi.
Şimdi burjuvazi, Nazım’ın albümünü geçmişinde bulunan yalpalama anlarını resmi kütüphanelerdeki tozlanmış arşiv dosyalarından bir bir toplayarak hazırlıyor. Daüssıla şiirleri milliyetçi vatanseverliğin ajitatif malzemesi haline getiriliyor. Kemal’e ve İnönü’ye yazdığı mektuplar vasıtasıyla onun devletle ilişkileri bir kez daha gün yüzüne çıkarılıyor. Nazım’ın devlete meydan okuyan şiirlerinin dişleri törpülenerek, uysal ve söz dinleyen bir evcil kedi haline getirilmek ve Komünizmin cephaneliğinde vazgeçilmez, etkili ve güçlü bir silah olan sözleri devletin yedeğine alınmak isteniyor. Bu ise, yeni dünya düzeninin ihtiyaçlarına uygun bir başka, ama bilinen bir sınıf savaşımı biçimidir.
Nazım devlete nedamet getirdiği anlarda zaten Nazım değildi ve o yönleriyle her zaman burjuvazinin olmuştu. Yine onlara kalsın. Ama onun “güneşi zapt edeceğiz” diye yükselen sesini, devrimin bu en önemli ajitasyon silahlarından birini düşmana kaptırmaya, bu konuda kimi cevvallerin sadece Nazım’ın kemiklerini Anadolu’ya taşımak için “alın sizin olsun” biçimindeki yaltaklanmalarına karşın, evet buna karşın, devrimcilerin hiç niyeti yoktur. Nazım’ın genel kişisel gelişim eğrisine bakılarak söylenebilir ki, bu çizginin hiç bir ucunda devlete kapıkulu olmaya övgüyü görmek mümkün değildir. Nazım’ı rehabilite etmeye çalışan burjuvazi, bu girişimiyle nasıl kendi sınıf çıkarlarına uygun bir tavır içine giriyorsa, karşı cephede bulunanlar açısından da Nazım’ın devrimci yanına sahip çıkmak ezilenlerin sınıf çıkarlarının gereğidir. Açıkçası, Nazım için açılan kampanya aracılığıyla yürütülen “barışçıl” savaş, bir sınıf savaşıdır ve bu savaşta ezilenler de kendi tarzlarında silahlanmaktadırlar.
Cephenin bu tarafında bulunanlar için Nazım Hikmet komünistliğe devam ediyor. Onun şiirleri bir yeni dünyanın muştusunu verdiği, devrimci politika, Nazım’da kendi ihtiyaçlarına uygun esin, malzeme ve materyal bulduğu Sürece de devam edecek.
* * *
Nazım’ın Anadolu’da bir köyde, mezarına dikilecek çınarın “uyarı”, ancak onun şiirlerindeki kavga çağrılarına ses verenlerin çoğalması durumunda oluşabileceği için hiç bir devrimci, devlet destekli ve teşvikli kredilere prim vermeyecek; mezar pazarlığına girmeyecek.
Sevdalımız “ayağının tırnağından saçının teline kadar” komünist olduğunu söylüyordu, bu yüzden şimdilik, bırakalım “acının alkışlarına 3 Haziran 63’ü”; o bize kalsın.
Haziran 1993