“Bilim Yöntemi”, Kürt Ulusal Sorunu Ve İsmail Beşikçi

İsmail Beşikçi, Kürt ulusunun kölelik durumu ve özgürlüğü sorunuyla yakından ilgilenen; bu ilgisi nedeniyle de işkence gören ve zindanlara atılan bir Türk aydını, bir “Bilim adamı” olarak tanınır. Dahası, Beşikçi’nin “Bilim” adına tek ve esas uğraş konusunu Kürtler oluşturuyor. Türkiye gibi birden fazla ulus ve milliyetin yaşadığı, ezen-ezilen ulus ilişkisinin emperyalizmin uşağı egemen sınıflar tarafından sürdürüldüğü, faşist ulusal zulmün Kürt halkına dayatıldığı, Kürt ulusal varlığının ve Kürt ulusunun haklarının inkâr edildiği bir ülkede, ezilen ulustan yana tutum almak ve ezilen ulusun haklarını savunmak kuşkusuz olumlu bir tutumdur ve övgüye değerdir. Bu olumlu tutum, kendilerini ilerici “solcu” ya da “devrimci” olarak lanse edenleri de dâhil, Türk kökenli yazar, gazeteci ve aydınların, resmi ideolojinin öğretilileri olarak devletçi, “Misak-ı Milli”ci, şoven milliyetçi bir çizgide ısrarla yürüdükleri koşullarda daha da değerlidir.
Biz, Beşikçi’nin, ezilen ulus sorununa ilgi duyması, tüm baskı ve işkencelere karşın, Kürt ulusunun haklarını savunmasını olumlu bir tutum olarak değerlendiriyoruz. Ancak, Beşikçi’nin tutumunun, ona atfedildiği gibi, “bilim adamı” olma tutumuyla bağdaşmadığı, burjuva düşünce kapsamını aşmadığı, Kürt işçi ve emekçilerinin olduğu kadar, genelde işçi ve emekçi yığınların çıkarlarına uygun bir savunuyu içermediğini de biliyoruz.
İsmail Beşikçi, “bilim” adına, bilime tek yanlı yaklaşan, onu, sözde Kürt halkı yararına darlaştıran, olgu olarak yalnızca “Kürtler”i gören, olgu ve olayların, karşılıklı ilişkileri açısından ele alınması yerine, olgularla oynamayı “Bilim yöntemi”  olarak sunmaya çalışan bir “Bilim adamı”dır!
Beşikçi’nin toplumlara, çağımıza, toplumsal olaylara, sınıflara ait ideolojilere yaklaşımı bilimsel olmaktan uzaktır. O, tarihin, ezenle-ezilenin mücadelesi kapsamında değerlendirilmesine karşıdır. Bunu kitaplarında, kendisiyle yapılan röportajlarda açıkça ifade etmektedir. Marksizm-Leninizm ve Marksistler karşısında “bilim yöntemi” adına önyargılı olmaktan, önyargıyla hareket etmekten kaçınmamaktadır.
Beşikçi, sınıf olgusuna, sınıfların mücadelesine göre toplumsal gelişmelerin irdelenmesine, “gerçeği tam açıklayamadığı” iddiasıyla karşı çıkmaktadır. “Gerçek”in uluslara göre değiştiği iddiasındadır. Bir ulusa göre gerçek olanın, bir başka ulusa göre gerçek olmadığını, ulusların zıt çıkarlarını örnek göstererek açıklamaktadır. Beşikçi devlet olgusu ve kavramını sınıflara göre değil, uluslara göre ele almaktadır. Ona göre Türk devleti, Türk işçi ve emekçilerinin de devletidir! Enternasyonalizm kavramını, içeriği açısından çarpıtmaktadır. “Türk solu” kavramı, Beşikçi’nin “Bilim” adına kaleme aldığı tüm kitaplarında en fazla üzerinde durduğu bir kavramdır. “Türk solu” kavramı, öteden beri, Kürtlerin ayrı örgütlenmesini savunanlarca, iki ulustan ve tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin, faşist devlet ve emperyalizme, sermaye ve gericiliğe, tüm milliyetlerden tekelci burjuvazi ve toprak ağalarına karşı birliğini ve birlikte mücadelesini savunanlara karşı, onları Kürt halkından tecrit amacıyla kullanılıyor. Beşikçi, bunun ideologluğunu yapmaya çalışıyor, Beşikçi’nin, Kürtlere, Kürt işçi ve emekçilerine “Bilim adına” önerdiği “Kürt olmaları ve Kürt kalmaları”dır! Beşikçi, Kürt halkının “çürüdüğü” iddiasındadır vb. Beşikçi Kürdistan’daki mücadeleyi de yanlış değerlendiriyor.
Biz bu yazıda, bir makale çerçevesini bir hayli aşacağını bildiğimiz Beşikçi’nin olay ve olgulara onunla aynı tarzda ve onun yöntemiyle yaklaşan başkalarının da, bilim karşıtı yaklaşımlarının bazıları üzerinde kısaca duracağız. Bunun, halkımızın özgürlük ve sosyalizm mücadelesi açısından yararlı olacağını düşünüyoruz.
“Gerçek”in uluslara göre değişmesi, “Türk solu” kavramı ve enternasyonalizm
Bilimden söz ettiği her yerde Beşikçi, Kürt sözcüğünü de kullanıyor. Bilimsel yöntemin tek kıstası, Kürtlerin ezilmişlik durumunun dikkate alınması oluyor Beşikçi’de. Resmi ideoloji karşıtlığının önemine dikkat çeken Beşikçi, bilim yönteminden ayrılmamak ve bilimden taviz vermemek gerektiğini de belirtiyor.
Doğrudur, bilimden ve bilimsel yöntemden taviz verilmemelidir. Hangi bilimden söz ettiği ve hangi bilimsel yöntemi kullandığı sorularını bir yana bırakarak, Beşikçi’nin, tüm iddialı sözlerine karşın, sorunlara, olay ve olgulara, gelişmelere bilimsel yöntemle yaklaşmadığını vurgulayalım. Beşikçi kitaplarındaki görüşlerini, çeşitli röportajları kullanarak -örneğin Yeni Ülke ve Özgür Halk’taki röportajlar- yaygınlaştırmaya çalışırken, bazı önyargılı saplantıları, gerçek olarak göstermeye, özen gösteriyor.
Beşikçi, “tarihsel olaylara, her zaman sınıfsal açıdan bakmak çözümleyici olmuyor. Ulusların da bir bakış açısı var demektedir. (Özgür Halk Şubat 92) O, buna kanıt olarak, şunları gösteriyor: “Örneğin İran-lrak savasını, Araplar farklı değerlendiriyor, Farslar farklı değerlendiriyor. Türk-Yunan savası Türkler tarafından ve Yunanlılar tarafından çok farklı bir şekilde anlatılmaktadır… Lozan Türkler için yeniden doğuş demektir. Kürtler için öyle midir? Lozan Kürtler için bir işarettir, Lozan Kürtler için bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmasının adıdır; sömürgeleşmenin, köleleşmenin, kişiliksizleşmenin adıdır, Türk Marksistlerinin de Lozan’ı farklı bir şekilde değerlendirdikleri yoktur. Fakat bir Kürt devrimcisi bir Kürt Marksist’i Lozan’ı böyle değerlendiremez” (Özgür Halk Şubat 92)
İşte Beşikçi’nin tarihi açıklama yöntemi, adına “bilim yöntemi” dediği bakış açısı budur! O, tarihin “ulusların bakış açısına” göre değerlendirilmesinin, bilimsel yönteme “daha uygun” olacağı görüşündedir. Verdiği örnekler de bunu gösteriyor. Beşikçi’nin “bilim yöntemi” her şeyden önce, toplumların, ulusların sınıflardan meydana geldiği gerçeğinin üstünü örtüyor. “Ulusların bakış açısı” hangi sınıfın bakış açısını yansıtıyor? Bu sorunun yanıtını bilinçli olarak vermez Beşikçi. Çünkü bu soruya, bilime uygun bir cevap verildiğinde, kendi yönteminin, bilim karşıtlığı ortaya çıkacaktır.
Kuşkusuz, herkesin Marksist bakış açısına sahip olması, olay ve olguları diyalektik materyalist dünya görüşüne göre irdelemesi ve bunun sonucu olarak, kendine gerçekleştirmek üzere görevler belirlemesi beklenmez. Ama “bilim yöntemi’ni kullandığı iddia edilen ve öyle zannedilen bir yazarın, Marksist bakış açısını eleştiri temelinde, “sınıfsız zümresiz bir kitle” anlayışını, “doğru bir bakış açısı” olarak piyasaya sürmesi karşısında da sessiz kalınamaz.
Biz Marksist’iz, olay ve olguların karşılıklı ilişkileri içinde ve materyalist dünya görüşüne göre ele alınmasının bilimsel doğruluğuna inanıyoruz. Önyargılı iddiaların, dogmaların, tek yanlı değerlendirmelerin, “Bilimsel yaklaşım” olduğunu kabul edemeyiz. Birilerinin, bu anti-Marksist yaklaşımını, temel önemdeki bir devrim sorununu konu ederek, “bilimsel yaklaşım” olarak sunmasına karşı da suskun kalamayız.
Beşikçi “ulusların bakış açısı”nın hangi tarihi evrede ortaya çıktığına değinmediği gibi -sadece röportajlarda değil, kitaplarında da- uluslardan önceki toplumlar tarihinin hangi bakış açısına göre değerlendirilmesi gerektiğini de geçiştiriyor. Tarihsel olaylara, sınıfsal açıdan bakmanın neden “çözümleyici olmadığı”, Beşikçi’nin cevaplarında açık değildir. Beşikçi, toplumsal çelişkilerin var olduğu köleci, feodal ve kapitalist toplumların devrimci bakış açısıyla bir analizini yapmanın, tarihsel olayları, kişilere, kahramanlara veya tesadüflere göre veya “sınıfsız zümre”ye göre açıklamaya olanak tanımayacağını biliyor. Bu zahmetli, üstelik de kendi dogmalarını altüst edecek yönteme ve çabaya gerek görmüyor. Bilinçli olarak ondan uzak duruyor. O, senyör ve serfin, köle sahibi ve kölenin, proleter ve burjuvanın bakış açılarının farklı olacağı ve olmak zorunda olduğunu da inkârdan geliyor.
Bilim yöntemi şunu öngörür: Eğer, toplumlar, üretim sürecinde ve üretim araçları karşısındaki konumlarına göre farklı çıkarlara sahip katmanlara, sınıflara bölünmüşlerse, bu toplumsal konumlan tarafından belirlenen bakış açılarına sahip olurlar. Bir sınıfın bakış açısı ile ötekinin bakış açıları farklı olmak zorundadır, farklıdır. “Gerçek”e bakışları farklıdır. Bu, eğer toplumsal bir gerçekse ve toplumlar sınıflara bölünmüşlerse, o gerçeğe kendi sınıflarının konumundan bakıp öyle değerlendirmek zorundadırlar. Çünkü toplumsal sınıflar, uzlaşmaz karşıtlıklar içindedirler. Biri için kutsal ve dokunulmaz sayılan, öteki için yıkılmak üzere hedefe konandır.
“Ulusların bakış açısı” ulusların ortaya çıkmasıyla, kapitalizmle birlikte ortaya çıkmıştır. Ulusu meydana getiren sınıf ve katmanların “ortak” sayılabilecek çıkarları son derece sınırlıdır ve “ulusların bakış açısı” özünde, ulusun hâkim sınıflarının, ulusun burjuvazisinin bakış açısına denk düşer. Tarihsel olaylara sınıfsal açıdan değil de “ulusal” açıdan yaklaşan her kişi, niyeti ne olursa olsun, gerçekte ve esas olarak burjuva sınıfa, ulusun mülk sahibi sınıfına hizmet eder. Söz konusu ulusun “ezilen”, ya da “sömürge” ulus olması, gerçeği ve durumu değiştirmez.
Beşikçi’nin, sınıfsal bakış açısının “geçersizliği”ni kanıtlamak için gösterdiği örnekler de, bilimsel düşünmediğini ortaya koyuyor. İran-Irak savaşının, Türk-Yunan savaşının, Lozan antlaşmasının, bu savaş ve antlaşmalara taraf olanlar tarafından farklı değerlendirilmesi ve “farklı anlatılması” doğaldır ve bu gerçeğin ne olduğunu değiştirmiyor. Gerçek, Beşikçi’nin iddia ettiği gibi değil, olay ve olguların tüm bağlantılarıyla ve objektif olarak değerlendirilmesi temelinde görülüp açıklanabilir ve Marksistler tam da böyle yapıyorlar.
Bir kez, İran-Irak, Türk-Yunan savaşlarını çıkaranlar bu toplumların ezen ve egemen sınıflarıdır. Emperyalistlerin kışkırtması ve doğrudan katılmalarıyla bu savaşlar çıkmıştır. “Ulusal bakış açısı”yla soruna yaklaşıldığında tabi ki gerçek, bu taraflara göre değişmekte ve değişik biçimde “anlatılmaktadır.” Bu savaşların hangi koşullarda, hangi gelişmelerin sonucunda meydana geldiği, hangi kesim ve sınıflara nelere mal olduğu, işçi ve emekçiler açısından bu savaşların neyi ifade ettiği, “kendi” egemen sınıflarının, bu ülkelerdeki ezilen ve sömürülen sınıflarla ilişkilerinde ne tür değişikliklerin olduğu v.b. gerçeklerin bilimsel temelde ortaya konması, hangi milliyetten olursa olsun Marksist’e göre değişmez. Bir ulusun ezilen sınıfı için kötü olanın, diğer ulusun ezilen sınıfı için iyi olduğu düşüncesi Marksistlere ait değildir. Marksistler Lozan’ı yalnızca bir yönüyle, onun “Türkler” için ifade ettikleriyle değerlendirmiyorlar. İddialarının aksine, tek yanlı değerlendirmeyi yapan Beşikçi ve onun ideolojik yönlendirmesi doğrultusunda yol alanlardır. Beşikçi, birçok konuda bir burjuva bilim adamının objektivitesine bile sahip değildir.
Lozan, “Türkler için” değil, Türk egemen sınıfları için bir anlama sahiptir. Lozan, Kürt ulusunun ezilmişlik durumunun pekiştirilmesi ve resmileştirilmesi açısından Kürtler için de bir anlama sahiptir. Lozan’ı imzalayan Türk kurtuluş savaşı yöneticilerinin, Lozan’ı içte ve dışta kendi sınıf çıkarları açısından değerlendirdikleri doğrudur. Ne Lozan, ne de Türk kurtuluş savaşı, Kemalistler ve Türk işçi ve emekçileri açısından aynı anlamı taşımadıkları gibi, hiçbir Marksist, -sahte ve şoven milliyetçi “Marksist’lerden söz etmiyoruz- hiçbir gerçek Marksist, ister Türk, ister Kürt kökenden olsun, ona böyle bir anlam yüklememişlerdir. Beşikçi ve onun iddialarını tekrarlayanlarla, kendilerine ‘Kürt solu’ olarak adlandıranlar, Kemalistleri, “sınıfsız, zümresiz kaynaşmış kitle” demagojileri nedeniyle eleştirirler. Ama çeşitli değerlendirmelerde, sorunları benzer tarzda ele almaktan da geri durmazlar.
Beşikçi, Lozan’ı, Kürtler açısından, “paylaşılmanın ve parçalanmanın” işareti sayarken gerçeğin bir yanına değiniyor. Ama o, örneğin bir Türk kurtuluş mücadelesi olgusunu bile kabul etmiyor. Kemalistlerin, güdük de olsa, bir anti-emperyalist potansiyel taşımadıkları ve emperyalist işgale karşı bir mücadelenin söz konusu olmadığı, aksine onların, İngiliz ve Fransızlarla işbirliği yaparak Kürdistan’ı bölüp parçaladıklarını söylüyor. Burada “bilim yöntemi” adına bilimsel bakış açısının bir kez daha ayaklar altına alınması söz konusudur. 1919’lar Türkiye’si gerçeği, Beşikçi’yi doğrulamamaktadır. Uzunca irdeleyecek değiliz. Ancak çok kısaca özetlemekte yarar var.
Birinci Dünya Savaşı, bir emperyalist paylaşım savaşıydı. Osmanlı İmparatorluğu, paylaşım kavgasını yürüten “ihtilaf”-“ittifak” devletleri biçiminde bloklaşmış olan emperyalist ülkelerle, onların yönlendirmesinde savaşa taraf olan ülkelerden biri olarak Alman, İtalyan ve Avusturya-Macaristan saflarında savaşa katıldı ve yenilen taraf oldu. İngiliz-Fransız ittifakı yenen emperyalistler olarak, üzerinde Türk ve Kürtlerin yaşadığı toprakları işgal etmeye giriştiler ve Yunanlıları da bu işte kullanmaya çalıştılar. Kemalistlerin, işgale karşı çete savaşı yürüten “Anadolu” halkının anti-emperyalist mücadelesi üzerine oturduğu ve işgale karşı süren eylemin önderliğini ele geçirdikleri tarihsel bir gerçektir. Kemalistlerin sınıf karakterleri ve konumu bu tarihsel gerçeği değiştirmediği gibi, onların bu konumu, onları tutarlı anti-emperyalist de kılmıyor. Nitekim başta -Beşikçi’nin “bilim yöntemi” adına suçlamaya çalıştığı- Lenin ve Stalin olmak üzere Marksistler, Kemalistlerin tutarsız anti-emperyalistliğine dikkat çekmiş ve onların kurduğu devletin işçi ve köylülere karşı konumunu açıklıkla ortaya koymuşlardır.
Milli Türk Ticaret burjuvazisinin temsilcileri olarak değerlendirilen Kemalistlerin başına geçtikleri Türk burjuva devriminin, “bir toprak devrimi ihtimaline karşı”, “işçi ve köylülere karşı” geliştiği ve Kemalistlerin, daha işgale karşı mücadele sürecinde, güçlü ve kazanan taraf olan İngiliz ve Fransızlarla işbirliğine girişmekten geri durmadıklarını ortaya koymuşlardır. Kemalistlerin, daha TC’nin kuruluşu ilan edilmeden de, Kürtlere karşı bir girişim içinde oldukları ve savaş sürecinde Kürtlere yönelik saldırıları kısmen hafifletmelerine, kurtuluş savaşını “Kürt ve Türklerin savaşı” olarak değerlendirmelerine karşın savaş sonrasından başlayarak, Kürt halkına karşı soykırıma giriştikleri biliniyor ve Marksistler bunu hiçbir yerde ve hiçbir zaman görmezden gelmemişlerdir. Lozan’ın veya “Türk kurtuluş savaşı”nın Türk Marksistleri ve Kürt Marksistleri tarafından farklı değerlendirildiği ve farklı değerlendirilebileceği iddiası da gerçeğe dayanmıyor. Farklı milliyet kökeninden de gelseler, Marksistler, tarihsel olayları, diyalektik ve tarihsel materyalizme göre değerlendirirler. Çünkü Marksistler milliyetçi değil, enternasyonalisttir. “Gerçek” Türk kökenli Marksist’e göre neyse Kürt kökenli Marksist’e göre de odur. Kuşkusuz, Beşikçi gibi, olay ve olgulara sınıfsal temelde bakmayan ve anti-Marksist perspektife sahip biri için, gerçeği “Türklere” ve “Kürtlere” göre irdelemek fazla aykırı olmuyor. Beşikçi bir kez bile olsun sınıf sorunundan, Kürt işçi ve köylülerinin durumundan söz etmiyor. O, Türk kökenli unsuru, sınıf konumu ve savunduğu görüşlerden soyutlayarak ele alıyor, sömürgecilik ve zulümle birlikte anıyor. Onun mantığı çerçevesinde, “Kürt olan” her şey kutsal, “Türk olan” her şey lekelidir. Sınıf ve politika farkı gözetmeksizin, Türklerin sömürgeci ve şoven olduklarını söylüyor. Türk milliyetinden işçinin, köylünün, gencin, devrimci ve Marksist’in zulüm ve baskı altında bulunuşu işçi ve gençlik hareketinin durumu, büyük şehirlerde içice ve aynı sömürü çarkı içinde yaşayan değişik milliyet kökenli işçinin sorunları onu ilgilendirmiyor. Değerlendirmelerinde bunların yeri yok ve o, bütün bunlara karşın bilim yöntemi kullanan bilim adamı oluyor!
Biz Kürt Marksist-Leninistleri, Beşikçi’nin “anti-sınıfçı” düşünce ve yaklaşımlarının, halkımızın ve tüm milliyetlerden proletaryanın özgürlük ve sınıfsal kurtuluş mücadelesine hizmet etmekten uzak, dogmatik, tek yanlı ve anti-bilimsel olduğunu düşünüyoruz.
Beşikçi, gerçeğin uluslara göre değiştiğini söylerken, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin birliğinin “gerçeğe uygun olmayacağını” düşünmektedir. “Kürtlerin bakışı” ve “Türklerin bakışı” anlayışları, halkların ortak yanları, ortak çıkarları, ortak düşmanları kavramları üzerinde durmayı daha baştan “gereksiz” kılmaktadır. Çıkarları ve dünya görüşleri farklı sınıflardan meydana gelen ulusların tüm kesimlerinin aynı ölçüde ve aynı biçimde bir soruna bakmalarını gerektiren, ortak bir “ulusal bakış açısı”ndan, ortak politik görüşten söz etmek gerçeği yansıtmıyor. Toplumun sınıflara bölünmesinin ileri düzeyde yaşandığı günümüzde, burjuvazi ve toprak ağalarıyla işçi ve köylülerin ortak “ulusal bakış açısı”ndan, ortak politik tutumlarından söz etmenin neresi bilimsel düşünmektir? “Türklerin bakışı” Türk egemen sınıflarının bakışı değil midir? Egemen ideolojinin, egemen politikanın Türk işçi ve emekçisinin, hele de “Türk solu” gibi uyduruk ve aşağılama amaçlı bir tanımlamayla, egemen bakışın ortağı gösterilmek istenen devrimci ve Marksistlerin bakışı, politikası olduğu nasıl söylenebilir?
Beşikçi’nin ve PKK başta olmak üzere kendilerine Kürt solu diyenlerin, hiçbir ayrım yapma “inceliği” göstermeden, iki ulustan ve tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin, emperyalizme ve faşist diktatörlüğe karşı; ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini, halkların kardeşçe ve gönüllü birliğini, proletarya ve emekçilerin gerçek kurtuluşlarını hedefleyen bir çizgide birlikte mücadelesini, dayanışması ve birliğini savunanları “Türk solu” olarak nitelemeleri kasıtlı ve amaçlıdır. Bu tutum, politik bir çıkarcılığı içerdiği gibi, Marksist bakış açısının çarpıtılmasını da içermektedir. Politik bir çıkarcılığı, milliyetçi temelde içermektedir. “Türk solu” kavramıyla, tüm milliyetlerden proletaryanın tek örgütünü savunanların, Kürt sorunuyla, Kürt ulusunun haklarıyla, Kürdistan’daki ulusal özgürlük mücadelesiyle ilgileri olmadığı vurgulanmak istenmektedir. Bu gerçek dışı vurgulama, Kürt kökenli işçi ve gencin, Kürt emekçilerinin, asla bir ulusa mensup olmayan ve kendilerini öyle de tanımlamayan, içlerinde, Kürt, Türk ve diğer milliyet kökenli devrimci ve Marksistlerin bir araya geldiği, özgürlük ve sosyalizmi hedefleyen devrimci komünist partiye önyargılı bir mesafede durmasını sağlamak amacıyla yapılmaktadır. Bir Marksist’in, bir milliyetten gelse bile, asla, yalnızca kendi milliyetinden işçi ve emekçilerin çıkarları ve kurtuluşuyla ilgilenmekle yetinmediği ve yetinmeyeceği, onun, enternasyonal bir sınıf olan proletaryanın devrimci dünya görüşü açısından sorunlara yaklaşarak, baskı ve eşitsizliğin her türüne karşı mücadele edeceği gerçeğinin, görülüp, kavranması istenmemektedir.
“Türk solu” yakıştırması, bir ayrımcılığı ifade etmektedir. İki halkın ve tüm milliyetlerden proletaryanın yaşamın her alanında içice olduğu, ulusal ayrımcılıktan kaynaklanan ulusal baskı ve zulmün uygulayıcıları olan gerici egemen sınıflar tarafından sömürü, baskı ve zulme tabi tutulduğu, üretim sürecinde, üretim birimlerinde ve sendikal örgütlerde birlikte yer aldığı koşullarda, devrimci güçlerini tek bir merkez altında toplamalarını ve düşmana öldürücü darbeyi vurmalarını savunmak ve bunun çabasına girişmek, “Türk solu” demagojisine başvuranlara göre; kaderini tayin hakkının tanınmasının reddi oluyor! Onlardan bazıları, proletaryanın tek örgütünün ve iki halkın ortak mücadelesinin savunulmasını “Kemalizm’den etkilenme” ve “sömürgeciliğin savunulması” olarak değerlendirebilecek kadar önyargılıdırlar. Newroz dergisi yazarları gibileri, mantıklarını doğal sonucuna vardırarak, Kürt unsurun, her alanda “Türk’ten ayrılması”nı zorunlu gördüklerini açıklıyorlar.
İki ulustan işçi ve emekçiler arasında güvensizlik yaratmanın aracı olarak bu kavram kullanılmaktadır. Kuşkusuz, kendilerini “Türk solu” olarak adlandıran, eyleminin muhtevası da böyle olan örgütler de vardır. Ancak bu örgütleri Marksist saymak olanaklı değildir. Onlar, Kürt ulusal devrimci hareketinin kaydettiği gelişme ve Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin aldığı boyutlar karşısında, “Türk” köşesine çekilmeyi kabullenmiş, düşünceleri ve eylemlerinin niteliğiyle küçük-burjuva olan örgütlerdir.
Aynı anlayışın sonucu olarak İsmail Beşikçi, İstanbul, İzmir, Adana, Zonguldak gibi işçi merkezlerinde meydana gelen işçi eylemlerini “Türk işçi sınıfının eylemi” olarak değerlendiriyor. “Türk işçi hareketinin Kürt sorunu karşısında olumlu bir tutum almadığını, fakat Kürtlerin Türk işçi hareketine karşı her zaman olumlu bir tutum aldığını söylüyor Beşikçi ve buna örnek olarak Zonguldak grevini veriyor. Şöyle yazıyor:
“Kürtlerin, Türk işçi hareketine karşı tavrı her zaman olumlu olmuştur. Türk işçileri, herhangi bir yerde greve gittikleri zaman veya buna benzer eylemler sırasında, Kürt devrimcileri her zaman, Türk işçi sınıfıyla dayanışma duygularım açıklamıştır. Fakat Türk işçi hareketi, Kürt sorunu karşısında en ufak olumlu bir görüş açıklamamıştır.”
Beşikçi, Türkiye’nin işçi merkezlerindeki işçileri “Türk işçisi” saymakla çok sayıdaki yanlışlarından bir diğerini ortaya getiriyor. Buralarda çalışan işçilerin, Kürt, Türk çeşitli milliyet kökenli olduklarını görmek için devrimci, ya da Marksist olmaya gerek yok. Bu objektif bir olgudur. Beşikçi’nin Kürt kökenli işçileri, Türk saymasının nedenini daha önce görmüştük. O, bu işçileri, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinde yer almadıkları için Kürt olmaktan çıkarıyor. Ama bunun neresi bilimsel yaklaşım? Sübjektif durum ve tutumların, objektif (nesnel) durumları geçersiz kıldığı nerede görülmüştür?
Beşikçi, “Türk işçi hareketi” dediği, işçi hareketinin bugün hangi ideolojik-siyasal çerçevede hareket ettiğini kasıtlı olarak dikkate almıyor ve onu sınıf bilinçli işçinin tutumu gibi gösterip eleştiriyor. “Türk” değil, ama Türkiye işçi sınıfının Kürdistan’da süre-giden imha ve asimilasyon politikası karşısında, sınıf bilinçli işçinin tutumuyla hareket etmediği ve işçi hareketinin önemli zaaflar taşıdığı bir gerçektir. Kürt kökenli işçilerin de ulusal özgürlük mücadelesinin içinde yeterince yer almadığı, öncü sınıf konumuna uygun bir tutum sergilemediği açıktır. Ama buradan hareketle, işçileri suçlamak, işçi sınıfının tarihsel devrimci rolünü oynayacağından kuşku duymak, toplumlar gerçeğini, tarihsel materyalizmi ve sınıf mücadeleleri tarihini kavramamaktır.
İşçi sınıfının -milliyet kökeni önemli değil- tarihsel devrimci rolünü oynaması, kuşkusuz sınıf bilincine sahip olmasını gerektirir. İşçiler, kendiliğinden ve burjuvazinin ideolojik, politik, ekonomik, askeri, kültürel, ahlaki kuşatması altında “kendileri için sınıf” konumuna gelemezler. Marksist partinin rolü burada ortaya çıkar. Sınıf bilinci, sınıfa dışardan, ekonomik mücadele alanının dışından ve burjuva kuşatma yarılarak verilir.
Bugün Kürt, ya da Türk olsun, eğer işçiler, henüz, kendi gerçek sınıf çıkarları doğrultusunda, baskı ve zulmün her türüne karşı ayağa kalkmıyor ve örneğin ulusal sorun karşısında yeterli devrimci bir tutum sergilemiyorlarsa, bu, onların, henüz esas olarak, burjuva ideolojik-politik etki alanında bulunduklarını gösteriyor. Ama bir devrimci, ya da Marksist bu duruma bakarak karamsarlığa kapılmaz. Üzerine düşen görevi yerine getirmeye çalışır.
Kaldı ki, eğer, tüm çabalarına karşın Türkiye gericiliği, henüz bir Türk-Kürt çatışmasını becerememişse, bunda tüm milliyetlerden işçilerin, günlük yaşamdaki birlikteliğinin ve sınıf içgüdülerinin, bu kapsamda sahip oldukları olumlu özelliklerin payı büyüktür. “Türk” ve “Kürt” arasında hiçbir ortak yan görmeyen Beşikçi için, bunun pek bir anlam ifade etmediğini biliyoruz.
Beşikçi, olay ve olgularla, keyfinin istediği gibi oynuyor ve buna da “bilim yöntemi” diyor. Kürt devrimcilerinin tutumunu olumlu yönde izah ediyor, fakat Türk kökenli Marksist ve devrimcilerin, tutumuna ilişkin olarak objektif davranmıyor, onların ulusların kaderlerini tayin haklarını, somutta Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkını, ayrı devlet kurma hakkı da dahil savunduklarını, bunun pratik mücadelesi içinde olduklarını, bu yüzden “bölücülük” suçlamalarıyla diktatörlük tarafından işkence ve zulme tabi tutulduklarını, kurşunlanıp tutuklandıklarını görmezden geliyor, bunun üstünü örtüyor. O, işçilerin, burjuvazinin ideolojik-siyasal etkisi altında oldukları koşullarda, komünistleri de grev alanlarından kovdukları gerçeğini görmezden gelerek, bilinçli bir çarpıtmaya girişiyor ve güvensizlik yaratma amacıyla, Türk işçilerinin “Kürtlere karşı oldukları” temasını işliyor. Faşist Şevket Yılmaz’ı, Şemsi Denizer gibi düzen ve devlet savunucularını “Türk işçi sınıfı”nın temsilcileri sayıp, onların tutumunu sınıfa, dahası devrimcilere ve Marksistlere mal etmeye yelteniyor.
“Bilim adamı” Beşikçi, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu geri bilinç ve örgütlenme düzeyinden hareketle, işçi sınıfına duyduğu güvensizliği, -o hem Kürt, hem Türk işçilerine güvenmiyor- açıkça ifade ediyor ve şunları yazıyor: “Kürdistan’ın ve Türkiye’nin koşullarım kavramaktan böylesine uzak olan bir işçi sınıfının, kendi sorunlarını çözmesi, ücretlerini yükseltmesi, kendini kurtarması söz konusu olabilir, fakat başka insanların kurtuluşuna öncülük etmesi, hele hele Kürtlerin kurtuluşuna öncülük etmesi mümkün değildir.”
Beşikçi ortada güvenilecek, dayanışma içine girilecek kimse bırakmıyor. Esasen, Beşikçi’nin mantığıyla hareket edildiğinde, işçi sınıfının kendini kurtarması da söz konusu olamaz. Beşikçi, Kürtlere, kendileri dışında, daha doğrusu Kürt köylülüğü ve esnafları dışında hiç kimseye güvenmemelerini salık veriyor. O, devrimcilere, Marksist-Leninistlere de oynayacakları bir rol, yerine getirecekleri bir görev bırakmıyor. Çünkü o, bilimi katletmeye çalışan inançsız bir “bilim adamı”dır! Onun mantığında her şey bugünle, şu an varolan ve görülenle, bugünkü örgüt ve bilinç düzeyiyle sınırlıdır, bundan ibarettir, gelecek ve değişim söz konusu olamaz. “Kendiliğinden sınıf”, “kendisi için sınıf haline gelemez.
Beşikçi ve onunla aynı bakış açısına sahip olanlar “Türk solu” olarak adlandırdıkları örgütleri de, aralarındaki ciddi farklılıkları gizleme temelinde, kolaycı bir anlayışla ve bir kalem darbesiyle aynı kaba doldurup, hepsine şoven ve Kemalist damgası yapıştırmaktadırlar. Onlar için Kemalist gericiliğin Kürt katliamlarını açıkça alkışlayan Şefik Hüsnü oportünizmiyle, İ. Bilen’lerin TKP’siyle, Kürtlerin ulusal özgürlüğü için mücadele eden devrimci Marksistler arasında hiçbir fark yoktur, ya da bu farkın, belirtilmesi gibi “ufak bir ayrıntı” ile uğraşmaya gönülleri razı olmamaktadır. “Türk solu” olarak suçlanan devrimci örgütlerin, izledikleri çizginin tutarsızlığını ve şoven etkilenmeler içermesini eleştirmek başkadır, onları bir “ulusa ait” olmakla suçlamak başkadır ve bu ikincisi kasıtlı yapılmaktadır. Aynı tutum, devrimci Marksizm’in Türkiye ve Türkiye
Kürdistan’ı topraklarındaki bayraktarlığını yapan ve proletaryanın devrimci enternasyonal konum ve düşüncesine uygun olarak içinde Kürt, Türk ve diğer milliyet kökenli Marksistlerin bir araya geldiği devrimci komünist partiye karşı da takınılmaktadır. Birleşimiyle, hedef ve amaçlarıyla, uğruna mücadele ettiği ilkeleriyle, bir tek ulusun değil, tüm ulus ve milliyetlerden proletaryanın ve emekçilerin gerçek kurtuluşlarını savunan ve bunun için mücadele eden bir siyasal örgütü, “Türklere ait” göstermek, yalnızca bilim karşıtı, yalnızca “ulusalcı” bir tutum değil, aynı zamanda kasıtlı ve bilinçli bir tutumdur.
Kürt işçi ve emekçileri tarihsel olaylara “etnik açıdan” mı bakmalıdırlar? ya da bu yeterli mi?
İsmail Beşikçi, kitaplarında, “Kürtlerde eksik olanın” sınıfsal bilinç değil, ulusal bilinç olduğunu vurgular ve “o halde Kürtler tarihsel olaylara etnik gruplar açısından bakma yeteneğini kazanmalıdırlar” der. Bununla da yetinmez; Türk şovenlerinin, sözde Marksist, şoven Türk solcularının tutumunu, Marksist-Leninistlere mal ederek “Zaten Türkler de öyle yapıyor, Türk Marksistleri de. Türk Marksistleri zaman zaman ‘mevzuat var bazı konuları inceleyemiyoruz’ diyorlar.” diye devam eder. Şefik Hüsnü’yü örnek vererek, onun Türk Marksistleri tarafından “önder olarak değerlendirilebileceğini”, ancak, Kürtlerin bunu yapamayacaklarını, çünkü Ş. Hüsnü’nün Kürt düşmanı olduğunu söyler.
Beşikçi, bir taşla birkaç kuş vurmayı becermek istiyor, ancak bunu başarması mümkün değil. O, Marksist-Leninistlerin milliyet kökenlerine göre gerçeklerin, toplumsal olgu ve olayların ve bu olaylar karşısında kişi, parti ve grupların aldığı ve alacağı tutumların farklı olabileceği, yorumlanabileceği ve tümünün de kendi açısından doğru olabileceği iddiasındadır. Yani, bir Türk Marksist’ine göre gerçek bir biçimde iken, Kürt Marksistlerine göre bir başka biçimde olabilir! Birine göre gerici, düşman olan, ötekine göre, ilerici, yurtsever, hatta Marksist olabilir. Beşikçi’nin yaklaşımı ve mantığı böyle.
Bu “Bilim yöntemi” adına gerçek olanın bir-kez daha çarpıtılması, bilimsel bakış açısının iğdiş edilmesidir. Bir Marksist, hangi milliyetten gelirse gelsin, toplumsal olayları ve bu olaylar karşısında kişilerin durumunu, ezen ve ezilen sınıflar ilişkisi kapsamında, ezen ve ezilen ulus ilişkilerini dikkate alarak değerlendirir. Bu değerlendirme, şu milliyet kökenli Marksist’e göre böyle, bu milliyet kökenli Marksist’e göre şöyle olamaz. Marksist bakış açısı, sınıf bakış açısıdır, olayları işçi sınıfının ve ezilen yığınların sınıfsal kurtuluşları açısından değerlendirir. Hangi milliyet kökenli olursa olsun bir Marksist, uluslar arasındaki ilişkileri, ulusal çatışmaları ezen-ezilen ilişkisi kapsamında, haklı, ya da haksız savaşlar kapsamında değerlendirir ve ona göre tutum belirler. Kürt ulusunun, ulusal kölelik karşısında geliştirdiği mücadele, Türk olsun, Kürt olsun Marksistler için haklı ve desteklenmesi gereken bir mücadeledir. Eğer bir Türk Marksist’i, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin “kendi” ulusunun burjuva egemen sınıflarına zarar vereceğini düşünerek, buna karşı tutum alıyorsa, o artık bir Marksist değil, sosyal-şoven bir gericidir. Böylelerinin kendilerine Marksist demesi bir anlam ifade etmez. Onların maskeleri indirilmelidir. Beşikçi gibi, “bir kişi ben Marksist’im diyorsa onu öyle kabul edeceksin” demek olmaz. Gerçekten Marksist olup olmadığına bakmak gerekir.
Ş. Hüsnü’yü de böyle değerlendirmek gerekir. Ş. Hüsnü’yü “Marksist” ve önder kabul eden sosyal-şoven Türk solcuları vardır. Ancak, onu Marksist bakış açısıyla eleştiren, onu Kemalist işbirlikçisi burjuva sosyal-şoven olarak değerlendiren, onun Kürt ulusal hareketi karşısındaki tutumunu burjuva sınıf işbirlikçiliği olarak mahkûm eden gerçek Türk ve Kürt Marksistleri de vardır. Beşikçi, bile bile, bu gerçeği görmezden geliyor. Amacı Kürt halkının Türk Marksistlerine güvenmesini ve uyanış içindeki Kürt gençlerinin Marksizm’e sarılmalarını engellemektir.
Beşikçi, Türk Marksistlerinin sorunlara “etnik açıdan” baktıklarını ve “zaman zaman ‘mevzuat var bazı konuları inceleyemiyoruz’ dedikleri”ni söylerken de gerçeği ifade etmiyor, dahası, burjuva-liberal ve sözde solcu bazı Türk aydınlarını “Marksist olmak”la payelendirerek, onların şahsında gerçek Marksist-Leninistleri mahkûm etme ucuz tutumunu benimsiyor.
Marksist-Leninistlerin, ister Türk, ister Kürt kökenli olsunlar “mevzuat” sınırlarını tanıma diye bir sorunlarının olmadığını, “mevzuatları” ve yasakları, işkence, baskı ve zulmü göğüsleyerek ve göze alarak çiğnediklerini dünya-âlem biliyor. Beşikçi doğru konuşmuyor, gerçeğe gözlerini kapatarak, peşin suçlamalarda bulunuyor. Beşikçi “bilim adamı” dürüstlüğüyle olaylara yaklaşmıyor. Marksizm-Leninizm’e ve sosyalizme karşı bir mevziiye yerleşerek, Marksist-Leninistleri suçluyor.
“O halde Kürtler, tarihsel olaylara etnik gruplar açısından bakma yeteneğini kazanmalıdırlar. Zaten Türkler de böyle yapıyor, Türk Marksistleri de” diye yazabilmek için kişinin burjuva bakış açısıyla olayları irdelemesi gerekir ki Beşikçi de bunu yapıyor. Etnik gruplar açısından olaylara bakanların, salt bu bakış açısıyla toplumsal olayları değerlendirenlerin, burjuva milliyetçi çizgiyi aşamadıkları ve aşamayacakları açıktır. Bunun için bir yetenek kazanmaya da gerek yoktur. Ezen-ezilen ulus ilişkisi içinde gelişen olaylar, ulusal baskı ve zulüm, dil ve kültür yasağı, ezilen ulusun emekçi yığınlarında, zaten ulusal duygu ve düşüncelerin uyanması ve gelişmesine ve onların bu doğrultuda ulusal baskıya karşı harekete geçmesine yol açar. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bugün Kürt halkını zulme karşı direnmeye yönelten esas etken de, sorunlara “etnik gruplar açısından bakma yeteneği kazanan” gerillaların eylemi değil, bu olgudur. Toplumsal-ulusal ilişki alanındaki eşitsizlik, adaletsizlik ve zora dayalı birliktir, bunun zorbalıkla ayakta tutulmak istenmesidir.
Kürt işçi ve emekçileri, Kürt halkının ulusal kölelikten kurtulması için mücadele etmeli, bu mücadelenin esas olarak kendi sorunu olduğunu bilmelidirler. Faşist, zora dayalı bugünkü devlet birliğinin Kürt ulusunun iradesine aykırı olarak sağlandığı, bunun yıkılmaya mahkûm olduğu, Kürt halkının kendi kaderini kendisinin belirlemesi hakkını şu ya da bu biçimde kullanması karşısında, egemen sınıfların başvuracağı her tür baskıya karşı kararlılıkla mücadele edilmesi gerektiği, gerici, zora dayalı, devlet birliğinin yıkılarak yerine halkların özgür, eşit ve gönüllü birliğine dayalı demokratik devletinin kurulması gerektiği vb. Türk, Kürt, tüm Marksistlerin savunduğu ve savunmaya devam edeceği düşüncelerdir. Ama bu, Beşikçi’nin iddia ettiği gibi sorunlara etnik gruplar açısından bakarak değil, sınıf bakış açısından bakarak ancak mümkün olabilmektedir. Yani Kürt işçi ve emekçileri için en fazla gerekli olan, olaylara, sınıfsal bakış açısıyla bakmayı öğrenmeleridir. Eğer, egemen sınıfların gerici, sömürücü diktatörlükleri altında ezilme durumlarının sürüp gitmesini istemiyorlarsa, ulusal bilinçle yetinmemeli, sınıfsal bilince ulaşmalı, sınıf bilincini edinmelidirler. Beşikçi gibileri Kürt işçi ve emekçilerine, sınıf bilincinin, sınıf bakış açısının önemsiz olduğunu söylerken, onlara’ kötülük etmekte, burjuvazi ve toprak ağalarının değirmenine su taşımaktadırlar. Türk burjuva aydınlarının, sözde Marksist Türk solcularının, anti-Marksist ve halk düşmanı tutum ve davranışlarını gerekçe göstermek ise, insanı burjuva kulvarda, sosyalizme karşı koşmaktan alıkoymuyor.
Burada, Beşikçi de dahil olmak üzere, birçok çevre, özellikle de, kendilerine “Kürt solu” diyenler tarafından çarpıtılıp bulanıklaştırılan bir diğer kavram, Enternasyonalizm kavramı üzerinde de kısaca durmak gerekiyor.
Sorunların sınıf mücadeleleri temelinde irdelenmesi ve proletaryanın enternasyonalizminden söz edilmesi Beşikçi’yi ve öteki “ulusalcı enternasyonalist”Ieri rahatsız etmektedir. Beşikçi “ulusal bilince ulaşmamış” Kürtlerin, “Kürtlerin birliği için çalışmadan”, “Türklerle, öteki uluslarla (bu ulusun emekçi sınıflarıyla)” bir enternasyonal dayanışma içinde olamayacağını düşünmektedir. O, ezilen Kürt ulusunun işçi ve emekçilerinin, ezilen ulusun mensupları olarak kaldıkları ve ayrı bir devlet kurmadıkları sürece, birlikte yaşadıkları Türkler dâhil, diğer uluslardan işçi ve emekçilerle enternasyonal bir dayanışma ve birlik içine giremeyeceklerini, dahası girmemeleri gerektiğini vaaz ediyor.
Enternasyonalizm toplumsal gelişme sürecinin belli bir evresinde, sorunların ulusal sınırların ötesine taşarak uluslararasılaştığı bir dönemde, bu dönemin ve uluslararasılaşmanın üzerinde yükselen bir kavramdır. Uluslararası alanda birlik ve dayanışmayı ifade eden, ulusal değil, sınıfsal planda kullanılan bir kavramdır.
Kapitalizm, gelişme sürecinde, burjuvazi-proletarya karşıtlığını genişletip olgunlaştırırken, aynı zamanda, tekelci evreyle birlikte (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) sermayenin “ulusal” sınırları yıkarak ya da aşarak, uluslararası pazara açılmasına, tek tek ülke ekonomilerinin, emperyalist ekonomi zincirinin birer halkası haline gelmesine, henüz kapitalist gelişmenin olmadığı ya da cılız olarak var olduğu, geri, sömürge ve bağımlı halkların emperyalist sisteme eklenmesine yol açtı. Kapitalizmin bu uluslararası özelliği, onun ezen ve ezilen sınıflarının, proletarya ve burjuvazinin uluslararası sınıflar olmasını da belirleyen bir özelliktir. Ekonomik-toplumsal sistem olarak gelişmesinin son sınırına ulaşmış kapitalizm olan emperyalizm, bütün ülkelerden ve tüm uluslardan burjuvaziyi, uluslararası burjuvazinin yerel kolları olarak örgütler ve onun enternasyonalizmini yaratırken, sömürülen ve kapitalizmin ürünü olarak doğup büyüyen proletaryayı da, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” uluslararası bir sınıf haline getirir. Kapitalizm hem burjuvazinin ve hem de proletaryanın enternasyonal birliğini doğurup büyüten bir toplumsal sistemdir.
O halde enternasyonalizmi sınıfsal temelde ele almak zorunludur. Enternasyonalizm gerçekte ulusların değil, sınıfların dayanışması ve birliğini ifade eder. Beşikçi Kürt toplumunu, kendine özgü “bilim yöntemi”yle burjuvazisi, aydını ve işçi sınıfı olmayan, çelişkisiz bir bütün olarak gösterip, ezilen ulus konumunda kaldığı sürece “Kürtlerin, Türklerle, öteki uluslarla (bu ulusun emekçi sınıflarıyla)” bir enternasyonal dayanışma ve birlik içinde olamayacaklarını ne kadar iddia ederse etsin ve yine, enternasyonalizm kavramının çarpıtılmasına yönelik çabalara karşın, enternasyonalizmin günümüzde ifade ettiği gerçek yukarıdaki gibidir. (1)
Uluslararası -enternasyonal- bir sınıf olan proletaryanın ideolojisinin ve sınıfsal kurtuluşunun savunucuları olan Marksistler de işte bu yüzden enternasyonalisttirler. Kürt ya da Türk milliyet kökenli oluşları Marksistlerin enternasyonalist bir tutum ve politikaya sahip olmalarının önünde engel değildir. Marksistler ve proletarya, uluslararası proletarya ordusunun, şu ya da bu ülkedeki kolu olarak en başta kendi ülkelerinde olmak üzere, devrimin gerçekleşmesi ve ulus ve ülke ayrımından bağımsız olarak tüm emekçi sınıfların ve tüm insanlığın tam kurtuluşu için mücadele ederler. Proletarya ve Marksist-Leninistler, bu mücadelelerinde üzerinde yaşadıkları dünya ve ülkenin durumunu, çeşitli sınıfların durumu ve ilişkilerini, uluslararası ilişkileri dikkate alırlar. Proleter enternasyonalizmi, burjuva baskı ve zulmün her türüne, proletaryanın ve ulusların köleliğine karşıdır. Proleter enternasyonalizmini savunmanın, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin en tam dayanışması ve birliği için çaba göstermenin “Türk solculuğu” olduğu suçlaması, temel perspektifleri “Kürt olmak ve Kürt kalmak”la sınırlı olanların, olayları ve toplumları esasta ezilen ulus burjuvazisinin penceresinden irdelemeye kalkışmalarından kaynaklanmaktadır.

(1) M. Can Yüce, Yeni Ülke gazetesinde, “milliyetçilik ve enternasyonalizm” baslıktı yazısında, Kürdistan’da “burjuva milliyetçiliği’nin, boy verme, gelişme koşullarının olmadığını iddia ediyor ve enternasyonalizmle ilgili olarak şunları söylüyor:
“Ülkemizde enternasyonalizm, yurtseverlikten, ulusal kimlik mücadelesinden, ulusal duygu ve ulusal gururu dolu dolu yaşamaktan, ulusal kurtuluşu gerçekleştirmekten geçer. Bunun dışındaki ‘enternasyonalizm’ yaklaşımları içi boş, anlamsız olmaktan öteye inkârcılıktan başka bir şey değildir.”
Enternasyonalizmi bu biçimde tanımlamanın bir eksikliği, dahası proleter enternasyonalizmi tanımlamasının çarpıtılmasını içerdiği açıktır. Kuşkusuz» enternasyonalist olmakla, ezilen ulusun özgürlüğü için mücadele etmek birbirinin alternatifi olarak ele alınmamalıdır. Enternasyonalizm, kendi ülkesinde, proletarya ve halkın devrimci kurtuluşunu sağlamak için mücadele etmek olduğu kadar, bu mücadeleyi proletaryanın uluslararası devrimci eylemine bağlamak, ona bağlı olarak ele almaktır da. Enternasyonalizmi, Kürt ulusunun “ulusal kimliği için mücadeleyle, “ulusal gururu dolu dolu yaşama’yla, ulusal kurtuluş için mücadeleyle sınırlamak onu darlaştırıp, ulusallaştırmaktır. Bir proleter ya da devrimci, Kürt halkının ulusal özgürlüğü için mücadele etmeden enternasyonalist sıfatını hak edemeyeceği gibi, bu mücadeleyi proletarya ve emekçilerin devrimci kurtuluş mücadelesine ve proletaryanın uluslararası eylemine bağlamayan bir kişi de milliyetçilik sınırını aşamaz. Küçük-burjuva milliyetçiliği, enternasyonalizmi ulusların eşitliğiyle sınırlar. Oysa proleter enternasyonalizmi öncelikle, herhangi bir ülkedeki proletarya mücadelesinin uluslararası proletaryanın devrimci çıkarlarına bağlanması, ona bağlı olarak ele alınması gerekir. Sorun budur.

Nisan 1992

“Bilim Yöntemi”, Kurt Ulusal Sorunu Ve İsmail Beşikçi (2)

Bilim Yöntemi’ ve burjuvazisiz, işçi sınıfsız, aydınsız ulus olma ütopyası:
İsmail Beşikçi ve onun “tez”lerini teme alan bazı başka Kürt çevreleri, Kürt toplumunun “sınıfsız” bir toplum olduğu iddiasındadırlar. Beşikçi’ye göre “Kürt burjuvazisi denilebilecek bir toplumsal kategori oluşmamıştır. Feodal sınıf, kapitalist ilişkilere geçme aşamasında ajanlaştırılmıştır. Bu kesimler, ajanlaştıkları ölçüde de Türk devleti tarafından maddi ve manevi olanaklarla donatılmışlardır. Böylece ‘Kürt burjuvazisi’ denilebilecek bir kategorinin oluşması engellenmiştir.”
“Güçlü bir burjuvazinin, kapitalist sınıfın oluşamaması Kürt işçi sınıfının oluşmasını da engellemiştir. Batman’da, Ergani’de Tatvan’da, benzer yerlerde Kürt işçiler Türk işçi sınıfı ideolojisi çerçevesinde örgütlendirilmeye çalışılmaktadır. Bu kategori ulusal ve demokratik harekete oldukça uzak kalmaktadır.”
“Güçlü bir burjuvazisi olmadığı gibi, aydınlan da yoktur. Aydın denilecek kategoriler, şu ya da bu nedenlerle, Kürdistan’dan kopmuşlardır.” (Kürt Aydını Üzerine Düşünceler)
Beşikçi, ya da onun “bilimsel” olmayan düşüncelerimi benimseyip savunanlar, sosyal olayları ve sosyal sınıfların oluşmasını, niyetlere ve düşüncelere göre değerlendirmektedirler. Beşikçi’ye göre, Kürt burjuvası, aydını, ya da işçisi olmak, bu sınıf ve kesimlerden -Beşikçi kategori diyor- birine mensup olabilmek için “Kürt olmak ve Kürt kalmak” ve “ben Kürdüm” demek gerekiyor. Dahası o, bağımsız Kürdistan olmadan, Kürtlere mensup bir sınıftan söz etmenin yanlış olduğunu düşünüyor. “Bilim adamı” Beşikçi, toplumsal sınıflara nesnel, maddi temelde değil, sübjektif durumlarına göre yaklaşmaktadır. Bireylerin sınıflar olarak gruplaşmalarının, üretim sürecindeki yerleri ve konumları tarafından belirlendiği gerçeğini burjuva bilim adamları bile kabul ederler. Onlar bu temelde sınıfların oluşumunu, varlığını ve mücadelesini de objektif davrandıkları sürece inkâr etmezler. Burjuva bilim adamlarının karşı çıktığı, sınıflar mücadelesinin proletarya diktatörlüğü için mücadeleye kadar vardırılmasıdır. Sınıflar, içinde bulunulan dönem ve koşullarda, kendi sınıf konumlarına uygun bir düşünceye sahip olup olmamaktan bağımsız olarak nesnel bir toplumsal varlıktırlar. Sınıflar, mensuplarının sübjektif bilinçlerinden bağımsız olarak, hatta iradeleri dışında varolan nesnel olgulardır. Üretimdeki konumlarına, üretim araçları karşısındaki durumlarına göre, mülk sahibi, ya da mülksüz olarak kişiler toplumsal sınıfları oluştururlar. Bir işçinin işçi olabilmesi için, işçi sınıfı ideolojisini benimsemesi ya da işçi olarak kendi durumuna uygun bir politik tutum içinde olmadıkları ve Marksist parti aracılığıyla bu bilinci alıncaya dek işçilerin burjuva partilerini desteklediği bir gerçektir. Ama bu durum onların bir sınıf oluşturmalarını engellemez.
Ezilen, bağımlı ya da sömürge bir toplumda sınıfların oluşumu ve toplumsal gelişmenin özgürce, engelsiz ve kendi iç dinamiğiyle olamaması ya da sömürgeci konumdaki ulusun baskı ve denetiminin engelleyici durumu ayrı bir şeydir, ezilen ulusun hem bir ulus ve hem de burjuva sınıfı, aydını ve işçi sınıfı olmayan bir ulus Olduğunu söylemek başka bir şeydir. Beşikçi, “bilim adına” bunu ciddi ciddi iddia etmektedir.
Beşikçi: “Aşiret reisi, şeyh, ağa gibi kategorilerin ‘egemen sınıf olarak değerlendirilmesi de resmi ideolojinin bir görüşüdür.” demektedir. O, ayrıca şunları yazıyor: “Türkiye’de, özellikle sol siyasal düşünce de kabul görmüş bir anlayış var. Türkiye, Türk egemen sınıfları ve Kürt egemen sınıfları tarafından birlikte yönetilmektedir. 1960’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi ve MDD programlarında, 1970’li yıllarda sosyalist partilerin ve siyasal hareketlerin programlarında, toprak ağalar, şeyhler aşiret reisleri gibi Doğulu zümreler, egemen sınıflar kategorisi içinde değerlendirilmişlerdir. Bu anlayışın yanlış olduğu kanısındayım Toprak ağaları, şeyhler, aşiret reisleri gibi, egemen sınıflar bloğu içinde yer alabilecek kategorilere, egemen sınıf denemeyeceğini, bunların düşünce ve eylemlerinin ancak, ‘ajanlık’ kavramıyla ifade edilebileceğini düşünüyorum. Ticaret, sanayi gibi sektörlerde uğraşanlar için de aynı şey söylenebilir. Bu, kısaca ulusal kimliğini inkâr ederek bunun ötesinde de ajanlaşarak yaşamını ve fonksiyonlarını sürdürme faaliyetidir.” (Devletler Arası Sömürge Kürdistan, sf. 92)
Tekrarında yarar var; Beşikçi, sınıf olgusunu, sınıfların varlığı ve eylemini, sınıfların konumunu, üretim sürecindeki yerleri tarafından belirlenen nesnel olgular olarak ele almıyor, bunun yerine, onların düşüncelerine ve düşünerek yapılmış eylemlerine bakarak değerlendiriyor.
Başka yerlerde (örneklemek mümkün) bu iddiasıyla çelişecek şeyler söylese de, esas olarak, Kürdistan’da, bir Kürt egemen sınıfının, dahası, Kürt burjuvazisi, Kürt aydını ve Kürt işçi sınıfının var olmadığını ileri sürüyor. Buna gösterdiği gerekçe ise, bu kesimlerin, Kürt kimliğiyle ortaya çıkmadıkları, Kürtlük iddiasında bulunmadıklarıdır. Yani o, sınıf olgusunu, sınıf ya da toplumsal tabaka olarak var olmayı bilinç unsuruna -sınıfsal bilinç de değil, etnik bilinç- bağlıyor. Etnik bilince sahip olmayan, ya da Kürt ulusal hakları için henüz mücadele içinde yer almamış olanları “Kürt” olarak kabul etmiyor. Bunlar, “objektif olarak Kürt” olsalar da, “sübjektif olarak Kürt değildirler” diyor. Bu tür bir bakış açısının, sınıflar gibi maddi olan, nesnel olan olgular, soyut ve sübjektif değerlendirmeye tabi tuttuğu, sübjektif olarak aldığı açıktır.
İsmail Beşikçi, Kültlerde bir egemen sınıfın, burjuvazinin ya da işçi sınıfının olmadığını öne sürerken, nesnel olgu ve süreçleri inkâr ettiği gibi, Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf menfaatleri doğrultusunda içine girebilecekleri mücadelenin önüne de set çekmeye çalışıyor. Kitapları okunduğunda görülecektir ki Beşikçi, Kürtlere, Kürt işçi, emekçi ve gençlerine gerekli olanın sınıfsal bilinç, devrimci Marksist bilinç değil; ulusal “etnik” bilinç olduğunu iddia ediyor. Ezilen, ulusal zulüm ve baskı altında tutulan bir halkın bireyleri için, ilk bakışta Beşikçi’nin bu önermeleri kuşkusuz çekici gelecektir. Ancak, sınıflar ilişkisi ve çelişkisinin tüm acımasızlığıyla sürdüğü günümüz toplumunda ezilen ve sömürülen sınıfa ve bu sınıfın mensubu bireylere, sınıfsal tutumun ve sınıfsal bilincin gerekli olmadığı düşüncesinin, nereden bakılırsa bakılsın egemen sınıflara, Kürt egemen sınıflarına yaradığının, onlara hizmet ettiğinin, burjuva bir düşünce olduğunun üstünü örtmek de sanıldığı denli kolay değildir.
Beşikçi, toprak ağalan, şeyhler ve aşiret ağalarının egemen sınıflar kategorisi içinde değerlendirilemeyeceğini, bunların ajan sınıf olduklarını, çünkü onların ulusal kimliklerini inkâr ederek Türk egemen sınıflarıyla birleştiğini söylüyor.
Kürt egemen sınıflarının, toprak ağaları ve aşiret reislerinin, özellikle de en nüfuzlu olanlarının ulusal kimliklerini reddetme temelinde Türk egemen sınıflarıyla kader birliği yaptıkları, emperyalizm işbirlikçiliği temelinde onlarla bir araya geldikleri, ulusallık talep etmedikleri doğrudur. Yine, bugünkü devlet yapısında ağırlıklı unsurun Türk egemen sınıfları olduğu da doğrudur. Ama bu neyi gösterir? Bu doğrular, İsmail Beşikçi’yi doğrulamıyor. Bu doğrular, bu kesimlerin kader birliğini sınıfsal temelde, sınıf çıkarları temelinde gerçekleştiğini gösteriyor. Nitekim Beşikçi’nin kendisi de, bu ilişkinin Kürt egemenlerine sağladığı çıkarlara -ne anlama geldiğinin üstünden atlayarak- değiniyor. Şu sözler ona ait: “Şeyhler maddi bakımdan güçlendikçe devletin desteğini aldıkça, tarımda makinalaşmayı hızlandırıp topraklarını genişlettikçe, banka kredilerinin çok büyük bir bölümünü kullandıkça, Kürt halkı karşısında şeyh olarak etkileri daha da artmaktadır. Şeyh olarak etkileri arttıkça da maddi bakımdan daha da güçlenmekte, zenginliklerini artırmaktadırlar. Bu ilişkiler devletin de desteğiyle sürüp gitmektedir.”
Peki, şeyhlerin, toprak ağalarının bu konumu ve durumuyla Kürt yoksul köylüleri, topraksız köylüleri, işsiz ve işçilerinin durumu arasında bir ezen-ezilen, sömüren sömürülen, baskı uygulayan, baskı gören ilişkisi yok mudur? Şeyhler, toprak ağaları, “devletin de desteğiyle” topraklarını genişletip Kürt halkı karşısında etkilerini artırıyorlarsa, devletin, Kürt halkı üzerindeki baskısına alet oluyorlarsa ve bu fiillerini Türk egemen sınıflarıyla girdikleri sınıf ittifakı ve güç birliği ilişkisi çerçevesinde yürütüyorlarsa. Kürt halkını, bu “kendi” egemenlerine karşı da mücadele-ye çağırmak niye yanlış ve niye gereksiz olsun?
Devlet içindeki konumlarına dayanarak ve devletin sağladığı destekle Kürt halk, karşısında ekonomik siyasal etkileri güçlenen Kürt toprak ağalarını, aşiret reisleri ve şeyhlerini,  Kürt egemenleri,  burjuva-feodal Kürt egemen sınıfları olarak tanımlamak niye yanlış olsun?
Ulus olma ve ulusallık talep etme kapitalizmin olgularıdır. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, bir yandan ulusal talepler, öte yandan sınıf çatışmaları ve sınıfsal talepler gündeme gelir. Egemen ve ezilen sınıf ilişkisi, salt kapitalizme özgü bir olgu olmamasına rağmen, ezilen ezen ulus ilişkisi esas olarak kapitalizme özgü ve onun ürünüdür. Burjuvazi, kendi pazarı üzerinde denetim kurmak ve onu kendi başına sömürmek için ulusallık talebiyle harekete geçer ve toplumu peşinen sürüklemeye çalışır. Bu, ilişkinin bir yanıdır.
Öte yanda, ezen-ezilen sınıflar ilişkisi sürüp gitmektedir ve ezilen sınıfların, proletaryanın eylemi, burjuvaziyi katı sınıf tutumuna doğru harekete geçirir. Ulusallık talebi, sınıf olarak egemenliğini garantiye alma tutumu karşısında tali plana düşebilir, ulusal özgürlük talebi haline gelir. Ezilen ulusun egemen sınıfları, burjuvazisi, toprak ağaları ve Kültlerde olduğu gibi şeyh ve aşiret ağaları (bunların en irileri) egemen ulusun, egemen sınıflarıyla sınıfsal temelde kader birliği yaparak, ulusa ihanet edebilirler. Ancak bu durum onları egemen sınıf olmaktan çıkarmaz. Onların, ezilen ulus bağrındaki varlığı, egemen sınıf varlığıdır. Halkı ezer, baskı altında tutar ve sömürürler. Ayrıca, Kürt toprak ağalarının, aşiret reisleri ve şeyhlerinin, kapitalizm öncesi toplumsal yapının ürünü oldukları, Kürt köylülerini bu ilişki çerçevesinde ezip-sömürdükleri de bilinen bir gerçektir. Ticaret ve sanayi gibi sektörlerde uğraşan ve Kürt işçi ve emekçilerini ücret ilişkisi çerçevesinde sömüren Kürt burjuvalarının, Kürt burjuvazisi olamayacağı iddiası da Beşikçi’ye ait saçma bir iddiadır.
Burada kısaca da olsa gerçeğin bir başka yanına değinmekte yarar var. Eğer bugün Kürdistan’da önemli bir ulusal uyanış ve direniş varsa, bunda, ekonomik gelişmenin, geri toplum yapısını çözerek, sınıf farklılaşmasını hızlandırmasının rolü büyüktür. Kürdistan’da kapitalizmin gelişmesi, aşiret yapısının parçalanmasını, şeyhlik kurumunun etkisizleşmesini ve geri toplum yapısının çözülmesini birlikte getiriyor. Kapitalist gelişme, aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak, giderek artan oranda Kürt emekçisini ulusal mücadelesinin içine çekerken, Kürt toprak ağaları, şeyhlik kurumu ve aşiret reisleriyle işçi ve emekçiler arasındaki çelişkinin büyümesine de yol açıyor, Aynı zamanda bu gelişmeler, Türk egemen sınıflarıyla, Kürt egemen sınıflarının kader birliği ve ilişkilerini de sarsıyor, tehdit ediyor. Kürt halkı, ulusal demokratik talepleri daha etkin ve daha kitlesel dile getirdiğinde, yalnızca diktatörlüğün ve Türk egemen sınıflarının Kürdistan’daki konumu sarsılmıyor, aynı zamanda, Kürt egemen sınıflarıyla, Türk egemen sınıfları arasındaki sınıf işbirliği de yara alıyor. Son dönemde, ulusal özgürlük mücadelesinin daha da yükselmesi karşısında, “bizde ayrılık-gayrılık yoktur” demagojilerinin yanı sıra, emperyalizm uşaklığında Türk kökenli burjuvaziyle birleşmiş, ulus düşmanı Kürt hainlerinin, “biz de Kürt kökenliyiz” yollu açıklamaları da, gelişmenin önünü alma ve özgürlük mücadelesini düzen sınırları içinde boğma planlarının bir parçasıdır. Bu aynı zamanda, bu kesimlerin, Kürdistan’daki etkin egemen konumlarını-yenileyerek sürdürme hesaplarıyla da ilişkilidir.
Kürtleri’de “sınıflar yoktur” anlamına gelebilecek, “Kürt egemen sınıfları, Kürt burjuvazisi, Kürt aydınları, Kürt işçi sınıfı yoktur” biçimindeki tespitleri, ulusal bilince sahip olup olmamaya bağlı olarak yapmak, hem Kürt toplumundaki nesnel gelişmelerin üstünü örtmektir hem de Kürt işçi ve emekçilerinin, kendilerini ezen Kürt toprak ağalarına, Kürt burjuvazisine ve aşiret reislerine karşı mücadelesini engellemeye çalışmaktır. Beşikçi bunu yapıyor. Kitaplarının herhangi birinde, Kürt işçi ve emekçilerine sınıfsal kurtuluşları için mücadeleyi önermemesi de bunu kanıtlıyor. O, elinden geldikçe, işçi ve emekçilerin devrimci Marksist bilince ulaşmamasını, bundan uzak durmasını sağlamaya çalışıyor; sınıf mücadelesinin, Kürt ulusal özgürlük mücadelesini zayıflatmağını düşünüyor.
Beşikçi, Kürt egemen sınıflarının ulusal hareket içinde, ya da ona karşı durumuna bakarak, onların tutumunun iki ‘ süreçte değerlendirilebileceğini; 1940’lı yıllara kadar, ulusal hareket için de yer aldıklarını, ancak ondan sonra bundan uzak durduklarını, bunun içinde Kürt egemen sınıflarının 1940’tan sonra egemen sınıf konumlarını kaybettiklerini söylüyor.
Bu, toplumsal gelişmenin ve toplumsal gelişme yasalarının reddi anlamına gelir. Büyük toprak ağalarının, aşiret reislerinin ve şeyhlerin “çok büyük bir” kısmının ajanlaştıklarını ve Kürt ulusal hareketine tamamen ters düştüklerini” söyleyen Beşikçi, “1940’lı yıllarda başlayan yeni süreç”in Kürt egemen sınıflarının “tamamen çökmesi” süreci olduğunu iddia ediyor. Ulusal hareketten uzaklaşmayı, ulusal taleplerde bulunmamayı, sınıf olarak “çökmek” biçiminde değerlendiriyor. Oysa bu kesimler, sınıf olarak çökmek şöyle dursun, o günden bu yana sınıf konumlarını ve devletle ilişkilerini daha da güçlendirdiler. Bu inkâr edilemez bir toplumsal gerçektir ve inkâr, nesnel olguların var olmalarını ortadan kaldırmıyor. Kürt egemen sınıfları vardır ve mevcut burjuva devlet onların sınıf çıkarlarının da koruyucusudur.
Beşikçi, “planlı, programlı bir şekilde ulusal talepler ileri sürme”yenlerin Kürt olamayacağını, Kürtlere ait bir kategori oluşturamayacağını düşünüyor. Şöyle yazıyor: “Ulusallık iddialarından dolayı sömürgeci devletle çelişen, yıpranmalarına ve zayıflamalarına rağmen Kürt kalabilen ve bu niteliklerini savunan kişilerin ve ailelerin var olduğu da kuşkusuzdur. Fakat bunların ‘Kürt burjuvazisi1 olabilmeleri ancak, planlı, programlı bir şekilde ulusal talepler ileri sürmelerine bağlıdır.” (Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi)
Ona göre; “Batman’da, Ergani’de, Tatvan’da ve benzer yerlerde”ki Kürt işçilerinin Kürt işçisi sayılabilmesi için, onların “Türk işçi sınıfı ideolojisi çerçevesinde örgütlendirilme”ye hayır diyerek, “ulusal ve demokratik harekete” yakınlaşmaları gerekmektedir. İşte, yeni bir “bilimsel yaklaşım”!
İdeolojilerin şu ya da bu ulusa ait sınıflara göre değişebileceği saçma iddiası bir kez daha önümüze çıkıyor. “Türk işçisi sınıfı ideolojisi” neden Kürt işçi sınıfının da ideolojisi olmasın? Beşikçi’ye, Lenin’den Marksizm-Leninizm’in hazinesinden örnekler sunmak gerekmiyor. Çünkü o, Marksizm’i her fırsatta reddediyor. Bilimsel düşünebilen herkes, ideolojilerin sınıfsal olduğunu ve uluslararası, evrensel nitelikler taşıdıklarını bilir. Marksizm-Leninizm, Kürt işçi ve emekçilerinin, ulusal özgürlük mücadelesine uzak durmalarını değil, bu mücadelenin başında yer almalarını, onların gerçek kurtuluşları ve nihai hedefleri açısından gerekli sayar. Bunu, milliyetçi olmaları, burjuva-gerici egemen sınıflarıyla birleşmeleri, “ulusal çıkarlar” adına burjuvaziyle uzlaşmaları olarak değerlendirmez Marksizm. Marksizm, ulusların baskı altına alınmasına ve köleleştirilmesine karşıdır. Ulusal baskı ve eşitsizliklerin, sınıf çelişkilerinin üstünü örterek, burjuvaziye yaradığını bilir ve ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini savunur. Beşikçi “Türk solu” lafazanlığını bir yana bırakarak, Türk ve Kürt Marksistlerinin birleşik partilerinin, Kürt işçilerini, ulusal özgürlük mücadelesinin başına geçmeye ve onu sosyalizm hedefine bağlayarak, işçi ve köylülerin özgürlüğü mücadelesine genişletmeye çağırdığını ve bunun fiili olarak gerçekleşmesi için Kürdistan’da örgütlendiğini görmeye çalışmalıdır. Beşikçi, sınıfların ve ulusların irade gücüyle oluşturulabileceğini düşünmektedir. “Çürümüş bir toplum” olarak değerlendirdiği Kürt toplumunda, bu durumun son on yıl içinde ve PKK’nın çabalarıyla değiştiğini iddia etmektedir. O şöyle yazıyor: “Kendisine Kürt’üm diyen, Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarını savunan, hu sürece destek veren işadamlarının, ticaret ve sanayi ise uğraşan insanların da ortaya çıkması bu anlama gelmektedir.” İşadamlığı iradeyle oluşuyor Beşikçi’ye göre. İşadamları, sanayi ve ticaretle uğraşanlar ve üstelik ‘ben Kürdüm’ deyip, ‘Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarını savunanların neden bir Kürt burjuvazisini oluşturamayacaklarını
Beşikçi açıklamıyor.
Burada sorunun bir başka yanına değinmekte yarar var. Bugün Kürdistan’da ulusal özgürlük mücadelesi gün geçtikçe gelişip yaygınlaşmaktadır. Ancak henüz, tüm ezilen ve sömürülen Kürt emekçileri bu mücadele içinde kitlesel olarak yer almış değillerdir. Kürt halkına yönelik bunca zulüm ve baskı ortadayken, Kürtlerin varlığı inkâr ve yaşamı tehdit ediliyorken, hem Kürt olmak ve hem de bütün bunlara karşı sessiz kalmak onaylanacak ve kabul edilecek bir tutum değildir. Kürt milliyetinden Marksistler bu durumun değişmesi için çalışmaktadırlar. PKK’nın eyleminin süreci, mücadelenin gelişmesi yönünde etkilediği de doğrudur. Ancak sınıfların, iradi tutumlar sonucu oluşabileceği iddiası ve yine kendi gerçek durumlarının bilgisine sahip olmayan ezilen sınıfların, burjuva partilerinin etkisi altında mevcut devlet sistemi içinde kalan davranışlarından hareketle onların bir sınıf oluşturmadıklarını ve Kürt ulusuna ait bir sınıf sayılmamaları gerektiğini söylemek bilim dışıdır ve “Bilim yöntemi” adına bilimin katle dilmesidir.
Beşikçi’nin “Bilim Yöntemi” ve Emperyalist Sömürgeciliğin Aklanması
İ. Beşikçi, “bilim adına”, toplumsal gerçekleri çarpıttığı gibi, emperyalizme, onda olmayan özellikler atfetmekten de çekinmiyor. O, “ulusal”, ya da uluslararası plandaki her olay ve olgunun “bilimsel” incelenmesinin merkezine Kürt sorununu koyarken, bir duyarlılığın belirtilmesi açısından belki de olumlanabilecek tutumunu uç noktaya vardırıyor ve “Kürdistan’ın durumu emperyalizm ve sömürge teorilerinin yeniden ele alınmasını, gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır” diyor. Ve ardından şunları yazıyor:
“Eğer 1920’lerde İngiltere’ye bağlı bir Kürdistan sömürgesi kurulmuş olsaydı, Kürdistan şimdiye kadar çoktan bağımsızlığına kavuşmuş olurdu. Hâlbuki Kürdistan ve Kürt ulusu, kendileri de emperyalizme bağımlı olan devletlerarasında bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Bu devletler ise Kürdistan’ı çok daha yıkıcı, gerici ve barbar yöntemlerle yönetmişlerdir. Hiçbir emperyalist güç, Türklerin, Arapların ve Forsların Kürdistan’da gerçekleştirdikleri yıkımları gerçekleştiremezdi. Ne 1920’lerde İngiliz emperyalizmi, ne de günümüzde Amerikan emperyalizmi.”
Beşikçi, emperyalizm ve sömürge teorilerinin yeniden ele alınmasının gerekliliği(!)ne neden olarak şu yukarıdaki varsayımları gösteriyor. Beşikçi’nin varsayımlardan hareketle bir durum değerlendirmesi mi yaptığı, yoksa emperyalist “sömürgeciliği”ni tercih mi ettiği burada pek açık olmasa da, aynı fikir ve iddianın kitaplarında birçok kez dile getirilmiş olması, onun bir tercih yaptığını gösteriyor.
Varsayımları bir yana bırakarak gerçeklere bakalım. Kürt halkını, kendi devlet sınırları içinde, boyunduruk altında ve zorbalıkla tutan ülkeler egemen sınıflarının bunu, emperyalizme dayanarak, ondan güç ve destek alarak gerçekleştirdikleri bir gerçektir. Nitekim Beşikçi’nin kendi de, -başka yerlerde aksini iddia etmesine karşın- bu ülkelerin emperyalist değil, emperyalizme bağımlı olduklarını söylüyor. Emperyalizm tahlillerinin gözden geçirilmesini önerdiğine ve emperyalist sömürgeciliğin daha az tahrip edici olduğunu söylediğine göre, bir tercih de yapan Beşikçi, emperyalizmin yıkıcılığını ve talanını şirinleştiriyor.
Bugün Kürt halkını doğrudan boyunduruk altında tutan devletlerle emperyalizmin -özellikle ABD- ilişkisi son derece açıktır, kürt halkına yönelik askeri saldırılar emperyalistlerin desteğiyle sürdüğü gibi, Kürdistan’ın mevcut statüsünün ayakta tutulmasının en önemli koruyucu gücü de emperyalizmdir. Ne Halepçe katliamı ABD emperyalizminden bağımsız gerçekleşti, ne de Türkiye Kürdistanı’nda uygulana-gelen imha ve asimilasyon faaliyeti, onun bilgisi ve etkisi dışındadır. Emperyalistlerin “Kürt hamiliği”, Kürtleri “koruma” demagojisiyle, Türkiye Kürdistanı’nda askeri birliklerini konuşlandırmalarının da Kürt halkının yararına hiçbir yanı yoktur.
Beşikçi, ulusal kurtuluş mücadelesi veren örgütlerin, emperyalistlerle ilişki kurabileceklerini söylüyor. Daha doğrusu bunu Kürtler ve PKK için olabilir görüyor. “Kürtler, bu arada PKK kendi ideolojilerinden temel düşüncelerinden, temel prensiplerinden taviz vermemek koşuluyla herkesle, her devletle ilişki kurabilir. Bu devletlerin içinde ABD’de vardır… Her şey hesap-kitap meselesidir… Eğer aldıklarıyla verdikleri arasında bir denge varsa, bu ilişkiyi sürdür-menin hiçbir sakıncası yoktur. ” (Özgür Halk dergisiyle röportaj)
Emperyalist devletlerle ve ABD ile ilişki kurarak ulusal kurtuluş-mücadelesi yürütmek, bu ilişki sürecinde, “alınan” ve “verilen” arasında bir “denge tutturmak” ne doğru bir tutumdur ne de ezilen bir ulusun devrimci kurtuluş hareketine önerilebilecek bir “seçenek”tir. Ulusal özgürlük mücadelesi, her şeyden önce, emperyalizme karşı verilmek zorundadır. Söz konusu ezilen ulus Kürt ulusuysa, bu daha da zorunludur. Çünkü Kürt ulusunu bağımlılık ilişkileri içinde tutan devletler, bunu en fazla ABD olmak üzere emperyalizme dayanarak yapabilmekte, Kürt halkını ulusal kölelik ilişkileri içinde tutabilmektedirler. Diğerleri bir yana, ABD, Türkiye’nin mevcut “üniter-devlet” yapısının ve bu yapı içindeki Kürt halkının kölelik durumunun devamından yana olduğunu her fırsatta açıklamakta Türk devletini ekonomik, siyasi, askeri, mali, diplomatik açıdan desteklemektedir. Emperyalistlerin ve ABD’nin Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’ndaki asker, cephane ve üsleri, Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı da bulunmakta ve gerektiği her durumda kullanılmaktadır. ABD, PKK’yı terörist örgüt” olarak gördüğü gibi, diktatörlüğün Kürt halkına ve PKK’ya karşı saldırılarını da meşru görmekte ve desteklemektedir.
Emperyalistlerle ilişki kurularak, gerçek anlamda ulusal özgürlük mücadelesi yürütülemez. Ekonomik-siyasal gücü sayesinde emperyalistler, özgürlük mücadelesine sızarak onu, emperyalizme zarar vermeyecek, dahası ona bağımlı gelişecek sözde bir kurtuluş hareketi biçiminde gelişmesi için her yola başvurma ve bunu başarma olanağına sahiptirler. Bunun için ulusal özgürlük mücadelesi, tutarlı bir anti-emperyalist çizgide yürütülmek zorundadır.
Emperyalizm ve ABD ile şu ya da bu biçimde ilişki kuran, ondan bir şeyler “alıp” bir şeyler “veren” ulusal kurtuluş hareketlerinin içine düştükleri durum gözler önündedir. İktidara geldikten sonra ABD ile ilişkileri geliştiren Sandinistlerin, Nikaragua’da iktidarı kaybettikleri bilinen en yakın örnektir. Emperyalistler, kırıntılar “vererek” halkların tüm zenginlikleriyle birlikte, özgürlüklerini de gasp ederler. Emperyalistlerin, ulusların özgürlüğü üzerine, propagandaları tümüyle yalana dayalı, ikiyüzlü ve sahtedir. Bugün, emperyalist propagandanın aksine, dünyanın neresinde olursa olsun, burjuvazi ve gericiliğin kaynağında durduğu ve sorunlu olduğu, eşitsiz ve zulme dayalı ilişkilerin tümü emperyalizme dayalıdır. Onun kapitalist kölelik sistemi tarafından üretilmekte ve sürdürülmektedir. Emperyalistlere ve ABD’ye dayanmaya ve onunla ilişkiler içinde “ulusal kurtuluş mücadelesi” vermeye çalışan Irak Kürt hareketinin, Barzani ve Talabani’nin başında bulunduğu hareketlerin durumu, emperyalistlerle ilişkilerin bedelini ortaya koyuyor. Emperyalistlerle kurulan bu tür ilişkilerin emperyalizme teslimiyete ve emperyalizm işbirlikçiliğine götürdüğünün çokça örneğini vermek mümkündür. Ancak, emperyalistlerle ilişkiler içinde kazanılmış gerçek bir bağımsızlıktan söz etmek mümkün değildir. Kürt halkı emperyalizme ve ABD emperyalizmine karşı tutarlı bir mücadele vermeden özgürlüğü kazanamaz, koruyamaz.
İsmail Beşikçi’nin emperyalistlerle ilişki kurulmasında sakınca görmemesi, onun emperyalizme atfettiği “olumlu” özelliklerle birlikte değerlendirildiğinde, daha da çarpıcı olmaktadır. Beşikçi emperyalist sömürgeciliği, emperyalizme bağımlı ülkelerin “sömürgeciliği”ne tercih ediyor. O, emperyalist sömürgeciliğin tahrip edici olmadığını, uluslararası emperyalist kuruluşların sömürgeciliğe karşı savaştığını düşünüyor ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nün sömürgeciliğin tasfiyesi için çalışan bir örgüt olarak gösteriyor. Beşikçi’ye göre emperyalistler, halkları yok etmek için, kimyasal ve biyolojik silah kullanmazlar. “Öle yandan kimyasal ve biyolojik silahlar kullanarak halkı fiilen yok etmeye çalışmak emperyalistlerin değil, onun bölgedeki yerli işbirlikçilerinin uyguladığı politikalardır.” (Devletlerarası Sömürge Kürdistan sf. 38)
Beşikçi, emperyalistleri, halkların bu en azgın düşmanlarını aklıyor, bunu, henüz izleri taze olan yaşanmış olayları yok sayarak yapıyor. ABD emperyalizminin Vietnam vahşetini halklar henüz unutmadı. “Kürt dostu” bir yazarın hatırı için de olsa yakın tarihin bu en büyük vahşetlerinden birini kimse unutamaz, unutmamalıdır. Emperyalistler, çıkarları için halkları toplu olarak imha etmekten, onlara karşı kimyasal ve biyolojik silahlar da dâhil her türlü silahı kullanmaktan geri durmazlar. Bu silahları efendilerinden habersiz, efendilerinin iradelerine karşın kullanmıyorlar. Eğer, Irak, Halepçe’de 5000 kişinin ölümüne yol açan kimyasal silah kullandıysa bunu emperyalistlere rağmen ve onlardan tümüyle habersiz yapmadı. Ayrıca, ABD emperyalizminin Körfez savaşında yüz bin ton civarında bombayı Irak halkının üzerine yağdırması gerçeği orta yerde dururken, “halkı fiilen yok etmeye çalışma”nın emperyalizmin politikası olmadığını söylemek, tarihi ve toplumsal olayları çarpıtmak olduğu gibi, halkların, emperyalizme karşı silahsızlandırılması çabasına bir katkıyı da ifade etmektedir.
Beşikçi, “bilim yöntemimin olgulardan yola çıktığını söylüyor, ancak olguları ya görmezden geliyor ya da işine nasıl geliyorsa öyle yorumluyor. Bu bilimi katletme tutumudur. Emperyalizme ve emperyalist kuruluşlara ilişkin hoşgörüsünün sonucu olarak, Birleşmiş Milletlerle ilgili şunları yazıyor Beşikçi.
“Kürt sorunu gibi sorunlar, Birleşmiş Milletlerin önünde duran en önemli sorunlardır. BM İkinci Dünya Savaşı sonunda sömürgeciliğin tasfiyesinde önemli bir rol oynadı. İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Portekiz, İspanya gibi, emperyalist ve sömürgeci güçlere karşı sömürgelerin yanında yer aldı. Fakat Kürt sorunu, Kürdistan’ın bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış yapısından dolayı milletler cemiyetinin de, BM’nin de gündemine gelmedi, gelemedi.” (age, sf. 52)
Bu satırları okuyan bir kişi eğer gerçekleri bilmiyor ve sömürgelerin kurtuluşu hakkında bilgiye sahip değilse, BM örgütünü, halkların kurduğu yanılgısına kolayca kapılabilir. Beşikçe, içinde İngiltere, Belçika, Hollanda, ABD gibi devletlerin yer aldığı bir örgütün, yine, İngiltere, Fransa, Portekiz, İspanya, Hollanda gibi devletlere karşı, onların sömürgeci uygulamalarına karşı tutum aldığını, dahası sömürgeciliğin tasfiyesinde önemli bir rol oynadığını iddia edebiliyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, uluslararası alanda yaşanan birçok olgu ve olay var. Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist cephenin, en zayıf halkasını oluşturan Rusya’da yarılması ve Sosyalist Sovyetler Birliği’nin ortaya çıkması, başka şeylerin yanı-sıra emperyalist sömürgeci politikanın eskisi gibi sürdürülmesini de olanaksız kıldı. Sovyet devrimi ezilen, sömürge ve bağımlı halklara, kurtuluşun yolunu gösterdiği gibi, anti-sömürgeci mücadelenin fiili destek üssü de Sosyalist Sovyetler Birliğiydi. İkinci Dünya Savaşı’nın, başını Nazi Almanyası’nın çektiği emperyalist devletler bloğunun yenilgisiyle sonuçlanması ve bu savaşta, Sosyalist Sovyetler Birliği’nin Hitler faşizmine karşı, sosyalist anayurdun savunulması ve D. Avrupa başta olmak üzere, emperyalistlerin işgali altında bulunan halkların kurtuluşuna sağladığı olağanüstü destek sonucu, dünyanın ezilen halkları nezdinde sahip olduğu yüksek prestij, emperyalist sömürgeci politikanın eskisi gibi sürdürülmesini daha da imkansız hale getirdi. Emperyalistler yeni sömürgecilik politikasını geliştirdiler. Kapitalist emperyalizm sahip olduğu ekonomik-mali güç sayesinde, siyasal bakımdan görünür bağsızlığa sahip olan ulusların yaşamına hükmedebiliyordu. Beşikçi, ilkin, emperyalist sömürge politikasındaki bu değişikliği görmezden geliyor, dahası sözde siyasal bağımsızlık görünümü altında sürüp giden emperyalizme bağımlılığı, “bağımsızlık”, “özgürlük” olarak gösteriyor. İkinci olarak da, bir dönemler SB, Çin gibi ülkelerin BM’de yer alışını ve henüz açık emperyalist politika gütmezden önce, halkların özgürlüğünden yana tutum almalarını hesaba katmadan, BM’yi “anti-sömürgeci” bir kuruluş olarak gösteriyor. Böylece, emperyalistlerin oluşturduğu bir örgütün bugün Kürt halkının ulusal özgürlüğü için mücadele edebileceği gibi saçma ve aldatıcı bir sonuca ulaşıyor. Bu sonuca gelmezden önce de, BM’yi emperyalist sömürgeciliğin tasfiyesinde “önemli bir rol oynamakla şereflendiriyor!
Beşikçi, gerçekleri çarpıtıyor ve yanlış yapıyor.
Emperyalizm, tüm revizyonist iddialara karşın nitelik değişimine uğramadı. O, yine pazarların, hammadde ve ucuz işgücü kaynaklarının paylaşımı ve ilhakını, ulusların köleleştirilmesini, siyasal gericiliği, talan ve yağmayı ifade etmektedir. Emperyalizm, savaş ve gericiliğin kaynağıdır. Emperyalist sömürgeciliğin niteliği değil, biçimi değişti. Ve bu yeni bir olgu da değildir. Artık, geri ülkelerin doğrudan işgali yerine esas olarak, ezilen geri ulus ve halkların biçimsel bir siyasi bağımsızlık görü-nümü altında, ekonomik, mali, askeri, siyasi, kültürel, ahlaki vb. açıdan köleleştirilmesi yöntemi almıştır. Ancak bu yöntem, doğrudan işgalleri hiçbir zaman tümüyle dışlamamaktadır. Gerekli görüldüğünde dar, ya da bölgesel savaşlara başvurulabiliniyor. Grenada, Panama ve Irak işgalleri bunun somut kanıtlarını oluşturuyor. ABD’nin dünyanın hemen her tarafını kendi çıkar bölgesi ilan etmesi, çıkarlarının “zarar gördüğü” her yere, asker çıkarma, tehdit, şantaj, abluka vb. ile müdahale etmesi, “emperyalizmin ve sömürgeciliğin yeniden değerlendirilmesini” savunanların gerekçelerini yerle bir ediyor. Emperyalizm, ulusların kaderlerini tayin hakkının gerçekleştirilmesinin önündeki en büyük engeldir. Emperyalizme darbe vurulmadan, köle bir ulusun özgürleşmesinin olanağı yoktur. Ulusal özgürlük sorunu bu yönüyle de bir iç sorun olmaktan çıkmış, uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Günümüz pratiği bunu bir kez daha kanıtlıyor.
Beşikçi’nin, emperyalizmi olumlamasının bir göstergesi de, onun “Kuveyt’in kurtarılması”ndan söz ederken, Irak’ın yağmalanmasını görmezden gelmesidir. Kuşkusuz onun bu tutumuna yol açan, BAAS gericiliğinin Kürtlere yönelik soykırım hareketidir. Ancak bu doğru bir tutum değildir. Irak geddiğinin Kürt halkına yönelik saldırılarını lanetlemek, hiç de emperyalist orduların Irak’ı yağmalamasını olumlamayı gerektirmiyor.
Beşikçi, emperyalist sömürgeciliğin Türk sömürgeciliğinden daha az yıkıcı olduğunu iddia ederken, Türkiye’yi emperyalist bir ülke olara değerlendirme yanlışına da düşüyor. “Bağımsız Türkiye” sloganının “emperyalist ve sömürgeci bir içeriğe sahip olduğu’nu iddia eden yazar, “Türk solu”nun “Kemalistliği”ni bir de bu açıdan kanıtlamış oluyor! Şöyle yazıyor: .
“Bağımsız Türkiye Türk milliyetçiliğinden kaynaklanan milliyetçi bir slogandır. İçeriğinde, Kürdistan üzerindeki emperyalist bölüşümü onaylama politikası gizlidir. Kürt ulusuna karşı sürdürülen böl-yönet’ politikalarını onaylamaktadır. Resmi olarak Edirne’den Hakkâri’ye kadar olan toprak parçasının adı Türkiye’dir. Hâlbuki bu toprak parçalarından bir kısmı Kürdistan’ın Kuzey taraflarıdır. Ve bu topraklar, Lozan emperyalist bölüşümü sırasında bu sınırların içine katılmıştır. İşte ‘Bağımsız Türkiye’ böyle bir emperyalist ve sömürgeci içeriğe sahip olduğu halde, Türk solunun temel şiarlarından biridir.”
“Bağımsız Türkiye” sloganının “emperyalist ve sömürgeci bir içeriğe sahip olduğu” iddiası zorlama bir tespite dayanmakta ve gerçeği ifade etmemektedir, Türkiye, “Edirne’den Hakkâri’ye kadar” olan topraklar olarak kabul edilsin, ya da edilmesin, emperyalizm karşısında bağımsız bir ülke değildir. Türkiye devlet olarak, ekonomik, siyasi, askeri, mali ve diplomatik alanda emperyalizme bağımlıdır. Biçimsel bir siyasal bağımsızlığa sahip olan Türkiye, emperyalizmin yarı ya da yeni-sömürgesidir. Bu bakımdan Türk işçi ve emekçilerinin de emperyalizme karşı mücadele sorunları vardır. “Bağımsız Türkiye” sloganının “emperyalist ve sömürgeci içeriğe” neden ve nasıl sahip olduğunu anlamak mümkün değildir. Türkiye’nin emperyalizmden bağımsızlaşmasının Kürt halkına neden zararı olsun. Burjuva bakış açısına sahip olunmadığı ve burjuvaziye ilerici bir özellik atfedilmediği sürece, emperyalizmden bağımsızlaşmanın, yani ekonomik, siyasi, askeri, mali, diplomatik ve kültürel alanda emperyalizme olan bağımlılığın son bulmasının ancak, halkın ve proletaryanın devrimci mücadelesi sonucu mümkün olabileceği açıktır. İşçi ve köylülerin devrimci, demokratik bir Türkiye’yi kurmaları Kürt halkının zararına değil, yararınadır. Bu, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin de yararınadır. Emperyalizmden bağımsızlaşma, emperyalizmin egemenliği hedeflenmeden mümkün değildir. Türkiye’deki mevcut düzenin ve Kürdistan’ın mevcut statükosunun, emperyalizm ve yerli gerici sınıfların-işbirliği temelinde ayakta tutulduğu bir gerçektir. Emperyalizme vurulacak her darbe, Türkiye gericiliğine de vurulmuş demektir.
Türkiye başka şeylerin yanı sıra, kendisi de emperyalizme bağımlı olan çok uluslu bir ülke olmanın çelişkilerini içeriyor. Türk ulusu, ezen konumda ve Kürt ulusu ezilen konumdadır. Bu statü emperyalizm ve Türk egemen sınıflarının işbirliğiyle ayakta tutulmaktadır. Emperyalizm, içteki gerici toplumsal dayanakları sayesinde, egemenliğini sürdürürken, doğrudan hedef olmaktan da kurtuluyor. Sırtını emperyalizme dayayan Türk tekelci burjuvazisi, Kürt gericiliğini de yedekleyerek, Kürt ulusunu ezilen ulus konumunda tutmakta ve Kürt halkına inkâr ve imhayı dayatmaktadır. “Bağımsız Türkiye” sloganının, Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkının tanınmasını reddeden ve Türk ulusunun Kürt ulusu karşısındaki ezen ulus konumunu perdeleyen bir içeriği yoktur.
Beşikçi, bölge gericiliklerini emperyalizmden daha tehlikeli saydığı için -o bunu yukarıda aktardığımız alıntıda açıkça ifade ediyor- bu tehlikeli düşmana karşı her tutumu doğru bir tutum olarak görmekte ve bölge gericiliklerine karşı emperyalizmle ittifak yapılabileceğini düşünmektedir. Nitekim Özgür Halk’ın Şubat 1992 sayısındaki röportajda bu düşüncesini açık olarak ortaya koymaktadır.
Beşikçi UKKTH sorununda kapitalistleri, sosyalistlerden “daha yapıcı” görüyor.
Beşikçi, toplumsal sistemleri sınıfsal açıdan, sınıfların konumları, çıkarları ve tutumları açısından değil, ulusal açıdan, ulusların konum ve çıkarları açısından değerlendiriyor. Karşılaştırmada kıstas olarak da Kürt ulusu karşısındaki tutumu alıyor. Şu satırlar ona ait:
“Sorunu UKKT hakkı gibi, sosyalizmin temel prensipleri açısından bakılması son derece yanıltıcı sonuçlar ortaya çıkarmakladır, imli durumlara bakıldığında sosyalist ve kapitalist devletlerin politikaları arasında önemli farkların olmadığı bilinmelidir. Halta görmezden gelme, duymazdan gelme rolünde birinci gruptakilerin çok daha başarılı olduğu bilinmektedir” (Devletlerarası Sömürge Kürdistan)
Hemen belirtelim ki, ezilen, bağımlı ve sömürge bir ulusun özgürlüğü sorunu karşısında alınacak tutum, Marksist-Leninistler açısından temel bir öneme sahiptir. Marksist-Leninistler, proletaryanın, kendisiyle birlikte tüm insanlığın kurtuluşunu sağladığı bir toplumsal düzeni hedeflemektedirler. Sosyalizm, bu hedefe ulaşmanın ilk adımlarının atıldığı, kapitalizmin ve burjuva egemenliğinin etkisiz kılındığı, ulusal köleliğin ve ulusal eşitsizliklerin son bulduğu bir toplumsal sistemdir. Kapitalizm, ulusları ve ulusal eşitsizlikleri barındıran, ulusal kavgalara yol açan, ulusal baskı ve köleliğe kaynaklık eden bir toplumsal sistemdir. İleri ulusların geri kalmış uluslar üzerinde egemenlik kurmaları, esas olarak, egemenlik peşinde koşan burjuva sınıfın, burjuvazinin pazar kavgasının sonucu olarak gerçekleşmektedir. Burjuvazinin eşitlik ve özgürlük sloganları, işçi ve emekçiler acısından gerçeği yansıtmadığı ve sözde kaldığı gibi, baskı ve boyunduruk altındaki uluslar açısından da bir yalandan ibarettir.
Sosyalizm, baskı ve zulmün nedeni olan toplumsal eşitsizliklerin kaynağını, kapitalist özel mülkiyet sistemini tasfiye ederek, ulusların baskı altına alınmasının nedenlerini de ortadan kaldırır. Ulusların baskı altına alınmasından çıkarı olan burjuvazidir. İşçi ve emekçilerin hangi milliyet kökeninden olursa olsunlar, bir başka ulusun -esasta o ulusun işçi ve emekçilerinin- baskı altına alınmasından hiç bir çıkarı yoktur. Aksine ulusal baskı,  ulusal ayrıcalıklar işçi ve emekçilerin birliği ve dayanışmasını engellediği ve onların burjuvazi tarafından aldatılmasını olanaklı kıldığı için, işçi sınıfı ve sosyalistler için savaşılması, yok edilmesi gereken olgulardır.
Beşikçi, UKKT hakkının sosyalistler tar rafından savunulmasına Kürtlerin güvenmeleri ve inanmalarını istememektedir. O, bu düşüncelerini “sosyalistlerin pratiğine” dayandırmaya çalışmaktadır. Yukarıda aktardığımız alıntıdaki düşünceleriyle Beşikçi, birçok gerçeği bir hamlede reddetmekte, karıştırıp bulanıklaştırmaya çalışmaktadır. Birinci olarak, o, ulusların gerçek eşitlik ve özgürlüklerinin sosyalizmle gerçekleşme yoluna gireceği gerçeğini inkar ederken, kapitalist restorasyon sonucu ulusal boğazlaşmaların ortaya çıktığı eski SB ülkelerindeki durumu örnek göstererek, bu iddiasını güçlendirmeye çalışıyor. Ekim Sosyalist Devrimi’nin proletarya ve ezilen halkların, bağımlı ve sömürge ulusların yaşamında yol açtığı temel devrimci değişikliklerin üstü örtülerek, Kruşçevçilerle başlatılan geri dönüş sürecinde, modern revizyonist, sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’nin izlediği politika sosyalizme mal ediliyor. Öncesi dönem ise, iç ve dış koşullardan, ilk sosyalist ülkenin karşı karşıya bulunduğu sorun ve zorluklardan bin kat direnci artmış devrilmiş gericiliğin ve emperyalist kuşatmanın saldırılarından soyutlanarak ele alınıyor ve suçlanıyor. Beşikçi, Kürdistan’ın bölünüp parçalanması ve Kürt ulusunun boyunduruk altına alınması karşısında Bolşeviklerin “yanlış bir tutum izledikleri” iddiasındadır. Öcalan’ın da tekrarladığı ve “reel sosyalizmin olumsuzluğu”nun kanıtı saydığı bu iddia, gerçeği mi ifade ediyor?
Bolşevikler önderliğindeki Sovyet proletaryasının, emperyalist gericilik cephesini o günün koşullarında en zayıf halkayı oluşturan Rusya’da yardığı dönemin özellikleri doğru değerlendirilmeden, Bolşeviklerin tutumu doğru kavranamaz.
Bolşevikler, kapitalizmin dengesiz gelişme yasasının bilgisine sahiptiler. Bolşevik devrimi “en ileri kapitalist” olmayan ve fakat en zayıf halkayı oluşturan topraklarda gerçekleşti. Bolşeviklerin, gelişmekte olan Alman devriminden, hatta Avrupa devriminden çok şey bekledikleri ve proletaryanın, burjuvaziye ve uluslararası sermayeye karşı uluslararası saldırısına büyük değer verdikleri biliniyor. Sosyalizmin tek ülkede zaferi ve inşasının ve yenilgi ve geri dönüşün engellenmesinin önemli oranda buna bağlı olduğunu da başta Lenin olmak üzere, Bolşevik önderler, birçok kez dile getirmişlerdi.
Ancak, gelişmeler, Bolşeviklerin beklentileri yönünde olmadı. Alman ve Avrupa devrimi gerçekleşmedi. Bolşeviklere düşen, burjuvazi ve emperyalizm karşısında diz çökmek değil, başlatılan yolda, sosyalist inşa ve sosyalist Anavatan’ın savunulması yolunda ilerlemekti. Bolşevikler, uluslararası durumun somut ve doğru tahlilini yaparak, hem, içte devrilmiş gericiliğin eskiyi geri getirme çabalarıyla başa çıkma, bu gerici çaba ve girişimleri, sahipleriyle birlikte etkisizleştirip tasfiye etme ve hem de, burjuva-emperyalist cephenin varıldığı Rusya’yı sosyalist bir üs olarak değerlendirerek, uluslararası proletaryanın ve ezilen köle halkların devrimci kurtuluş mücadelesinin gelişmesi için çabalarını yoğunlaştırdılar. 1917’den 1950’li yılların ortalarına kadar olan dönem, burjuvazi ve proletaryanın kendi düzenlerini kurma kavgasının eksik olmadığı bir dönemdir. Bu dönemde tüm zorluklarına ve olumsuz iktisadi koşullara ve yetişmiş sosyalist insan gücü kaynaklarının yetersizliğine rağmen, proletarya ve ezilen uluslar hem SB’de ve hem de uluslararası alanda çok büyük kazanımlar elde ettiler. Sovyet ulusları, ulusların ve dillerin tam hak eşitliğinin sağlandığı bir kardeşlik ortamında, gerçek bir enternasyonal dayanışma içine girer ve ulusal kavgalar son bulurken, dışarıda, SB ezilen, bağımlı ulusların özgürlük mücadelesinin en büyük desteği ve dostu oldu. Bolşevikler, ezilen halklara, maddi, manevi her türlü desteği verdiler. Güdük de olsa anti-emperyalist hareketleri, ulusal kurtuluş savaşlarını desteklediler.
Kuşkusuz Bolşevikler için, hedeflerine ulaşmak, Sosyalist Sovyetler Birliği’ni ayakta tutmak ve düşman saldırılarından korumak başta gelen bir görevi oluşturuyordu. Bazılarının iddia ettiği gibi bu hiç de ulusal çıkarların savunulması anlamına gelmiyor. Uluslararası proletarya, Rusya topraklarında bir devrimci üs kazanmıştı. Bu korunup geliştirilmeliydi. Başka alanlarda ileri mevziler kazanmak bir yanıyla bu devrimci üssün elde tutulmasına bağlıydı. Sosyalizmden ve proleter enternasyonalizminden yana kaygı taşımayanlar, dar milliyetçi bakış açısına sahip olanlar bunun önemini kavrayamazlar.
Bolşevik Devrimi, anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerini doğal müttefik kabul ediyordu. Bolşevik Devrimi, Birinci Dünya Savaşı’nın enkazı üzerinde, Çarlığın yenilgisi sonucunda gerçekleşmişti. Bu devrim aynı zamanda, Anadolu ve Ortadoğu’da bir işgal gücü olarak bulunan İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin saldırısıyla karşı karşıyaydı. Lenin ve Stalin önderliğindeki Bolşevikler, doğal olarak, “güdük” bir anti-emperyalist “Türk burjuva devrimi” saydıkları, Kemalistlerin, İngiliz ve Fransız işgalcilerine ve onların kuklalarına karşı yürüttüğü kurtuluş mücadelesini desteklediler. Sonraki gelişmesi içinde “işçi ve emekçilere karşı”, Kürt halkına karşı gerici, karşı-devrimci karakteri daha da güçlenen bu hareketin desteklenmemesi, açık ki İngiliz ve Fransızların işgalinin onaylanması ve onların Anadolu ve Ortadoğu’yu sömürgeleştirerek SB sınırlarına dayanmasını kabul etme anlamına geliyordu. Bolşevikleri, bunu kabullenmedikleri için suçlamak, dar ulusal çıkarlardan başka bir şey görmemek demektir. Sonraki süreçte, Stalin’in sağlığında, Sovyetler Birliği ve SBKP’nin, Kürt halkına yönelik Türk, Arap ve Fars saldırı ve baskılarını desteklediklerinin somut, hiçbir kanıtını ise kimse gösteremiyor. Ucuz yöntemlerle bu konuda sadece suçlama yapılıyor.
Sosyalist Sovyetler Birliği’nin, Kürt ulusal özgürlük mücadelesine, içinde bulunulan duruma bağlı olarak destek verdiğinin ise bazı örneklerinden söz etmek mümkündür. Irak ve İran Kürdistanı’nda gelişen mücadelede, değişik dönemlerde Sovyetler Birliği silah ve cephane yardımı yaptığı gibi, bu ülke toprakları, Kürt önderliğinin sınıf karakterinden bağımsız olarak, Kürt hareketinin yönetici kadrolarına ve savaşçılarına sığınma yeri, barınak olabilmiştir. “Mahabat Kürt Cumhuriyeti”nin kuruluşunda Sovyet desteği söz konusudur. Siyasal destek verilmiş, cephane yollanmıştır. İran ve Irak KDP yöneticileri bunu inkâr etmiyor. Barzaniler SB’ye sığınmış orada hazırlıklar yaparak yeniden Irak Kürdistanı’na dönmüşlerdir. Türkiye Kürdistanı’nda gerçekleştirilen katliamların Bolşevikler ve Stalin tarafından tasvip edildiği ve desteklendiği suçlaması ise yalnızca bir suçlamadır ve Sovyetler gerçeği dikkate alınmadan yapılmış bir anti-Sosyalist saldırıdır. Sosyalist Sovyetler Birliği’ni, karşı karşıya bulunduğu zorluklara karşın tüm dünyada fiili engellemeler yapabilecek bir güç olarak görme yanlışına düşmektir.
Kısaca Beşikçi ve onun gibi düşünenlerin Bolşeviklere ve sosyalist olarak kaldığı sürece Sovyetler Birliği’ne yönelttiği eleştiriler haksızdır ve kaynağını uluslararası anti-sosyalist propagandadan almaktadır.
Beşikçi, iddialarını güçlendirmek kaygısıyla, restorasyon öncesi ve sonrası Sovyetler Birliği arasında herhangi bir fark gözetmiyor, ayrım yapmıyor. Kruşçevcilerin, Gorbaçovcuların, bu kapitalist yolcu ve emperyalizm işbirlikçilerinin, halkların köleleştirilmesi ve ücretli kölelik düzeninin ayakta tutulması için, emperyalist ve gericilerle, yaptıkları işbirliği ve işledikleri suçlan sosyalizme ve sosyalistlere. “fatura” etmeye çalışıyor, Bu konu üzerinde uzun uzun durmaya gerek görmüyoruz. Sosyalizme yönelik suçlamalarını bugünkü “SB”yi, (artık var olmayan, emperyalist SB’yi) örnek göstererek kanıtlamak isteyenler, kendileri bile Marksist olduklarını söylemeyen gericileri Marksist ilan ederek onların şahsında gerçek Marksist-Leninistleri suçlamayı çıkarlarına uygun görenlerdir.
Beşikçi’nin, anti-Marksist, anti-sosyalist olduğu kadar, bilimsel de olmayan düşünce ve iddialarının tümünü burada ele almayı gerekli görmüyoruz. Onun, burjuva bilim adamı objektifliğine bile sahip olmadığı, çeşitli konulara ilişkin (bu yazı kapsamında değerlendirmeye çalıştığımız) düşünceleri dikkate alındığında açıkça görülecektir.
İsmail Beşikçi, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşü olan Marksizm’e-Leninizm’e ve sosyalizme karşı önyargılı ve taraftır. Onun ulusal soruna ilişkin düşünce ve önermeleri burjuva bakış açısını, burjuva çerçeveyi aşmıyor. Ulusal baskının ve sömürgeciliğin kaynakları konusunda doğru bir bakış açısına sahip olmadığı gibi, emperyalizmi aklayan görüşlere sahiptir. Beşikçi Kürt halkının özgürlük ve sosyalizm mücadelesinde, dayanışma ve tam bir birlik içinde olması zorunlu olan doğal müttefiklerini önemsemez ve Türk işçi ve emekçilerine karşı bir güvensizlik geliştirmeye çalışırken, emperyalizmin Ortadoğu’daki saldırgan gücü İsrail Siyonizm’ini, -Araplara karşı konumundan yola çıkarak- Kürt halkının “doğal müttefiki” ilan edecek denli yanlı ve önyargılıdır. Beşikçi, burjuva-ulusalcı bir çizginin Kürt işçi ve emekçileri için yeterli olduğunu, “sınıf bilinci”, ya da Marksist-Leninist bilincin onlar için gerekli olmadığını düşündüğünü açıkça ilan ediyor.
Sonuç olarak, Beşikçi tarihsel olayları, tüm aksi iddialarına karşın “Bilim yöntemi” ile irdelememekte, olgu ve olayları tek yanlı ve işine geldiği gibi ele almaktadır. Onun önermeleri doğrultusunda hareket edildiğinde, Kürt işçi ve emekçilerinin gerçek anlamda özgür olması ise mümkün değildir. Kürt işçi ve emekçileri, Beşikçi’nin bakış açısıyla hareket edemezler, etmemelidirler. Beşikçi’nin önermeleri Kürt işçi ve emekçilerinin yararına değildir.

Mayıs 1992

Kürt Gerçeği, Resmi Politika Ve “Bölücü Terör” Propagandası

Son birkaç ay içinde, diktatörlüğün tüm resmi ve sivil temsilcileri, tüm devlet kurumları ve tekelci burjuva basını, “terör” ve “bölücü terör” üzerine sürdürdükleri propagandanın dozunu iyice arttırdılar. Kürt halkına karşı sürdürülen ırkçı-şoven propaganda sonucu, Genel Kurmay, hükümet, burjuva partileri ve sendika ağaları işbirliği çerçevesinde, gericilik, henüz cılız da olsa bir destek sağladı ve “ulusal mutabakat” çığlıklarıyla, saldırılarını pervasız bir biçimde sürdürüyor. Burjuvazi ve diktatörlüğün, Kürt sorununa ilgi duyulmasını ve Kürt halkının haklarının savunulmasını “ülkenin ve milletin bölünmesi” olarak göstermesi, özellikle Türk ulusundan işçi ve emekçileri belli oranda etkiliyor.
Türk egemen sınıflarının, burjuvazi ve diktatörlüğün, burjuva partileri ve hükümetin sürdürdüğü “bölücü terör” propagandasının hedeflerinin doğru kavranması; işçi sınıfı ve emekçi halk hareketinin, burjuvazinin barikatlarını aşması için oldukça önemlidir ve bunun için de Kürt sorununa biraz geriye dönerek, Türk devletinin kuruluş yıllarından başlayarak bakmak gerekiyor. (1)
Bilindiği gibi, “Kürt sorunu”, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan bu yana, Türkiye egemen sınıflarını zora sokan belli başlı ve denebilir ki, birincil önemde bir sorun olageldi. Daha “cumhuriyet” ilan edilmezden önce, 1921’de Koçgiri’de, ilk Kürt ayaklanması görüldü. Kürtler, “Türklerin bu düşkün zamanında” ayaklanmanın doğru olup olmadığını tartışma gereği duydular ve M. Kemal’le, Kürt halkının haklarının tanınması için çeşitli görüşmeler yaptılar. M. Kemal ve arkadaşlarının, izlediği Kürt politikası sonucu, Kürt isyanları bundan sonra da devam etti. Kürdistan’ın değişik bölgelerinde kısmi ayaklanmalar baş gösterdi. 1925’te Şeyh Sait’in başını çektiği ve dini motiflerle karışık ulusal istemler etrafında gelişen isyan, ilki 1927’de, ikincisi 1930’da patlak veren Ağrı isyanı izledi. 1936’da ilk kıvılcımları görülen Dersim isyanı 1938’de, önceki isyanlarla kıyaslanmayacak ölçüde geniş katliamlarla bastırıldı.
Kürt isyanlarının hepsi kanla bastırılarak, isyanların başını çekenler idam edildi. 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu ve 1934’te Mecbur-i İskân kanunu çıkarılarak, Kürtlerin batı illerine toplu sürgünleri gerçekleştirildi. Bu sürgünler sırasında binlerce çocuk, kadın ve yaşlı Kürt, işkence, açlık ve hastalık sonucu yollarda öldü. Sürgün edilenlerin, aynı aile bireyleri de dâhil, sürüldükleri alanlarda bir arada oturmaları bile yasaklandı. (2)
Kürtler ne istiyordu, neden Türk Kurtuluş Savaşı sırası ya da sonrasında isyan ediyorlardı? Neden “bölücülük” suçlaması, başkalarına değil de Kürtlere yöneltiliyordu? Bu sorulara verilecek cevap, sorunun aydınlanması açısından önemlidir.

OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN YIKILIŞ SÜRECİ VE ULUSAL HAREKETLER:
Bilindiği gibi, Osmanlı devleti, çok sayıda milliyetin bir arada tutulduğu askeri feodal bir imparatorluktu. Kapitalizmin çok daha önce geliştiği Fransa gibi ülkelerle, on altıncı yüzyıldan itibaren ticari-siyasi ilişkilere sahip olmasına rağmen, kapitalist gelişme, Osmanlı açısından imparatorluğunun dağılma ve çökme dönemine denk düştü. Daha doğrusu kapitalist gelişmenin etkisiyle, imparatorluk bünyesindeki halkların saflarında, ulusal duygu ve düşünceler boy verdi ve bu temelde ulusal devletler kurmaya yönelik eylemler başladı. İmparatorluk, Kuzey Afrika’dan, Batı Avrupa’ya kadar uzanan geniş bir alanda egemenlik sürdürüyordu. İmparatorluk topraklarının bir kısmı, padişaha vergi ve asker veren ve belli bir özerkliğe sahip beylerin yönetimindeydi; bağlı beylikler biçiminde yönetiliyordu. Kürdistan’ın geniş bölgeleri de bu statüdeydi. Osmanlı padişahları at sırtında ve kılıç zoruyla Viyana kapılarına kadar dayanmışlardı.
1789 Fransız burjuva devriminin etkileri, gecikmiş bir biçimde de olsa imparatorluğa bağlı topraklara dek yayıldı. Osmanlı, girdiği savaşlarda elde tuttuğu toprakların bir bölümünü rakiplerine kaptırarak kaybetti. Yıkılış dönemi sürecinde Yunanlılar, Bulgarlar, Arnavutlar vb. kendi ulusal devletlerini kurmak için ayaklandılar. Balkan Savaşı sonunda bu ülkeler, imparatorluktan koparak, kendi devletlerini kurdular. 1912-14 Balkan Savaşı ve ardından gelen Birinci Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı. Almanya’nın yanında savaşa katılan Osmanlı padişahı, alınan yenilginin de etkisiyle tahtını bırakarak kaçmak zorunda kaldı. Ulusal devlet kurma ve kendi haklarına sahip çıkma eğilimi Kürtler arasında da gelişiyordu. Kürtler, diğer halkların yaptığı gibi, kendi bağımsız siyasal devletlerini kurmak istiyorlardı. Ancak, tam da bu sırada imparatorluk toprakları emperyalistlerce işgal edilmeye başlandı. Kürtler, Türklerle birlikte emperyalist işgal güçlerini kovmak amacıyla savaşa giriştiler. Diğer cephelerde savaştıkları gibi, Urfa, Maraş, Antep ve Adana’nın savunulmasında Fransız emperyalistlerine karşı başarılı bir mücadele yürüttüler.
M. Kemal’in başında bulunduğu Kemalistler; esasen çete savaşı biçiminde, işgal güçlerine karşı, halkın başlatmış bulunduğu direnişin üzerine oturdular. Ordu geleneğinin verdiği deneyle hareketin başına geçtiler. Kurtuluş Savaşını “Türk ve Kürtlerin savaşı” ilan eden M. Kemal, Kürt aşiret ağalarını işbirliğine çağırdı. Ermeni-Kürt çelişkisini işlemeye özel bir önem veriyordu. Erzurum ve Sivas Kongrelerine Kürtler de katıldılar. Erzurum Kongresinin 54 delegesi Kürt’tü. 1919’da M. Kemal, Koçgiri aşireti reisi Mustafa Paşa ve oğlu Alişan Bey’le de görüştü. Alişan Bey, “Konfedere bir Kurdistan” talebiyle birlikte, işbirliği yapabileceklerini belirtiyordu. Ancak gelişmeler hızlıydı ve 13 Şubat 1921’de Koçgiri’de çatışmalar ayaklanmaya dönüştü. Ayaklanma 17 Haziran 1921’de bastırıldı.
M. Kemal, kurulacak devlet içinde, Kürtlerin ve Türklerin, eşit haklara sahip olacaklarını özel olarak vurgulama ihtiyacı duyuyordu. O, verilen savaşı; “Bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davası” olarak niteliyor, kurtuluş mücadelesinin yalnızca Türkler için değil, Kürtler, Çerkezler vb. için de verildiğini belirtiyordu. 1920’de, Mecliste “Kürsüde konuşma hakkı iki millete aittir; Türkler ve Kürtler” diyebiliyordu. Yine 16 Ocak 1923’te TBMM’nin “hem Kürtlerin ve hem de Türklerin sahibi salahiyet milletvekillerinden mürekkeptir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını tevhit etmiştir (birleştirmiştir)” diyen de oydu. Yine Lozan görüşmelerine katılan Türk heyetinin başkanı İnönü, kendilerinin görüşmelere “Türk ve Kürtlerin temsilcileri olarak katıldıklarını” ilan ediyor ve böylece İngiliz ve Fransızları sıkıştırmaya, onlara karşı pazarlık gücünü artırmaya çalışıyordu. M. Kemal, 1920’de yaptığı bir başka konuşmada ise; İslam dininin birleştirici özelliğinden yararlanmaya çalışıyor ve şöyle diyordu: “Binaenaleyh muhafaza ve müdafaasıyla iştigal ettiğimiz millet bitabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı İslamiyeden mürekkeptir. Bu mecmuayı (bütünü) teşkil eden unsuru-u İslami bizim kardeşimizdir… Vatandaşlar yekdiğerine hürmeti mütekabile ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna, ırki, içtimai ve coğrafi hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrarla teyit ettik.”
Kürtlerin haklarından, bu haklara saygıdan, kurulacak devletin iki ulusa eşit haklar sağlayacağına dair vaatlerden söz eden bu konuşmalar elbette samimi değildi. Pratik bunu çok iyi gösterdi. Uygulama, tam tersi oldu ve Cumhuriyet ilanıyla birlikte bir daha Kürtlerin haklarından ve varlığından söz edilmez oldu. 1924 Anayasası’nın gerekçesinde “Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet, Türk’ten başka bir millet tanımaz” deniliyordu. Artık, Türklüğün “tüm ırkları bir araya getirme kabiliyeti”nden söz ediliyordu.
Amaca ulaşılmıştı. Ulusallık talep eden, haklarına sahip olma isteklerini dile getiren Kürtlerin üzerine artık asker gönderiliyordu. Savaşın sona ermesi ve yeni devletin kurulmasıyla birlikte, Kürt halkına yönelik askeri baskı ve saldırıların yanı sıra, “Misak-ı milli” içindeki topraklarda yaşayanların Türk olduğu propagandası da giderek ağırlık kazandı. Türk devletinin; ülkesi içinde, Türk’ten başka millet tanımadığı resmen ilan edildi. İslam dininin devlet içindeki tüm ırkları, ulusları bir tek Türk ulusu halinde birleştirdiği iddia ediliyordu. (3)
Kürtler, Kemalistlerin, bu ikiyüzlü manevralarına ve Kürt ulusal varlığı ve haklarını inkârdan gelme tutumuna, isyan hazırlıklarına girişerek cevap verdiler. Daha önce, imparatorluktan ayrılanların, ulusal devletler oluşturmaları, Kürt ulusal güçleri arasında da, bağımsız siyasal devlet kurma eğilimini güçlendiriyordu. Eğitim görmüş Kürt gençleri, ulusal istemler etrafında, çeşitli dernek ve örgütler bünyesinde bir araya geliyorlardı. Çeşitli Kürtçe dergi ve gazeteler çıkarılmaya başlanmıştı. 1917 Ekim sosyalist devriminin, ulusların kaderlerini tayin hakkının kayıtsız-şartsız tanındığını ilan etmesi ve ulusal kurtuluş savaşlarının Doğu Avrupa ve Asya’da gelişmesi Kürt toplumunu etkileyen olgular arasındaydı. Bütün bunlar, Kürt halkı içinde haksızlık ve eşitsizliklere karşı düşüncelerin etkili olmasına ve bağımsızlıkçı eylemlerin destek görmesine yol açtı. Kürtçe dergi ve gazetelerin etrafında bir araya gelen Kürt aydınlarının bir kısmı, Kürdistan’ın bağımsızlığı düşüncesiyle halk arasında faaliyeti genişlettiler. Bunların bir kısmı, sonraki isyanlarda etkin rol oynadılar.
Kemalistler, cumhuriyet ilanıyla birlikte, sınıf konumlarına uygun bir tutumla, genelde işçi ve emekçilere karşı; ama özel olarak, ulusal hak talebinde bulunan Kürtlere yönelik baskı ve saldırılarını artırdılar. Kurtuluş Savaşı sırasında, siyasal faydacılığı (pragmatizm) taktik bir ustalıkla uygulayan Kemalistler, bir yandan emperyalistlerle “arayı hoş tutmaya”, onlarla ilişkileri geliştirmeye soyunurken, öte yandan, “Lenin yoldaş” hitabıyla başlayan mektuplarla, Bolşeviklerin desteğini sağlamaya çalışıyorlardı. İçerde dedin adamlarına, halife sultana, Kürt aşiret ağalarına “saygılar sunarak” desteklerini sağlamaya çalıştılar. Aynı siyasal kurnazlığın devamı olarak, Kürt halkına yönelik sürdürdükleri katliamları, “Köylülere baskı yapan aşiret reisi ve toprak ağalarının cezalandırılması” olarak gösterdiler. Doğrusu, bunda başarılı da oldular.

AYAKLANMALARIN KANLA BASTIRILMASI VE KÜRT VARLIĞININ İNKÂRI POLİTİKASI
Türk egemen sınıfları, Kürt ayaklanmalarını geniş katliamlara girişerek bastırdılar. Kürt halkı, on binlerce insanın kaybı pahasına köleliğe karşı savaştı, büyük fedakârlıklara katlandı. Ancak Kürt isyanları, nispeten kolayca bastırıldı. Bunun başta gelen nedenlerinden biri, Kürt ulusal hareketinin, Kürdistan’ın geri toplumsal yapısından kaynaklanan zaafları önemli oranda taşıyor olmasıydı. Kapitalizm Kürdistan’da, henüz önemli sayılabilecek bir gelişme göstermemişti. Feodal aşiretçi yapı, kapalı ekonomi, gücünü koruyor ve ulusal hareketi bölücü bir rol oynuyordu. Kürdistan’ın bir bölgesinde patlak veren ayaklanmaların, o bölgeyle sınırlı kalmasında bu durumun büyük payı vardı. Bu da, isyanların daha kolay bastırılmasını olanaklı kılıyordu. Ayrıca bu aynı neden, devletin aşiret çelişkilerinden yararlanmasını, işaret ağalarını satın alarak, hareketi bölmesini kolaylaştırıyordu. Mezhep farklılıkları, isyanların bastırılmasında, devlet tarafından kullanılan bir diğer etkendi. Ünlü Hamidiye Alayları, Sünni Kürtlerden oluşturulmuştu ve Dersim gibi, alevi mezhebinden’ halkın yaşadığı bölgelerde, devlete karşı patlak veren isyanların bastırılmasında, etkili olarak kullanılmıştı.
1930’lu yıllar Alman faşizminin de etkisiyle Türk ırkçılığının daha da geliştirildiği yıllar oldu. “Ne Mutlu Türküm Diyene”, “Bir Türk Dünyaya Bedeldir” vb. sloganlar, ırkçı-faşist ideolojinin ürünü olarak ortaya çıktı. “Güneş Dil Teorisi” geliştirildi. Kürt ulusal varlığının inkârı, resmi politika olarak benimsendi. Bu aynı yıllarda, Kürtçe konuşma yasağı getirildi ve bu kapsamda para cezası başlatıldı. Kemalistler, Kürt katliamlarını gerçekleştirmekle kalmadılar, aynı zamanda, Kürt diye bir ulusun ve Kürtçe diye bir dilin bulunmadığı propagandasını başlattılar. Sözde bilimsel araştırmalarla bunu kanıtlamaya yeltendiler. Artık “Misak-ı Milli” sınırları içinde “Kürtler ve Türkler birlikte değil, “Türk ulusu” yaşıyordu. Resmi propaganda bu görüş üzerine monte edildi.
Bu propagandaya göre Kürtler “Bir Türk boyu” idi ve Kürt ismi, kar üzerinde yürürken çıkan seslerden türemişti! Türk devleti ve egemen sınıflar, bu, bilim dışı olduğu kadar, maddi gerçeği bile bile görmezden gelen, uydurma varsayımı “kanıtlamak” üzere, üniversite çevrelerini, “bilim adamları”nı görevlendirdi. Doğal ki; bu “araştırmacılar”ın vardıkları “bilimsel sonuçlar” da resmi görüşü destekler nitelikteydi.
Bu “bilimsel araştırma sonuçları” o günden sonra, resmi devlet görüşünün savunucusu tüm devlet adamları, burjuva aydınları, üniversite çevreleri ve burjuva partileri tarafından günümüze dek savunula-geldi. 1940’lı yıllardan itibaren, yani Dersim’deki son Kürt başkaldırısı da ezildikten sonra artık resmi görüşe göre, Kürtlere düşen, “Türk’e hizmet etmekti.” O dönemin hükümet yetkilileri, bunu açık açık ifade ediyorlardı.
Kürtlere yalnızca fiziki imha yoluyla saldırılmıyordu. On binlerin katledildiği, köylerin, evlerin ve ekinlerin yakılıp tahrip edildiği, yaşlıların, gebe kadınların, bebeklerin, çocukların süngüden geçirildiği isyan dönemleri de dâhil; Kürt insanının, ruhen de teslim alınması ve asimilasyona tabi tutulması için çok yönlü bir faaliyet yürütüldü. Bir yandan Kürt diye bir ulusun olmadığı propaganda ediliyor, öte yandan, Kürt çocuklarının Türk egemen sınıflarının çıkarları doğrultusunda eğitilmesi ve Kürt benliğinin unutturulması için “eğitim” faaliyeti yürütülüyordu. Bu faaliyetin bir unsuru olarak, “yatılı bölge okulları” açılıyor ve buralarda, Kürt çocukları Türkçe eğitime tabi tutuluyorlardı. Kürtleri “medenileştirmek” (Türkleştirmek) için yollar ve karakollar yapılıyordu.
Kürt ulusal varlığının inkarı, onun asimilasyonunu sağlamaya yönelik çok yönlü faaliyet ve propaganda ile Türk ulusundan işçi ve emekçiler, Kürt diye ayrı bir ulus olmadığına inandırılmak istenirken; onların, resmi görüşe karşı gelişen Kürt ulusal özgürlük mücadelesini, “Ülkenin ve milletin bölünmesi” olarak değerlendirmeleri de sağlanmak isteniyordu. Yine bu aynı propaganda ile Kürt işçi ve köylü yığınlarının, kendilerini “Türk saymaları” sağlanmak isteniyordu.
Kemalist burjuvazinin “ilerici”, “solcu”, ‘komünist” maskeli destekçileri de hazırdı. Kürt halkına yönelik katliamları desteklediler. Şefik Hüsnü’nün başını çektiği TKP oportünizmi; Kürt katliamlarını, “Köylülere baskı yapan aşiret ağalarının cezalandırılması” olarak göstermeye çalışan ve böylece feodalizme karşı savaştığı görüntüsü yaratmak isteyen Kemalistleri, bu eylemlerinde destekledi, Kürt katliamlarına ortak oldu. Dönek sosyalistler ise, Kadro dergisi etrafında bir araya gelerek, Kemalistlerin resmi devlet görüşü doğrultusunda faaliyet yürüttüler.
Türk egemen sınıflarının kanlı diktatörlüğü, uluslararası ve ulusal alandaki gelişmelerin de etkisiyle, 1930’lu yıllarda faşist bir biçime büründü. Bu durum, Kürtlere yönelik baskı ve saldırıların, ırkçı-şoven propagandanın ve asimilasyon faaliyetinin daha da yoğunlaşmasına yol açtı. Bir yandan, İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle ilişkilerini sürdüren burjuvazi; öte yandan, Birinci Dünya Savaşı’nda, yanında savaşa katıldığı Alman emperyalistlerinin yeni hamlelerine hayranlık duyuyor, onların “üstün ırk, üstün dil” teorilerinden ve yönetim biçiminden derinden etkileniyor ve Almanya ile de ilişkilerini sıcak tutuyordu. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sırasında takınılan sözde tarafsızlık tutumu, daha önce izlenen politikanın bir devamıydı. Hitler’cilerin “üstün ırk” yaygarası, Saraçoğlu hükümetini de etkisi altına almıştı. Kemalistler ve Türk faşizmi, kendini, “Mazlum milletlerin kurtuluş yolunu açmak”la payelendiriyordu. Daha sonraki yıllarda da sürdürülen bu propagandaya göre; Kemalistler, emperyalistlere karşı ilk ulusal kurtuluş mücadelesini başlatmış ve başarmış bir milletin temsilcileri olarak, kimseye baskı yapmazlardı ve eşitlikçiydiler! Ülkede herhangi bir ayrımcılık yoktu, herkes bir tek ulusun ferdiydi ve Türk ulusu, “sınıfsız, zümresiz, kaynaşmış bir kitle”ydi!
Türk egemen sınıflarının, 70 yıldır sürdürdükleri geleneksel devlet politikasına göre, Türkiye’de, Türklerden başka bir ulusun bulunduğunu kabul etmek ve bu ulusun, ulus olmaktan kaynaklanan haklarından söz etmek “Vatan hainliğiydi! Sonuncusu Dersim’de yaşanan, on binlerin katledildiği, Kürt kırımlarından sonra, Kürdistan’da belli bir suskunluk sağlandı. Kürt ulusal güçleri, bünyesel zaaflarının önemli bir rol oynadığı, birleşik bir ulusal direnişin nesnel olarak mümkün olmadığı koşullarda, dövüşerek yenildiler ve aralıksız bir baskı altında bir dönem için suskun kaldılar. Ancak öfke ve mücadele isteği büyüdü. Yeni ve daha genişlemiş bir direnişin görülebilmesi için yirmi yıla yakın bir dönem geçti. 1940’tan 1960’a kadar süren bu dönem, ‘60’lı yıllarla birlikte aşılmaya başlandı. Ulusal hak eşitliği, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskıların son bulması vb. taleplerin yeniden yükseltildiği bu dönem, aynı zamanda, Kürt halkına yönelik tehdit ve saldırıların yeniden yoğunluk kazandığı bir dönem oldu. Aralık 1959’da Ankara ve İstanbul’da okuyan 50 Kürt genci gözaltına alındı ve konuya ilişkin haberlere sansür kondu. Celal Bayar bu gençlerin Taksim Meydanı’nda asılmasını ve “ibret için” orada bir hafta asılı kalmasını istiyordu. 1960 darbesi sonrasında bu gençler yeniden yargılandılar.  1960 sonrası yıllarda Kürt gençleri ve aydınlarının etrafında bir araya geldiği yeni bazı gazete ve dergiler kısa dönemli de olsa çıkarıldılar. Dicle-Fırat dergisi, Deng, Roja Newe, Reya Reşt vb. dergilerde Kürt sorunuyla ilgili bazı yazılar yer aldı. 28 Haziran 1963’te bu dergileri çıkaranlar “bölücülük” suçlamasıyla tutuklandılar. MBK yönetimindeki cuntacılar, 1961 Anayasası’yla, Kürt halkına karşı yasakları daha da geliştirdiler. 1587 nolu yasayla Kürt köylerinin ve Kürtçe yer isimlerinin değiştirilmesi gündeme getirildi. Anayasanın 4. maddesi “Hâkimiyet kayıtsız-şartsız Türk milletinindir” diyordu.
Ancak her şey, Türk burjuvazisi ve faşist gericiliğin iradesine bağlı değildi. Kapitalizmin kırsal alanda feodal bağları çözücü etkide bulunması, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler, öğrenim gören ve toplumlar tarihi ve toplumsal olaylar hakkında bilgi edinen Kürt gençlerinin artması vb. etkenler, Kürdistan’da yeniden ulusal direnişlerin görülmesine yol açıyordu. Türk devleti, 1920-40 arası gerçekleştirdiği katliamlarla, Kürdistan’da siyasal otoritesini kurmuş, ilhak gerçekleşmişti. Ancak şimdi, yeniden bu siyasal otorite, işçi ve halk hareketiyle birlikte Kürt ulusal direnişi tarafından da sarsılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Emperyalizm, sömürge, yarı-sömürge, geri ülkelerin en ücra köşelerine kadar sokuluyor, ekonomik gücüyle ülkeleri kendine bağladığı gibi; uluslararası alanda meydana gelen olayların, örneğin halk devrimleri ve ulusal kurtuluş savaşlarının etkilerinin yayılmasına da neden oluyordu. Bir dizi Doğu Avrupa ülkesinin, emperyalizmin egemenliği dışına çıkması, sosyalizmin o yıllardaki büyük prestiji, Latin Amerika ülkelerindeki özgürlük mücadeleleri vb. etkenler Türk ve Kürtleri de kaçınılmaz olarak etkiliyordu. ‘50’li yıllar Türkiye’de -daha geriden gelmek üzere Kürdistan’da da- dışa bağımlı kapitalizmin daha hızlı bir ivme ile geliştiği yıllar oldu. Kapitalizm ister iç dinamiğin sonucu, isterse dış dinamiğin uzantısı olarak gelişsin, toplumda sınıflaşmayı geliştirmekle birlikte, ulusal duygu ve düşüncelerin, bu düşünceler doğrultusundaki hareketlerin gelişmesine de yol açıyordu. Kürt ulusallığı bu yıllarda giderek güç kazandı. Eski katliamların güçlü etkileri, henüz tümüyle kırılmasa da, Kürt halkı bünyesinde, yeni kuşak gençlik içinde, ulusal hak talepleri ve bu doğrultuda gelişen mücadele ‘60’lı yıllarda yeniden canlılık kazandı. 1960 darbesi sonrasında “eşitlik-özgürlük” gibi “erdemli” sözcükler etrafında sürdürülen propagandaya rağmen, Kürtler açısından geleneksel resmi politika daha da sistemleştirildi. Darbecilerin başına geçen Cemal Gürsel, “Dağlı Türk” dediği Kürtleri, eğer akıllı durmazlarsa, “akıbetlerinin önceki yıllardaki gibi olacağı” biçiminde tehdit ediyordu. Aşiret ağaları ve din adamlarının da aralarında bulunduğu yüzlerce Kürt, bu dönemde, yeniden gözaltına alınarak yargılandıkları gibi, sürgüne ve mecburi iskâna tabi tutulanlar da oldu. Türk egemen sınıfları, Kürdistan’a daha fazla karakol kurarak, Kürt halkı üzerindeki baskıyı arttırarak, asimilasyonu amaçlayan politikayı yoğunlaştırarak, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve yasaklamaları artırarak, Kürt halkı içindeki direnişe karşılık verdiler. 1961 Anayasası’yla “”ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü”yle ilgili maddeler ağırlaştırıldı. Ünlü 125. maddeyle Kürt gençleri, aydınları ve Kürt halkının haklarını savunmaya çalışanlar, “vatan hainliği” suçlamasıyla ve idam talebiyle yargılandılar.
Kürt halkına yönelik faşist ulusal baskı ve zulüm, kaçınılmaz olarak, Kürtler içinde zulme karşı öfkenin büyümesine, direniş eğiliminin güçlenmesine yol açtı. Giderek artan oranda, Kürt genci ve emekçisi örgütlü mücadeleye yöneldiler.

TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİ İÇİNDE ULUSAL SORUN TARTIŞMALARI VE KÜRT GRUPLARININ ORTAYA ÇIKIŞI
1960’lı yılların ortalarından itibaren Türkiye Sol Hareketi içinde Kürt sorunu daha yoğun olarak tartışılmaya başlandı. TİP içinde yer alan Kürt ve Türk devrimcileri; henüz Kürt sorununu, ulusların kaderlerini tayin hakkı kapsamında ele alınması gereken bir sorun olarak görmüyorlardı. Henüz bu bilinç yoktu. TİP içinde önce, Kürt aydınları ve gençlerinin kendi aralarında oluşturdukları bir “Doğulular grubu” vardı. TİP’in 1967’de düzenlediği “Doğu mitingleri”nde, “Doğunun geri kalmışlığı” vb. sorunlar işlenerek, Kürt sorununa dikkat çekilmeye çalışıyordu. Yine Kürt gençleri, Türk gençleriyle birlikte FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) içinde örgütlüydüler. TİP bünyesinde 1968’de görülen ayrışmalar, FKF bünyesinde de yaşandı. FKF’deki ayrışma sonucu DEV-GENÇ kuruldu. (‘60’lı yılların sonunda Dev-Genç ile 1980’li yıllarda Dev-Genç arasında herhangi bir organik ya da başka bir bağ yoktur. ‘80’li yıllarda Dev-Yol, Dev-Sol gibi örgütler, eski Dev-Genç’in mirasını kendilerine basamak yapmak için bu ismi kullandılar.) Bu yıllarda ayrıca Kürt gençlerinin bünyesinde bir araya geldiği DDKO (1969’da kuruldu) gibi derneklerde, Kürt ulusal sorunuyla ilgili tartışmalar sürüyordu. Kürt gençleri, Kürtlerin tarih boyunca çektiği acıların nedenlerini, Kürt tarihini incelemeye daha fazla ilgi göstermeye başladılar. Gerek DDKO üyeleri, gerekse, sonraki yıllarda kurulan çeşitli sol örgütler içindeki Kürt gençleri ve aydınları, 12 Mart faşist cuntasının işkence haneleri ve mahkemelerinde, solcu olmalarının yanı sıra, Kürt olmaları ve Kürtlerin ulusal haklarından söz etmeleri nedeniyle de yargılandılar, işkence gördüler ve çeşitli cezalara çarptırıldılar.
12 Mart sonrası dönem, Kürt ulus sorununun, eski dar kalıpların, belli ölçülerde de olsa aşılmasıyla, Türkiye Devrimci Hareketinin gündemine gelip oturduğu bir dönem oldu. Önceki yıllarda TİP ve FKF’nin dışına çıkmış ve sonraları MDD (Milli Demokratik Devrim) teziyle TİP’e karşı mücadele cephesi açmış kesim içinde sürüyordu. Henüz egemen ulus şovenizminin harekete güçlü etkilerde bulunduğu bu dönem; devrimci demokratik hareketin Marksizm’e yöneldiği, Marksist klasiklerle daha fazla yüz yüze geldiği, ulus sorununa Marksist ideolojinin çözümlemeleri doğrultusunda yaklaşma eğilimlerinin güç kazandığı bir dönemdi.
1970’in ilk yıllarında Kürt gençleri esas olarak -DDKO bir yana bırakılırsa- THKO- THKP-C gibi devrimci demokrat örgütlerin içinde ya da çevresinde yer alıyorlardı. Ancak, yığın hareketinin ve gençlik eylemlerinin yeniden yükselişe geçtiği 1974-75’lerde, Kürt kökenli devrimci gençler içinde, Kürdistan’ın “sömürge olduğu” düşüncesi ve bununla bağlantılı olarak “ayrı örgütlenme” düşüncesi uç verdi. Önceki yıllarda Kürdistan’da faaliyet yürüten Irak KDP’sinin Türkiye kolunun bu düşüncelerin gelişmesinde bir rolü bulunduğu kuşkusuzdu. Bu yıllarda, Kürt toplumunun yapısı, tarihi, kültürü vb. sorunlara ilgi arttı. Yalnız Kürt kökenli devrimci gençler değil, aynı zamanda Türk kökenli devrimciler de, Kürt sorununa giderek artan oranda ilgi duydular. “Ayrı örgütlenme” düşüncesi, bir yanıyla burjuva gelişme sonucu, burjuva ulusçu eğilimlerin yansıması olarak gündeme geliyorken, öte yandan, Türkiye Devrimci hareketi saflarında, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, bu hakkın açık ifadesi olan, bağımsız siyasal devletini kurma hakkı sorununda, yeterli bir duyarlılığın henüz olmayışı, etkilerinin kırılmasına yönelik bazı adımlar atılsa bile; sosyal-şoven etkinin varlığını sürdürmesi, vb. bu tür düşüncelerin oluşmasında etkili oluyordu, bütün bunlar, “ayrı örgütlenme” düşüncesinin, Kürt kökenli bazı üniversite gençliği içinde gelişmesine yol açtı. O dönem AYÖD (Ankara Yüksek Öğrenim Derneği) içinde örgütlenen üniversite gençliği içinde, Kürt kökenli olanların bir kısmı bu düşünceleri savunmaya başladılar. Sonradan PKK adını alan ve başını Abdullah Öcalan’ın çektiği bir grup genç üniversiteli, “ulusal kurtuluşçular” adıyla bir araya geldiler. Yine bu dönemde, Özgürlük Yolu dergisi etrafında birleşen bir kesim Kürt aydını ve genci, “Türkiye Kürdistan’ı Sosyalist Partisi adıyla bir örgüt kurdular. Bir kısmı KDP’den koparak, bir kısmı daha önce bünyesinde yer aldıkları sol örgütlerden ayrılarak bir araya gelen Kürt gençlerinden bazıları da Şıvancılar (Kürdistan Öncü İşçi Partisi), Rızgari ve Kawa gibi Kürt örgütlerini kurdular. Sol hareket içinde bir arada bulunan Kürt ve Türk devrimciler, önce, ülke devriminin yolu, devrimin karakteri vb. sorunlardaki görüş ayrılığı nedeniyle reformist-parlamentarist sözde sosyalist devrimcilerle buna karşı çıkan ve TİP’i reformist sayan demokratik devrimciler, ya da MDD’ciler biçiminde bölünmüşlerdi. Şimdi bir de ulusal sorun konusundaki görüş ayrılıkları nedeniyle ve daha sağlıksız bir temelde ulusal temelde devrimci örgütlenmelerin sağlıklı bir yaklaşımın sonucu gündeme geldiği söylenemez. Bunlar, halk hareketinin ihtiyacı olarak değil, bazı genç ve aydınların iradi zorlamaları sonucu gündeme geldiler-) bölünüyordu. Kürt gençlerinin bir kısmı, daha önce etrafında kümelendikleri sol gruplardan koparak, bu yeni “ulusal kurtuluşçu” vb. örgütleri kurdular.
“Ayrı örgütlenme”yi savunan ve bu doğrultuda pratik adımlar atan Kürt grupları, başlangıçta, Marksist klasiklere daha fazla ilgi gösteriyor, Marksist olduklarını vurgulamaya özen gösteriyor ve güç toplamak için buna ihtiyaç duyuyorlardı. Bu bir yanıyla, Türkiye’de devrim ve sosyalizm düşüncelerinin ve devrimci hareketin sahip olduğu prestijle ilgiliydi. Güç alabilmek ve tutunabilmek için “Marksist olmak” gerekiyordu. Daha sonraki yıllarda, gerek sosyalizmin güç ve prestij kaybetmesi ve gerekse, ulusalcı düşüncelerin yaygınlaşarak güç kazanması sonucu, ilk yıllarda titizlikle öne sürülen “Marksist-Leninist olma” iddiası bir yana bırakıldı. Başta PKK olmak üzere, bazıları, artık Marksist-Leninist düşüncelerin ve Marksizm’in ulusal soruna ilişkin çözümlemelerinin yetersiz ve hatta geçersiz olduğunu söylemeye başladılar. Lenin ve Stalin’in klasik sayılan eserlerinin sözünü giderek daha az eder oldular.
Sonraki yıllarda, PKK yürüttüğü gerilla eylemleri ve Kürdistan’da gelişen ulusal direniş eğilimiyle birleşmesini bilerek adından söz ettirirken, öteki Kürt gruplarının varlığıyla-yokluğu bir oldu, bugün söz konusu Kürt gruplarının hemen hepsi, yeniden sahneye çıkmış bulunuyorlar. Bunlardan bazıları, örneğin Kemal Burkay’ın başında bulunduğu TKSP, reformist uzlaşmacı bir temelde, devletle anlaşarak, Kürtlere Kültürel haklar vb. sağlanması temelinde sorunu bitirmeye çalışmaktadır.

TÜRKİYE EGEMEN SINIFLARI, KÜRT HALKINA KARŞI YÜRÜTTÜKLERİ SALDIRILARDA, HER ZAMAN EMPERYALİSTLERİN DESTEĞİNİ ALDILAR
Türk egemen sınıfları ve Türk devletinin iç ve dış politikası hiçbir dönem “bağımsız” olmadı. Her dönem, dayanılan, işbirliği yapılan emperyalist efendinin politikasıyla uyum içinde yürütüldü. Kürt halkına karşı, Kürdistan’da gelişen ulusal kurtuluş mücadelesine karşı, “ulusal çıkarlar” demagojisiyle en vahşi saldırıları yürüten burjuvazi ve diktatörlük; Türk ulusal çıkarlarını emperyalistlere peşkeş çekmekten geri durmadılar. Emperyalizme hizmetin karşılığı ise; içerdi işçi sınıfına, emekçilere ve Kürt halkına karşı yürütülen sömürü ve zulüm politikasının emperyalist efendi tarafından onanıp desteklenmesi oldu.
Türk devletinin, Kürdistan politikası inkâr, asimilasyon ve zulüm olarak özetlenebilir. Bu özelliklerin hiçbiri emperyalizme yabancı olmadığı gibi, emperyalizmin varlığı, ulusal kölelik ve baskının varlığını sürdürmesi için gerekli koşulları ve egemen sınıfların sırtını dayayacakları esas gücü oluşturur. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Kürt sorunu, emperyalistlerle pazarlık sorunu olarak kullanılırken, özellikle 1930’lu ve ‘40’lı yıllardan sonra, tamamen emperyalistlerin desteğinde Kürt halkının katliamları sürdürüldü. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, ABD emperyalizmi Türkiye’yi bir eyaleti konumuna getirdi ve Türkiye egemen sınıflarının, Kürt halkına karşı sürdürdüğü imha ve asimilasyon politikasının belirlenmesinde doğrudan rol oynadı. ABD emperyalizmi, Türkiye’yi “soğuk savaş dönemi” diye bilinen ‘50’li ve ‘60’lı yıllarda Sovyetler Birliğine karşı ileri bir karakol olarak ve İran-Irak savaşı ve Şahlığın devrilmesiyle birlikte, Ortadoğu halklarına karşı bir saldırı üssü olarak kullanırken, kuşkusuz Türk egemen sınıflarının, Kürdistan politikasını da onaylayıp destekledi. Bugün de, Amerikan çıkarları Kürt halkının kölelik statüsünün devamını gerektirmektedir. ABD yetkilileri, sık sık, Türkiye’nin, Kürt politikasını desteklediklerini, Amerikan çıkarlarının, Türkiye’nin “Üniter yapısının devamını gerektirdiğini”, Türkiye’ye istedikleri her şeyi yaptırdıklarını ve bunun için, Türk devletinden farklı bir Kürt politikasına sahip olmadıklarını açıklamakta sakınca görmemektedirler. Nitekim son aylarda Kürt halkına karşı yeniden yoğunlaştırılan katliam ve baskı politikası da ABD tarafından desteklendi ve ABD yetkilileri, ABD silahlarının PKK’ya karşı kullanılabileceğini, Türk devletinin, “bölücü teröre karşı her türlü yöntemi kullanmasının zorunlu olduğu”nu açıkladılar.
ABD ve diğer emperyalistler, bugün, dünden de fazla artmış bir iştahla, Türkiye üzerinden eski Sovyetler Birliği topraklarına, o topraklardaki hammadde kaynaklarına ulaşmak istemektedirler. Her biri kendi çıkarlarını öne alarak, Türk egemen sınıflarını, kendileriyle işbirliğine zorlamaya çalışan bu emperyalist ülkeler arasında, bu nedenle, büyük bir rekabet devam etmektedir. Türk egemen sınıfları ise, güçlü emperyaliste uşaklığı daha yararlı görmektedirler. Dünyanın, bugün için en güçlü emperyalisti olan ABD’nin politikasına, onun askeri ve siyasi stratejisine bağlanarak hareket etmek, Türk egemen sınıflarının da işine gelmektedir. Onlar böylece, bir yandan, Kürdistan’ın mevcut kölelik statüsünü sürdürmekte, sırtlarını Amerika’ya dayarken, öte yandan, Amerikan politikasının bir unsuru olarak, kendilerine de Orta Asya ve Kafkasya’da düşecek kemiğin hesabını yapmaktadır. Amerika, Türkiye cumhuriyetlerinin kendi politikasına ve sömürü alanına çekilmesi işini Türk egemen sınıfları ve burjuva hükümetine görev olarak vermiştir. Kürt halkına karşı sürdürülen vahşi saldırılarda, Türk halkının desteğine ihtiyaç duyan burjuvazi ve gericilik; Türk şovenizmini geliştirmek için, Türkî cumhuriyetler olgusundan da yararlanmakta, “Adriyatik’ten Çin’e kadar Türk dünyası” demagojisine karılmaktadır. Türkiye egemen sınıfları ve Türkiye gericiliği gerek Kürdistan’da, gerekse Ortadoğu ve Orta Aysa topraklarında, yalnızca emperyalistler hesabına değil, aynı zamanda kendi hesaplarına bir politika uygulamaktadır. Yer yer ve koşullara bağlı olarak efendiyle uşağı arasında çelişki ve sürtüşmeler mümkün olsa bile, bugün, için Kürt halkına karşı yürütülen politika üzerinde anlaşmaktadırlar.
Bu durumun Kürt halk hareketi için taşıdığı anlam ise; ulusal kurtuluş mücadelesinin, aynı zamanda emperyalizmden kurtuluş sorunu olduğunun daha iyi kavranması ve emperyalizme karşı mücadeleyle, Türkiye egemen sınıflarına karşı mücadelenin bir tek kanalda birleştirilmesinin zorunlu olduğudur. Kürdistan’da bulunan emperyalist ordu birlikleri, doğrudan Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin karşısında yer alan güçler konumundadırlar. Amerikan çekiç gücü, Kürdistan’da, Türk_ordusu ve polisinin yanı sıra konuşlandırılmış bir işgal gücüdür. Kürt halkının imhasında kullanılan silahların hemen hemen tamamı emperyalistlere, Amerikan, Alman, İngiliz ve Fransız emperyalistlerine aittir.

KÜRDİSTAN’DA GELİŞEN ULUSAL ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ; KARŞISINDA YALNIZCA TÜRKİYE GERİCİLİĞİ VE EMPERYALİZMİ DEĞİL, AYNI ZAMANDA İRAN VE IRAK GİBİ ÜLKELERİN GERİCİ REJİMLERİNİ DE BULMAKTADIR:

Kürtlerin yaşadığı Irak, İran ve Türkiye’nin devlet ve hükümetleri, aralarındaki çelişkilerin seyrine bağlı olarak, hemen her zaman, Kürt halkına karşı ya ortak bir tavır aldılar ve ya, Kürtleri, birbirlerine karşı kullanılacak bir güç olarak gördüler. Irak ile İran, İran ile Türkiye, Türkiye ile Irak, birbirlerine karşı ve Kürtlere karşı bu ikili tutumu bugün de sürdürmektedirler. Önceki bir yana, son 15-20 yıl içinde bu politika hem İran ile Irak arasında, hem de Türkiye ile Irak arasında yaşandı. İran-Irak savaşı sırasında, İran Kürtleri, Irak’a karşı, Irak’ta onları İran’a karşı yanına çekmeye çalıştı. Savaş sona erdiğinde ise; bu her iki devlet de “kendi Kürtlerini” ezmek üzere baskılarını artırdılar. 1988’de Irak Kürtlere karşı, önce Halepçe’de (16 Mart 1988), sonra diğer Kürt yerleşim bölgelerinde kimyasal silah kullanımı da dâhil olmak üzere, azgın bir saldırı başlattı. 5 bin kişinin öldüğü Halepçe katliamının ardında, Ağustos ‘88’de başlatılan ikinci büyük saldırı sırasında, on binlerce Iraklı Kürt, topraklarını terk ederek, Türkiye Kürdistan’ına doğru yola çıktılar. Yollarda binlercesi yaşamını yitiren Kürtlerin, Türk-Irak sınırını geçmesi, Türk silahlı kuvvetleri tarafından önce kuvvet kullanılarak önlenmeye çalışıldı, ancak, başa çıkılamayınca ve “sınır” fiili olarak aşılınca, geçişler kabullenilmek zorunda kalındı. Türk ve Irak devletlerinin, Kürt halkına karşı işbirliği politikası bu katliam sırasında da devam etti. Türk devleti ve hükümeti, Irak’ın kimyasal silah kullandığı iddialarının araştırılması için inceleme yapılmasını reddederek, Saddam gericiliğinin yanında yer aldı. Körfez savaşı sırasında ise, diktatörlük ve hükümet, doğrudan ABD politikasına bağlandı ve “paylaşılacak” Irak’tan “pay kapma” anlayışıyla hareket etti. Türk devleti ve hükümetinin, Körfez savaşı süreci ve sonrasında Irak devleti aleyhine takındığı tutumun nedeni buydu. Onun, “Kürt hamiliği” politikası ikiyüzlü ve sahteydi ve bugün de öyledir. Daha önce reddedilen kimyasal silah kullanılma iddiaları, artık, çıkarların çatışması nedeniyle, Türk egemen sınıfları tarafından da dile getiriliyordu.
Türkiye egemen sınıfları, Kürt halkına karşı sürdürdükleri saldırılarda, hemen her zaman, Irak ve İran gericiliğinin desteğine sahip oldular. Önceleri Irak’la anlaşma sonucu, Amerikan işgalinden ve Irak’ın güçsüz düşürülmesinden sonra ise buna da gerek görmeden, birçok kez -şimdilerde bu iş artık günlük olarak ve devamlı yapılıyor- “sınır”ı aşarak Irak Kürdistan’ına girdiler ve “sınır”ın iki yanındaki Kürt köylerini bombaladılar. Son iki ay içinde, Türkiye resmi olarak açıklanana göre, 18 kez Irak tarafındaki Kürt köylerini bombaladı. Irak yetkililerinin yaptığı ise, sahte bir iki “protesto” demeci yayınlamak oldu.
Kürt halkı, onlarca yıldır tabi tutulduğu katliam ve asimilasyona direndiğinde, bu ülkelerin sömürücü egemenleri, “bölücülük” propagandasına sarılarak, Kürtlere karşı sürdürdükleri cinayetleri aklamaya çalışıyorlar. Ve onların tümü, çıkarlarına bağlı olarak Kürt halkı karşısında güç birliği yapmaktan geri durmuyorlar. Kürdistan’ın kölelik statüsünün son bulması ve Kürt halkının özgürleşmesi, bu ülke gericiliklerinin sömürücü egemenliklerine darbe vuracağı için, Kürt halkının, özgürlük için içine girdiği mücadeleyi karalamak, silah zoruyla bastırmak ve Türk, Arap ve Fars halkını Kürt halikına karşı kışkırtmak amacıyla tüm güç ve olanaklarını harekete geçiriyorlar,

TÜRKİYE GERİCİLİĞİNİN ŞOVENİZM KIŞKIRTICILIĞI VE “ÜNİTER DEVLET” DEMAGOJİSİ:
Türk devlet ve hükümet yetkilileri, burjuva-gerici faşist partilerin yöneticileri ve ırkçı yazarlar, Türk işçi ve emekçi halk yığınlarını, Kürt halkına karşı kışkırtmak için, şovenizmi geliştirmeye yönelik bir propaganda kampanyası sürdürmektedirler. Onlar, elbirliğiyle ve tek ses halinde, Kürdistan’da, ulusal baskıya, katliamlara, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve yasaklamalara karşı ve özgür yaşama istemiyle gelişen Kürt halk hareketini, Türkiye’nin “Üniter devlet yapısını bölmeye yönelik eylemler” olarak göstermeye çalışmaktadırlar. “Üniter devlet”ten kasıtları, bugünkü Türk devletinin yapısıdır. Bugünkü devlet, Kürt ulusunun varlığını inkâr ederek Kürtleri kölelik ilişkileri içinde tutmayı temel politika olarak benimsemiştir. Türk devleti kendini “tek uluslu” olarak ilan etmiştir ve herkesin Türkiye’de yalnızca Türk ulusunun yaşadığına inanmasını istemektedir. Kürt halkının varlığını -o da can ve kan bedeli bir mücadele sonucu- Türkiye’nin kültürel zenginliği olarak değerlendirmekte, Kürtçe konuşulmasını, Kürt ulusunun varlığıyla ilişkili doğal bir hak olarak değil, “bahşedilmiş” bir şey olarak ele almaktadır. “Üniter devletle anlatılmak istenen “tek uluslu devlettir. Kürt halkı, bu devletin, kendisini köleliğe mahkûm etmiş olmasına karşı çıktığında ve mücadeleye yöneldiğinde de “bölücü” olmaktadır!
“Bölücü terör” demagojisi, Kürt halkına karşı, sistemli bir biçimde sürdürülen ulusal baskı ve zulmü gizlemeye, dahası haklı göstermeye yöneliktir. Kürt halkına karşı, faşist terör eşliğinde yürütülen bu kampanya; baskıya tabi tutulan, köyleri ve evleri bombalanan, işkence edilen, sürgüne zorlanan, dilini konuşup, kimliğine sahip çıktığı için suçlu ilan edilen bir halkın imhasına yönelik politikayı haklı göstermeyi ve Türk işçi ve emekçilerini bu politikaya kazanmayı hedeflemektedir.
Türkiye egemen sınıfları, Kürt halkına karşı aynı zamanda ikiyüzlü bir politika izlemektedirler. Bunu anlayabilmek için, Türk devlet ve hükümet yetkililerinin ve MİT ile Genel Kurmay yönlendirmesindeki burjuva-gerici basının Balkan ülkeleri, Kıbrıs ve Türkî cumhuriyetler politikasına bakmak yeterlidir. Türk ırkçıları, Türkiye’nin, Balkan ülkeleri ve eski Sovyetler Birliği’nin Türkî kökenli halklarının yaşadığı bölgelerine müdahalesini, bu halkların “kendi kaderlerini tayin hakkı” kapsamında ele alırken, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkından söz edilmesini, “Türkiye’nin üniter devlet yapısının bölünüp parçalanması” olarak değerlendirmektedirler. Onlar, Azeri-Ermeni çatışmasında, “Türk kökenli oldukları” gerekçesiyle, açıkça, Azerilerden yana tutum alırken, bu çelişkiyi, Türkiye’deki Kürt sorunuyla bağlantılı hale getirmekte ve Ermenilere karşı kışkırttıkları şoven dalganın bir ucunu da Kürt halkına çevirmeye çalışmaktadırlar.
Türk egemen sınıfları, devleti ye hükümetinin politikası, o denli ırkçı özellikler taşımaktadır ki; Türkiye’ye göç eden Bulgar Türkleri ile Irak Kürtlerine karşı alınan tutum birbiriyle tamamen zıt özelliklerdedir. Bulgar göçmenleri her hangi bir yerde “ikamete mecbur” değilken, Irak’tan kaçan Kürtler, belli merkezlerde, etrafları dikenli tellerle çevrilmiş esir kamplarında oturmaya mecbur edilmişlerdir. Bosna-Hersek’teki ve eski SB’nin bazı ülkelerindeki gelişmeleri sevinçle karşılayıp, buralardaki ayrılmaları, bu halkların ulusal bağımsızlıklarını kazanmaları olarak değerlendirirken, onlara destek temelinde kampanya yürütülürken, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkından söz etmek bu hakkı savunmak ve bu doğrultuda mücadele etmek, Türkiye’nin “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”ne kastetmekle, “üniter devlet yapısını” parçalamakla, “bölücülük ve vatan hainliği” yapmakla özdeş sayılmaktadır. İşte Türk egemen sınıflarının, burjuva parti ve politikacılarının, tekelci basın ve Türk burjuva aydınlarının şoven-ırkçı ve çifte standartlı politikası böyle yansımaktadır.

TÜRK DEVLETİNİN KÜRT HALKINA KARŞI SÜRDÜRDÜĞÜ KATLİAMLAR YENİ DEĞİLDİR VE PROPAGANDA EDİLDİĞİ GİBİ BU KATLİAMLARIN NEDENİ “PKK TERÖRÜ” DEĞİLDİR:
Burjuvazi, diktatörlük ve hükümet, Kürt halkına karşı on yıllardır sürdürülen ulusal zulüm politikası yeni bir şeymiş gibi; uygulanan saldırı politikasının nedeni olarak “PKK terörü”nü göstermektedir. İnandırıcı en ufak bir yanı olmayan bu iddia, PKK’nın “dış destekli olduğu” demagojileriyle desteklenmektedir.
Diktatörlüğün ve burjuva partilerinin bu iddialarına karşı, işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarının; PKK ya da bir başka Kürt örgütünün hangi koşullarda ve nasıl ortaya çıktığı ve tüm saldırılara karşın varlığını nasıl sürdürebildiği üzerinde düşünmesi zorunludur. Kürt sorunu yeni bir sorun olmadığı, Osmanlı imparatorluğu dönemi bir yana bırakıldığında, Türk devletinin kuruluşundan bu yana hemen her zaman gündemdeki bir sorun olduğu bilinen bir şeydir. Bu yazının baş tarafında da bu duruma dikkat çekmeye çalıştık. Kürt sorunu yeni bir sorun olmadığı gibi, Kürt ulusunun ulusal özgürlüğü için mücadele eden ilk örgüt de PKK değildir. Bunun gibi, Türk egemen sınıflarının “bölücülük” üzerine sürdürdüğü propaganda da yeni başlamamaktadır.
Kürt halkı, zora dayalı olarak, iradesi çiğnenerek, varlığı ve hakları inkâr edilerek, baskıyla asimile edilmeye çalışıldıkça; adı PKK, ya da başka olur, bu halkın haklarını savunan ve onun özgürlüğü için mücadele eden siyasal örgütler ortaya çıkacaktır. PKK’yı ve diğer ulusal Kürt örgütlerini var eden toplumsal temeli ve gerçek nedenleri görmek istemeyenler, özellikle Türk burjuva aydınlan, devletin, Kürt halkına karşı sürdürdüğü ve düzeyi, Kürdistan’daki mücadelenin gelişim düzeyine bağlı olarak değişen, zulüm ve imha politikasını, “PKK terörü’ne bağlamayı kolaycı bir yol olarak ve ırkçı ideolojinin etkisi sonucu benimsemektedirler.
Oysa baskı ve zulmün direniş ve mücadeleyi doğurduğu, toplumlar tarihinin değişmez yasasıdır. Baskı ne denli katmerli olursa olsun, ebedi sessizliği sağlayamaz. Baskı, Kürdistan’da birçok kez yaşandığı gibi; on binlerce insanın katledilmesi boyutlarına da ulaşsa eninde-sonunda, ona karşı bir tepki gelişecek ve kendini örgütleyecektir. Nitekim Kürt katliamları da Kürt halkını özgür olma istemiyle ayağa kalkmaktan alıkoyamadı. Türk genel kurmay başkanları bir yandan ordu birliklerini Kürt halkı üzerine sürerken, öte yandan 1920-40 yılları arası yapılan katliamları anımsatarak, Kürtlere “benzer şekilde ders verme” tehditleri savurmalarına, kurşuna dizme eylemleri aralıksız sürmesine ve silah zoruyla Kürt köylülerine pislik yerdirme girişimlerine karşın; Kürt halkının, köleliğe boyun eğmesi ve sessiz kalması sağlanamadı. PKK gibi örgütler, eğer yaşam olanağı buluyorlarsa, bu; Kürdistan’da, zulme karşı gelişen hak direnişi sonucu mümkün olabilmektedir. Baskı ve zulüm aralıksız sürmesine karşın, Kürdistan’da ulusal uyanış ve direniş eğilimi güçlendi, Kürt köylüsü “ölüm korkusu” sınırını aşmaya başladı. On binleri bünyesine alan direnişler yaygınlaştı. Cizre, Nusaybin, Şırnak, Batman, Dargeçit, İdil, Hakkâri, Derik, Lice, Kulp, Diyarbakır vb. il ve ilçelerde, Kürt emekçileri, tank, panzer ve makinalı tüfeklerin üzerine yürümekten kaçınmadılar.
Bütün bu gerçekler ve olayların gelişimi, Türkiye egemen sınıfları ve hükümetin, “Kürt realitesini tanıma” propagandasını gündeme getirdi. Kürdistan’da içine girilen tecrit sürecini durdurmak ve Kürt halkını beklenti içine çekerek devlete ve düzene bağlamak için, kültlere “şefkatle yaklaşılacağı” palavralarıyla harekete geçildi.

KOALİSYON HÜKÜMETİNİN “DEMOKRATİKLEŞME”VE “KÜRT REALİTESİNİN TANINMASI”PROPAGANDASININ SAHTELİĞİ VE NEWROZ SALDIRISI:
DYP ve SHP, her biri ayrı ayrı ve koalisyon hükümeti ortakları olarak, halk yığınlarının karşısına, “demokrasiyi tüm kurum ve kuruluşlarıyla işletecekleri” vaadiyle çıktılar. Seçim öncesi dönemde, işçi sınıfının, Kürt halkının ve emekçilerin, ağır sömürüye, faşist baskı ve ulusal zulme karşı, siyasal ve sendikal hak ve özgürlükler için verdiği mücadele, egemen sınıfları, seçimleri öne almaya zorladı. Bu aynı nedenle, burjuva partileri, sahte bir biçimde halkın taleplerine sahip çıkmada birbirleriyle yarıştılar. En koyu ırkçı ve faşist olanları da dâhil, bu partiler; çalışma koşullarının düzeltileceği, çalışanlara sendika hakkı tanınacağı, işkenceye son verileceği, olağanüstü hal uygulamasının kaldırılacağı vb. propagandasıyla halkın karşısına çıkıp oy istediler. DYP, SHP gibi partilerin yürüttüğü bu propaganda, birçok “eski solcu” çevreyi, bunlarla birlikte ulusal devrimci Kürt hareketini de etkiledi ve örneğin PKK; seçimlerde, SHP-HEP ittifakını desteklemenin gerekçesi olarak; “savaş hükümetlerinin önünü kapama ve demokratik hak ve özgürlüklerin yolunu açma’yı gösterdi ve bunu “büyük bir siyasal taktik ustalık” olarak ilan etti.
DYP ve SHP, halkın taleplerine sahtekârca sahip çıkma taktiğinin de etkisiyle, halktan oy aldılar ve koalisyon hükümetini kurdular. Hükümet yöneticileri kalabalık bir heyet halinde Kürdistan’a bir gezi düzenleyerek, “Kürt realitesini tanıdıklarını” ilan ettiler. Demirel bunu “yılın olayı” olarak sunmayı ihmal etmedi. Artık Kürt halkına “Şefkatle yaklaşılacak”tı!
Koalisyon hükümetinin “demokrasi”, “şefkat” ve “Kürt realitesinin tanınması” propagandası aralıksız sürdürülürken; Kürt halkına yönelik baskı ve katliamlar devam etti ve daha da önemlisi, daha büyük saldırılar için hazırlıklar hızlandırıldı. MİT ve Genel Kurmay yetkilileri, Kürt katliamlarına ilişkin senaryoları, pervasız bir biçimde açıklamaktan geri durmadılar.
Newroz, Kürt halkına karşı, diktatörlüğün, gövde gösterisine çıktığı bir gün oldu. Cizre, Şırnak ve Nusaybin’de, bir bayram yürüyüşüne çıkan ve yakılan ateşler etrafında halaylar çeken halkın üzerine bomba ve kurşun yağdırılarak, aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu yüz civarında insan katledildi. Yüzlerce yaralının yanı sıra, evler ve işyerleri diktatörlük güçleri tarafından tahrip edildi ve yağmalandı.
Bu vahşi saldırının ardından, demagojik “demokrasi” propagandasının içyüzünün daha net olarak görülmesi, diktatörlük çevrelerini yeni bir propaganda malzemesine yöneltti. Tüm devlet ve hükümet yetkilileri, burjuva basını da arkalarına alarak, “vatan ve milletin bölünmesini amaçlayan bir ayaklanma girişimi ile karşı karşıya bulunulduğu” propagandasına sarıldılar. Şovenizm kışkırtıcılığını tırmandırarak, Kürt halkına karşı girişilen kanlı saldırıları aklamaya çalıştılar. Kürt halkına karşı Newroz’la birlikte daha da yoğunlaştırılan saldırılar, tüm Kürt şehir ve köylerini kapsayacak biçimde genişletildi. “Türk devletinin gücü” daha fazla işkenceyle, daha fazla insanın katledilmesiyle, daha çok köyün yerle bir edilmesiyle kanıtlanıyordu!
Vahşi saldırılar ve şoven propaganda bir arada yürüdü. Kürt halkına karşı gericiliğin “cephe birliğini oluşturmak için, yoğun bir kampanya başlatıldı. “Ülkenin bölünmeyle karşı karşıya bulunduğu”, “PKK’nın Ermenilerle işbirliği yaptığı”, Terörün Yunanlıların yanı sıra, İran, Irak ve Suriye tarafından desteklendiği” söylenerek, Türk işçi ve emekçi kitleleri, Kürt halkına karşı, şoven bir temelde kışkırtılmaya çalışıldı.   Yetmediği görülünce, Ermeni-Azeri çatışmasından yararlanma yoluna gidildi. Demirel’in “arkamızda durun bu işi bitirelim” çağrısıyla, burjuva basın şoven propaganda kampanyasını hızlandırdı. Radyo, TV ve gazeteler, “bölücü eşkıyanın vahşeti” üzerine programlarına ve dizilerine yenilerini eklediler. Burjuva partilerinin “tek ses, tek yumruk olduğumu göstermek için açık oturumlar düzenlendi ve bu üç açıkoturumlarda Kürt halkına karşı “ulusal mutabakat” sağlanmasının önemi vurgulandı.
“Ulusal mutabakat” çerçevesinde, on binlerce asker ve polisin, Kürt köylerini basarak, köylüleri işkenceye çekmesi, gruplar halinde kurşuna dizmesi ve toplu gözaltılar TV ve burjuva basından “teröre karşı büyük zafer” çığlıklarıyla verildi.

“BÖLÜCÜLÜK” PROPAGANDASI “AYRIM YOKTUR” DEMAGOJİSİYLE BİRLEŞİYOR VE İKİ ULUSTAN İŞÇİ VE EMEKÇİLERİ BÖLMEYİ, ONLARI BİRBİRİNE KARŞI KIŞKIRTMAYI VE KÜRT HALK HAREKETİNİ EZMEYE YÖNELİK DEVLET SALDIRISINI “HAKLI” GÖSTERMEYİ HEDEFLİYOR:

Burjuvazi ve gericilik; Kürdistan’da gelişen özgürlük mücadelesini, “Türkiye’nin bütünlüğünü parçalamaya yönelik bölücü hareket” olarak göstererek, Türk emekçi halk yığınlarının, Kürt halkının haklı mücadelesine kuşkuyla bakmasını ve Kürt halkına karşı şoven bir çizgide harekete geçmesini sağlama politikasını hiçbir dönem terk etmedi. Bu doğrultudaki propaganda, Kürt halkının ulusal taleplerle çeşitli biçimlerde direnişe yöneldiği zamanlarda ise iyice yoğunluk kazandı.
Oysa Kürt halkının eyleminin, Türk halk kitlelerinin çıkarlarına aykırı olmadığını, “bölücülük” propagandasını yürüten gerici egemen sınıflar ve burjuva politikacıları da çok iyi biliyorlar. Ancak, onların, sömürü üzerine kurulu düzenlerinin devamı için, bu propagandaya ihtiyaçları var. İşçi sınıfı ve emekçilerin, milliyet, mezhep vb. farklılıkları temelinde bölünmeden, sömürü ve baskıya karşı birleşik bir mücadeleye atılması, gericiliğin ve burjuvazinin en büyük korkusudur. Bunu önlemek için her yola başvuruyorlar. “Bölücülük” propagandası bu yollardan biridir ve salt Kürt halkını baskı altında tutmaya değil, aynı zamanda Türk emekçi halk yığınlarının bugünkü sömürü ve zulüm koşullarında tutulmasını sağlamaya hizmet etmektedir. Kürt halkının, ulusal baskı ve zulme karşı çıkması ve kendi geleceğini kendisinin belirlemek istemesinin, kendi kaderini kendisinin tayin etmek istemesinin illa Türkiye’nin bölünmesi anlamı taşımadığını gerici egemen sınıflarda bilmektedirler. “Bölücülük” propagandası bugünkü rejimin, devletin ve ücret köleliği üzerinde yükselen sistemin “cankurtaran simidi” haline gelmiştir. Kürt ulusunun özgürlüğünün, Türk ulusunun özgürlüğü anlamına da geldiği bugün çok daha açıklık kazanmıştır. Diktatörlüğün, Kürdistan’da etkisiz kılınıp püskürtülmesi, tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin devrimci-demokratik devletinin kurulmasının yolunu açacak devrimci bir girişim olacaktır. Burjuvazi ve diktatörlüğün, devletin tüm kurumlarını, burjuva basını, burjuva politikacılarını, gazeteci ve yazarlarını seferber ederek, sürdürdüğü propaganda, olası bu gelişmeleri engellemeye yöneliktir.
Bu yazının baş taraflarında, kısaca değinildiği gibi, devletin Kürdistan’daki varlığı zora dayalıdır ve 70 yıldır silah zoruyla sürdürülmeye çalışılmaktadır. Türk egemen sınıfları, Kürt kökenli, ancak Kürt kimliğini reddederek, düzen ve devletle bütünleşme temelinde kendileriyle kader birliği yapmış Kürt egemenlerle birlikte, Kürt halkına 70 yıldır kan kusturmaktadır. Kürt halkı en temel hakları gasp edilerek, süngü, dipçik ve kurşunla boyun eğmeye zorlanmış, polis ve ordu baskısıyla, işkence, bombalama, tutuklama, sürgüne gönderilme, gruplar halinde kurşuna dizilme, evleri ve ekinlerini yakıp yıkma, dilini ve kültürünü yasaklama vb. yöntemlerle bugünkü devlet birliği içinde tutulmuştur. O halde, bu baskı ve zulmün ortadan kalkmasını istemenin, buna karşı ayağa kalkmanın, ulusal kimliğiyle var olmaya çalışmanın, Türk işçi ve emekçilerinin çıkarlarıyla çelişen bir yanı yoktur, dahası, devletin, Kürt halkına zorla dayattığı kölelik ve ulusal boyunduruk son bulmadan, onun Kürdistan’daki haksız varlığı ortadan kalkmadan, her iki ulustan halkın özgürlüğü ve mutluluğu ve bu temeldeki kardeşçe gönüllü birliği mümkün değildir. Bölücülük propagandası burjuvazi ve devletin elinde, işçi ve emekçilere karşı kullanılan bir silahtır. Bu silahı onun elinden almak, ya da silah namlusunu gericiliğe çevirmek ise; daha çok Türk işçi ve emekçilerine düşen bir görevdir.
“Bölücülük” propagandasını sürdürenlerin, bir diğer iddiası, Türkiye’de, Kürt ulusu aleyhine hiçbir uygulamanın, hiç bir ayrımın bulunmadığıdır. İddia sahiplerinin bile inanmadığı bu palavra, her gün ve herkesin gözü önündeki uygulamalarla çürütülmesine karşın, inatla sürdürülmektedir. Kürt ulusunun varlığı kabul edilmezken, Kürtçenin bu ulusun dili olarak kullanılması tümüyle yasaktır. “Kürtçe konuşma serbestîsi” salt günlük yaşamda ve halkın kendi arasındaki ilişkilerde söz konusudur ki, bunu engellemek zaten mümkün değildir ve diktatörlüğün gücü bunu engellemeye yetmemektedir. Kürtçe, en az Türkçe kadar yaşamın her alanında kullanılma hakkı olması gereken bir dil iken ve Kürt halkı için anadilde eğitim hakkı, doğal ve dokunulamaz bir hak iken, bu hakkın zorla gasp edilmesi ve ardından “hiçbir ayrım yoktur” denilmesi, egemen sınıfların ikiyüzlülüğünün bir ifadesi olmaktan öte, bir ulusun varlığı ve haklarına yönelik bir saldırıdır. Anadilde eğitim hakkı olmadan Kürtçe politik mücadele dâhil, her alanda serbestçe kullanılmadan ve “Ayrım olmadığı”nın bir diğer kanıtı olarak, devlet bürokrasisinde Kürtlerin de bulunduğu, Kürtlerin de bakan, başbakan, vali, polis müdürü ve hatta general olduğu” gösterilmektedir. Resmi propagandaya göre, bugünkü devlet ve parlamento Türkleri olduğu kadar Kürtleri de temsil etmektedir; çünkü Kürtler de milletvekili ve bakan olmaktadır. Kuşkusuz bu propagandayı sürdürenler de bu iddianın gerçeğe dayanmadığını bilirler. Bunun için de, onlar, her fırsatta, bugünkü devletin “son Türk devleti” olduğunu, “hâkimiyetin kayıtsız-şartsız Türk milletinin olduğunu vurgulama ihtiyacı hissederler. Vali, general, bakan olanların Kürt kökenli olması hiçbir gerçeği değiştirmemektedir. Bunlar, “Kürt valisi, Kürt polisi, Kürt milletvekili, Kürt bakanı” değildirler. Kürt kimliğini bir yana bırakarak, egemen sınıfların uygun gördüğü politikayı benimseyenlerin, Kürt kökenden gelmesi, Kürtleri temsil ettiği anlamına gelmiyor. Hiçbir parlamenter, “Kültlerin ve Türklerin parlamentosu’nda görev yapmadığı gibi, bütün öteki yönetici kademe görevlileri de “Türk olarak” çalışmaktadırlar. Meclis kürsüsünde iki kelime Kürtçe konuştuğu için Leyla Zana’ya yapılanlar ve “millet infial içinde” çığlıkları, egemen sınıfların, “ayrım yoktur” demagojilerini tüm iğrençliğiyle ortaya koyan ibret verici bir örnektir.

TÜRK HALKI VE KÜRT HALKI, KÜRTLERİN ULUSAL KÖLELİK STATÜSÜNÜN SON BULDUĞU, KÜRT ULUSUNUN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKININ TANINDIĞI KOŞULLARDA, İŞÇİ VE KÖYLÜLERİN DEVRİMCİ-DEMOKRATİK DEVLET DÜZENİNDE, ÖZGÜR VE EŞİT KOŞULLARDA BİRLİKTE YAŞAYACAKLARDIR:
Türk halkının köleliği, bir yanıyla Kürt halkının köleliği üzerine oturtulmuştur. Kürt halkının baskı ve zulüm altında tutulması, kaçınılmaz olarak, Türk halkının da baskı altında tutulmasına yol açmaktadır. 70 yıllık cumhuriyet tarihi bunun örnekleriyle doludur. Kürdistan’daki devlet baskısı Ankara ve İstanbul’a dek uzamakta, işçi ve emekçilere yönelik saldırılar yoğunlaşmaktadır. Yanı sıra; köleliğin sürdürülmesi için silaha daha çok başvuranlar, bu silahları ve silahı kullananları, Kürt ve Türk ulusundan işçi ve emekçilerin sırtından finanse etmektedirler. Kısacası, Kürt halkı kölelik koşullarında tutuldukça, Türk halkı “kendi kölelik zincirlerini dövmek” zorunda kalmaktadır.
Faşist gericiliğin estirdiği şovenist dalgayı kırmak, “bölücülük” propagandasının etkisiz kalması için çalışmak, Kürt ulusunun haklarını savunmak daha çok Türk ulusundan işçilerin ve emekçilerin önünde duran bir görevdir. Türk işçi ve emekçileri; gericiliğin, “bölücülük” propagandasının, Kürt halkına yönelik katliamları aklamaya ve iki ulustan emekçileri birbirlerine karşı kışkırtmaya hizmet ettiğini görerek, burjuvazi ve diktatörlüğün bu planını bozmadıkça; faşizme ve sermayeye karşı mücadelenin başarıya ulaşması zordur. Kürt ve Türk’ün eşit haklara sahip olmasının, Kürt halkının, ulusal hak ve özgürlüklerine kavuşmasının, dilini ve kültürünü serbestçe geliştirip kullanmasının, Türk işçi ve emekçilerine hiçbir zararı yoktur. Tam tersine bu durum, iki ulustan ezilenlerin kardeşçe birliğini daha de pekiştirecek ve demokrasi ve sosyalizm mücadelesini güçlü kılacaktır. Türk işçi ve emekçisi, 70 yıldır baskı ve katliamlarla dize getirilmeye çalışılan bir halkın, tabi tutulduğu baskı ve zulme karşı ayağa kalkmasının neden “suç” sayıldığını, neden “bölücülük” olarak değerlendirildiğini sorgulamadan ve mücadeleye destek olmadan, sömürücü egemen sınıflara ve emperyalist egemenliğe karşı mücadelede başarılı olamaz.
Ulusların kaderlerini tayin hakkı, en açık anlamıyla bir ulusun bağımsız siyasal devletini kurma hakkıdır. Bu hakkın, Kürt ulusu söz konusu olduğunda, reddedilmesi ve Kürt halkının ulusal özgürlük, isteminin “bölücülük” olarak değerlendirilmesi kabul edilemez bir şeydir. Türk işçi ve emekçisi, Türk devletinin, Kıbrıs’taki, Batı Trakya’daki ve Türkî cumhuriyetlerdeki “Türk kökenlilerin kaderlerini tayin hakkını söz konusu ederken ve örneğin, bir Azeri’nin “Kan dökülmeden azatlık olmaz” sözlerini alkışlarken, Kürt halkına karşı, kan ve kurşuna başvurması arasındaki farkı sorgulamadan, özgürlük ve sosyalizm için, bağımsız devrimci çizgide yürüyemez. O halde Türk işçi ve emekçisinin sorumluluklarının en önemlilerinden biri ve bir bakıma başta geleni, Kürt halkına karşı sürdürülen kanlı imha eylemine karşı mücadele etmektir.
Kürt işçi ve emekçisi için sorun Türk işçi ve emekçisinden ayrılma, onunla araya sınır çekme, ulusal dar bencililiğe sarılarak, dünyada ve ülkedeki diğer tüm sosyal-siyasal olaylara yabancılaşma en büyük hata olacaktır. Kürt halkı kendisini köleliğe mahkûm eden gücün, emperyalizm desteğindeki sömürücü egemen sınıflar olduğunu gördüğü ve bu aynı gücün Türk ulusundan işçi ve emekçinin de düşmanı olduğunu anlayarak, bu ortak düşmana karşı, yaşamın ve mücadelenin her alanında, Türk ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerle tam bir dayanışma ve güç birliği içine girdiği zaman, özgür olma mücadelesinde başarıya ulaşma olanağı bulacağını, gün geçtikçe daha iyi görmektedir. Her ne kadar, uluslararası alandaki gelişmelerin de etkisiyle, bazı Kürt grupları ve aydınları, “Kürt olanın ayrı olması gerektiği” propagandasına giderek daha fazla başvuruyor ve örneğin işçi sendikalarının bile milliyet kökenine göre bölünmesi gibi çok tehlikeli ve mücadeleyi daha da zayıflatıcı önermelerde bulunuyorlarsa da, Kürt halkı, onlarca yıllık mücadele pratiğinin de öğreticiliğiyle bu yanlışlara düşmemek zorundadır, düşmemesi gerekmektedir. Ulusun istediği gibi örgütlenme hakkına sahip olması, işçi ve emekçilerin çıkarlarına aykırı ve onların zulüm ve sömürüden kurtuluş mücadelesini zaafa uğratan mücadele ve örgütlenme biçimlerinin kabullenilmesi anlamına gelmemektedir. Ulusların kaderlerini tayin etmesi, bugün, işçi ve emekçilerin kaderlerini tayin etmesi; emperyalist-kapitalist sömürü ve baskıdan kurtulması sorunu haline gelmiştir ve buna aykırı her girişime karşı koymak, en başta sınıf bilinçli işçilerin, Kürt halkının bilinçli unsurlarının görevidir. Kürt halkı, Kürt işçi ve köylüleri, bulundukları her yerde, mücadeleyi salt ulusal istemlerle sınırlamanın kendi çıkarlarına olmadığını bilerek, Türk ve Kürt kökenli sömürücü egemenlere, emperyalizme ve onun aşağı tekelci burjuvazi ve toprak ağalarına karşı, feodal baskı ve zorbalığın, bu temeldeki sömürünün, kapitalist ücret köleliğinin, emperyalist talanın son bulması ve baştan aşağı demokratik bir devlet sisteminin kurulmasının önlerinde duran esas görev olduğunu unutmadan hareket ettiklerinde, özgürlük mücadelesi güç kazanacak, engellere katılıp kalmayacak ve sözde bir bağımsızlığa dönüşmeyecektir. Ulusal özgürlük mücadelesi ancak sosyal kurtuluş için mücadeleye bağlanırsa anlamlı ve kalıcı kazanımlara yol açabilir.
Bugün, devlet, Kürdistan’da olağanüstü hal uygulamasıyla, özel tim adlı cinayet mangalarıyla, kontrgerillasıyla, ordu birlikleri ve polis kuvvetleriyle, MİT ve siyasi polisiyle ve işbirlikçi aşiret ağalarına bağlı olarak oluşturulmuş “köy korucuları” adlı paralı özel milis güçleriyle, Kürt halkına karşı yoğun bir baskı ve saldırı politikası uygulamaktadır. Bu politikanın Türk işçi ve emekçilerine de hiçbir yararı yoktur. Bu baskı kurumlarının dağıtılması ve Kürdistan’dan çekilmesi hem Kürt halkının istemidir ve hem de Türk halkının yararınadır. Bölge valiliği ve olağanüstü hal uygulamasının kaldırılması, köy korucularının dağıtılması, ordu birlikleri, özel tim ve polis kuvvetlerinin çekilmesi acil taleplerdir.
Mevcut devlet ve parlamento, Kürt ulusun temsil etmemektedir. Kürt ve Türk halkı ve ulusunun çıkarlarına aykırı olarak, ABD başta olmak üzere, emperyalistlere ikili anlaşmalar, Stratejik İşbirliği anlaşmaları imzalamaktadır. İki ulustan işçi sınıfı ve emekçiler aleyhine, birçok yasa parlamentodan çıkmakta, birçok karar hükümet tarafından ve doğrudan MGK emriyle alınmaktadır. Tüm bu anlaşmaların iptal edilmesi ve geçersiz ilan edilmiş, alınmış hiç bir karar ve anlaşmayı kabul etmek zorunda değildir. Bu karar ve anlaşmaların Kürt halkı açısından geçersizliğinin ilan edilmesi özellikle önemlidir.
Emperyalistlerle, özellikle ABD emperyalizmi, Türk devletini, Ortadoğu, Orta Asya, Balkanlar ve Kafkasya’da kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya, bu bölgeler halklarına karşı sürdürdüğü emperyalist hegemonya mücadelesinde ondan yararlanmaya çalışmaktadır. Devlet ve hükümet politikası, emperyalist ABD’nin askeri-siyasi stratejisine bağlanmıştır. Emperyalist ordu birlikleri halen Kürdistan’da bir işgal gücü olarak tutulmaktadır. Çekiç güç, Kürt halkını köleliğe mahkûm tutmanın aracıdır. Ülke toprakları, emperyalistlerin konvansiyonel ve nükleer silah deposuna çevrilmiştir. Bu politika ve uygulamalar, bu fiili işgal durumu ve ülkenin cephaneliğe dönüştürülmesi kabul edilemez. Kürt ve Türk halkının, bütün bunlara karşı mücadelesi, bugün daha fazla, günceldir ve önem kazanmıştır. Emperyalistlerin tüm askeri birlikleri Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı topraklardan çekilmeli, NATO’dan çıkılmalı, emperyalistlerle imzalanmış tüm anlaşmalar iptal edilmelidir.
Kürdistan’da aşiret ve toprak ağaları sırtlarını diktatörlüğe dayayarak, Kürt işçi ve köylülerine baskı uygulamakta, toprakların önemli bir bölümü bunlar tarafından gasp edilmiş bulunmaktadır. Kürt işçi ve köylüsünün mücadelesi, yalnızca diktatörlüğün ulusal baskı ve zulmüne karşı olmakla sınırlı kalamaz. Diktatörlüğün Kürdistan’daki sosyal dayanağını oluşturan feodal kişi ve kurumlara karşı mücadele edilmeden, toprakların köylüler yararına (topraksız ve az topraklı köylü) kullanımı sağlanmadan, Kürt köylüsü ve işçisi, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda, bağımsız devrimci mücadele çizgisinde yürümeden, gerçek anlamda özgürleşemez.
Kürt işçileri ulusal özgürlük mücadelesinin başına geçerlerse ve Kürt köylüsünün toprak ve özgürlük talebine sahte çıkarlarsa, ulusal özgürlük için mücadelenin tutarlı bir sınıf çizgisinde yükselmesini sağlayacakları gibi, bu mücadelenin sosyal kurtuluş mücadeleyle birleşmesini de sağlamış olurlar. Toprak ağalarının ellerindeki toprakların, topraksız ve az topraklı köylüler yararına kullanımının sağlanması bir diğer önemli taleptir ve bu talep için mücadele ihmal edilemez.
Kısacası: Kürt ulusunun faşist terör ve ulusal zulümle dize getirilmesini hedefleyen devlet politikasına karşı mücadele bugünün en önemli gündem maddesidir. Bu hem Kürt ulusundan ve hem de Türk ulusundan işçi ve emekçilerin önünde duran acil bir görevdir. Burjuvazinin “bölücülük” propagandasının boşa çıkarılması, iki halkın kardeşçe dayanışması ve birliğinin sağlanması da buna bağlıdır. Kürt sorunu yeni çıkmış, hele de PKK tarafından yaratılmış bir sorun değildir. Öncesi bir yana 70 yıldır var olan bir sorundur ve bu sorunun halkın yararına çözümü, ancak tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin devrimci mücadelesiyle mümkündür. Bunun ötesindeki tüm girişimler, “realite tanıma” palavraları Kürtlerin köleliğini devam ettirmeye yöneliktir. Kölelik ebedi değildir ve kazanan halk olacaktır.

DİPNOTLAR:

(1) Kürt isyanlarının ve Kürt özgürlük mücadelesinin tarihini detaylı olarak incelemek bu yazının konusunu oluşturmuyor. Bu konuda yazılmış ve tek tek isyanları da inceleyen, dokümanlar bilgi veren ve belgelere dayalı olan onlarca kitap var. Biz yalnızca, bugünkü azgın şoven propagandanın ve Kürtlere yönelik katliamların daha iyi anlaşılabilmesi için, geçmişe dönüp bakmanın gerekliğine işaret etmek amacıyla, kısa bir hatırlatma yapmaya çalıştık.

(2) 14 Haziran 1934 tarihinde çıkarılan Mecbur-i İskan Kanunu, konuya ilişkin bu zorunlulukları getiriyordu: Madde 9. Türkiye’ye bağımlı bulunan ve Türk kültürüne bağlı olmayan göçebelerin toplu olmamak üzere kasabalara serpiştirilmek suretiyle Türk kültürlü köylere dağıtılıp yerleştirmeye…
Madde 11. a) Ana dili Türkçe olmayanlardan tonlu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurması veya bir sanatı kendi soydaşlarına intişar ettirmeleri yasaktır.
Madde 11 b) Türk kültürüne bağlı olmayan ve Türk kültürüne bağlı olup da Türkçeden başka dil konuşanlar hakkındaki kültürel, askeri içtimai ve inzibati sebeplerle toptan olmamak şartıyla başka yerlere nakledilmesi… ‘

(3) İslam olma ortak unsurunun değişik ulusları bir tek ulus birliği, içinde eritemediğinin en açık örneği Arap Türk ve Kürtlerin durumudur. Arapları İslam oldukları için hiç kimse Türk sayamıyor. İslam ortak unsuru Kürtleri de Türk yapmadı, yapamaz.

Haziran ’92

Ulusal Özgürlük Ve Tutarlı Devrimci Mücadele Çizgisinde Yürümenin Önemi

Haftalık Yeni Ülke gazetesinde ve özgür Halk dergisinde, “Kürt sorunumun mevcut koşullarda çözüm yöntemi olarak, Kürdistan’da bir referandumun yapılması ve bir “Türk-Kürt federal meclisinin kurulması öneriliyor. Ali Fırat başta olmak üzere, bu gazete ve derginin yazarları, uzun bir süredir, Türk devlet yetkililerinin, Kürdistan’da yapılacak bir referanduma “evet” demeleri halinde, kendilerinin referandum sonuçlarını kabulleneceklerini yazıyorlar. Yine bu arkadaşlar, devlet ve hükümet yetkililerini, “Kürt önderliği”ni muhatap kabul ederek, ‘sorunun çözümü için masaya oturma”ya çağırıyorlar. Söz konusu gazete ve dergide Kürt ulusal özgürlük sorununa ilişkin olarak kaleme alınan yazılar irdelendiğinde, kendilerinin “özgürlük hareketi” diye tanımladıkları hareketin önderliğinin reformist, parlamentarist yöntemlere doğru bir eğilim gösterdiği, Kürt halkının emperyalist ve gerici düşmanlarının, Kürdistan’da gelişen özgürlük mücadelesinin önünü kesmek için başvurduğu manevraların bu kesim üzerinde bir etkiye yol açtığı ve bir uzlaşma arayışı içine girdiği görülecektir.
Kürdistan’da gelişen ulusal özgürlük mücadelesinin bugünkü düzeyi dikkate alındığında, diktatörlüğün zulüm ve aldatma politikasıyla, Kürt burjuva reformizminin, Kürt burjuva-feodal gericiliğinin ve revizyonist Kürt çevrelerinin mücadeleyi saptırma çabalarının başarılı olamayacağını söylemek mümkündür. Devletin, burjuva düzen partilerinin ve uzlaşmacı, işbirlikçi Kürt burjuva çizgisinin önemli oranda tecrit olduğu bugünkü koşullarda, mücadeleyi saptırma girişimlerinin sonuçsuz kalacağını düşünmek ve söylemek doğaldır. Ancak, burjuvazi ve gericiliğin uluslararası düzeyde ve tüm olanaklarını kullanarak sürdürdüğü propagandanın ulusal özgürlük için radikal yöntemlerle mücadele eden güçler arasında da belli bir etkiye yol açtığı görülüyor. Düzen “çözüm”lere yapılan vurgu, mevcut statü ve koşullarda halk yararına sonuçlar doğurması mümkün olmayan ve siyasal kaderini tayin hakkının burjuva-reformcu bu içerikle darlaştırmasına denk düşen “federasyon” türü önerilerin ortaya atılması, faşist gericiliğin en azgın ve pervasız temsilcilerinin, Kürdistan’da gelişen mücadeleyi sabote edip saptırma, Kürt gericiliği ve Kürt reformistleriyle işbirliğini pekiştirerek, Kürt devrimci radikalizmini boğma amacıyla “Kürt kimliğinin tanınması” ve “federasyon dâhil tartışmaya açık” oldukları açıklamalarına bakılarak “olumluluk”la, “cesaret”le, “liberalleşme”yle payelendirilmeleri bunu göstermektedir.
İşte bu durum, Kürdistan’da kan ve can bedeli sürdürülen mücadelenin zaafa uğratılmasına yol açacak anlayışların reddini daha da önemli kılmaktadır. Kürdistan’da ulusal uyanış ve direniş, emperyalizme, Türk ve Kürt gericiliğine karşı, işçi ve köylülerin devrimci bir hareketi olarak, devrimin ve sosyalizmin güçlenmesine doğru bir hareket olarak gelişecekse; bu ancak, ulusların kaderlerini tayin hakkı sorununun Kürt işçi ve köylülerinin kurtuluşu sonucu olarak ele alınması ve burjuvazi ve gericiliğe karşı sınıf mücadelesi çizgisi izlenmesiyle mümkündür. Bugünkü düzen ve devlet koşullarında, “masaya oturarak”, “anlaşarak”, “federe meclise” giderek Kürt halkı kölelikten kurtulup özgürleşemez.

“YENİ ÜLKE” VE “ÖZGÜR HALK” YAZARLARININ “FEDERAL MECLİS” VE “REFERANDUM”
DÜŞÜNCELERİ BURJUVA-REFORMCU BİR İÇERİĞE SAHİPTİR
“Federasyon”, Kürt halkının ulusal haklarını elde etmesinin somut bir yolu olarak öneriliyor. Özgür Halk’ın Haziran 92. sayısında “özgürlük hareketi önderliğime atfen konuya ilişkin olarak şunlar aktarılıyor, “meclis deniyor; bir federal meclise doğru gidilebilir. Bir Kürdistan Meclisi çıkar, bir Türkiye meclisi çıkar. Bunların birlikteliği için bir oran bulunabilir. Yine yerel meclisler, zaten Türkiye’nin tek başına Ankara’dan yönetilemeyeceği söyleniyor. Yerel meclislere geçilir. Bu meclisler Kürt meclisleri olacaktır. Bu konuda ileri adımlar atılabilir. Bu Türkiye içinde gereklidir. Ortak federe bir hükümet kurulur, ortak bir federal hükümete gidilebilir. Bunların biçimi üzerinde düşünmek gerekir.’
Bir “federal hükümetin hangi koşullarda ve hangi soruna çözüm olarak önerildiği önem taşımaktadır. Önerilen şudur: Bugünkü devlet mevcut kurumlarıyla (kurumlar Türk-Kürt kurumu olacaktır!) ayakta kalacak, burjuva egemenliği korunarak, ona dokunmayarak, Türk parlamentosu Kürt ve Türk parlamentosu, Türk devleti “Türk ve Kürt federe devletime dönüştürülecektir.’ “Ortak bir federal hükümet” kurulacaktır.
Bu tür bir çözümün Kürt halkına, Kürt işçi ve köylülerine ne faydası var? Ulusal sorunun devrimci çözümü; ezilen ulusun kendi kaderini özgürce belirlemesi, bunun için bağımsız devlet olarak örgütlenme hakkına ve bu hakkı özgürce kullanma koşullarına sahip olması anlamına geldiğine göre, mevcut kölelik koşullarında esaslı herhangi bir değişikliğe yol açmayan bir “federal hükümetin oluşturulmasının, Kürt ve Türk egemen sınıflarının yeni bir ittifak biçiminde başka bir şey olmayacağı açıktır. Türk devlet yetkilileriyle anlaşma uzlaşmanın somut bir biçimi olarak ileri sürülen “federasyon” halkımızın kendi kaderini özgürce belirleme hakkını ortadan kaldıran bir “çözüm”dür. “Ortak bir federal hükümet” mevcut sömürü düzeninin çarklarının işletilmesinin bir kurumu ve burjuva egemen sınıfların kendi düzenlerini sürdürmelerinin yeni bir maskesi olacaktır. Diktatörlük ve egemen sınıflar, Kürdistan’da içinde bulundukları açmazdan kurtulmak için böyle bir yöntemi kabul etseler bile -ki bu öyle sanıldığı gibi diktatörlüğün hemen gündeme aldığı bir çözüm yöntemi değildir- bunu, Kürt halkına yönelik hesaplarında bir zaman kazanma manevrası olarak değerlendirecektir. Aynı zamanda bu, Türk egemen sınıfların emperyalist efendilerinin Türkiye’ye ve Ortadoğu’ya ilişkin hesaplarıyla uyumlu olmak zorundadır.
“Yeni Ülke” ve “Özgür Halk” yazarları, PKK önderliği ve Ali Fırat’ın, “federal meclis”, “federal hükümet” kurulması düşünceleri, ulusal özgürlüğün, Kürt işçi ve köylülerinin özgürlüğüne doğru genişletilmesi, işçi ve köylülerinin mücadelesinin, bugünkü kölelik düzeni ve burjuva devlet iktidarının yıkılması mücadelesine yükseltilmesinin önünü kapatan uzlaşmacı reformcu düşüncelerdir. Bu düşünceler, Türk devlet yetkililerinden, faşist gericiliğin en pervasız temsilcileri Özal ve Demirci’den bir beklentiyi de ifade etmektedir.
Türk devleti, Marksist ihtilalciliği ve radikal ulusal devrimciliği etkisiz kılmak ve ezmek, halk hareketinin devrimci çizgide gelişimini engellemek için, bir yandan faşist mekanizmayı tahkim etmek ve yeni ve daha azgın saldırılar için, yeni düzenlemelere girişilirken, öte yandan emperyalizmin sadık uşağı politikacıların ağzından “liberalleşme”, “demokratikleşme” ve “Kürt realitesinin tanınması” demagojisini yoğunlaştırarak, halk hareketini ve özgürlük mücadelesini saptırma ve yığınları beklentiye sürüklemeye çalışıyor. Daha Özal’ın Başbakanlığı döneminde, azgın faşist teröre, anti-terör yasası ve Kürdistan Kararnamelerine “liberalleşme” propagandası eşlik etti. Diktatörlük düzen içliliği ve reformizmi güçlendirerek, faşist saldırıları yoğunlaştırarak ihtilalci devrimciliği ezmeyi hedefliyordu. Özal’ın “federasyon1’lafını diline dolaması ve Demirel’in “Kürt realitesinin tanındığını” açıklaması da aynı politikanın bir unsuruydu.
Milliyetçi-devrimci Kürt hareketi, diktatörlüğün ve Özal’ın “liberalleşme” demagojisini ciddiye aldı, bu yönde bir beklenti içine girdi. Bu beklenti o günün gazete röportajlarına şöyle yansıyordu: Ufukta öyle gözüküyor ki; eğer Özal kendisini biraz daha ilerletirse, kendini biraz daha liberalleştirirse, biz Türkiye’nin siyasetine yeni güçler süreriz. O güçlerle yenilenmiş Özal sürükleyip gidebilir. İlla böyle yapacağız demiyorum. Fakat Özal kendini o muhafazakâr, faşist kesimlerden arındırırsa ve biz de kile patlamasını legal alana kanalize edersek muhalefet altta kalır ve bu çözüm Türkiye’yi biraz demokratikleştirebilir. Yani şartlı konuşuyorum, yapabilirse o yapar diyorum.”
Bu sözler seçim öncesinde söyleniyordu ve bir beklentiyle birlikte, bir uzlaşma eğilimini ifade ediyordu. Bu beklenti ve uzlaşma arayışının devamı olarak seçimlerde SHP’nin desteklenmesi gündeme geldi. Bu “başarılı bir siyasal taktik” olarak sunuldu ve SHP ile “demokratik blok” oluşturularak, “savaş hükümetlerinin önleneceği” iddia edildi. Ardından federasyon ve referandum önerileri öne sürüldü ve bunun için “görüşmeye hazır olunduğu” açıklandı. Değişik vesilelerle, Özal’ın şahsında Türk devletinden bir beklenti içinde olunduğu açığa vuruldu. Faşist burjuvazinin ve emperyalizmin has adamı ve pervasız temsilcisi olan bir adamın liberalizmi temsil ettiği, Kürtleri en iyi onun anladığı, Kürt olduğundan söz ettiği, “Kürt sorununu çözse onun çözebileceği” vb. düşünceler dile getirildi.
Oysa Özal’ın, Kürtlerle ilgili açıklamaları, faşist devletin, Kürdistan’daki potansiyel patlama olgusunu görmesi ve bunun engellenmesi için başvurma zorunluluğu duyduğu ikiyüzlü aldatmacalardan, sinsi bir burjuva taktiğinden başka bir şey değildi. Bunu anlamak ve Özal’ın “samimi olup olmadığı”nı görmek için, iddia edildiği gibi beklemeye de gerek yoktu. Özal’ın giderek “liberalleştiği”, “ordu ve bürokrasiyle çatışma içinde olduğu” doğru değildi. Faşist ve gerici burjuva tekel gruplarının kendi aralarındaki çıkar ve iktidar çatışmalarını halkın yararına girişilmiş çatışma ve çekişmeler olarak görmek ve göstermek doğru değildi. Bu tür bir propaganda düzen içi burjuva muhalefet partileri tarafından da yürütülüyordu. Onlar, burjuva-kapitalist düzenin ve faşist diktatörlüğün halk düşmanı özünü gizlemek için birbirlerine yönelik eleştirilerden kaçınmıyorlardı. Bu çatışmaların bir tarafı olan Özal’da “olumluluklar” bulmak ciddi bir yanılgının ifadesiydi. “Türkiye’nin siyasetine yeni güçler” sürerek, Özal’ın “liberalizm yolunda ilerlemesine” katkıda bulunmayı düşünmek, “legal alana kanalize edilmiş” güçlerle yenilenmiş bir Özal’ın sürükleyip gidebileceğimi söylemek, Özal’dan yana bir beklentinin ifadesiydi. Bu beklentinin daha sonra, SHP-DYP koalisyonuna doğru kayması gerçek olmakla birlikte, Özal’dan beklentiler sona ermedi. Özal’ın “federasyon” sözcüğünü kullanmasından hareketle, onun Kürt sorununa olumlu bir yaklaşım içinde olduğu dile getirildi. Şöyle deniyordu:
“Aslında bizi en iyi anlayan Özal’dır. Hatta eminim bize biraz da olsa sempatiyle bakıyor. Bizimle ilgili çok düşünüyor. Eğer bizim sorunla ilgili bir çözüm bulacaksa, Özal bulacaktır.”
Özal’ın bulduğu ve bulacağı çözümün Türk egemen sınıflarının bugüne kadar “çözüm” olarak görüp uyguladıkları yöntemlerden farklı olmayacağı yeterince açık olmasına rağmen, onun, devletin Kürdistan’da bir soluklanma avantajı elde etmesi Ortadoğu halklarına yönelik gerici-emperyalist planların hayata geçmesi için bir manevra yapmaya çalıştığı görülmüyordu. Kürt sorununu, Türkiye’nin Ortadoğu’ya müdahalesini ve diğer ülkelerdeki Kürt hareketinin Türkiye’nin yörüngesinde toplanmasını kolaylaştıracak bir manevra olarak, ikiyüzlüce “Kürt hamiliği”ne soyunuluyordu. Bu manevra Kürdistan’da radikal devrimci ve anti-emperyalist bir çizgide gelişen ulusal özgürlük mücadelesinin başarısını engellemek amacıyla, burjuvazi ve emperyalizmin yararına sahte çözümlerin Kürt halkına dayatılmasından başka bir anlama gelmiyordu.
Biz Kürt Marksistleri, burjuvazi ve gericiliğin, Kürt halkına karşı alçakça planlarını deşifre ederek, mücadelenin işçi-köylü devrimine doğru genişletilmesinin tek doğru tutum olacağını belirtmeye özel bir önem verdik. Ulusal özgürlük için mücadele eden güçlerin düzen içi kanallara çekilmesi ve aldatılması girişimlerine karşı durduk ve Özal ve Demirel başta olmak üzere, diktatörlüğün politik temsilcilerinin ikiyüzlü demagojileri konusunda dostça uyarmaya çalıştık.
Özal’ın Kürt sorununa “ilgisini” 10 yıllık pratik ortaya koymuştu. Özal’ın bulduğu ve bulacağı “çözüm”ün Kürt halkının daha azgın saldırılarla kölelik zincirleri içinde tutulmasına denk düştüğünü Kürt işçi ve köylüleri yıllardır yaşayarak görüyorlardı. Kürdistan’da gelişen halk hareketine karşı daha azgın bir saldırı ve imhayı önerenlerden biri de Özal’dı. Meydanlara çıkarak “intikam” yeminleri ettiren, Türkiye’nin batısındaki milyonlarca Kürt emekçisini saldırı ve katliamla tehdit eden de Özal’dı, onun şahsında diktatörlük ve Türk egemen sınıflarıydı. “Küt realitesini tanıyan” (!) DYP-SHP koalisyonu ve Demirel’in Kürt halkına karşı izlediği politikanın gerçek içeriği ise, son dönemdeki kitlesel katliamlarla gözler önündeydi.

BURJUVA PARLAMENTOLARINI “HALK MECLİSLERİ” OLARAK GÖREN “ÖZGÜR HALK” YAZARLARI, “FEDERAL MECLİSİ” DE BU ZEMİN ÜZERİNE OTURTUYORLAR:
“Özgür Halk” dergisinde Haziran 92’de yayınlanan bir yazıda, bugünkü burjuva parlamentoları “halkların meclisleri” olarak değerlendiriliyor. Konunun genişçe ele alındığı söz konusu yazıda şöyle deniyor: “Bugün, reel sosyalizmin çözülüşünün ardından daha da hızlanan millileşme sürecinde görüldüğü gibi halkların meclisleri her gün toplanıp o halkların kaderleri üzerinde kararlara varıyorlar. Meclisler bir ateşkes kararı alıyor, bir savaşı tırmandırma kararı alıyor, bir uluslararası destek isteme kararı alıyor. Ve tüm bunlar halkın ortak iradesini yansıttığı için uluslararası kuruluşlar ve devletler nezdinde ciddiye alınıyor. Ülkemizde de bir ulusal savaş verildiğine göre, bu savaşın kaderini belirleyen bir ulusal iradenin temsili niye gerçekleştirilmesin?” (abç)
“Reel sosyalizmin çözülüşü”ne ilişkin düşüncelerimizi burada belirtmeyeceğiz. Konuya ilişkin düşüncelerimiz hem biliniyor, hem de bu bir başka yazıda ele alınabilir, başlı başına uzun bir yazıya konu teşkil edecek bir şeydir. “Halk meclislerime ilişkin iddialara ise kısaca değineceğiz.
Söz konusu yazıyı kaleme alan arkadaşlar “Sovyetler Birliği” ve Yugoslavya’da meydana gelen ulusal boğazlaşmaları halkların yararına göre bir anlayışa sahiptirler. Daha önce bir arada yaşamış, eşit ilişkiler temelinde ileriye doğru küçümsenmeyecek adımlar atmış, kardeşleşme zemini üzerinde faşist istilacılara ve emperyalist kuşatmaya karşı direnmiş eski Sovyetler Birliği halklarının, kapitalist restorasyon sonucu burjuva önderlikler eliyle ve emperyalizmin kışkırtmasıyla birbirleriyle kanlı çatışmalara girişmesini olumlamak ve bunu “hızlanan millileşme süreci” saymak devrimci, halkçı bir yaklaşım değildir. O halkları kanlı bir boğazlaşma içine çeken meclislerin “halkların meclisleri” olduğunu söylemek için kişinin, halkın bu meclisleri, kendi iradesiyle ve kendi istemleri doğrultusunda oluşturduğunu en azından tanıtlaması gerekir. Emperyalizmle güçlü ilişkiler içindeki burjuva sınıfların oluşturdukları bu meclisler nasıl oluyor da “halkın ortak iradesini yansıt”ıyor? Halkların ulusal temeldeki istemlerden hareketle birbirlerini kırmalarının olumlanacak en ufak bir yanı yokken, başka bir nedenden (örneğin Kürt halkının köleci bir boyunduruk altında tutuluyor oluşundan) değil de; o ülke halklarını çatışmaya süren gerici meclislerin varlığından hareketle Kürt halkına ulusal kurumlaşmayı önermek ciddi bir yanılgıdır ve özgürlük mücadelesinin zararınadır.
Burjuvazinin iktidar olduğu ve parlamentolarında, burjuva devlet egemenliğinin bir kurumu olarak hizmet gördüğü kapitalist sistemde, söz konusu meclisleri “halkların ortak iradesini yansıtan”‘kurumlar olarak gösteren bizzat burjuvazinin kendisidir. Ulusallık adına halkımızın aldatılması ve işçi ve köylülerle burjuvazi ve toprak ağalarının ortak iradeye sahip olduğunun iddia edilmesi, burjuva hükümet ve meclislerinin bütün “ulusal” güçlerin iradesinin organları olduğunun ileri sürülmesi, bu arkadaşların üzerinde bulundukları ideolojik-siyasal platformu açığa vurmaktadır. Böyle bir platform üzerinde bulunulduğu sürece, gerici faşist politikacılardan, hükümet ve devletten beklenti içinde olmakta kaçınılmaz hale gelmektedir.
Kürt halkı, diktatörlüğe ve emperyalizme karşı, faşist saldırı ve zulme karşı ulusal-devrimci halk organlarını oluşturacaksa, bunu, burjuva-gerici parlamento ve kurumları örnek alarak değil; işçi ve emekçilerin gerçek kurtuluşuna götürecek mücadelenin devrimci-siyasal örgütleri ve organları olarak oluşturmalıdır. Anlayış bu olmalıdır. Yine ulusal-devrimci örgütlenmeler, ulusal kurumlaşmalar, “uluslararası kuruluşlar ve devletler” ciddiye alsın diye değil, ulusal-siyasal özgürlüklerin elde edilmesi ve kullanılması için söz konusu edilebilinir. Emperyalist ve gerici devletler tarafından “ciddiye alınmak” birincil bir kaygı olmamalıdır.

DİKTATÖRLÜĞÜN TEMSİLCİLERİYLE “MASAYA OTURARAK” HAKLARIN ELDE EDİLECEĞİ VE MEVCUT KOŞULLAR İÇİNDE YAPILACAK BİR REFERANDUMLA “İRADENİN BELİRLENECEĞİ” DÜŞÜNCESİ CİDDİ BİR YANILGIDIR:
Söz konusu gazete ve derginin yazarları referandum ve “masaya oturma” sorununa da aynı mantıkla yaklaşmaktadırlar. Aynı yazıda “referandum” sorunu şöyle ele alınıyor:
“Demek ki yapılacak bir referandum Kürt halkının artık sömürgecilik altında yaşamak istemediğinin ulusça onaylanması olacaktır. Böylesi bir referandumu rejim mi yapar, uluslararası demokrasi güçleri mi yapar, yoksa bu halkın öncü gücü mü yapar; orası dünyanın sürekli gelişen konumuna göre ve bizce önemli yan değildir. Zaten özgürlük hareketi halkın gündemine bunu koymuş ve büyük ölçüde tamamladığı hazırlıklarla bunu başarma çalışmalarına girişmiş bulunmaktadır. Bu arada uluslararası güçler devreye girip, rejimi razı ederek, serbest bir referandumun yapılması koşullarım hazırlayabilirler.”
Referandum, mevcut koşullar içinde, “hazırlıkları yapılmış” pratik bir çözüm olarak sunuluyor. Böylesi bir referandum, “rejim” denen diktatörlük, “uluslararası demokrasi güçleri” denen emperyalist devletler ya da “halkın öncü gücü” tarafından organize edilmesinin önemli olmadığını belirtiliyor. “Uluslararası güçler”in devreye girerek, “serbest bir referandumun yapılması koşullarını hazırlayabile”cekleri söyleniyor.
Egemen sınıfların politik temsilcilerinden ve diktatörlükten beklenti, “uluslararası güçler” denilen emperyalist devletlerden beklentiye kadar genişletiliyor. Böylesi bir beklentinin, özgürlük istemiyle mücadeleye atılan halkımızın yararına olmadığını söylemek bile gereksizdir. Halkımıza karşı azgın faşist terör ve katliamların sürdüğü ve halkın ve devrimcilerin en küçük bir örgütlenme ve siyasal faaliyet yürütme haki inin olmadığı koşullarda, “rejim” ya da “uluslararası güçler” tarafından yapılacak bir referandumla, halkımızın özgür iradesinin belirlenebileceğini düşünmek, “rejim”e ve “uluslararası güçler”e iyimser bir yaklaşımın ifadesidir.
Kürt halkının iradesinin bir referandumla ortaya çıkması için, öncelikle tüm devlet güçlerinin, diktatörlüğün militarist güç ve kurumlarının Kürdistan’dan çekilmesi-lağvedilmesi, Olağanüstü Hal ve Bölge Valiliği uygulamasının son bulması, merkezi parlamentonun Kürdistan üzerinde yetkisinin bulunmadığı ve onun kararlarının Kürt halkını bağlamayacağının ilan edilmesi, koruculuğun dağıtılması, Kürt işçi ve köylülerine, Kürt Marksistlerine ve devrimcilerine serbestçe örgütlenme ve siyasal faaliyet yürütme hakkının tanınması gerekli önkoşullardır. Bu ve başka önkoşullar gerçekleşmeden, bugünkü baskı ve zulüm ortamında, yasaklar zinciri içinde kalınarak, devlet eliyle “uluslararası güçlerin devreye girmesiyle yapılacak bir referandumun Kürt halkının özgür iradesini yansıtmayacağı açıktır. Bütün öteki şeyler bir yana; diktatörlüğün her türlü baskı, yasak ve tehdidi, bu koşullar değişmeksizin yapılacak bir referandumun halkın serbest iradesinin ortaya çıkmasının engelidir.
Söz konusu dergi yazarlarının yazıları ve PKK yönetiminin basına yansıyan açıklamaları, sistem içi uzlaşma arayışlarının güçlü bir eğilim olarak ulusal-devrimci saflarda var olduğunu gösteriyor. Devletten, onun politik temsilcilerinden beklentiyi de içeren bu uzlaşma eğiliminin bir göstergesi de; “eğer rejim gerçekten Kürt halkına ulusal haklarını tanımak istiyorsa, bunun tek yolu, Kürt halkının temsilcisi ile masaya oturup, sorunu tartışması ve çözüm yollarını birlikte aramasıdır.” (abç) sözleriyle dile getirilen düşüncedir.
Bu arkadaşlar bir yandan, halkımızın ulusal kaderini tayin hakkını, bugünkü koşullarda yapılacak bir referandum ve oluşturulacak  “federal bir meclis” aracılığıyla “çözümlenecek” bir sorun olarak darlaştırır ve Özal gibi, diktatörlüğün en azgın temsilcilerinden, Kürt halkı yararına beklentiler içinde olduklarını açıkça ifade ederken, öte yandan Kürt Marksistlerin, Kürt işçi ve köylülerinin mücadelesini, faşizme ve emperyalizme karşı, Kürt ve Türk gericiliğine karşı mücadeleye, devrim ve sosyalizm mücadelesine genişletme çabalarını da “Kürtlerin birliği”ni bozucu girişimler olarak “Kürtler için kaygı duymak” biçiminde değerlendirmektedirler.

ULUSAL ÖZGÜRLÜK SORUNU VE KÜRDİSTAN’DA SINIF MÜCADELESİ
Gazeteci Hasan Bildirici, bizim bir süre önce Özgürlük Dünyası’nda, yazar İsmail Beşikçi’nin görüşlerine yönelttiğimiz eleştirilerine karşı Özgür Halk’ta bir cevap yazdı. Bildirici, bizim söz    konusu eleştirilerimizin içeriğine değinmez ve bunları atlarken, duygu yüklü cümlelerle, bizim Kürt halkı için kaygı duymadığımız suçlamasında bulundu. Bizi, Şefik Hüsnü oportünizminin günümüzdeki temsilcisi sağ oportünist Doğu Perinçek ve onun başında bulunduğu SP ile, onun TİKP adlı önceliyle aynı yerde göstermeye çalıştı. Bildirici arkadaş, bizim, TİKP, Sosyalist Parti ve Doğu Perinçek’in başını çektiği sınıf işbirlikçi siyasal akıma karşı yürüttüğümüz ideolojik mücadeleyi bilmesine karşın, şoven milliyetçi, ordu ve düzen savunucusu bu çevre ile bir arada göstermek için gazeteci kurnazlığını kullanmaktan da geri durmadı. Kuşkusuz biz Kürt Marksistlerini ve partimizi, SP gibi sınıf işbirlikçisi, ihbarcı, devletçi bir çevreyle yan yana göstermek için kişinin dostluk ve dürüstlük sınırlarını aşması gerekiyordu.
Hasan Bildirici, bizim Kürt işçi ve köylülerine bağımsız-siyasal örgütlenmeyi, devrimci sınıf mücadelesini önermemiz ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerle ortak düşmana karşı birlikte mücadele etmeleri gereğine yaptığımız vurgudan hareketle, bizi “Kürt halkı için kaygı duymamak”la suçluyor. Sınıf mücadelesinden ve enternasyonalizmden söz edilmesini “Misak-ı Millicilik” sayıyor. Bildirici’ye ve onunla aynı düşünceyi paylaşan arkadaşlara göre, Kürt halkına, özgürlük mücadelesini sınıfsal kurtuluş doğrultusunda genişletmeyi ve diğer halklarla enternasyonalist dayanışmayı önermek, “Kürt halkına ihanet etmek”tir. (!) Şöyle diyor Hasan Bildirici:
“Dili yasaklanmış, ulusal benliği darmadağın edilmiş, ülkesi parçalara ayrılmış, ulusal ekonomisi talan edilmiş bir halkı soyut bir sınıf mücadelesine çekmeye kalkmak sadece Kürt halkına yapılabilecek en büyük kötülük değil, aynı zamanda Türk halkına da yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bu halkın her şeyden önce kendi ayakları üzerinde durma, hayvanca muamelelerden kurtulma gibi bir sorunu vardır… Bu da ulusal bir sorundur. Kürt halkı ulusal doygunluğu asgari bir düzeyde yaşamadan diğer uluslarla gerçek anlamda dayanışmalar yaşayamaz.”
Kürt işçi ve emekçilerine, ulusal köleliğe karşı mücadeleyi, ulusal taleplerle sınırlı bir mücadele olarak ele almalarını, kendilerini ulusal çitlerle çevrili bir alana hapsetmelerini, mücadelenin sosyal-siyasal içeriğini kendi sınıfsal kurtuluşları doğrultusunda, işçi-köylü devrimi ve sosyalizme doğru genişletmelerini önermek, Kürt işçi ve emekçilerini sınıf mücadelesinin sorunları konusunda, diyalektik materyalizmin ilkeleri ışığında eğitip aydınlatmak ve Kürt işçi sınıfına bağımsız siyasal sınıf örgütlenmesini sağlamak Kürt Marksistlerinin başta gelen görevidir. Bu görevi yerine getirmeye çalıştığımız için, birileri bizi “Kürt halkına kötülük yapmakla” suçluyorsa, bunu yadırgamayacağız.
Kürt burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi düşünce savunucuları, Kürt işçi ve köylülerine Kürt ve Türk gericiliğine karşı kendi sınıf çıkarları doğrultusunda mücadele etmeyi önermenin, Kürt işçi ve köylülerini bu doğrultuda ve kapsamı sosyalizmin kurulmasına kadar genişleyen bir mücadele için örgütlemeye çalışmanın neden “Kürt halkına yapılabilecek en büyük kötülük” olduğunu açıklamalıdırlar. Kürt halkına kötülük etmemek ve Kürt halk için kaygı duymak için, kişinin, ufku burjuva ulusalcılığıyla, ezilen ulus milliyetçiliğiyle sınırlı bir çizgide mücadeleyi benimsemesi gerekmiyor.
Kürdistan’da zulme karşı mücadele yolunu seçen binlerce gencin önemli bir kesiminin devrim ve sosyalizm isteğinden kuşku duyulamaz. Bu gençlerin büyük çoğunluğunun milliyetçi-devrimci örgütlerin safına katılması onların sınıf mücadelesinden yana olmadıkları anlamına gelmez. Sınıf mücadelesi Kürt halkı açısından “soyut” değil, somuttur. Yeri geldiğinde “somut şartların somut tahlili”nden söz edenlerin, sınıf mücadelesini Kürt halkı açısından “soyut” ve gereksiz görmeleridir esas kötülük. Kürt halkı, Kürt işçi ve köylüleri kendi gerçek düşmanlarını tanımadan, bu düşmanlara karşı mücadele konusunda doğru devrimci fikirlere ulaşmadan, bu konuda eğitilmeden nasıl “ayakları üzerine kalkacak?”
Kürt işçi ve köylüleri, ulusal köleliğe karşı mücadele potansiyeli taşıyan kesimlerle bir ulusal kurtuluş cephesi’nde ittifak yapabilirler. Bunun için de Kürt işçileri başta olmak üzere, ezilen emekçi yığınların kendi halk örgütlerinde örgütlenmeleri gerekir. Kürt işçi ve emekçilerinin, Kürt burjuvazisi, toprak ağaları ve Kürt gericiliğine karşı kendi sınıfsal haklarını savunabilmesi de ancak böyle mümkün olabilir.
Kürt ulusal sorunu, bir burjuva sorunu olmaktan çok, işçi ve köylülerin sorunudur. Ulusal zulmün yöneldiği kesim esas olarak Kürt işçileri ve geniş köylü yığınlarıdır. Şehir küçük-burjuvazisinin, esnaf ve aydınların ulusal baskıya tabi tutulan kesimlerden olduğu da gerçektir. Soruna bu açıdan bakıldığında, ulusal kurtuluş her şeyden önce işçi ve köylülerin ulusal zulümden kurtuluşudur. Bunun siyasal, sosyal-sınıfsal bir anlamı olduğu açıktır. Kürdistan kapalı-ilkel bir toplum olma sınırlarını aşmıştır. Kürdistan’da kapitalizm daha geri bir düzeyde de olsa gelişmiş, sınıf ayrışmaları gerçekleşmiştir. Sınıf bilinçli Kürt işçisi, Kürt Marksist’i ve uyanış içindeki Kürt genci, somut durumu dikkate almak, buna uygun bir mücadele ve örgütlenme çizgisi izlemek zorundadır. Kürtler, “sınıfsız, zümresiz, kaynaşmış bir kitle” değildir. Kürt halkının “ayakları üzerine kalkması” için Kürt burjuvalarına ve toprak ağalarına tabi olmaları, onlarla birlik içinde bulunmaları gerekmiyor. Ulusal zulme karşı mücadele potansiyeli taşıyan herkesin ortak bir ulusallık talebinin ötesinde aynı çıkar ve hedefleri bulunduğunu söylemek, gelişmelere olgulara gözlerini kapamak, olguları çarpıtmaktır.
Hasan Bildirici “Kürtlerin birliği, dolayısıyla vatan kaygısını gütmeyen bir Kürdün başka bir halka verebileceği fazla bir şeyi yoktur” diyor. “Kürtlerin birliği”ni toprak ağalarıyla Kürt köylülerinin, Kürt sermayedarlarıyla Kürt işçilerinin “birliği” olarak mı değerlendirmek gerekiyor? Bu, burjuva bir düşünce değil midir? Halis Topraklar, Kamuran İnanlar, Cizrelioğulları, Bucaklar vb.leri Kürt değil midir? Ama bunlar Kürt işçi ve köylüleriyle nasıl birleştirilebilir? Bu kesimlerin ulusallık talep ettiğini varsaysak bile bunlarla birlik savunulamaz.
Bildirici ve onunla aynı düşüncede olan kişi ve gruplar, toplumsal gelişme yasalarının, sınıf farklılaşması ve bundan kaynaklanan çelişki ve çatışmaların Kürdistan ve Kürt toplumu için “geçersizliği”ni iddia eder ve buradan kalkınarak, sınıf mücadelesinin, sınıf bakış açısının, Kürt halkı için “lüks olduğu” sonucuna varırken, bilime bir kez daha karşı çıkıyorlar. Bu nedenledir ki bu arkadaşların literatüründe Kürt işçisi, Kürt köylüsü sözcüklerine rastlanmıyor. Onlar hemen her zaman “Kürtler”den, “Kürtlerin birliği”nden söz etmektedirler. Bu arkadaşlar önyargın suçlamaları bir kenara bırakarak, Kürdistan’da sınıfların olup olmadığı, ulusal baskı politikasının sınıf farklılığını ortadan kaldırıp kaldırmadığı ve eğer varsa Kürt işçi ve emekçilerinin bağımsız siyasal örgütlenmesinin neden gereksiz ve “Kürtlerin birliği”ne aykırı olduğunu açıklamalıdırlar. Dostça ve yararlı bir tartışma ancak böyle sürdürülebilir.
Kürt halkı, 70 yıldır Türk devlet birliği içinde zora dayalı olarak tutulmakta, ulusal varlığı inkâr edilmekte, ulusal talepleri silah zoruyla bastırılmakta, asimile edilmeye çalışılmaktadır. Bu durumun ulusal uyanış ve direnişi besleyen, ona kaynaklık eden bir nesnel temel oluşturduğu, ulusal örgütlenme ve ulusal devletin kurulması eğilimini güçlendirdiği açıktır. Kürdistan’da burjuva, küçük-burjuva ulusal örgütlenmelerin ortaya çıkmasında, dahası bu milliyetçi örgütlerin ulusal başkaldırının başına geçerek onu yönlendirme yeteneği göstermesinde yadırganacak ve karşı çıkacak bir şey yoktur. Marksistler, ezgi altında tutulan bir halkın ulusal zulme karşı başkaldırıyı esas alan ulusal karakterli örgütlerine karşı olmadılar ve değildirler. Ancak Marksistler, bu örgütlerin, proletarya ve emekçilerin bağımsız sınıf örgütlenmesi ihtiyacı ve isteminin üzerine “ulusun çıkarları”, “ulusun birliği” propagandasıyla örtme çabalarıyla da mücadele etmek zorundadırlar.
Komünist partisi ve Marksistler, “ezilen sınıfların, emekçi ve sömürülen halkın çıkarlarına yönelik ulusal çıkarlar denilen genel kavram arasında kesit, ayrım yapmak” zorundadırlar. Ulusal sorun konusunda tek doğru tutum; “bütün uluslar için tam hak eşitliğinin, “‘ulusların kendi kaderlerini tayin etme , hakkinin tanınması ve “bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesinin savunulmasıdır.
Kürdistan açısından ele alındığında, sorunu ulusal baskı ve köleliğe, zulme ve faşist barbarlığa karşı mücadele, işçi ve emekçilerin, diktatörlüğe, emperyalizme, Kürt ve Türk egemen sınıflarına karşı mücadeleye genişletilerek mi, yoksa ulusal zulme karşı ezilen ulusun “topyekûn” örgütlenmesi ve mücadelesi olarak mı ele alınmalıdır biçiminde ortaya koymak bir zorunluluk halini almıştır. Kürt Marksistleriyle Kürt milliyetçi-devrimci örgütün temsilcileri arasındaki tartışmaların yoğunlaştığı sorunların başında bu gelmektedir.
Biz, “Kürtlerin birliği” sloganının, Kürdistan’da sınıf mücadelesi olgusunu reddeden, Kürt işçi ve emekçilerinin farklı sınıfsal çıkar ve sorunlarının üstünü örten gerici bir içeriğe sahip olduğunu, Kürdistan’daki toplumsal gelişmeyi dikkate almaktan uzak bir slogan olduğunu, bu sloganın Kürt işçisinin değil, Kürt burjuvazinin sloganı olabileceğini düşünüyoruz. Bunu söylemek Kürt halkına “kötülük yapmak” da değildir. Kürt işçileri, Kürt halkı ister Türk halkıyla birlikte yaşamaya karar versin, isterse ayrı bir devlet kurmak üzere ayrılmaya karar versin, bağımsız siyasal sınıf örgütlenmesini gerçekleştirmek ve sınıf olarak kendi kurtuluşuyla birlikte toplumu da kurtarmak zorundadır. Kürt işçisi bu sınıf bakış açısıyla hareket etmedikçe köle olarak kalmaya mahkûm olacaktır.

ENTERNASYONALİZM SORUNUNUN ÇARPITILMASI
Adı geçen yazısında Hasan Bildirici, proleter enternasyonalizmi sorununu da çarpıtıyor, devrimci içeriğinden soyutlayarak ele alıyor, Kürt işçi ve emekçisinin enternasyonalist görevlerinden söz edilmiş olmasını “Misak-ı Millicilik” olarak adlandırıyor. Şu sözler ona ait:
“Enternasyonalizm olayı da yanlış anlaşılıyor. Kürt halkında ne zaman kendi ayakları üzerinde durma çabaları görülse, Türk solu soyut bir enternasyonalizm kavramını ortaya çıkarıyor. Bu bilinçaltı oluşmuş bir ‘Misak-ı milliyetçilik’. Bunun geri biçimleri Osmanlı’da ‘din kardeşliği’ TC’nin kuruluşunda iki halkın ülkesi ve ‘hepimiz Müslümanız’dır. Şimdi önerilen ise bunların daha modern bir biçimidir. Oysa gerçekte Kürt halkında eksik olan enternasyonalistlik değil, milli duygulardır. Kürt halkı o kadar ‘enternasyonalisttir’ ki tarih boyunca gelene ağam demiştir. Her türlü egemen gücün kulu, askeri, paşası olmuştur.”
Bu türden bir kaba benzetmeye, önyargıları tekrarlamaya, bilimsel tartışmalardan kaçınarak kara çalma yöntemlerini öne çıkarmaya ve enternasyonalizmi “gelene ağam, gidene paşam” demek olarak gösteren anlayışa ne denebilir ki!
Enternasyonalizmden söz edilmiş olmasını, neden ve hangi amaçla söz edildiğine bakmaksızın, egemen sınıfların Misak-ı Millici anlayışlarıyla aynı görmek, sömürücü sınıfların “din kardeşliği”, “Müslümanlık” gibi anlayışların “modern biçimi” olarak göstermek olsa olsa, önyargıya dayalı kaba bir kara çalmadır, bilime karşı küfürle sonuca ulaşmaya çalışmaktır.
Biz söz konusu yazımızda (Beşikçi Eleştirisi) enternasyonalizm sorununu, proletarya ve burjuvazinin uluslararası sınıflar olması nedeniyle, proletaryanın uluslararası dayanışmasının zorunluluğundan söz ederken ele aldık. Beşikçi’nin enternasyonal görevleri küçümseyen, dahası bunları Kürtler açısından gereksiz sayan düşüncelerini eleştirdik. Kürt işçilerinin, Kürt halkının milli duygu ve düşüncelerle kendisini sınırlamasını isteyenlerin yanlışlarına dikkat çektik. Bildirici’nin benim Beşikçi’ye yönelik eleştiri yazımdan aktarıp eleştirdiği paragrafta şöyle deniyordu: “O, ezilen Kürt ulusunun işçi ve emekçilerinin ezilen ulusun mensupları olarak kaldıkları ve ayrı bir devlet kurmadıkları sürece, birlikte yaşadıkları Türkler dâhil, diğer uluslararası işçi ve emekçilerle enternasyonalist bir dayanışma ve birlik içine giremeyeceklerini, dahası girmemesi gerektiğini vaaz ediyor.” Hasan Bildirici’nin burada ifade edilen düşünceye karşı söyledikleri ise yukarıdaki paragrafta aktarıldı.
Hasan Bildirici bizim konuya ilişkin düşüncelerimizi eleştirme yerine küfretme yolunu seçiyor. Enternasyonalizmi köleliğin kabulüyle eş gösteriyor. “Gelene ağam, gidene paşam” demenin, “her türlü egemen gücün kulu” olmanın “enternasyonalistlik” olduğunu ileri sürüyor. Küçük-burjuva milliyetçiliğinin enternasyonalizm olarak ulusların eşitliğinden başka bir şey görmediği açıktır.
Bu ülkede “Misak-ı millici” politika izleyen, Kürt halkının ulusal istemlerle ayağa kalkışı karşısında sosyal şoven bir tutum ilan, burjuvaziyle işbirliği çizgisi izleyen güçlerin olduğu doğrudur. Ancak, halkımızın ulusal zulme, faşist barbarlığa ve emperyalist egemenliğe karşı kurtuluş mücadelesinin doğru devrimci bir siyasal çizgide yükselmesi için çaba gösteren biz Kürt Marksistlerini ve tüm milliyetlerden proletaryanın devrimci komünist partisini, “Misak-ı milli”cilikle suçlamak, hem gerçeklerin çarpıtılmasını içeren kaba bir inkârcılık ve hem de devrimci siyasal dürüstlükle bağdaşmayan bir hafifliktir.
Kürt halkının kimi Marksist görüp görmediği ise siyasal pratiğin bir sorunudur ve toplumsal yaşamın aynasında sınanacaktır. Ve bir söz daha “milli duygu” vurgusuyla işçi ve emekçilerin sınıf hedeflerinin perdelenmesinin ve bu hedeflere ulaşmanın yol ve yöntemlerinin bilgisiyle donanmasının gereksiz sayılmasının ulusal kurtuluşa faydası yoktur.
Ulusal-devrimci hareketin raflarında yer alan arkadaşlar, çeşitli sorunlara ilişkin düşüncelerimizi baştan ve önyargılı olarak reddetme yerine, inceleyip irdeleme tutumunu benimserlerse, her şeyden önce, özgürlük mücadelesinin başarısına hizmet etmiş olacaklardır.

Ağustos 1992

Anti-Sosyalist Kampanya, Tarihin Çarpıtılması Ve Bazı Gercekler

Marksist teoriye, sosyalist inşa pratiğine ve Lenin ve Stalin başta olmak üzere, proletarya devrimlerinin önderlerine yönelik olarak uzun süreden beri yürütülen uluslararası gerici kampanya son dönemde, yeni güçleri de içine alarak yoğunlaştırıldı. S. Birliği ve Doğu Avrupa’daki gelişmeler, bu burjuva-emperyalist saldırı kampanyasında malzeme olarak kullanılıyor. “Kapitalizmin sosyalizme üstünlüğü”nün sözde kanıtları sayılıp dökülüyor(!) Marksizm’in iflas ettiği, komünizmin öldüğü söyleniyor.
Sosyalizme karşı sürdürülen bu çok yönlü saldırı kampanyasına, ülkemizin liberal burjuva aydınları, revizyonist ve reformist Türk ve Kürt çevreleri, kapitalist kazanç uğraşına girmiş dönek solcular ve dünyaya “ulus penceresinden bakan küçük-burjuva milliyetçileri de uzun bir süredir katılmış bulunuyorlar.
Bu ikinci kesimin özelliği, onların (sosyal konumları bir yana) “devrimcilik”, “sosyalistlik” adına konuşuyor olmalarıdır. Esas malzemeleri gerçeklerin çarpıtılması olan bu oportünist, troçkist, milliyetçi kesimin içinde D. Perinçek’in SP-İP’sinden “Dev-Yol”a, PKK’ya kadar uzanan çevreler yer almaktadır. Tümünün ortak yanı, yer yer Marksist terminolojiden aşırılmış fikirlerle, kendi saldırılarını, düşüncelerinin burjuva özünü gizlemeye çalışmalarıdır. Tümü sosyalizmin geçici yenilgisinin psikolojik, siyasal baskısı altında hareket etmekte, burjuva propagandadan fazlasıyla etkilenmektedirler. “Sosyalist’, “devrimci”, “yurtsever” olma iddiasıyla, bu anti-Marksist, anti-sosyalist kampanyaya katılanların tahlilleri yenilgi dönemini zemin olarak aldığı gibi; onların iddiaları da zaman ve mekândan bağımsız soyut suçlamalar niteliğindedir.
İkinci kesimin içinde yer alanlardan bazıları daha düne kadar, Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyondan söz edenleri, “Maocu”, “şabloncu” vb. olarak ” suçluyor, sözde sosyalist olarak değerlendirdikleri “sosyalizm kampı”nı savunuyorlardı. 80’li yıllarda, Gorbaçovcuların, kapitalist emperyalizme açık entegrasyonu gerçekleştirmeleri üzerine, içine düştükleri açmazı devrimci bir tarzda aşma yerine, bu kez de, tüm yanlışlık ve kötülüklerin kaynağı olarak “reel sosyalizm” dedikleri, sosyalizmi göstererek ortaya çıktılar. 1917’den 1990lara kadarki süreci hiçbir ayırım yapmadan, -kendi içinde sosyalist ve kapitalist döneme ayrılmasına karşın- “70 yıllık reel sosyalizm dönemi” olarak göstermeyi amaçlarına uygun gördüler. Kapitalizm ve revizyonist-bürokrat burjuvazinin suçlarını, sosyalizme, gerçek Marksist-Leninistlere, Lenin ve Stalin’e fatura ettiler. Anti-sosyalist kampanyayı “devrimci konum’dan sürdürenlerden bazılarına göre “reel sosyalizm”in yıkılması iyi olmuştu! Böylece hem sosyalizme duyulan gizli öfkeyi açığa vuruyor, hem de burjuvaziyle girişilecek ilişkilere zemin hazırlanıyordu.
Marksist olmadıkları ve sosyalizmi hedeflemedikleri halde, çıkarları gerektirdiğinde öyle görünmeyi de elden bırakmayanlar, mistisizmi, dinciliği, milliyetçiliği, kapitalizmle iç içeliği Marksizm’e yamamaya, sosyalizmi, kaba eşitçilik olarak sunmaya çalışıyorlar. Bunlar, yaptıklarıyla övünüyor, sosyalizmin “sınıfta kaldığı”nı iddia ediyor ve Lenin ve Stalin’in çeşitli sorunlara ilişkin düşüncelerini “şaşkınlıkla, “zamanı geçmiş olmak”‘ve “laf-ı güzaf olarak değerlendiriyorlar.
Sovyet gerçeği ve sosyalist inşa pratiği çarpıtılmaktadır. Kapitalizmin sadık uşaklarının, Kruşçev’den Gorbaçov’a, revizyonistlerin suçları Marksist-Leninistlere yüklenmektedir. Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin, sosyalizm için mücadeleye yönelmesinin önü kesilmeye, tahrifat ve çarpıtmalarla proletaryanın sosyalist inşa pratiğinin zorlukları ve gerçeklerini doğru olarak değerlendirmesi engellenmeye çalışılmaktadır. Nesnel gerçekler, ulusal ve uluslararası koşullar görmezden gelinmekte, her şey iradeyle, iradi çabayla, sübjektif unsurlarla izah edilmeye çalışılmaktadır.
Bu yazı kapsamında, anti-sosyalist kampanyayı her yanı ile ele almak, reformist, revizyonist, Troçkist ve milliyetçi çevrelerin iddialarını tümüyle değerlendirmek mümkün değil. Ancak, sosyalizme inana zaafa uğratmak amacıyla, iddialarını tarihin ve tarihsel gerçeklerin çarpıtılması zeminine oturtmaya çalışanların konumlarının ve “sosyalizmin sorunları”nın daha iyi anlaşılması için, kısa bir tarih özetlemesi yapmak gerekiyor. Böylece tarih çarpıtıcılarının, burjuva propaganda kervanına katılmış olanların, sosyalizme küfredenlerin yüzü daha iyi görülecektir.

AZGELİŞMİŞ RUSYA: EMPERYALİST ZİNCİRİN ZAYIF HALKASI
Ekim Devrimi, kapitalizmin en gelişmiş olduğu, üretimin merkezileştiği kapitalizmin ana ülkelerinde değil, çelişkilerin en fazla keskinleştiği emperyalist kapitalizmin en zayıf halkasını oluşturan, emperyalizme bağımlı geri kapitalist bir küçük-burjuvalar ülkesinde gerçekleşti. Bu nesnel toplumsal durum, daha baştan, sosyalist ekonomiyi inşa etmenin sorunlarını ağırlaştırıcı bir etkendi. Sosyalizm küçük üretim üzerinde değil, büyük ölçekli fabrika üretimi üzerinde inşa edilen, üretim araçlarının kolektif toplumsal mülkiyete dönüştürülmesini öngören bir ekonomik-siyasal sistemdir. Kapitalizmin ileri düzeyde geliştiği, büyük fabrika üretiminin yoğunlaştığı, binlerce ve on binlerce proleterin büyük sanayi komplekslerinde bir araya geldiği, üretim araçlarının merkezileştiği ülkeler, sosyalizme geçiş için altyapının, sosyalizmin maddi göçlerinin en olgun olduğu ülkelerdir. Proletaryanın, siyasal sosyal devrimle iktidarı ele geçirmesi ve üretim araçlarını kolektif toplumsal mülkiyete geçirmesi sosyalist ekonominin inşası yolunda küçümsenemez olanaklar yaratır.
Büyük ölçekli devlet kapitalizminin sosyalizme geçiş için “hazır” bir maddi temel yarattığının söylenmesinin ve PTT, Demiryolu işletmeciliği gibi, merkezileşmiş komple, kapitalist devlet işletmelerinin sosyalist işletme biçimine “en yakın biçim” sayılmasının nedeni budur.
Ne ki; kapitalizmin ve proletaryanın en fazla geliştiği ülke ya da ülkelerde devrim için maddi koşulların olgunluğundan hareketle, devrimin önce buralarda gerçekleşmesi gerektiği sonucu çıkmaz. Devrim, sayısızca etkenin bir araya gelmesiyle mümkün hale gelmektedir. Kapitalizmin ileri düzeyde gelişmesi (ki bu tekellerle birlikte en üst düzeye çıkmıştır.), proletaryanın sayısal gelişimi ve yoğunluğu önemli bir maddi temel yaratmakla birlikte, bu kendiliğinden bir devrime götürmez. Proletaryanın büyük öğretmeni Lenin’in, birçok kez vurguladığı gibi; devrimin olabilmesi için, yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmeyi kabullenmediği, bir “milli kriz”in olgunlaştığı ve proletaryanın geniş kitlelerinin, bilinçli siyasal temsilcilerinden oluşan partisi öncülüğünde iktidar için ayağa kalktığı koşulların oluşması gerekir.
Lenin ve Stalin, birçok kez, Rusya gibi geri bir ülkede devrimin başarıya ulaşmasının nedenlerini irdelemişlerdi. Lenin, emperyalizmle birlikte; devrimin olanaklarının genişlediğini, çelişkilerin boyutunun değiştiğini, proletarya ile burjuvazi, emperyalizm ile ezilen halklar ve emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerin keskinleşmesinin, emperyalist cephe zincirlerini en zayıf halkasında, bir ya da birkaç ülkede devrim ile yarmayı olanaklı hale getirdiğini ortaya koydu. Yine Lenin ve Stalin, Rusya gibi geri bir ülkede devrime kalkışmamayı ve Avrupa Devrimi’ni beklemek gerektiğini vaaz eden Troçki ile giriştikleri polemiklerde geri ülkelerde devrimin olanaklı olduğunu, nedenleriyle birlikte ortaya koydular. Herhangi bir ülkede (bu ülke isterse o dönemdeki Rusya gibi çok geri koşullara sahip olsun) koşullar bir devrimi dayattığında bundan geri durmayı cinayet olarak nitelediler. Troçki, tek ülkede sosyalist devrim yapmayı, sosyalist iktidarın kurulamayacağı gerekçesiyle reddediyordu. Troçki, “paralel uluslararası eylem” ve “sosyal devrimin perspektiflerine ulusal çerçeveden” bakmak adına, devrimi Avrupa Birleşik Devletleri’nin yaratılması fikrine bağlı olarak düşündüğünü söylüyor ve “Rusya’da (tek ülkede) devrim” fikrine bu yüzden soğuk bakıyordu. Lenin, 1915’te Troçki’nin bu düşüncelerini eleştirdiği “Avrupa Birleşik Devletleri Üzerine” adlı makalesinde şöyle diyordu.
“Ama bağımsız bir şiar olarak dünya birleşik devletleri şiarı hiç de doğru olmazdı. Çünkü birincisi, o, sosyalizme denk düşer; ikincisi tek ülkede sosyalizmin zaferinin imkânsızlaştığı yanlış anlayışını ve böyle bir ülkenin diğerleriyle ilişkileri üzerine yanlış bir anlayışı ortaya çıkarabilir. İktisadi ve siyasi gelişmenin eşitsizliği kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Bundan şu sonuç çıkar ki; sosyalizmin zaferi başlangıçta bir kaç kapitalist ülkede, ya da tek başına alınmış bir ülkede bile olanaklıdır. Bu ülkenin muzaffer proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi ülkelerinde sosyalist üretimin örgütlenmesinden sonra, kendini diğer kapitalist dünyanın karşısına koyacak ve diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekecek, onlarda kapitalistlere karşı isyanlar körükleyecek ve gerektiğinde sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı hatta silah zoruna bile başvuracaktır.”
Ekim devrimi, 14 milyon işçi ve köylünün üretimden koparılarak askere alındığı, açlık, sefalet ve savaşın kasıp-kavurduğu, büyük emperyalist devletlerin birbirleriyle tutuştukları savaş nedeniyle, tüm güçleriyle müdahale edemedikleri, proletaryanın ana kitlesinin, Bolşevik Parti yönetiminde ve geniş köylü yığınlarının desteğini sağlayarak zulme, sefalet ve savaşa karşı ayağa kalktığı koşullarda gerçekleşti. Devrim, emperyalizmi kendi ‘metropol’ merkezlerinde sarsarken, emperyalizmin, sömürge ve bağımlı ülkeler üzerindeki egemenliğini de sarsıyor, onun cephe gerisine vuruyordu.
Devrim öncesinde halk, büyük bir kültürel gerilik ve ekonomik sıkıntı içindeydi. Rusya’nın en önemli sanayi dalları İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin ellerindeydi. Açlık, sefalet ve gerilik, çevre bölgelere doğru gidildikçe, daha amansız bir hal alıyordu. Böyle bir ülkede devrimi sürdürmek ve sosyalizmi inşa etmek, Marksizm’e derin inancı, Bolşevik kararlılığı ve halk kahramanlığını gerektiriyordu.
İktidarın proletarya tarafından alınmasıyla birlikte, emperyalist ülkelerin orduları devrim Rusya’sına saldırıya geçtiler. Moskova ve Petrograd’ı ele geçirip, devrimi boğmak için yürüyüşe geçen emperyalistler, beyaz ordu generallerinin karşı-devrimci ayaklanmalarını da destekleyip organize ediyorlardı. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya, askeri müdahale yolunu tuttular. Bolşevikler üstün bir iradeyle, ekonomisi tahrip olmuş ve insanları büyük bir moral çöküntüsü içindeki bir ülkede devrimi sürdürmede tereddüt etmediler. 1917’den 1923 başına kadar, fiili emperyalist işgal ve saldırılarla iç ayaklanmalar devam etti. Proletarya ve Bolşevikler, bir yandan emperyalist ve gerici saldırıları püskürtmeye çalışırken, öte yandan üretim düzeyinin yükseltilmesi, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçirilmesi, halklar arasında güven ve işbirliği ortamının oluşturulması vb. için olağanüstü bir çaba gösteriyorlardı. Emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmak ve güç toplamak için, Almanlarla, Brest-Litovsky anlaşması imzalandı.
Mücadele, proletaryanın ve partinin safları içinde de sürüyordu. Troçkistler, Avrupa devrimine ilişkin beklentilerini ve bundan hareketle Rus Devrimi’ne gerekli önemi vermeme çizgisini sürdürdüler. Menşevikler ve Sosyalist-Devrimciler, beyaz orduların saflarında devrime karşı savaştılar. Bolşevik partisi artık iktidardaydı, ne var ki saflarındaki mücadele daha da keskinleşmişti. Başını, Troçki, Kamanev ve Zinovyev’in çektiği oportünist kesim, sosyalizmi inşa çabalarını baltalıyor, sürekli engel çıkarıyorlardı. Proletarya iktidarının korunup korunmaması bile tartışma konusu olabiliyordu. Örneğin, Moskova Parti Bürosu’nu ele geçiren “sol komünistler” Troçkist düşünceden esinlenerek “uluslararası devrimin çıkarları doğrultusunda, şimdi sadece biçimsel bir hale gelmiş Sovyet iktidarının olası yok oluşuna rıza göstermeyi amaca uygun buluyoruz” diyebiliyorlardı. Lenin, Sovyetler Birliği’nde devrimi sürdürme ve proletarya diktatörlüğünü sağlamlaştırmanın,   uluslararası devrim için hayati önemine dikkat çekerek, “sol komünistlerin düşüncelerini “canavarca” cinayet işlemek olarak niteledi. Sovyetler Birliği’nde, devrimin ve sosyalist inşanın zaferi, uluslararası devrimin, diğer ülkeler proletaryasının devrimci atılımının güçlenmesinin olanaklarının genişlemesi ve güç kazanması anlamı taşıyordu. 1920’li yıllar aynı zamanda uluslararası devrimci hareketin temposunda yavaşlamanın görüldüğü, Alman ve Macar proletaryasının devrimci kalkışmasının yenilgiye uğradığı yıllar oldu. Sovyetler Birliği
Proletaryası, daha çok kendi gücüne dayanarak ve köylülüğü kendi cephesine çekerek, sosyalist iktisadı, sanayiyi ve kolektif çiftlik üretimini geliştirmek ve devlet iktidarını sağlamlaştırmak suretiyle devrilmiş gericiliğin karşı-devrimci başkaldırısını ezmeliydi. Başkaca yolu yoktu. Lenin ve Stalin, yeni iş disiplininin, sosyalizmin başarısı için taşıdığı öneme dikkat çekiyor ve yoksulluğun ortadan kalkması için tam bir halk seferberliği gerektiğini belirtiyorlardı. Lenin, köylülükle 10-20 yıl doğru ilişkiler kurmak suretiyle, devrimin zaferi güvencelenmedikçe, diğer ülkelerde devrimin gecikmesi halinde, beyaz muhafız terörü altında eziyet çekme tehlikesinin bulunduğunu söylüyor, köylülüğün kooperatif üretimi içine çekilmesinin önemine vurgu yapıyordu. Devrime karşı dış ablukayla birleşen kulakların eyleminin ezilmesi, kırsal alanda ürünlerin kaldırılması ve şehre naklinin sağlanması için köylere işçi birlikleri gönderiliyordu. Lenin işçi sınıfına seslenirken şöyle diyordu:
“İşçi yoldaşlar; devrimin kritik bir durumda olduğunu unutmayın. Unutmayın ki devrimi yalnız siz kurtarabilirsiniz, başkası değil. Seçilmiş, siyasi bakımdan ileri, sosyalizm davasına sadık, rüşvete ve yağmaya itibar etmeyen ve kulaklara, vurgunculara, çapulculara, rüşvetçilere ve düzen bozuculara karşı demir bir güç yaratabilecek yetenekte on binlerce işçiye ihtiyacımız var.

DEVRİMİN ZOR GÜNLERİ VE SOSYALİST İNŞA FAALİYETİ
Geri bir ülkede, “devrimi kritik bir durum”dan kurtararak sürdürmek ve ekonomiyi ileri kapitalist ülkeleri geride bırakacak bir düzeye çıkarmak, Stalin’in başında bulunduğu Bolşevik Partisi ve proletarya tarafından başarıldı. Devlet iktidarının proletaryanın elinde olması, proletaryanın milyonlarca köylü ile ittifakı, tüm büyük çaplı üretim araçlarının proletarya devletinin şahsında toplumsallaştırılmış olması ve köylülerin kolektif kooperatif üretimi içine çekilmesi, Lenin’in deyişiyle “tam sosyalist toplumu kurmak için” gerekli olan şeylerdi ve proletarya bu imkânlara, tüm zorluklara karşın sahipti. Sosyalizm davasına sadık on binlerce ve yüz binlerce parti savaşçısının, emperyalist istilacılara, devrilmiş burjuvaziye ve kulaklara karşı mücadelede şehit düşmesi pahasına, devrim ve sosyalizm zafer kazandı. Sosyalizm ancak “modern bilimin en son buluşlarına dayanan büyük çaplı kapitalist işletmecilik” (Stalin) koşullarında; büyük sanayi üretimi üzerine, milyonlarca proleterin, büyük fabrikalarda bir araya geldiği, ataerkilliğin ve küçük çaplı üretimin aşıldığı koşullarda “on milyonlarca kişiyi üretim ve doğumda tek bir standardını kollanmasına yönelten planlı devlet örgütü” koşullarında ve kuşkusuz proletaryanın devlet olarak örgütlendiği, devleti elinde tuttuğu, yönettiği koşullarda inşa edilebilirdi. Rusya’da devlet önemli nesnel zorluklarla karşı karşıyaydı.
Bolşevikler, bir yandan uluslararası destekten yoksun olarak, sosyalist inşanın büyük sorunlarıyla boğuşurken, öte yandan, Batı ülkeleri proletaryası başta olmak üzere, proletaryanın devrimci atılımına ve ulusal kurtuluş mücadelelerine destek oldular. Sovyet devletinin ulusal baskı ve ulusal hak eşitsizliğinin ortadan kaldırılması için yürüttüğü mücadele ve içerde tüm fiili eşitsizliklere karşı başlattığı iyileştirme faaliyeti ezilen uluslara güven verdi, onların desteğini kazandı.
İngiltere, Fransa, Japonya ve Amerika’nın, Sovyet topraklarını işgal ederek, Beyaz muhafız ordularını ayaklandırmaları ve işgal ettikleri bölgelerde Sovyet iktidarını yıkmaları üzerine, iktidardaki Bolşevik Parti, ülkeyi “askeri kamp” ilan etti ve “iktisadi, kültürel ve siyasi yaşamı”nı savaş düzenine soktu. “Savaş komünizmi” uygulandı. Devrimin sürdürülmesi ve genç proleter devletin ayakta tutulabilmesi için, bizzat Lenin tarafından “işçi-köylü savunma konseyi” örgütlendi. Kızıl ordunun güçlendirilmesi, eğitimin sağlamlaştırılması, ülke savunması açısından büyük öneme sahipti. Bu iş için komünist komiserler seferber edildi.
Avrupalı işçi, gelişmiş ülkeler proletaryasının avantajlarını değerlendirecek, ayaklanarak “işin nasıl yapılacağını” gösterecekti. Ama o zamana kadar dayanmak, iktidarı sağlamlaştırmak, sanayide ve tarımda kolektif toplumsal üretim ve bölüşümü örgütlemek önemliydi. “Batı Avrupalı kapitalist ülkeler sosyalizme doğru gelişmelerini tamamlayıncaya kadar (dek) dayanabilecek miyiz!” diye soruyordu Lenin ve işçilere bunu başarmak için yapılması gerekenleri açıklıyordu. İşçilere, devrimi kurtarabilecek tek gücün onlar olduğunu söylüyor; sınıf düşmanlarına karşı “demir bir güç” yaratarak, köylülüğü yanına çekmelerinin önemini anlatıyordu. “Kulaklara karşı mücadeleden bir an bile vazgeçmeden ve aynı zamanda yoksul köylülere sağlam bir biçimde güvenerek, orta köylüyle bir anlaşmaya varmayı öğrenin” diyordu Lenin.
Dış müdahaleler ve iç savaş ekonomiyi tahrip etmişti. Fabrikaların çoğu çalışmaz hale gelmiş, maden ve kömür ocakları yıkılmış ve su baskınına uğramış, ulaşım tamamen durmuştu. Metal ve tekstil stokları hemen hemen tükenmiş, ekmek, yağ, et, ayakkabı, giyecek, tuz, kibrit, gazyağı gibi temel ihtiyaç maddelerinde dayanılmaz kıtlık baş göstermişti. İktidarın proletaryaya geçmesi üzerine, devrilmiş gericiliğin sabotaj ve zarar verme eylemleri artmıştı. Kulaklar tahıl ürünlerini stoklayarak açlığın daha etkili olmasını sağlamaya çalışıyorlardı.
Tüm bu sıkıntılar ve zorunlu olarak başvurulan “savaş komünizmi” uygulaması köylülük içinde ve işçiler üzerinde olumsuz etkiye ve hoşnutsuzluğa yol açıyordu. Sosyalizmin düşmanları, güç iktisadi durumdan ve köylülerin hoşnutsuzluğundan yararlanarak, karşı-devrimci ayaklanmalar örgütlediler. Kapitalistlerin ve çiftlik sahiplerinin, iktidarlarını geri getirme çabaları yoğunlaştı. Sibirya, Ukrayna ve Kronstadt’da ayaklanmalar baş gösterdi. Bu ayaklanmaların bastırılması için, proletaryanın seferber edildiği bir sırada, oportünist unsurların parti içi muhalefeti de yoğunlaştı. Başını Troçki, Kamanev ve Zinovyev’in çektiği grup, sürekli engel çıkarıyorlardı. Troçki, köylülere karşı zorun daha yoğun kullanılmasını savunuyor, onun desteklediği “işçi muhalefeti” tüm ülke ekonomisinin yönetiminin “üreticiler kongresine devredilmesi ve partinin yönetici rolünün zayıflatılmasını istiyorlardı. Bu istem, daha işin başında, proletaryanın iktidarının tehlikeye atılması anlamını taşıyordu. Lenin, Troçki ve “işçi muhalefeti”nin düşüncelerinin içerdiği tehlikeyi deşifre etti ve parti ezici bir çoğunlukla Lenin’i onaylayarak muhalefete karşı tavır aldı. Proletarya iktidarının, proletaryanın geri kesimlerini, yoksul köylüleri ve geniş küçük-burjuva yığınları bir süreç içinde sosyalist inşa faaliyetine çekmek ve dost güçler arasındaki uzlaşır mücadelenin varlığını dikkate almak zorunluydu.

GÜÇ TOPLAMAK İÇİN GERİ ÇEKİLME DÖNEMİ: NEP
Sosyalizmin iktisadi temelini güçlendirmek ve özel sermayeye karşı saldırıyı bu yolla artırmak amacıyla, bir güç toplama ve kaynak biriktirme politikası olarak NEP (Yeni Ekonomik Politika) uygulamasına geçildi. Bu, güç toplama ve kapitalizmin unsurlarına karşı daha komple bir saldırıyı örgütleme amacıyla başvurulmuş bir geri çekilmeydi. NEP’le, sosyalist sanayi ve tarımın örgütlendirilmesinin maddi temellerini güçlendirmek ve bu amaca ulaşmak için kapitalizmin unsurlarının gelişimine izin verildi. Bu, zamanı geldiğinde, geri çekilmeyi durdurarak, daha etkin saldırıda bulunmak amacıyla güç toplamayı sağlayacak bir uygulamaydı. Bir yıl sonra Lenin, “amaca ulaşıldığı”nı ve artık bu “geri çekilme politikasından vazgeçilmesi” gerektiğine işaret ediyordu.
Lenin, proletarya diktatörlüğü koşullarında, sosyalist bir sanayinin varlığı şartlarında, milyonlarca köylüyü kapsayan üretim kooperatifleri aracılığıyla köylülerin sosyalist üretim faaliyetine çekilebileceğini söylüyordu. Bu düşünce doğrultusunda, küçük köylü üretiminin, kolektif kooperatif üretim içinde birleştirilmesi yoluyla tarımın geliştirilmesi ve köylülerin bu yolla sosyalist ekonominin inşasına çekilmesi için yoğun çabaya girişildi.
Sovyet partisi ve devleti, kapitalist ülkelerde devrimin gecikmesi ve kapitalizmin istikrarı durumunda sosyalist inşayı durmaksızın geliştirmek gibi zorlu bir görevle karşı karşıyaydı. Emperyalist kuşatma ve saldırının, devrilmiş sınıfların artan gerici çabalarının ve parti içi muhalefetin engellemelerinin, sosyalist inşa çabalarını sekteye uğratmaması için proletaryanın kararlı sınıf tutumuna ve üstün devrimci iradeye ihtiyacı vardı. Batı Avrupa’da kapitalizmin kısmi ve geçici istikrara kavuşması savaş sonrası devrimci ayaklanmaların bastırılmasını olanaklı kıldı. Kapitalizm, devrimci atılımlara karşı yeni bir saldırı dalgası başlatma olanağı kazandı. Kapitalist burjuvaziye en büyük destek sosyal demokratlarca sağlanıyordu. Batı Avrupa ülkelerinde devrimin yenilgisi, emperyalistlerin, Sosyalist Sovyetler Birliği’ne karşı saldırı, abluka ve entrikalarını kolaylaştırıyordu. 1922’de İtalya’nın Cenova kentinde yapılan uluslararası toplantı, emperyalistlerin, Sovyetlere tehdit ve baskı arenasına dönüştü. Uluslararası fabrika ve işletmelerin yabancı kapitalistlere geri verilmesini ve Çarlık hükümetinin tüm borçlarının ödenmesini istiyorlardı. Sovyet devrimini Doğabileceklerini, Bolşeviklere boyun eğdirebileceklerini düşünüyorlardı. Lord Curzon yeni bir emperyalist askeri müdahale tehdidinde bulunuyordu. Sovyet hükümeti, emperyalistlerin bu istek ve tehditlerini reddederek yoluna devam elti.
Dışta, emperyalist baskı ve kuşatma, içte ise gerici ayaklanmalarla, iktidardan aşağı edilmiş sınıfların eski cennetlerini geri getirme çabalarıyla boğuşmak zorunda kalmasına rağmen, genç Sovyet devleti, işçi ve köylülerin devrimci seferberliği sonucu, sosyalist ekonomiyi inşada ve emekçilerin yaşamını iyileştirmede önemli adımlar attı. Burjuvaziyi siyasi olarak yenilgiye uğratan işçi sınıfının, onu iktisadi bakımdan da yenilgiye uğratması gerekiyordu. Sosyalizmin inşası ve yaşaması buna bağlıydı. Kuşkusuz, bu, uluslararası kapitalist kuşatmaya dayanabilme gibi muazzam önemde bir soruna da bağlıydı.
“Kapitalist iktisat sisteminin ortadan kaldırılması ve sosyalist iktisat sisteminin kurulmasında ifadesini bulan SSCB’de sosyalizmin zaferi, buna rağmen, yabancı silahlı müdahale tehlikesi, kapitalizmin restore edilmesi tehlikesi ortadan kalkmadıkça, sosyalizm ülkesi bu tehlikeye karşı hala… Nihai zafer olarak görülemezdi.” (Stalin) Sovyet devriminin yaşaması, olağanüstü direnme gücüyle birlikte, yeni devrimci atılımlarla, uluslararası proletaryanın desteğini almış olmasına bağlıydı. Stalin’in deyişiyle, “kapitalist ülkelerde proleter devriminin zaferi SSCB emekçileri için can alıcı bir sorundu.” S. Birliği’nde sosyalizmin kaderi sorunu, izlenecek ekonomik politikaya bağlıydı. Kapitalist ülkelerde devrimin geciktiği, kapitalizmin nispi bir istikrara kavuştuğu ve dış müdahale olanaklarının genişlediği koşullarda, sosyalizmin güçlerini her bakımdan güçlendirmek ve durmaksızın inşa faaliyetini sürdürmek hayati bir sorundu. Tüm bunlar, Sovyet partisinin karşısına pratik bir sorun olarak çıkıyor ve parti için mücadeleyi keskinleştiriyordu.

SOSYALİZME İÇTEN SALDIRI: PARTİ-İÇİ MUHALEFET
Parti içi muhalefet, Lenin’in hastalığı ve ölümünü fırsat bilerek, partiye ve sosyalist inşa çalışmasına zarar veren faaliyetlerini hızlandırdı. Troçki, devrimin Almanya ve Bulgaristan’daki yenilgisinden de güç alarak eski tezlerini yeniden gündeme getirdi. Her zaman, siyasi iktidarsızlığı ve ilke adamı olmamakla dikkat çeken Troçki, Sovyet partisi ve devleti’nin en güç döneminde, etrafına “Demokratik merkeziyetçiler”, “sol komünistler” ve “işçi muhalefeti” hiziplerini de toplayarak, parti üyelerini partiye ve genç üyeleri eski parti kadrolarına karşı kışkırtmaya çalıştı. İktisadi krizin, Sovyet devletinin yıkılmasına yol açacağını düşünen Troçki, partiyi yeni bir tartılmaya zorladı. Ocak 1924’te toplanan XII. Parti Konferansı, Troçki’nin düşünce ve eylemlerini bir kez daha mahkûm etti. Stalin “Troçki yenilgiye uğratılmadıkça, NEP şartları altında zafere ulaşmak, bugünün Rusya’sını sosyalist bir Rusya’ya dönüştürmek imkansızdır” diyerek, Troçkizme karşı ideolojik mücadelenin önemine dikkat çekti.
21 Ocak 1924’te, Lenin öldü. Tüm Sovyet halkı ve dünya proletaryası yasa boğuldu. Troçki ise, Tiflis’te yandaşlarıyla birlikte lehine gösteriler düzenlemekle meşguldü. Krupskaya’nın, Lenin’in ölümünü bildiren telgrafına, ne cevap verdi, ne de cenaze törenine katıldı. Lenin’in ölümü, ileri ve partisiz işçilerin saflarında partiye katılma eğilimini güçlendirdi. Yüz binlerce işçi partiye katılma talebinde bulundu ve bunlardan 240.000’i partiye kabul edildi. “Lenin seferberliği” ilan edilerek, sanayi ve tarımda sosyalist yeniden inşanın örgütlenmesi çalışması hızlandırıldı. 1924-25 yılında tarımsal üretim savaş öncesi düzeyin % 87’sine ulaştı. Büyük sanayi üretimi savaş öncesi üretimin dörtte üçüne ulaşırken, yeni inşaatlara 385 milyon ruble yatırılabilecek bir düzen tutturulmuştu. Aynı yıllarda iktisadi açıdan zayıf düşmüş olan köylülüğe 290 milyon ruble yardım ayrılabiliniyordu.
Devrimi ve sosyalist inşayı sürdürmek güçlü bir sosyalist sanayiyi gerektiriyordu. Stalin; “ülkemizi bir tarım ülkesinden, ihtiyaç duyduğu makineleri kendi çabalarıyla üretebilecek durumda olan bir sanayi ülkesine dönüştürmek, -genel çizginin özü, temeli budur.” diyordu. NEP uygulamasıyla tarımın canlandırılmasını ve gıda ve hammadde birikimini arttırmayı hedefleyen Sovyet partisi, sosyalist sanayileşme planıyla, sosyalist inşayı güçlendirmeyi hedefliyordu; Eski donanıma sahip fabrikaların modern teknik donanımla yenilenmesi ve makina yapan yüzlerce fabrikanın kurulması için çabalar yoğunlaştırıldı. Bir dizi yeni sanayi kolu kurmak, makine, takım tezgâhları, otomobil, kimya, demir-çelik fabrikaları kurmak, enerji santralleri için motor ve makine aksamı üretimini örgütlemek maden ve kömür çıkarımını arttırmak için kollar sıvandı. Ülkeyi kapitalist saldırganlardan korumak için gerekli savunma sanayini yaratmak ve sosyalist iktisadi bütünlük için bireysel köylü üretimini, büyük çaplı üretim yapan kolektif çiftliklerde birleştirmek için traktör fabrikaları ve modern tarım makinaları yapan atölyeler kurmak zorunluydu. İşçi ve köylülerin devrimci seferberliği bunu olanaklı hale getirdi. Çiftlik sahiplerinin toprak üzerindeki mülkiyetine son veren Sovyet iktidarı, köylülüğü, her yıl çiftlik sahiplerine 500 milyon ruble ödemekten kurtardı. Ayrıca tarım makinaları köylü tarımının hayati ihtiyacını karşılıyordu. Buna karşılık köylülük Sovyet iktidarının yardımına koştu. Ancak, küçük köylü işletmelerinin kolektif kooperatif çiftliklerinde bir araya getirilmesi, kolektif üretim ve bölüşüm yolunda atılmış bir adım olsa bile; bununla çelişkili olarak, kolhoz ürünlerinin ve bahçelerinin çiftliklerin tasarrufunda bulunması, tarımın sosyalleştirilmesi hedefine aykırılığı içeriyordu. Küçük meta üretimi uzunca bir süre varlığını korurken, işçilerle köylüler, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki farklar ve çelişki de devam ediyordu.
Tüm bunlar hızlı, bir imar ve iktisadi büyümenin sağlanmasına yol açtı. Hidroelektrik santralleri, traktör fabrikaları, otomobil ve tarım tezgâhı fabrikaları ve demiryolu yapımı hız kazandı. 1926-29’da genç Sovyet devleti’ sanayiye 1 milyar ruble yatırabiliyordu.
Savaşın tahrip ettiği, açlık ve sefaletin kol gezdiği bir ülkede proletarya iktidarı altında tümüyle iç kaynakların seferber edilmesiyle sağlanan bu hızlı gelişme, sosyalizmin üstünlüğünü, onun insanının insan gibi yaşamasına verdiği önemi ortaya koyuyordu.
1926 yılında Troçkistler ve Zinovyevciler, tüm yenilmiş muhalefet gruplarının artıklarını etrafına toplayarak, sosyalist inşa faaliyetinin karşısına dikildiler. Zinoyevci Sokolnikov, gerekli makinaların dışarıdan alınmasını ve hammadde ile gıda maddeleri üretimine hız verilmesini istiyordu. Onların izlenmesini istedikleri yolun, kapitalistlerin, sosyalizm ülkesini yeniden köleleştirmesine götüreceği kuşku götürmez bir gerçekti. “38’ler platformu” adıyla çıkan Zinovyevciler, yeni bir genel parti tartışması açılmasını istiyorlardı. Tam da bu sırada, başını İngiliz emperyalistlerinin çektiği komplo ve saldırılar arttı. İngiliz hükümeti, Sovyet hükümetiyle diplomatik ilişkilerini keserek, Sovyet büyükelçilikleriyle ticari temsilciliklerine karşı sabotajlara girişti.
Troçki, sözde kolektifleştirme hareketini destekliyor ve hatta bu işin yeterince hızlı yürümediğinden şikayetleniyordu. Gerçekte ise O, köylülerin sosyalist inşa çalışmasına çekilmesinin boş bir çaba olduğunu düşünüyordu. Troçki’nin başında bulunduğu hizbin tartışma talebi, onların tartışmayı fiili olarak açık alana dökmeleri ve fabrikalarda, işçi toplantılarında görüşlerini açmaları üzerine Parti Merkez Komitesi kararıyla Ekim 1927’de açıldı. Sonuç, ezici çoğunlukla Troçkist bloğun hezimete uğratılmasıydı. Mevcut üyelerin 724.000’i parti politikasını destekledi. Troçkist muhalefet ancak 4.000 oy alabilmişti. Troçkistler, parti kararına boyun eğeceğine, karşı faaliyetlerini yoğunlaştırdılar ve sokak hareketini örgütlemeye giriştiler. Bunun üzerine 14 Kasım 1927’de Troçki ve Zinovyev partiden ihraç edildiler. 15. parti kongresi ‘”muhalefetin Leninizm’den ideolojik olarak koptuğunu, Menşevik bir gruba yozlaştığını, uluslararası ve yerli burjuvaziye teslimiyet yolunu tuttuğunu, objektif olarak proletarya diktatörlüğü rejimine karşı, karşı-devrimin bir aletine dönüştüğünü” saptayarak, Troçkist muhalefetin görüşlerini propaganda etmenin Bolşevik parti saflarında kalmayla bağdaşmayacağı kararı alıyordu.
Bir yandan iç ve dış düşmanlara karşı mücadele yoğunlaştırırken, öte yandan sosyalist ekonominin geliştirilmesi çalışmaları sürdürülüyordu. Bu sırada sosyalist inşa faaliyeti ürünlerini vermeye başlıyordu. Sosyalist sanayi sektörünün payı 1924-25’te % 81,1926-47’de % 86’ya çıkmıştı. Ticaret alanında özel ticaretin payının düşürülmesi de aynı hızla sürdü. Özel tüccarın payı aynı yıllarda % 42’den % 32’ye düştü. Büyük ölçekli sosyalist sanayinin gelişme temposu daha da hızlıydı. 1927’de 26’ya göre artış % 18 gibi önemli bir rakama ulaşmıştı ki bu, ileri kapitalist ülke sanayilerinin erişemediği bir orandı. Tarımda ise tüm iyileştirmelere rağmen durum hala iyi sayılmazdı. Tarımda tam kolektif çiftlik üretiminin hızla devam ettirilmesi zorunluydu. Köylülerin ikna yoluyla Sovyet iktidarının kendi yararlarına olduğunu, kolektif üretimin durumlarını iyileştirdiğini görmeleri gerekiyordu. Lenin; “köylülere toprağın toplumsal, kolektif, ortaklaşa ar-tel biçiminde işlemenin üstün yanlarım pratikte göstermeyi başarırsak, ancak o zaman devlet iktidarını elinde bulunduran işçi sınıfı, köylülere haklı olduğunu gerçekten kanıtlayabilir ve milyonlarca köylüyü sağlam bir biçimde ve gerçekten kendi yanına çekebilir.” diyordu. Stalin ve Sovyet partisi, tarımda sosyalist üretimin örgütlendirilmesi çalışmalarını Lenin’in düşünceleri doğrultusunda sürdürdü. Stalin, mevcut durumdan daha ileriye yürümek için kolektivizasyonun önemini vurguluyor ve sağ muhalefeti eleştiriyordu. Şöyle diyordu Stalin “çıkış yolu, küçük, dağınık köylü çiftliklerinin, toprağın ortaklaşa işlenmesi esasına dayanan geniş birleşik çiftliklere geçmesinde; modern, daha ileri bir teknik temelinde toprağın kolektif işlenmesine geçişte yatmaktadır. Çıkış yolu küçük ve cüce köylü çiftliklerini tedricen ama yolundan şaşmaksızın, zorla değil, örnek göstererek ve ikna yoluyla, toprağı toplumsal, ortaklaşa kolektif bir şekilde; tarım makinelerinden ve traktörlerden tarımı entansifleştirmek için bilimsel yöntemler uygulayarak işleyen büyük ölçekli çiftliklerde birleştirmektir. Başka bir çıkış yolu yoktur.”
Geri kapitalist bir ülkede sosyalist ekonominin inşası, sosyalist sanayinin güçlendirilmesi ve tarımda makinalaşmayı sağlayarak, milyonlarca küçük köylü işletmesinin ikna yoluyla ve örnek gösterilerek kolektif büyük ölçekli işletmelerde birleştirilmesi olmaksızın mümkün değildi. Lenin bunu; “kooperatiflerden hareket ederek,  tam sosyalist toplumu kurmak için gerekli olan her şey”i elde etmenin yolu olarak değerlendiriyor ve işçileri, köylüleri yanına almadan, sosyalist ekonomik ve siyasi inşa çalışmasının başarıya ulaşamayacağı konusunda uyarıyordu.
Parti ve Sovyet devleti bir yandan parti içi sabotörlerin faaliyetini etkisiz kılmaya çalışırken, öte yandan kulakların direnişiyle karşılaşıyordu. Kulaklar köylülerin gözü önünde açık mücadeleyle yenilgiye uğratılmadığı sürece işçi sınıfının ve işçi ve köylülerden oluşan Kızıl Ordu’nun ihtiyaçlarının karşılanması ve kolektif köylü üretiminin gerçekleştirilmesi zordu. Durum kulaklara karşı gelen bir taarruzun başlatılmasını dayatıyordu. Kulakların tahıl fazlalarını devlete sabit fiyat üzerinden satmayı reddetmeleri üzerine, O güne kadar daha esnek olan kulaklara karşı tutum sertleştirildi. Sabit fiyat üzerinden satışı kabul etmeyenlerin tahıl fazlasına el konulmaya başlandı. El konulan tahılın % 25’i yoksul köylülere devrediliyordu.
Parti ve devlet cihazı içinde yer alan sağ oportünist Buharin ve Rikoy grubu, kulaklara karşı uygulamaya muhalefet ediyor, sosyalist ekonomiye kulaklar üzerinden geçişin mümkün olduğunu söylüyorlardı. Onlara göre kulak tarımındaki gerileme ve kolektif çiftlik üretiminin genişlemesi yolu tarımın gerilemesi anlamına geliyordu. Daha devrimin “ilk yılları” sayılabilecek bir dönemde ve devrilmiş burjuvazinin direnişinin “yüz kat, bin kat” arttığı koşullarda Buharin, Rikov grubu sınıf mücadelesinin “giderek söneceği” ve sınıf düşmanlarının, mevzilerini “direnmeden teslim edeceklerin vaaz ediyor ve bu nedenle kulaklara karşı saldın taktiğini gereksiz sayıyorlardı.
Marksist teori, sınıf mücadelesinin ve buna bağlı olarak devletin giderek söneceğini, baskı dirençle proletarya iktidarına karşı savaştığı, geniş kulak mülkiyetinin varlığını koruduğu, tüm içteki gerici sınıf ve kalıntılarının emperyalist gericilik tarafından desteklenip kışkırtıldığı, tarihsel süreç içinde gerçekleşecek olgulara göre pratik davranışı belirlemenin yanlışlığı da ortadaydı. Özel mülkiyetin ve onun sahiplerinin varlık koşullarında, “nasılsa sınıf mücadelesi sönecek” diyerek bu sınıflara karşı mücadeleyi ve “sert tulumu” gereksiz saymak, sınıf düşmanına taviz vermek, onun sosyalizme karşı faaliyetlerine göz yummak anlamına gelir. Buharin ve Rikov’un 1920’li yılların sonlarında kulaklara karşı taarruzu “gereksiz” saymaları, onların proleter sınıf tutumuna sahip olmadıklarının göstergesiydi. Sağ oportünist Buharin-Rikov grubu sosyalist sanayinin inşası çalışmasını zamansız görüyor, kulaklardan ağır vergi alınmasına karşı çıkıyorlardı. Onlara göre makine üreten sanayiye değil, hafif sanayiye kaynak aktarılmalıydı. 1929 başlarında Kamanev ve Trokçi ile bağ kurarak sağ oportünist görüşlerini yaygınlaştırmaya çalıştılar. Proletarya diktatörlüğünün iç ve dış muhalifleri, sınıf düşmanları parti içi muhalefeti “diktatörlüğü sarstığı” için “şükranla selamlamaktaydılar. Karşı devrimci burjuva -partileri, örneğin Milyukov’un partisi, sağ ve sol oportünistlerin muhalefetini övgüye boğarken, Sovyet devletinin yıkılması beklentisini şöyle ifade ediyordu: “Sovyet iktidarının en büyük düşmanı, şimdi, ona fark ettirmeden yaklaşan, onu duyargalarıyla çepeçevre kuşatarak, o bunun ayırtına varmadan onu tasfiye edendir. Hala süren hazırlık döneminde bu kaçınılmaz ve zorunlu rolü Sovyet muhalefeti oynamaktadır.
Sovyet iktidarını tasfiye için her türlü olanağı değerlendiren ve iç ve dış düşmanların manevi (sonraları maddi olarak da) desteğine sahip olan muhalefetin, sosyalist inşanın başarıları karşısında sinsi taktiklere başvurduğu, Krusçevcilerin karşı-devrimci yıkıcı faaliyetleriyle sonradan daha iyi görüldü. Stalin başkanlığındaki parti, sınıf düşmanlarına karşı kararlı proleter sınıf tutumun sürdürüp öldürücü darbelerle onları etkisiz kıldıkça, sınıf düşmanıyla işbirliği yolunu seçen Troçkist-Zinovyevist muhalefetin başı ezildikçe, gizlenme ve sinsi yollardan ikbal avcılığını sürdürme yolunu tutanlar, ikinci dünya savaşı sırasında, emperyalistlerin fiili saldırılarından da güç alarak parti içinde ve dışında, ekonomik ve siyasi alanda atağa kalktılar. Sonraki yıllarda Krusçevcilerin partiyi ve devleti ele geçirmelerini olanaklı kılan önemli nedenlerden biri de buydu.
Stalin; muhalefetin faaliyetini değerlendirirken, haklı olarak şöyle diyordu: “Partimizde sağ sapmanın bir zaferi, kapitalizmin güçlerini zincirlerinden boşandıracak, proletaryanın devrimci mevzilerini zayıflatacak ve ülkemizde kapitalizmin restorasyonu şansını arttıracaktır.”
Nitekim parti içi muhalif grupların eylemi dış düşmanlar tarafından anında değerlendirildi. Sınıf düşmanları, proletarya iktidarını zayıflatan her uygulama önerisinden ve uygulamadan yarar umuyorlardı. Örneğin onlar, özel sermayenin gelişmesine kontrollü de olsa izin verme politikası olan NEP’ten dolayı Bolşeviklere övgü düzerken, muhalefetin eylemlerini, parti birliğini sarstığı, proletarya diktatörlüğünü zayıflattığı ve yıkıcı faaliyetlerin zeminini olgunlaştırıp genişlettiği için övüyorlardı.
Emperyalistler, 1929’da sağ oportünistlerin eylemlerini,- S. Birliği’ni bir savaşın içine çekmek ve onun sosyalizmin inşası yolundaki yürüyüşünü durdurmak için fırsat olarak değerlendirdiler. Bu amaçla Çinli militaristleri Sovyetlere karşı kışkırttılar. Çinli beyaz muhafız birlikleri, Çin-Doğu demiryolunu ele geçirmek amacıyla saldırıya geçtiler, ancak kızıl ordu tarafından püskürtüldüler. S. Birliği Mançurya hükümetiyle barış anlaşması imzaladı.
Sovyet partisi ve devleti, bir yandan iç ve dış düşmanların saldırılarını püskürtürken, öte yandan sosyalist sanayiyi geliştirmek, Sovyet çiftlikleri ve kolektif çiftlikler kurma yolunda atılımlar sağlamak amacıyla sosyalist yarışmayı örgütledi ve birinci 5 yıllık plan hedeflerine süresinden de önce kavuşmak için çabalarını yoğunlaştırdı. Beş yıllık planla sanayi, ulaştırma ve tarımda plan hedeflerinin gerçekleşmesi için tüm emekçileri, sosyalist yarışmayı daha da geliştirmeye çağırdı. İşçi ve emekçiler, belirlenen hedefleri süresinden önce gerçekleştirdiler. Sovyet insanında ise karşı tavır değişmeye başlamış, çalışma ve hedefe ulaşma “bir onur ve haysiyet meselesine, yiğitlik ve kahramanlık meselesine” dönüşmüştü.
Büyük sosyalist seferberlik planı coşkuyla uygulanmış, yeni hidroelektrik santralleri, demir-çelik fabrikaları, traktör ve biçer-döver fabrikaları, yeni maden ocakları ve yüksek fırınların inşası hızlandırılmış, emek kahramanlığının tarihsel örnekleri sergilenmişti. Ülkede yeniden onarım ve inşa çalışması büyük bir hızla gelişiyordu. Sovyet devleti ilk yılların zorluklarını geride bırakma sürecine girmişti. Emek coşkunluğu kırın köylü kitlelerini de sarmış, traktör ve makinelerle donatılmış Sovyet çiftliklerinin oluşturduğu örnek, köylülerin hızla kolektif çiftlik üretimine yönelmesine yol açmıştı. Kolektif çiftliklerin ekim alanı yıllar itibariyle sürekli büyüyordu. Bu durum kulakların tasfiyesi koşullarını olgunlaştırıyordu.

SOSYALİST İNŞADA ARTAN BAŞARILAR
1929 büyük ekonomik bunalımının en az etkilediği veya hemen hemen etkilemediği tek ülke Sovyetler Birliğiydi. Krizin derinleştiği yıllarda (1930-33) S.B.’de sanayi üretimi iki misli artış göstermişti. 1933’de, 1929’a göre % 29 oranında daha fazla artış görüldü. Aynı yıllarda kapitalist dünyanın önde gelen ülkelerinde sanayide hızlı bir gerileme yaşanıyordu. ABD’de, 1933’te, 1929’daki seviyenin % 65’ne, İngiltere’de % 86’sına, Almanya’da % 66’sına ve Fransa’da % 77’sine düşmüştü. Kriz, kapitalist dünyada 24 milyon işsiz insanı açlığın ve yoksulluğun girdabına sürüklerken, SB’de emekçilerin yaşam düzeyi iyileşmeye devam ediyordu.
1929’da Sovyet partisinin uyguladığı kolektif çiftlikleri ve Sovyet çiftliklerini geliştirme politikası ve kıra traktör ve tarım makinaları sağlayan sosyalist sanayinin başarıları sayesinde, Sovyet çiftlikleri ve kolektif çiftlikler tahıl yetiştirme miktarında büyük artışlar sağladılar, ülkede tahıl ihtiyacı giderek daha iyi karşılanmaya başlandı. 1930’da pazar içi öngörülen hedefe ulaşıldı. Tüm kriz dönemi boyunca sanayi gelişmeye devam elti. 1937 sonunda, 1929 üretiminin % 428’ne ve savaş öncesi 7 misline ulaşmıştı. Tarımda da büyük ilerleme kaydedilmişti. 1929 yılı sonunda Sovyet iktidarı kulakları sınıf olarak tasfiye etme kararı almış, toprak kiralama ve ücretli emek üzerine yasaları kaldırarak, kulakları topraktan ve ücretli işçilerden yoksun bırakmış, kulakları mülksüzleştirmişti. Bu, karar ve uygulaması, tarımdaki gelişmeyi hızlandırıcı bir etki yaratmıştı. Stalin, bu konuda şöyle diyordu: “kutsal özel mülkiyet ilkesi! Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonunun rüyasını gören tüm ülkelerin kapitalistlerinin bu son umudu yıkılmakta ve yok olmaktadır. Salt toprağı kapitalizm için gübreleme malzemesi olarak gördükleri köylüler, çok övülen özel mülkiyet’ bayrağını kitleler halinde terk ediyor, kolektivizm yolunu, sosyalizm yolunu tutuyorlar. Kapitalizmin restorasyonunun son umudu da yıkılıyor.”
Kuşkusuz Stalin’in yaptığı, bir somut durum değerlendirmesiydi. O günün gelişmelerinin yorumlanması, köylü kitlelerinin kolektif çiftlik üretimi ve mülkiyetine yönelmelerinin ifadelendirilmesiydi. Buradan hareketle artık, geri dönüş umudunun söndüğü ve kapitalist restorasyon ihtimalinin tümüyle ve kesin olarak ortadan kalktığı sonucuna ulaşmak mümkün değildi ve Stalin’in söyledikleri de. bu anlama gelmiyordu. Sosyalizmin inşası ve proletarya diktatörlüğü uygulaması alanında ortaya çıkacak zaaflar, dış saldırılar, parti ve devlet aygıtında ortaya çıkabilecek yozlaşmalar, kapitalizmin restorasyonu rüyasının somut girişimlere dönüşmesine yol açabilecekti. Kapitalistler, kapitalizmin restorasyonu rüyasını görmeye devam ettiler. Rüya görmekle kalmayarak, restorasyonu gerçekleştirmek için her an tetikte oldular.
Tarımda kolektifleştirme faaliyeti kriz yıllarında yoğunlaştırılarak sürdürüldü. 1937’de 18,5 milyon köylü ailesi, yani tüm köylü hanelerinin % 93’ü kolektif çiftliklerde bir araya gelmiş bulunuyordu. Kolektif çiftliklerin tahıl ekim alanı tüm köylülerin tahıl ekim alanının % 99’unu oluşturuyordu. Bu muazzam bir gelişmeydi.
Sanayi ve tarımda sağlanan ilerlemeyle sosyalist yeni inşanın alt yapısı güçlendirildi. Sanayi, tarım, ulaştırma ve savunma alanında, önemli yeni teknik donanım sağlandı. Tüm teknik malzemeyi kullanacak ve bunlar aracılığıyla mümkün olan en büyük verim ve yararı sağlayacak yüz binlerce eğitilmiş, teknik alanda ustalaşmış insanın yetiştirilmesi hayati bir önem kazanmıştı. Stalin, partide ve ekonomi idaresinde görev alanlar arasında teknik eğitimin önemini küçümseyenleri sertçe eleştirerek, bir teknik eğitim seferberliği ilan edilmesini istedi. O, şöyle diyordu:
“…Tekniği harekete geçirmek ve ondan lam olarak yararlanmak için, tekniği kullanmasını bilen kimselere, bu teknikten sanatın bütün kurallarına uygun olarak yararlanmasını bilen kadrolarımıza ihtiyaç vardır. Birinci sınıf fabrikalarımızda bu tekniğe hâkim yeterince kadromuz olsaydı, ülkemiz bugünkünden üç kat, dört kal daha iyi sonuçlar elde ederdi. Şimdi insanlara, kadrolara, tekniği kullanmasını bilen işçilere ağırlık verilmesi bu nedenledir…”
“Dünyanın sahip olduğu bütün zenginlikler içinde en değerli ve en belirleyici olanın insanlar, kadrolar olduğunu anlamanın zamanı gelmiştir. Anlaşılmalıdır ki; bugünkü şartlarda ‘kadrolar her şeyi belirler. “Eğer sanayide, tarımda, ulaştırmada ve orduda iyi nitelikli ve çok sayıda kadrolara sahip olursak, ülkemiz yenilmez olacaktır. Eğer böyle kadrolara sahip değilsek ayakta kalamayız.”
Proletaryanın köylülükle birlikte iktidarı almasından sonra, sosyalist inşa faaliyetine burjuva uzmanlarla başlamak zorunda kalan ve bu uzmanların çeşitli sabotaj ve engelleme çabalarıyla karşılaşan, büyük maddi ve manevi zararlar gören S. Birliği partisi ve devletinin, yeni teknik donanımının bilgisine sahip çok sayıda sosyalist işçi uzmana ihtiyaç duyması anlaşılır bir şeydi. İzlenecek yolun belli olduğu koşullarda, kadrolar her şeyi belirleyecekti. Ayakta kalmak ve proletaryayı uluslararası kesin zafere taşımak ancak böyle teminat altına alınabilinirdi. Komünist uzman kadroların eğitimi ve sosyalist aydınların hiç değilse bir kesiminin doğrudan işçi sınıfı saflarından yetiştirilmesi büyük öneme sahipti. Stalin buna büyük önem verdi. Ancak 1936/37’lerde bu sayı henüz oldukça azdı. “Ezilip yok olmamak için” yeterli sayıda kadronun yetiştirilmesi zorunluydu. İşçilerden oluşmuş uzmanlar ordusunun ihtiyaç oranında yetişmemiş olması, işçilere göre yüksek ücret alan aydınlarla işçiler arasında çelişkiye yol açıyordu. Aydınlarda bürokratik eğilimler daha çoğunluktaydı ve proletaryanın devrimci disiplini zayıflatıldığında aydınların bu çelişkiyi kendi yararlarına kullanmaları mümkündü.

YÜKSEK BİR DEVRİMCİ DALGA
Yeni teknikle üretim artışında yeni bir hamle başladı. “Stahanov hareketi” olarak bilenen yeni sosyalist yarışma ile üretimin artışında yeni atılımlar sağlandı. Stahanov hareketi, sosyalist yarışmada, işin “bir onur ve haysiyet meselesi” sayılmasında yeni ve daha yüksek bir devrimci dalganın adıydı. İşçilerin ve köylülerin hayat standartları ikinci beş yıllık plan döneminde daha da yükseldi. İşçilerin ve hizmetlilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesine, kültürel ihtiyaçlarının teminine sanatoryumun, dinlenme evi ve sağlık evlerine, doğum evlerinin, çocuk yuvalarının, süt merkezlerinin ve anaokulların inşasına ayrılan harcamalar merkezi plan dâhilinde arttırıldı. Kültür ve eğitim faaliyetlerine, ana dilde eğitim eşitliğinin sağlanması için gerekli alt yapı yatırımlarına önem verildi. Bütün bu alanlardaki iyileştirmeler için ayrılan pay yıllar açısından giderek arttırıldı. Tüm ülkede çok sayıda okul yapıldı. Ana dilde eğitim yapan okulların açılmasıyla ve diğer iyileştirme tedbirleriyle halklar arasındaki fiili eşitsizlikler giderilmeye çalışıldı. İlk ve ortaokullardaki öğrenci sayısı 28 milyona çıkmıştı (1914’te sayı 8 milyondu) üniversite öğrencisi sayısı da aynı dönemde 112.000’den 542.000’ne yükseldi. Stalin; “Bizim devrimimiz kapitalizmin zincirlerini parçalayıp halka özgürlük getirmekle kalmayan, aynı zamanda halk için müreffeh bir hayatın maddi şartlarını da yaratan tek devrimdir.” diyordu. Devrim, halkın kültür düzeyinde de köklü bir iyileşme ve yükselme sağladı. Devrim öncesinde nüfusun % 90’ına yakını okuma-yazma bilmiyordu.
Sovyetler Birliği’nde sağlanan tüm gelişmelere ve sanayideki yüksek gelişme temposuna karşın, gelişme düzeyi henüz geriydi. Sanayinin gelişme hızının düşürülerek tarıma ağırlık verilmesini isteyenler, sosyalizmin yaşayabilmesi için gerekli olan sosyalist birikimin gelişmişlik düzeyinin önemini kavramıyorlardı. Stalin bu türleri “sınıf düşmanının ajanları” olarak değerlendirirken tümüyle haklıydı. Kent ve kırdaki kapitalist unsurlarla savaşmak ve onları yenilgiye uğratmak için yalnızca mülkiyetin ve emeğin sosyalist örgütlenmesine değil, aynı zamanda yeni bir tekniğe de ihtiyaç vardı. Yeni tekniğin tüm üretim alanlarında kullanılması gerekiyordu. Komünist idarecilerin önemli bir kesiminin, teknik sorunların ‘uzmanların işi olduğu’ düşüncesinde olmaları; Stalin’in bu konuya özel bir önem vermesine yol açtı. “Eğer bu fabrikada yöneticiyseniz, fabrikanın bütün işlerine karşın, her şeyiyle ilgilenin, hiçbir şeyi gözden kaçırmayın, öğrenin, tekrar öğrenin. Bolşevikler tekniği iyice öğrenmelidirler. Bolşeviklerin kendilerinin birer uzman olma zamanı gelmiştir.” diyordu.
Stalin, yöneticilerin tekniğe ilgisizliğine dikkat çekerken de şunları söylüyordu: “Böylece komünist idareciler kendilerini ‘genel’ yönetim görevine, kağıt imzalamaya verirken, burjuva ‘uzmanlar’a üretimde istedikleri gibi at oynatma olanağı verildi. Tanıtlamaya gerek yok ki, böyle bir tutumla, ‘genel’ yönetimin yozlaşarak iradecilik oyununa, kısır bir kâğıt imzalamaya, boş vere kâğıtlarla uğraşmaya dönüşmesi kaçınılmazdı.”
Kırsal alanda da tüm iyileştirmelere rağmen çeşitli zorluklar yaşanıyordu. Mülksüzleştirilen kulaklar, taktik değiştirerek kolektif çiftliklere sızıyor, sabotajlar düzenliyorlardı. Partide ve işletmelerde yeterli uyanıklığın olmadığı her durumdan yararlanarak çiftliklere sızıyor, onların düzenini ve çalışma disiplinini bozuyor, hasat hesaplarında ve yapılan işlerin kayıtlarında karışıklık yaratıyor, çiftlik atlarını öldürüp sakatlıyor, traktör ve tarım makinalarına zarar veriyor ve böylece sosyalist inşa faaliyetini sabote etmeye çalışıyorlardı.
Sovyet partisi, kulakların sabotajlarını ve sosyalist tarımı örgütleme çabalarına karşı giriştikleri oyunları etkisiz kılmak için, makine-traktör istasyonlarında siyasi şubeler açma karan aldı ve Ocak 1933’te 17000 parti üyesi kırlık alana gönderildi. Siyasi şubelerdeki partililerin çabasıyla kolektif çiftliklerin durumu düzeltildi. Kulakların sabotajları en alt düzeye indirildi.
1934’te toplanan 17. parti kongresine sunduğu raporda Stalin, ülkede kaydedilen gelişmelere dikkat çekerken, çeşitli tehlikeler konusunda da partiyi ve Sovyet işletmelerinin yöneticilerini uyarıyordu. İdeolojik ve siyasi önderliğin önemini vurgulayan Stalin; parti düşmanlarının, oportünistlerin, milliyetçiliğin ideolojilerinin kalıntılarına dikkat çekiyor ve ideolojik etki kalıntılarının bazı tek tek parti üyelerinin kafalarında varlığını sürdürdüğünü ve ortamını bulduğunu, sık sık su yüzüne çıktığını söylüyordu.
Kapitalizmin, iktisadi hayatta ve insanların düşüncelerinde kalıntılar biçiminde de olsa, varlığını sürdürmesi, yenilgiye uğratılmış anti-Marksist ideolojilerin canlanması için elverişli ortamı sağlıyordu. Burjuva düşüncelerin kalıntıları daha uzun zaman zihinlerde yalamaya devam edecekti. Yine kapitalist dünya, kapitalizmin kalıntılarını canlandırmak için tüm olanaklarını seferber etmekten kaçınmazdı. Stalin, elde edilen tüm başarılara rağmen, uyanıklığın elden bırakılmamasını istiyor, “partiyi uyuşukluğa kaptırmamak, aksine uyanıklığını arttırmalıyız. Ninniyle uyutmamalı, eyleme hazır tutmalıyız; silahsızlandırmamalı, tersine silahlandırmalıyız; terhis etmemeli, tersine daha seferberlik halinde tutmalıyız.” diyordu.
Stalin, öngörülerinde isabetliydi; çünkü parti içi muhalefet gelişmelere göre tutum belirliyor, kritik anlarda partinin ve işçi sınıfının sosyalizmi inşa faaliyetini sabote etmeye çalışıyordu. Sağ oportünistler, parti politikasının zaferi onların görüşlerinin kofluğunu ortaya koydukça, sinsi yöntemlere başvuruyorlar ve ülkenin sosyalizm yolunda ilerleyişini durdurmaya çalışıyorlardı. Birçok kez özeleştiri yapmalarına, partiye ve Sovyet devletine bağlılık yeminleri etmelerine karşın, gizli gizli hizip faaliyetlerini sürdürdüler. Troçki, Buharin, Rikov, Kamanev ve Zinovyev bu “muhalefet” gruplarının başını çekiyorlardı. Bolşevik partisi, Stalin ve Sovyet hükümeti, bu oportünist çevreye karşı yeterince sabırlı davranmış, onlara düzelmeleri için çokça olanak tanımıştı. Şimdi ülke yeni bir saldırı tehlikesiyle karşı karşıyaydı ve iki ateş arasında kalmak ölüm demekti. 1934’te Kirov bu hizipçilerin entrikaları sonucu öldürülmüştü. Parti yönetimine karşı komplolar devam ediyordu. Kirov’un katili Zinovyevcilerle ilişkisini açığa vermişti. Troçki, bu muhalif grupların tümüyle ilişkiliydi.
Kirov’un öldürülmesi ve partiye karşı tertiplerin su yüzüne çıkması, partide siyasi uyanıklığın yetki olmadığını gösteriyordu. Bu durumu dikkate alan Sovyet Partisi ve hükümeti uyanıklığın arttırılması çağrısında bulundu. Parti örgütlerine yayınlanan genelgede şöyle deniyordu:
“a) Biz güçlendikçe ehlileşeceği ve zararsızlaşacağı yanlış varsayımdan çıkan oportünist rahatlığa son vermeliyiz. Bu varsayım tam bir safsatadır, düşmanlarımızın yavaş yavaş sosyalizme yaklaşacağı ve sonunda hakiki sosyalistler haline geleceği yolunda herkese garanti veren sağ sapmanın yeniden ortaya çıkmasıdır. Bolşevikler kazandıkları başarılarla yetinemezler, nöbette uyumamalıdırlar. Bizim rahatlığa değil, uyanıklığa, gerçek devrimci Bolşevik uyanıklığa ihtiyacımız vardır. Düşmanlarımızın durumu umutsuzlaştığı ölçüde Sovyet iktidarıyla mücadelede yenilgiye mahkum olanların son çare olarak başvurdukları ‘aşırı yollar’a o kadar sıkı sarılacaklarını hatırlayalım. Bunu hatırlayalım ve uyanık olalım.”
Yönetim silahlı ve işçi köylülerin eline geçtiği, her kademedeki yönetici ve görevlilerin seçimle işbaşına geldiği ve istendiği zaman geri alındığı proletarya diktatörlüğü koşullarında kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde, henüz sömürücü sınıf kalıntılarının ve özellikle de onların ideolojik etkenlerinin varlığını sürdürdüğü dönemde, proletaryanın partisinin saflığının korunması ve proleter uyanıklığın gösterilmesi, sosyalist inşanın başarısı için hayati önem taşımaktadır.
Sınıf mücadelesi -biçiminde değişiklikler olmakla birlikte- sosyalizm koşullarında devam eder. Başarmak ve zaferi sağlamlaştırmak için sınıflar ortadan kalkana kadar dayanmak, yeni bir düşünme, hareket ve yaşam tarzını egemen kılmak gerekir. Öte yandan sınıfların ortadan kalkması, sömürücü sınıfların ortadan kalkmasıyla sınırlı değildir. Köy ile şehir, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki farklılıkların da ortadan kalkması gerekir. “Şurası açıktır ki; sınıfların tümüyle ortadan kalkması için yalnızca sömürücü sınıfların, büyük toprak sahiplerinin devrilmesi, yalnızca üretim araçlarının (özel) mülkiyetinin lağvedilmesi yetmez, aynı zamanda köy ile şehir arasındaki, kafa ve kol emekçileri arasındaki farklılığın da ortadan kalkması gerekir.”
Sosyalizm, kapitalizmden komünizme geçiş dönemidir. Bu dönemde kapitalizmle komünizmin unsurları uluslararası gelişmelere bağlı olarak uzun bir süre bir arada bulunur ve nihai olarak kimin kazanacağı bu süreçteki sınıf mücadelesine, zorlu çatışmalara bağlıdır. Egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın yalnızca devrilmiş sınıfların kalıntılarıyla değil, dost sınıflarla da çelişkisi vardır. Proletarya diktatörlüğü, bu geçiş sürecinin devleti olarak, bir sınıf mücadelesi aracı rolünü oynamayı sürdürür, tenin şöyle diyordu: “onlar, proletarya diktatörlüğünün sınıflar tasfiye edilmediği sürece kaçınılmaz olarak bir sınıf mücadelesi dönemi olduğunu ve kapitalizmin çökertilmesinden sonraki ilk dönemde, biçim değiştirerek, özellikle şiddetli bir hal alarak özel bir karakter üstleneceğini itiraf etmekten korkuyorlar. Proletarya iktidarı alınca sınıf mücadelesini bırakmaz, tersine, ama tabii ki farklı koşullarda, farklı biçimlerde ve farklı araçlarda, sınıflar ortadan kalkıncaya kadar sürdürülür.”
S. Birliği’nde sosyalizmin inşası henüz kafa ve kol emeği arasındaki farklılıkların ve bundan kaynaklanan çelişkilerin ortadan kalktığı aşamaya varmamıştı. Sömürücü sınıf kalıntılarının faaliyetleri devam ediyordu. İş karşısında bilinçli sosyalist yeni tavrın yaygın olarak yerleşmesinde henüz açıklar vardı. Üretimin ve bölüşümün sayım ve kontrolünün halk tarafından yapılması ciddi bir kültürel seferberliği ve işe karşı yeni tavrın egemen hale gelmesinin işin bir “yiğitlik ve kahramanlık meselesi” sayılmaktan öte, zevkle yapılır duruma gelmesi gerekiyordu. Küçük üretimin uzun yıllar sürmesi, özel kolhoz bahçeleri işletmeciliğinin 50’li yıllara dek varlığı (Stalin’den sonra bunun kapsamı genişletildi ve özel işletmeler yaygınlaştırıldı.) çelişkilerini besleyen etkenlerdi. Bütün bunlar sınıf mücadelesinin sürdürülmesini gerektiriyordu. 1934’lerde Stalin, konuya ilişkin olarak şöyle diyordu:
“Partimin 17. Konferansı ikinci beş yıllık plan’ın hemen temel siyasal görevlerinden birinin ‘kapitalizmin geri kalıntılarını ekonomide ve insanların bilincinde yenmek’ olduğunu belirtiyor. Pek doğru bir düşünce. Her şeye karşın, kapitalizmin ekonomideki bütün kalıntılarını daha şimdiden yenilgiye uğrattığımız söylenebilir mi! Elbette ki söylenemez. Kapitalizmin insanların bilincindeki kalıntılarını yendiğimiz hiç söylenemez. Bunu söylemek olanaksızdır, yalnızca insanların bilincini, onların ekonomik durumlarına göre geride olmasından değil, ayrıca bu, SSCB’de ekonomide ve insanların bilincinde kapitalizmin kalıntılarını yeni baştan canlandırmaya çalışan kapitalist kuşatmanın daima hazır durumda elması nedeniyle de olanaksızdır ve biz Bolşevikler, bu kapitalist kuşatmaya karşı barutumuzu her zaman kuru tutmak zorundayız.”
Stalin tarafından dikkat çekilen tehlikelerin, bu uyarının yapıldığı dönemi takip eden yıllarda daha da arttığı, kapitalizmin kalıntılarının canlandırılması çabasıyla yetinmeyen emperyalistlerin, SB’ye fiili saldırıya geçerek işi bitirmeye çalıştıkları bilinen bir gerçektir.
Lenin de sınıfların ortadan kalkmasına uzun ve zorlu mücadelelerin gerektirdiğini belirtiyor ve kalıntılara dikkat çekerken şöyle yazıyordu:
“Bu çok uzun süreli bir görevdir. Başarılması için güçlerin gelişmesinde çok büyük bir adım atmamız, küçük çaplı üretimin çok sayıdaki kalıntılarının direncini kırmamız (genellikle pasiftir, kısmen inatçıdır ve kırılması zordur.) bu kalıntılarla bağlantılı olan muazzam alışkanlık ve ataletin üstesinden gelmemiz gerekmektedir.”
Sovyet partisinin saflarına, bazı örgütlerin uyanık ve sorumlu davranmamaları sonucu yabancı unsurlar sızabilmişti. Sınıf düşmanları bu durumdan yararlanarak ellerine geçirdikleri parti kartlarını casusluk, yıkıcılık vb. gibi faaliyetlerinde maske olarak kullanabiliyordu. Parti örgütlerinde birçok yöneticinin yeni üye kaydı ve parti kartlarının verilmesinde sorumlu davranmadıkları, bu işe gereken önemi vermedikleri tespit edilmişti. Partiye üye kaydı, bu tür yöneticiler tarafından, denenmemiş ve güvenilir olup olmadıkları bilinmeyen üyelere terkedilmişti. Bu aynı duyarsızlık, parti örgütleri ve işletme yöneticiliği organlarında” yozlaşma ve bürokratizmi de besliyor ve sonraki yıllar için de tehlike olma özelliği taşıyordu.
Partinin bu ciddi tehlikeden kurtarılması, parti saflarının temizlenip sağlamlaştırılması, sosyalist inşaya karşı sabotajların etkisiz kılınması için partide yeni bir seferberlik ilan edildi. 1936’da konuya ilişkin MK kararında şöyle deniyordu. “Bolşevik uyanıklığı en yüksek dereceye çıkarmak, Leninist partinin bayrağını yüksekte tutmak ve parti saflarını, yabancı, düşman ve tesadüfî unsurların sızmasına karşı korumak her parti örgütünün görevidir.”
Aynı yıllarda ülkenin ekonomik-kültürel yapısında büyük iyileşme sağlanmıştı. Kapitalist unsurlar esas olarak tasfiye edilmiş, iktisadi hayatın tüm alanlarında sosyalist sistem egemen kılınmıştı. Güçlü bir sosyalist sanayi yaratılmıştı. Modern makinelerle donatılmış ve dünyada en büyük tarımsal üretimin yapıldığı kolektif çiftliklerin ve Sovyet çiftlikleri biçimindeki sosyalist çiftlik, tarımda egemen hale gelmişti. Kulaklar sınıf olarak tasfiye edilmiş ülkenin iktisadi yaşamında önemli bir rol oynayan küçük köylüler kolektif kooperatif çiftliklerinde bir araya getirilmişti. Üretim araçları üzerinde kamu mülkiyeti sağlanmış ve insanın insanı sömürmesinin maddi temeli esas olarak ortadan kaldırılmıştı. Sosyalizmin inşası sürecinde sömürücü unsurlar, “kapitalistler, vurguncular, tüccarlar ve kulaklar” tasfiye edilmişti. Ancak bu, tehlikenin bittiği anlamına gelmiyordu. Sömürücü sınıfların kalıntıları hala varlığını sürdürüyordu ve bu durum, “eski cennetin geri getirilmesi” çabalarına maddi zemin sağlıyordu. Siyasal ve ekonomik alanda, parti’de ve işletme yönetimlerinde ortaya çıkabilecek yozlaşmalar kazanılan mevzilerin kaybedilmesi tehlikesini yok etmiyordu. İkinci Dünya Savaşı koşulları, üretici güçlerdeki gelişmeyi ve inşa faaliyetini olumsuz etkiledi. Partideki sorunlar, savaş sonrasında, savaş koşullarının da etkisiyle daha da ağırlaştı. 1952’deki 19. Parti Kongresi bu sorunlara değindi. Stalin tarafından hazırlanan raporda, bürokratik bozulmaya, fırsatçılık ve bozgunculuk eğilimlerinin güçlenmesine dikkat çekildi. Partideki bozulma, proletarya diktatörlüğü uygulamasında ve sosyalist ekonominin inşasında tahrip edici bir rol oynayacaktı ve buna karşı mücadele edilmeliydi. Stalin bu mücadeleyi başlattı, ancak sonuçlandırmaya ömrü yetmedi. Ayrıca parti ve devlet organlarında kazanılan başarıların abartılması ve bunun yol açacağı rehavete kapılma tehlikesi de yozlaşma ve bürokratlaşma eğilimlerinin güçlendiğini belirtiyor ve buna karşı mücadele çağrısı yapıyordu

KAPİTALİZMİN KRİZİ VE DIŞ MÜDAHALE
Kapitalizmin krizi yeni bir savaşın koşullarının hızla olgunlaşmasına yol açtı. 1932’de Japon emperyalistleri, Avrupa ve Amerika’nın iktisadi zorluklarını da değerlendirerek, Çin’i ele geçirmek amacıyla birliklerini Mançurya’ya çıkardılar. Japonlar Milliyetler Cemiyetinden çekilerek Çin’i ezmeyi ve Sovyetler Birliği’ne saldırmayı hedefliyorlardı. İktisadi kriz, Almanya’da da huzursuzlukları arttırdı. Alman sermayesi, gelişen işçi ve komünist hareketi bastırmak için, faşistlerin iktidara gelmesini zorunlu görüyordu. 1933’de Hitler iktidara geldi. İçte işçi sınıfı ve halka karşı azgın faşist saldırı kampanyası başlatılırken, dışa karşı Avrupa’da sınırların zorla değiştirilmesini sağlamak amacıyla savaş hazırlıkları hızlandırıldı. Kriz devrevi özellikler taşımakla birlikte, esas olarak derinleşti. Krizin uluslararası özelliği, emperyalistler arası çelişkileri de keskinleştiriyordu. Saldırgan emperyalist devletler, zayıf ülkeleri işgal edip sömürerek krizi atlatmayı denediler. 1935’te İtalya Habeşistan’a saldırdı. Bu, aynı zamanda, İngiltere’ye karşı başvurulmuş bir hareketti. Almanya tek yanlı olarak Versay Anlaşması’nı geçersiz saydı ve 1936’da İtalya ile birlikte, İspanyol faşistlerini desteklemek üzere İspanya’ya saldırıya geçti. 1938 başında Alman faşistleri Avusturya’yı işgal ettiler. Almanya ve İtalya; Asya ve Afrika’da, İngiltere ve Fransa’nın etki alanlarını daraltmak ve onların aleyhine mevzi kazanmak istiyorlardı. 1937’de Japonlar, Pekin’i işgal ederek Şanghay’a kadar ilerlediler. Savaş, bir anda, 500 milyon insanı içine çekerek yaygınlaştı ve bir dünya savaşına dönüştü. “Demokratik” devletler denen ABD, İngiltere ve Fransa önce bir bekleme tutumuna girdiler. Amaçları, faşist saldırganları sosyalist Sovyetler Birliği üzerine salmaktı.
Avrupa’da işçi hareketini ve Asya’da milli kurtuluş hareketlerini ezmek için, faşist saldırılarını genişlettiler.
Bu gelişmeler, sosyalist Sovyetler Birliği’ne yönelik emperyalist saldırı ve işgalin planlandığını gösteriyordu. Sosyalist anavatanı ayakta tutmak ve emperyalistlerin saldırılarını püskürtmek için, diplomatik, politik çabalar yoğunlaştırıldı. Yanı sıra ülkenin korunması ve savunulması için ordu ve donanmanın savaş gücünün arttırılması çalışmalarına girişildi. Fransa, Çekoslovakya, Moğolistan gibi ülkelerde karşılıklı yardımlaşma ve saldırmazlık anlaşmaları imzalandı.
1939’da, savaş, dünyanın çok geniş bölgelerine yayıldı. Avrupa ve Asya, savaşın şiddetlendiği alanlardı. Emperyalistler, fırsatı yakalamışken sosyalizme son vermeyi ve SB topraklarını tekrar kapitalist pazara katmayı amaçlıyorlardı. Bu planların boşa çıkarılması ve savaşın engellenmesi için barış politikasını uygulayan Sovyet devleti, emperyalistlerin yağma savaşına karşı hazırlıksız yakalanmamak amacıyla, savunma tedbirlerini hızla arttırdı. Amerika ve İngiliz-Fransız emperyalistlerinin, Alman faşistlerini, Sovyetler ülkesi üzerine sürme politikasını boşa çıkarmak amacıyla ve zaman kazanmak için Almanya ile bir saldırmazlık anlaşması imzalandı. Stalin, Hitler’in bu anlaşmayı çiğneyeceğini biliyor ve ona göre ülkeyi hazırlıyordu.
SSCB’de sosyalizmin başarıları “sermayeye karşı mücadelelerinde tüm ülkelerin işçilerinin devrimci mevzilerini” güçlendirirken, uluslararası •burjuvazinin ve sermayenin gücünü darbeliyordu. Bu bakımdan, sosyalist SB’ni, bu muazzam devrim üssünü ortadan kaldırmak, uluslararası burjuvazinin başta gelen amacıydı.
1941’de Alman orduları Sovyetler Birliği’ne saldırıya geçtiler. Emperyalistler-arası savaşın özelliği değişti ve S. Birliği ve dünya halkları için, faşist saldırganlık savaşına dönüştü. Sosyalist anayurdun savunulması ve sosyalizmin yaşatılması birincil önem kazandı. Sovyet proletaryası ve halkları, Stalin’in ve partinin önderliğinde, emperyalist işgale karşı büyük yurtsever savaşı başlattılar. Milyonlarca Sovyet işçi ve emekçisi, partinin yüz binlerce üyesi bu savaşta şehit düştüler. Sovyetler Birliği proletaryası ve emekçilerinin büyük fedakârlıklarıyla faşist saldırganlar püskürtüldü ve Almanya’ya kadar kovalandı. Sosyalizm ülkesi ayakta kalmayı, büyük acılar pahasına da olsa başarmıştı. Ne ki savaş, sosyalist inşa faaliyetini ve sosyalist ekonomiyi darbeleyen bir şeydi. Ülke kaynaklarının önemli bir bölümünün savunma sanayi alanına çekilmesine yol açan, işçi ve köylü kitlelerinin yönetim aygıtında yer alması çabasını geciktiren ciddi bir etkendi. İkinci Dünya Savaşı’nın sosyalizmin inşasına verdiği zararın boyutları sonradan daha iyi anlaşılacaktı. “Kapitalizmin restorasyonu rüyası”nı görenler, savaş koşullarından yararlanarak, sosyalizmin tasfiyesi faaliyetini yoğunlaştırdılar: Sonradan gerçekleşen restorasyon, biraz da bu süreçte ortaya çıkan olgular üzerinde yükseldi. “Sovyet iktidarının en büyük düşmanı” rolünü oynayan ve gizlice faaliyet sürdürenler, Sovyet partisini ele geçirme olanaklarını elde edebildiler. Bu bakımdan kapitalizmin restorasyonu sorununu savaştan bağımsız ele almak doğru olmayacaktır.
Savaş ve anavatanı savunma görevinin öne çıkması sosyalist inşa faaliyetini baltalayan, zayıflatan ve fırsat kollayan düşman unsurların faaliyetlerinin olanaklarını genişleten bir rol oynadı. Gizlenmiş unsurlar ve sömürücü sınıf kalıntıları başlarını kaldırdılar. Parti saflarındaki bozulma güç kazandı. Ekonominin ve işletmelerin yönetimindeki- unsurların saflarında bürokratik bozulma ve yozlaşma eğilimleri gelişme olanağı buldu. Partiye sızma ve içten ele geçirme çabaları arttı. Sosyalizm için her zaman gerçek bir tehlike olan emperyalist kapitalizmin, kapitalizmin restorasyonu için doğrudan askeri müdahale olanağı bulmuş olması, içerdeki sınıf düşmanlarını da cesaretlendirdi ve hiçbir zaman vazgeçmedikleri ‘yeniden iktidar olma’ emellerine kavuşmak için faaliyetlerini arttırmalarını mümkün hale getirdi.
Kapitalizmin restorasyonu, bir anlık bir darbeyle değil, tüm bu süreçte yaşanan sınıf mücadeleleri sonucu, bir süreç içinde mümkün hale geldi, gerçekleşti.
Sovyetler Birliği, savaştan büyük kayıplar pahasına zaferle çıktı. Savaş, dünya dengelerinin değişmesine yol açtı. Balkanlar’da, Doğu-Avrupa ve Asya’da yeni devrim ocakları ortaya çıktı. Emperyalizmin pazar alanı daraldı. Sosyalizmin prestiji giderek arttı. Sovyetler Birliği’nin büyük yurtsever anti-faşist savaşla, Hitler’ci faşist işgalcileri ininde boğması, dünya halklarının saflarında sosyalizme güveni pekiştirdi. Arnavutluk, Doğu Almanya ve Çin’de halk demokrasisi devletleri kuruldu. Bulgaristan, Macaristan, Çekoslovakya, Polonya ve Romanya gibi ülkeler, emperyalist kapitalizmden koparak, merkezinde sosyalist Sovyetler Birliği’nin yer aldığı devrim cephesine katıldılar. (1) Proletaryanın ve ezilen halkların mücadelesi yükseliş içine girdi. Sosyalizm ve sosyalist SB’nin dünya proletaryası ve halkları üzerinde büyük bir prestiji vardı. Dünya topraklarının 5/1’i emperyalist kapitalizmden kopmuştu. Anti-emperyalist kurtuluş hareketleri, Sovyetler Birliği’nin şahsında sosyalizmin desteğine sahiptiler.
Emperyalist burjuvazi, oluşan yeni güçler dengesini değerlendirdi ve yeni taktikler geliştirdi. Savaş, emperyalistlere, sosyalizme karşı mücadelenin kapsamını genişletmeleri gerektiğini gösterdi. Emperyalist cephede ABD, en güçlü mali, ekonomik ve askeri güç olarak öne çıktı. İkinci savaşın çıkmasında, emperyalizmin en saldırgan kıtalar olarak rol oynayan Alman faşistleri ve müttefiklerinin yenilmesi, ABD’nin kapitalizmin patronu olarak öne çıkmasını ve bu ülkeler üzerinde de baskı kurmasını sağladı.
ABD burjuvazisinin etkin rolüyle emperyalizm, sosyalizme karşı çok yönlü bir saldın dalgasını başlattı. Sosyalizmin Avrupa ve Amerika proletaryası üzerindeki etkisini kırmak ve yeni devrimleri engellemek için çok yönlü taktikler geliştirdi. Proletaryayı aldatma, işçi aristokrasisini daha etkin kullanma, sosyal devlet demagojisini geliştirme ve yeni sömürgeci politikanın uygulanması bu kapsamdaydı. Sosyal güvenlik önlemleri ve sendikal haklar alanında iyileştirmelere gidildi. Bilim ve teknikte kaydedilen gelişmeler, yeni teknolojik buluşlar, proletaryanın mücadelesine karşı devreye kondu.
Emperyalist burjuvazinin, sosyalizmle, proletarya ve halkların mücadelesine karşı çok yönlü yeni saldırı taktikleri geliştirdiği ve sosyalizmin yeni sorunlarının Sovyet partisi ve devleti bünyesinde tartışıldığı bir dönemde, Stalin öldü.
Stalin, baştan beri Bolşevik-Marksist çizginin kararlı savunucusu ve uygulayıcısıydı. Ölümünden önce, 19. Parti Kongresi’nde, partide ve devlet aygıtındaki bürokratik bozulmaya, ikbal avcılığı yapanlara ve anti-sosyalist anlayışlara dikkat çekmişti. Ölümüyle birlikte, onun daha önce bir tehlike saydığı ve öldürücü darbe vurmaya fırsat bulamadığı ya da vuramadığı, parti ve işletmelerdeki bürokrat unsurlar rahat hareket etme olanağı buldular.

REVİZYONİST KARŞIDEVRİM VE KAPİTALİZMLE BÜTÜNLEŞME
Krusçev’in başını çektiği bir darbeyle parti yönetimi Stalin ve Lenin çizgisini savunanlardan temizlendi. Ekonomide ve politikada, hızla burjuva-kapitalist çizgiye kayış ve yeni bürokrat tabakanın egemenliğini tesis için Krusçevliler kolları sıvadılar. Marksist söylemi kullanmayı elden bırakmayan, sosyalist birikimin üzerine basarak, bir yandan Leninist devlet, devrim ve proletarya diktatörlüğü teorisinin tahrifatına girişirken, öte yandan parti bürokrasisi ve işletme yöneticilerinin maddi gelir elde etmesini ve palazlanmasını sağlayacak yeni teşvik ve bölüşüm politikası geliştirdiler. Partiyi, proletaryanın devrimci sınıf partisi, devleti, proletaryanın devrimci diktatörlüğü olmaktan çıkararak, sözde, çelişkilerin olmadığı demagojisiyle “tüm halkın partisi”, “tüm halkın devleti”ne dönüştürdüler! Yeni revizyonist bürokrat burjuvazinin parti ve devlet yönetimini garantilemesinin tüm tedbirlerini aldılar. Bir yandan Lenin ve Stalin’in izleyicilerini temizlemeye ve katletmeye girişirken, öte yandan “Liberman reformları” olarak bilinen reformlarla, kapitalizmi güçlendirmenin yeni yöntemlerini uygulamaya soktular. Mülkiyet, “devlet tekeli” görünümü altında bürokrasinin elindeydi. Üretimin bölüşümünde bürokratik kast lehine bir uygulamaya geçildi. İşletmelerin merkezi plan dışında kâr amaçlı özel planlar yapması ve kârın işletme yöneticilerinin hiyerarşik konumuna göre bölüşümü, burjuva unsurların parti ve işletmelerde güçlenmesine. Yol açtı. Yapılanların “sosyalizmi güçlendirme gereği” olarak reklâm edilmesi, proletaryanın aldatılmasını sağladı.
Sosyalist Sovyetler Birliği bir süreç içinde kapitalizmin restore edildiği sosyal-emperyalist bir ülke haline getirildi. Artık, kapitalizm kampıyla kavga, sosyalizm-kapitalizm mücadelesi olmaktan çıkmış, nitelik değiştirerek, pazarların ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi ve denetlenmesine yönelik, kapitalistler arası kavgaya dönüşmüştü. Yeni Sovyet burjuvazisi, sosyalizmin prestijinden yararlanıyor, sosyalist biçimleri ve Marksist terminolojiyi kullanarak, halkları aldatma imkânı bulabiliyordu. Bu durum, onun, halk demokrasili ülkeler üzerindeki etkisinin sürmesini sağlıyor, bu ülkenin ekonomileri modern revizyonistler tarafından sömürülüyordu. Yine “sosyalist olma” görüntüsü anti-emperyalist halk devrimlerinin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin, modem revizyonistler tarafından hegemonya mücadelesinin araçlarına dönüştürülmesine yol açıyordu. Afrika’da ve Latin Amerika ülkelerinde gelişen anti-sömürgeci mücadeleler, Vietnam, Kamboçya, Nikaragua,-Mozambik vb. ülke halklarının kurtuluş mücadeleleri karşısında revizyonist-bürokrat burjuvazi hep aynı görüntüden yararlandı. Ezilen halkların köleleştirilmesi kavgasına sosyal-emperyalistler de katıldılar. Çekoslovakya ve Afganistan işgalleri böyle gelişti.
İktidarı alan yeni burjuvazi, ülke ekonomisini, kapitalist rekabet gereği militarize etti. Tüm yatırımlar, silah sanayisine yöneltildi. Eskimiş makina, fabrika ve tekniğin yenilenmesi yoluna gidilmedi. Tarımda ve sanayide, Stalin döneminde, sağlanan ilerlemeler durduruldu ve o dönemin birikimi hoyratça harcanmaya başlandı. Bu durum ve kapitalizmin gelişmesi yeni bunalımları da birlikte getirdi.
Bunalım, kapitalistleşmenin hızıyla paralel derinlik kazandı. Dışarıda tekeller-arası rekabete katılma gündeme gelirken, içeride işsizlik ve hayat pahalılığı arttı, yatırımlar durma noktasına geldi, milliyetçi duygular gelişti ve ulusal çatışmalar boy verdi. Kruşçev ve Brejnev’in yolunda ilerleyen Gorbaçov’un emperyalizme açık entegrasyonu savunarak, sosyalist biçimleri ve Marksist söylemi tümüyle terk etmesiyle Stalin aleyhtarlığının, gerçekte Marksizm ve sosyalizm düşmanlığı olduğu daha açık olarak, bizzat Gorbaçov’cu revizyonistlerin ağzından dile getirildi.
Yaklaşık 30 yıldır kapitalizm ve burjuvazinin boy verdiği ve egemen olduğu bir ülkede meydana gelen bugünkü olayları, tarihi çarpıtarak sosyalizme mal etmeye çalışanlar, baştan beri anlattığımız süreçleri ve gelişmeleri görmezden gelerek, kapitalizmin ve burjuvazinin suçlarını, kapitalizmden kaynaklanan işsizliği, yaşam pahalılığını, fiyat artışını, ulusal çatışmaları sosyalizme fatura etmektedirler.
Sosyalizmin, proletaryanın yeni devrimci dalgalarıyla desteklenmemesi ve iktidarda olduğu bu ülkelerde, iktidarın korunamaması vb. nedenlerle yenilgiye (ki bu geçicidir) uğraması sonucu oluşan koşullarda, yenilginin ruh haliyle, burjuvazinin anti-sosyalist gerici kampanyasına güç verme anlamına gelen bu tutum, devrimci ve Marksist değildir. Tutumun temelinde, gelişmelerin, tarihsel süreçlerin ve olguların yanlış tahlilinden kaynaklanan, devrime, proletaryanın devrimci sınıf niteliğime ve sosyalizmin zaferine inancın yitirilmesi yatmaktadır.
Şimdi; tüm tarihsel dönemlerde olduğundan daha güçlü bir anti-sosyalist, anti-Marksist saldırı kampanyası karşısında, bulunuyoruz. Şimdi, kitlelere sınıf işbirliğinin, dine ve milliyetçiliğe sarılmanın önerildiği, burjuva felsefi-ideolojik görüşlerin egemen kılınmak istendiği bir dönemde yaşıyoruz.
Ama bu geçici bir evredir. Kapitalist dünya, çelişkileriyle parçalanmıştır. Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar, Latin Amerika kaynamaktadır. Avrupa proletaryasının huzursuzlukları artmaktadır. Yeni devrimler kaçınılmazdır. Proletarya kazanacaktır.
Her fırsatta kapitalizme övgü düzüp, sosyalizme küfredenlerin, kapitalizmin ebediliği rüyası, bir karabasan gibi onları boğacaktır. Toplumsal gelişmenin yönü sosyalizmedir ve bu engellenemez.

Eylül 1992

DİPNOT:
(1) Anti-sosyalist kampanya sürdürenler, bilinçli bir tarzda, Doğu Avrupa ülkelerindeki gelişmeleri SB ile aynı göstermeye çalışırlar. Bu ülkelerde sosyalizme geçişin olup olmadığı onları ilgilendirmediği gibi, kasıtlı olarak, bu ülkelerde devrimin başlangıcını, dolayısıyla da “sosyalizmin inşasını” Sovyetler Birliği’nde devrimin zaferi ve inşa faaliyetiyle birlikte başlattılar, böyle bir imaj yarattılar. Örneğin Doğu Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’dan ayrılmasına ve revizyonistlerin ihanetiyle çok kısa bir süre sonra, (1956 Sovyet partisinin 20. kongresiyle yönetimi gasp eden Kruşçevciler, SB’nin prestiji ve etkisini kullanarak, halk demokrasili ülkeleri etkileri altına aldılar ve onların partilerini kendi yollarını izlemeye zorladılar. Arnavutluk ve Çin buna farklı açılardan direnirken, ötekiler boyun eğdiler) süreç kesintiye uğrar ve bu ülke, revizyonizmin yoluna girmişken, bunu gizleyen ve “sosyalizmin geriliği’ni bu ülkeyi Batı Almanya ile karşılaştırarak ispatlamaya çalışanlar hiç az değildir. Bunlardan biri de HEP Genel Sekreter yardımcısı Kemal Okutan’dır. Okutan, 6 Temmuz tarihli “Özgür Gündem” gazetesinde yayınlanan yazısında, Almanya yolculuğu sırasında “2 saatlik boş bir zaman’da, iki Almanya’yı karşılaştırma imkanı bulduğunu söylüyor ve “sosyalizmin ilkellik” olmadığı demagojisiyle, sosyalist dediği Doğu Almanya’nın geriliğinden hareketle, sosyalizmin kapitalizme göre geri olduğu sonucuna varıyor.
Kemal Okutan, bu yazısında, halklara, proletaryaya ve sosyalizme karşı sorumluluk duymayan bir kişinin hafif davranışını sergilerken, sosyalizme duyduğa öfkenin gerçek nedenini de ortaya koyuyor: “Evet! kendilerini dünya sosyalizminin öncüleri sayanlar, dünyanın en mazlum halklarından, Kürtlerden hiç bahsetmemişler. Maşallah ne sosyalizm?” diyor. Kemal Okutan kendisi gibi düşünenlerin düşüncelerine tercüman oluyor ve sosyalizmden öç alma yolunu seçiyor. “2 saatlik boş zaman”da gördüklerine ve konuştuğu doğru “bir proleter”in söylediklerine dayanarak, “Ortadoğu’nun kalbi Ali Fırat”ın (!) “gerçekçi perspektifi”nin doğrulandığı (!) sonucuna varıyor ve fetvayı veriyor:
“Reel sosyalizm her yönüyle çürümüştü ve yıkıldı. Yıkılması gerekirdi.” Almanya’nın Batı’sı ve Doğu’sunu gezerken, “iki saatlik boş zamanda”, “gerçekleri yerinde inceleme fırsatı” bulduğunu söyleyen bu kişi, Doğu Almanya’da sosyalizmin ne zaman ve nasıl kurulduğu gibi bir sorunu bir yana itiyor, burjuvazinin anti-sosyalist söylemine sarılarak, Doğu’nun geriliğini, sosyalizmin geriliği olarak gösteriyor ve “sosyalizmin yıkılması gerektiği” fetvasını veriyor.
Hayır bay Okutan! Çöken ve çürüyen sosyalizm değil, kapitalizm idi. Doğu Almanya’da sosyalizm zaten olmadı. Gördüğün “yıkık-dökük proleter evleri, plakaları parçalanmış iki kişilik arabalar, bozuk yollar vs.” de kapitalizmin çirkefliğinin ürünleridir. “Gördüklerimiz reel sosyalizmin geriliğini ve ilkelliğini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. Duvarın iki yanını kıyaslayarak” diyorsun. Kapitalizm savunucusu bir kişinin daha farklı konuşması beklenemezdi ama yine de mümkündür.
Bay Okutan’ın, “gerçekçi perspektifin, hiç değilse dürüst olmayı ve olguları esas almayı, her bir süreci kendi koşullarıyla değerlendirmeyi gerektirdiğini bilmesi gerekir. Eğer bir kıyaslama kapitalizm ile sosyalizm arasında yapılacaksa, neden sosyalizmin inşa edildiği -ki tümüyle harap olmuş bir alt yapı üzerinde gerçekleştirildi- 1930’ların, ‘40’ların, ‘50’lerin Sovyetler Birliği ölçü alınmıyor.
Belki de bu, Marksizm ve sosyalizme ‘Kürt sorunu’ yüzünden duyulan öfke nedeniydiler.

Kürt Ulusal Mücadelesi ve Sosyalizm

Yeni çıkan
Kitaplar

“Kitap” bölümünde kitap tanıtımımızı sürdürürken, yakın zamanda yayınlanan kitapların içeriği hakkında okuyucularımızı kısaca bilgilendirmek, bir ilk fikir edinmelerini sağlamak amacıyla bu sayıdan başlayarak ek bir kitap sayfası açıyoruz. Yeni çıkan Marksist-Leninist klasiklerin yanı sıra, olumlu ya da olumsuz ilgi uyandıran kitapları çok kısa olarak bu bölümde okuyucunun dikkatine sunacağız.

Kürdistan’da ulusal hareketle Devlet arasındaki savaşın giderek şiddetlendiği, devletin sivil halka karşı katliamlar gerçekleştirdiği bit dönemde Evrensel Basım-Yayın yeni bir kitap çıkardı: “Kürt ulusal Mücadelesi ve Sosyalizm”. Birçok sorunun hızla netleştiği, ama bazı başka sorunların ise, tartışma zeminin giderek yok olduğu bir dönemde çıkan bu kitap, özellikle bu ikinci türden sorunları irdeleyerek hareketin zaaflarını ortaya çıkarmayı ve çözüm önerileri sunmayı amaçlıyor. Kitabın, Kürt ulusal hareketinde gördüğü temel zaaflar; hareketin başında kendi sınıfsal talepleriyle örgütlenmiş bir proleter öncülüğün bulunmayışı; ona yürekten destek veren aydınların Marksist-Leninist bilimsel bakıştan ne kadar uzak oldukları ve hareketin temsilcisi siyasal örgütün bizzat kendisinde görülen ideolojik ve politik sapmalardır. Kürdistan’daki ulusal kurtuluş savaşının gerçek kurtuluşa ulaşması için, öncel olarak, bu zaaflarını aşması gerekmektedir. Kitap, kapitalizm koşullarında gerçek bir çözüm bulamamaktadır. Marksizm’in ulusal soruna çözüm getirmediği yanılgısını; sosyalizmin hiç bir soruna çözüm getirmediğini, kapitalizmin ebedi olduğunu iddia eden burjuva propagandanın bir sonucu, olarak değerlendirmektedir. Bu bağlamda kitap, ulusal sorunun gerçek çözümünün ancak sosyalizm koşullarında mümkün olduğunu; sosyalizm perspektifine ve buna uygun bir örgütlülüğe sahip olmayan bir hareketin gerçek çözüme ulaşamayacağını kavramayı ve zaafları tartışmaya açıp çözüm önerilerinde bulunarak bunun aşılması gerektiğini savunuyor. Bunu yaparken hareketin ulaştığı düzeyi ve yaşanan canlı olguları kendine eksen alıyor. Bu anlamda kitap, ulusal sorun-sosyalizm ilişkisinin genel bir teorik değerlendirmesi yapma iddiası taşımıyor.
Çoğu daha önce Özgürlük Dünyası’nda yayınlanan makalelerin bir derlemesinden oluşan kitap, Kürt ulusal sorununu ve ulusal mücadeleyi Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden alıp bugüne kadar getiren bir makaleyle başlıyor, İsmail Beşikçi’nin “Bilim Yöntemi”nin eleştirisi, “Kürdistan’da ulusal temelde kitle örgütleri” ve “Kürdi Sendikalar” üzerine tartışma ve “Ulusal halk organları üzerine değerlendirme”, ilk bölümün belli başlı yazıları. Kitabın ikinci bölümü sorunun daha çok uluslararası niteliğini irdelemeyi amaçlıyor. Emperyalizmin Ortadoğu ve Kürdistan’a yönelik planları, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin anti-emperyalist niteliği ve görevlerin tartışıldığı bu bölümün önemli makalelerinden biri “Din ve Komünizm”.
Farklı dönemlerde yazılmış makalelerden oluşan bu kitabın, yine de bir bütünsellik arz ettiği ve Kürdistan’daki mücadeleye yeni açılımlar sağlayacak önemli ipuçları barındırdığı söylenmelidir.

ESERLER CİLT 11 – J. V. STALIN
İnter Yayınlan, Çeviren-. Saliha Kaya, Temmuz 492

J. V. Stalin’in on altı ciltlik Eserler’inin 11. cildi Temmuz ayı içinde yayınlandı. Basımı İnter yayınları tarafından planlanan Eserler’in ilk on bir cildinin yanı sıra 15. Cilt de (SBKP(B) Tarihi) Türkçeleştirildi.
Eserler 11, Stalin’in 1928- Mart 1929 tarihleri arasındaki makale, konuşma, rapor, mektup ve mesajlarını içeriyor. ;’Eserler 11’de çok çeşitli konulara ayrılmış yazılar bulunmakla birlikte, belirli konularda özellikle yoğunlaşıyor.
Eser’in kapsadığı yazıların yazıldığı yıllar, kapitalist batı dünyasının tarihinin en büyük bunalımlarından birine doğru yelken açmışken, SSCB’nin sosyalist inşada yeni atılımlar yaptığı bir dönem. Eserler’i incelerken, yazıların yazıldığı dönemin özelliklerinin göz önünde bulundurulması gözden çıkarılmamalıdır.
Eserler 11’de ağırlıklı olarak yer alan konular şunlar:
Tarımda kolektifleştirme ve tahıl sorunu. Sovyet partisi ve devleti, bu dönemde kulaklara karşı bir saldırı başlattı. Ve sosyalist inşanın sağladığı temel üzerinde köylülüğün özendirme ve eğitim yoluyla kolektif çiftliklere kazandırılması politikası izlendi. Baş gösteren tahıl sıkıntısının, köylüler başta olmak üzere emekçilerin fedakârlığı ve kulaklara karşı izlenecek sert politikalarla aşılması gereği, Stalin’in bu kapsamda özellikle üzerinde durduğu konular.
Diğer önemli bir sorun, parti ve devlet aygıtı içinde, parti çizgisine muhalefet eden “Sağ Kanat”a karşı polemikler. Kulakların tasfiyesine sert bir şekilde muhalefet eden ve bu yönde hizipler örgütleyen akımın etkisizleştirilmesi, Stalin’in ciddiyetle üzerine eğildiği bir sorun. “Merkez Komite Politbüro Üyelerine”, “SBKP(B)’deki Sağ Tehlike Üzerine”, “Buharin Grubu ve Partimizdeki Sağ Sapma” bu konunun önemli yazıları arasında.
Uluslararası komünist hareketin sorunları ve komünist partilerin görevleri üzerine yazılar da Eserler 11’de önemli bir yer tutuyor. “Komintern Programı Üzerine”, “Alman Komünist Partisi’ndeki Sağ Tehlike Üzerine” konuşmaları bunlardan bazılarını oluşturuyor.
11. ciltte Stalin ‘in ulusal soruna, sosyalizm koşullarında ulusal sorunun konulusuna ilişkin önemli bir yazısı da yer alıyor. “Ulusal Sorun ve Leninizm”
Eserlerin ilk dört cildi de yayınlandığında, okuyucu Stalin’in Eserlerinden toplu olarak yararlanma olanağına kavuşacak.

Eylül 1992

“Misak-I Millicilik” Suçlaması, Enternasyonalizm Ve Milliyetçilik

Bu yazı, Evrensel Basım Yayın tarafından Temmuz ayı içinde yayınlanacak olan “Emperyalizm, Milliyetçilik ve Kürt Sorunu” adlı kitabın bir bölümünü oluşturmaktadır.

Herhangi bir ulusal hareket, şayet emperyalist dünya sistemi içinde ortaya çıkıyorsa, ulusallığın, emperyalist uluslararasılaşmadan bir kopuşu ifade etmesi kaçınılmazdır. Yani ulusal hareket, emperyalizm karşıtlığını öncelikle içermelidir. İlerici ve desteklenmeye layık ulusal hareketlerin yalnızca bu tür ulusal hareketler olması da doğaldır. Marksistlerin, ulusal kaderini tayin hakkını koşula bağlamaksızın savunmayı, emperyalizmi güçlendiren ulusal hareketlerin desteklenmemesi ve emperyalizme darbe vurup, onun egemenlik sistemini zayıflatan hareketleri destekleme politikasıyla bütünleştirmesi bunun içindir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı -ki bu hak ulusların ve sömürgelerin “devlet olarak örgütlenme bakımından ayrılma hakkı”nı ifade eder- “zaman aşımına uğramaz” bir hak olmakla birlikte, bu hakkın somut kullanım biçimi karşısında alınacak tutum farklılıklar gösterebilmektedir. Çünkü ulusal hareketin, ulusun ezilen yığınlarının çıkarları doğrultusunda gelişmesi ve bu bakımdan emperyalizme karşı koymayı görev sayması, yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi; emperyalizm ile ezilen uluslar ilişkisinin günümüzde kazandığı muhteva tarafından bir zorunluluk olarak öne çıkarılmaktadır. Bunun içindir ki;
“Desteklenmesi söz konusu olan ulusal hareketler, emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran hareketler değil, emperyalizmi zayıflatan ve devrilmesini kolaylaştıran hareketlerdir… Öyle durumlar olabilir ki, ezilen belirli bir ülkenin ulusal hareketi proletarya’ hareketinin gelişmesinin çıkarlarına aykırı düşebilir. Böyle bir durumda desteğin hiç söz konusu olmadığı açıktır.” (Stalin)
Hemen her toplumsal olayın ulusal sınırları aşarak uluslararası bir özellik kazandığı bir gelişmeye yol açan emperyalizm koşullarında başka türlüsü de olamaz. Ulusal kaderini tayin hakkı, bağımlı ve ezilen ulusların ayrı, bağımsız devletlerini kurma hakkıdır ve bu da her şeyden önce emperyalizmden bağımsızlık olarak ele alınmalı, böyle anlaşılmalıdır.
Bu görüş, burjuva milliyetçi ideolojiyi benimseyenleri rahatsız etmektedir. Ulusalcılık dalgasının güç kazandığı içinde bulunduğumuz bu dönemde, Kürt burjuva ve küçük-burjuva ulusala hareketler, Marksistlerin anti-emperyalizm vurgusunu tepkiyle karşılamakta, anti-emperyalizmin ulusal kurtuluş mücadelesinin zorunlu bir koşulu olmadığını ileri sürmektedirler. Kemal Burkay’ın, başında bulunduğu grup bunların başını çekmektedir. PKK da dâhil, Kürt ulusal hareketlerinin hiçbiri, emperyalist sistem dışına çıkan bir ulusal kurtuluş çizgisinde ısrarlı değildirler. Buna örnek olarak, onların Irak Kürdistanı’nda kurulan sözde Kürt devleti karşısında aldıkları tutumu ve yine Türkiye Kürdistanı’nda ulusal kurtuluşu ele alma perspektiflerini gösterebiliriz. Ayrıca onlar, anti-emperyalizm vurgusundan rahatsızlıklarını yazılarında da ifade edecek denli “açık sözlüdürler!” Körfez Savaşı, ABD ile Irak Kürt burjuva-feodallerinin ilişkileri, Çekiç Güç vb. konularda kaleme aldıkları yazılarda, Marksistlerin ve devrimcilerin, anti-emperyalist tutuma verdikleri önemin “gereksizliğini” sözde izaha çalışmaktan geri durmadılar. Kemal Burkay ekibi, Marksistlerin en ateşli “muarızları” oldular. Burkay, Talabani ve Barzani’nin daha önce girdikleri yolun doğru ve zorunlu olduğunu savundu. Körfez Savaşıyla ilgili olarak kaleme aldığı ve Deng Dergisi’nin 12. sayısında yayınlanan yazısında şunları yazdı:
“BM’nin her bir üyesine düşen ise, böyle durumlarda (Irak’ın Kürtlere saldırısından söz ediyor- BN) örgütün organlarını, en başta Güvenlik Konseyini acil toplantıya çağırmak ve gerekli etkin, önleyici tedbirleri almaktır. BM, jenosidi önlemek için silahlı güçte oluşturabilir ve bu onun görevidir”
BM’nin oluşturacağı silahlı gücün kime hizmet ettiği ve kimin komutasında iş gördüğü görüldü. ABD komutasında emperyalist birlikler Irak’a yürüdüler ve Irak Kürdistanı’nda ilan edilen sözde “federe devlet” de dâhil, Irak hâlâ işgal altındadır, her hareketi kontrol edilmekte, sık sık Irak semalarında ABD pilotları bombalama tatbikatlarına çıkmaktadırlar. Burkay, emperyalistlerin oluşturacakları “silahlı güç”ün ezilen uluslardan yana işlev görebileceğini düşünmektedir. Nitekim O, yazısının devamında şunları söylüyordu:
“Son gelişmeler, Körfez krizi sırasında anti-emperyalizm adına Saddam’a ilericilik sıfatları biçen, onu desteklemeyi doğru tavır sayan sözde sol çevrelerin de, gerçekte iğrenç ve kanlı bir rejime arka çıktıklarını ortaya koydu.”
“Kimileri ise, Kürt hareketini, Körfez savaşında ABD’den yana çıkmakla, ondan kurtuluş beklemekle ve onun tarafından aldatılmakla suçladılar… Bu savaşta tarafsız kaldık.”
“Ama kimileri, Talabani’nin ve öteki bazı Kürt liderlerin Amerika gezisini, Ankara görüşmesini ve benzer diyalogları ’emperyalizme bağımlılığa’ kanıt göstermektedirler. Bunlar gülünç, gayrı-ciddi iddialardır. Eğer politik cehalet değilse, düpedüz kötü niyetli yakıştırmalardır…”
“Bu ucuz suçlamacılık hoş değil. Gözleri gerçeklere, hayatın gereklerine kapayarak, üstelik olan biteni çarpıtarak, ezberlenmiş formüller ve hazır kalıplarla devrimcilik yapılmaz. Emperyalizme karşı mücadele de böyle yürütülemez.” (Deng s. 1 2, sf. 5 ve devamı)
Emperyalistlerin, temelinde Ortadoğu ve Körfez bölgesindeki petrol ve hammadde kaynaklarının denetlenmesinin yattığı, müdahale politikasına “onurlu bir çıkış” payesi veren Burkay, devrimcileri “ezberlenmiş formüller”e göre hareket etmekle suçlarken, kendisi ABD emperyalizminin komuta ettiği çok uluslu emperyalist saldırı ordularının Irak Arap halkına karşı giriştiği imha savaşını, salt bu saldırı Irak Baas rejiminin başındaki yöneticileri, hatta yalnızca Saddam’ı da hedeflediği için, dahası emperyalistler, askeri müdahaleye böylesi bir “masumane” gerekçe gösterdiler diye, destekleyebiliyor, bu saldırıyı ve sonraki gelişmeleri Kürt halkının yararına görebiliyor. Açıkça ortadadır ki, Körfez Savaşı, ABD’nin, güneydeki Kürt gericiliği ile ilişkilerinin eşitsiz koşullarda ve güney Kurdistan halkı zararına gelişmesine yol açmış, Kürt ulusal hareketi, Talabani ve Barzani’nin başında bulunduğu feodal-burjuva Kürt gericiliği aracılığıyla emperyalizmin denetimine giderek daha fazla sokulmuştur. Talabani’nin Washington-Londra ve Ankara arasında mekik dokumasının, yalnızca Irak Kürt hareketinin değil, gelinen yerde Türkiye Kürt hareketinin de emperyalizm yararına bir yola girmesine diplomatik zemin hazırladığını, bundan ezilen ve köleleştirilen halkımızın zarar gördüğünü inkâr etmek, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinde “emperyalizme bağımlılık” tehlikesinin olmadığını söylemek, Burkay’ın da çokça lafını ettiği, gerçeklerin, “hayatın gereklerinin” çarpıtılmasından başka bir şey değildir. Gerçekleri çarpıtarak emperyalist entegrasyonu zorunlu ve gerekli sayanlar Kürt reformistleri ve küçük-burjuva devrimcileridir. Nitekim Burkay, daha başka yerlerde, emperyalistler eliyle insanlığın sosyal kurtuluşundan yana gelişmelerin sağlanabileceğini ileri sürmekten de kaçınmıyor.
Kürt halkının ulusal kurtuluşçu mücadelesine burjuva-reformcu çizgiyi egemen kılmaya çalışan Kürt burjuva milliyetçilerinin saflarında emperyalizmden beklenti içinde olma eğilimi giderek güçlenmektedir. Yalnızca PSK değil, PKK da emperyalizm koşullarında ve onun egemenlik sistemine darbe vurmadan ulusal kurtuluşun olabileceğini düşünmekte, bunun yolu olarak uzlaşmayı, emperyalist gericilikle dayanışmayı gerekli ve mümkün görebilmektedir.
Kürt burjuva ve küçük-burjuva reformcu hareketi, emperyalizme dayanmanın mantığını “dönem ve koşullarda, emperyalizmin bünyesel değişiklikleriyle (!) izah etmeye, dahası emperyalistlerle girişilen ya da geliştirilecek ilişkileri “çelişkilerden yararlanma taktiği”yle açıklamaya çalışmaktadır. Örneğin Deng’de yer alan B.Ş imzalı yazıda geçmiş Kürt ayaklanmaları irdelenirken, emperyalizmle ilişkiler konusunda şöyle deniliyor:
“Öte yandan varsayalım ki Şeyh Sait şu veya bu şekilde İngilizler le ilişki içerisine girdi ve onlardan destek sağladı. Kürdistan’ın ve dünyanın o günkü koşulları dikkate alındığında, bunda hiç de yadırganacak bir taraf olmadığı açığa çıkar. Kürt halkının varlığını ortadan kaldırmayı önüne hedef olarak koymuş bir rejime, Onun ırkçı-şoven terörüne karşı mücadele veren güçlerin, bu türden dış destekler sağlamaya çalışmaları doğaldır. Burada söz konusu olan gerici bir diktatörlüğe karşı, bir diğer gerici güçten destek sağlamak, onlar arasındaki çelişkiden yararlanmaktır.”
Bir gerici güce karşı mücadele yürütenlerin, bir başka gerici güçten destek sağlamalarının bazı karşılıkları, bedelleri olacağı kuşkusuzdur. Kürt halkının dış destek ihtiyacını emperyalistlerle ilişkilerde arayan burjuva-reformcu Kürt çevrelerinin, bu bedelin niteliği ve sınırlan konusunu açık bıraktıkları, dahası işin bu yanından uzak durmayı tercih ettikleri görülüyor. Kürt burjuva milliyetçileri, hem Kürdistan’ın emperyalistlerle Türk, Arap ve Fars egemen sınıflarının anlaşmaları sonucu parçalanıp köleleştirildiğini söylüyorlar, hem de bu parçalanma ve köleleştirmenin baş aktörlerinden kurtuluş için yararlanmanın teorisini oluşturup, bunu hemen her zaman “koşullar”la izah etmeye çalışıyorlar. Dün Şeyh Said’in İngilizler’le ilişkisini kaçınılmaz ve koşullar gereği sayan mantık, bugünde ABD’nin ve diğer emperyalistlerin, (Amerikan, Fransız, İngiliz ve Alman) Kürt hareketine çengel atmasını, harekete sızarak onu kendi sınırları içinde etkisizleştirmesini zorunlu ve yine, “koşullar”ın gereği sayıyor. “Bağımsızlık” lafını dillerine dolayan bu çevrelerin, dönüp “dünyanın bugünkü koşulları” ve “hayatın gerekleri”nden söz ederek, emperyalistlerle işbirliği düzeyindeki ilişkileri savunmaya çalışmaları, başka şeyler bir yana, onların sınıf konumlan ve politik çizgilerinden kaynaklanmaktadır. Yaşanan olaylar ve tarihsel gerçekler, emperyalizmin ezilen uluslar yararına siyasal bağımsızlık sağlamadığı ve ulusal kurtuluş savaşları karşısında yer aldığı, onları bastırmaya, engellemeye, bunu başarmadığında ise; saflarına sızarak ve işbirlikçiler edinerek etkisizleştirip biçimsel bir bağımsızlığa dönüştürme taktiğine başvurduğuna tanıklık etmektedir. Talabani’nin ve Barzani’nin ve bir dereceye kadar Burkay’ın emperyalistler nezdinde “görüşmelerin adamları” olarak değer görmelerinin altında yatan gerçek, emperyalist burjuvazi ve işbirlikçilerinin Kürt ulusal hareketini, bu isimlerin başını çektiği gruplar aracılığıyla kontrol altında tutma imkânı bulacaklarına duydukları güvendir. Emperyalist burjuvazi akılsız değildir ve kimin kendisi hakkında ne düşündüğünü bilerek hareket etmektedir. (Kaldı ki o, en kararlı muhaliflerini satın alma ve etkisizleştirme amacıyla her yönteme başvurmaktan da geri durmaz.)
Özellikle Kemal Burkay’ın yönettiği Deng çevresinin emperyalizm karşıtlığını akılsız ve “hayatın gerekleri”nden kopukluk saydığı görülüyor. Aynı çevreden Ali Can, Deng’in 23. sayısında şunları yazıyor:
“Türk sosyalistlerinin Çekiç Güç’e karşı toplu tavır alışını yadırgıyoruz… Saddam kanlısına karşı Güneydeki en acılı parçamızı kısmen koruyan Çekiç Güç’ün gitmesini isteyip, bu istemle sokaklara dökülebiliyorlar” ve devam ediyor. “Asıl hedefi sömürgeci egemenliği sona erdirmek, ulusun kader kavgasını sonuca götürmek olan bir politika, ‘anti-emperyalistliği’ kendisine birinci ve acil hedef yapmadı, yapmamalıdır. Emperyalizmle- sosyalizm arasındaki mücadele uzun bir tarihsel süreçten geçtikten sonra sonuçlanabilecek nihai bir kavgadır. Böylesi nihai bir hedefi getirip çok acil, yakıcı, bir halkın kader kavgasının, kurtuluş mücadelesinin önüne koymak hedefi şaşırtmaktır, saptırmaktır.”
Bu kısa alıntı, yalnızca Deng çevresinin değil, tüm burjuva, küçük burjuva Kürt milliyetçilerinin, emperyalizm sömürgecilik ve ezilen ulus sorununa ilişkin düşüncelerini ele veriyor. Öncelikle bu çevrelerin, Kürt halkının duygularına seslenerek, onun düşmanlarını görmesinin önüne set çektiklerini belirtelim. Emperyalistlerin, Çekiç Güç adlı emperyalist askeri birliğin neyi korumaya çalıştığı ve hangi iğrenç emellerle bölgede bulunduğu bu çevreler tarafından açıklanmıyor. Kürdistan’ın bugünkü konumunu tartışırken, emperyalistlere sözde de olsa bir sorumluluk yükleyenlerin, hemen ardından dönüp, “Saddam kanlısı”na karşı -onu kendine tabi kılmayı da hedefleyerek- çıktı diye, tüm ezilen halkların, tüm dünya halklarının kanlısı olan emperyalistleri aklamaya çalışmaları, bir çelişkiye işaret etmesinin ötesinde, emperyalist emellerin gizlenmesi yoluyla emperyalizmin planlarına tabi olma anlamını da taşımaktadır. Öte yandan hemen her toplumsal olayın uluslararası bir özellik kazandığı ve yanı sıra, Kürt ulusunu köleci statü içinde tutan devletlerin sırtını dayadığı esas gücün emperyalizm olduğu gözle görülür somut bir gerçek iken, sömürgeciliğe karşı mücadeleyi emperyalizmden bağımsız olarak ele alma, eğer bir cehalet ve kavrayışsızlık sonucu olmuyorsa, düpedüz ihanete ve emperyalist burjuvaziye teslimiyete götürür. Emperyalist burjuvaziyi öncelikle hedefe konması gereken düşman olarak değil de, dayanılması gereken koruyucu güç olarak değerlendirmek, özgürlük için bunca acıyı göze almış bir halka yapılmış büyük bir kötülüktür. Ezilen bir ulusun “kader kavgası”nın emperyalizm hedeflenmeden o ulus yararına bir sonuca ulaşması mümkün değildir. Dünyanın korsan jandarması ABD, beş kıtayı kendisine çıkar alanı ilan ederek, çıkarlarının sarsıldığını düşündüğü her yere silahlı müdahaleden kaçınmazken, ulusal bağımsızlık mücadelesinin emperyalizmin egemenliğiyle ilişkisi olmadığını öne sürmek, emperyalizm yararına hedef saptırmaktır. Bu düşünce, kaynağını emperyalizmin niteliğine ilişkin revizyonist teoriden almaktadır. Bu sözde teoriye göre, bilimsel teknolojik devrim emperyalizmin niteliğinde değişikliklere yol açmış, ulusal kurtuluş sorunuyla birlikte proletaryanın sınıfsal kurtuluş mücadelesini sistem içi bir soruna dönüştürmüş ve silahlı devrim fikrini geçersiz kılmıştır. Artık “demokratik yarışma” ve “mutabakat”lar sonucu “masa başı” görüşmelerle temel toplumsal sorunların çözümünün önü açılmıştır. Çelişkilerin keskinleşmesine, sertliğe, kavga ve savaşlara yol açan, uluslararası ilişkilerde gerginliğe götüren neden ise (sosyalizm-sosyalist devlet ve kampın varlığı) artık ortadan kalktığına göre, sorunlar pekâlâ emperyalist burjuvaziyle diyalog kurarak çözümlenebilir! Kemal Burkay, özü bu olan bu saçma düşünceyi şöyle dile getiriyor; PSK 3. kongre belgelerinde, (sonuç bildirisi):
“Kongremiz uluslararası planda ciddi bir gerileme ve soğuk savaşa yol açan, nükleer savaş da içinde olmak üzere, bir dünya savaşı tehditlerini taşıyan dünya ölçüsündeki kamplaşmanın sona ermiş olmasını, silahsızlanma yönünde atılan adımları, yumuşamayı, insan haklarının ve çevre sorunlarının öne çıkmasını, bölgesel sorunların çözümü yönündeki gelişmeleri, haksız sınırların değişerek, ulusların kendi kaderlerini belirleme olanağının bir kez daha ortaya çıkmasını son gelişmelerin olumlu ürünleri arasında sayar.”
Tekelci kapitalizmin ve sözde tek kutuplu dünyanın bu olumlanması devrimcilik ve sosyalistlik adına yapılıyor. Kamplaşmanın sona erdiğini söyleyen Burkay, emperyalist kapitalizmin değil, sosyalizmin (O revizyonist SB’ni sosyalist olarak değerlendiriyor) gerginliğin ve kamplaşmanın nedeni olduğunu düşünüyor ve “kamplaşmanın” bu nedeninin ortadan kalkmış olmasını olumlu bir gelişme sayıyor. Oysa durum farklıdır.  Emperyalist dünya sisteminde bir “yumuşama”nın yaşandığına dair işaretler yalnızca görüntüdedir. “Tek kutupluluk” görüntüsünün gerisinde derin bir iç çatışma ve gerginlik sürmekte, pazarlara yönelik rekabet keskinleşmektedir. ABD, Almanya, Japonya ve diğer emperyalistlerin Ortadoğu ve Asya’da oynamak istedikleri rol, “insan hakları ve çevre sorunları”nın çözümünü değil, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının gücüne göre denetim altına alınmasını esas almaktadır. Emperyalizmin bölge sorunlarını hangi yöntemlerle ve ne tür çıkarları gözeterek “çözme’ye çalıştığını ABD’nin Ortadoğu’daki silahlı korsanlığı göstermektedir. Kürt reformist ve oportünist çevreleri, uluslararası ilişkilerde “yumuşama” olduğunu, halkların elde silah özgürlük için savaşmalarının gereksiz hale geldiğini, barışçıl çözüm yöntemlerinin tarihin gündemine girdiğini, diyalog ve uzlaşma ile çözüm yolunun açıldığını söylerken, gerçekte, ezilen ulusların emekçi yığınlarını aldatmaktan ve uluslararası burjuvazinin propaganda kervanına katılmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Kemal Burkay, emperyalist burjuvazinin şiddet ve zorbalığı dışlamayan (Irak, Libya, Somali, Panama, Salvador vb.) etkisizleştirme ve teslim almaya yönelik politikasını olumlamaktan, emperyalist diplomasiyi -amaç ve hedeflerinden kopararak- aklamaktan geri durmuyor ve Kürt halkının emperyalizmin “koruyucu şemsiyesi” altında özgür olabileceğini ileri sürüyor. Irak Kürdistanı’nda doğrudan emperyalistlerin koruması altında ortaya çıkan sözde federe Kürt devletinin yine onlar tarafından hararetle desteklenmesinin ve “bir özgürlük abidesi” olarak gösterilmesinin nedeni budur. Barzani ve Talabani’nin izledikleri işbirlikçi çizgi, başta Burkay olmak üzere, Kürt burjuva klikleri ve reformist-uzlaşmacı siyasal hareketleri tarafından kutsanıp benimseniyor. Bir süre öncesine kadar, (eklektik, pragmacı ve reformist ideolojik platformuna rağmen) Burkay ve Talabani çizgisini  “ihanet çizgisi”  olarak değerlendiren PKK’nın, bu olumlu sayılabilecek ve ondaki devrimci yanı ayakta tutan konumunu bir yana bırakarak, Talabani-Burkay platformuyla birleşmesi Kürt reformcu-uzlaşmacılığının, Kürt özgürlük mücadelesi için oluşturduğu tehlikeyi daha da artırıyor. Çünkü Talabani-Barzani ve Burkay, emperyalistlerin koruyuculuğu ve vesayeti altında, emperyalizmin çıkarlarıyla uyum içinde yaşamayı, Kürt halkına özgürlük modeli olarak sunmaktadırlar. Şu sözler Burkay’a ait:
“Kar altında süren İlkbahar çiçeği gibi, Güney Kürdistan’ın bir parçasında özgür bir bölge oluştu ve ulusal bir yönetim kuruldu. Kürt parlamentosunu, Kürt hükümetini, Kürt Federe Cumhuriyeti’ni saygıyla ve coşkuyla selamlıyoruz.”
Burkay ve onun şahsında Kürt burjuva reformculuğunun ulusal özgürlük anlayışını bu sözler açıkça ortaya koyuyor. Düşünülen, Kürt işçi ve köylülerinin, emperyalizmin vesayeti altında ve burjuva-toprak ağası sınıfların egemenliğinde yaşadığı bir Kürdistan’dır. Ortadoğu’da, başta ABD olmak üzere -ki eşitsiz gelişme nedeniyle bu güç ileride bir başka emperyalist devlet de olabilir- emperyalizmin çıkarlarıyla çatışmayan, aksine onunla uyumlu bir Kürdistan’dır savunulan. Ama bunun Kürt halkının özgürlüğüyle, ulusların kaderlerine kendilerinin egemen olmasıyla, ulusal özgürlüğün kazanılmasıyla, bir ilgisi yoktur. Bur-kay’ın “saygıyla ve coşkuyla” selamladığı şey, gerçekte emperyalist sömürgeci politikanın yeni görüntüsüdür; kukla hükümet ve parlamento aracılığıyla Irak Kürt halkının köleliğinin desteklenmesidir. Talabani’nin Ankara-Washington-Londra güzergâhında, emperyalistlerle birlikte, Kürt halkının boynundaki kölelik ilmiklerinin rengini değiştirme çabaları öyle anlaşılıyor ki, PKK tarafından da artık “saygıyla ve coşkuyla” selamlanıyor. Öcalan’ın, Burkay ve Talabani’yle oluşturduğu platform bunu gösteriyor.
Bir gerçek bir kez daha çok belirgin olarak ortaya çıkıyor. Kürt Marksistleri, Kürt proletaryası ve köylülüğünün özgürlüğü olarak ulusal özgürlüğün emperyalizme karşı mücadeleden geçtiğini söyler ve bunun için yığınları emperyalizme karşı mücadele çizgisinde eğitmeye seferber etmeye çalışırken, Kürt burjuva reformcuları ve uzlaşmacı siyasal hareketleri “emperyalizmle birlikte de olabileceğini” söylemekte, ulusal özgürlüğü emperyalist “yeni dünya düzeni”ne tabi olmakta görmektedirler. Birinci yolun kurtuluşa, ikinci yolun köleliğe götürdüğü açıktır.
Konunun bu yanını burada keserek, bir başka yanına, Kürt burjuva milliyetçi çizginin, temelinde proleter enternasyonalizminin reddi düşüncesinin yattığı “Misak-ı Milli”cilik üzerine demagojik propagandasına geliyoruz.
Kürt burjuva milliyetçi çizginin tüm alt şubeleri (versiyonları) ulusların kaderlerini tayin hakkını yozlaştırıp, “otonomi”, “özerklik”, “federasyon” vb. biçimde daraltırken, Marksistlerin, ulusal özgürlük mücadelesinin zaferi için, ulusların kaderlerini tayin hakkının gerçek içeriğiyle proletarya ile ezilen emekçi yığınların çıkarları doğrultusunda ele alınmasını öngören çabalarını “Misak-ı Millicilik” olarak damgalamaktan geri durmuyorlar. Bir yandan “kimlik sorunu”, “kültürel hakların tanınması”, “federasyon”, “barışçıl siyasal çözüm”, “Kürt-Türk ortak parlamentosu” önerileriyle, bugünkü devletin hiçbir temel kurumunu hedeflemeden, mevcut devlet ve düzen koşullan içinde “çözüm” bekleyenlerin, öte yandan, bugünkü egemen sınıflar diktatörlüğünün yıkılmasını, tüm temel devlet kurumlarının ilgasını, devletin ve merkezi parlamentonun Kürdistan’daki varlığının son bulmasını, Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce belirleme hakkının önkoşulsuz tanınmasını -ki bu ayrı devlet kurma hakkıdır- savunanları “Misak-ı Millici” olarak suçlamaları tam bir aymazlıktır. Yukarıda -ve başka birçok yazıda- belirtilen önerilerde görüleceği gibi “Misak-ı Millici” olan gerçekte Kürt burjuva milliyetçi akımlarıdır. Onlar, duygu sömürüsü amacıyla hamasi nutuklar çekse de gerçekte izledikleri uzlaşmacı çizgileriyle burjuva egemen sınıfların çizdiği sınırları aşmıyor, o sınırlara takılıp kalıyorlar. Dahası onlar, Türk devletine Talabani tarafından önerilen ve Özal’ın Osmanlı hanedanı mantığıyla benimseyip savunduğu tüm Kürtleri “koruma” görevi yüklüyorlar. Öcalan’ın Birand’la yaptığı röportajda söylediği şu sözler başka ne anlama geliyor ki? Şöyle diyor:
“Türkiye bölgedeki Kürtleri koruma politikasını sürdürürse önemli sonuçlar çıkabilir. Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye üzerindeki etkisi artar, Kürt kozu Özal’ın eline geçmiş olur.”
Bu sözlerin bir temenniyi içermediğini kim söyleyebilir? Özal’ın bu kozu ele geçirme çabasına girdiği ve Kürt reformistlerinin de yardımıyla Kürt halkı içinde bir aldanmayı belli ölçülerde sağlayabildiği görüldü.
PKK ve Öcalan’ın, Türkiye’de ya da Irak’ta Kürt kimliğini ve kültürel haklarını tanıyan bir devlet ve hükümetle birlikte olmaya açık olduğunun çokça işareti vardır. Ve bugünkü uzlaşma çabasının hedefi de budur. Ayrıca, PKK’nın bu düşüncesi yeni oluşmuş da değildir. Daha Körfez Savaşı sırasında Öcalan şunları söylüyordu:
“Şimdi yine Güney Kürtleri uygun koşullar altında Saddam’la biraraya gelirse, bunun öyle çok kötü bir iş olduğunu söylemem.  Kendi federal sistemlerini Araplarla eşit koşullarda gerçekleştirebilirlerse, Saddam olsa da olur, olmasa da, mühim olan Kürtlerin hayati ulusal çıkarlarının garanti altına alınmasıdır. Kim bunu kabul ederse, Kürtler onunla görüşmeye oturabilir.”
Öcalan’ın, Kürtlerin mevcut statüsünde hukuksal-idari düzenlemeleri önemsediği görülüyor. Perspektifi bu olanların başkalarını “Misak-ı Millicilikle” suçlaması abestir, gayrı ciddidir. Reformcu burjuvazi ve küçük burjuva milliyetçi çizgi, Kürt ulusunun ulusal kaderini tayin sorununu mevcut devlet ve düzen sınırları içinde “çözme”yi öngörmesine karşın, “devlet sınırları” sorununu yalnızca proletarya ve emekçilerin sınıf düşmanına karşı örgütlenmesi ve mücadele açısından tartışan Marksistleri, -hiç ilgisi olmamasına karşın ve tümüyle haksız olarak- bugünkü devlet sınırlarının savunulması iddiasıyla suçlamaktan geri durmuyorlar. Böylece bir taşla sözde “iki kuş vurmuş” oluyorlar. Bir yandan Kürt işçi, emekçi ve gençlerini duygu sömürüsü temelinde kendi milliyetçi çizgilerine çekmeye çalışırken, öte yandan burjuva kurumlarda yer almayı, “şirketin ortağı” olmayı hedefliyorlar. Kürt grupları arasında devlete ve düzene en fazla mesafeli durduğu sanılan PKK’nın,
“Meclis deniyor, bir federal meclise gidilebilir. Bir Kürdistan Meclisi çıkar, bir Türkiye meclisi çıkar. Bunların birlikteliği için bir oran bulunabilir… Federal bir hükümet Kürdistan için gereklidir. Ortak federe bir hükümet kurulur, ortak bir federal hükümete gidilebilir. Bunların biçimi üzerinde düşünmek gerekir.”
biçimindeki düşünceleri, konuya ilişkin çarpıcı, örneklerden yalnızca biridir. Bu tür görüşleri somut öneriler olarak gündeme getirenlerin, başkalarını “Misak-ı Millici” ve “Kemalist” olarak suçlamaya hakkı olabilir mi? Olmaması gerektiği açıktır. PKK ve “şirket ortağı” olmak isteyen diğerleri bir işçi-köylü hükümetinden, meclisinden söz etmiyor, bugünkü hükümetin bir Kürt-Türk hükümetine dönüşmesi projesinden söz ediyorlar. Bugünkü koşullarda, tüm öteki kurumların aynı kaldığı bir durumda oluşacak “ortak bir federe hükümet”in Misak-ı Milli düşüncesini aşmadığı, onunla çatışmayı içermediği açıktır. “Misak-ı Millici” eleştirileri, Kürt milliyetçilerinin elinde duygu sömürüsünde kullandıkları basit bir araca dönüşmüştür. Küçük burjuva milliyetçi çevrelerinin ve Özgür Halk yazarlarının, Türk devlet sisteminin tüm kurumlarıyla ayakta durduğu ve Kürdistan’daki konumunda herhangi bir değişmeye gidilmediği koşullarda önerdikleri referandumun yukarıdaki bakış açısıyla doğrudan bağlantılı olduğunu da görmek gerekiyor. Referandum, reformist bir bakış açısıyla ele alınıyor, dahası emperyalistlere referandumu yapabilme olanağı tanınabileceği ima ediliyor. Şu sözler birer ibret belgesidir:
“Böylesi bir referandumu rejim mi yapar, uluslararası demokrasi güçleri mi yapar, yoksa bir halkın öncü gücü mü yapar; orası dünyanın sürekli gelişen konumuna göre ve bizce önemli yan değildir.” (Özgür Halk s. 20 sf. 28).
Ezilen Kürt halkının geleceğiyle ilgili bir kararın hangi koşullarda verildiğinin önemsenmediği görülüyor. Referandumu “rejim mi yapar, uluslararası demokrasi güçleri mi yapar;” bu önem taşımıyor, söz konusu yazarlara göre; “uluslararası demokrasi güçleriyle işçi kuruluşları ve devrimci hareketin anılmak istendiği sanılmasın. Günümüz koşullarında bu güçlerin henüz devletlerarası yaptırım gücüne sahip bir örgütlülüğü yok. O zaman geriye BM gibi emperyalist kuruluşlar, emperyalist güçlerin kendisi kalıyor ve Özgür Halk yazarlarının ve PKK’nın sözünü ettikleri bu güçlerdir. BM ya da herhangi bir emperyalist uluslararası gücün denetimindeki bir referandumun, “rejimin” yaptıracağı bir referandumun Kürt halkının çıkarına olmayacağı tartışma götürmez bir gerçek olmasına rağmen, söz konusu bu Kürt çevreleri, emperyalizmden beklenti içine girebilmektedirler. İlerleyen süreçte PKK’nın emperyalistlerle ilişkileri geliştirmeye daha fazla eğilim gösterdiği göz önünde bulundurulduğunda, reformcu milliyetçi çizginin, Kürt özgürlük mücadelesinde giderek artan oranda ciddi bir engele dönüştüğü de görülecektir.
Bu birkaç örneğin ortaya çıkardığı sonuç şudur; PKK da dâhil, burjuva küçük-burjuva milliyetçi Kürt gruplarının Marksistlere yönelttiği “Misak-ı Millici” suçlaması koftur, hedef saptırmacadır, duygu sömürüsüne yöneliktir ve ırkçı-şoven Türkçü akımlardan sonra, bizzat bu Kürt çevreleri için geçerlidir. Çünkü onlar, ayrı devlet kurma hakkını “kimliğin tanınması” düzeyine çekmişlerdir.
Proletaryanın ve küçük-burjuvazinin, Marksizm’in ve küçük-burjuva milliyetçi devrimciliğin, ulusal soruna bakışı, ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorununun ele alınışı arasında temel öneme sahip farklılıklar vardır. Bu kaçınılmazdır, çünkü milliyetçilik, politikasının merkezine ulusun çıkarlarını alırken, Marksizm tüm sorunlara proletaryanın kurtuluşu ve sınıfsız toplum nihai hedefi açısından bakar, politikasının merkezine ezilen sınıf ve emekçilerin çıkarlarını koyar. Çünkü başarıya ulaşsın ya da ulaşmasın, tüm ulusal kurtuluş savaşları pratiğinin ortaya koyduğu gerçek şudur ki, zamanımızda ulusların gerçek özgürlüğü, ezilen ulusların nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan köylülüğün ve işçi sınıfının özgürlüğü demektir ve bunu da yalnızca proletarya gerçek anlamıyla savunabilir. Bu çelişki, yalnızca ulusun çıkarlarıyla proletaryanın çıkarlarının her koşulda bir ve aynı olmaması nedeniyle değil, aynı zamanda toplumsal ölçekteki her sorunun iktisadi gelişme yoluyla uluslararasılaştığı, ulusal sorunun, ezilen ulusların ve sömürgelerin ezilen yığınlarının emperyalizmden kurtuluşu genel sorununa bağlandığı koşullardan ulusal dar bencilliği öne çıkarması nedeniyle de ortaya çıkmakta ve yaşamaktadır.
Burada, Marksist yazınımızda çokça tekrarlanan bazı gerçekleri, ulusal soruna ilişkin birçok doğrunun son yılların karmaşık ortamında görmezden gelinmesi ya da atlanması nedeniyle, yeniden vurgulamakta yarar var.
Birinci önemli nokta şudur: Her ulus kendi kaderini özgürce belirleme hakkına sahiptir.
“Tüm haklarından yararlanamayan uluslar ve sömürgeler için devlet olarak örgütlenme bakımından ayrılma hakkı” (Stalin)
vardır ve bu hak “zaman aşımına uğramaz” bir haktır. Kimsenin ulusun yaşamına dışarıdan zorla müdahale etmeye hakkı yoktur, olmamalıdır. “Ulusların istedikleri gibi örgütlenme hakları vardır.” Ulus, bir başka ulusal bütüne katılmaya, ondan ayrılmaya, birlikte ya da ayrı yaşamaya karar verme hakkına sahiptir ve onun hakkına hiç kimse zorla ipotek koyma, müdahalede bulunma hakkına sahip değildir.
İkinci nokta; ulusal sorun ile ulusun hakları sorunuyla sermaye iktidarı arasındaki ilişkidir. Uluslar sorununun emperyalizm öncesi serbest rekabetçi kapitalizm dönemindeki tarihsel geçmişi bir yana bırakılırsa; onun emperyalizm döneminde, sermaye iktidarıyla ilişkisi yeni özellikler kazanmıştır. Emperyalizm, diğer şeylerin yanı sıra tüm haklarından yararlanamayan ulusların ve sömürgelerin siyasal ve iktisadi uyruklaştırılmasını ifade etmektedir. Ulusal sorun emperyalizm ve proleter devrimler döneminde sömürgelerin ve ezilen halkların emperyalizmden kurtuluşu genel sorununa bağlanmıştır ve artık ulusal sorunun çözümü emperyalizme karşı mücadele edilmeksizin söz konusu olamamaktadır. Emperyalizmle bağlar koparılmadan,
“Ezilen ulusların burjuvazisi devrilmeden, iktidar bu ulusların emekçi yığınlarının eline geçmeden, ezilen ulusların mutluluğu gerçekleşemez.” (Stalin)
Üçüncü nokta; bu ilk ikisiyle doğrudan bağlıdır, ulusal özgürlüğün ele alınışının proleter ve burjuva biçimlerini ifade eder. Burjuva bakış açısı, ulusun haklarının savunulmasından hareketle, ulusun tüm güçlerinin çıkarlarının uyumunu vaaz eder ve savunurken, proletarya, ulusal özgürlük sorununu devrimin gelişmesi genel sorununun bir parçası olarak ele alır, ulusal hareketleri emperyalizme ve sermaye iktidarına darbe vurup vurmamalarına göre ayırarak, her durumda farklı tutumları benimser. Ulusal sorun, “devlet içi bir sorun” olmaktan çıkarak, “bağımlı ülkelerin ve sömürgelerin ezilen halkların emperyalizmin boyunduruğundan kurtarılması genel sorunu” haline geldiği emperyalizm koşullarında, “emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran,” emperyalizme yeni hareket alanları ve olanakları sağlayan hareketlerin değil, aksine emperyalist egemenlik sistemini zayıflatan ve güçten düşüren hareketlerin desteklenmesinin söz konusu olacağı açıktır. Marksizm, ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini savunur, tüm ulusal ayrıcalıkların ortadan kaldırılması, zorunlu resmi (devlet) dili uygulamasının son bulması, tüm ulusal topluluk işçi ve emekçilerine anadillerinde eğitim olanağının sağlanması için mücadele eder.
“Ulusların barış ve özgürlük içinde bir arada, yaşayabilmeleri, ya da (eğer daha uygun düşüyorsa) birbirinden ayrılıp, ayrı devletler kurabilmeleri için, işçi sınıfının yüce bildiği tam demokrasi mutlaka gereklidir. Herhangi bir ulusa ya da dile ayrıcalık yok! Ulusal bir azınlığa karşı en ufak ölçüde baskıya, ya da haksızlığa yer yok! İşçi sınıfı demokrasisinin ilkeleri bunlardır.” (Lenin, Ulusal Kurtuluş Savaşları, sf. 84)
Bir ulusun bir başka ulusu kendine tabi kılmaya, o ulusun yaşamına zorla hükmetmeye hakkı yoktur. Kendi kaderini özgürce belirleme, siyasal yaşamına yön verme, kurumlarını oluşturma, dili ve kültürünü geliştirme, diğer uluslar ile tam bir hak eşitliğine sahip olma hakkı hiçbir ulusun ya da ulusal azınlığın ayrıcalığında olamaz. “Devlet içinde” bütün uluslar koşulsuz olarak eşit olmakla, her ulusal azınlığın haklan korunmalıdır. Ulusların ve dillerin tam hak eşitliği, zorunlu resmi dil yasağı, “halka bütün yerli dillerde öğretim yapacak okullar sağlayan ve anayasası herhangi bir ulusal topluluğa herhangi bir ayrıcalık verilmesini ve herhangi bir ulusal azınlığın haklarına saldırmasını önleyici maddeleri kapsayan A’sından Z’sine demokratik cumhuriyetçi” devlet yapısı! Bunlar proletaryanın ve ulusun yararınadır.
Kürt ulusunun bugünkü statüsü bir kölelik statüsüdür ve Kürt-Türk eşitliği iddiasının gerçekle ilgisi yoktur. Türk egemen sınıfları, Kürt ulusunun ulusal varlığını kabul etmedikleri gibi, tarihte benzeri az olan bir sertlikle özümleme politikası izlemekte, Kürtçe dil yasağını, Kürtçe isimlerin değiştirilmesine kadar vardırmakta, Kürt kültürünü öldürücü-yozlaştırıcı faaliyet sürdürmekte ve bütün bunlarla birlikte Kürt halkının ulusal istemlerine karşı vahşi bir terör uygulamaktadırlar. Türk egemen sınıfları emperyalizme dayanarak ve ondan güç alarak, 70 yıldır Kürt halkını Türk halkıyla zora dayalı kaynaştırmaya çalışmaktadırlar. Oysa ulusların kaynaşmasına ancak ulusal baskının ve ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasıyla, ulusların özgürlüğü ve eşitliği yoluyla varılabilir. Ulusların birliği ve gerçek dostluğu ancak eşitlik koşullarında mümkündür. Bu bakımdan Türk ve Kürtlerin dostluğu ve birliğinin başta gelen engeli sermaye iktidarı, gericilik ve sömürücü egemen sınıflardır. Çünkü ulusal baskı politikası ulusal düşmanlıklara yol açar, burjuva ulusalcılığının gelişmesini sağlar ve bundan en fazla zarar görenler de ezilen sınıf ve yığınlardır. Bunun içindir ki Marksistler, Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkını kararlıca savunur ve zora dayalı ilhak ve özümleme politikasıyla mücadele ederken; ulusal özgürlüğü, emperyalizmin egemenliği ve sermaye iktidarından kopararak ele alan, onu, dar ulusalcı bir sınır içine çekerek, Kürt proletaryası ve emekçilerini ulusal dar bencillikle eğitmeye çalışan milliyetçilik akımının burjuva çizgisiyle arasına sınır çekmekten de geri durmazlar.
Marksizm, ulusal hareketi değerlendirirken, kendini ulusal baskı politikasına karşı mücadele etmekle, ulusların kaderini tayin hakkını koşulsuz desteklemekle yetinmez, her ulusal hareketi proletarya ve emekçilerin çıkarları açısından değerlendirir, desteğin somut biçimini, ya da karşı çıkış nedenini buna göre tayin eder. Kendi kaderini tayin hakkının tanınmasıyla, bu hakkın kullanılış biçimi karşısındaki tutum, farklılıklar gösterebilir. Bu hakkın tanınması, ayrılmanın proletaryanın ve emekçilerin genel çıkarlarına aykırı düştüğü durumlarda, -burjuvazi ve emperyalizmin ezilen ulusun hareketini zorla bastırma politikasına karşı savaşmayı bir an bile ihmal etmeksizin- ayrılmaya karşı propaganda yapılmasını ve burjuva ulusalcılığının gözler önüne serilmesine engel oluşturmaz. Bu konuda Lenin’in şu sözleri öğreticidir:
“Sosyal-demokratlar, ulusal kaderini tayin etmeyi, dışarıdan şiddete başvurarak, ya da haksız biçimde etkilemeye dönük her türlü çabayla savaşacaklardır… Ne var ki, kendi kaderini tayin özgürlüğü için savaşım vermeyi hiç duraksamaksızın tanımamız, ulusal kaderini tayin etmeyi amaçlayan her isteği kesinlikle destekleme yüklenimi altına girdiğimiz anlamına gelmez. Proletaryanın proletarya partisi olarak sosyal-demokrat parti, halkların ya da ulusların kendi Kaderini tayin hakkı yerine, her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderini tayin hakkına geçerlik kazandırmayı kesin temelli görevi sayar. Her zaman ve hiç duraksamaksızın bütün ulusların proletaryasının eh yakın işbirliği için çalışmalıyız.” (Ulusal Kurtuluş Savaşları, sf. 1 2)
Kuşkusuz Marksistler ulusun (ezilen ulus) her isteğini, ayrılma doğrultusundaki her girişimini desteklemekle yükümlü değildirler. Ulusun baskıya karşı mücadelesini destekleyen Marksistler, ulusal topluluğun çıkarları birbirine zıt sınıflardan meydana geldiğini bilir ye tercihlerini her zaman proletaryanın çıkarlarının gözetilmesinden yana yaparlar. Ezilen ulusun ayrılma veya bir bütüne katılma isteğini, bu isteğin burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadeleyi ne yönde etkilediğine bakarak değerlendirirler. Emperyalizmi güçlendiren ve burjuva sınıfın iktidarını sağlamlaştıran isteklere karşı çıkar, buna karşı propagandaya girişerek, ulusun ezilen sınıflarını doğru zemine çekmeye çalışırlar. Marksistler, bilinçli proletarya, Kürt ulusunun özgürlüğünü savunurken, özgürlük adına Irak Kürdistanı’nda olduğu gibi, emperyalizmin çıkarlarına bağlanmaya karşı mücadele etmekten de geri durmamalıdırlar.
Burada bir diğer önemli noktaya geliyoruz: “Ulusun örgütlenmesi”yle, proletaryanın örgütlenmesinin farklılığına, ulusal özgürlük sorununun sınıf bakış açısıyla ele alınmasına ve proletaryanın sınıf birliği sorununa. Çünkü bu, Kürt burjuva milliyetçi çevrelerinin, proletarya devrimcilerini, devrimci Marksistleri “Misak-ı Millicilik”le suçlama gerekçelerinin başlıcasını oluşturuyor. Bu çevreler ulusal özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde proletaryanın sınıf birliğini savunmanın, bir ulusun (Kürt ulusu) bir devletin (Türk devleti) sınırları içinde zorla tutulmasını ifade etmek anlamına gelen “Misak-ı Millicilik”le ne tür bir ortak yanı olduğunu ortaya koymuyor, bundan kaçınıyorlar. “Misak-ı Milli” sözcükleri bu çevrelerin elinde Marksistlere karşı kullanılan sözde bir silah durumunda.
Kürt burjuva reformcu çevreleri ve küçük-burjuva devrimcilerinin çoktan rafa kaldırmalarına ve geçersizliğini ilan edip, zaman aşımına uğradığını söylemelerine rağmen biz yine Marksizm’in devrimci teorisine başvuracağız. Stalin şöyle yazıyor:
“Ulusların istedikleri gibi örgütlenme hakları vardır, zararlı olsun, yararlı olsun hangisi olursa olsun, kendi ulusal kurumlarını muhafaza etmeye hakları vardır, kimse zorla ulusların yaşamına müdahale edemez. (Kimsenin buna hakkı yoktur!) Ama bu, sosyal-demokrasi ulusların zararlı kurumlarına karşı, ulusların buna uygun olmayan istemlerine karşı savaşmayacak demek değildir. Tam tersine bunu yapmak ulusların iradesini, proletaryanın çıkarlarına en uygun biçimde örgütlenmelerini sağlayacak biçimde etkilemek sosyal-demokrasinin görevidir.”
Marksistler, ulusal örgütlenmelere, ulusal kurumların, ulusal nitelikli örgütlerin kurulmasına karşı çıkmaz ve bunlara karşı zorla müdahaleye karşı mücadele ederken, ulusal örgütlenmelerin proletarya ve emekçilerin çıkarlarına uygun gelişmesi için çaba gösterirler. Bu Marksistlerin hem en tutarlı demokratlar olmaları, hem de sosyalizm için mücadeleyi temel görevleri saymaları nedeniyledir. Marksistler, proletarya devrimcileri olarak, proletaryanın sınıf çıkarları, kurtuluşu, proletarya iktidarı için, proletaryanın sınıf birliği ve ortak mücadelesini savunur, bunun için mücadele ederler. Proletarya ve Marksistler, baskı ve zulmün her türüne karşı, baskı ve zulmün en kararlı muhalifleri olarak mücadele yürütürken, ulusal baskı politikasının proletaryanın sınıf birliğini sabote ettiğini de bilirler. Çünkü
“Bu siyaset nüfusun geniş katmanlarının dikkatini toplumsal sorunlardan, sınıflar savaşımı sorunlarından ulusal sorunlara, proletarya ile burjuvazinin ‘ortak’ sorunlarına doğru çevirir. Ve bu da ‘çıkarların uyumu’ yalanını yaymak için, işçileri manevi bakımdan köleleştirmek için elverişli bir alan yaratır.” (Stalin)
Proletaryanın sınıf çıkarlarına gölge düşüren ve onun dikkatini sınıf savaşımı sorunlarından uzaklaştıran bu politika, hem ezen ulus proletaryasına, hem de ezilen ulus işçi sınıfına zarar verir. Çünkü “çıkarların uyumu” yalanıyla her iki ulus burjuvazisi proletaryayı ve diğer emekçileri yanına çekmeye çalışır.
Marksistlerin, proletaryanın sınıf çıkarlarına dikkat çekmeleri, sınıf savaşımının sorunlarından söz etmeleri en başta egemen burjuvaziye karşı bir mücadele koşuludur. Kürt milliyetçi çevreleri, Kürt Marksistlerinin, sınıflı bir toplumda proletaryanın çıkarlarına vurgu yapmasından “ulusun güçlerini böldüğü” gerekçesiyle rahatsız olurken, ezen ve ezilen ulusun bir devlet sınırları içinde yaşadığı, bu uluslardan gelen işçilerin aynı fabrika, işyeri ve işletmelerde onlarca yıl birlikte çalıştığı, aralarında iktisadi kültürel bağların geliştiği koşullarda, “tüm ulusal topluluklar işçilerinin birliğini savunmalarını da “Misak-ı Millicilik” olarak suçlamaktadırlar.
Oysa burjuvazinin ve proletaryanın uluslararası sınıflar olarak karşı karşıya durdukları koşullarda, proletaryanın sınıf düşmanına karşı bağımsız sınıf örgütlenmesi ve sınıf birliği kaçınılmaz ve zorunludur. Emperyalist dünya sisteminde, proletaryanın önünde böyle bir görev durduğu gibi; Türkiye’nin somut koşulları da bunu gerektirmektedir. Türkiye iki ulustan gerici egemen sınıfların, proletarya ve emekçi halk yığınlarına karşı uluslararası sermaye ve gericilikle birleştiği, Türk ve Kürt egemen sınıflarının gerici bir karşıdevrim cephesinde bir araya geldikleri bir ülkedir. Böylesi bir ülkede proletaryanın hangi nedenle olursa olsun milliyet kökenine göre bölünmesi, devrim cephesini bölen, emekçilerin mücadele gücünü zayıflatan ve aynı oranda burjuva gericiliğini güçlendiren bir işlev görür; aklı başında hiçbir kişinin devrimcilik adına bunu savunmayacağı açıktır. Kürt işçi sınıfına, proleter sınıf bilincini değil de, milliyetçi bilinci önerenlerin burjuvazinin çıkarlarını savunduklarından kuşku duyulamaz. Çünkü milliyetçilik dalgasının işçi yığınlarını sürüklemesi, sınıfın kurtuluş mücadelesinin zaafa uğramasıdır. Ulusal baskıya karşı mücadele edilir ve ulusların bağımsız devletler olarak örgütlenme hakları kayıtsız-şartsız savunulurken, ulusalcılık rüzgârının sınıfı savurmasına, sınıfın devrimci mücadelesini gölgelemesine izin verilemez. Marksizm, milliyetçiliğin karşısına enternasyonalizmin devrimci ilkelerini koyar.
“Proletaryanın burjuva milliyetçiliği bayrağı altında saflara girip girmeyeceği, sınıf çelişkilerinin gelişme, proletaryanın bilinç ve örgütlenme derecesine bağlıdır. Bilinçli proletaryanın kendi denenmiş bayrağı vardır ve onun için burjuvazinin bayrağı altında saflara girmesinin hiçbir gereği yoktur.”
Başlıcaları PSK, PKK olan Kürt milliyetçi örgütleri ve onların görüşlerini benimseyen çevreler, işçi sınıfının milliyet kökenine göre bölünmesi politikasını savunurken, değişik gerekçeler öne sürmektedirler. Kimilerine göre, Kürdistan’ın koşulları farklıdır, kimine göre sınıf mücadelesinin unsurları oluşmamıştır, kimilerine göre Kürdistan’da ve Türkiye’de devrimin görevleri farklıdır, kimilerine göre ise, sınıfın birliği “Kürtleri inkâr etmenin gerekçesi” yapılmaktadır vb. Gerekçeleri ne olursa olsun, onların tümü, tüm milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin, diktatörlüğe, emperyalizme, Türk ve Kürt gericiliğine karşı sınıf birliği ve ortak mücadelesini küçümsemekte, gereksiz görmekte ve bu fikre karşı çıkarak, “Kürtlerin ayrı örgütlenmesini savunmakta, ardından da dönüp milliyetçi olarak adlandırılmalarına ateş püskürmektedirler. Lenin, bu gibiler için şunları söylemektedir:
“Ulusalcılık görüşünü benimseyen kişi, doğal olarak, kendi ulusalcılığının çevresine, kendi ulusal işçi hareketinin çevresine bir Çin şeddi dikmek isteyecektir; bunun her kentte, her küçük kasabada, her köyde ayrı bir Çin şeddi demek anlamına geldiğine aldırmaz; bölme ve parçalara ayırma taktiği ile bütün ulusların, bütün soyların, bütün dillerin proletaryasının birliğini amaçlayan büyük çağrıyı sıfıra indirmekte olması umurunda değildir.”
Lenin o dönemde üç devlet arasında bölünmüş Polonya’nın durumunu ele alırken, Polonyalı milliyetçi partiyi eleştirir ve ulusalcı çevrelerle polemik yürüten Mehring’e başvurarak, ondan şu sözleri aktarır:
“İşçi sınıfının bu çıkarları, Polonya’yı paylaşmış üç devlette de, Polonyalı işçilerin, herhangi bir koşul koymaksızın kendi sınıf yoldaşlarıyla omuz omuza savaşmalarını kesinlikle emreder. Bir burjuva devriminin özgür bir Polonya yaratacağı günler artık geride kalmıştır. Bugün Polonya’nın yeniden doğuşu, ancak gelişmesi sırasında modern proletaryanın zincirlerini koparacağı toplumsal bir devrimle olabilir.”
Lenin, Mehring’in vardığı sonuçlara tam olarak katıldığını eklemekten de kaçınmaz.
Proletaryanın siyasal sınıf birliğinin parçalanmasına, proletaryanın sınıf hareketinin parçalanmasına götürecek bir politika, eninde sonunda burjuvazinin çıkarlarına bağlanmaya yol açar. Marksistler, sınıf savaşımını önemsemeyen ve proletaryanın sınıf birliğine özen göstermeyen burjuva ulusalcı çizgiye karşı çıkarken, gerçekte, ezilen ulusun haklarını da en iyi biçimde savunmuş olmaktadır. Çünkü Kürt halkını baskı altına alan sermaye ve gericiliğin iktidarı, proletaryanın başında bulunduğu bir devrimle yıkılmadan, ulusal baskı politikasının son bulması ulusal özgürlük ve eşitliğin sağlanması mümkün değildir. Bunun örnekleri çokça olmasına karşın, Nikaragua’da yaşananlar göz önündedir ve öğreticidir.
Deng, Nevroz ve Nevroz Ateşi yazarları, bir tek örgüt çatısı altında bir araya gelmiş iki ulustan ve değişik milliyetlerden Marksistlerin ve devrimcilerin Kürdistan’daki faaliyetlerinden de rahatsızlık duymakta, bu faaliyeti kendi ulusalcı örgüt ve faaliyetlerinin engeli saymaktadırlar. Örneğin, Deng dergisinin sayfalarında aşağıdaki türden yazıları okumak mümkün.
“Türk solu’da Kürdistan’a birçok özel ‘sosyalist vali’ tayin ederek, örgütlerinin Kürdistan kanadını oluşturarak, Kürt ulusal hareketinin haklı ve meşru mücadelesini zedelemeye çalıştılar. ‘Vatan birliği’, ‘sınıfın birliği’, ‘İslamın birliği’ Kürtleri inkâr etmenin gerekçesi olmaktan çıkarılarak bu çaba içinde olanların hevesleri kursaklarında bırakılacaktır.”
Kürdistan komünistlerinin ve bazı Kürt kökenli devrimcilerin, Türk kökenli komünist ve devrimcilerle birlikte, bir örgüt içinde, ortak mücadele amacıyla birleşmelerinin ve diktatörlüğe ve emperyalizme karşı iki ulustan işçi ve emekçilerin ortak mücadele cephesini örmeye çalışmalarının Kürt ulusal hareketini, Kürt halkının düşmanlarına karşı yürüttüğü mücadeleyi “zaafa uğratma” bir yana, aksine güçlendirdiği somut bir gerçek iken, ulusal bencillik politikasıyla kendinden geçen küçük-burjuva milliyetçilerinin, “sınıfın birliği”ni savunanları, “İslamın birliği” ya da “vatanın birliği” demagojisi yürütenlerle aynı kaba koyma tavrı, olsa olsa proletarya ve onun davası karşısında korumakta kararlı oldukları gerici konumu ortaya koyar; başka bir şeyi değil. Proletaryanın, kendisini sömüren burjuvaziye ve onun devletine karşı sınıf birliğini -ülkenin çok uluslu olması bir şeyi değiştirmez- gereksiz görenlerin dahası ona karşı çıkanların burjuva sınıf çıkarlarının savunucuları oldukları açıktır. Lenin,
“Bir liberal, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşmasının temel sorun olarak görülmesinden hoşlanmaz. Liberal demokrasiye ve sosyalizme ait sorunlardan dikkatleri uzaklaştırmak için ulusal savaşım ateşini yakmaya ve körüklemeye çalışır.”
derken çok önemli bir gerçeğe dikkat çekiyordu. Ve Lenin’den 70 sene sonra birileri hâlâ proletaryanın sınıf birliği sloganından, ulusalcılık açısından rahatsızlık duyuyorlarsa, onlar çok daha gerici konumda bulunuyorlar demektir. Kürt milliyetçileri, Kürt proletaryasının, Türk ulusundan proletaryayla birlikte örgütlenmesine karşı oldukları gibi, Kürdistan’da işçilerin bağımsız siyasal sınıf hareketine de karşıdırlar; bunu “ulusal hareketin zaafa uğraması” olarak değerlendirmektedirler. Onlar, ulusalcılık görüşüyle proletaryayı sınıf sorunlarından uzak tutmaya çalışırken, Kürt Marksistleri, proletaryaya sınıf bakış açısıyla, ulusal baskı politikasına karşı mücadelenin başına geçmeyi ve ulusal özgürlük için mücadeleyi işçi-köylü devrimine doğru genişletmeyi önermektedirler. İşte bizimle, milliyetçi çizgi savunucuları arasındaki farklardan biri!
Diğer yandan zora dayalı birliğin alternatifi ayrılığın mutlaklaştırılması olamaz. Devrimci tutum zor unsurunun ortadan kaldırılmasını ve fakat iktisadi hayatın gereklerine ve proletaryanın çıkarlarına uygun birlik ve büyük ekonomik birimden yana olmayı gerektirir. Proletarya, tüm öteki koşulların uygun olması durumunda, yani halkların arasında ezen-ezilen farklılığın ortadan kaldırılması durumunda büyük devletten yana tutum alır. Çünkü onun hedefi sosyalizmi kurmak ve sınıfsız toplum idealine ulaşmaktır ve bu da ancak merkezileşmiş büyük sanayi üretimi üzerinde yükselebilir, gerçekleştirilebilir. Türkiye’de Türk ve Kürt işçilerinin iktisadi yaşam tarafından bir araya getirildiği, aynı ekonomik ilişkiler içine çekildiği, büyük sanayi şehirlerinde, aynı işyeri ve fabrikalarda bir araya gelerek, baskı ve sömürü koşullarında nesnel olarak bir birlik ve dayanışma durumu içinde bulundukları koşullarda devrimci tutum; özellikle de Kürt Marksistlerinin tutumu; bu birliğin pekiştirilmesi yönünde bir politika izlemek olmalıdır. Marksistler, bütün ulusal toplulukların tam eşitliğini, bunu garanti eden ve tutarlı demokratik devlet sistemini ve bununla birlikte tüm ulusal toplulukların tam eşitliğini, bunu garanti eden ve tutarlı demokratik devlet sistemini ve bununla birlikte tüm ulusal topluluklar işçilerinin birliğini savunur, bunun gerçekleşmesi için mücadele ederler. Kürt ulusunun bağrında, ulusal devrimci, burjuva milliyetçi çizgi ile proleter devrimci çizgi arasında bu konuda da bir mücadele söz konusudur. Ezilen ulusun milliyetçi unsurları arasında ayrılma eğilimi ağır basarken, ezilen ulusa mensup komünistlerin tutumu birlik yönünde olmak zorundadır. Lenin bu konuda şunları söylüyordu:
“Öte yandan ezilen ulusların sosyal demokratları ezen ve ezilen uluslar işçilerinin birliğine ve kaynaşmasına büyük önem vermelidirler. Böyle yapmazlarsa, her zaman halkın çıkarlarına ve demokrasinin isteklerine ihanet eden ve kendi sırası geldiğinde, toprak ilhakına ve başka ulusları ezmeye her zaman hazır olan kendi ulusal burjuvazilerinin istemeye istemeye dostu haline geleceklerdir.”
İşçiler, bulundukları devlet içinde, siyasi örgütlerde, kooperatiflerde, sendikalarda, işçi birlikleri içinde ve eğitim örgütlerinde birleşmelidirler. Hangi ulustan gelirse gelsin, bu, tüm işçilerin çıkarlarına uygun tek devrimci tutumdur; işçilerin sınıf düşmanı olan birleşmiş burjuva gericiliğini ve emperyalizmi alt edebilmesi için bir koşuldur. İşçi sınıfının çıkarları,
“Belli bir devlet içindeki bütün ulusal topluluklar işçilerinin -siyasal, eğitsel örgütler, işçi birlikleri, kooperatifler vb. gibi- birleşmiş proletarya örgütlerinde bir araya toplanmasını gerektirir.” (Lenin)
Ayrıca ulusların baskı altına alınmasına karşı mücadele ve ulusal kaderine tayin hakkı savunusuyla birlikte ele alındığında, tüm işçilerin uluslararası birliği şiarına bağlı olarak, aynı devlet içindeki (ezen ve ezilen ulusa mensup) işçilerin birliğini savunmak ve bunun için çaba göstermek, ezen ulus Marksistleri açısından da zorunlu bir görevdir. Bunu savunmayan kişi proletarya davasının, sosyalizmin ve demokrasinin kararlı bir savaşçısı olmaya hak kazanamaz.
Kürt burjuva, küçük-burjuva milliyetçileri, Marksistlerin “bir devlet sınırları içindeki işçilerin birliğinden söz etmelerini, söz konusu devletin sınırlarının meşru kabul edildiğine yorarak Marksistlere “Misak-ı Millici” etiketi yapıştırmayı severler. Böylece onlar, “misak-ı milli” giziyle, oluşmasında proletaryanın emekçilerin ve Marksistlerin hiçbir sorumluluk taşımadığı burjuva devlet sınırlarından Marksistleri sorumlu tutmaya çalışırlar. Burjuva milliyetçi çevreler, Marksistlerin, söz konusu devletin sınırlarını korumayı değil, sınırları ve sınıfları tüm yeryüzünden kaldırmayı hedeflediklerini, bunun yolu olarak tüm dünya işçi ve emekçilerinin birliğini gördüklerini, bu uluslararası birliğin bir parçası olarak Türk ve Kürt işçilerinin en sıkı birlik ve dayanışmasını öngördüklerini ve fakat bunun gerçekleşmesinin yolunun öncelikle üzerinde yaşadıkları topraklarda, işçilerin bu birliğinin sağlanmasından geçtiğini, “devlet sınırları” denen şeyin tam da burada zorunlu olarak işin içine girdiğini, mücadele ve örgütlenmenin aynı zemin üzerinde yükselmesinin kaçınılmaz olduğunu ve bu zeminin de, bizim gerçeğimizde adı TC devleti olan devlet olduğunu, şayet hayaletlerle sataşılamayacaksa, dost ve düşman kavramlarının, sınıf güç ve ilişkilerinin, öncelikle bu devletin varlığını gözeterek tespit edilmesinin gerekli olduğu vurgulamalarını anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar. Alman proletaryasının Alman devletini, İngiliz işçilerinin İngiltere devletini, Türk ve Kürt emekçilerinin ise Türk devletini hedeflemesi, örgütlenmelerinde somut gerçeği esas almaları iradeye bağlı olmayan bir zorunluluktur. Örgütlenmede devlet sınırlarını temel almak, bu sınırların meşru ve değiştirilemez görüldüğüyle değil, nerede ve kime karşı mücadele edileceğinin belirlenmesiyle ilgilidir. Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin Amerika’da, Rusya’da değil, Türkiye ve Kürdistan’da, TC devletinin egemenliğinin var olduğu topraklarda yaşadıkları ve örgütlenme ve mücadelelerinde bu toprakları esas almaları gerektiği açıktır. Aynı şey Irak, İran ve Suriye Kürtleri için de geçerlidir. Mücadele ve örgütlenme sorunlarını iradi belirlemelere değil de maddi gerçeklere, iktisadi yaşamın yasalarına ve yığınların durumuna bağlı olarak ele alacaksak, soyut ve ajitatif formülasyonlara değil de, somut olgulara dayanacaksak başka bir yolun izlenemeyeceğini bilmemiz gerekiyor.
Sonuçta ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Kürt milliyetçi çevreleri, ulusal sorunun çözümüne ilişkin önermeleriyle ulusal kaderini tayin hakkını darlaştırıp “otonomi”, “özerklik” derekesine düşürmekle “Misak-ı Milli” sınırlarını aşmazken başkalarını suçlamaktan geri kalmadıkları gibi; proletarya ve ezilen yığınların diktatörlüğe ve emperyalizme karşı birliği sorununa da özen göstermiyor, bu sorunu hafife alıyorlar. “Uluslararası ilişkilerde uzlaşma dönemi yaşandığı” düşüncesiyle ve anti-emperyalizmin zorunlu olmadığını söyleyerek emperyalistlerle ve Türk egemen sınıflarıyla uzlaşma arayışına girmektedirler.

Temmuz 93

Yüzbinlerin Yürüyüşü Ve Bazı Sonuçları

Türkiye’nin gündemindeki toplumsal sorunlar burjuvazi ve diktatörlüğü daha fazla çözümsüzlüğe sürüklerken, sermaye ve gericilik, toplumsal muhalefetin tek cephede birleşmesini ve diktatörlüğe karşın etkin eylemlere girişmesini engellemeye çalışmaktadır. Kürt halkına yönelik azgın faşist saldırılara, Sivas katliamına ve işçi sınıfına yönelik yeni saldırı hazırlıklarına karşı yükselme ve genelleşme eğilimini gösteren emekçi kitle hareketinin önünü kesmek amacıyla baskı ve terörün yanı sıra, işçi ve emekçilerin aldatılmasını hedefleyen, Genel Kurmay tarafından “psikolojik savaş” olarak adlandırılan burjuva faşist ve gerici propagandaya ağırlık verilmektedir.
Burjuva egemen sınıflar ve sermayenin tüm politik temsilcileri, kesintisiz bir biçimde, işçi sınıfını ve tüm emekçileri fedakârlığa, “ülkenin çıkarları için” burjuvaziyle birliğe çağırırken, azgın faşist baskı ye kapitalist sömürüyü gizlemeye çalışmaktadırlar. Onlara göre, işçi sınıfı, Kürt halkı ve tüm emekçiler, sisteme ve devlete, sermaye ve gericiliğe karşı herhangi bir itiraz yükseltmemeli, burjuva egemenliği altında yaşamayı benimsemeli, sistem ve devlet yararına daha fazla fedakârlığa katlanmalı, sömürülmeyi, hak kısıntılarını ve zorba yöntemlerle susturulmayı kabullenmelidirler! Yine burjuva propagandaya göre işçi sınıfı ve diğer ezilen emekçi yığınları, aksi bir tutumla, mücadeleye yönelirlerse, “Türkiye’nin güçlü bir bölge devleti haline gelmesini istemeyen iç ve dış düşmanların oyununa gelmiş” olurlar. “İç ve dış düşman” demagojisine sarılan egemen sınıflar, bunu sermaye ve gericiliğe karşı mücadeleyi engellemenin ve zayıf düşürmenin aracı olarak kullanmaktadırlar.
Burjuvazi ve onun her türden siyasal temsilcileri, işçi sınıfına, Kürt halkına ve tüm ezilenlere karşı azgın bir ekonomik Ve siyasi saldırı politikası izlerken, demagojik “birlik ve beraberlik” propagandasını da elden bırakmamaktadırlar. Esas korkulan işçi ve emekçilerin kendi gerçek durumlarını kavrayarak kapitalist sisteme ve burjuva egemenliğine karşı mücadeleye atılmalarıdır. Türkiye ve Türkiye Kürdistan’ındaki son gelişmeler, sermaye ve gericilik cephesinde bir paniğin yaşanmasına, “milli birlik” propagandasının daha ağırlıklı olarak gündeme gelmesine yol açtı. Burjuvazinin deneyimli politikacısı Demirel’in “paniğe kapılmaya gerek yok, başında bulunduğum devleti sokağa bırakmam” sözleri, bir paniğin yaşandığının dışa vurumundan başka bir şey değildir. Sivas katliamı bile, tek başına, diktatörlük ve hükümetin açmazlarının güçlü bir göstergesidir. Sivas katliamının doğrudan devletin, Genelkurmayın, kontrgerilla, MİT ve hükümetin kontrolü ve bilgisi dâhilinde gerçekleştiği o denli açıktı ki; sıradan emekçiler bu gerçeği görüp, devleti, hükümeti ve meclisi hedefe koyan sloganlarla protesto gösterileri düzenlediler.
İşçi sınıfının “genel grev” sloganıyla işten atma, taşeronlaştırma, özelleştirme ve sendikasızlaştırmaya karşı direnişi yaygınlaştırdığı, on binlerce kaklara dökülüp bakanlık kapılarına dayandığı, Kürt halkının imha ve teslim alma amaçlı faşist saldırganlığa karşı mücadeleyi yükselttiği koşullarda; emekçilerin cephesinde gedik açma, dini inançların istismarıyla mücadeleyi güçten düşürme ve gericiliğin hedef saptırma planlarını da içeren
Sivas katliamı, diktatörlüğün açmazlarını derinleştirmekten başka bir şeye yol açmadı. Bu katliamla ilerici aydınlara, devrimcilere ve tüm emekçilere gözdağı vermek isteyen faşist gericilik, gerçi emekçi mücadelesinin 37 neferini katletti ama, hedefine ulaşamadı.

YÜZBİNLERİN YÜRÜYÜŞÜ, DEVRİM VE DEVRİMCİ EYLEM

Sivas katliamını protesto gösterileri, diktatörlüğün ve burjuva egemen sınıfların saldırılarını püskürtmenin yol ve yöntemleri konusunda aydınlatıcı-eğitici derslerle doludur. Yüz binler, devleti ve hükümeti doğrudan hedefe koyan sloganlarla yürüdüler. “Kahrolsun devlet”, “katil iktidar”, “katil devlet”, “Sivas’ın katili faşist devlet”, “faşizme ölüm halka hürriyet”, “faşizme karşı omuz omuza,” “kahrolsun faşist diktatörlük”, “yaşasın halkların kardeşliği” vb. sloganlar, yüz binlerin dilinde, faşizme karşı öfkenin dışa vurumu olarak seslendirildiler. Türkiye’de ilk kez sıradan emekçiler, “kahrolsun devlet” sloganıyla yürüdüler. “Katiller mecliste”, “Meclis istifa”, “hükümet istifa” diyerek meclise saldırıya teşebbüs eden öfkeli kalabalıklar, Türkiye egemen sınıflarını bekleyen tehlikeyi de haber verdiler. “Türkiye laiktir laik kalacak”, “mollalar İran”a türünden eksik bilinç kaynaklı yanlış sloganların atılması, bu öfkeli kalabalıkların birikmiş devlet karşıtlığını hak edilmedik biçimde gölgeleyen zayıf bir etken olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Türkiye’nin laik olmadığını, Türkiye’de “din ve vicdan hürriyeti” bulunmadığını, egemen sınıfların dini, sınıf diktatörlüğünün bir aracı olarak kullandığını ve Sivas katliamının, din ve vicdan, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığının somut bir kanıtı olduğunu, emekçiler er-geç anlayacaklardır.
Türkiye egemen sınıfları, öteden beri ezilenlerin saflarında iç çelişkiler yoluyla gedikler açarak, mezhep ve milliyet farklılıklarını sistem yararına kullanarak, egemenlik sistemlerini ayakta tutmaya çalışmaktadırlar. Sermaye ve gericilik, sıkıştığı her yerde şovenizme, ırkçı-gerici milliyetçiliğe ve inanç farklılıklarının kullanılması yoluyla dini gericiliğe sarılmakta, kışkırtıcı propaganda ve provokatif eylemlerle, yığınların devleti ve sömürü sistemini hedeflemesini engellemeye çalışmaktadır. Türkiye egemenleri, burjuvazi ve diktatörlük, gelişen işçi sınıfı eylemi ve Kürt özgürlük mücadelesi karşısındaki sıkışmışlıklarını aşmak için, hedef saptırıcı, provokatif ve bölücü eylemlere başvururken, beklemedikleri türde ve nitelikte bir tepkiyle karşılaştılar. Onlar emekçilerin saflarında yer alan 37 aydın, yazar ve sanatçıyı katlederken, aynı zamanda dini gericiliği kullanarak, ezilenlerin saflarında kargaşa yaratmayı hedeflediler. Sivas katliamı, egemen sınıfların, bilinçsiz yığınların dini inançlarını istismar ederek, dini sömürü düzeninin ve burjuva egemenlik sisteminin payandası olarak kullanma çabalarının yeni bir örneği oldu. Ancak, egemen sınıfların bu oyunu eskisi kadar kolayca oynayamayacakları da görüldü. Yüz binlerin protesto eyleminde taşınan “Alevi-Sünni birlik, kahrolsun faşist diktatörlük” pankartları, gericiliğin oyununu bozmanın mümkün ve gerekli olduğunu gösterdi. Hangi milliyetten ve mezhepten olursa olsun, işçi ve emekçiler, uzlaşmaz sınıf karşıtlığı sisteminde yaşadıklarını, burjuva-kapitalist sömürüye tabii tutularak iliklerine dek sömürüldüklerini, diğer şeylerin yanı sıra, dini inanç farklılığının, egemen sınıflar tarafından, emekçi mücadelesi ve örgütlenmesinin bölünmesi amacıyla kullanıldığını, dinin ve dini inançların sermaye egemenliği ve sömürüye alet edilip, kapitalist ve gerici sistem yararına kullanıldığını, kapitalizm koşullarında gerçek bir laisizm ve inanç özgürlüğünün mümkün olmadığını, inanç özgürlüğü ve inanıp-inanmama serbestîsinin ancak kapitalizm ve gericiliğin tasfiyesiyle mümkün hale gelebileceğini, sömürme ve aldatıp egemenlik altında tutma amacına bağlanmış herhangi bir “özgürlüğün” -inanç özgürlüğünün de- gerçek bir özgürlük sayılamayacağını görüp kavradıklarında; bununla da yetinmeyerek, gerçek eşitlik ve özgürlüğü, yarattığı toplumsal temelle olanaklı kılan sosyalizmi kurmak için harekete geçerek, burjuva egemenlik sistemini parçalayıp yıkmayı ve yerine proletarya ve emekçilerin devrimci iktidarını kurmayı başardıklarında, gerçek bir inanç özgürlüğünü, bunun koşullarını kendi elleriyle sağlamış olacaklardır. Dinin, ortaya çıktığı andan itibaren, sınıflı toplumlarda sınıf mücadelesine bağlandığını, egemen sınıfların elinde, ezilenleri baskı altında tutma ve aldatmanın aracı ve “toplumun afyonu” olarak kullanıldığını net olarak görmek, emekçiler açısından o gün daha olanaklı hale gelecektir.
Türkiye’nin hiçbir zaman laik olmadığı, dinin ve caminin, işçi ve emekçileri düzene bağlama ve kaderci boyun eğişe sürüklemenin aracı olarak kullanıldığı, diktatörlüğün ve burjuva gerici-faşist partilerin dini politikanın bir aracı olarak kullandıkları, mezhep ayrımını sürekli diri tutmaya çalıştıkları, baskı altında tutulmaları nedeniyle devlete karşı belli bir potansiyel muhalif kesimi oluşturan alevi kesimini “potansiyel suçlu” olarak görüp değerlendirdikleri, geçmişte Sivas, Maraş, Malatya ve Çorum’da örnekleri sergilenen ve bugün Sivas’ta yenilenen mezhep çatışmalarını körükleme girişimlerinden geri durmadıkları bilinen bir gerçektir. İşçi sınıfı ve tüm ezilenler, egemen sınıfların, dini bir sömürü aracı olarak kullanmalarına olanak tanımayacak bir bilinç ve örgütlülük düzeyine ulaşmadıkça da bu tür provokatif eylemlerin tümüyle önlenmesi mümkün olmayacaktır.
Sivas katliamı sonrasında yüz binlerin “katil devlet” sloganıyla sokağa dökülmesi, karşıdevrim cephesinde ciddi kaygılara yol açtı. Tekelci burjuva basınında “sarsılıyoruz”, “kâbus gibi günler” başlıklarıyla yazılar yazıldı. Protesto gösterileri sırasında Meclisin taşlanması üzerine, gerici-faşist cephede “birlik-beraberlik” demagojisiyle “milli mutabakat” çığlıkları yeniden yükseltildi. Parlamentoda ve Genelkurmay’da üst üste toplantılar düzenlendi. Burjuvazinin tüm temsilcileri, “Türkiye’nin ağır sorunlarla karşı karşıya olduğunu” itiraf ederken, Demirel “paniğe kapılmayın” demek zorunda kaldı. Yığınların öfkesinin doğrudan devlete yönelmesi karşısında Demirel; “Birden paniğe kapılıp, hadisenin üzerine varmak dururken, devletin ve rejimin üstüne gelmenin bir anlamı yoktur… Bence paniğe kapılmanın bir gereği yok. Karanlık ruh haline, kâbusa girmenin de bir yeri yok” diyerek, içinde bulundukları “karanlık ruh halini” ortaya koydu.
“Söyleyene değil, söyletene bak” diye bir söz vardır. Demirel’e bu sözleri söyleten, başta Ankara, İstanbul, Adana, İzmir, Dersim ve Sivas olmak üzere birçok il ve ilçede, yüz binlerce işçi ve emekçinin sokağa taşan öfkesiydi. Yığınların eyleminin kendiliğinden politik içeriği, egemen sınıfların paniğe kapılmasına, “karanlık ruh haline, kâbusa girme”sine yol açabildi. Çünkü bu eylemlerde toplam sayılan milyona yaklaşan işçi ve emekçiler, “hadisenin üzerine varmakla yetinmeyerek, hadiseye -Sivas katliamına- neden olan, “hadise”nin gerçek sorumlusu devlete ve rejime karşı öfkelerini haykırdılar, devletten ve rejimden kopuşun işaretini verdiler. İşte egemen sınıfların ve onların politik temsilcilerinin “kâbusa girmesi”ne, “paniğe kapılma”sına yol açan gerçek neden buydu.
Yüz binler faşist gericilik karşısında, yenilmez tek ve gerçek gücün tüm milliyetlerden işçi ve emekçi ordusu olduğunu gösterdiler. Kendilerinin, kendi eylemlerinden öğrendiklerine kuşku duyulamaz. Yüz-iki yüz kişilik, ya da birkaç bin kişilik -koşullara bağlı olarak bu tür eylemler de gereklidir- gösterilere azgın saldırılar düzenleyen polisin gerçekte güçsüz bir zorbalar güruhu olduğu bu eylemlerde bir kez daha görüldü. Sivas katliamını protesto gösterileri, faşizme ve diktatörlüğün saldırılarına karşı en (ve tek) etkili mücadele yönteminin yığınların güçlü, birleşik ve militan eylemi olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Bu eylemler, devrimci eylemin nasıl olması gerektiğini, eğitici sonuçlarıyla birlikte gözler önüne serdi. Devrimci siyasal faaliyetin önemini, yığınlar içinde eğitici, aydınlatıcı ve örgütleyici faaliyetin derinleştirilmesinin aciliyetini, örgütlü yığın eylemine olan ihtiyacı görmemekte, duymamakta ve öğrenmemekte ısrarlı olanların dışındaki herkese gösterdi.
Sivas katliamını protesto eylemleri, birey ve grup eylemini, yığın eyleminin yerine geçiren küçük-burjuva anlayışa, küçük-burjuva örgüt ve devrim anlayışına güçlü darbeler indirdi. Bu eylem halktan kopuk halkın mücadelesinin yerine, kendi küçük.”atak ve cesur” grubunun eylemini geçiren, yığın eylemini örgütleme, yığınları eğitme gibi ciddi çaba isteyen devrimci bir faaliyet yerine, emekçi yığınlara karşı zorba yaptırımları da içeren rantiye devrimciliği meslek edinen grup ve kişilere verilmiş bir cevap oldu aynı zamanda,
Bu gösteriler, karşı-devrimci saldırıları püskürtmek ve egemen sınıflara geri adım attırmak için yığınların birleşik ve genel eyleminin gerekliliğini gösterdiği gibi; işçi ve emekçilerin aydınlatılmasına, mücadeleye bilinçli katılımı ve devrimci örgüt çalışmasına gönüllü desteğinin sağlanmasına hizmet etmeyen bir eylemin -halkın çıkarlarına zarar veren, ona karşı zor kullanımını içeren küçük-burjuva gruplarca girişilen ve örnekleri çokça gösterilebilecek olan- devrimci eylem olamayacağını, devrimci eylemin yığınların burjuvaziye ve gericiliğe karşı mücadelesini geliştiren, yeni katılımları sağlayan, ya da ona hizmet eden, yığınlar içinde aldanmalara yol açamayan eylem olduğunu da gösterdi.
Yüz binlerin eylemi, yığınların salt ekonomik taleplerle sınırlı bir mücadelenin sınırlarını aştığını, politik sloganlara açık ve politik taleplerle diktatörlüğe karşı mücadele potansiyeline sahip olduklarını, devrimci Marksist politik faaliyetin daha fazla önem kazandığını, yığınları saran devrimci aydınlatma çalışmasının yoğunlaştırılması gerekliliğini, devrimi örgütlü yığınların devrimci eyleminin ürünü olarak ele alan devrimci komünist partisinin slogan ve şiarlarının yığınlar tarafından benimsenmesi olanaklarının genişlediğini -Sivas katliamını protesto gösterileri, kamu çalışanlarının eylemleri vb. bunu da gösterdi- yığınlar içinde bilinçli, kararlı ve inatçı propaganda, ajitasyon ve örgüt çalışmasının zorunluluğunu ortaya koydu. Bu gösteriler örgütlü yığın eyleminin önemini körün, sağırın ve cehaleti olumlu yetenek sayan köle ruhlu bireyin dışındaki herkese yeniden gösterdi. Protesto gösterileri, öncünün yığınlara öncülükte başarısının zorunluluğunu, yığınların, öncünün slogan ve hedeflerinin doğruluğuna, kendi tecrübeleri temelinde inandırılmalarını sağlamak amacıyla, öncünün yığınlarla en geniş bağlara sahip olmasının, faaliyeti ve pratik tutumuyla yığınlara güven vermesinin, bu amaçla daha kapsamlı, daha bilinçli ve daha atak bir aydınlatma, eğitme ve örgütleme çalışmasına girişmesinin zorunluluğunu da yeniden göstermiş oldu.
Yüz binlerin eyleminin bir diğer sonucu da -eylemde atılan sloganların içeriğinin de kanıtladığı gibi- “Alevi-Sünni”, “Türk-Kürt” ayrımına umut bağlayanların açmazda olduğunun ortaya çıkmış olmasıdır. Diktatörlük ve burjuva egemen sınıflar, artık eskisi kadar kolayca değişik milliyet ve mezheplerden işçi ve emekçileri birbirine kırdıramayacaklardır. Burjuvazinin dini bir sömürü aracı olarak kullanması mezhep ve milliyet farklılığından sınıf egemenliğini sürdürme amacıyla yararlanması işçi ve emekçiler kendi gerçek sınıf çıkarlarının bilincine ulaştıkça daha da zorlaşacaktır. Kapitalist sömürü çarkının dişlileri arasına alman işçilerin, dini inanç farklılığı ve farklı milliyet kökeninden olma nedeniyle birbirlerini kırmalarının hiçbir nedeni olmadığını anlamalarının olanakları daha da genişlemektedir. İşçi sınıfı kendi çıkarlarının bilincine vardıkça, siyasal sınıf bilincine ulaşmış işçilerin sayısı arttıkça, burjuvazinin, dini, sınıf egemenliğinin aracı olarak kullandığı ve gerçek bir inanç özgürlüğü için burjuva sınıf egemenliğine son vermenin öncelikli bir görev olduğu görülüp-kavranacaktır. Burjuvazinin tüm oyalama, aldatma ve hedef saptırma çabalarına rağmen, kapitalizm, sınıf mücadelesini keskinleştirerek, işçi ve emekçilerin bu gerçeği görmesinin olanaklarını da genişletmektedir. Ancak, burjuvazi ve gericiliğin çok yönlü saldın ve aldatma, hedef saptırma taktiklerini bir bütünlük içinde görmek ve buna karşı gerçek proleter uyanıklılığıyla mücadele etmek bazı dönemlerde çok daha önem kazanmaktadır. Burjuvazi, devlet ve hükümetin son olaylardan çıkardığı sonuç ile işçi sınıfının, Kürt halkının ve tüm emekçilerin bu olay ve gelişmelerden çıkarmaları gereken sonuçların farklı olması gerektiği açıktır. Sermaye ve gericiliğin son olaylardan çıkardığı sonuç, “üst üste katlanarak biriken ülkenin iç ve dış sorunlarının yol açtığı açmazlardan “çıkış” için “milli mutabakat” sağlanması ve herkesin burjuva diktatörlüğü etrafında birleşmesi iken; tüm ezilen ve sömürülen emekçiler açısından bu sonuç, sermaye ve faşizme karşı birleşik, güçlü ve militan bir halk direnişinin yükseltilmesi zorunluluğunun kavranması olmak zorundadır.
Burjuva-gerici propagandanın ana temasını “herkesin aynı gemide bulunduğu, gemi batarsa herkesin batacağı” biçimindeki düşünce oluşturmaktadır. Katliamın ardından yürütülen “birlik” propagandası bu temele oturtulmaktadır. Sömürücü egemen sınıfların propagandasına bakılırsa; kapitalizm ve burjuva devlet işçi ile kapitalistin, tüm halk ile gericiliğin “ortak çıkarları”nı esas almakta ve bu nedenle “ortak çaba”yla korunması gerekmektedir. Kapitalizm, işçi sınıfının ve bütün halkın sömürülmesini esas alan, ücretli köleliğe dayalı özel mülkiyet sistemi olarak değil, burjuvazi, proletarya ve köylülüğün birlikte yaşatmak zorunda oldukları “ebedi” bir toplumsal sistem olarak sunulmaktadır. Burjuvazi ve diktatörlük, işçi sınıfı içindeki burjuva ajanlarının da yardımıyla, işçi sınıfının burjuvaziye karşı anti-kapitalist mücadelesini, tüm halkın faşizme, gericiliğe ve emperyalizme karşı mücadelesini saptırmak amacıyla bu propagandaya ihtiyaç duymakta, çok yönlü karşı-devrimci faaliyetinin ana unsuru olarak kullanmaktadır. Türkiye egemenlerinin, devlet ve hükümet yetkililerinin, Sivas katliamının ardından, katliama tepkilerin yönünü saptırmak amacıyla yoğunlaştırdığı “birlik” propagandasını ve katliama tepki gösteren alevi kesimi sahte bir “laik-şeriatçı” ikilemiyle yanına alma çabalarını doğru değerlendirmenin, faşizme ve gericiliğe karşı mücadelenin zaafa uğramaması açısından hayati bir önemi vardır.
Sivas katliamını doğru değerlendirmek, bu katliamı, emperyalist mali sermaye kuruluşlarının, burjuvazi ve gericiliğin, işçi sınıfına, Kürt halkına ve tüm emekçi halk yığınlarına yönelik saldırılarının bir unsuru olarak görmekle mümkündür. Burjuvazi ve diktatörlük, dini bağnazlığı bir araç olarak kullanarak bu katliamı gerçekleştirirken, kendi hesabına, bu katliamdan Kürdistan’daki mücadelenin bastırılması ve gelişen işçi eylemlerinin savuşturulması için yararlanmayı hesaplamaktaydı.
Sivas katliamı kazara ortaya çıkmış tekil bir olay değil, Kürt halkına, işçi sınıfına ve tüm emekçilere yönelik birleşik karşı-devrimci saldırının bir parçasıdır. Burjuvazi ve diktatörlük, Kürt ve Türk milliyetinden işçi ve emekçilerin sınıf birliği ve birleşik eylemini engellemek için kesintisiz bir faaliyet yürütmektedir. Genelkurmay Başkanı Güreş’in son açıklamalarını Çiller eliyle yürürlüğe konmaya çalışılan yeni ekonomik ve siyasal saldırıları, burjuva partilerin “milli mutabakat” çağrı ve çabalarını ve Sivas katliamını, nüfusun bir bölümüne, ya da sadece şu ya da bu milliyet kökenli emekçilere yönelik saldırılar olarak değerlendirmenin olanağı yoktur. Fatura tüm milliyetlerden ve tüm mezheplerden işçi ve emekçilere kesilmektedir. Genelkurmay, Kürdistan’da yeni ve daha kapsamlı bir imha harekâtını sürdürürken ve Güreş’in açıkça ifade ettiği gibi, “oralarda taş üstünde taş bırakılmaz”ken, bunun ekonomik ve politik faturası Türk ve Kürt emekçisine kesilmektedir. Çiller, Güreş’e “her tür olanağı sağlayacağız, yeter ki terörün kökünü kazıyın” derken, günlük harcaması 15 milyar lira olduğu belirtilen savaş giderlerinin yeni zam ve vergi yükleriyle artırılacağını haber vermektedir. “Kâbusa giren” egemen sınıflar, “kâbusu atlatmak” amacıyla yeni saldırılara yönelirken, Kürt halkının özgürlük istemini bir “dış kışkırtma” olarak göstermeyi, Sivas katliamını bizzat kendileri örgütleyip uygularken, “dış güçlerin bir oyunu” olarak sunmayı gerekli görmektedirler.
Burjuvazi ve diktatörlük, “dış güçler” demagojisini içteki yangını söndürmenin aracı olarak kullanmak istemektedir. Kontra provokasyonlarıyla işçi ve emekçilerin birliğini ve birleşik eylemini parçalayıp-engellemeye çalışan burjuvazi, aynı zamanda, Kürt halkına yönelik katliamlara karşı gelişebilecek tepkilerin önünü de kesmeyi amaçlamaktadır. Burjuvazi ve gericiliğin, Sivas katliamını bu amaçla kullanmaya çalıştığı ancak bunda başarılı olmadığı bilinmelidir. Sivas katliamı emperyalist mali sermayenin çıkarları doğrultusunda işçi sınıfına ve tüm halka karşı hazırlıkları hızla sürdürülen yeni saldırılardan bağımsız değildir. Çiller KİT’leri tasfiyede kararlı olduğunu belirtirken, Türk-İş yöneticilerinden yardım istemekte, işten atma, taşeronlaştırma, özelleştirme, sendikasızlaştırma, yeni zam ve vergileri yürürlüğe koyma, siyasal baskı ve yasakların sınırlarını genişletme vb. uygulamalara karşı herhangi bir tepkinin ortaya çıkmasını “ülkenin milli çıkarana aykırı gelişmeler olarak ilan etmekte, işçi ve emekçilerden, burjuvazi ve kapitalizm yararına fedakârlık istemektedir.
Burjuvazi ve gericiliğin içine düştüğü açmazı, “kâbuslu günleri”ni, ekonomik ve politik saldırıları yoğunlaştırma yoluyla aşmaya çalışmaktan başka bir yolu kalmamıştır. Kürt köylerini 500 librelik bombalarla bombalayan, yakıp-yıkan diktatörlük, şimdi şehir merkezlerini de imhaya hazırlanmaktadır. Burjuvazi ve hükümet kapitalist sömürü oranını artırmanın ve daha az işçiyle daha fazla artı-ürün elde etmenin yollarını aramaktadır. Çiller hükümeti bu hedefin gerçekleştirilmesini amaç edinmiştir. Çiller, uluslararası sermayenin çıkarlarının temsilcisi olarak, KİT’lerin tasfiyesini, yüz binlerce işçinin sokağa atılması pahasına gerçekleştirmeyi, işçilere örgütsüzlüğü, sosyal hak kısıntılarının sınırlarının genişletilmesini, düşük ücreti, açlık ve sefaleti dayatmayı, Kürt özgürlük mücadelesini, Kürdistan’ın kana boğulması pahasına bastırmayı, küçük üreticilerin tekeller yararına daha fazla sömürülmesini öncelikli görevleri olarak ilan etmiş bulunmaktadır.
Tüm gelişmeler, karşı-devrimin komple ve çok yönlü saldırılarına karşı, halk yığınlarının genel eylem ve direnişinin zorunluluğunu ortaya koyuyor. Bunu başarmak, devrim adına ileri yürümenin önemli koşullarından biridir. Koşullar Marksistlere ve tüm devrimcilere daha fazla özverili bir çalışma dayatıyor. Yüz binlerce işçi, emekçi ve gencin katılımıyla gerçekleşen son kitle eylemlerinin ortaya koyduğu sonuçlardan biri de, Marksistlerin ve çeşitli devrimci siyasal yoğunlukların sermaye ve faşizme karşı güç ve eylem birliğinin masa başı uzun tartışma ve “pazarlıklarla değil, kitle hareketinin devrimci sürükleyiciliğinin pratik etkisiyle gerçekleşmiş olmasıydı. Kendiliğindene özellikleri olmakla birlikte, bu somut durum faşizme ve sermayeye karşı yürütülen pratik siyasal mücadelenin gruplar arası güç ve eylem birliklerinin esas zeminini teşkil ettiğini de gösterdi. On binlerce işçi ve emekçinin devrimci komünist partinin sloganlarını coşkuyla haykırmasından devrimci sonuçlar çıkarmanın her kesim açısından gerekli olduğu açıktır. Bu eylemler birkaç on kişilik, ya da yüz-iki yüz kişilik grupların ayrı ayrı varlıklarının anlamsızlığını, onların kendi grup yapılarını koruma çabalarının haksızlığını ve Marksizm’e bağlılıkta kararlı olan tüm unsurların, grup yapılarının küçük burjuva barikatlarına takılmaksızın devrimci komünist partinin saflarında birleşmelerinin zorunluluğunu belirgin bir tarzda ve bir kez daha ortaya koymaktadır. Devrimci enerji ve güç birikiminin bir tek proleter kanalda akmasının, yığın eyleminin gelişmesi açısından taşıdığı önem ve aciliyet sorumluluk sahibi herkesi düşündürmelidir.
Şimdi gerekli olan her konuda netleşme, yaşam tarzının devrimcileştirilmesi, devrimci militanlığın geliştirilmesi, yığınlar içinde daha kapsamlı çalışma, parti şiar ve sloganlarının işçi ve emekçileri daha fazla sarması için daha enerjik bir faaliyet ve tüm olay ve gelişmeleri iktidar mücadelesine bağlı olarak ele alma bilinç ve becerisiyle daha ileri mevzilere yürümedir. Başarmak için başka bir yol yoktur.

Ağustos 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑