İşçi sınıfı ve sınıf mücadelesinden söz edebilmek için Soma’da olduğu türden işçilerin toplu ölümlerini, iş cinayetleri ve büyük çaplı kitlesel kıyımları ya da bu türden “felaketler”in yol açtığı “işçi infiali”ni bekleyenlerden biri durumuna düştüğünü bizzat kendisi açıklayan Oya Baydar’ın, Evrensel Kültür Dergisi’nin 271. Temmuz 2014 sayısında, “sınıf ağırlıklı analizlerin geçersizliği” temasını işleyen bir yazısı yayımlandı.
“Sınıf pusulasını yitirdik mi?” başlıklı yazısına, “Soruyu çeşitli biçimlerde sormak mümkün: Sınıf pusulasını neden yitirdik? Pusula, artık işe yaramaz mı oldu? Doğru yönü göstermesi için yeniden ayarlanması mı gerekiyor? Yoksa yönler mi değişti? Vb…” sorusuyla giriş yapan Baydar, işçi sınıfının toplumsal durumu; konumu ve işlevine ilişkin görüşlerinin değişim sürecini özetleyerek, şöyle devam ediyor: “Yorumlarımda, konuşmalarımda, yazılarımda proletarya, işçi, sınıf, sömürü sözcüklerini ne kadar az; buna karşılık mağduriyet, muktedir, etnik kimlik, ötekileştirme sözcüklerini ne kadar çok kullandığımı fark ettim; bunun nedenleri üzerinde düşünmeye başladım.
“Postmodern, neoliberal rüzgârların etkisine kapılıp sınıfı unutmuş muydum? Sömürü artık sona ermişti de, bu yüzden mi gündemimdeki yeri arkalara kaymıştı? Kimilerinin iddia ettiği gibi tarihin sonu mu gelmişti?”
Benzeri sorular üzerinden sömürünün ve tarihin “sona erdiği” sonucuna varan tarih ve sınıf inkarcı palavracılarla arasına belirli bir mesafe koyan yazar, sınıf sorunlarının kendi “yazın ve eylem tahayyülü”nde eski yerine sahip olmamasını gerekçelendirirken ise, bir adım öncesinde ayrıştıklarıyla benzeri argümanlara dönüyor ve şöyle sürdürüyor: “Sınıf kavramı (ve bu kavramdan türeyen bir dizi temel kavram ve sosyolojik-ideolojik politik ve psikolojik duruş) bugünkü düşünce, yazın ve eylem tahayyülümüzde eski yerine sahip değilse, bu vâkıa sadece dış veya iç sınıf düşmanlarının kavramı ve mücadeleyi unutturması ile; sınıf örgütlerinin, bu arada sendikaların güçsüzleşmesi ve ‘sarı’laşması gibi dışardan etkilerle ya da kişinin ideolojik zaaflarıyla, yenilgi psikolojisiyle; yani metafizik-idealist yaklaşımla açıklanamaz. Kavramın ve sınıfın kendisini de tarihsellik ve güncellik boyutunda irdelemek zorundayız. Cesaretle sormanın zamanıdır: Yel artık ‘işçiden, işçiden yana’ esmiyorsa, bunda, taşıma rüzgârla değirmen döndürülemeyeceği gerçeğinin payı yok mu?”
Oya Baydar’ın resmettiği tutum ve düşünüş şu ya da bu aydının, yazar, iktisatçı ve sosyologun tutumuyla sınırlı değil. İşçi sınıfının toplumsal konumu ve devrimci rolünü “artık önemsiz” sayma ve “unutma” tutumu, son on yıllarda, ‘akademi ve yazın dünyası’nda ‘furya’ halini alarak bir akıma dönüşmüş; işçi sınıfı ve emekçilere, onların siyasal-sendikal ve diğer örgütlerine karşı bir tür ‘mahalle baskısı’ işlevi görmüştür. Bu inkar ve baskı siyaseti ve ideolojik kuşatma, ilgili olsun olmasın her bir gelişme dolayımında devam ettiriliyor. Baydar’ın özetlediği görüşler de, içeriklerinin ana teması yönünden bu kapsam dışına düşmüyor.
Baydar’a haksızlık olmasın; işçi sınıfı ve bağlantılı kavram ve kategorilerin metafizik-idealist yaklaşımlarla; ve “tarihsellik ve güncellik boyutu”ndan soyutlanarak irdelenmesine karşı çıkışı yerindedir. Marksizm, evet, çeşitli ideolog ve yazarlar tarafından, kuramın “özü”ne aykırı olarak yüzeyselleştirilmiş, kaba indirgemeci yorumlara tabi tutulmuş; bu revizyondan geçirilmiş türev ya da ikinci-üçüncü elden yorumlar kuramın kendisinin yerine geçirilerek, tahrif edilmiş biçimleri üzerinden eleştiriye tabi tutulmuştur. Bu bakımdan yazarın kuramın “özüne dönme” çağrısı da yerindedir. Ama, Baydar’la tartışmamızın buradan başlayacağını da daha başından belirtelim. Baydar, çağrısına rağmen, kuramın “özü”nden değil, indirgenmiş ya da tahrif edilmiş halini kuramın yerine geçirerek, sınıf, sınıf ilişkileri/çelişkileri gibi temel unsurları tartışmaktadır. “Taşıma rüzgar” yaklaşımı da bu kapsamdadır. Soru ve sorun şudur: İşçi sınıfı ve hareketinin “tarihsellik ve güncellik boyutu”na nereden, hangi maddi olgu ve koşullardan kalkarak bakılacaktır? Sınıf hareketinin güncel-konjönktürel ve öznel durumundan mı, maddi olgular, nesnel durum ve etkenlerden mi? “Rüzgar”a mı döneceğiz, “değirmen”e mi bakacağız? Aralarındaki ilişki nasıldır?
“METAFİZİK-İDEALİST YAKLAŞIM” ELEŞTİRİLMELİ, AMA NASIL?
Oya Baydar, toplumsal sorunların idealist metafizik yorumuna yönelik eleştirisinde, ilk adımı doğru atmış, ama bu ‘sol adım’ı hemen ardından, yanlışa atılmış sağ adım izlemiş; sadece yol sapmamış, ortaya mekanist-teknolojist bir yaklaşım çıkmıştır. Sınıf ve hareketinin bugün karşı karşıya bulunduğu sorun(lar) kuşkusuz yalnızca “kendisi için sınıf” düzeyine “yükselmesi” için gerekli olan öznel-iradi çaba ve etkenlerle sınırlı görülemez. Toplumsal sorunların iktisadi temel ve sosyal koşullardan soyutlanarak salt iradi ve akılsal yorumlamalarla izahı, evet, idealist-metafizik bir düşünce tarzına işaret eder. İşçi sınıfı hareketine; sınıfın sorunları ve mücadelesine ideolojik-psikolojik etken ve unsurlarla sınırlı bir yaklaşım, tek yanlılığın, sübjektif spekülasyonların, mekanizmin göstergesidir. Sınıfın maddi toplumsal koşullarının, üretim sürecinde yer alış biçimindeki değişimlerin, hareketinin uluslararası somut durumunun, örgütlenmesi ve mücadelesinin; sermaye ve devletiyle ilişkilerinin nesnel gerçeklikleri yönünden önemini gözardı eden anlayışların proletarya ve mücadelesine katkısı olmayacaktır. Marksizmin “özüne dönme” çağrısı ve sosyal-iktisadi gerçekliklerin dikkate alınmasının önemine vurgusuyla da, Baydar, “doğru yerde duruyor” izlenimi vermektedir. Ancak ilk izlenim nihayetinde bir ilk izlenimdir ve yanıltıcı olması olasılığı ihmal edilemez. Nitekim Baydar, “…bu noktada Marksizmin konuya ilişkin özüne dönmemiz” çağrısında bulunmasına; “teknolojik temelin (yaygın tekçi ve dar yorumların aksine, sadece aletin, tekniğin değil, alet yapan ve alet kullanan insanın becerisinin, bilgisinin) değişmesinin toplumsal-tarihsel gelişmenin dinamiği olduğu” vurgusuna; “özellikle ‘sınıf’ söz konusu olduğunda, teorinin araçsallaştırılmasının sonucu olan mekanik yorumlar kadar, teorinin tarihsel süreçte değişme/gelişme özünün bir yana bırakılması”na karşı “uyarıları”na rağmen, tüm bu sorunları ele alırken, esen rüzgarın etkisine kapılmaktan kaçınamamıştır. “Rüzgar” metaforu, bilinç ve örgütlenme düzeyine işaretle kullanılmıştır, ama, sınıfın yapısı, bileşimi, niteliği vb. gibi sınıfsal nitelikleriyle ilişkisi kurulurken, tam da bu ‘kritik’ noktada mekanist-kaba materyalist bir bakış açısı sergilenmiştir. Yazar, “sınıf artık o sınıf değil” derken, yüzeysel bir bakışla karşı çıkılamaz gibi görünen bir anlayışı dile getiriyor. Evet ama, bundan ne anlamalı? Sınıfın niteliği mi değişti; yoksa bileşimi farklılaştı, bilinç ve örgütlenme düzeyi geri diye mi aynı sınıf değil, hangisi? Baydar, değişim ve nesnel gerçeklik sorununa yaklaşımının yanı sıra, “değirmen”-“rüzgar” kıyaslamasıyla da, işçi sınıfı, sınıf kavramı, sınıfın mücadelesi ve örgütlenmesinin Marksist “öz”e bağlı ve uygun analizinden uzaklaşmıştır. Sınıf kavramını ve sınıfın ‘fiziki varlığı’nı “tarihsellik ve güncellik boyutu” terazisinde tartıya vurduğunda da, tahayyülünü zorlamakla kalmamış; mekanist bir bakış açısı sergilemiştir.
DEĞİŞİM VE GELİŞMENİN TEK YANLI MEKANİK YORUMU
O. Baydar, “Marksizmin konuya ilişkin özüne dönme”ye çağırmasına ve bu “öz”ün “çoğunlukla mekanik ve determinist yorumlara” kurban gittiği yönündeki “uyarısı”na rağmen, toplumsal sorunlara ve özellikle işçi sınıfının kapitalist üretim sistemindeki konumu ve rolüne değişim gerekçeli itirazlarının genel içeriği yönünden, “Marksizmin konuya ilişkin özüne dönme”miş; aksine ondan uzaklaşmıştır. Eleştirisini oturttuğu gerekçeleri şöyle sıralıyor: “19. yüzyılın ikinci yarısındaki kapitalist Batı toplumlarının sınıfsal yapısını, sınıfların niteliklerini, işçi sınıfının ‘kendinde sınıf’tan ‘kendisi için sınıf’a geçme ve kapitalizmin ‘mezar kazıcısı’ olma potansiyelini 21. Yüzyıl kapitalizminde aynen bulacağımızı sanmak, Marksist analiz yöntemini kavramamış olmak demektir. Sözün kısası; 21. Yüzyılda sınıfın kendisi kadar sınıf kavram ve paradigması da değişmiştir. Sınıflı toplum, toplumsal sınıflar, sınıf çelişkileri, sınıf mücadelesi sürmektedir, ama bilimsel-teknolojik gelişmenin baş döndürücü hızının, karmaşık ekonomik-toplumsal ilişkiler ağının, yeni iktidar mekanizmalarının ve yüz elli yıllık inişli çıkışlı tarihsel deneyimlerin girdabında değişmiş, başkalaşmış olarak.”
Değişme, başka olma (başkalaşım değil) reddedilebilir değildir. İşçi sınıfının 150-200 yıl önceki sınıfın “tıpkısının aynısı olduğu”nu söylemek için hayatın ve tarihsel gelişmenin dışında düşünen bir fanatik olmak yetmez; doğa ve toplum olaylarına akli ve bilimsel yaklaşımdan mahrum olmak da gerekir. Baydar, kuşkusuz bunun farkındadır; ama bu farkındalığı, değişim ve gelişmeden çıkardığı sonuçlar ve yürüttüğü aşırı akılcılık yönünden onu yine de haklı çıkarmıyor. Niye?
Baydar’ın itiraz gerekçesinde “aynen” diye bir sözcük var. Yazar bu sözcüğü, bağ teşkil ettiği toplumlar, toplumların sınıf yapıları, sınıfların nitelikleri, işçi sınıfının ‘kendiliğinden’ ve ‘kendisi için sınıf’ durumuna gelmesi ve kapitalizmin ‘mezar kazıcısı’ olma potansiyeli vb. gibi tüm toplumsal formasyon ve kategorilerin iki yüzyıl sonra nitelik değiştirdiğini belirtmek üzere kullanıyor. Gerekçesi, toplumsal-tarihsel değişimdir. Ona göre; 21. yüzyılın “başkalaşmış yeni sınıfı”, nesnel ve öznel etkenler nedeniyle eskisi türlü bir devrimci sınıf konumu ve potansiyeline artık sahip değildir!
İşçi sınıfı ve hareketinin eskisi türlü işlevli olamayacağı iddiası, çağ değişimi gerekçeli sınıf retçi teorinin çeşitli versiyonlarının bir tür özetini oluşturuyor. “Bilimsel-teknolojik gelişmenin baş döndürücü hızı”, “karmaşık ekonomik-toplumsal ilişkiler ağı”, “yeni iktidar mekanizmalarının ve yüz elli yıllık inişli çıkışlı tarihsel deneyimler”in etkisi gibi, “başkalaşım” gerekçeleriyle ilk kez Oya Baydar’ın yazısında karşılaşmıyoruz. Baydar da, diğerleri gibi, işçi sınıfının ve işçi hareketinin bugünü ve geleceğine dair görüşlerini, günümüz kapitalizmini daha önce benzeri görülmemiş ve tümüyle yeni nitelikte değişimlere sahne olmuş göstererek, doğrulamak istiyor. İşçi sınıfının toplumsal devrimci sınıf konumu, özellikleri, potansiyeli vb.’ne getirilen itirazların hemen tümü değişim ve gelişim gerekçesine dayandırılıyor. Ancak, sınıfın nitelik değiştirdiği iddiasının değişim bağlantılı veya gerekçeli bir doğrulaması bu gerekçeler üzerinden yapılamaz. Neden yapılamayacağını da göstermek üzere, bu sav ya da iddiaların dayandırıldığı gelişme ve değişmelere –genel boyutlarıyla da olsa– bakmakta yarar var.
NEDİR BU DEĞİŞİKLİKLER?
Marx, sermayenin oluşumunu; üretim ve dolaşım süreçlerini inceleyerek, meta ve sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesini, sınıfların –özellikle proletarya ve burjuvazi– üretim sürecindeki konumu, durumu ve işleviyle birlikte analiz etmiş, göstermişti. Kapitalizm, gelişmesiyle, burjuvazinin ayakları altındaki “toprağın kayması”na, ulusal çitlerin yıkılmasına ve uluslararasılaşmaya doğru tarihsel bir eğilim gösteriyordu. Bu gelişme sonraki yıllarda hız kazandı. Kapitalizmin uzanmadığı, el atmadığı toprak neredeyse kalmadı. Sanayi ve banka sermayesinin birleşmesi, mali sermaye ve tekelleri ortaya çıkarak her tarafa kol salması, dünyanın tekeller tarafından bir ahtapot gibi sarılması, yirminci yüzyılın en önemli gelişmesiydi. Lenin, Emperyalizm adlı eserinde bu durum ve gelişmeleri net ve anlaşılır şekilde analiz ederek, ortaya koydu. Sermaye ve meta üretimi ve dolaşımının uluslararası boyutlar kazanması, dünyanın daha önce sermaye hareketine ya henüz sahne olmamış ya da kapitalist gelişme yoluna girdiği halde henüz yeterince gelişememiş ülkelerinde de kapitalizm öncesi toplumsal sistemlerin çözülmesine hız kazandırdı. Ulaşım ve iletişimdeki gelişmeyle bağlı olarak meta dolaşımının uluslararası gerçekleşmesi için koşullar daha uygun hale geldi. Bilim ve teknikte büyük ilerlemeler kaydedildi. Bilgisayar kullanımı, bilginin milimetrik-mikrometrik depolanması, telekomünikasyon alanındaki ilerlemeler, uzay çalışmalarında gösterilen başarılar, yüksek hızlı nakliye uçaklarının, büyük tonajlı tanker ve gemilerin yapımı, hava, deniz ve kara deniz yollarının kıtalar arası ulaşım ve nakliyatı kolaylaştırması vb, meta ve sermaye dolaşımınına daha önceki zamanlarla kıyas götürmez ölçüde büyük olanaklar sağladı. Bilimsel-teknolojik ilerleme ve makinenin yeni buluşlarla daha fazla yetkinleştirilmesi, birden fazla mekanda, işyeri ve fabrikada üretilen parçaların birleştirilmesiyle(bu, farklı parçaları üreten işçilerin aynı mekanda birarada bulunmalarını önleyen bir üretim örgütlenmesi demekti)ürünlere son hallerini verme olanağı; uluslararası tekeller tarafından uygulanan, ve büyük sanayi işletmelerinin bir bölümünün emekgücünün ucuz olduğu, enerjinin ve çeşitli hammaddelerin daha düşük maliyetle sağlandığı ülkelere işin ve işletmelerin bazı kısımlarını taşımalarını kolaylaştırdı. Uluslararası mali-sanayi şirketler ve emperyalist büyük devletler, pazar ve etki alanı için rekabette, bu gelişmelerden yararlanarak üretimlerini ve ilişkilerini “yeniden düzenleme”ye giriştiler. Tekeller yararına “ulusal sınırlar” ve “gümrük duvarları”nı aşacak yeni mali-ekonomik, siyasi ve askeri anlaşmalar imzalandı. Büyük sanayi şirketleri, üretimin bir bölümünü/ürünlerin belirli parçalarını kendilerine bağlı alt işletmelere yaptırmaya daha fazla yöneldiler. Böylece onlar, tüm bu alt ve üst-ana işletmelerde çalışan işçileri, onlar aynı işkolu/üretim dalında üretim yapmalarına rağmen, farklı iş sözleşmeleri ve çalışma koşullarıyla da birbirlerinden ayırarak, birleşik işçi hareketinin önüne ek engeller çıkarıyorlardı. Üretimin farklı sahalarda ve birimlerde yapılabilir hale gelmesi, taşeron sisteminin yaygınlaştırılması vb. işçilerin birlikte hareketine daha çok engel çıkarıyor; ücret ve çalışma koşulları üzerinde olumsuz etkide bulunuyor, işçilerin aynı sınıfın mensupları bilinciyle hareket etmelerini, fiziki barikatların yanı sıra bilinç bulanıklığıyla da zorlaştırıyordu.
Bunu, hemen tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfı ve emekçilere karşı sosyal-ekonomik saldırıların yoğunlaştırılması izledi. Özellikle de Sovyetler Birliği’nde Stalin’in ölümü ve Kruşçev ve şürekasının parti ve devlet aygıtını da kullanarak ve sözüm ona sosyalizmi daha ileri düzeye ulaştırma adına yürürlüğe koydukları ekonomik-sosyal ve siyasal “reformlar”, kapitalizm ile yeniden bütünleşmenin yolunu açtı. Kruşçevcileri izleyen Batılı komünist-sosyalist “kitle partileri”nin kendi ülkelerinin burjuvazisine iltihak etmeleriyle birlikte, işçi-emekçi hareketi uluslararası alanda büyük darbeler yedi ve bir süreç içinde en geri düzeyine düştü. Batı Avrupa’dakiler başta olmak üzere, çok sayıdaki ülkenin işçi partileri (sosyalist ve sosyal demokrat partiler) ve sendikaları izlenen uzlaşmacı-işbirlikçi politikalar sonucu hızla güç kaybetmeye başladılar.
Bütün bu gelişmeler, sol-liberal yazar, politikacı ve iktisatçılar tarafından, işçi sınıfının kapitalist toplumdaki ‘devrimci özne’ konumu, potansiyeli ve işlevine kuşkuyla yaklaşmanın ve hatta reddinin gerekçesine dönüştürüldü. Uluslararasılaşmanın yeni düzeyi, üretim ve işin örgütlenmesinin yeni biçimleri, hizmet işkolunun genişlemesi, işçi-emekçi mücadelesinin düşüşe geçmesi, örgütlerinin güç kaybetmesi ve S.B.’nin fiili olarak dağılması, işçi sınıfının devrimci rolüne kuşkuyla yaklaşan ya da onu tümüyle reddeden yazarlar tarafından, işçi sınıfının üretimdeki yeriyle birlikte devrimci potansiyeli ve rolünün sona ermekte olduğu ya da diğer ezilen kesimlerle “eşit ağırlıklı” hale geldiği yönünde yorumlandı. Klasik kapitalist ülkelerde sanayi proletaryasının nicel olarak azaldığı belirtilerek, bu gelişme sınıfın devrimci rolüne karşı, sözüm ona en çarpıcı ve reddedilemez kanıt olarak sunuldu. Sanayi proletaryası içinde olmak üzere, işçi sınıfının uluslararası alandaki büyümesine göz kapatılıyor; sınıf hareketinin geri bilinç ve örgütlenme düzeyi gibi konjönktürel zayıflıkları kalıcı ve değişmez sayılarak sınıfın “devrimci potansiyel ve rolü”nün önemsizleştiği iddiasının kanıtı olarak sunuluyordu. Kapitalizmin uluslararası gelişmesi, onun işçi sınıfı olmaksızın gelişemeyeceği gerçeği göz ardı edilerek yorumlanıyor; bilimsel-teknik ilerleme, işçi sınıfı ve sanayi proletaryasının toplumsal önem ve işlevini ortadan kaldıran bir gelişme olarak gösteriliyordu.
Sermayenin uluslararasılaşmasının devasa boyutlar kazanması ve ulusal sınırların aşılması olarak tarif edilen “globalleşme” ya da “küresel kapitalizm” yeni bir olgu olmamasına; bizzat Marx’ın kendisi kapitalizmin bu gelişme eğilimi ve yönünü, somut verilerle gösterip haber vermesine; 1870’lerde tekellerin oluşmaya başlamasını gözlemleyen Engels gelişme doğrultusunu daha net olarak ortaya koymasına ve Lenin içeriğiyle tüm bir çağı özetleyen Emperyalizm adlı eserinde kapitalizmin, gelişmesinin en üst aşamasına nasıl evrildiğini göstermesine rağmen, sınıf retçiliğinin türlü-çeşitli varyasyonlarını savunan yazar ve ideologlar “küreselleşme” olarak ifade ettikleri kapitalist-emperyalist gelişmeyi 1989-90’na tarihlediler. 1950’lilerin ikinci yarısında kapitalizme geri dönüş yoluna girerek güçlü sanayi temelini kapitalist yeniden inşanın dayanağı yapan ve Batılı emperyalistler ile pazar kavgasına girişen/en azından elindekini kaptırmamaya çalışan Sovyetler Birliği’nin dağılması bu teorinin diğer bir dayanağı olarak kullanıldı.
Klasik kapitalist ülkelerde temel sanayi kolları ve işletmelerinin ekonomide işgal ettikleri önem ve yeri korumayı sürdürdükleri gerçeğine göz kapayarak, onların ucuz işgücü ve hammaddelerden yararlanma amaçlı olarak Asya ve Afrika’ya yayılmalarını, Brezilya, Arjantin, Meksika, İspanya, Türkiye, Yunanistan, G. Kore, Güney Afrika’nın yanı sıra Çin, Hindistan, Pakistan, Bangladeş gibi ülkelerde yüz milyonlarca işçinin emek sürecine dahil olmasından soyutlayarak proletaryanın üretim içindeki işlevine karşı bir gelişme olarak gösterdiler. İşçi sınıfının üretimde ve sosyal yaşamda tuttuğu toplumsal konumun ve gördüğü/göreceği değiştirici rolün güç kazandığını gösteren nesnel olgulara göz kapayan ve içinde bulunulan dönemin konjönktürel koşullarında hareketin geriye atılmış olması gibi “somut durum” belirtilerini öne çıkararak tek yanlı yorumlara tabi tutan bir saptırmaydı, bu.
Büyük mali-sanayi şirketlerinin uygulamaları günümüze özgü yeni bir gelişme gibi gösterilerek, üretimde yer alanların bileşimi ve üretim yöntemlerindeki çeşitlilik, sınıfın “nitelik değişimi” ve “başkalaşımı”nın dayanağı olarak sunuldu. Sınıf, artıdeğer üretimi ve emek-sermaye çelişkisi üzerinden değil, ama, yeni katılmalarla bileşimindeki farklılıklar, nicel büyüklüğü ya da küçüklüğü, “mekan” gibi fiziksel kategorilerin yanı sıra bilinç ve örgütlenme düzeyi üzerinden tanımlanıp potansiyeli ölçeğe vuruluyor; üretimin parçalı örgütlenmesinin yaygınlaşması ve üretken emeğin alanının genişlemesi sınıfın devrimci potansiyeli ve toplumsal işlevinin önemsizleşmesi yönünde yorumlanarak, “aynı değerde” yeni toplumsal güçler teorisi geliştiriliyordu. Buna “çokluk” diyen de oldu; “madunlar”, ya da “mağduriyet grupları” diyenler de.
Değişim ve gelişme böylece her türden anti Marksist, revizyonist-oportünist görüşün hem gerekçesi hem de dayanağı haline getiriliyor; sermayenin olanakları yönünde yorumlanarak, proletaryanın mücadele olanakları ve potansiyeline dair inkar ve azımsamaya dayanak gösteriliyordu.
Oya Baydar’ın, “sınıfsal başkalaşım” ve “eşit ağırlıklı özneler” savı, günümüz dünyası ve dünya kapitalizmini yeni nitelikte değişimlere sahne olmuş gösteren bu anlayışlardan besleniyor. Değişimin kaçınılmazlığı; kesinliği ve mutlaklığını, okuru görüşlerine ikna etmek için kullanan Baydar, yinelene yinelene artık ezberlenmiş bir argümana sığınarak, “her şey değişti, sınıf da değişti, öyleyse artık eskisi gibi sınıf odaklı kavram ve devrim anlayışlarıyla hareket etmemek gerekir” mealinde akıl yürütmeye girişmiştir. Buradaki tartışma açısından söylersek, sorun işçinin bireysel ve toplumsal değişimin ‘girdabı’nda yer alıp-almadığı; etkilenip etkilenmediği; değişip değişmediği değil; bu yer alış ve değişimin nasıl ve hangi yönde ve muhtevada olduğudur. Yazar, bu soruya, “nitel değişim geçirdi” yanıtı vermiştir. Bu yanıt, değişim ve gelişmenin tek yanlı, mekanist-teknolojist yorumuna dayandırılmıştır ve makalenin devamında da gösterileceği üzere, dayanaksız ve varsayımsal zorlamalardan ibarettir.
BAYDAR, SINIFIN BİLEŞİMİNDEKİ DEĞİŞİMİ “NİTEL DEĞİŞİM” OLARAK YORUMLUYOR
Oya Baydar’a göre, işçi sınıfının “emek-sermaye çelişkisi temelindeki Marksist tanımı”, “ağırlıklı olarak sanayi proletaryası örneğinden hareket ediyor” olmakla birlikte, “Teorinin bütünlüğü içinde ve dönemin koşullarında beklenen/istenen proletarya devrimi amacıyla tutarlı”; ancak “tek boyutlu” idi.(!) Yazar, bu tanım ve anlayışın buna rağmen, “19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında açıklayıcı ve işlevsel” olduğunu; ancak sonraki döneme ilişkin olarak toplumsal çelişkilerin açıklanması ve çözümü açısından yetersiz kaldığını ileri sürmekte, nedenini ise şöyle açıklamaktadır: “Sonraki yıllarda hızlanan ve nitel sıçrama gösteren bilimsel-teknolojik gelişmeler, işçi sınıfının yapısını değiştirmeye başladı. Artık sınıf, özellikle gelişmiş kapitalist toplumlarda sadece sanayi proletaryasıyla sınırlı değildi. Üretim sürecinde artıdeğer yaratarak kapitalist sömürüye maruz kalan beyaz yakalılar, mavi tulumluların yanında (hem de çelişki ve karşıtlıklarla) yer aldılar.”
Baydar, işçi sınıfını özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde “sadece” sanayi proletaryasıyla sınırlı gören; toplumsal çelişkileri emek-sermaye çelişkisinden ibaret gösteren, toplumsal-tarihsel değişimi gözetmeyen kaba materyalist, hatta saplantılı yaklaşımları, somut ‘muhatap’ üzerinden göstererek eleştirme yerine, varsayıp, materyalist Marksist dünya görüşüne ait göstererek eleştirisini haklı kılmaya çalışmış. Bu, bir kanıtlama yöntemi olamaz. “Artık sınıf, özellikle gelişmiş kapitalist toplumlarda sadece sanayi proletaryasıyla sınırlı değil” tespiti, ancak, “hayır, işçi sınıfı sadece sanayi proletaryasından oluşur”(!) şeklinde çok kaba, mekanik ve sözde materyalist bir görüşe karşı ileri sürülebilir. Ama, bu tür yüzeysellik ve kaba indirgemeci anlayışlar, bilinçli bir saptırma-çarpıtma ürünü değilse eğer, Marksist sınıf tanımıyla ilişkilendirilemez.
Yazarın sorunu, bu tür bir kaba yaklaşımı eleştirmesi değildir. O, gelişmeleri ve “beyaz yakalıları” söz konunu ederek, işçi sınıfının emek-sermaye çelişkisi temelindeki tanımını “tek boyutlu” ve yetersiz ilan ederken, Marksist sınıf tanımının bilim ve teknik gelişmeye bağlanan bu değişimi karşılamadığı iddiasındadır. Bu ise, Marksist değil, teknolojist bir yaklaşımdır. Marksist sınıf tanımı, evet, sanayi proletaryasına ağırlıklı bir yer verir, ama asla sanayi işçileriyle sınırlı bir tanım değildir. Böyle olduğunu görmek için Marksizmin revizyonist yorumlarına değil, kuramın aslına, yazarın deyişiyle “özü”ne bakmak yeterlidir. Baydar, kuramın “özüne dönme” gereğinden söz etmesine rağmen, oportünist-revizyonist yorumlarını hareket noktası almıştır ve kaba materyalizm ile Marksizmi birbirine karıştırmıştır.
Yazar’ın, 19. yüzyıldan 21. yüzyıla toplumsal-tarihsel değişim ve gelişme sürecinde işçi sınıfını yerleştirdiği ‘yer ve konum’; değişim gibi bir toplum ve hareket yasasının sistemin “özü”ne ilişkin olmayan gelişmeler üzerinden sınıf aleyhine yorumuna dayandırılmıştır. Bilimsel-teknolojik gelişmeleri işçi sınıfının “yapısal değişimi”, “başkalaşımı” ve “niteliksel değişimi”nin başlıca etkeni gösteren yazar, “19. yüzyılın klasik işçi sınıfı kalıpları içinde” bir “devrimci sınıf”ın artık aranmaması ve beklenmemesi gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Bu yöntem, çok açık olmalıdır ki, tek yanlıdır; indirgemeci ve mekanisttir. 19. ve 20. yüzyıl kapitalizmindeki işçi sınıfını 21. yüzyıl kapitalizminde “aynen bulacağını” kim, nerede ve nasıl “sanmış”tır? Ya da öyle sanmamak için, bilimsel-teknolojik değişim ve toplumsal gelişme üzerine genel-geçer lafazanlıktan öte, somut olarak yapılması gereken ne olmalıdır? Oya Baydar’ın yazısında buna yanıt yoktur. Toplumsal gelişme sürecinde ve kapitalist üretimin üretim araçları ve işin örgütlenmesinde yol açtığı farklılıklara bağlı olarak, işçi sınıfı da değişmiştir; evet, ama bu nasıl bir değişimdir sorusuna Baydar’ın getirdiği en iddialı yanıt; “19. yüzyılın ikinci yarısındaki kapitalist Batı toplumlarının sınıfsal yapısını, sınıfların niteliklerini, işçi sınıfının ‘kendinde sınıf’tan ‘kendisi için sınıf’a geçme ve kapitalizmin ‘mezar kazıcısı’ olma potansiyelini 21. yüzyıl kapitalizminde aynen bulacağımızı sanma..”nın yanlışlığıdır.
Baydar’ın, sınıfların varlığı ve mücadelesini inkar eden iktisatçı ve sosyologlardan farklı olarak, “sınıflı toplum, toplumsal sınıflar, sınıf çelişkileri, sınıf mücadelesi sürmektedir” dediğinin farkındayız. Ne var ki, bu kabul, “ama” koşuluna bağlanmıştır ve “ama”nın gerekçesi “nitel değişim” ve “başkalaşım” olarak belirlenmiştir.
“Nitel değişim” ve “başkalaşım” iddiası ise, sınıfın kapitalist üretim sürecinde gördüğü işlev ve üretim araçları ile ilişkisinin nitelik değişimi üzerinden değil, teknik değişim bağlantılı yeni katılımlar üzerinden kanıtlanmak istenmiştir. Baydar, “başkalaşmış” bir sınıf kavramı, tanımı, yapısı ve rolü için ‘mantık zorlayıcı’ yorumlara girişerek, işçi sınıfının “emek-sermaye çelişkisi temelindeki Marksist tanımı”nın 20. yüzyılın ilk otuz-kırk yılını geçtikten sonraki dönemde, özellikle de bilimsel-teknolojik “devrim” bağlantılı olarak artık açıklayıcı olamayacağını ileri sürerken, çeşitli teorisyen ve yazarların benzeri argümanlar üzerinden kaleme aldıkları ve daha önce okuduğumuz bahaneci-retçi görüşleri yinelemekle yetinmiştir.
Yazarın, “Artık sınıf özellikle gelişmiş kapitalist toplumlarda sadece sanayi proletaryasıyla sınırlı”(abç) değildir vurgusu, “artık” göndermesi bağlamında, işçi sınıfının, gelişmiş kapitalist ülkelerde ve “günümüz”den önceki bir zamanda “sadece sanayi proletaryası”ndan ibaret görüldüğü varsayımıyla yüklü olup, Marksizmin kaba indirgemeci bir yorumundan başka bir dayanağa sahip değildir. Marksist sınıf analizi ve tanımı yönünden ise “artık” ve “sadece” alt çizgili bu “tespit” ancak, çarpıtma göstergesi olabilir.
Bir dönemler “sosyalist” bir partinin yöneticileri arasında yer alan, ve Artıdeğer Teorileri’ni okuduğunu varsayılabileceğimiz yazar, işçi sınıfının ‘mavi tulumlular’dan ibaret görülmediğini biliyor olmalıdır. “Beyaz yakalı” olan(lar) kim(ler)dir? Baydar, ayakkabı üreticilerini, yol yapıcılarını, ray döşeyenleri, taşıma işçilerini değil; doktor, öğretmen, yazar, mühendis, avukat, sanatçı vb. gibi çeşitli mesleklerden; ya da Weberci sosyolojinin mantığından bakılırsa “sosyal statü grupları”ndan söz ediyor olmalıdır. Bu durumda da, yazar, yine sorunun “özü”yle değil, kestirimci formülasyonlarıyla ilgilidir. “Beyaz yakalı” emekçilerin emeği ile “mavi tulumlular”ın emeği sermaye ile ilişkisi üzerinden değerlendirildiğinde, şarkıcı, yazar, öğretmen gibi “beyaz yakalılar”ın da işçi kategorisine girebildiği; bunun, 21. yüzyıla varmazdan 140 yıl öncesi bir zamanda gösterilmiş olup, mümkün görüldüğü görülebilir, ve bu ilişki 21. yüzyıl ürünü ve “icadı” bir “yeni emekçi sınıf”; “yeni itici güç” göstergesi olarak ilan edilmezdi.
Marksizm, sanayi proletaryasını, evet, işçi sınıfının devrimci çekirdeği olarak, sınıfın odağında görmüş, ve fakat ücretli emek gücünü ve üretken emeği ne sanayi işçileriyle sınırlı tutmuş, ne de toplumun çeşitli kesimlerinden proleterleşmeye doğru eğilim ve gelişmeyi reddetmiştir. Marx ve Engels başta olmak üzere Marksistler, tekil somut örnekler üzerinden de göstererek, artıdeğer üreten emekçileri meta üretiminin farklı dallarında ve sermaye ile girdikleri ilişki temelinde tanımlayarak, işçi sınıfını daha geniş bir kapsam içinde ele almışlardır. Sorun etraflıca ve ayrıntılı olarak irdelenmiş, üretim sürecinin ortaya çıkardığı farklı iş ve emek türleri üretken ve üretken olmayan emeğe göre ayrıntılandırılarak ortaya konmuştur.
Marksizme dair bilinç yetersizliğinden kaynaklanmadığı; karartma amacı taşımadığı ve bilinçli bir çarpıtmanın ürünü olmadığı sürece, kimse, Marx’ın kuramında, proletaryanın sanayi işçilerinden ibaret sayıldığını ileri süremez. Kapital ciltlerinde ve Artıdeğer Teorileri’nde, konu oldukça detaylı ve genişçe irdelenmiş; emeği ve çalışmasıyla bağlı bulunduğu işletme sahibine artıdeğer sağlayan aşçı, terzi, sanatçı, öğretmen, sağlıkçı ve yazarın durumu buna göre tarif edilmiştir. Bu bakımdan, Baydar’ın ya da başka yazar ve akademisyenlerin, “kapitalist sömürüye maruz kalan beyaz yakalılar” üzerine yaldızlı sözleri yeni bir keşfe işaret etmiyor.
Buna rağmen, yazar, “beyaz yakalıların artıdeğer üretmeleri”ni yeni bir olgu ve gelişme gibi sunarak, “işçi sınıfı”nın bu katılımla birlikte nitel değişime uğradığını ileri sürebilmiştir. Oysa, Marx, kapitalist gelişmenin tüm öteki sınıfların saflarından işçi sınıfına katılmaları kaçınılmaz kıldığını göstermekle kalmamış; öğretmen, sağlıkçı, terzi, kunduracı, yazar, avukat, doktor gibi meslek guruplarından insanların emekgüçleriyle sermayeyi büyütmeleri/artıdeğer üretmeleri durumunda, üretken emekçi olarak görülmeleri gereğine de işaret etmiştir. Bütün bu örnekleri ele alarak, Marx, o günün koşullarında, “Kapitalist üretimin bu alandaki bütün görünümleri üretimin tümü içinde o kadar önemsizdir ki, bütünüyle hesap dışı tutulabilir.” demiştir. Bugünkü farklılık şudur: Marx döneminde kapitalist üretimin tümü içinde “hesap dışı tutulabilir” olan bu durum, toplumsal gelişmenin günümüzdeki koşullarında artık hesaba katılır hale gelmiştir. Günümüzde oldukça geniş bir alanda yaşanmakta olan özelleştirmeler, sağlık ve eğitim kurumlarının devletten özel kapitalist şirket ve işletmelerin mülkiyetine geçmesine yol açmış; bu işletmelerin emekçilerini artıdeğer üreticilerine dahil etmiştir. Ancak, bu ‘ikinciler’ açısından yine de ortada bir sorun varolmaya devam ediyor: “Beyaz yakalılar”ın “kendini işçi saymama”-“mavi tulumlu”lardan farklı görme anlayışı oldukça güçlüdür. Sosyal-kültürel alışkanlıkları, yaşam biçimi vb. farklılıkları görmezden gelinemeyecek bir gerçeklik durumundadır. Söz konusu farklılıkları işçilerle birlikte hareket etmeleri/davranmalarının önüne çeşitli engeller çıkarmakta; bu da sermaye tarafından bir olanak olarak değerlendirilmektedir. Bu bakımdan, bu kesim emekçilerin bir değişim sürecinden geçmelerine; öznel unsurlar yönünden de proleterleşmelerine ihtiyaç olduğu söylenmelidir.
Oya Baydar, “…19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk otuz-kırk yılı, işçi sınıfının tarihin öznesi olduğu dönemdi. Sonraki teknolojik, bilimsel, ekonomik, siyasal gelişmeler, emperyalist bölüşüm savaşı, kapitalist-sosyalist bloklar çatışması ve rekabeti hem sınıfın nitel yapısını hem de tarih sahnesindeki yerini değiştirdi. …, sınıfın evrilme çizgisi (ve bence dünyayı değiştirme, yani devrim potansiyeli) bilimsel-teknolojik devrimin ürünü olan yeni emekçi sınıflara doğru kaydı. Bütün bunların; ortodoks ezberler bir yana bırakılarak, işçi sınıfı fetişleştirmesine kapılmadan yeniden düşünülmesi gerekiyor” diye yazarken, “sınıfın nitel yapısı” ve “tarih sahnesindeki yeri”nin değiştiğini; emek-sermaye ilişkilerinin “nitel yapısı”nın değişimi üzerinden değil; “teknolojik, bilimsel, ekonomik, siyasal gelişmeler” genellemesi üzerinden ve savaşlar, bloklaşmalar, çatışmalara bağlı olarak kanıtlama çabasındadır. Yazarın iddiasını dayandırdığı bu gelişmeler, iddianın içeriği yönünden kanıt oluşturmazlar. İşçi sınıfının dünyayı değiştirme ve devrim potansiyeli, bütün öteki ilişkilerden önce, onun üretim sürecinde tuttuğu maddi-nesnel konumuyla; üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaması ve emek gücünü satarak yaşamını sürdürmesi zorunluluğuyla –başkasını sömürme olanaksızlığı– bağlıdır. Bu ilişkinin nitelik olarak değiştiği –ki bu emek-sermaye çelişkisinin nitelik değişimini gerektirir– gerçeği reddedilmeden, sınıfın nitelik değiştirdiği ileri sürülemez.
Yazarın ileri sürdüğü üzere, ekonomik-toplumsal, bilimsel-teknolojik gelişmelerle birlikte artıdeğer üreten beyaz yakalıların mavi tulumluların yanına artan şekilde katılmalarından ne sanayi proletaryasının üretimdeki merkezi konumunun ortadan kalktığı, ne emek-sermaye çelişkisinin önemsizleştiği sonucu çıkarılamaz. Diğer yandan, artıdeğer üreterek mavi tulumluların yanına gelenleri “beyaz yakalılar”la sınırlı görmek de mümkün değildir. İster gelişmiş kapitalist ülkelerde olsun, isterse emperyalizm-tekelci kapitalizm döneminde sermaye ihracı vb. gibi etkenlerin de rol oynadığı koşullarda gelişme sürecine dahil olan ya da gelişmesi ivme kazanan ülkelerde olsun, kapitalist ülkelerin tümünde, işçi sınıfı, sanayi işçileri dahil artışını sürdürmüş; emek-sermaye çelişkisinin etki alanı genişlemiştir. Bilimsel teknik gelişme, yalnızca “beyaz yakalılar”ın “mavi tulumluların yanına” katılmalarını sağlayan bir etkide bulunmamış; yeni iş kolları ve işçilerin ortaya çıkışını sağlamış, işçilerin uluslararası dayanışma ve mücadele birliği koşullarının daha da olgunlaşmasına hizmet etmiştir. Baydar –ve aynı argümanları kullanan başka birçokları– bilimsel teknik gelişmeleri; ulaşım ve iletişimdeki ilerlemeleri tek yanlı ve genel olarak sanayi proletaryasının aleyhine; onun sınıf mücadelesinde tuttuğu yer ve rolü önemsizleştirici etken olarak göstermekte; sınıfın nesnel gelişiminin öznel alandaki sorunlarının aşılmasının etkeni olarak oynayacağı rolü ise göz ardı etmektedirler. “Beyaz yakalılar”ın “mavi tulumlular”ın yanına katılmasını, özellikle de bu ikinci kesimin mücadelede yer almasını kriter alarak “‘dünyayı değiştirme, yani devrim potansiyeli’nin bilimsel-teknolojik devrimin ürünü olan yeni emekçi sınıflara doğru” kaymasının göstergesi saymak için, sanayi sektörü ve sanayi proletaryası başta olmak üzere, “mavi tulumlular”ın kapitalist üretim sisteminde tuttukları yer ve konumu görmezden gelmek ya da yeterince önem vermemek gerekir ki, bu, nesnel gerçeklere tek yanlı bakışın ürünüdür. Baydar, tarih, toplum ve sınıf ilişkilerini yanlış okumakta; sınıfın devrim yapma potansiyeli ve rolünü, “yeni emekçi sınıflar” dediği “sınıflar”a devretmektedir. Bu sınıfların hangileri olduğu muğlak bırakılmasına rağmen, yazarın bu potansiyele sahip “özneler” olarak artıdeğer üreten beyaz yakalıları ve daha belirsiz olmakla birlikte ezilen toplumsal kesimleri gördüğü söylenebilir.
Baydar’ın, işçi sınıfının toplumsal konumu ve işlevinin “üretimdeki yeri ve konumuyla” belirlenmesine getirdiği itiraz da tutarsızdır. Baydar, “üretim sürecinde artıdeğer yaratarak kapitalist sömürüye maruz kalan beyaz yakalılar”a dünyayı değiştirme/devrim yapma potansiyeli ve özelliğini layık görüyor, ama, örnek olsun, demir-çelik, otomotiv, kimya sanayi, madenler gibi belli başlı temel üretim dalları işçilerinin üretim sürecinde tutmaya devam ettikleri yerlerinden hareketle onları aynı özelliklere sahip olabilir görmekte en azından tereddüt geçiriyor. Sanayi proletaryasının ve sınıf olarak işçilerin üretim sürecindeki yeri, konumu ve toplumsal yaşam ve devrim için belirleyici işlevini, bilimsel-teknolojik “devrim”in etkisinden hareketle daralmış/azalmış sayan yazar, sınıf hareketinin öznel-ideolojik-politik “potansiyeli” yönünden içinde bulunduğu gerilikten hareketle, bu potansiyelin “yeni emekçi sınıflara doğru kaydığı” sonucuna ulaşırken, işçi sınıfının nesnel durumunu sanayi proletaryasının rolünü azımsayıcı olarak “beyaz yakalılar” lehine yorumluyor. Baydar’ın yaklaşımını belirleyen, teknolojisizmdir ve “klasik işçi sınıfı kalıpları”nı aşma “formülü”, emek-sermaye çelişkisinin nitelik değiştirdiği iddiasına örtü işlevi görmektedir. Sınıfın “evrilme çizgisi”nin; “dünyayı değiştirme” ve “devrim potansiyeli”nin “bilimsel-teknolojik devrimin ürünü olan yeni emekçi sınıflara doğru kaydığı” iddiası, sanayi kapitalizmini bilim ve teknikten yoksun sayma gibi bilim ve akıl dışı bir anlayışa kapı aralamakla kalmıyor; sanayi proletaryasının günümüz dünya kapitalist üretiminde tuttuğu yeri de olduğundan önemsiz gösteriyor.
TOPLUMSAL ÇELİŞKİLER ”AYNI AĞIRLIK” VE “DEĞERDE” MİDİRLER?
Yazar bu soruya olumlu yanıt vermektedir. Toplumsal değişim ve gelişmeye ve toplumsal çelişkilere işaret ederek, ve “sadece”, “yalnızca”, “ama” gibi koşul içeren ara eklerle muhataplarını zan altında bırakmaya çalışarak Baydar, “sadece emek-sermaye çelişkisine ve üretimdeki yere odaklanmak, günümüzde insanları ve toplumları çok daha derinden etkileyip biçimlendiren farklılıkları, çelişkileri, konum-ları görmezden gelmeye yol açıyor. Yaşadığımız dünyada ve toplumda sadece sınıfsal değil, sadece emek-sermaye çelişkisi değil, insanların sübjektif tutum ve davranışlarını etkileyen aynı ağırlıkta başka çelişkiler var.
Bu çelişkiler çoğu zaman baş çelişki haline gelebiliyor ve çözümleri için emek sermaye çelişkisine odaklanmak yetersiz kalıyor. Çelişkilerin tümünü aynı değerde ele alan ve denkleme katan bir bakış geliştirilmesi ve “ne yapmalı” sorusuna da bu bakış ışığında cevap aranması gerekiyor. Artık sadece sınıfların üretim sürecindeki yeri ve artıdeğer sömürüsüyle kavranamayacak ve çözülemeyecek çok daha karmaşık bir toplumsal gerçeklik var karşımızda…” diye yazıyor.
Toplumsal sınıf veya kesimlerin ilişkileri ve çelişkilerini “sadece emek-sermaye çelişkisine ve üretimdeki yere odaklanarak” irdeleyen dar kafalı “solcu” görüşleri örnekleme zahmetine katlanmayan yazar, varsayımlar üzerinden işini kolaylaştırıyor: Ortada kanıt yok, ama “okkalı laflar” var! “Sadece” ve “odaklanmak” sözcüklerini birbirleriyle ilişkilendirerek iddiasını güçlendirmeye çalışan yazara göre, emek-sermaye; proletarya-burjuvazi çelişkisine odaklanan biri ya da birilerinin “günümüzde insanları ve toplumları çok daha derinden etkileyip biçimlendiren farklılıkları, çelişkileri, konumları” görmezden gelmesi, bir tür kaderidir, bundan kaçınamayacaktır! Yazar, ulusal-etnik; cinsiyetçi, dini-kültürel vb. farklılık ve çelişkilerin emek-sermaye çelişkisiyle “aynı ağırlıkta” görülmesi gereğine işaretle, bu farklı kesimlerin her birinin “üretimdeki yeri”nin üzerinden atlayarak, hem bazı çelişkilerin diğerlerinden daha derin etkiye sahip olabileceğini ileri sürüyor; hem de “çelişkilerin tümünü aynı ağırlıkta”, “aynı değerde” gören bir bakış açısı önererek, mekanizmini eklektizmi ile birleştiriyor.
Şurası görmezden gelinemeyecek bir gerçektir: “Yaşadığımız dünyada ve toplumda sadece sınıfsal değil, sadece emek-sermaye çelişkisi değil, insanların sübjektif tutum ve davranışlarını etkileyen” başka türden çelişkiler de vardır. Baydar’ın yanlışı bu çelişkilerin varlığına işaret etmiş olması değil; onların tümünü “aynı ağırlıkta” göstererek, nitel farklılıklarını görmezden gelmesidir. Yazar bu “aynı ağırlıkta”ki çelişkilerin hangileri olduğu üzerinde durmuyor, oysa tartışmanın anlaşılırlığı yönünden bunların belirtilmiş/belirlenmiş olması gerekir: Baydar ise, varlığından söz ettiği çelişkilerin emek-sermaye çelişkisiyle “aynı ağırlıkta” oldukları iddiasıyla yetiniyor.
Oysa, yaşadığımız dünya ve toplumda temel çelişkiden, başlıca çelişkilerden ve çok çeşitli diğer çelişkilerden söz etmemiz mümkündür. Emperyalist-kapitalist bir dünyada ve kapitalist bir toplumda yaşıyoruz örneğin. Kapitalizm ise rekabete dayanır: emperyalistler ve uluslararası tekeller dünya pazarı/pazarları üzerine kıyasıya bir mücadele içindedirler. Ayrı ayrı ya da çıkarların belirlediği “ortaklıklar” temelinde diğeri ve diğerlerini etkisizleştirip geriye atmak, hatta piyasadan silmek üzere bütün araç, yöntem ve olanaklarını kullanmaktadırlar. Pazarlar üzerine rekabet, sadece emperyalistler arası çelişkiyi doğurmakla kalmamakta; emperyalizm ile ezilen ve bağımlı halklar arasındaki çelişkinin de kaynağını oluşturmaktadır. Diğer yandan bütün kapitalist ülkelerde emek-sermaye çelişkisi günümüzde çok daha belirgin olarak “insanların subjektif tutum ve davranışlarını” etkiliyor.
İnsanların tutum ve davranışlarını etkileyen kuşkusuz sadece bunlar da değillerdir: kapitalist toplum artıdeğer sömürüsü ve işbölümü temelinde ortaya çıkan bölünmelerle birlikte, sınıfların içine dek yayılan çok çeşitli bölünme ve farklılıklara yol açmakla kalmaz, çeşitli sınıflardan bileşmiş ulusal, dini ve kültürel vb. bölünmelere de kaynaklık eder. Kapitalist işbölümü bölücü bir işleve sahiptir ve kafa ve kol emeği birbirlerinden ayrılmıştır. Bu bölünmeler belirli toplumsal çelişkilere yol açmakta; ya da başka şekilde söylenirse, farklı sınıfsal-toplumsal çıkarlar temelinde şekillenen amaç ve hedefler çeşitli çelişkileri doğurmaktadır. Üretim ilişkileri ve toplumsal koşulların ürünü olan bu farklı çelişkilerden hangisinin temel, hangilerinin ona bağlanan ve fakat içinde bulunulan koşullarda iç ve uluslararası gelişmeler tarafından şekillendirilerek öne çıkarılan (yazarın deyişiyle baş çelişki haline gelen) kategoride oldukları, uluslararası ve iç iktisadi-sosyal ve siyasal başlıca olgu ve etkenler üzerinden belirlenir. Buradaki tartışmayla bağı üzerinden söylenirse, emek-sermaye çelişkisinin kapitalist sistemin temel çelişkisi olması; tüm diğer çelişkilerin kesin olarak çözümünün son tahlilde ve ancak bu çelişkinin çözümüyle mümkün olması; bu çelişkilerden biri ya da ötekinin şu ya da bu dönem ve koşullarda, gelişmelere bağlı olarak öne çıkarak acil çözüm ihtiyacıyla toplumun gündemine gelmesinin engeli değildir.
Çelişkilerden hangisinin öne çıktığı, iç ve uluslararası koşullara bağlanan somut gelişmeler tarafından belirlenirken, Baydar’ın “baş çelişki” olarak ifade ettiği çelişkilerden birinin öne çıkması da, temel çelişkinin içeriğini değiştirmez ve onu ortadan kaldırmaz. Temel çelişki çünkü her şeyden önce hakim üretim ilişkisi/ilişkileri tarafından belirlenir ve çözümü üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasına bağlıdır. “Yaşadığımız dünya ve toplumda” temel çelişki emek-sermaye çelişkisidir. Diğer başlıcaları bu temel üzerinde şekillenmişlerdir. Günümüzde bunların başlıcaları emperyalizm ile ezilen ve bağımlı halklar arasındaki; ezen ulus burjuvazisiyle ezilen ulus arasındaki; ve pazarların ve hammadde kaynaklarının yeniden ve yeniden paylaşımı üzerinden süren emperyalistler arası çelişkidir. Öte yandan kapitalist sömürü koşulları ve kâr için üretim, kadın cinsinin baskı altında tutulmasına ve ikinci cins muamelesi görmesine temel teşkil etmekte; kökleri eski çağlara dayanmakla birlikte günümüzde de çeşitli türleriyle var olan din ve mezhep çatışmaları ve burjuva devletlerinin belli din ve mezhepleri resmi hale getirerek diğerlerini ezme politikaları bu temel üzerinde sürmekte; doğanın kâr uğruna yağmalanması ve tahribiyle insan soyunun karşı karşıya kaldığı sorunlar giderek ağırlaşmaktadır.
Tüm toplumsal çelişkiler “aynı ağırlıkta” olmadıkları gibi, birinin ötekilerin yerine ikame edilmesi de söz konusu değildir. İkame edilme değil, koşullara bağlı olarak çelişkilerden birinin öne çıkmasından söz edilebilir. Ne teke indirgenebilirler ne de “aynı ağırlıkta” görülebilirler.
Pazar paylaşımı nedenli emperyalist savaşlar örneğin, sadece savaşan devletlerin/ülkelerin halklarını değil, savaşa dahil olmayan ülkelerin halklarını da etkilerler. Bu tür bir savaşta, savaşan güçlerden hiç birine yedeklenilmeden, emperyalizme karşı mücadele esas tutumdur. Bir ülkenin emperyalist bir güç ya da günümüzde örneklerine son yıllarda Afganistan, Irak, Libya’ya saldırılarda tanık olduğumuz üzere, emperyalist-gerici ‘blok ya da koalisyon’lar tarafından işgali veya saldırıya uğraması durumunda, bu işgal ve saldırılara karşı en geniş mücadele cephesinin oluşturulması ve ülkenin işgalden kurtarılması görevi öne çıkar. Bu, ama iç gerici hakim sınıflara; tekelci burjuvaziye yedeklenme anlamına gelmez. Sermayeye karşı mücadele, konjönktürel koşullar nedeniyle emperyalizme karşı mücadelenin başlıca unsuru haline gelir. Bu ülkeler proletaryası, anti kapitalist mücadeleden, emperyalist gericiliği yıkma amacından sapmamalıdır. Diğer ülkeler işçi ve emekçileri de emperyalizme ve savaşa karşı mücadele edeceklerdir. Kürt ulusal özgürlük mücadelesi somutunda olduğu gibi, ezilen ulusun kurtuluşu sorunu; ezilen ulus ile ezen ulus burjuvazisi arasındaki çelişki üzerinden ve emperyalizm olgusuyla ilişkisi üzerinden şekillenir. Ezilen ulusun siyasal özgürlüğü için mücadele sürecinde, bu mücadelenin gelişme seyrine bağlı olarak, ulusal etken, emek-sermaye çelişkisini arka plana iterek öne çıktığında da onu ortadan kaldırmış olmaz.
Baydar, “klasik işçi sınıfı” ve “mutlaklaştırılmış tek çelişki” eleştirisiyle toplumsal çelişkiler ve toplumsal sınıflar, ezilen farklı kesimlere ilişkin görüşlerini ayrıntılandırırken, toplumsal sorunları ve çözümünü, bu sorunların kaynağından ya önemli oranda soyutluyor ya da ilişkilendirmeyi tek yanlı olarak yapıyor. Yukarıda ileri sürdükleri üzerinden belirtilirse, ilkin, “Toplumun ve tarihin, hele de günümüzde, mutlaklaştırılmış tek bir çelişkiyle açıklanamayacağı”, “çözümün de sadece bu çelişkinin çözülmesiyle sağlanamayacağı” yönündeki tiradın bir saptırmadan ibaret olduğunu söylemek gerekir. Bu bir çarpıtmadır; çünkü tarihin ve toplumun “mutlaklaştırılmış bir tek çelişki” ile açıklanmasıyla, emek-sermaye çelişkisinin kapitalist üretim sisteminin, kapitalist toplumun temel çelişkisi olduğunu söylemek aynı şey değildir. Değildir, çünkü ne tarih kapitalizmin tarihinden ibarettir ne de bir üretim tarzı ve toplumda, bütün öteki çelişkilere de kaynaklık eden temel çelişkinin varlığından söz etmek, bütün öteki çelişkileri yadsımak/yok saymak ya da azımsamak anlamına gelir.
Emperyalistler arası çelişki, örnek olsun, kapitalizm temeli üzerinde ve kapitalist pazar için rekabetin ürünü olarak ortaya çıkarken, rekabet içindeki –ve çıkar çatışmasının savaşlara dek varması da dahil– güçlerden birinin geriye atılması ve yenilgiye uğratılması durumunda dahi, kapitalist temel varlığını sürdürmekle kalmaz; emperyalizm ve emperyalist güçler de, aralarından birinin yenilgiye uğratılıp geriye atılması durumunda dahi, ortadan kalkmış olmazlar. Ulusal baskı altındaki herhangi ezilen ulusun ezen ulus boyunduruğundan çıkışı, farklı sınıfların, grup ve kesimlerin hem bu ulus bünyesinde hem de ayrıldığı ya da özgür iradesiyle birlikte yaşamaya karar verdiği ulus içinde varlığını sürdürme olanaklarını ortadan kaldırmaz. Baydar’ın “aynı ağırlıkta”ki çelişkiler yaklaşımı doğru olsaydı eğer, temelinde pazar sorunu olan ulusal çelişkilerin, ya da yine pazar ve etki alanları için mücadelenin yol açtığı savaşların, veya günümüzde aktüel sorunlardan biri olarak dini/mezhebi çatışmaların şu ya bu biçimde “çözülmesi”yle tüm bu çelişkilerin üzerinde yeşerdiği kapitalist temelin ortadan kalkması gerekirdi ki, bunu, ne o ileri sürebilir, ne de böylesi bir varsayım ya da kurgunun gerçekle ilişkisi kurulabilir. Yazar, kapitalizmi belirleyen temel çelişki ile, artıdeğer sömürüsü üzerinde şekillenen diğer başlıca çelişkileri aynı ağırlıkta göstererek, nitelik farklılıklarını göz ardı etmiştir. Yazarın, hedef öznesini belirsiz bıraktığı ve fakat toplumsal kesimlerin ilişki ve çelişkilerinin “sadece” emek-sermaye çelişkisi ve üretimdeki yerleri üzerinden tanımlandığı varsayımı üzerinden yönelttiği eleştiri, dayanaktan yoksundur. “Çelişkilerin tümünü aynı değerde ele alan ve denkleme katan bir bakış geliştirilmesi” önerisiyle de, yazar, çelişki eşitleyiciliğine soyunmuş; toplumsal çelişkiler sorununu yerel/lokal ve dar alanda olanlara indirgemiştir.
“YENİ İTİCİ GÜÇ” ARAYIŞI VE MAĞDURİYET GİYSİLİ MUĞLAK “ÖZNE”!
Oya Baydar, devrim potansiyelinin işçi sınıfından başka emekçi sınıflara doğru kaydığını ileri sürerken, “klasik işçi sınıfıyla sınırlandırılamayacak yeni bir itici güç”; “artıdeğer yaratarak kapitalist sömürüye maruz kalan beyaz yakalılar”; “bilimsel teknolojik devrimin ürünü olan yeni emekçi sınıflar” vurgularıyla birlikte “mağdur” toplumsal grupların varlığına sözüm ona dikkat çekmesiyle “tarihin yeni öznesi” olarak gördüklerini ortaya koyuyor.
“Sadece sınıf analizi ve sınıf pusulasının eksikten öte yanlışlara sürüklediğini deneyimle”diğini belirten yazar, “artık ‘o işçi sınıfı’nın ana akım ve ana güç olmadığı”nı; devrimin de “eski bildik biçimlerde gerçekleşmeyeceğini”; şayet devrim için mücadele edilecek ve devrim yapılmak istenecekse, “klasik işçi sınıfıyla sınırlandırılamayacak yeni bir itici güç” bulmak gerektiğini belirtmektedir. Sınıf ve sınıf temelli devrim anlayışına itiraz yönünden çok şey; yeni itici güç ve devrimi gerçekleştirme “biçim”leri yönünden belirsiz, muğlak ve hatta hiçbir şey söylemeyen yazarın iddiaları üzerinde yukarıda esasen durmuş bulunuyoruz. Ancak biraz daha açmakta yarar var: Yukarıdaki bölümlerde, bizzat kendi anlatımından hareketle Baydar’ın “klasik işçi sınıfı”nı sanayi proletaryasıyla sınırlı ya da ağırlıklı olarak ondan oluşmuş sayarak, bilimsel-teknolojik “devrimin ürünü” yeni sınıf unsurları (“beyaz yakalılar”) eklemesiyle sınıfın yapısal ve nitel değişime uğradığını ileri sürdüğü, ancak bu “analiz” ya da “tespit”te yeni bir yan olmadığı; buna karşın bunun yazar tarafından Marksist sınıf analizini “tek boyutlu” ve “eksik” nitelemenin aracına dönüştürüldüğü gösterildi. Baydar, aradığı ya da kendince bulduğu “yeni itici güç”ün kimliğini açık etmemekte; bu gücün “mavi tulumlular”+ “beyaz yakalı” işçilerden mi ibaret olduğunu muğlak bırakmaktadır. Bu muğlaklık, yazarın tüm beyaz yakalıları yeni itici güç içinde değerlendirdiği yönünde yorumlanabilir olmakla birlikte, makalesinin kapsamı içinde değindiği “aynı ağırlıkta” çelişkiler bağlamıyla bu “yeni güç” ezilen ve baskı altında tutulan, yazarın deyişiyle mağdur edilen herkesi kapsayan bir “çokluk” olarak da görülebilir. Baydar’ın “klasik işçi sınıfıyla sınırlandırılamayacak yeni bir itici güç”; “mezar kazıcılığı ve yıkıcılıkla yetinmeyen, yeni dünyanın inşaına katılan, o dünyanın parçası olan yapıcı bir güç” arayışı, bu muğlaklık ve esnekliğiyle, her iki durumda da sorunlu ve yanlıştır. Bu “arayış”ta saklı duran bir diğer öge, “mezar kazıcılığı ve yıkıcılıkla yetinme” formasyonu-eyleminin “klasik işçi sınıfı”na; “o işçi sınıfı”na layık görülmesidir. Baydar, “yıkıcılıkla yetinmeyen, yeni dünyanın inşasına katılan, o dünyanın parçası olan yapıcı güç”ün kimliğini her nedense açıklamamıştır. “Yeni dünyanın inşasına katılacak” gücün farklılığını ve onu şekillendiren özelliklerini muğlak bırakan ve bir “yeni özne” tarifi yapan yazarın, sözünü ettiği, işçi sınıfının anti kapitalist mücadeledeki müttefikleri sorunu değildir. Baskı ve sömürüye hedef olan kent-kır yoksullarının, ezilen ulusun talep ve sorunlarının sahiplenilmesiyle proletaryanın kapitalizme karşı ve sosyalizm için mücadelede başarıya ulaşmasının sadece kolaylaşması yönünden değil, kendi kurtuluşunun, baskı ve ezme politikalarının her görünümüne karşı mücadeleden geçmesi nedeniyle de kendi dışındaki emekçi kesimlerle birlikte olmaya gereksinimi vardır. Ne var ki, yazar, sosyalizm amaçlı mücadelede, “klasik işçi sınıfı”ndan farklı bir “yeni itici güç” arayışındadır. Bu “yeni itici güç”ün ezilen ulus ve halklar, ezilen cins, ekolojist gruplar olup olmadığını da belirsiz bırakmıştır.
“Toplumun ve tarihin, hele de günümüzde mutlaklaştırılmış tek bir çelişkiyle açıklanamayacağını; çözümünde sadece bu çelişkinin çözülmesiyle sağlanamayacağını” belirten yazara, bu düşünceye varmasını gerekli kılan bir bakış açısını “gördüren”, ancak onun açıklamaktan geri durup sadece iddia ederek, bu varsayımsal iddiasının doğruluğunu “kanıtladığı”(!) bir tartışma ve “analiz” yöntemiyle karşı karşıyayız. Yazar, kapitalist üretim sisteminin emek-sermaye çelişkisi temelindeki analizinden hareketle bu sonuca varmıştır, ama yukarıda gördük ki, o, aynı zamanda Marx’ın bu analizinin 150 yıl sonra yine geçerli olduğunu da kabul ettiğini açıklamıştır. “Mutlaklaştırıldığı”nı belirttiği emek-sermaye çelişkisinin artıdeğer sömürüsü temeli üzerinden şekillendiği ve kapitalist üretimin artıdeğer üretimi olmaksızın söz konusu edilemeyeceğini yazar da teslim edecektir. Ama eğer böyleyse, artıdeğer sömürüsü ve emek-sermaye çelişkisi temelli bir kapitalizm analizinin, –bu analiz yöntemi kimi kişi ve kesimler tarafından kaba materyalist, idealist ve mekanist bir “mantık” ve yaklaşımla çarpıtıldı diye–, “mutlaklaştırılmış” olmasından ve “günümüzde” açıklayıcı olmaktan çıktığından nasıl söz edilebilir? “Toplumun ve tarihin…mutlaklaştırılmış tek bir çelişkiyle” açıklandığı iması ve iddiası, toplum ve tarihi kapitalizmin tarihine indirgeme yüzeyselliğinin yanı sıra, kapitalist üretim tarzını artıdeğer üretimi ve emek-sermaye çelişkisi temelinde irdelenmesini çelişkinin mutlaklaştırılması olarak görür. İnsanlık tarihine, Engels’in deyişiyle insanla birlikte girilir ve tarihin “açıklanması”, iktisadi-sosyal koşullar ve ilişkilere bağlı olarak ilkel komünal, köleci, feodal ve kapitalist toplumlar tarihi yönünden farklılıklar gösterir. Emek-sermaye çelişkisi ise kapitalist topluma ilişkindir ve haliyle de işçi sınıfı ile tarihin bağı ancak onun tarih sahnesine geldiği kapitalizm koşullarında kurulabilir. Baydar, bu “ayrıntıları” gözden kaçırmıştır! Çelişkilerin tümüne “aynı ağırlıkta” önem verilmediği gerekçesine dayandırılan bu yüzeysel bakış açısı, farklı nitelikte çelişkileri “aynı değerde” görmesi/kabul etmesi nedeniyle de çelişkili ve sorunludur. Yazar, insanların sübjektif tutum ve davranışlarını “daha derinden etkilediği”ni belirttiği çelişkilerin karakterini ortaya koymadığı gibi, devrimin “yeni itici gücü”nün ‘kimliği’ni de belirsiz ve muğlak bırakmıştır.
“İnsanları ve toplumları çok daha derinden etkileyip biçimlendiren farklılıkları, çelişkileri, konumları” günümüz gelişmeleriyle bağını abartarak yeni ortaya çıkmış gösteren yazarın görüşü, İrlanda, Polonya ve Çek sorunu gibi 19. yüzyıldakileri bir yana, uluslar hapishanesi olarak anılan Çarlık Rusyası özgülündeki “ulusal”; tüm sınıflı toplumlar boyunca devam edip gelen ve kapitalist sömürü koşullarında daha sinsi, daha inceltilmiş yöntemlerle süren kadının ezilmesi ve ikinci cins olarak erkeğe tabi kılınması gibi “cinsiyetçi”; kâr için yaşam alanlarının ve genel olarak doğanın tahribi gibi “çevre”sel sorunların günümüzden hayli zaman öncesindeki gerçekliği açısından da isabetsizdir. Ne emperyalist savaş, işgal ve saldırılar, ne ezen-ezilen ulus ilişkisi, ne kadının ikinci cins konumunda baskıya tabi tutulması ne de doğanın tahribi zaman açısından günümüze ilişkin olarak ilk kez önemli hale geliyor değildirler. Ancak, şu noktalar dikkatten kaçmamalıdır: ezilen ulusun kurtuluş sorunu, ulusal baskı ve ayrımcılığın kapitalist kaynağından soyutlanamaz ve pazarlar üzerine rekabet göz ardı edilerek doğru ve sağlam temele oturtulamaz. Emperyalist savaş, işgal ve saldırılara karşı mücadele, ezilen ulusun burjuvazisi için kendi pazarına sahip olma sorunu iken, bu ulusun proleter ve emekçi kitleleri için ulusal baskının son bulması, siyasal özgürlükler ve sömürüye karşı mücadele özelliği gösterir. İşçi sınıfı, ulusların baskı altına alınmalarına, boyunduruk altında tutulmalarına karşı ulusal tam hak eşitliği için mücadele eder ve fakat ulusal baskının kapitalizmin ürünü olarak şekillendiğini ve gerçek bir çözümün ancak kapitalizmin tasfiye edildiği koşullarda mümkün olacağını da akılda tutar. Kadının ikinci cins ve erkeğe tabi konuma itilerek baskı ve eşitsizlik hedefi haline getirilmesinin sınıfların ortaya çıkışıyla bağlı oluşu, sorunun sınıf sömürüsü ve mücadelesinden soyutlanmadan ve kesin çözümünün emek-sermaye çelişkisinin çözümüne bağlı olduğu bilinerek ele alınmasını gerektirir. Ezilen cinsin kendi içinde de mülk sahibi burjuva, küçük burjuva, işçi-emekçi kadın olarak bölünmüş olması ve sömürülüp ezilenin esas olarak işçi-emekçi kadın oluşu, kadın sorununu esas olarak emekçi kadın sorunu olarak belirginleştirir ve kadının kurtuluşunu emekgücü sömürüsünün ortadan kaldırılmasıyla bağlı hale getirir. Kâr amaçlı kapitalist üretimin ve burjuva yağmasının yol açtığı doğanın kapitalist tahribinin durdurulması; yaşam alanlarının korunması, toprağın, havanın, kara ve deniz sularının zehirlenmesinin engellenmesi ile emperyalist büyük güçlerin ve tekellerin başını çektikleri kapitalist yıkımın son bulması mücadelesi birbirinden ayrı tutulamaz.
Marksistleri, toplum ve tarihi “mutlaklaştırılmış tek bir çelişki” üzerinden değerlendirmekle suçlamak için, yazarın, emperyalizme ve kapitalist sömürüye karşı mücadelenin sorunlarıyla ulusal hak eşitliği, kadın-erkek eşitliği, dini-mezhepsel farklılıkların insanlar arasında baskı nedeni olmaması için yürütülen ideolojik-politik mücadeleden “habersiz olması”(!) dışında bir gerekçesi yoktur. Marksizm ve Marksistler emek-sermaye çelişkisiyle tüm öteki toplumsal çelişkiler arasındaki bağı olanca açıklığıyla ortaya koymuşlar, “azınlıklar”ın, “farklı kimlik grupları”nın, ezilen cins ve ulusların ya da örneğin farklı ülkelere iktisadi ve siyasi nedenlerle göç etmiş olan emekçilerin, ayrımcı politikalara karşı mücadelesini sahiplenmiş ve içinde yer almışlardır.
Oya Baydar, toplumsal değişimi, bilim ve teknikteki gelişmeleri işçi sınıfı yönünden olumsuz; “mağdur gruplar” açısından olumlu etkenler listesine yazarak, nesnel gerçekleri tek yanlı yorumlara tabi tutmuştur. Sınıfın “nitelik değişimi” üzerine ileri sürülenlere dayanak gösterilen “bilimsel-teknolojik devrim” kaynaklı değişim ve gelişmelerin tek yanlı, tek boyutlu, ve sınıfa karşı bu yorumu, kapitalizmin temel toplumsal formasyonları ve sınıflar arası ilişkilerinin nitelik değişimine uğradığı görüşünden beslenmektedir. Kanıtsız olarak ileri sürülmüştür ve dayanaktan yoksundur.
“SOL” LİBERAL İDEOLOJİK BASKIYA KARŞI MÜCADELENİN ÖNEMİ
İşçi sınıfının “üretim sürecindeki yeri ve toplumsal konumunda, gelişmelere bağlı olarak yaşanan değişimin, devrimci potansiyeli ve toplumun devrimci değişimindeki rolünü belirleyici olmaktan çıkardığı” yönündeki sistematik propaganda, kim tarafından ve hangi amaçlarla yürütüldüğünden bağımsız olarak, proletarya ve emekçilerin mücadele ve örgütlenme eğilimine karşı, onu zaafa uğratıcı ve zayıflatıcı bir işlev görmeye devam ediyor. Bilimsel-teknik gelişmeleri, yeni üretim araçları ve üretim dallarını, iş ve üretimin örgütlenmesinin yeni biçimlerini, sınıf bileşimini ve mücadele ve örgütlenmenin konjönktürel düzeyini dayanak edinerek, “nerede o eski işçi sınıfı, sınıf nitelik değiştirdi, sadece işçi sınıfıyla ileri gidilemez!” anlayışını yaygınlaştıran söylem ve bu söylemi besleyen sözüm ona nesnel dayanaklara sahip teori, sermayenin değirmenine su taşımış; işçilerin özellikle ileri kesimleri üzerinde bir tür ‘mahalle baskısı’ oluşturmuştur.
Bu durum, özellikle “sol” adına; hatta Marksizmi savunma iddiasıyla ve fakat Marx’ın kuramını ya tahrif ederek ya da bilimsel-teknolojik “devrim”in, toplumsal ve tarihsel değişimin sonucu olarak “günümüz toplumunu açıklayıcı olmadığını” ileri sürerek, sol-liberal yazar, sosyolog ve iktisatçıların yürüttükleri karşı propagandanın deşifre edilmesini daha da önemli hale getiriyor. Bugüne dek yürüttüğümüz tartışmalara da konu olduğu üzere, liberal-sol eleştirinin en fazla yoğunlaştığı konu, emek-sermaye çelişkisi ve Marksist sınıf tahlilidir. Bu ‘nokta’, burjuva ideolojik saldırının da en fazla yoğunlaştığı; sivri oklarını yönelttiği hedeftir. Bu da, Marksist sınıf analizi konusundaki netlik ve hassasiyetin, bu saldırıların püskürtülmesi açısından taşıdığı önemi gösterir.
Bitirirken bir kez daha vurgulamakta yarar var. Sınıf ilişkileri, üretim sürecinde tutulan-bulunulan yere göre ve ekonomik, siyasal, ideolojik, kültürel vb. tüm yaşam etkenleri ve ilişkileri içinde şekillenir. Kapitalist üretim süreci, artıdeğer üretiminin gerçekleştirildiği bir süreçtir ve emekgücü olmaksızın sermayenin kendini büyütmesi olanağı yoktur. Emeği, sermayenin kendini büyütmesini sağlayan işçinin “mavi tulumlu” mu “beyaz yakalı” mı olmasından bağımsız olarak, işçi sınıfının anti kapitalist mücadelenin temel gücü olması, bu olgu ve ilişki ile dolaysız bağlıdır. İşçi sınıfını öteki emekçi sınıf ve toplumsal kesimlerden farklı kılan özelliği, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaması ve kapitaliste, kendisine –emek gücü karşılığı olarak– ödenenden daha fazla bir değer, artıdeğer üreterek, sermayesini büyütme olanağı sağlayan üretici güç olmasıdır. Kapitalizm emekgücü sömürüsü gerçekleşmeksizin varolamaz ve bu nedenledir ki, kapitalist gelişmeden söz edildiği yerde proletaryanın gelişip güçlenmesinden de söz ediliyor demektir. “Küreselleşen sermaye ve üretim” evrensel bir işçi sınıfının oluşumu yönündeki gelişmeye ivme kazandırmıştır. Proletarya nicel olarak artmış (günümüzde dünya nüfusunun yarısını oluşturuyor), uluslararası mücadele ve dayanışmasının nesnel koşulları daha da olgunlaşmıştır. Kapitalist rekabetin ve üretimin parçalı/esnek biçimlerinin işçilerin saflarında yarattığı bölünme ve rekabete karşın, birlikte mücadele ve devrimci birleşme sınıf hareketinin tarihsel eğilimi ve gelişmesinin asıl yönü olmaya devam ediyor.
İşçi sınıfının “kendinde sınıf” halinden “kendisi için sınıf” olma durumuna geçmesi yönünden gelişmelere baktığımızda, 19. ve 20. yüzyıldaki durumuyla bugünkü durumu arasında ciddi farklılıklar olduğu doğrudur. Ama işçi sınıfının “kendinde sınıf” durumundan “kendisi için sınıf” durumuna değişiminin kendiliğinden hareketinin içinde ve kendiliğinden gerçekleşmediği de sınıfın mücadele tarihinin deneyimleri arasındadır ve en açık ve net şekilde Lenin tarafından ortaya konmuştur. İşçi sınıfının kendiliğinden hareketin sınırlarında tutulmasınden ibaret bir politikayı benimseyip sürdüren ekonomist-uzlaşması partiler ve sendikalar pratiği bu bakımdan büyük sorumluluk altındadır. İşçi sınıfı partileri ve sınıfın mücadele merkezleri olma iddiasındaki sendikaların devrimci bir çizgide mücadelesi bu “geçiş” için olmaz ise olmaz önemdedir. İşçi sınıfı hareketine dair sorunların “ideolojik-psikolojik” unsurlarla izahı kuşku yok ki yetersiz ve sorunun öznel ve nesnel çeşitli diğer unsurlarını örtme gibi bir tehlike içerecektir. Buna rağmen, “taşıma rüzgarla olmaz” yaklaşımı, hareketin kendiliğindenliğinin aşılması için yapılması gerekenleri önemsizleştirici bir örtü olmaya elverişlidir. İkisinden de kaçınılması şarttır. Kendiliğindenlik kendiliğinden aşılamaz.
İşçi sınıfının 20. yüzyılın sonlarından başlayarak ya da esas olarak 21. yüzyılda nitelik değişimine uğrayarak diğer ezilen kimlik kesimleriyle “eşit ağırlıklı özne” durumuna gerilediği iddiası, kapitalizmin özsel olguları yönünden de dayanaksızdır. Buna rağmen, bu türden mekanist-teknolojist ve kaba indirgemeci anlayışlarla ideolojik mücadele önemli olmaya devam ediyor.