‘Sağlık reformu’ ve Sosyal Devlet

Seksenli yıllar boyunca zaman zaman gündeme getirilen, gündeme geldiği günlerde sağlık emekçilerini ve onların içinde bulundukları örgütleri tedirginliğe sokan “sağlıkta reform” tartışmaları yeniden başlatıldı. Eğer, Sağlık Bakanlığı “reform” önerilerine yönelik tepkileri savuşturabilirse, Sağlık çalışanları bu bilmem kaçıncı kez hortlatılan, yeniden ısıtılarak ortaya sürülen tehdidi bu kez atlatamamış olacaklar. Bunun gelip geçen bir dalga olduğunu düşünüp yükselen dalganın yumuşayarak geri çekilmesini derin bir nefes almayı umarak bekleyemeyecekler. “Daha öncekiler de denedi, bundan bir şey çıkmaz, uygulanması zor, bu yüzden yapamazlar” rehavetine düşen sağlık örgütlerinin şimdilik görünür bir tepkide bulunmamalarının, Tabip Odalarının kırılan kolu yen içinde tamir etmeyi uygun görerek, diplomatik girişimlerle sorunu çözmeye çalışmasının bu dalganın geri çekilerek tasarının iptal edileceğini ummakla ilgisi var. Zaten itirazlar, ağırlıklı olarak, Sağlık Bakanlığı tarafından hazırlanan “Ulusal Sağlık Politikası Taslak Dokümanında unutulan ve söz edilmeyen hususlar işaret edilerek “bunlar niye yok” deme noktasından daha uzağa gidemiyor. Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi’nin yayınladığı değerlendirme raporunda, reform paketine olduğu gibi karşı çıkılsa da, alternatif olarak bir şey sunulamıyor ve yeni dalgaya karşı mevcut durum savunuluyor. Tek tek tabip odalarının durumları ise daha kötü. Sağlık çalışanlarının örgütlendiği sendikalar ortaya çıktıklarından bu yana “Özelleştirmeye Hayır” sloganını atıyor olsalar da, özelleştirmenin takvim belirlenerek daha başka şeylerin yanı sıra dayatıldığı bu günlerde talep, “Grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı” üzerine yapılan vurgu içinde eriyor ve sendikal mücadelede dişle tırnakla söke söke kazanılan mevzileri yitirme tehdidi altında tutan yeni durum yeterince idrak edilemiyor.
Sağlık hizmetlerinin reforma tabi tutulması ile ilgili ilk girişimler bundan on yıl önce, ilk cunta hükümeti Bülent Ulusu hükümeti tarafından gündeme getirilmişti. Sonra, her nedense geri çekilerek beklemeye alındı. Sağlık hizmetlerinden asgari düzeyde bile olsa yararlanma işçiler ve emekçiler açısından her zaman bir ızdıraptı ama önerilen reformun mevcut durumu aratmaması için gereken ön hazırlıklara ihtiyaç vardı. Bülent Ulusu hükümetinin her türlü örgütlü karşı çıkışların tehdit edildiği, muhalefet odaklarının susturulduğu, kendileri için şanslı sayılabilecek bu dönemi değerlendiremeden geçtiğini, hani neredeyse bir aymazlık durumuna girdiğini düşünmek doğru değil. “Reform”un kısaca onlar için de miadı gelmemişti. Kısmi özelleştirmeler ve kamuoyu oluşturma çabalarıyla bu uygun zaman beklendi. İkinci kez, ANAP hükümeti döneminde bir yasa tasarısı hazırlandı. Halil Şıvgın bu tasarıyı tartışmaya açtı. Bu ikinci dalga da gücünü yitirerek geriye çekildi. Şimdi aynı senaryo bir kez daha oynanıyor. Bu kez Koalisyon hükümeti soruna el attı ve on yıllık sancıdan sonra bu sorundan bir an önce kurtulmak istiyor.

REFORM PAKETİNDE NE VAR
Türkiye halkını sağlıkta reform iddiaları altında nelerin beklediği hemen hemen hiç bir basın organının gündemine giremedi. Bu konuda haftalık haber dergisi Gerçek’te yayınlanan bir araştırma dışında günlük ya da haftalık basında herhangi bir bilgiye rastlanmadı. Çoğu kez gazeteler ve renkli boyalı haftalık dergiler, Bakan Yıldırım Aktuna’nın cinsel tercihlerini ve aşklarını daha çok ilgiye değer gördüler ve sayfalarını bunun için açtılar. Popülize edilmiş bakan profilinde hastanelerde parası olmadığı için rehin tutulan, ya da aynı nedenle tedavi göremeyen insanların, bir reçete yazdırabilmek için SSK koridorlarında sabahın köründe sıraya giren, yine de SSK’nın içinde bulunduğu herkesçe malum durumdan dolayı ilacını alamayan hastaların acıları utanmazca eritildi. Patlama noktasına gelen öfkeler ise, onmaz bir hastalığa tutulan ve yurt dışında tedavi görebilmesi gereken çocuklar için gazetelerde açılan bağış kampanyalarıyla yatıştırılmaya çalışıldı. Sağlık, kişisel bir sorun gibi ve çözümünde de herkesin kendi başının çaresine bakması gereken özel bir durum olarak görülsün isteniyordu, bu problemin kamusal yanı kişilerin gönüllülüklerine bağlı olarak katıldıkları kampanyalara sıkıştırılıyor, sağlık hizmetlerinden yararlanma konusunda kişinin yalnız kalmasının doğal, tersinin ise, rastlantısal olduğu izlenimine katkıda bulunuluyordu.
“Reform’cular tarafından bütün bu mevcut durumdaki rahatsızlıklar baz olarak alındı. Buraya kadar, yani mevcut durumun eleştirisinde herkes hemfikirdi. Genel Sağlık Sigortası ve Aile Hekimliği gibi kulağa hoş gelen kavramlarla da önerilen durum için destek alınabileceği umulmaktaydı. Oysa önerilen yeni durum, sağlık alanındaki problemleri derinleştirmekte ve bugünkü durumdan daha geri bir noktaya savurmaktadır.
“Ulusal sağlık politikası” adıyla lanse edilen bakan imzalı çalışmada -ki bu dokümanın altında görünmeyen imzalardan, dokümanın asıl sahiplerinden daha sonra söz edeceğiz- sağlık alanındaki düzenlemelerin, üç sacayağı üzerinde durduğu görülüyor. İlk ikisi, az önce sözü edildiği gibi Genel Sağlık Sigortası ve Aile hekimliği üçüncüsü ise Özelleştirmedir. Bunların her biri diğer ikisinin varlığını şart koşuyor. Tek başına aile hekimliği, eğer özelleştirme ve genel sağlık sigortası düzenlemeleriyle desteklenmemişse hiç bir işlerliğe sahip değildir.
Genel Sağlık Sigortası şimdiye dek sağlık harcamaları için bütçeden yüzde üçten fazla pay ayırmamış devleti, bu kamburdan da kurtarmayı hedefleyen bir finansman sistemidir. Öyle görülmesi istendiği gibi; kişilere genel bir sağlık sigortası kapsamında parasız ve her istenildiği zamanda sağlık hizmeti verilmesiyle bir ilgisi yoktur. Finans kaynağı olarak yine her zamanki gibi işçi, memur ve diğer çalışanların ücret ve maaşlarından yapılacak ek kesintiler görülmekte ve bu prim adı altında toplanacak yeni vergileri ödeyemeyecek durumda olan işsizler ve teknik bakımdan prim toplamanın güç olduğu yoksul köylüler için de yine bir havuzda toplanan sağlık primlerinden yararlanılacağı söylenmektedir. Durum bu olduğu halde; devlet artık sağlık harcamaları için bütçeden herhangi bir fon ayırma zahmetinden muaf tutulduğu, havuza prim aktarmış emekçiler kendi primleriyle diğer yoksul kesimin de sağlığının teminatı olarak görüldüğü halde, bu kesimin sağlık harcamalarının devlet tarafından finanse edilmiş olacağı propaganda ediliyor.
Hastaların her birini asgari birer yıl süreyle başka hiç bir hekime başvuru hakkına sahip olmadan bir hekime bağlayan, dolayısıyla insanın bedensel sağlığını bir kişinin iradesine bağımlı kılan aile hekimliği uygulaması ise finansmanın bu biçimde sağlandığı sağlık hizmetlerinin tamamlayıcı unsuru. Bu konuda da birçok hekim, hastayla arasında para sohbetinin geçmeyeceği güvencesiyle kandırılıyor. Gerçekten de, doktorları -Tabi bazılarını- hekimlik etiği bakımından sağlığın alınır satılır bir meta olarak işlem görmesi zor duruma sokuyor, bu yüzden aile hekimliğinin kendilerini ahlaki bakımdan temizleyeceğine inananların sayısı hiç de az değil. Söz konusu olan hekimlik etiği için aile hekimliğinin ahlaki deformasyonlara daha fazla açık bir alan olduğunu görmekte şimdilik zorlanılıyor. Aile hekimliği kurumu, sağlık hizmetlerinin içinde az da olsa rastlanan bazı ahlaki normları bu alanın tamamen piyasa kurallarına açılmasıyla tehdit ediyor. Her bir hekim bugün sağlık ocaklarının görmekle yükümlü olduğu temel sağlık hizmetlerinden ve bir takım koruyucu sağlık hizmetlerinden ve ana sağlığı hizmetlerinden tek başına sorumlu tutulacak. Bu sorumluluğu yerine getirirken de, kendi adına açtığı aile hekimliği muayenehanesinde bakanlığın öngördüğü asgari düzeyde, fiyatları yüz milyonları bulan cihazlara sahip olmak zorunda bırakılacak. Yanında çalışan yardımcı sağlık personelinin maaşlarını kendi ödeyecek, içine girdiği bu maddi yükün altından kalkabilmek için hekimlik etiğini piyasada her gün bir kez daha satacak. Genel sağlık sigortasından biraz daha para alabilmek için hastasından gereksiz laboratuar tetkikleri isteyecek, gereksiz müdahalelerde bulunacak, daha çok reçete yazacak. Burada hakkını teslim etmek gerekiyor ki; Ulusal Sağlık Politikası, hastaları bu duruma karşı koruyucu bir mekanizma öneriyor, aile hekimine yılda üç kez başvurulabilecek. Dördüncü kez hastalanmışsanız, kronik bir rahatsızlığınız varsa şansınıza küsmeniz gerekiyor.
Hekimlik etiği bir kez daha vuruluyor: Taslak dokümanda “iyi hekim” diye bir kavram kullanılıyor. Her üç bin kişinin bağlandığı aile hekimini hastalar bir yıl sonra isterlerse değiştirebilirler. Hastaların değiştirme ölçüsü bir metanın aynı türden diğerine tercihindeki ölçütler, piyasa kurallarına göre neyse o olacağı için, hekimleri de piyasanın kuralları içinde rekabet ve reklâmcılık bekliyor. Mesleki dayanışma duygusundan yoksunlaştırılmış ve atomize edilmiş binlerce doktor muayenehane açmak için girdiği onca kredi borcunu öderken hasta kaybetmemek amacıyla şekilden şekle girecek, meslektaşının kuyusunu kazacak, hastasına yalan söyleyecek. Aile hekimliği muayenehanesinde çağdaş teknolojinin düzeyine uygun tıbbi cihazları bulundurduğu ölçüde “iyi hekim” sayılacak. Çünkü iyi hekimin piyasa karşılığı bu. Bu nedenle On bin kişi için bir tek ultrason yeterliyse şimdi her muayenehaneye bir tane satmak için medikal tekeller harekete geçmiş durumda. Hekimler arasında şu anda varolan statü farklılığını ve sınıfsal ayrımları derinleştirecek olan, bunu yaparken de birçok sağlık emekçisini işsiz bırakacak olan bu uygulamanın mihnetini elbette emekçiler yaşayacak: sağlık hizmetlerinin maliyeti arttıkça ya primlerin miktarı arttırılacak ya da ek bir ücret ödeyecekler.
Genel Sağlık Sigortası’nın bir finansman kuruluşu olarak sağlık hizmetlerini vermesi zaten düşünülmüyor, sistem bu hizmetleri prim sahibi adına, özel sağlık kuruluşlarından satın almayı öngörüyor. Bu konuda da bir kısıtlama var tabi ki. Hangi sağlık hizmetlerinin satın alınacağı dokümanda açıkça belirtiliyor. Aile hekimleri birinci basamak sağlık hizmetlerinin ancak bir kısmını görebilecekler. İkinci basamak sağlık hizmetleri için yine, özelleştirilmiş daha büyük kuruluşlar, yani hastaneler devreye girerken aile hekimleri bu durumlarda sevk merkezleri olarak çalışacaklar. Koruyucu sağlık hizmetleri özel muayenehanelere bırakılıyor ama bu para getirmeyen işlere hekimlerin pek de gönüllü olmayacaktan “reform”un mantığından çıkıyor. Hastalar birinci basamak sağlık hizmetleri kapsamında görülmeyen bazı rahatsızlıklar için doğrudan bir para ödemesinde bulunacaklar, “maliyete katkıda bulunmaları” gerekli görülüyor çünkü.
Ulusal Sağlık Politikasının üçüncü ayağı olan özelleştirme ise yukarıdaki tabloyu tamamlıyor. Sacayağının diğer iki ayağının tersine özelleştirme, yeni bir olgu değil. Hastaneler en alt düzeydeki hizmetlerinden başlamak üzere zaten özelleştirilmeye başlanmıştı. Temizlik hizmetleri, hastalara verilecek diyet yiyecekler özel şirketlere ihale edildi. Birçok hastanede bakanlığın bütçesinden sadece üst düzey sağlık personelinin maaşları ödeniyor. Döner sermaye sistemiyle de buradan gelen gelirin önemli bir bölümü hastane bürokratları tarafından paylaşıldıktan sonra kalan kısımla hastane giderlerinin bir kısmı görülebiliyor. Mevcut resmi hastanelerin yanı sıra giderek artan oranda açılan özel hastaneler ve birinci basamak sağlık hizmeti veren ve az da olsa daha komplike tedavileri de yapabilen özel poliklinikler, son on yılın fenomeni olarak, özelleştirmenin önemli bir bölümünün tamamlandığını gösteriyor. Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi’nin hazırladığı raporda sağlık hizmetleri için kullanılan kaynakların yüzde 34’ünün devlet kökenli olduğu, yüzde 17’sinin sigorta kuruluşlarından geldiği ve yüzde 49’unun da kişisel harcamalardan oluştuğu belirtiliyor. Harcamaların yüzde 60’ı ise özel işletmelerin kasasında toplanıyor ve kamu yönetimindeki sağlık kurumları finansmanını giderek daha fazla kişisel harcamalardan ve sigorta fonlarından sağlıyor. 1980’den bu yana tüm sağlık harcamaları içinde devlete ait harcamalar yüzde 66’dan 51’e düşmüş ve yine aynı dönemde özel harcamalarda yüzde 65 oranında artma olmuştur. Bu rakamlar da gösteriyor ki, sağlık hizmetleri giderek daha çok devletin elini çektiği bir alan haline geliyor ve özelleştirme konusunda epey yol kat edilmiş bulunuluyor. Son on iki yılda giderek artan özel sağlık harcamalarının tümü muayenehaneleri de kapsayan özel sektöre akmıştır. Üstelik kamu hastaneleri ve SSK da özel sağlık kuruluşlarına kaynak aktarır hale gelmiştir. Sağlık alanında özelleştirme konusunda verilen takvime göre bu işlem 1992’de başlatılıp 95’te tamamlanacak.

SOSYAL DEVLET NEREYE
Türkiye’de ilk sosyal güvenlik kurumu 1946’da kuruldu. O zaman henüz sosyal güvenlik kapsamına çalışanların sadece hastalık sigortaları almıyordu. Daha sonraki yıllarda kapsam genişletildi, eş ve çocuklar, daha sonra da anne babalar bu kapsama alındı. SSK’nın kurulması da bu zincirin bir halkasıdır. 196l’de 224 sayılı yasayla yaygın sağlık ocaklarının kurulması öngörülür ve bu kurumlarda ücretsiz birinci basamak sağlık hizmetlerinin verilmesi teminatı verilir.
Türkiye’de 1946’da başlayan sağlık sigortacılığı Avrupa’da ve Amerika’da ikinci savaş ertesinde uygulanmaya başlayan sosyal devlet anlayışının yansımasıdır. Türkiye burjuvazisinin sosyal devletçiliği, emperyalistlerin ona biçtiği diğer her türlü rolde olduğu gibi “Bon pour L’Orient”tir. Yani Sosyal Devlet Türkiye’de, Avrupa’da olduğu gibi bütün kurumlarıyla uygulanmaz, güdük kalır.
İkinci emperyalist savaştan utkuyla çıkan Sovyetler Birliği, Nazi ordularını Berlin’e dek kovalayıp geçtiği her yerde Faşist Hitler çizmelerinin ezdiği topraklarda yaşayan halkların sempatisiyle karşılanmıştı. Bu sempatide kuşkusuz faşizmin açık işgaline ve işgal tehditlerine karşı bu ülkelerde mücadele eden en önemli, çoğu kez tek güç olan komünistlerin payı vardır. İkinci savaş sonrasında birbiri ardından kurulan halk demokrasileri, sosyalizmi Sovyet ülkesinin en ileri emperyalist ülkeye yetişmiş ekonomik düzeyi ile birlikte, yüzölçümü büyümüş bir yeryüzü ülkesi haline getirmişti. Savaş sırasında ülkelerini Nazilere teslim eden burjuvazinin ipliği halkların gözünde, anti-faşist ve yurtsever mücadele veren yerel partizanların mücadelesiyle pazara çıkmıştı. Avrupa’da bir çok ülkenin geçmişinde burjuvazinin ve halkın belleğinden silinmemiş devrimci başkaldırılar vardı. Savaş bittiğinde bütün ezilen ve sömürülen sınıfların yüzü, kendi kollarıyla bir dünya kurmuş ve orada egemen sınıf olarak örgütlenmiş Sovyet proletaryasının ülkesine dönmüştü. Avrupa, yaralarını Hitler faşizminin yenilgiye uğratılmasında son andaki katkılarını olağanüstü büyütüp zaferden pay almaya soyunan ABD’nin yeni döneme uygun Keynes’çi refah toplumu ideolojisiyle sarmaya başladı. Sovyetlerde uygulanan beş yıllık planları kendi anarşik ve istikrarsız kapitalist ekonomilerini ıslah etmek amacıyla ihraç ettiler. Bir takım halkçı çözümleri aktarıp kendi sistemlerini -yaşanabilir hale getirmeye çalıştılar. Kapitalizmin yeni sosyo-konjonktürel koşullarda kendini yeniden üretebilmesinin olanaklarını sosyal devlet- hukuk devleti organizasyonuyla hazırladılar. Eğitim ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere birçok sosyal hizmet ücretsiz hale getirildi. İşsizlik sigortası uygulaması başlatıldı. Böylece kapitalizmin olmazsa olmaz bir unsuru olan issizlik toplumsal bir patlamanın etkeni olmaktan çıkarılmaya çalışıldı. Tabi bunda savaş sırasında milyonlarca insanın ölmesiyle ortaya çıkan işgücü açığının da payı vardı. Refah toplumu ideolojisi herkesin her an sınıf atlayabileceği tezlerini Norma Jean’in (Sonradan Marlyn Monroe) ve Grace Kelly’nin yaşam öyküleriyle popülize etti. Sokaktan ve “çöplükten” gelip herkes ABD başkanı, Hollywood yıldızı, hatta bir prenses olabilirdi. Sınıfsal farklılıklar bu şekilde rasyonalize edildi, mazur gösterildi.
Sovyet ülkesi ve periferindeki halk demokrasisi ülkeleri doğudan, emperyalist ülkeleri halkların gönlünü çelerek tehdit edip dururken, kapitalist üretim ilişkilerinin kendini yeniden üretebilmesi için burjuvazinin birtakım fedakârlıklarda bulunması kaçınılmazdı. Sosyal hizmetler çalışanlara ücretin bir kısmı olarak geri döndü. İnsan faktörüne çok önem verildiğinin propagandası yapıldı. Medya aracılığıyla bütün dünyaya sınıflı toplumların öteki yüzü olan sefalet içinde yüzen insanların görüntüleri değil, banliyölerde yaşayan küçük burjuva Amerikan tipi ailelerin görüntüleri yayıldı, kapitalizmin kendini yeni koşullara göre uyarlaması demek olan Avrupa demokrasisi sosyalizmin alternatifi olarak öne çıkarıldı. Kapitalizm yaşanabilir tek sistem olarak lanse edildi. Sosyal devletçilik iktidarda sosyal demokrat partilerin olup olmadığına bakılmaksızın bir dönem bütün Avrupa ülkelerinde burjuvazinin bir sınıf olarak tercihi oldu. Bizim gibi ülkelerin az gelişmiş aydınları da her türlü sorunda Türk burjuvazisinin kulağını, sosyal devletin gereklerini ve hukuk devletinin prensiplerini hatırlatarak çekti.
Emperyalist burjuvazi, kurduğu bu sosyal devlet nizamının kendisi için pahalıya mal olduğunu fark ediyor. Devrim ve sosyalizm tehdidine karşı, her ülkenin kendi burjuvazisinin kendi halkına karşı verdiği bu ödün, kambur olarak görülmeye başlandı. Halklar, hem kendi mücadelelerinin bir ürünü, hem de sosyalizmin uluslararası kazanımlarının bir yansıması olarak kazanılmış olan mevzilerini birer birer yitiriyorlar. 70’li yıllardan bu yana geriye doğru atılan küçük küçük adımlar artık devasa adımlara dönüştü. Daha bir kaç gün önce Hürriyet gazetesi “İsveç’te refah toplumunun ölümü” başlıklı bir yazı yayınlayarak, sosyal demokrasinin kalesi bu ülkede alınan yeni önlemleri anlattı.
80’li yıllar Sovyetler Birliği ve diğer revizyonist ülkelerin, kapitalist pazara eklemlendiklerini açık açık ifade ettikleri yıllar oldu. Bu süreçte, kapitalizmin yaşanabilir tek dünya olduğuna dair propagandalardan etkilenmiş bir yığın insan revizyonist ihanetin kendi ülkelerinde açtığı tahribatı kişisel olarak, kendi hayatlarında onarabilmek amacıyla “sosyalizme lanet olsun” diyerek karşı tarafa geçtiler. Kapitalizmin sosyal devlet anlayışının ancak sosyalizmin varlığında mümkün olduğunu “evcil” bir kapitalizmin ve batı demokrasisi denen şeyin ancak sosyalizmle söz konusu olacağını fark etmediler. Onlar İtalyan gemileriyle “özgürlüğe” koştuklarını sanırken, emperyalistler boğazlarında tuttukları son nefesi salıverdiler. Artık rahattılar. “Sosyalizm ölmüştü”. Son on yıla damgasını vuran Teatcherizm’le Sosyal devletin ölümü Teatcher’in ifadesiyle şöyle açıklanmıştı: “Devlet insanların kazandıklarından daha fazla para kaynağına sahip değildir. Başarı daha fazla müsrif harcama programları yaratılarak elde edilemeyecektir. Hizmet parasız değildir. Onun için bir şeyler ödemelisiniz.” Bundan sonra İngiltere’de, sağlık sigortası NHS’ye verilen destek azaltıldı. Meksika, İsveç, Danimarka, Finlandiya ve Hollanda’da sigorta kapsamına giren ilaç ve yatak ücretlerinin ödenmesinde kısıtlamaya gidildi. Cerrahi uygulamaların bazıları kapsamdan çıkartıldı.
Sosyal devletin 1946’da başlayan serüveni sona erdi. Türkiye için de ulusal sağlık politikasına giden yol Dünya Bankası’nın 1987 tarihli “Gelişmekte Olan Ülkelerde Özel Sektör Aracılığıyla Sağlık Hizmetlerinin Güçlendirilmesi” adlı raporu ve ILO’nun “Gelişmekte Olan Ülkelerde Sağlık Sigortası” başlığıyla aynı yılda yayınlanan raporuyla açıldı. Taslak dokümanın altındaki gerçek imzalar işte bunlardır. Sosyal Devlet anlayışından bütün dünyada vazgeçilirken uluslararası finans çevreleri Türkiye’ ye de bu adımların hızla atılmasını dayatıyorlar. Türkiye zaten şimdiye dek Avrupa’ya özenerek Meşrutiyetten beri süregelen batı hayranlığıyla yetinmişti. Sosyal Devlet, sosyal demokrasinin ağzında gevelediği bir terane olmaktan öteye geçemedi, uygulanması da “doğu için muteber” düzeyde oldu. Geçmişi ihtilalsiz olan bir ülke için bu çok doğaldı. Emperyalist kapitalist sisteme eklemlenmenin bir sonucu olarak uygulanmak zorunda kalınan ücretsiz eğitim ve sağlık sigortacılığı hizmetleri, yine aynı sistemin reorganizasyonunun gereklerine uygun olarak geri çekiliyor. Kapitalizmin bunalımının ulaştığı düzeyde sosyal devlet gibi vitrinlerin işlevi çoktan bitti.
Eski solcu liberal aydınların ve özellikle belirtmek gerekiyor ki, Çetin Altan ve mahdumlarının bir kaç ay önce heyecanla başlattıkları İkinci Cumhuriyet tartışmalarının bu yeni durum için kamuoyu oluşturulmasında büyük yararı olmuştur. İkinci Cumhuriyet, Türkiye için bir yeni demokrasi olarak öne sürüldü. Maastricht Anlaşmasıyla Avrupa’da gündeme gelen birleşme ve “ulusal devletlerin sona erme dönemi”nin ihtiyaçları Türkiye açısından yorumlanarak, devletin kendini yeni duruma uygun olarak yeniden düzenlemesi gerektiği vurgulandı. Bu yeni düzenlemeye göre devlet, bürokratik hantallıktan kurtulmalı, ekonomiye müdahale etmekten vazgeçmeli, piyasanın piyasa kurallarına göre işlemesi sağlanmalıydı. Devlet tarım ürünleri için destekleme alımlarından vazgeçmeli, yılda sadece otuz beş gün çalışıp diğer günler yan gelip yatan köylü, şansını rekabette aramalı, memur sayısında azaltmaya gidilmeli “iktisat ilminin” gereklilikleri gözetilerek devlet bütçesinden yapılan sosyal harcamalar kısıtlanmalıydı. Yani kısacası, devlet devletliğini bilmeliydi. İkinci Cumhuriyet tanışmalarının diğer unsurları konu dışında olduğu için bir yana bırakılırsa, sonuçta devlet için biçilen rol, onun asıl karakterine uygun olarak sosyal görünümlerinden sıyrılmış çıplak terör aygıtı olarak görünmeye başlamasıydı.
Kürdistan’da sürdürülen iç savaş, devletin finansman kaynağı olarak bütün ilgisini Kürt Ulusal mücadelesinin bastırılmasına yöneltmesini gerektiriyordu. Bu nedenle Türkiye burjuvazisi, kendi özel sorunlarından dolayı da sosyal devletçilikten vazgeçmeye mecburdu. Eğitim ve Sağlık hizmetleri için ayrılacak fonun orduya aktarılarak iç savaşta daha donanımlı olmasının koşullarının böyle hazırlanması umuluyor. Tansu Çiller’in ekim ayı başında enflasyonun nedenlerine ilişkin yaptığı açıklamada sosyal güvenlik hizmetlerinin ve Kürdistan’daki savaşa kaynak aktarılmak zorunda kalınmasının payı vurgulanıyordu.
İkinci cumhuriyetçilerin Birinci cumhuriyetin ilkelerine karşı çıkarak yapmak istedikleri reorganizasyon; Lozansız, Misak-ı Milli’siz yeni bir düzen kurmak, faşist diktatörlüğün onca önleme ve yasal düzenlemeye rağmen burjuvaziye yetmeyen zorbalığı, üzerindeki son tüllerinden de arındırılmış sopayla güçlendirmektir. Bu yüzden burjuvazi için sosyal devlet, hukuk devleti gibi zaten çağı geçmiş evcilliklere bu dönemde hem gerek, hem de yer yoktur. Yine bu yüzden; Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye’nin yeni dönemi, işçi ve emekçiler için sosyalizm değilse barbarlıktır.

Kasım 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑