Özelleştirme mi, devletleştirme mi?

Ülkemizde, 1970’li yıllardan bu yana bir “özelleştirilsin mi, devletleştirilsin mi” tartışması sürüp gidiyor. “Devletleştirilsin”, en azından devlet işletmeleri satılmasın, diyenler kendilerini ulusal ekonomi, halk, giderek sosyalizm yanlısı ilan edenleri kapsarken, “özelleştirme” yanlıları ise, kendilerini liberal ekonominin, “demokrasinin alt yapısı”nın savunucuları sayıyorlar. Karşılıklı olarak birbirlerini suçlayarak emekçileri bu sahte kavgada kendi yanlarına çekebilecek gerekçeler uyduruyorlar.
Özelleştirilmeyi savunanlar, devlet işletmelerinin zarar ettiğini, işletmelerin verimli çalışmadığını, siyasi partilerin buraları kendi yandaşlarını istihdam ederek siyasi çıkar sağladıklarını bu yüzden de bunlara bütçeden sürekli sübvansiyon yapıldığını, halktan toplanan vergilerin bu yolla çarçur edildiğini iddia ederek kendi tezlerini güçlendirmeye çalışırken, devletleştirme yanlıları ise; bu işletmelerin uzun yıllar emekçilerin alın terinden kesilen vergilerle kurulduğunu, bunun yok pahasına özel kişilere satılmasının halkın zararına olduğunu, bu kuruluşların temel sanayi girdileri sağlayan işletmeler olduğunu, bu yüzden de devletin elinde olmasının gerektiğini söylüyorlar. “Devletçiliği” savunan “sol”cular ise, daha da ileri giderek bu kuruluşlar yoluyla devletin sosyal adaletçi bir bölüşümü gerçekleştirebileceğini, özel sektörü, hatta kapitalist sömürüyü azaltabileceğini/ azaltabildiğini, dahası bunların sosyalizmin kuruluşunun temel taşları olacağını söyleyebiliyorlar.
Böylece tartışma kapitalizmin yandaşları arasında olmaktan çıkıyor, kapitalizm yanlılarıyla “sosyalizm” yanlıları arasında bir tartışmaya dönüşüyor. Bütün bu kargaşa sonucunda geniş yığınların kafasında kalan devletçiliği savunanlar halktan yana ilericiler ve sosyalistlerdir; özelleştirmeyi savunanlar ise, kapitalizm yanlılarıdır. Hemen belirtelim ki; bu ayrım tümüyle sahte bir ayrımdır. Çünkü kapitalist sistem içinde kalındığı sürece ister devletçiler egemen olsun, ister özel sektörcüler, sistemin özü işçi ve emekçilerin sömürülmesi üstüne kurulmuştur. Bu yüzden de çatışma bir emek sermaye çatışması değil en fazla kapitalist klikler arasındaki bir çatışmadır. Ve proletarya ve emekçilere burada düşen, bu çatışmadan kendi sınıf çıkartan doğrultusunda yararlanma, kendi sınıfının çıkartan doğrultusunda tavır almadır.
Kapitalizmin son yüz yıl içinde izlediği politikalara bakıldığında bile, özelleştirme ya da devletçiliğin tümüyle büyük kapitalist tekellerin çıkarlarına uygun olarak biçimlendiği, bazen “devletçiliğin” bazen “özelciliğin” öne geçtiği görülür. Örneğin kapitalizmin anavatanı İngiltere’de, İşçi Partisi iktidarı aldığında kimi kuruluşları devletleştirir, Muhafazakâr Parti iktidara geldiğinde, İşçi Partisi’nin devletleştirdiği kuruluşları yeniden özelleştirir. Ama İngiltere’de, ne İşçi Partisi devletleştirdi diye İngiltere daha az kapitalist olur, ne de Muhafazakâr Parti kimi devlet kuruluşlarını özelleştirdi diye İngiltere daha çok kapitalist olur.
Kapitalist sistem, bütün azgınlığı ile emek sömürüsünü sürdürür.
Dünya kapitalizmi açısından bakıldığında durum daha açık görülür: 1929 Büyük Kapitalist Buhranını kapitalist dünya, ekonomiye devlet müdahalesini artırarak aşabildi. Bunun sonucu olarak kapitalist ülkelerde devletçilik itibar kazandı, her ülkede KİT’lerin sayısı ve büyüklükleri arttı. 2. Dünya Savaşı bu eğilimi daha da güçlendirdi. Savaş sonrası Avrupa’sı ekonomide devlet kuruluşlarının ağırlığının hayli arttığı bir Avrupa olarak kuruldu. Özel girişim, özel sektörcülük elbette teşvik edildi, ideolojik olarak yüceltildi ama dönemin ihtiyacı merkezci ve devletin olanaklarının seferber edilmesini gerektirdiği için kapitalistler bu devlet ağırlıklı ekonomiye itiraz etmediler, tersine onu destekleyip kendi kişisel çıkarlarının bu politikalarda olduğu bilinciyle davrandılar. Bu döneme burjuva iktisatçıları Keynes’çi dönem diyorlar.
1950’lerin sonundan itibaren, Keynes’çi politikaların savaş sonrası rahatlama dönemi sona erdi. Ve kapitalist ekonomilerde baş gösteren durgunlaşmaya karşın bu sefer aynı Keynes’çi monetarist politikaların tersinden müdahaleyi savunan burjuva iktisatçıları öne çıkmaya başladı. Chicago ekolü ya da Friedmancı ekol denilen iktisatçılar ekonomiye devlet müdahalesine karşı çıkan ve günümüzde “serbest pazar ekonomisi” denilen politikaları savunmaya başladılar. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler Friedmancı öğütleri benimserken, daha çok da geri ülkeleri bu yöne çekerek kendi pazar olanaklarını artırmaya çalıştılar. 1970’li yıllar “serbest pazar ekonomiciliği”nin yüceltilip propaganda edildiği, IMF ve Dünya Bankasının bu ideolojinin ekonomik zorla uygulatma merkezleri; 1980’li yıllar ise “serbest pazar ekonomiciliği”nin tabulaştığı, her derde devam olduğu yıllar oldu.
Elbette kapitalist ülkelerde devletçi politikaların uygulamasının yoğunlaşmasının nedeni sadece yukarıda sözünü ettiğimiz yandan ibaret değil. Sorunun bir başka yönü de var: Büyük Ekim Devrimi’nin zaferi ile dünyanın birbiriyle uzlaşmaz iki karşıt sisteme, sosyalist ve kapitalist sisteme bölünmesi ve bunun sonucu olarak dünya işçi sınıfı için sosyalizmin bir ütopya olmaktan çıkıp somut bir gerçek haline gelmesi. Dünyanın bugüne kadar gördüğü en köklü değişiklikti bu. Birinci emperyalist paylaşım savaşının kanlı bilânçosu ve Ekim Devrimi’nin zaferi kapitalizme ağır bir darbe vurmuştu ve dünya emekçilerinin gözünde kapitalizm büyük bir itibar yitimine uğramıştı. SB’nde ekonomik ve sosyal yaşamda büyük gelişmeler olurken kapitalist dünyada 1929 ekonomik buhranının patlak vermesi zaten itibar yitimine uğramış olan kapitalizmi emekçilerin gözünde hepten itibarsızlaştırmıştı. Bu yüzden de kapitalistler, bir yandan kapitalizmi kurtarmaya çalışırken öte yandan da kapitalizmden yüz çeviren işçi ve emekçileri kapitalizmle yeniden barıştırmak ihtiyacındaydılar. Bu kirli uzlaştırma görevini de ancak kapitalist devlet yapabilirdi. Keynes’çi politikalar, sadece ekonomik nedenlerle değil bu sosyal ve siyasal sorunları çözme bakımından da olanaklar yaratan politikalar olduğu için geniş kapitalist çevrelerde destek buldu.
Kapitalist ülkelerde “serbest piyasa” ya da ”serbest pazar ekonomisi” adı verilen politikaların yeniden taraftar bulmaya başlamalarının sosyalist sistemdeki revizyonist yozlaşma ve geriye dönüşle ilginç bir paralelliği vardır. 1950’lerin ortasından itibaren Kruşçevizmin  güç kazanmasıyla  birlikte, kapitalist dünyanın hem pazarı genişler hem de işçi sınıfı hareketi içindeki bölünme kapitalistlere daha pervasız bir sömürü için olanak yaratır. 1970’lere doğru geriye dönüş sürecinde alınan yola paralel olarak kapitalist ülkelerdeki eski komünist partilerinin birer reformcu burjuva partisine dönüşmesi ve sınıf hareketinin düzen içi bir çizgiye çekilmesi de kapitalistleri cesaretlendirici bir rol oynar. 1970’lerden itibaren SB açık emperyalist politikalar izleyerek Batılı rakipleriyle kıyasıya rekabet ederken dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar için artık bir dayanak değil, bu mücadelelere karşı kapitalist dünyanın dayanağıdır. Yani, sosyalist sistem kapitalizm için artık bir engel olmaktan çıkmıştır. Bu durum, kapitalist dünya için “sosyal devlet” zorunluluğunu da ortadan kaldırıcı bir etkendir. Ve “serbest piyasa ekonomisi”ni uygulamaya sokmak için koşullar oldukça elverişlidir. Emperyalist ülkeler, zaten iğreti duran “sosyal önlem” ve kendilerine “ek masraf getiren sosyal harcamaları kısıtlarken, geri kalmış ülkelere de IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile “gümrük duvarlarının kaldırılması”, ekonomiyle uğraşan devlet kurumlarının özelleştirilmesi”, “sosyal harcamaların en aza indirilmesi”, “fiyatlar üstünde devlet kontrolüne son verilmesi”, “faizlerin serbest bırakılması” vb. doğrultusunda baskıya başlarlar. 1970 ortalarından itibaren, bu “önlemlere” imza atmayan hiçbir geri kalmış ülke kapitalist dünyanın finans piyasasında borç bulamaz hale gelir. Bu önlemlere direnen ülkelerdeki hükümetler içte büyük burjuvazinin, dışta emperyalistlerin baskısıyla yıkılır.
SB ve Doğu Avrupa’daki revizyonist diktatörlüklerin yıkılması ise; burjuva propagandacılar tarafından “serbest piyasa ekonomisinin doğruluğunun ve yenilmezliğinin kanıtı” olarak propaganda edildi, ediliyor.
Hiç kuşkusuz ki, bütün kapitalist ülkelerde, en “liberal” ve “serbest piyasacı” geçinenler de dâhil, kapitalist devlet ekonomiye, tarihte hiç olmadığı kadar dolaysız bir müdahale içindedir. Sadece müdahale de değil, bu devletlerin ekonomik faaliyet içinde bizdeki KİT’lere benzeyen çok sayıda kuruluşları da vardır. Bugün de bu kuruluşlar, ABD, İngiltere, Fransa dâhil bütün kapitalist ülkelerde faaliyet halindedir. Örneğin, genel yatırımlar içinde kamunun payı, İngiltere’de % 1, İtalya’da % 30 Fransa’da % 32, Batı Almanya’da % 15,Türkiye’de ise % 19’dur. Bu yüzden de “liberalizm”, “serbest piyasacılık” ekonomik olmaktan çok ideolojik-siyasi boyutu olan, ancak bu boyutta anlamlı kavramlardır. Özellikle de bu propagandanın hedefi emekçiler ve geri kalmış ülkelerdir.
Geri kalmış ülkelerde devletçiliğin kökleri ülkenin kuruluş aşamasında, daha çok anti-emperyalist mücadelelerle ve kapitalist özel mülkiyetin yeterince gelişmemişliği ile bağlantılı olup gelişmiş kapitalist ülkelerdeki devletçilikle en azından bu yanıyla farklılık gösterir. Örneğin Türkiye’de KİT’lerin kuruluşu ve ekonomide ağırlıklı rol oynayışı Cumhuriyetin ilk 20-30 yılındadır. Elbette bugün de KİT’lerin üretimdeki payı küçümsenemez, ama rolleri toplumsal olmaktan çok özel kapitalist tekellerin çıkarlarına göre biçimlenen politikalar izleyen bir sektör durumundadır. Kapitalist devletin emekçileri azgınca sömürerek elde ettiği sermaye ile bu kuruluşları gerçekleştirdiği bir yana bırakılırsa bugün bunların herhangi bir özel sektör kuruluşundan farkları kalmamıştır.
İster süper emperyalist, ister geri kalmış olsun bütün kapitalist ülkelerde günümüzde kapitalizmin niteliği tekelci devlet kapitalizmidir. Bunun anlamı ise tekellerle devletin içice geçmişliğidir. Devletin varlık nedeni tekellerin çıkarlarını savunmak olup, devlet ya da özel sermayenin sahibinin kimliğine bakmadan onun egemenliğini ve sürekliliğini sağlamaktır. Bu amaca uygun olarak kapitalist devletler, sermayenin ulusal ve uluslararası genel çıkarlarına uygun olarak, bazen özel bir kuruluşu devletleştirerek kurtarmakta, bazen da bir dönemlere göre ise bazen devletleştirmelere ağırlık vererek, bazen da özel kuruluşları güçlendirerek kapitalizmin açmazlarına çare aramaktadır devletler. Bu yüzden de özelcilik-devletçilik politikaları iki ayrı sınıfın politikası değil aynı sınıfın çeşitli dönemlerdeki politikaları olmaktadır. Emekçilerin bu temelde saflaştırılması, özelciliğin ya da devletçiliğin aleti olmaya zorlanması reformcuların, her soydan sözde ilerici düzen yanlılarının bir aldatmacası, emekçileri sahte bir kavganın yandaşları haline getirme çabasından ibarettir. Bu tutumun gerçek niyetleri bu yazının seyri içinde çok daha açık bir biçimde ortaya çıkacaktır.

TÜRKİYE’DE KİT’LERİN KURULUŞU VE KURULUŞ AMAÇLARI
Cumhuriyet öncesi Türkiye’nin ekonomik yapısı, hemen hemen yok denecek kadar geri bir sanayi ve ilkel tarımı ile yıllarca emperyalist devletlerin yağmasına bırakılmış Osmanlı devletinin bağımlılık politikası sonucu oldukça çöküntü halindedir. Kurtuluş Savaşı sonrası, İzmir’de toplanan İzmir İktisat Kongresi, ülke ekonomisinin kalkınma modeli olarak, özel sektörün teşvik edilmesi ve milli bir ekonominin geliştirilmesi doğrultusunda kararlar alır. Yabancı sermayeye karşı olmamakla birlikte zamanın koşullarına uygun olarak özel sektöre palazlanma olanağı sağlama ve yerli sermayeyi teşvik etme yöntemine başvuran yeni Türkiye
Hükümetini, kendi olanakları ile kalkınmaya iten bazı etkenleri şöyle sıralayabiliriz:
a) Birincisi, aynı zamanda en önemlisi, Birinci Paylaşım Savaşı sonucu, dünya konjonktüründeki ekonomik durumdur. Savaşta yıkıma uğrayan emperyalist devletlerin dış ülkelere kredi verecek gücünün kalmaması, mali bakımdan çöküntüye uğramalarıdır.
b) İkincisi, emperyalist bunalımdan kurtulma yolu olarak emperyalist devletlerin Keynes’çi “devletçilik” politikasını benimsemeleridir. Yeni Türk hükümetinin bu dünya politikasından ideolojik ve ekonomik olarak etkilenmesi söz konusudur.
c) Üçüncüsü, SSCB’deki sosyalizmin zaferi ile doruklanan sosyalist ideolojinin genelde dünya halkları, özelde Türkiye halkı üzerindeki etkisidir. Sosyalist ekonominin planlı kalkınma stratejisinin olumlu gelişimi, yeni kurulan Türkiye ekonomisi için de etkisi küçümsenmeyecek önemli bir faktördür.
d) Dördüncüsü, iç etken olarak ortaya çıkan durumdur. Emperyalist devletlerin uzun yıllar süren yağma ve talan politikasına karşı bağımsızlık savaşı veren işçi, köylü, esnaf ve yerli burjuvazinin bir kesiminin, anti-emperyalist görüşlere ve milli kalkınmayı benimseyen duygu ve düşüncelere sahip olması, yeni hükümetin bu olguyu göz ardı edememesi gelir.
Yeni cumhuriyet hükümetinin bu iç ve dış etkenlerin belirlediği koşullarda, özel sektörü destekleme ve sermaye birikimini kendi kaynaklarından (ülke içi tarım ve sanayi kesiminden alınan vergilerle) sağlama yolundan başka çaresi yoktur ve Türkiye Cumhuriyeti, ilk yıllarında tarım ve sanayiye yeni kaynak elde etmek için bu nedenle milli kalkınma politikası izlemek durumundadır. Buna karşın yabancı sermayeye kapalı olmadığını da açıkça belirtmektedir. Ama yabancı sermaye yeni cumhuriyete yatırım yapma hevesinde değildir. Bunu bir örnekle daha iyi açıklayabiliriz: 8 Nisan 1923 tarihli Millet Meclisi oturumunda Amerikan “Chester grubu” ile hükümet arasında yapılan bir sözleşmenin onaylanması çok ilgi çekicidir. Onaylanan bu sözleşmeye göre; Ankara-Kerkük hattı ile Samsun-Doğu Beyazıt hattı olarak yapımı planlanan 4400 km. uzunluğundaki demiryolu ile 3 limanın inşaatı Chester grubuna verilecek. Bu yapıma karşı Chester grubu demiryolu çevresindeki 40 km.lik şeritteki tüm maden ve petrol kaynaklarını 99 yıl süre ile işletecek. Bu süre içinde demir yollan ve limanlan işletme hakkı Amerikan şirketine çok az bir vergi yükümlülüğü ile bırakılacak.  Bu sözleşmeyi onaylayan hükümet dışta itibar, içte ise milli kalkınma hamlesi adı altında kamu desteği sağlamaya çalışır. Ama Amerikan şirketi Türkiye’deki madenleri işletmeyi pek karlı bulmadığı için bu yatırımdan vazgeçer.
Örnekten de anlaşılacağı gibi, yabancı sermayenin ülkeye girişinin, bu ülkeye yatırılacak kredinin karlılığının emperyalist ülkeye fazla cazip gelmemesi sonucu azlığından bahsedilebilir. Kaldı ki, 1920-30 yılları arasında yabancı sermaye Türk anonim şirketlerine ortak olarak, milli burjuvaziden daha güçlü bir şekilde dokuma, gıda, çimento, elektrik, havagazı, orman, haberleşme ve yayın, sinema, tiyatro ve kaplıca işletmeleri gibi birçok alanda denetim ve kontrol sağladıkları biliniyor. Yabancı sermaye ortaklığı ile kurulan Türk anonim ortaklıklarında yerli ortak, işbirlikçi, komisyoncu yani paravan görevi görüyordu. (Burada emperyalist devletlerin, geri kalmış tarım ülkelerine sızma ve onları bağımlı hale getirme yollarından biri olarak uyguladıktan yerli işbirlikçiler yoluyla ekonomiye hâkim olma siyasetlerinden bahsedilebilir). Devletin, yabancı iştirakli şirketlere ödediği sermaye, tüm anonim şirketlere ödediği sermayenin % 43’ü oranındadır.
1925’te Sanayi ve Maadin Bankası, kamu işletmeciliğini geliştirmek, özel teşebbüsü desteklemek amacıyla kurulur. 1933’te bu banka Sümerbank’a devredilerek ilk KİT örneği olan bir iktisadi devlet kurumuna dönüştürülmüştür. 1929’a kadar ödemeler dengesinde sürekli açık veren Cumhuriyet Hükümeti 1930’dan sonra özel yatırımların yeterli sermaye birikimine neden olamaması sonucu, devletçilik politikasına ağırlık vermiştir. Ekonominin canlandırılması istemiyle 1934’te Etibank, 1938’de toprak mahsulleri ofisi, 1941’de Petrol Ofisi, 1952’de Et Balık Kurumu, bunlara ek olarak MTA, Devlet Demir Yollan, Deniz Yollan, TC. Merkez Bankası, KİT statüsünde kurularak yaygınlaştırılan devlet işletmeleridir. 1934’te Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’na göre oluşturulan KİT’ler, sermayesinin tamamı devlet tarafından karşılanan kuruluşlardır. Bunlardan Sümerbank ve Etibank; dokuma, maden işletmeleri, kâğıt, kimyasal ürün, çimento sanayilerinin kurulması ve giderek tarım, madencilik, ulaştırma ve bankacılık alanlarında milli kalkınmayı sağlayan ilk kuruluşlardır. KİT’lerin tüm sermayesinin devlet eliyle halktan alınan ağır vergi ve gümrük vergilerinin arttırılması, dolayısıyla ithalatın kısılarak yerli malın arttırılması yoluyla sağlandığını görürüz.
Böylece sanayi girişimciliğinin temeli, KİT’i tümüyle finanse eden halkın ödediği ağır vergilerden sağlanan sermaye birikimiyle olmamaktadır. Böylece Birinci Kalkınma Planının döneminde KİT’ler eliyle gerçekleştirilen sanayi atılımı dış borçlanmada ağır bir yük altına girmeden, ödemeler dengesinde fazla açık vermeyerek gerçekleşmiş ve yerli sanayinin gelişimi açısından KİT’ler “başarılı” olmuşlardır. Bu dönemde sadece Karabük Demir Çelik Fabrikalarının kuruluşu için gerekli sermaye (Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planının öngördüğü yatırım finansmanı) yetmediğinden % 50 oranında (İngiliz) yabancı sermayeye ihtiyaç duyulmuştur. 1940’ların ortalarından itibaren, ABD emperyalizminin etkisi sonucu, devletçi sanayileşme, temelinde tarım ürünlerinin sanayi üretiminin hammaddesi olarak kullanılması politikası izlenmiştir. Ağır sanayi, makina yapan makina yapımı, gerek yeterli ve teknik işgücü kapasitesinin çok sınırlı olması, gerekse yeni kurulan devletin bu sanayiyi kuracak yeterli sermaye birikiminden yoksun oluşu nedeniyle ihmal edilmiş ve geri bir düzeyde bırakılmıştır. Devletçi sanayileşme politikasının 1929 bunalım yıllarında uygulama alanına konulan tüketime yönelik ve halkın en temel ihtiyaçlarının yerli sanayi ile giderilmesine yönelik politikanın en önemli nedenleri arasında dış faktörler gelir. 1945’li yıllara kadar ağır sanayi girişimi olarak sadece Karabük Demir Çelik Fabrikaları vardır.
1940’lardan itibaren “devletçilik politikası” ve ekonomik kalkınmanın devlet tekeliyle sağlanması olgusu, ABD emperyalizminin dünya konjonktüründe uluslararası bir güç kazanmasına paralel olarak genelde gevşetilir. Marshall ve Truman doktrinleriyle ülkemize giren “serbest piyasa ekonomisi” yeni bağımlılık politikası biçiminde giderek güçlenir. “Dışa açık iktisadi politikalar” gündeme getirilir. Bu dışa açılma, sanayi ve hizmet sektörünün tamamen yabancı sermayenin çıkarları doğrultusunda yabancı tekellerin denetimine bırakılması, günümüze kadar KİT politikalarında belirleyici olur. İkinci Paylaşım Savaşı sırasında ticari sermaye birikiminin karaborsa ve yasadışı kazanç yollarıyla çok büyük bir artış kaydetmesi, işbirlikçi tekelci sermaye sahibi sınıflara geniş yatırım olanakları sağlar. KİT’ler yoluyla (devletçilik) kalkınma modeli terk edilir. Ama KİT’lerden daha çok yarar sağlayan yabancı yatırımcıya olanak sağlayan ekonomik yönelişe girilir. İstanbul Tüccarlar Derneği’nin önerisi ile 1948’de toplanan 2. İktisat Kongresi’nde, devlet işletmeciliğinin sınırlandırılması yönünde kararlar alınmıştır. 1950’de hükümete gelen DP programında devlet işletmelerinin özele devredilmesine yer verilmiştir. Ama uygulamada kamu yatırımları, iktisadi konjonktürde önemli bir etken olmaya devam etmiştir. 1947’deki CHP kurultayı, özel sermaye çevrelerinin ekonomik taleplerinin çoğunu benimserken, “devletçiliği” , esas olarak özel teşebbüse yardım etmeye yönelik bir ilke olarak benimsemişti.
Hizmet ve sanayi gelişiminde tarıma dayalı ara malı üretimine ağırlık verilerek oluşturulan KİT kuruluşlarının özel sermaye birikimine nasıl olanak tanıdığını açıklayalım:
1933’te İktisat Bakanlığı tarafından açıklanan rapor: ” … Ana sanayi, hususi teşebbüs ve sermaye erbabına daha çok geniş ve faydalı endüstri imkânları bahşedecektir. Devlet teşebbüsü ile kurulacak ara demir sanayisi, hususi teşebbüslerin yeniden tesis edecekleri makine, tel-çivi, vida, torna, …vs. fabrikalara ve sanayiye ucuz ve kolay tedarik edilir yan mamul emtia verecektir. Yeni bez dokuma sanayimiz pamuk, ip halat, pamuk, örme sanayisine de yeni faaliyet imkânları bahşedilecektir. Bunlar gibi etrafında hususi teşebbüslerle takviye edilebilecek ve memleketin sınaî inkişafı ile mütenasip… birçok sanayi şuabatı doğacaktır ki, bunların hakkı hayatları da… mümessillerine kıyasen daha ziyade taht-ı emniyette olacaktır.”
Anlaşılacağı gibi rapor, devletin, özel teşebbüs sahiplerine geniş imkânlar sunulması konusunda devlet görüşünü ortaya koymaktadır. Böylece, özel teşebbüsün karlılık ve yatırım sermayesi açısından uygun görmediği girişimleri, devlet tarafından açılan ve işletilen KİT’ler üstlenir.

KİT’LERİN ÖZEL SEKTÖRÜ DESTEKLEME YOLLARI
* KİT’ler, bir yandan iştirakler ve bağlı ortaklıklar yoluyla, diğer yandan tüccardan yüksek fiyatla hammadde alıp, ucuz fiyatla yarı mamul madde satarak özel sektörü destekler. Örneğin demir çelik işletmelerinden kütük ya da som demiri ucuza alan haddeciler, bunları çeşitli inşaat demirlerine dönüştürerek yüksek karla inşaat sektörüne satarlar. SEKA’dan ucuz kâğıt alan özel girişimci, defter ya da dosya kâğıdı imal ederek yüksek fiyatla piyasaya satar. Diğer yandan TEKEL’e tütün, Sümerbank’a pamuk ve yün, SEK’e süt satan tüccar, her zaman piyasanın üstünde fiyatla, sürekli bir pazara sahip olurken, aynı zamanda bir kar garantisi, sermaye birikimi ve yatırım için bir güvence de bulmuş olur.
* KİT’lerin genişletilmesi, özel sektöre geniş pazar olanağı sunması yatırımcı özel sermayenin büyüyerek daha, karlı hale gelmesine de neden olur. KİT’ler özel teşebbüsün katlanamayacağı kuruluş maliyetini üstlenerek, teknik ve nitelikli iş gücü yaratılmasında özel sektöre önemli olanaklar kazandım. KİT için de eğitilmiş teknik personelin işgücü verimliliği özel sektöre kaydırılırken, KİT’lerin maliyet kaybı ve verimlilik düşüşü pahasına özel sektör desteklenir.
* KİT’lerden yararlanmanın en önemli yollarından biri de iştirakler ve bağlı ortaklıklar yoluyla özel sektörün desteklenmesidir. Özel ve tüzel kişiler, KİT kuruluşları ile ortak şirketler kurarak çeşitli kredi olanaklarından yararlanma, ucuz yan mamul girdi fiyatları ve risk faktörüne karşı güvence sağlamaktadırlar. Bu tür iştiraklerde yasalar, özel ve tüzel kişilerin korunması yönünde düzenlenir.
Örneğin bir KİT kuruluş olan DMO (Devlet Malzeme Ofisi) Arçelik’e % 15 hisse ile TEK Çanakkale Seramik’e % 22,2 hisse ile Türkiye Şeker Fabrikaları TAT Konserve’ye % 25, MKE Tofaş Otomobil Sanayisi’ne % 25 hisse ile ortaktır. 1938 tarihli KİT yasasında; “KİT’lerin genel kurulları veya hükümetlerin önerisiyle pay sahiplerinin Türk olması koşuluyla, payları nama yazılı limitet ya da anonim ortaklığa dönüştürülebilir” hükmü vardı. Eğer bakanlar kurulu gerekli görürse, “KİT iştirakli ortaklıkların paylarının hamiline yazılı” olabileceği de yasada ek olarak konuluyor. Buna rağmen 1950’lere dek, KİT’ler ortaklığı ile kurulan şirketler oldukça sınırlıdır. 1960’dan sonra KİT iştirakleri ve bağlı ortaklıkları hızla artış gösterir. 83’e kadar KİT’lerin iştirak paylarına herhangi bir sınırlama getirilmez iken, 83’te en az yine % 26, 84’te ise % 15 gibi bir sınırlama getiriliyor. Bu durum KİT’lerdeki emperyalist yağmanın daha açık bir gelişme seyri içinde olduğunu gösteriyor.
* KİT’lerin, özel şirketleri batmadan önce finanse etme durumuna ek olarak, kredi borçlarını ödeyemez durumdaki şirketleri kurtarma ve batık şirketlere yeni olanaklar sağlama amacıyla, kendi bünyesine alarak, ortaklıklar kurması da özel sermayeyi teşvik yollarından biridir. Batmakta olan tekstil, demir-çelik, banka kuruluşları, KİT ile ortak edilerek kurtarılmıştır. Paktaş, Güney sanayi, TÖBANK, Asil Çelik, vs. KİT’e ortak edilerek veya dönüştürülerek kurtarılan özel teşebbüslerdir.
* KİT ortaklıklarında sermaye dağılımı özel ya da tüzel kişiler lehine işler. KİT ortaklıklarındaki yasal zorunluluk; ortaklık payının yandan fazlasının KİT’e ait olmamasıdır. (Ama bu yasa hiçbir zaman uygulanmamıştır.) Ticaret yasasına göre, KİT ortaklıklarında kuruluş sermayesinin dörtte birinin ödenmesi, dörtte üçünün ise taahhüt edilmesi gerekir. KİT’in ortaklık payının tamamını veya tamamına yakınını ödemesi geleneği varken, özel teşebbüsçü payına düşenin dörtte birini ödemesi yeterlidir. Örneğin bir ortaklığın sermayesinin % 49,9 hissesinin KİT tarafından tamamının ödetilmesi durumunda, % 50,1 hisseye sahip özel kesimin % 12,525 hissesini ödemesi, özel sermaye sahibinin şirketin yönetimini elinde tutmaya yetiyor. Karın bölüşümü de sadece ödenmiş değil, taahhüt edilmiş ve ödenmiş sermayeye göre olduğu için özel sermaye sahibi kardan yandan fazla pay alır. Taahhüt edip ödeyemediği pay için de tekrar devlet bankalarından veya KİT’ten çok ucuz ve uzun vadeli kredi alabilir. Böylece KİT payı ödenmiş sermaye içinde özel sektörde daha fazla olduğu halde, özel sektör kendine düşen kardan daha fazla pay almaktadır. Örneğin, 1975-87 yılları arasında KİT ortaklıkları yılda ortalama % 42,5 kar ederken, KİT’e düşen pay oranı % 12.7 (kar/ödenmiş sermaye)olarak saptanıyor, ve bu kar da, şirketin özel kesimden gelen ortaklarınca sermaye artırımına dahil edilerek KİT’e ödenmiyor. Ayrıca KİT ortaklıklarının çok büyük bir kısmı (vergi kaçırma, stok gösterme ve muhasebe oyunlarıyla) sürekli zarar ediyor gösterilir ve hemen hemen kardan hiç pay alamaz. Bu nedenle KİT ortaklıklarındaki özel girişimci sermaye çevreleri ellerinde tuttukları yönetim ve denetimle sınırsız karlar elde edebilirler. KİT ortaklıklarında yönetime seçilen ya da denetimci olarak görevlendirilen KİT yöneticileri ise, genelde esas işlerinin dışında ek gelir sağlama ve avanta elde etme işi olarak gördüklerinden KİT lehine hiç denetim yapmazlar, yapanlar da zaten yönetime gelemez.
* Bu kuruluşlarda KİT bünyesinde üretilen ara mallan ucuz almak, KİT ürünlerinin fiyatlarını belirlemek, hazır pazara kolayca girmek, karaborsa ve piyasa dalgalanmalarından daha kolay faydalanmak gibi özel kesimin olanakları vardır. Bunlara ek olarak KİT’ten kredi almak, çok düşük faizle devlet bankası kredisi kullanmak gibi olanakları da sıralayabiliriz. Yüksek Denetleme Kurulu’nun raporlarına göre % 50’den fazlası kamu sermaye payı olan pek çok KİT ortaklıklarının KİT olarak gösterilmesi istenmediği için muhasebe oyunlarıyla KİT sermayesi % 50’nin altında gösterilmiştir. Bu kuruluşlara örnek olarak; Ereğli Demir-Çelik, Northern Elektrik, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti işbirliği ile kurulan Sanayi İşletmeleri Ltd. Şti. gibi ortaklıklar sayılabilir.
* KİT’lerin özel sermaye yanlısı birikim sağlama veya özel teşebbüsü desteklemede oynadığı diğer bir rol de fiyat belirleme politikasıdır. Bunun için hükümetler genelde KİT ürünlerinin fiyatlarını maliyetlerinin altında saptarlar. Bu ürünleri alan tüccarlar ise, birkaç misli fiyatla piyasaya sürerek, özellikle karaborsa dönemlerinde büyük karlar elde ederler. Sümerbank, SEK, Tekel ve birkaç istisna dışında hemen hemen tüm KİT ürünlerinin tamamı özel sektör tarafından pazarlanır. 1950’li yıllar öncesi Sümerbank mağazaları ülke çapında yaygınken, bu tarihten sonra çoğu kapatılır veya özel şirketlere geçer. Devletin belirlediği fiyatların altında satış yapabilen ya da dışardan ucuz mal ithal eden tüccarın, özellikle tekstil kotalarının kaldırıldığı dönemde, bu alanda iç pazara tümüyle egemen olduğu bir gerçektir. 1930’lu ve 89’lu yıllarda, hükümetin şeker fiyatlarına yaptığı zam dış ithalat yoluyla şeker getiren tüccara büyük karlar sağlamıştır. Karaborsacılık genel olarak savaş yıllarında halkın pervasızca soyulmasına olanak yaratırken, 24 Ocak kararlarıyla uygulanan “yeni ekonomik canlandırma politikaları”yla, ihracat-ithalat kotalarının serbest bırakılması, gümrük duvarlarının düşürülmesi ve ticaretin tam serbestliği ile vurgun olanakları arttırılmıştır. Bu yolla KİT ürünleri fiyatları da KİT’lerin zararına olacak düzeyde tutulmuştur. KİT’lerin ilk kurulduğu dönemde, yasal olarak KİT yönetimlerinin KİT’in çıkarı gözetilerek ürün ve hizmet fiyatlarını belirlemesi öngörülüyordu. Ama hiçbir zaman bu yasa yürürlüğe konmadı. KİT ve KİT ortaklıkları şeklinde kurulan tüm işletmelerin ürünlerinin fiyatı, her zaman hükümetlerin yanlı politikalarıyla belirlendi. 1960’ta yapılan yasayla KİT ürünleri ve hizmetlerinden sadece temel mal ve hizmet olarak saptananların fiyatlarının hükümetçe belirlenmesi, diğerlerinin hatlarının tespiti ise KİT yönetimine veriliyordu. (Bu yasa da hiç uygulanmadı.) 24 Ocak kararlarıyla da buna benzer bir yasa çıkarıldıysa da fiyat belirleme konusunda hükümetler sürekli KİT’lere zarar vermek pahasına özel sektöre peşkeş çeken bir fiyat politikası sürdürdüler. KİT zararlarını ise, devlet sübvansiyonu ile kapamak ve bunu halktan alınan ağır vergilerle karşılama, devletin sermaye çevrelerini koruma ve destekleme politikasıdır. (KİT lehine çıkanlar yasaların KİT’leri karlı duruma getirerek, özel sektöre devredilmesi amacıyla çıkarıldıkları açıkça önadadır.)

KİT POLİTİKALARINDA, HÜKÜMETLERİN SERMAYE YANLISI VE DIŞA BAĞIMLILIK POLİTİKASI BELİRLEYİCİ ROL OYNAR
Türkiye ekonomisine Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana el atan emperyalist devletlerin, 2. paylaşım savaşı sonrası daha etkin biçimlerde yağma politikasına geçtikleri görülür. Türkiye, IMF, Dünya Bankası ve Avrupa İktisadi İşbirliği Örgütüne 1947’de üye olmuştur. Bu yıldan itibaren IMF ve Dünya Bankasının desteği ve finansmanı ile Türkiye’de KİT’lerin yönetimlerine yabancı ve özellikle Amerikancı tekeller el atmışlardır. Bu kuruluşların özelleştirilmesine yönelik teklif ve öneriler, ABD ekonomisinin ve diğer kapitalist ekonomilerin 1970’lerde girdikleri krizden kurtulma çabalarının ve SSCB’deki kapitalizme entegrasyonu vs. gibi dünya konjonktüründeki değişiklikler, buna bağlı Türkiye’deki “dışa açılma”, “liberasyon”, “özgürleşme” adı altında ortaya atılan bağımlılık politikalarının bir sonucu olarak gündeme gelmiştir. ‘45’lerde başlayan dışa açılma, ‘70’lerde KİT ve hükümetlerin kadrolarında yabancı sermaye kontrolünü daha da pekiştiren bir gelişme seyri izler. 83’te KİT’ler, İDT(ticari amaçlı) ve KİK(Temel mal ve hizmet üretme amaçlı) olarak ikiye ayrılırken, KİT’lerin özelleştirilmesi ve bağlı ortaklıklarının tasfiyesi gündeme getirilir. Bu nedenle 1984 yılında Kamu Ortaklığı Fonu Yönetmeliği yayınlanır. Bu yönetmelikte yer alan gelir ortaklığı senetleri, hisse senetleri, işletme hakkı devri, kiralama gibi yollarla KİT’lerin tasfiyesine gidilir. Aynı yıl bir yasayla, Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı Kuruluşu (TKKOK) KİT’lerin özelleştirilmeleri konusunda karar verecek yetkilerle donatılarak, başbakanlığa bağlanır. Özelleştirmede yöntem olarak;
*KİT satışı öncesi mülkiyet hakkı özel kişilere verilmemekle birlikte, işletme hakkı, ürünlerin pazarlanması ve dağıtım hakkının özel şirketlere devredilmesi,
*KİT ve bağlı ortaklıkların mülkiyetine, hisse senetlerinin tek tek veya blok halinde satışlarıyla özel şahısların ortak edilmesi,
*KİT’e bağlı ortaklıkların Anonim şirketlere dönüştürülmesi,
*KİT ve bağlı ortaklıkların kiralanması, devir ve tasfiyesi v.s. uygulanmaktadır.

—sürecek-

Nisan 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑